Print Friendly and PDF

SARAYDAKİ CASUS - Gizli Belgelerle Abdülhamid Devri ve İngiliz Ajanı Yahudi Vambery

Bunlarada Bakarsınız


Hzl. Mim Kemâl ÖKE
http://tr.wikipedia.org/wiki/Arminius_Vambery
Arminius Vámbéry veya Ármin Vámbéry (Macarca: Ármin Vámbéry, Almanca: Hermann Vámbéry) d. 12 veya 19 Mart 1832, Szerdahely/Avusturya-Macaristan İmparatorluğu (bugünkü Slovakya); öl. 15 Eylül 1913, Budapeşte/Macaristan (esas adı: Hermann Wamberger, Bamberger ya da Vamberger), Macar asıllı bir müsteşrik ve türkolog, seyyah ve Büyük Britanya Krallığı emrinde bir casustu.
Profesör Arminius Vambery: Doğumu 1831 ya da 1832 (tam olarak bilinmiyor); ölümü: 1913. Musevi asıllı bu Türkoloğun bir insan yaşamına sığdırdığı kimlikleri (seyyah, kâşif, derviş, öğretim üyesi, yazar, devletlerarası arabulucu, casus) ve misyonlar (Orta Asya'da Türkoloji araştırmaları yapmak, Osmanlı Padişahı nezdinde İngiltere hesabına ajanlık, İngiltere'de II. Abdülhamit'in sözcülüğü, Taymis ile Boğaziçi arasında arabuluculuk, Siyonizm namına Filistin'de Musevi Kolonizasyonunun propagandacılığı) bir araya getirilince ortaya en hayalperest tarihî macera filmini bile gölgede bırakacak bir senaryonun çıkacağını ileriki satırlarda okuyucu bizzat görecektir.
Biz Profesör Vambery ile İngiliz Devlet Arşivi'nde (Public Record Office) araştırma yaparken tanışma imkânını bulduk. Göz gezdirdiğimiz dosyalar bu ünlü bilim adamının bugüne kadar bilinmeyen bir yüzünü bize tanıtacaktı. Yine aynı incelememizi Türk ve İsrail belgelerini tarayarak sürdürürken bu sefer elimize geçen bazı kayıtların bize Profesör Vambery'nin yaşamından başka renkli boyutlar kazandırdığını gördük.
Böylece topladığımız günyüzü görmeyen materyalin çekiciliği ile Profesör Vambery'yi ayn bir çalışma konusu yapmaktan kendimizi alamadık
"Saraydaki Casus" isimli bu çalışmamız, yayınlandığı andan itibaren okuyucularımızdan büyük ilgi gördü. Bilgim dışında sayısız baskıları yapıldı, takip edemedim.
Millet olarak galiba biz komplo teorileriyle örülü casusluk öykülerini seviyoruz. Ne var ki, bu senaryolan, "spekülatif tarih" diye küçümsemek de doğru değil. Daha sonraları hem benim arkadaşlanmla yaptığımız ve İrfan Yayıncılık tarafından neşredilen "Kutsal Topraklarda Casuslar Savaşı" adlı inceleme hem de yabancı dillerde giderek artan istihbarat/dış politika ilişkisini işleyen eserler (Mesela Peter Hopkirk’ ün yine Türkiye'de tutulan "Büyük Oyun" u) belki de resmi demeseniz de "yazılmayan tarih"in yanısıra bir de "derin tarih"in olduğunu hatırlatır gibiydi. Ve bu aysbergin altı da su üstündeki buz parçasının şeklini de mi belirliyordu?
Histografıde gelinen nokta, bu faktörün artık "evham" veya "kayıtdışı" tarih olarak gözardı edilemeyeceğine işarat etmektedir.
Eser, bu itibarla, kendi mazimiz açısından Ortadoğu'da olsun, Turan'da olsun casuslar savaşının ne denli belirleyici olduğuna dikkat çeken bir belgesel olma özelliğini herhalde taşımaktadır.
Mim Kemâl ÖKE
İstanbul 1997
XIX. yüzyıl Avusturya Macaristan İmparatorluğunda Musevî uyrukluların doğumlarını kaydetmeleri yasal olarak gerekmediğinden Vambery ailesi, ikinci çocukları küçük Hayim (veya Hermann) için geleneklerin dışında bir işlem uygulamayı düşünmemişti. Bunun için Profesör Arminius (Hermann) Vambery doğum yılını bilmediğini ilkini 1890 da, diğerini ise 1904‘te yayınladığı iki otobiyografisinde itiraf etmektedir (1). Annesinin ifadesine göre Arminius, babasının koleradan ölümünden kısa bir süre sonra, bir Aziz Yahya gününde doğmuştur. Katolik takviminin yardımıyla bugünü 19 Mart olarak tesbit eden Vambery. doğum yılını bulmakta oldukça güçlük çekmiştir. Kolera salgını 1830'lardan itibaren biriki yıl üstüste Macaristan'ı kat ettiği için babasının ölüm, kendisinin ise doğum yılı büyük ihtimalle 1831 veya 1832 olmalıdır. Aile isimleri olan "Vambery” (aslı Wamberger) Prof. Vambery'nin büyükbabasının Macaristan'a göç etmeden önce yaşadığı bir Alman kenti olan Bamberg'den gelmektedir ki, bu isim zamanla değişerek tanınmış müsteşrikin soyadını oluşturmuştur.
Hatıratından çıkardığımız kadarıyla Vambery bugün
Çekoslovakya'nın Jurpri Bratislave kenti olan St. Georghen kasabasında dindar bir Musevî ailesinin çocuğu olarak doğmuştur. Annesi ona erken ölümü dolayısıyla göremediği babasının yalnızca bağnaz bir kişi değil, fakat aynı zamanda ailesine karşı olan sorumluluklarını ihmal edecek şekilde dinî konulara kendini adayan bir araştırıcı olduğunu anlatacaktır. Çekingen yaradılışlı ve gözü kitaplarından başka hiçbir şeyi görmeyen babası, ailenin geçimini sağlamak amacıyla bilhassa annesinin özendirmesiyle sırasıyla haham yardımcılığı, manavlık, esnaflık ve tüccarlık yapmaya, hatta bir han bile işletmeye kalkarsa da. bu uğraşlarından hiçbirinde başarılı olamayacak, tutulduğu kolera illeti onu nefret ettiği bu "bayağı" uğraşlardan alınca, genç karısı ve iki çocuğundan oluşan ailesini büyük bir maddî sıkıntı içerisinde terk edecektir. Böylece, aile reisliği görevini yüklenen zavallı kadın kısa bir süre sonra işlettiği hanın kârı ile ölçüldüğünde başarılı bir işkadını olduğunu kanıtlayacaktır. Bir hayat arkadaşının eksikliğini hisseden genç ve yalnız kadın, Vambery'nin "geçimi kolay, iyi kalpli" diye okuyucularına tanıttığı Bay Fleischmann ile yaşamını birleştirecektir. Evin geçimini sağlama konusunda Vambery nin özbabasını hiç de aratmayan Fleischmann, karısının zoruyla denediği mesleklerde herhangi bir maddî gelir elde edemeyince tek çıkar yolun ailesiyle akrabalarının kendisine yardım edeceği doğum yeri olan Duna Szerdahely'ye (bugünkü Dunjaska Streda, Çekoslovakya) yerleşmek olduğunu savunacaktır (Çocukluğundaki "baba" figürünün güçlü bir kişiliğe sahip olan annesine kıyasla daima ikinci planda kalması, Freud'un teorilerine uygun olarak, Vambery’nin ileriki yaşamında da etkisini gösterecek, otoriter bir baba olmaya özen gösterecek bu ailevî kompleksi yenmeye çalışacaktır).
Bir sabah sol bacağının ağrısıyla uyanan küçük Arminius'un kalça kemiği kayırıştır. Annesinin onu üfürükçülere. kırıkçıkıkçılara taşıması kâr etmemiş ve tüm yaşamı boyunca topal kalmaya mahkûm olmuştur. Bu yüzden Vambery. fizikî sakatlığını zihnî uğraşlarda elde ettiği başarılarla telâfi etmeye çalışmıştır. Daha sekiz yaşına basmadan Almanca ve Macarca’nın yanında İbranice okuyup yazmayı öğrenmiş. Eski Ahid'i ezberden okumayı başarabilmiştir. Profesör olduğu zaman on iki Batı ve Doğu dilini bildiğini iddia ederek, filolojik yeteneğiyle her zaman övünmüşlür. Ondaki bu yeteneği fark eden annesi oğlunu iyi bir eğitim görmesi için Yahudi gettosunun dışında bir Protestan okuluna kaydeder. Annesine göre. Arminius'un fikri gelişmesi St. Georghen'deki özel koleje gitmesine bağladı. Ne var ki. bu okulun masraflarını karşılayacak maddi güce sahip değildi. Bundan dolayı, Vambery bir yıl kadar çalışıp, öğrenimi için para biriktirmek zorunda kaldı. Duna Szerdahely’den iki saat uzaklıkta olan Nyek'de Musevi bir hancının oğluna okuma-yazma ve bazı önemli dinî bilgileri öğretti. Onbir yaşında hoca olmuştu; ama aslında günde üç saatlik ders seanslarının dışında ev sakinlerinin ayakkabılarını boyamaktan elbiselerini fırçalamaya kadar evin her türlü angaryaları da onun zayıf omuzlarına yüklenmişti.
Düzensiz eğitimi boyunca açlık ve sefalet yakasını bırakmaz. St. Georghen'deki Musevî cemaati önceleri ona yatacak bir yer ve arada sırada sıcak bir kap yemek vermeyi kabullenir. Fakat. Arminius’un Hıristiyan okulunda laik bir öğrenim görmesi bağnaz Musevilerce hiç hoş karşılanmaz ve öğrenmek hırsı ile yanıp tutuşan bu genci sokağa bırakıverirler. Bir süre parkta yatıp kalkan, daha sonra ise bunamış karısını oyalasın diye kendisini kabul eden yaşlı bir şapkacının yanına sığınan Vambery'nin yetersiz beslenmeden renginin solmaya ve bedeninin çökmeye başladığını fark eden arkadaşları ona nasılsa acır ve birer birer her öğün onu evlerinde yemeğe alıkoymaya başlarlar. Fakat arkadaşlarının bu iyi kalpliliğine karşılık bazı hocaları, Yahudi kökenli oluşu nedeniyle, onu aşağılamaktan çekinmezler. Birkaç kez de Hıristiyan halk onu sokakta alaya alır, hattâ taşlar. Orta Avrupa’da giderek güçlenmeye başlayan Yahudi aleyhtarlığı (Anti-Semitizm) akımına rağmen, annesi küçük Vambery’yi eğitim standardı yüksek olan Hıristiyan okullarına göndermekte kararlıdır. Pressburg'da Benediktin rahiplerinin kolejine de devam eden Arminius, dindar bir Musevî aile yaşamının, yine aynı şekilde dinî hüviyeti güçlü olan Hıristiyan eğitim sistemi ile çatışması sonucunda tüm manevî duygularını kaybeder. İleriki yıllarda kendisine Müslüman bir hacı süsü vererek Orta Asya'yı dolaşacak olan bu sahte dervişin metafizik tefekkür ve tahayyülâta girmeye, kendi ifadesine göre, ne vakti ne de eğilimi vardır. Materyalist dünya görüşüne rağmen, ileride dinin eksikliğini kavrayacak ve anılarında, belki de biraz pişmanlık duygusu ile karışık olarak. "Beni Cennet'e götürecek merdivenin bazı basamakları kırık, bazıları ise eksik" diye yakınacaktır.
Yakasını bir türlü bırakmayan maddî sıkıntıları dolayısıyla eğitimi için yeterli fonu toparlayamayan küçük Arminius, bu nedenle okula bir süre ara vererek özel derse gitmeyi dener. Sırtında birkaç yamalı elbise ve iri saman dolu uyku tulumundan oluşan heybesi ile Macaristan'da iş aramaya başlar. Bir süre büyük şehirlerde zengin ailelerin ahçı. bahçıvan ve diğer hizmetkârlarının aşk mektuplarını kaleme alır, başkalarının duygusal serenadları için balkon altlarında şarkı bile söyler. Günün modasına uyarak. Budapeşte kahvelerinde zaman öldürüp, ders verecek öğrenci bekler. Birkaç başarısız çabadan sonra zengin bir ailenin yanında o güne kadarki yaşamında hiç tanımadığı konforlu bir ortamda özel öğretmenlik yapmaya başlar. Ne var ki. Vambery artık on sekiz yaşında bir delikanlı olmuştur. Öğrencisinin 'yazdığını düzeltmek amacıyla’ ailenin biricik gözbebeği "Miss Emily"nin elini biraz uzunca tutunca soluğu kapı dışında alır ve parmaklarının ucundan kalbine doğru yükselen sıcaklığı gecenin ayazında dindirmek zorunda kalır. Artık özel ders vermekten sıkılmış, macera aramaktadır. Şark'ın esrarlı ve büyüleyici güzelliği genç Vambery'yi çekmektedir. Bu arada annesi ölmüş, onu Macaristan'a bağlayan biricik neden de ortadan kalkmıştır. Şimdi. Viyana'da kendisi ile tanıştıktan sonra Türkoloji'ye yöneldiği ünlü doğubilimci Baron Joseph von Hammer Purgstal'ın tavsiyesine uyarak 1857 yılının ılık bir Mayıs sabahı İstanbul'a doğru gemi ile hareket eder. Tuna nehrini kal ederek Galatz'a, oradan Karadeniz yoluyla Haliç'e ulaşacak olan bu zevkli ilk yurtdışı yolculuğunda gemide en ilgisini çeken sahne güneş batarken namazını kılan Türk yolcular olmuştur. Bunlardan yaşlıca olanı seccadesini katladıktan sonra, meraklı gözlerini kendisine diken genç Macar gezginine yaklaşır. Vambery'in Türkçe konuştuğunu fark edince genç adama çok makbule geçen bir yemek ısmarlayan ve yolculuk sırasında sohbetini esirgemeyen bu Türk asilzadesi ileride tarihe pek çok tarihî eserin yazarı ve II. Abdülhamid'in adliye nazırı olarak geçecek olan Cevdet Paşa’nın babasından başkası değildir!
Cebinde hiç parası olmadığı halde İstanbul, Beyoğlu'nda bir aşağı, bir yukarı gezinerek karnıını doyurmanın yolunu arayan Vambery'yi, başındaki Macar işi tüylü şapkadan tanıyan bir göçmen yurttaşı Bay Püspöki maceracı seyyaha yardımda bulunur ve onu evinde bir süre için misafir eder. İş bulabilmesi için Püspöki Vambery'ye 1848 İhtilâli'nin başarısızlığa uğraması ile Türkiye'ye sığınan Macarların uğrak yeri olan Cafe  Flamm de Vienne e gitmesini öğütler. Ne var ki. başarısız birkaç temastan sonra Vambery. "taşı toprağı altın" olduğu inancının yaygın olduğu bu kentte maddî kazanç kaynağının Avrupalılarla yoğun köşeler değil de, tersine Osmanlı mahallelerinin tipik Türk kahveleri olduğunu derhal kavramıştır. Bir tabureye tüneyerek kahvelerde nargilesini fokurdatan Osmanlıların karşısına meddah olarak geçen Vambery, onlara hikâye masal türünden bazı olaylar anlatacak, şiirler okuyacak, hattâ taklit bile yapacaktır. Gösteriden memnun kalan Türklerin kendisine ikramı ile de kamını doyurmayı başaracak, kendini geçindirecek kadar para bile kazanacaktır.
Beyoğlu kitabevlerindeki ilânlandan Vambery'nin özel ders verdiğini öğrenen İstanbul beyefendileri, günün modasına uygun olarak, Batı kültürünün temelini oluşturan dil öğrenimine istekli olmaya başladıkları için maceracı Macar seyyahının talihi birden bire parlar, bey, efendi, paşa köşklerinde o güne kadarki hayatında görmediği konforun ve rahatın içine düşer. İlk beyefendilerinden olan Hüseyin Daim Paşa'nın konağında Osmanlı aristokrasisinin yaşam tarzını, geleneklerini ve teşrifat kurallarını gözlemleme imkânını bulan Vambery yalnız, kendi ifadesiyle, "tipik bir Türk centilmeni" olmakla kalmaz, ayrıca geleceğin Türkoloji profesörü olarak derslerinde kullanacağı ilk elden bir deney birikimini gerçekleştirir.
Hüseyin Daim Paşa'nın kendisine "Reşid Efendi" ismini takmasıyla 27 yaşındaki Macar çelebisi Türklerin ve Macarların aynı kökenden geldiklerine ilişkin Ural-Altay ırkbirliği teorisinin yaşayan bir delili olmuştur artık! "Türkiye'de doğuştan aristokrasi (kan aristokrasisi) yoktur; aşağı tabakadan bir kişi de, yetenekleri sayesinde sosyal merdivende yükselebilir, bir Müşir veya Sadrazam olabilir" diye yazan Vambery. Türkçe ve Türk kültürüne olan hakimiyeti ile Osmanlı Türk yönetici toplumundaki bütün kapıların kendisine açıldığını itiraf ediyor, böylece Türk kurumlarına olan hayranlığını dile getiriyordu. 1876 Kanunı Esasîsi'riin mimarlarından Mithat Paşa'ya da Fransızca dersi veren Vambery  bilmediği kelimeler için sözlüğe bakmayıp, kendisine sormayı tercih eden öğrencisinin zekî, hayalperest ve enerjik bir kişi olduğu görüşündedir.
Hüseyin Daim Paşa'nın konağından eski Hariciye Nazın Rıfat Paşa’nın köşküne, oğlu Rauf Bey'e tarih, coğrafya ve Fransızca dersleri vermek üzere taşınan Vambery, boş zamanlarında bir medreseye giderek klasik Osmanlı bilimlerini öğrenme fırsatını da bulur. Daha sonra Batı dillerine olan hâkimiyeti sayesinde Osmanlı Hariciye Nezareti'nde tercüman olarak istihdam edilir; İngiliz ve İtalyan büyükelçilerinin huzura alındığı bir gün, görüşmelerden sonra filolojik yeteneklerinden dolayı Sultan Abdülmecid tarafından iltifatı hümayûnla taltif olunur. Bu arada Vambery'nin yeteneklerini fark eden, bu yabancının istihbarat ve gözlemlerinden yararlanmak isteyen batı basını onu İstanbul muhabiri yapar, Reşid Efendi'nin Avrupa'nın yüksek tirajlı gazetelerinde yayınlanan yorumları ilgi ile okunmaya başlar.
Öte yandan filolojik alandaki çalışmaları Vambery'ye, Macarların karanlık tarihinin ancak Orta Asya'da yapılacak incelemeler sonucu aydınlanacağına işaret ediyordu. Orta Asya'dan gelen seyyah ve hacılarla görüştükçe Avrupa'da üzerinde pek fazla birşey bilinmeyen bu yöreye bizzat gitmek isteği de o kadar artıyordu. İstanbul'daki rahatı ne kadar iyi olursa olsun, bu onun macera arayan eğilimini köreltmeye yetmemişti. Osmanlı payitahtını terk ederek, Orta Asya'ya yapmayı düşündüğü bir gezinin tasavvurlarıyla dolu olarak Macaristan'a döndü (1861). Muhabiri bulunduğu Budapeşte Bilimler Akademisi'nde Türkiye ile ilgili bir konferans verdi. Akademi Başkanı Kont Emil Dessewffy'ye Orta Asya'ya gidip, orada Macar dilinin kökenleri üzerine bir saha araştırması yapmak istediğini belirtti. Akademi yönetim kurulunun muhalefetini de inandırıcı girişimiyle aşmayı bilen Vambery. bu kurumun kendisine sağladığı 1,000 florin ile bir kez daha Şark'a doğru hareket etti.
Reşid Efendi, karayolu ile İran'a gelir (2). Tebriz-Tahran yolu ile ülkenin başşehrine giren Macar seyyahın ilk durağı Osmanlı Sefareti olur. Burada Büyükelçi Haydar Efendi'nin misafiri olan Vambery'ye her türlü ikram ve itibar gösterilir. Şiî İran'daki Osmanlı Sefareti hem mekke'de hac görevini tamamlamış Sünnî Müslümanların Padişah’ın kendilerine ihsanı olan ianeyi aldıkları, hem de eğer şikayetleri varsa dile getirdikleri bir uğrak yeriydi. Vambery, dikkatleri üzerine çekmeden ancak onlarla birlikte tehlikesizce Orta Asya'ya yolculuk edebileceğine karar verdi. Kaşgarlı İmam Hacı Bilâl, dört Türkistanlı yoldaşı ile Osmanlı Sefareti'ne nezâket ziyaretinde bulunmak için Tahran’a geldiklerinde onlara evliyaların  türbelerine yüz sürmek için Orta Asya'ya gitmek istediğini, kendisini aralarına alırlarsa çok sevineceğini, müteşekkir kalacağını belirtti. Sefir Haydar Efendi de Hacı Bilâl'ı huzuruna kabul ederek, Vambery'nin Padişah hazretlerinin emaneti olduğunu söyledi. Hacı Bilâl'in olumlu cevabından sonra Vambery, saçlarını kestirmiş, fakirane giysisi, başında külâhı ve elinde delili ile tam bir derviş olmuştu. Sahte dervişe Haydar Efendi uygun bir Osmanlı pasaportu da hazırlamıştı. Padişahın tuğrasının Orta Asya'da bile ne kadar itibar gördüğünü, onsuz yolculuğa çıkmış olsa idi sağ dönmesinin imkânsız olduğunu anılarında itiraf eden Vambery. Haydar Efendinin kendisinin gerçek hüviyetini bildiği halde ona bu kadar alicenâp davranması karşısındaki takdirini belirtmekten de. çekinmeyecektin "Hıristiyan Avrupa'nın bir memuru hiçbir Mûslûmana bu kadar cömert davranmazdı!"
Yine de Türkler onu bu yolculuktan caydırmaya çalışmışlar, fakat Vambery'nin kararlılığı karşısında bu tutumlarında ısrar etmemişlerdi. "Asil kalpli Türk dostlarından ayrılmak bana zor geldi" diyen Vambery'ye asıl manevi desteği Tahrandaki İngiliz temsilciliği sağlamıştır. Londra’nın İran Büyükelçisi Sir Charles Alison, ülkesinin yayılma sahalarından biri olan Orta Asya'da neler olup bittiği hakkında uzun zamandır herhangi bir haber alamamıştır. Rusya’nın Türkistan'ı bütünüyle kendi nüfuz dairesine almasından kuşkulanmaktadır. İstihbarat toplamak amacıyla Intelligence Service'in Orta Asya’ya göndermiş olduğu iki İngiliz subayı, Conolly ve Stoddart, Buhara’da öldürülmüşler, Yüzbaşı Wybum ise kaybolmuştur. Bu nedenle Alison, kendisine derviş süsü veren Vambery'nin ne Türkmenlerin ne de Rusların şüphesini çekmeden Asya'nın içlerine nüfuz edebilme şansının olduğunu fark etmiş ve maceracı Macar delikanlısına bu tehlikeli yolculuğu başarıyla tamamlayabildiği takdirde İngiltere'de tüm kapıların kendisine açılabileceğini belirtmişti (3).
28 Mart 1863'de sabah namazından sonra besmele ile hacı kervanı yola düzülmüştü. İlk hedefleri, Hazar Denizi'nin kuzey doğusundaki Mazenderân eyaletine bağlı Sarı şehri idi. Yirmi bir kişilik hacı kafilesinde her yolcuya yetecek kadar merkep olmadığı için "Hacı" Reşid zaman zaman binek hayvanından iniyor, onları bindiriyordu. Bizim Topal Marco Polo'nun bu jesti, fakir hacılarda derin şükran duyguları uyandırıyordu. San şehrine vardıktan sonra Karatepe'ye doğru hareketlerine devam eden dervişler, Karatepe'ye ulaştıkların da Nurullah adlı bir Afganlı'da misafir olmuşlardı. Ne var ki, Nurullah ve adamları Vambery'nin gerek tavrından, gerek açık renk yüzünden kuşkulanmışlardı. Tereddütlerini belirtince. Vambery sükûnetle şu cevabı verir: "Bende dünya yı fâniye Çin'i vardır. İlhâmı Rabbani ile makamatı mübarekeye yüz sürmeye giderim. Cenab-ı Hak müyessir kıla!"
Ertesi gün Gümüştepe'ye gidecek olan bir Türkmen gemisi, hacıları Allah rızası için alıp karşı sahile geçirmeye razı olur. O akşamı Hazar Denizi'ndeki Aşur adasında geçiren Vambery'yi zorlu dakikalar beklemektedir. Aşur adası, Rus Çarlığının Orta Asya'da ele geçirdiği toprakların güneydeki nihaî noktadır. Vambery’in ifadesine göre, bu yöreye Rus'lar giderek nüfuz etmekte, fakat çevredeki Türkmen oymakları ülkelerinin bu işgaline karşı kahramanca direnmektedirler. Yer yer çarpışmaların olduğu bu yörede Vambery, iki düşman arasında kalmış olmanın verdiği kuşkularla geceyi uykusuz geçirecektir. Hele ertesi gün kendilerini bordalayan Rus savaş gemisinin mürettebatından bir subay yüzüne dikkatli bakıp, büyük bir hayretle yanındaki arkadaşına "Bu ne biçim derviş? Nasıl Türk? Rengine bakınız, hâline bakınız. Başka hacılara benzemiyor. Buna esir etmiş olmasınlar?" dediğini duyunca nerede ise heyecandan yığılıp kalacaktır. Meyse ki, arkadaşı hacı kafilesinden birisinin elinde gördüğü tavlaya takılarak, onunla meşgul olmaya başlayacak, böylece sahte derviş rahat bir nefes alacaktır. "Dünyanın rüşvete en düşkün resmi memurları Ruslardır" diye yazan Vambery, kaptanlarının subaylara uzattığı kese ve paketleri aldıktan sonra savaş gemisinin ayrılmasına en fazla sevinenler arasındadır.
Altın sarısı bir kumsalda, kıyıya çıkan hacılar artık göçebe Türkmenlerin ülkesinde idiler. Vambery’nin Türkmenlerin yaşamına ilişkin gözlemlerini konumuzun kapsamı içerisine girmediği için burada ayrıca belirtmeyeceğiz. Yalnız, Vambery'nin ilginç teşhislerinden biri. Müslüman Türkmenlerin dinî yaşamlarında eski geleneklerinin izlerine de rastlandığı konusudur. Hacılar bu bölgede hâkim güç olan Han Can’ın konuğu olacaklardır. Kendileri ne gösterilen özen ve konukseverlikten çok utanan Vambery. Türklerin bu önemli millî özelliğini anılarında söyle takdirle anacaktır: "Dünya yüzünde Türkler kadar konuksever, misafir özleyen ve varım yoğunu ziyaretçisine harcayan bir millet daha yoktur. Bilhassa Türklüğün özvatanı olan Orta Asya’da bu misafirperverlik kalemle ve dille anlatılmaz hâl alır. Bizi de hangi obanın misafir edeceği kavgası ile nerede ise kan dökülecekti.” Gümüştepe’de Buhara’ya gidecek kervanın hazırlanmasını beklerken birçok hastalar bizim sahte dervişe başvurup iyi nefes istiyorlar, ilaç yapmasını rica ediyorlar, hattâ muska bile yazdırıyorlardı. Vambery ise onların bu isteklerini geri çevirmiyordu. Çevresindekileri kuşkulandıracak herhangi hatalı davranışta bulunmaksızın gerçek bir derviş olup çıkan Vambery. Allah'ın ona bağışladığı bu gizleme ve taklit melekeleri sayesinde ileride gizli ajanlığa adımını attığı günlerde büyük işler başaracaktı. Orta Asya’daki maceraları ise onun için ileride üstad olacağı "casusluk" mesleğinin çetin bir staj devresini oluşturacaktı.
Hiyve Hanı'nın Türkmenlere bir iş için yolladığı bir manga muhafız dönüş yolculuğunda hacı kafilesine eşlik etmeyi kabullenmişti. Hiyve yolculuğunda Vambery'nin bindiği deve bir yaban domuzunu görüp, ürkünce sahibini düşürmüş ve zavallı sahte derviş kendini bir anda domuzun keskin dişleriyle karşı karşıya bulmuştu. Bir Türkmen yiğidi yetişip yaban domuzunu mızraklamamış olsaydı. Hacı Reşid in Orta Asya seyahati acıklı bir olayla noktalanacaktı. Ölüm tehlikesinin üzerine bir de dört günlük çöl yolculuğu Vambery'yi perişan etmeye yetmişti. Bu sıkıntılı yolculuktan sonra Özbek ovalarında ağırlandılar. Hiyve'ye vardıklarında bu muhteşem beldenin bütün kapısının iki yanına dikilmiş halk, hacıları alkışlarla karşılamıştı. Hiyve'de aslen Osmanlı olup, tarikat pirlerinin hayatları üzerinde dini araştırmalar yapmak üzere on yıl önce buraya yerleşen Şükrullah Bey i ziyaret eden Vambery'yi Hariciye Nazırı AliPasa'nın konağın da bir kere gördüğü bu Türk bilgini 'hemen tanımış.
Gözpınarlarından seller gibi yaşlar dökülen sahte dervişe kucak açmış ve Hiyve Hanı'nı görmesi için aracılık yapmayı vaad etmişti. Acımasız bir despot olan Seyyid Mehmet Han’ın Sarayı'na kabul olan Vambery, bu ziyaretiyle kendisi hakkında çıkabilecek kuşkuları gidermiş, hattâ hacı arkadaşların a Han'ın ihsanım da sağlamıştı. Hiyve'deki gözlemleri içinde Vambery'nin tesbit edebildiği en ilginç konu, kuşkusuz ki Orta Asya Türklerinin Batı Türk Hakanlığı (Osmanlı İmparatorluğu) hakkında bilgi edinmek istek ve hasletleridir. Vambery, Doğu Türklerinin bu meraklarını mümkün mertebe gidermeye çalışmıştır.
Hiyve Hanı, hacı kafilesinin bütün yolculuk eksiklerini tamamlatmıştı. Buhara yoluna düşen Vambery ve arkadaşları cennet kadar güzel bahçelerden geçerek, Orta Asya içlerine doğru ilerliyorlardı. Yol üzerinde çilehanelere rastlayan Vambery, bu tekkelerde Müslüman Türk ulemasının afyon illetinin pençesine düştüklerini görünce üzülmekten kendini alamamıştır. Bir yüzyıl sonra dini, kitlelerin afyonu olarak değerlendirecek Sovyet halefleri gibi Türk Orta Asyası'na hâkim olmak isteyen Rus Çarlığı'nın emperyalist siyasetlerinin bir yöntemi de afyon alışkanlığını Türk uleması arasında yaygınlaştırarak, Türklerin fikri gelişimini önlemek, onları kitlevî intihara teşvik etmekti. Arkadaşı Hacı Bilâl ona afyon tutkusunun Hanların  sarayına ve ordu saflarına girdiğini, afyonu tanımadan önce Hokand Hanlığı'nın atlıları Ruslara göz açtırmazken, bu alışkanlıktan sonra Rusların üstün geldiklerini söylemişti. Rusların Balkanlar'da ülkesi Macaristan ve Ortadoğu Orta Asya kuşağında dostu Türkler hakkında beslediği emelleri bizzat gördükten sonra amansız bir Rus düşmanı olan Vambery, hatıratında iç burukluğu ile Rusların Türkistan'da bu kötü adetleri yaymak için giriştikleri propaganda ve gayretleri görünce insanlık namına ne kadar üzüldüğünü kaydedecektir.
Ceyhun nehrini geçtikten sonra bu sefer geride bıraktıklarından daha uzun ve kuru bir çöle girdiler. Sıkıntılı bir yolculuk sonunda Hacı Oban'a  oradan da Buhara'ya vardılar. Bu kentte Hüseyin Halife tekkesinde konakladılar. Vambery. Buhara'da onbeş gün geçirdikten sonra Hokand arabalarıyla Semerkand'a gitmeyi tercih etti. Bu tarihî kentte de incelemelerde bulunduktan sonra Vambery. Hacı Bilâl ve diğer arkadaşları ile helâlleşerek Herat üzerinden Avrupa'ya dönüş yolculuğuna başlar. Tahranda onu dostları sevinçle karşılarlar. Sir Charles (Alison) Orta Asya'daki gözlemlerini bir an önce kağıda dökmesini önerir. Hazırlayacağı raporu, kendisine vereceği tavsiye mektupları ile birlikte İngiliz Başbakanı Parmerston'a takdim etmesinin gelecekteki "kariyeri" açısından büyük yararlar getireceğini imâ eder. Vambery'nin devrialemi İngiltere'nin Orta Asya'daki amansız rakibi Rusya'nın da dikkatini çekmiştir. Tahran'daki Rus Büyükelçisi von Giers, tecrübelerini Romanofların hizmetine sunduğu takdirde kendisini Rusya'da "çok parlak bir gelecek" beklediğini vaad eder. Anılarında "Çarlığın tüm hâzinelerini cebime doldursanız, yine Rusya'ya duyduğum düşmanlığı silemezsiniz" diye yazan özgürlük âşığı Vambery ise despotik Rusya’nın teklifini tereddüt etmeden reddeder.
Üç ay Tahran'da kalarak yorgunluğunu gidermeye çalışan Vambery, bir yandan da gezisi sırasında gizlice Arap alfabesi ile fakat Macarca tuttuğu notlarına çekidüzen verir. 6 Nisan 1864'te Peşte'ye varmadan İstanbul'a uğrayan Vambery. Osmanlı payitahtında Sadrazam Ali Paşa'yı da ziyaret etmeyi unutmaz. Onu sıcak bir ifade ile karşılayan Ali Paşa'ya, isteği üzerine, Orta Asya'yı bilinmeyen yönleri ile anlatır. Vambery'nin Orta Asya'dan ülkesi Macaristan'a getirdiği en ilginç hediye Hiyve'de tanıdığı ve yakasını bırakmayan Molla İshak adlı bir Tatar'dır. Kendisine İstanbul'a kadar yoldaşlık etmek isteyen bu garip Tatarı yanma alan Vambery yi Osmanlı payitahtın da bir sürpriz beklemektedir: Kendisine İstanbul'dan Mekke'ye gideceğini söyleyen Molla İshak. oldukça kaynaştığı candan bağlandığı "sahib’ınden ayrılmak istemez, kanlı yaşlar döker. "Fakat, sevgili dostum, ben kâfirlerin yaşadığı Frengistan'a gitmeliyim. Orası sana çok tuhaf gelir" diyen Vambery'ye Tatar, "iyi kalpliler kötü yerlere gitmezler" şeklinde bir cevap vererek ondan aynim aya cağını anlatır. Böylece. OrtaAsya’dan edindiği bilgi ve tecrübelerini aktarmak üzere Peşte Akademisi'ne girdiğinde Vambery'nin başında Mecidî bir fes  arkasında ise garip bir Tatar vardır!
Akademi başkanı Kont Emil Desewffy'nin iltifatlarına rağmen Macar bilim adamları ciddî bir akademik kariyerden geçmeyen ve kendi kendini yetiştiren Vambery'nin bulgularını kimi zaman alay, kimi zaman küçümsemeyle karşılarlar. Aslında Avusturya'nın baskısını giderek arttırdığı bir ortamda Türklerle Macarların ırkî yakınlıkları ve Macarca'nın kökenleri gibi konular aktüel olmaktan pek uzaktır. Değerinin anlaşılmadığı kompleksinin benliğine hâkim olduğu Vambery çektiği sıkıntıların ve atlattığı tehlikelerin ödülünü aramak üzere bu sefer de İngiltere'ye hareket eder. Bu arada, yeterli maddî imkânlara sahip olamadığı için sadık dostu Molla İshak'ı Peşte'de bıraktır. Dover ile Londra arasındaki demiryolu yolculuğunda karşılaştığı yolculardan Bay "Smith" ona Orta Asya izlenimlerini anlattırır, hattâ Londra'da onu parasını kendi vermek üzere Victoria Hotel'inde mükemmel bir oda ayırtır, daha sonra ise özel bir daire tutarak kirasını öder. "Bu Bay Smith kimdi? Bunu hiçbir zaman öğrenemedim" diye yazan Vambery'nin bu "iyi kalpli" dostu aslında Intelligence Service'in kendisini karşılamak için görevlendirdiği bir memurdan başkası değildi.
Aslında İngiliz otoriteleri. Tahran'da Sir Alison'dan almış olduğu referansları birer birer Kraliyet Coğrafya Derneği'ne (Royal Geographical Society) ve İngiliz Dışişleri Bakanlığı'na takdim eden Vambery'den kuşkulanmaktaydılar. Vambery'in çöl güneşi ile yanmış, rüzgârları ile kavrulmuş teni ve Türkçeyi kusursuz konuşması nedeniyle onun bir Türk casusu olduğunu sanmışlardı. Neden sonra Vambery’yi Peşte'den tanıyan bir ırkdaşı. General Krnetty aracılık edince ona İngiliz sosyetesinin kapılarını açmışlardı. Böylece Vambery konferanslar vermeye, yalnızca asilzadelere mahsus av partileri, balolar ve toplantılara katılmaya başladı, İngilizlerin kendisi gibi bir kâşife gösterdiği ilginin bu ülkenin empeıyalist eğilimlerinin doğal bir sonucu olduğunu düşünüyordu. İngilizler, endüstri fazlalıklarını satacakları pazarlar ve ucuz hammadde kaynakları kazanmak çabasındaydılar. Dikkatlerini ekonomik ve ticari potansiyeli olan bir ülkeye diken İngilizlerin, bu ülkeyi sömürgeleştirme aşamalarını da Vambery şöyle sıralıyordu: "Önce kâşifler, sonra misyonerler, daha sonra tüccarlar ve nihayet bayrak!''
Elimizdeki belgelerden Vambery'nin Taymis kıyılarında sıcak bir ilgi ile karşılandığı halde, kendisine herhangi bir resmî görev verilmediğini çıkarıyoruz. İngiliz Dışişleri'nin gizli istihbarat bölümü. Vambery'nin Orta Asya'da topladığı bilgileri, Royal Geographical Society aracılığı ile edinmiştir. Lord Palmerston onu gerek Carlton House'da. gerek 16 Belgrave Square'de Ağırlamışsa da genç adamı Kraliçe'nin hizmetinde istihdam etmeyi düşünmemiştir. Bu görev ileride Palmerston'un haleflerine düşecektir. Bu arada Vambery İngiliz sosyetesinin katı ve yapmacık kurallarından sıkılmaya, bunalmaya başlamıştır. İngiltere'de nefret etliği ikinci bir nokta da herkesin maddi çıkar beklenesi ile bir yerden diğerine koşuşmalarıdır. Asya'daki manevî duyguların baskısından ve Şark insanının ağırlığından da hoşlanmadığını itiraf eden Vambery. Doğu'da Batıyı, Batı'da Doğuyu arayan, fakat aslında her iki dünyaya da yabancılaşmış bir eksantrik tip olup çıkmıştır "Galiba en iyisi bu iki dünyanın köprü noktasını oluşturan ülkeme dönmek olacak'" diyen Vambery  kitabının satışından kazandığı parayı Londra'da jet sosyeteye ayak uydururken savurduğu için bir kere daha cepleri boş olarak Macaristan'a döner.
XIX. yüzyıl Avusturya Macaristan İmparatorluğunda öğretim üyesi adaylarının atanabilmeleri için bizzat İmparator'un yüksek onaylarını almaları gerekiyordu Kaderini bu kez de üniversite çerçevesinde devam ettirmek isleyen 
Vambery, "son derece iyi kalpli bir hükümdar" olarak tanımladığı Francis Joseph tarafından huzura kabul edilir. "Çok sıkıntı çekmişsiniz. Bu mevkii hakkınızdır" diyen İmparator, yine de Macaristan'da Şark dilleri öğrenmeye talip olacak öğrencilerin bir elin parmaklarını geçmeyeceğini ekler. Buna karşılık Vambery'nin cevabı da zaten genç profesör adayının tercihini yansıtmaktadır. "Hiç öğrenci bulamazsam, o zaman sayın efendim, ben de kendim öğrenirim." Gerçekten de Vambery, üniversite hocalığını araştırmalarını sürdürebilmek için en uygun ortam olarak kabul ediyordu. İleriki yıllarda Türkçe öğrenmeye hevesli yeni bir öğrenci gelince, ona bir Türkçe gramer kitabı uzatmış ve "Bunu al, çalış, öğrendikten sonra bana gel" demişti! Macar Üniversitelerinin özerkliği nedeniyle, bir akademik posta tayin edilebilmek için İmparator'unkinden çok rektörün onayı gerekliydi. Bağnaz Katoliklerin egemen olduğu Macar öğretim kurumlarına kökeni belirsiz bir kişinin, üstelik bir Musevi'nin atanması pek olağan değildi. Rektör, "Senin güvenilmez karakterin olduğunu bilmiyoruz mu sanıyorsun? Şark dillerine olan bilginin eksik ve yanlış olduğunu, bu mevkiye hiç de lâyık olmadığını da biliyoruz. Ne var ki, Majestelerinin emirlerini de çiğnemek istemiyoruz. Bu görevi onun yüce girişimine borçlu olduğunu unutma" diyerek karşılamıştı onu. Yine de rektör, Francis Joseph'in bu konudaki açık talimatına rağmen, Vambery'yi boş olan profesörlük kadrosuna değil de. okutmanlık mevkiine atamayı uygun bulacaktır. Sosyal statü bilincinde olan bir Vambery için bu profesörlüğü elde etmek hiç de kolay olmayacaktır.
1865 ile 1885 yılları arası Vambery'nin akademik yaşamındaki en verimli çağlarıdır denilebilir. Bu dönem içerisinde Orta Asya ile ilgili birbiri ardına yayımladığı incelemeler Macaristan. Türkiye. İngiltere, Fransa ve Almanya'da yayınlanmış, yazarına o devrin en büyük Şark uzmanı olmak özelliğini kazandırmıştır. Bilimsel çalışmaları yanında Avrupa'nın en yüksek tirajlı dergi ve gazetelerine siyasî makaleler de yazan Vambery. artık dünya kamuoyunda aranılan bir isim olmuştur. "Çalışma odamda geçirdiğim saatler hayatımda tattığım biricik mutluluktu." diyen Vambery anılarında özel yaşamından, eşinden, Rüstem adını koyduğu oğlundan hiç söz etmez. Fakat, biz Vambery'nin 1868'de. Profesör olduktan bir yıl sonra. Peşte Üniversitesi patologlarından Prof. Lajos Aranyi'nin kızı Comelia ile evlendiğini biliyoruz. Müşfik, basit, fakat evine düşkün bir hanım olan Comelia’nın tanınmış doğubilimci tarafından ihmâl edildiğini tahmin etmek herhalde güç olmayacaktır. Günlük yaşantısı çalışmaları çevresinde geçen bir yazar için aile sorumluluğunu yüklenmek değil, kabullenmek bile zor olmalıdır. Vambery'nin ifadesinden ailesini Peşte'nin en görkemli caddelerinden birinde, nehre bakan bir dairede konfor içinde yaşattığı anlaşılıyor. Kendi gençliğinde babasından ne maddî, ne de manevî bir yakınlık görmediği için Vambery ailesine geçim sıkıntısı çekilmeyen bir yaşam tarzı vermesinin yeterli olacağı düşüncesindedir, o kadar! Sabahları kalkar kalkmaz kalemini kuşanan Vambery, günlük çalışma programında önce bilimsel çalışmaları gelir. Öğleden sonra ciddi araştırmalarının yorgunluğunu ise siyasi makale yazarak çıkarır. Sekreterlerine üç değişik dilde aynı anda üç ayrı makale dikte ettirdiğini savunan Vambery'nin tek eksikliği alçakgönüllülük olsa gerek! Avrupa'nın her yöresinden konferans vermek üzere davet üstüne davet alan Vambery', yine kendi anlatımı ile. bir "sahne kahramanı" olmuştur. Gerek yazılarında ve gerek konferanslarında Rusya'nın Ortadoğu ve Orta Asya'daki saldırgan emellerine dünya kamuoyunun dikkatini çekmeye çalışan Vambery. özellikle İngiltere'de büyük bir coşku ve takdirle karşılanır, onuruna ziyafetler verilir. Hattâ Kraliçe Victoria’nın daveti üzerine 6 Mayıs 1889'da Windsor'da bile ağırlanır. Kraliçe ona incelik gösterir, güneş batmaz imparatorluğun kurucusu hükümdar, Vambery'in Orta Asya gözlemlerinden oldukça yararlanır.
BİRİNCİ BÖLÜMÜN NOTLARI :
(1)           Vambery'nin yaşamı, yayın sırası ile, üç esere konu olmuştur: N. Tikhonov, Vamberi (Gürcüce), (Tiflis, 1931); Mağda Vamos, Reşid Efendi (Macarca), (1966) ve Lory Alder/Richard Dalby, The Dervish of Windsor Castle (İngilizce). (Bachman/Tumer: London, 1979). Yine de bu hususta en iyi kaynağın Vambery'nin iki ciltlik kendi otobiyografisi olduğunu (The Story of My Struggles, (Fisher Umvin: London/Leipzig, 1904) okuyucuyu görecektir.
(2)           Vambery’nin bu gezisi için, ayrıca bkz. A. Vambery. His Life and Adventures, (Fisher Unwin: London, 1890) ve Bir Sahte Derviş'in Asyayı Vusta'da Seyahati, (Vakit Matbaası: İstanbul. 1295). Bu iki eseri Cemal Kutay, Sahte Derviş (İstanbul, 1970) adlı kitabında özetlemiştir.
(3)           Public Record Office (bundan sonra P.R.O.). Foreign Office belgeleri (bundan sonra F.O.) 800/33, 5 Temmuz 1907. İngilizlerin Vambery'den önce de derviş kılığında adamlarını Afganistan'a özel misyonla gönderdiklerini biliyoruz. Bkz.: Ahmed Hamdi, Alemi İslâm ve İngiliz Misyoneri: İngiliz Misyoneri Nasıl Yetiştiriliyor? (Müdafaa Matbaası: İstanbul 1334).
Sh:11-32
İngiliz Avam Kamarası’nın 20 Temmuz 1889'daki birleşiminde Huddersfield temsilcisi William Summers, Dışişleri müsteşarı Sir James Ferguson'a Profesör Vambery'nin günün Dışişleri Bakanı Lord Salisbury'nin ricası ile Padişah a özel bir misyon için gittiği yolundaki söylentilerin doğru olup olmadığını, eğer bu söylentilerde gerçek payı varsa tanınmış doğubilimcinin bu görevinin neleri kapsadığını sordu. Yerinden ağır ağır kalkan müsteşar, duygusuz bir ifade ile kısaca, "Bu sözlerin kesinlikle aslı yoktur» demekle yetinir. Oysa ki, daha bir ay kadar önce Prof. Vambery, Lord Salisbury'nin emriyle İstanbul'da bulunmuş ve Foreign Offlce'e Padişah II. Sultan Abdülhamid Han ve ülkesine ilişkin uzun ve gizli bir rapor sunmuştu (1).
I
Vambery'ye verilen bu görevin niteliğini açıklamadan önce II. Abdülhamid dönemine kadar olan Türk-İngiliz ilişkilerine özetle değinmek, konumuz açısından yararlı olacaktır. İngiltere'nin Osmanlı devleti ile ilgisi Türklerin Avrupa'ya girmesiyle değil, Britanya İmparatorluğu’nun Yakın Doğu da önemli topraklar elde etmesiyle başlamıştır. Kraliçe I. Elizabeth’in III. Murad’a William Harbome'u elçi olarak göndermesi ile kurulan (2) fakat ticari anlaşmalarla sınırlı ilişkiler 1757’de İngiltere'nin Hindistan’ı ele geçirişiyle siyasî ve stratejik bir önem kazanmıştır. Bu tarihten sonra İngiltere’nin Yakın Doğu politikasının esası, Avrupa için hem doğal kaynaklarıyla ekonomik, hem de Doğu'yla ulaşım bağlantısı yönünden stratejik önem taşıyan Hindistan'ı güvenlik içinde tutmaktır (3). Osmanlı İmparatorluğu ise Hindistan'a uzanan hem kara hem de deniz yollarının üzerinde bulunduğu için Londra, başta Rusya ve Fransa olmak üzere bu bölgeye herhangi bir başka devletin sarkmasını önlemiş ve giderek zayıflamakta olan Osmanlı Devletinin toprak bütünlüğünü yabancı saldırılara karşı korumasına destek olmuştur (4). 1798 yılında Napolyon Bonapart’ın Mısır'ı ele geçirmek istemesiyle başlayan Türk-İngiliz işbirliği, 183941 'de Kavalalı Mehmed Ali Paşa'nın ve 1853 de Rusya'nın emellerine karşı da başarıyla sürdürülmüştür. Böylece, Palmerston ve Ponsonby dönemlerinde, Türkiye'nin toprak bütünlüğünün ve bağımsızlığının korunması İngiliz dış politikasının mihenk taşı haline gelmiştir.
Seleflerinin Türkiye'yi Rusya'ya karşı güçlü bir baraj olarak görmesine rağmen, 1877'de iş başına gelen Salisbury Kabinesi Osmanlı İmparatorluğu nun son günlerini yaşadığını düşünmeye başlamıştı. 187778 Osmanlı-Rus Savaşı'nda Rusların batıda İstanbul, doğuda ise Erzurum kapılarına kadar ilerlediklerini telâş ve panikle gözleyen Salisbury. Türkiye’nin bir daha herhangi bir Rus saldırısına karşı dayanabileceği konusunda kuşkuluydu. Yeni bir acil durumda İngiltere'nin Osmanlı Devletinin yardımına koşması da güçleşmişti. Özellikle Doğu Anadolu'dan başlatılacak Rus çıkartması karşısında İngilizlerin yardım etmesi mümkün değildi. Salisbury "Biz balığız; donanmamız Ağrı’ya tırmanamaz ya!" diyordu (5). Bugüne kadar İngiltere. Rus tehditlerine karşı donanmasını İstanbul'a göndereceğini söyleyerek caydırıcı olmaya çalışmıştı. Buna karşılık Ruslar da aynı silahı kullanmayı düşünmüşlerdi. Daha İngiliz donanması İstanbul'a ulaşmadan kendi donanmaları ya Karadeniz Boğazından geçerek Osmanlı payitahtını vuracak, ya da Türkiye'ye Kilyos’tan çıkartma yapacaklardı (6). Bu söylentiler Londra'da da duyulunca. İngilizler İstanbul Boğazı'nın iki yakasındaki istihkâmın Ruslara geçit verip vermeyeceğini merak etmeye başladılar. Eğer istihkâmlar yetersizse, Osmanlı İmparatorluğu'nun işi bitmiş demekti ki o zaman izlenecek politika Türkiye’yi boş yere desteklemek yerine Rusya'ya yakınlaşmaya çalışmak olmalıydı (7).
İngiltere'nin bir yüzyılı aşkın süredir devam ettirdiği geleneksel Türkiye politikasını bir anda tersyüz etmesi mümkün değildi. Böylesine dramatik bir değişiklik yapılmadan önce, bütün haber-alma merkezlerinin zorlanarak Osmanlı Devleti ne ilişkin olumsuz değerlendirmelerin doğrulanması gerekiyordu. Padişah la aralarındaki anlaşmazlıkların aslında aşılması mümkün olmayan bir uçurum oluşturup oluşturmadığı, uzlaşma ve işbirliği alanlarının var olup olmadığı tesbit edilmeliydi. İngiltere 15 Eylül 1882’de Mısır'ı işgal etmiş, fakat bu fiilî durumu Padişah kabullenmemiş; 1887'de bir antlaşma önerisi de İstanbul'a gelen Sir Henry Drummond Wolffu Abdülhamid huzuruna almak tenezzülünde bile bulunmamıştı (8). Eğer Mısır konusunda Padişah’ın iyi niyeti sağlanabilirse, o zaman Türk-İngiliz işbirliğinin devam edebilmesi belki mümkün olabilir, hatta Bismarck'ın da tavsiye ettiği gibi Türkiye. İngiltere, Avusturya-Macaristan ve İtalya arasında Rus tehditlerine karşı Akdeniz'de statükonun korunmasını amaçlayan Akdeniz Antlaşmalarına katılması teşvik edilebilirdi (9).
İngiltere İstanbul büyükelçileri bu bilgileri Londra’ya aktarmaktan çok uzaktılar. Yıldız da kapalı kapılar ardına çekilmiş mutlakiyet Türkiyesi'nin yegâne karar vericisi Sultan Hamid, yabancı devlet temsilcilerinin kolaylıkla görüşebildikleri bir hükümdar değildi. Padişah, elçilerle görüşmeyi kabul ettiği zaman bile onlara ancak klişeleşmiş cevaplar veriyor, asıl görüşlerini daima gizliyordu. Bu durumda Londra'nın başta Mısır olmak üzere Türkiye ile olan sorunların çözümlenebilmesinde arabuluculuk yapacak, Osmanlı Devleti ile uzlaşma ve anlaşma imkânları kalıp kalmadığını tesbit edecek ve gerçek politikası hakkında istihbarat toplayacak Padişah'ın güvenini kazanmış resmî hüviyeti olmayan birisine ihtiyacı vardı (10). İşte, ancak bu ajanın gayretlerinin sonucu İngiltere, Ortadoğu ve Akdeniz politikasının dönüm noktasını yaşadığı bu günlerde Osmanlı Devleti’nin kaderi ile ilgili bir seçim yapmak zorunda kalacaktı.
Dünyada bu zor ve çetrefilli görevi yüklenecek cesaret ve yeteneklere sahip, Sultan Hamid'in güvenini kazanmış tek kişi vardı ve o kişi de Vambery'den başkası değildi. Bundan önceki bölümde Vambery'nin filolojik yeteneklerinin onu bir derviş kimliğinde Orta Asya'ya sağ olarak getirip, götürdüğünü görmüştük. Ayrıca, liberal Vambery özgürlük şampiyonu olarak gördüğü İngiltere'nin Orta Asya'daki "çağdaşlaştırma" çabalarının kalemiyle baş savunucusu kesilmemiş miydi? Rus düşmanlığı, İngilizlere ve Türklere olan dostluğu ile tanınan Prof. Vambery. Taymis ile Boğaziçi kıyılarını yeniden birleştirecek bir köprü olabilirdi. En önemlisi. Vambery II. Abdülhamid gibi vesveseli ve herkesten kuşkulanan, idaresi zor bir Padişah’ın güvenini kazanmış tek yabancıydı.
II. Abdülhamid ile Prof. Vambery'nin ilk karşılaşmaları tanınmış doğubilimcinin o zamanlar yalnızca "Reşid Efendi" olarak Padişah’ın kızkardeşi Fatma Sultan'a bir perde arkasından özel Fransızca dersi verdiği 1858 yılına rastlar. Reşid Efendi, Fatma Sultan’a Fransızca küçük cümleler yaptırıp, tekrar ettirirken zayıf, açık renk yüzlü bir şehzade de gelmiş, hocanın karşısına ilişmiştir. Adının Hamid Efendi olduğunu sonradan öğrendiğini itiraf eden Vambery bu şehzadenin, ağzından çıkan her Fransızca kelimeyi anında kaptığını, hattâ bazen kendisine anlamadığı yerleri nezâketle sorduğunu anılarında yazacaktır. Yine Vambery'nin yazdığına bakılırsa, bir gün Çubuklu'da bir ağacın altına uzanmış güç bir Farsça metni incelerken omuzuna sert bir cisimle dürtüldüğünü farkeder. Arkasına dönüp baktığında karşısında kendisini bastonuyla uyaran Veliahd Aziz Efendi’yi görecektir. "Böylesine sereserpe yatma terbiyesizliğini nereden öğrendiniz?'' Vambery'yi utanç verici bu durumdan Aziz Efendi’nin yanında bulunan yeğeni Hamid Efendi kurtarır. Veliahd amcasına, Vambery'nin kim olduğunu anlatan Hamid Efendi, hocasının adına özür dileyerek olayı hemen kapatır (11). Vambery, bütün yaşamı boyunca II. Abdülhamid’in kendisine göstermiş olduğu bu yardımı unutmayacaktır.
Vambery sahte bir derviş olarak Orta Asya’yı gezer, bu kıtada ilkel bir yaşam çerçevesi içine sıkışmış, gururlu, iyiliksever ve misafirperver Türklere hayran kalır. Onların Rus emperyalizminin pençesine düşmelerine için için üzülür. Hattâ, Vambery'nin Türklere hayranlığı o derece ileridir ki, ırkdaşları Macarların tarihî kökenlerini Türklerin geçmişleriyle birleştirme gayretleri, bazı yazarlara göre, ancak bu duyguyla açıklanabilir (12). Gezisini tamamlayıp, ülkesine yerleşen Prof. Vambery hiçbir zaman Türklerden kopmaz ve gerek Orta Asya’daki, gerekse Yakın Doğu’daki dostlarının kaderi onun sürekli ilgi alanı içinde bulunur. "Kendimi evimde hissettiğim bu ülkenin dert ve sıkıntılara kayıtsız kalamazdım" diye yazan Vambery, her fırsatta dünya kamuoyunda "İftiraya uğramış bu asil ulusu" kalemiyle savunmaya çalışır (13).
Yabancı basının kendi kişiliği ve ülkesi hakkındaki yorumlarını büyük bir duyarlılık ve çoğu kez de kaygı ile izleyen II. Abdülhamid. bu dostu tanımak ister. Nitekim, tarihini tam olarak çıkartamamakla birlikte 1880 lerde Padişah, onun Türkiye’ye çağırır. Bir zamanlar serseri gibi dolaştığı İstanbul sokaklarında büyük bir ihtişamla karşılanan Vambery, Padişah’ın özel konuğu olarak Yıldızda ağırlanır. Vambery’nin Saraya nüfuz ettiğini gören Salisbury 1888 yılında kendisini Foreign Office'e çağırıp. ona Padişah nezdinde yukarıda ana hatlarıyla açıkladığımız görevi verir. Türk-İngiliz dostluğunun giderek tehlikeli boyutlara ulaşan Rus yayılmacılığı karşısında önemli bir baraj oluşturacağına inanan Vambery bu göreve inançla ve sevinçle yaklaşır. Gelişmelerin bundan sonraki safhalarını Vambery'nin kendi kaleminden izlemek daha doğru olacaktır:
Sh:35-40
Diğer yandan ise Herzl. 19 Mayıs 1901‘de Yıldız Sarayı Selâmlığında Padişahın huzuruna alındı. Mabeyin teşrifatçısı İbrahim Bey'in tercümanlığı ile II. Abdülhamid'e Batı ülkelerinde ırkdaşlarının uğradığı haksızlıkları ve çektikleri zulümleri anlatan Dr. Herzl. Musevi uyruklarına göstermiş olduğu iyilik ve adaletten dolayı Padişah’a Dünya Yahudiliğinin şükranlarını iletti. Bunun üzerine Sultan Hamid. imparatorluğunun kapısının Musevi göçmenlere açık olduğunu söyler. Ziyaretinin ana gayesine gelince, Dr. Herzl Osmanlı ülkesinin Mezopotamya’da bulunan petrol yatakları, altın ve gümüş madenleri, verimli toprakları ile ileri düzeyde ekonomik potansiyelinin olduğunu hatırlattı. Fakat tüm bu zenginlikler Avrupa devletleri tarafından sömürülmekteydi. "Avrupalılar buraya sırj kendilerini kısa zamanda zengin etmek ve ülkelerine dönmek için gelmektedirler" diyen Dr. Herzl. Berlin-Bağdat demiryolu projesini alan Alman sanayicilerin. Reji idaresini ellerine geçirmiş olan Fransız bankerlerinin Türkiye'nin çıkarlarını düşünmedikleri, sadece kendi ceplerini doldurduklarını belirtti. Herzl'e göre. Büyük Güçler Türkiye’yi boyunduruk altında tutabilmek için ülkenin ekonomik kalkınmasını engellemekteydiler. Oysa bu ülkenin ihtiyacı İsrailoğullarının bilgi, yetenek ve imkânlarıydı. Filistin'de yerleşmeleri kabul edildiği takdirde. Yahudiler Osmanlı mâliyesini Batı'nın vesayetinden kurtarabilir ve "devleti âliyye'yi kalkındıracak iktisadı hamlelerin gerçekleştirilmesini sağlayabilirlerdi.
Herzl'i dikkatle dinleyen II. Abdülhamid. ona Osmanlı borçlarının konsolide edilmesi için bir plan hazırlamasını söyledi. İstanbul'dan ayrılışından tam bir ay sonra Dr. Herzl, Sultan Hamid e planını sundu. Dr. Herzl. II. Abdûlhamid'e yazdığı bir mektupta biriki yıl içinde Musevî bankerlerin Avrupa borsasındaki tüm Osmanlı borçlanma tahvillerini toplayabileceklerini yazdı. Aynı mektupta. Türkiye’de ziraat, endüstri ve ticaret hayatını geliştirecek bir Osmanlı-Musevî Şirketinin kurulmasını da önerdi. Bu çalışmalara başlamanın tek koşulu ise Padişah'ın Yahudilere Filistin'de yerleşme ve özerk idare kurma hakkını tanımasıydı. Fakat, II. Abdülhamidin cevabı yine red olacaktı.
Padişahın katı tutumu Herzl'i karamsarlaştırmıştır. Vambery ise Herzl’e kuşkularında haksız olduğunu tekrarlar. Zaten Padişah'la görüşmesinden sonra Herzl. Vambery ile Innsbruck treninde dertleşme imkânını bulmuştur. Vambery, Mühlback istasyonunda Herzl'e katılmış. beraberce Franzensfeste'ye (şimdi Fortezza, İtalya) kadar birlikte yolculuk etmişlerdir. Bu yolculuk sırasında Herzl, İstanbul izlenimlerini rapor etmiş, Vambery de ona "Sen çok asil bir misyon üzerinde yürüyorsun. Endişelenmem gereksiz." diyerek Siyonist lidere moral vermeye çalışmıştır. (27) Vambery'nin diğer mektupları da aynı mesajı yansıtmaktadır: "'Olaylar olgunlaşıyor, sevgili Dori, yakında ideallerinin gerçekleştiğini göreceksin." (28)
Fakat, aradan uzun zaman geçmeden Vambery de kuşkularını yenemeyecek ve İstanbul’dan herhangi bir haber gelmemesini "durumun tehlikeye gittiği" şeklinde yorumlayacak: bunun da nedeni olarak Büyük Güçlerin Şark Meselesini bir an önce çözüme ulaştırmak üzere Osmanlı Devleti ne müdahalelerini gösterecektir. (29) Bir sonraki mektubunda ise Vambery, İngiltere’nin İsrail projelerini "hançerlemeye" çalıştığını savunacaktır.
İngilizlerin bu iddia ettiği davranışı Vambery'yi oldukça sinirlendirmiştir. Herzl'e "İsrail projesinin ilk adamını teşkil eden Siyonizmi Yıldıza sokmayı başardım; bu işlen siz isteseniz bile ben vazgeçemem" diyerek kesin tavrını ortaya koyar. (30) Bir sonraki mektubunda ise İstanbul'daki Alman ve Avusturya büyükelçilerinin Siyonizm davası aleyhine dolaplar çevirdiklerini yazar ve onların etkisinde kaldığı için Padişah'a kızgınlığını dile getirir: "Cohn zayıf bir insandır; ona karşı onun silahlarını kullanarak savaşmamız gerek ve savaşacağız... Eylülde aşağıya indiğimi duyarsanız, zaferin yakın olduğunu anlayınız." (31) Bunu izleyen mektubunda yine Vambery. Padişah’ın "Çevresindeki kötü ruhları bertaraf etmedikçe başarılı olamayız" demektedir ve bunun için de İstanbul'a bizzat gitmesinin önemli olduğunu vurgulamaktadır. Ancak, İstanbul'a gitmesi için Padişah’ın kendisini davet etmesini beklemek lâzımdır. (32)
Vambery, Herzl'den İstanbul'a hareket etmeden Filistin'de Musevî kolonizasyonuna izin verileceğine ilişkin Padişah'ın imzalamasını istediği beratın Fransızcasını en kısa zamanda kendisine ulaştırmasını beklemektedir. (33) Bu arada Vambery, Herzl'i Filistin’e yerleştikleri takdirde siyonistlerin kendi para birimini basma fikrinden vazgeçmeleri bunun Padişah'ın hükümranlığı ile çelişeceğini; hele ayrı bir bayrak konusunu kesinlikle gündeme getirmemeleri için uyarmıştır. II. Abdülhamid'den ümit kesipde ola ki, Avrupa'daki Jön Türk hareketine yanaşmayı hiçbir suretle düşünmemesini tavsiye ediyor: Çünkü, Vambery'ye göre, "Jön Türk hareketi acıklı bir karışıklık içindedir." (34)
Vambery, Jön Türklerin Ermenilerden sonra Siyonistlerle de ortak bir cephe oluşturmaya çalışacaklarını doğru tahmin etmiştir. Nitekim, önce Abdullah Cevdet, daha sonra ise Ali Nuri Bey kendisini Viyanada'da ziyaret ederler. Herzl'in günlüğüne bakılırsa. Ali Nuri Bey İsveç'te doğmuş, yirmiyi aşkın yıl Türkiye'de yaşamış bir Jön Türk olarak kendini tanıtır. Herzl'i ortak etmek istediği projesi müthiştir: Bin silahlı adam taşıyan iki muhrip Boğaziçi'ne açılacak, Saray'ı topa tutmak tehdidiyle II. Abdülhamid'i devirecektir. Bu tasarının malî portresi ki bunu Ali Nuri Bey 5.000 sterlin olarak hesaplamıştır. Siyonistlerce karşılanacaktır. Herzl, Vambery'in sözünü dinleyerek, Jön Türklerle işbirliğini reddeder. (35)
Ancak, aynı Vambery, kendine özgü bir kızgınlık anında Herzl'e yazdığı bir mektupta sahtekârlıkta ve ihtirasta on Yahudi, onbeş Ermeni ve yirmi Rum'a bedel olan ve Siyonizm davasını engellediğini sandığı Arap asıllı İzzet Holo Paşa'yı devirmeyi planladığını yazacaktır. (36) Herzl ise buna karşılık, "İlahi Vambery amca, gençlik dinamizmi ve cesareti içinde olmanız beni çok mutlu etli. Tanrı sizi bağışlasın!" diyerek muziplikle bu projeyi de savuşturmayı bilecektir. (37)
Bütün bu heyecanlı bekleyişten sonra Yıldız dan yeşil ışık yandı. II. Abdülhamid ile görüşmesinin üzerinden bir yıl geçmeden (5 Şubat 1902) Yıldız'dan bir telgraf alan Dr. Herzl acele olarak İstanbul'a çağrılmaktaydı. (38) Hemen İstanbul'a gelen Dr. Herzl'e Mabeyin ikinci kâtibi İzzet (Holo) Paşa. II. Abdülhamid'in imparatorluğunun kapılarını Musevî göçmenlere açmaya hazır olduğunu söyledi.
Ancak, bu gelenler Osmanlı uyruğuna geçmeyi daha başlangıçta kabul ve beyan edeceklerdi. Bu takdirde Musevilere Filistin dışında her yerde kolonizasyon izni tanınacaktı. Buna karşılık ise, Siyonistler bir sendika kurmak suretiyle Osmanlı borçlarını konsolide edecek ve halen varolan ve bundan sonra da bulunacak olan tüm madenlerin işletilmesini üzerlerine alacaklardı. Filistinsiz bir imtiyazı derhal geri çeviren Dr. Herzl. Sultan Hamid’in bu önerilerinin. Osmanlı İmparatorluğunun tüm borçlarını tasfiye etmek için. Musevileri harekete geçirmeye yeterli olmadığını söyleyerek, bir kez daha anlaşmaya varamadan İstanbul'dan ayrıldı.
Aynı yılın Temmuz ayında Londra'da bulunan Dr. Herzl, Osmanlı Büyükelçiliğinden arandığını öğrenince, önce şaşırır, fakat daha sonra kendisini toparlayarak Kostaki Antopulos Paşa ile buluşur. Bu kez, Herzl'e II. Abdülhamid'in şifahî mesajını ileten Antopulos Paşa, Siyonist liderine Osmanlı borçlarının tasfiyesi için Fransızlarla anlaşmak üzere olduklarını, fakat Museviler daha iyi koşullar önerirlerse bu projeyi onlara havale edebileceklerini söyler. Buna karşılık olarak ise, Padişah'ın eski geleneği doğrultusunda Yahudilerin adalet ve himayesini esirgemeyeceğini bildirir.
Bunun üzerine zaman kaybetmeden İstanbul'a varan Dr. Herzl, yeni bir konsolidasyon planını içeren ayrıntılı bir muhtıra hazırladı. Bu muhtırada Herzl, banker arkadaşlarının, Osmanlı borçlarının birikmiş faizlerinin ödenmesi için bir buçuk milyon sterlini temin etmeye söz verdiklerini belirtti. Ayrıca, Musevi bankerler birleşip, konsorsiyum oluşturacak, böylece 30 milyon sterlin tutarında olan Osmanlı borçlanma tahvillerini borsadan toplayacaklardı. Bu Avrupalı tahvil sahiplerinin paralarının karşılığını almaları demektir. Böylece. Osmanlı İmparatorluğu Batılı alacaklıların mengenesinden kurtulacak, "düvel i           muazzama” nın  yasal baskı aracı olarak kullandığı ekonomik temellerin yıkılmasıyla Osmanlı Devleti "tam bağımsızlığına" kavuşacaktı.
Herzl, bu maddi yardımın karşılığı olarak II. Abdülhamid'den. Hayfa da dâhil olmak üzere. Akka sancağının Siyonistlere verilmesi için gerekli izni istiyordu. II. Abdülhamid'in Filistin'i elden çıkarmamak için son derece duyarlı olduğunu gören Herzl,  bu kez Akka ile yetineceğini bildirmişti. Karatodori Paşa tarafından tercüme edilen bu muhtıra önce Padişah, daha sonra da Sadrazam tarafından incelendi. "İyi kalpli, babacan, fakat oldukça kurnaz" dediği Said Paşa ile de görüştükten kısa bir süre sonra Dr. Herzl. Osmanlı borçlarının tasfiyesi işinin Fransız Maliye Bakanı M. Rouvier'e bırakıldığını öğrendi. Bu durum karşısında Herzl. Sultan Hamid tarafından aldatıldığını. Rouvier'den daha iyi koşullar elde etmek isteyen Padişah'ın kendisini kullandığını sandı. Bu olayı zikreden diğer eserler de Herzl'in bu kanısına dayanarak, II. Abdülhamid’in Siyonistlerle giriştiği malî müzakerelerde samimi davranmadığını iddia etmişlerdir.
Bu görüşlere karşılık, II. Abdülhamid’in malî konularda Siyonistlerle anlaşmak istediğine dair bazı kanıtlar görmezlikten gelinmemelidir. Şöyle ki. II. Abdülhamid Herzl'e Mezopotamya petrolü de dâhil olmak üzere tüm Türkiye madenlerinin işletilmesini Musevi kuruluşlarına verebileceğini söylemişti. Osmanlıların ülkelerindeki zengin doğal kaynakları işletmek için ne paraları ne de teknolojileri vardı. Bu kaynakların ülkenin ekonomik kalkınması için devreye sokulması ancak yabancı sermayesinin katkısıyla gerçekleşebilirdi. Ne var ki, Osmanlılar yabancı sermayeye güvenmiyorlar ve Avrupa’nın bu olanağı Türkiye’de bazı siyasal çıkarlar elde etmek için kullanacağından korkuyorlardı. Bu yüzden, II. Abdülhamid, ülkedeki madenlerin işletilmesi Musevi kuruluşlara verilirse, onların sadece ticari amaçla hareket edeceklerini düşünmüş olabilir.
Daha da önemlisi, Herzl’in Düyunu Umumiye’nin Konsolide edilmesi projesi Sultan Hamid’i oldukça cezbetmişti. Tahta çıktığı zaman İmparatorluğun dış borçlarını ödeyemeyecek duruma geldiğini gören Padişah, "Muharrem Kanunnamesi” ile Avrupalı alacak sahiplerinin temsilcilerinden oluşan bir kurumun İstanbul'da kurulmasını kabul etmiş ve bu kararıyla Osmanlı mâliyesinin Berlin Kongresinde (1878) öngörüldüğü gibi uluslararası bir komisyonla denetim altına alınmasını önlemişti. Bu kararı alan Padişah’ın tüm saltanatı boyunca izlediği maliye siyaseti "makul" ve "tutumlu" olarak adlandırılabilir. II. Abdülhamid devri borçlanmalarının öncekilere nazaran daha mütevazi olduğunu ve sağlanan kaynakların borçların tasfiyesine, bütçe açığının kapatılmasına, askeri ihtiyaçlara ve demiryolu yapılmasına ayrıldığını söylemek mümkündür. Padişah’ın başarılı malî siyaseti ile Osmanlı borçlarının giderek erimesine kailin, II. Abdülhamid, Avrupa'nın Düyunı Umumiye yönetimi yoluyla Osmanlı İmparatorluğu'nun İktisadî kaynaklarını sömürdüğünü aynı zamanda ülkenin iç işlerine karışak devletin egemenliğini zedelediğini düşünüyordu. Gerçekten de, Düyûnı Umumiye ülkenin vergilerini toplayan, tekeller işleten, demiryolu şirketlerine parasal güvenceler veren bir kuruluş. Batı Emperyalizminin ileri karakoluydu. II. Abdülhamid'in en fazla korktuğu ise Osmanlı Devleti'nin dış borçlarını ödeyemediği için 15 Eylül 1882’de İngiltere tarafından işgal edilen Mısır'ın kaderini paylaşmasıydı. Bunun için. Padişah Herzl'in planıyla ilgilenmişti. II. Abdülhamid, Siyonistler için, "Teklifleri devletin Düyûnı Umumiye'sini kamilen deruhte etmek idi. Güzel bir şey, zira Düyünı Umumiye, bir gün gelip de borçlarımızı ödeyemez isek, devletin mâliyesini murakabeye almak gibi bir tehlike mevcuttur" demişti.
Malî konularda Padişah’ın tüm olumlu tutumuna karşın, Osmanlılar Herzl'in isteklerini yine reddetti ve böylece Siyonist lider bir daha gelmemek üzere Türkiye'den ayrıldı. Herzl'in Osmanlılarla anlaşamamasının nedeni " Konsol idasyon" ile "Kolonizasyon" projelerini birlikte değerlendirmesi, birincisinde göstereceği çabalara karşılık olmak üzere Padişah'tan İkincisini istemesi idi. Oysa, Osmanlılar "Konsolidasyon" ile "Kolonizasyon" sorunlarını birbirinden ayn iki sorun olarak görüyorlardı. Sultan Hamid Herzl'in Siyonistlerin lideri olarak değil Osmanlı borçlarının tasfiyesini üzerine alacak Musevi banka ve bankerlerle gerekli teması sağlayacak bir arabulucu kimliğinde huzuruna kabul etmişti. Padişah. Osmanlı borçlarının ödenip, devletin mâliyesini Düyûnı Umumiye'nin denetiminden kurtarabilmek için Musevilerden yararlanmayı düşünmüştü. Musevilere bu hizmetlerinin karşılığı olarak yeni borçlanma tahvilleri verilecekti. Sultan Hamid. Musevilerin hiçbir hükümetin sultasında olmadıklarını düşünüyor ve onlara borçlanmanın hiç bir siyasal sakıncası bulunmadığını sanıyordu.
Herzl ise siyasal bazı istemlerde bulunmuştu. II. Abdülhamid, Yahudi göçmenlerin Babıâli tarafından saptanan yörelere yerleştirilmesine karşı değildi. Fakat, devlet kurmak amacıyla Siyonistlerin Filistin'de iskân edilmelerine izin veremezdi. Nitekim. Osmanlı Devleti'nin Washington elçisi Ali Ferruh Bey, 24 Nisan 1899'da yöresel bir gazeteye verdiği demeçte Osmanlıların bu konudaki düşüncesini açıklamış ve "Hükümetimiz, Arap memleketlerinin hiçbir bölümünü satmak niyetinde değildir. Ceplerimizi milyonlarca altınla doldursalar bu kararlılığımızdan geri dönemeyiz” demişti. Aynı demeçte, Osmanlı borçlarının her yıl azaldığına da değinen Ali Ferruh Bey, bütçe gelirlerinin hızla arttığını, bu nedenle artan talebi karşılayabilmek için İktisadî düzenlemeler yapıldığını söylemiş ve "Binaenaleyh, Filistin'in satın alınma hususu Maliye Nazırımızı ilgilendirmez, o siyasî bir meseledir" diye eklemişti. II. Abdülhamid. Siyonizmi siyasal bir sorun olarak görmüş ve Musevilerin kitlesel olarak Filistin'e yerleştirilmelerinin İmparatorluk içinde yeni bir milliyetçilik akımı ya da başka bir deyişle bir "Yahudi Sorunu” doğurmasından kuşkulanmıştı. İkinci olarak padişah, "düveli muazzama"nın ülkenin üzerindeki nüfuzunu arttırmasından çekiniyordu.
Bir başka çalışmamızda belirttiğimiz gibi II. Abdülhamid; Siyonizme karşı tespit edilecek politikanın ana hatlarını bizzat kendisi çizmişti. 28 Haziran 1890 ve 7 Temmuz 1890 tarihli iki iradesiyle Sultan. Siyonistlerin "memâliki şahaneye ademi kabullerinin vacip, geldiklerini memleketlere iade edilmelerini münasip olduğunu" bildirmiş ve "teferruatın meclisi vükelâca müzakere edilip, ciddi ve kesin bir karar verilmesini" emretmişti. Nitekim, kabine toplanmış, konuyu tartışmış ve Siyonizme karşı "istisnaî tedbirler" almıştı. Buna göre, dört kısımdan oluşan bu önlemler paketinin uygulanması için nezaretler arasında işbölümü yapılmıştı.
Hariciye Nezareti yurt dışında tüm diplomatik gayretini göstererek Siyonizmin diğer devletler tarafından benimsenmesine engel olacak, "düveli muazzama ‘nın Dr. Herzl ve taraftarlarını Filistin doğrultusunda özendirmemesine çalışacaktı. Bu arada Dahiliye Nezareti ise, Siyonistlerin Filistin'e girişini önlemek için gerekli tedbirleri alacak, valileri haberdar edecek, herhangi bir durum için güvenlik kuvvetlerini hazır tutacaktı. Dahiliye Nezareti’nin çabalarına rağmen Filistin'e sızan Yahudileri kapitülasyonlardan muaf tutmak ve yabancı himayesinden yoksun bırakmak BabIâli'ye düşmüştü. Babıâli. Siyonistleri Osmanlı uyruğuna geçirmek suretiyle denetimine almak. hiç olmazsa girişlerinden meydana gelecek zararı asgariye indirmek istiyordu. Son olarak da  Defteri Hakâni Nezareti, göçmenlerin Filistin'de arazi satın almamaları için uyarılmıştı. Bu son iki yöntemle İstanbul Hükümeti. yabancı milliyeti elde edemeyen ve toprak satın alamayan Siyonistlerin amaçlarından vazgeçerek Osmanlı İmparatorluğu nu terk edeceklerini sanıyordu.
Herzl'in Osmanlılar nezdindeki son başarısız girişimin den sonra Sivonistler. II. Abdülhamid le anlaşabilecekleri hakkındaki umutlarını yitirdiler. 1903 yılında ise İngiltere hükümeti. Siyonistler  Doğu Afrika'daki sömürgelerinden biri olan Uganda'yı teklif edince. Herzl Altıncı Kongre yi (23 Ağustos 1903. Basel) topladı. Kongre de İngiltere'nin önerisinin fikir ayrılıklarına neden olduğu görülünce Herzl, "Bizim Erez İsrael [Filistin] hakkındaki görüşlerimiz değişemez ve değişmeyecektir; Uganda, Siyon değildir ve hiçbir zaman olamaz. Bu öneri ıstıraplarımızı geçici bir süre unutturacak bir imdat önlemidir" der. Yoğun tartışmalardan sonra Uganda önerisi oya sunulur; 98 çekimser, 178 red oyuna karşın 295 oyla kabul edilir. Bunun üzerine, oradaki yaşam koşullarını saptamak amacıyla Doğu Afrika’ya bir araştırma ekibi yollanır. Bu ekip çalışmalarını tamamlamadan, Uganda projesine cephe alan Siyonistler Freibufg'da toplanır ve Filistin'de kolonizasyona devam etmenin gereğini vurgularlar. Chaim Weizmann’ın liderliğini yaptığı "red cephesi" Yedinci Kongreye (27 Temmuzl905, Basel) hazırlıklı gelir ve delegeleri İngiliz önerisinin reddedilmesine ikna eder. Böylece, Siyonistlerin Filistin'e olan bağlılıkları bir kez daha doğrulanır. Bunun sonucu Uganda önerisinin benimsenmesi gerektiğini savunan İsrael Zangwill ve Nachman Syrkin, Siyonist Örgütünden ayrılırlar ve ona rakip 'Yahudi Toprak Örgütünü” ( Jevish Territorial Organisation) kurarlar.
Bu arada 3 Temmuz 1904'te Herzl 44 yaşında ölür. Gerek karizmatik kişiliği ve gerek akılcı yönetimiyle tüm Siyonist hareketi kişiliğinde toplayan Herzl'in zamansız kaybı örgüt içindeki sorunların bir anda su üstüne çıkmasına neden olur. Sekizinci Kongre (14 Ağustos 1907, La Haye) Herzl'in yıllarca izlemiş olduğu siyasetin eleştirisiyle açılır. Siyon Aşıkları, Herzl'in diplomatik çabalarının hiçbir yarar getirmediğine değinerek. Filistin'de "pratik" ya da kolonizasyona yönelik çalışmalara öncelik verilmesini vurgularlar. Onlara göre, önce Filistin'de yerleşim merkezleri kurulmalı ve bu Musevi varlığına dayanarak Osmanlı Devleti'nden.. özerklik istenmelidir. Bütün bu gelişmeler karşısında siyasal Siyonistler iddialarından vazgeçmezler. Bodenheimer. ülkenin boş olmadığını ve kolonizasyona devam edildiği takdirde yerli halkın düşmanlığını kazanacaklarını açıklar. Fakat, şurası da bir gerçekti ki, "pratikler" diplomasiye karşı değillerdir. Örneğin. Otto Warbburg"a göre, Yahudiler Filistin'e yerleşmeli, orada "millet" sistemine benzer bir özyönetim uygulamasından sonra özerklik imtiyazı almak için Osmanlı Hükümeti'ne başvurmalıydılar. Siyon Aşıkları ile Herzl taraftarları ya da başka bir deyişle "Pratiklerle" "Politikler" arasındaki bu çekişme Chaim Weizmann'ın "Sentetik" Siyonizm adını verdiği bir uzlaşma formülüyle tatlıya bağlanır. Weizmann, her iki yaklaşım tarzının aslında birbirini tamamladığını savunarak, karşıt iki kampın görüşlerini birleştirmeyi başarır. Weizmann, sözkonusu sentezi açıklarken, "İmtiyaz koparmaya çalışmalıyız, fakat bu dileğimiz ancak İsrail'de pratik çalışmalarımızın sonucu olarak gerçekleşecektir" der.
İlginç olan. Vambery’nin sağlığında Herzl'e söylediği gibi Siyonizm davasına onsuz devam etmesidir. Dünya Siyonist Örgütü liderliğine getirilen David Wolffsohn‘a yazarak kendilerine yardım edeceğini bildirir. Vambery, Wolfisohn'a Osmanlıların fecî bir ekonomik krizin pençesinde olduğu haberini verecektir. Tanınmış Türkoloğa göre. II. Abdülhamid'le pazarlığa girişmenin "tam zamanıydı." Yalnız, Vambery. WoIfisohn'a bu işe "düveli muazzama'yı karıştırmamasını aksi takdirde Padişah üzerine ters tepki yaratacağını öğütlüyordu. (39) Bilindiği gibi, bir yıl içinde Padişah Meşrutiyet i ilân edecek, iki yıl içinde de tahtını kaybedecektir. 1908 İhtilâli ile II. Abdülhamid’den iktidarı alan Jön Türklerin İttihad ve Terakki kanadı ise Padişahın Siyonistlere karşı almış olduğu tedbirleri aynen devam ettireceklerdir.
İngilizlerin bu çerçevedeki rolüne gelince; tarih Londra'nın Birinci Dünya Savaşı'nın arifesinde Ermeni Sorunu'ndan sonra Siyonizm davasına da sahip çıktığını kaydetmektedir. Osmanlı İmparatorluğu'nu parçalamak için bir yandan Arap milliyetçilerini, başka kanallardan da Siyonizmi desteklemekten çekinmeyecektir (40).
Birinci Dünya Savaşı'nın patlak vermesinden sonra Savaş Bakanı olan Lord Kitchener, Şerif Hüseyin'e Osmanlı İmparatorluğu’na karşı tavır alırsa onu destekleyeceğini bildirdi. Böylece, Arapların bağımsızlıklarını kazanmaları yolunda İngiltere'den yardım görecekleri açıkça belirtilmekteydi. Nitekim, İngilizlerin Mısır Valisi Sir Henry Mc Mahon, Şerif Hüseyin ile 1915 Temmuzunda yazışmaya başlayacak ve Şerife Türklere karşı isyan bayrağını açması halinde İngiltere'nin Filistin de dahil olmak üzere Osmanlı İmparatorluğu'nun tüm Arap vilayetlerinde halifeliğini tanıyacağını vaad edecekti. Böylece. Şerif Hüseyin 10 Haziran 1916'da Osmanlılara karşı ayaklanacaktı.
McMahon'un Arap Milliyetçileriyle anlaşmaya çalıştığı sıralarda İngiliz Başbakanı Lloyd George. Siyonistleri kendi saflarına kazanmak için bazı girişimlerde bulunmaktaydı. Weizmann ile görüşen Lloyd George, Musevilerin İngiltere'ye maddî yardımları ve basındaki destekleri karşılığında hükümetin savaştan sonra Siyonistlere Filistin'de yardımcı olacaklarını söyleyecekti. Nitekim, İngiltere Hükümeti, 2 Kasım 1917'de ünlü "Balfour Bildirisi' ni yayınladı. İngiliz Dışişleri Bakanının Lord Rothschild'e hitaben yazdığı bu mektupta "Majesteleri Hükümeti Filistin'de Museviler için ulusal bir yurt kurulması görüşünü olumlu karşılamakta... ve bu amacın gerçekleştirilmesini kolaylaştırmak için elindeki tüm olanakları kullanmaya hazır bulunmaktadır" deniliyordu. Hüseyin McMahon Yazışmaları ve Balfour Bildirisi bir arada incelendiği zaman bir devletin (İngiltere) başka bir devletin Osmanlı İmparatorluğu yönetiminde bulunan bir ülkeyi [Filistin] iki ayrı ulusa Araplar ve Yahudilere birden vaadettiği görülecektir.
Gerçek şudur ki. İngilizler Filistin'i ne Araplara ne de Musevilere kaptırmak istemekteydiler. Savaşın başlamasından kısa bir süre sonra İngiltere, Rusya ve Fransa ile Osmanlı İmparatorluğu'nu nasıl bölüşecekleri konusunda bir andlaşma imzalamıştı. Tarihe "Sykes Picot Andlaşması" olarak geçen bu Osmanlı İmparatorluğu'nu paylaşma tasarısına göre, İngiltere ve Fransa, Filistin’i aralarında bölüşüyorlardı. Beyrut, Sür ve Sayda (Sidon) kentlerini içerecek şekilde Kuzey Filistin Fransa’ya bırakılırken, Osmanlı Filistin'inin Yafa, Hayfa, Tel Aviv sahil şehirleri de başta olmak üzere tüm güney Filistin'in İngilizlerin hâkimiyetine geçmesi öngörülüyordu. Nitekim 1918 Eylülünde General Allenby yönetimindeki müttefik kuvvetlerinin Osmanlıları Suriye ve Filistin'den çıkarmaları üzerine SykesPicot Andlaşması bilfiil uygulanmıştı.
Sh:225-239
Vambery, misyonunun birinci unsuru olan Karadeniz Boğazı’nın istihkâmı konusunda Padişah’tan bilgi almış, İngiltere’nin bu telaşını içişlerine karışmak olarak yorumlayan II. Abdülhamid yine de Reşid Efendi aracılığı ile Whitehall'a Boğazların en modem silahlarla her türlü saldırıdan korunacağına dair güvence vermekten çekinmemişti (1). Buna rağmen Londra, Türklerin Boğazları savunabileceklerine inanmamıştı. Boğazlarda belirecek bir Rus tehlikesi karşısında İstanbul'u savunamayacağı Deniz Kuvvetlerindeki uzmanlar tarafından hatırlatılan İngiliz Dışişleri Bakanlığı, artık 1895 de Osmanlı İmparatorluğu’nun zamanı gittikçe yakınlaşan muhtemel taksiminde, Mısır’ı güven altında bulundurduğu sürece, Rusya’nın İstanbul’u almasına izin vereceğini açıklayacaktı (2). Fakat İngilizler bu tespitlerinde ne kadar yanılmış olduklarını. Boğazlar’ın geçit vermeyeceğini 1915'de Çanakkale’de anlayacaklardı.
Vambery’nin İstanbul’a gönderiliş nedenlerinden biri de Mısır pürüzünü çözüme kavuşturabilmek için İngiltere ile Türkiye arasında bir diyalogu başlatabilmek bu konuda uzlaşma zemini oluşturmak, gergin havayı yumuşatmaktı. Bu konuda, Vambery’in II. Abdülhamid’i, ikna etmesi çok güç olmuştur. Osmanlıların açısından İngiltere’nin Mısır’ı işgali, bu devletle olan ilişkilerini birinci derece zehirleyen bir etken olmuştur. Vambery bu konuyu açınca Sultan Hamid, öfkeyle şöyle der: "Onlarla (İngilizlerle) bir an önce yeniden anlayış ve dostluk ilişkileri kurulmasına kesinlikle taraflarım. Yalnız lütfen bana söyleyiniz, bunu aramızda üzücü Mısır hadisesi dururken ve bu iyi ilişkilere girmek istediğim hükümet bu davranışı ile beni tüm Müslüman dünyasında ve halkımın önünde gururumu kırmışken nasıl yaparım? Ben bu şekilde aşağılanmayı kabul edemem etmeyeceğim de! Bildiğiniz gibi bir anlaşmaya varabilmek için çalıştık, fakat İngilizlerin şartları öylesine ülkemin geleceği için tehlikeli ve benim İslâm'ın halifesi ve Osmanlıların İmparatoru olarak prestijimi o derece zedeliyici idi ki, bu şartları hiçbir şekilde onaylayamazdım" (3).
Yine de Vambery büyük çabalardan sonra Sultan Hamid’e bazı tavizler vermeyi kabul ettirir. Yalnız Abdülhamid, Mısır'daki haklarından feragat etmesine karşılık İngiltere'den Osmanlı İmparatorluğumun toprak bütünlüğünün ve siyasî bağımsızlığının korunmasını taahhüt etmesini bekliyordu. Bunu aslında, II. Abdülhamid'in Whitehall'a Rusya'ya karşı bir savunma ittifakı önerisi olarak kabul etmek gerekir. Padişah, "kesin tarafsızlık" ilkesini terkederken. İngiltere'nin de Türkiye'nin geleceğine kendini angaje etmesini şart koşuyordu. Ne var ki, İngilizler Padişah'ın bu önerisini, belgelerden de açıklıkla okunduğu gibi, cevapsız bırakırlar. İngiltere’nin bu katı tutumunun nedenini yukarıdaki paragrafta açıklamaya çalışmıştık. Artık Türkiye’yi gözden çıkaran İngiltere için Mısır Meselesini sonuçlandırmak diplomatik değil, askeri bir sorundur. Gelişigüzel bir nedenle 1906'da Mısır sınırında bir hadise çıkartacaktır. Tarihe "Akabe Meselesi" olarak geçen bu olay. İngilizlerin Kızıldeniz'in ucundaki bu kasabaya asker göndermeleriyle başladı. II. Abdülhamid ise buna karşılık. İngilizlerin fiilî hâkimiyetinde bulunan Tabe’yi işgal ettirdi. Bunun üzerine patlak veren kriz sonunda Tâbe'nin Mısır'da. Akabe'nin ise Osmanlı topraklarında kalması kararlaştırıldı. Aslında İngilizlerin maksadı Mısır'daki işgallerini meşrulaştırmaktı ki, bunu da Mısır Osmanlı sınırının tespitiyle Padişah'a zorla da olsa  dikte ettirdiler (4).
Bazı yazarlar Salisbury'nin Osmanlı İmparatorluğunun taksim edilmesini önce kabul, daha sonra ise teşvik etmesini Türkiye ile İngiltere’nin aralarındaki anlaşmazlıkların en önemlisi olan Mısır Meselesi’nde barışçı yöntemlerle herhangi bir anlaşmaya varamamaları gerçeğine bağlarlar (5). Anlaşmaya varılmamasının nedeni olarak da II. Abdülhamid’in inadını gösterirler. Oysaki, biz Vambery belgelerinden aslında Padişah’ın belli koşullar altında yumuşamaya hazır olduğunu inceledik. Sultan Abdülhamid'in ileri sürdüğü koşul. Osmanlı İmparatorluğu'nun korunmasının İngiltere tarafından güvence altına alınmasıydı. İngiltere ise Boğazların yetersiz tahkimatı varsayımından hareketle İstanbul'un bir Rus hücumu karşısında dayanamayacağına inandığı için Padişah'a bu güvenceyi vermeyecektir. Böylece artık İngiltere Osmanlı İmparatorluğu'na karşı geleneksel dostluk ve destek politikasından vazgeçecektir.
İngiltere'yi Rusya ile birleşip. Türkiye’yi paylaşmak stratejisini benimsemesine iten bir diğer etken de bu iki ülkenin II. Wilhelm Almanyası’nın giderek güçlenmesinden duydukları korkudur. 1880'lerde Almanya ekonomide büyük bir atılım yapmış, ilk sanayileşmiş devlet olan İngiltere ile kıyasıya bir rekabete girmiştir. Sömürgecilik yarışına geç giren Almanya, bu eksikliği kapatmak için bir dünya politikası (Weltpolitik) izlemeye başlamıştır (6). Avrupa’da XIX. yüzyıl boyunca süregelmiş İngiliz üstünlüğü günden güne Almanya tarafından tehdit edilmekteydi. O güne kadar ”yalnızcılık" politikası izleyen bir İngiltere için güvenliğini tek başına korumak. Alman rekabeti ile boy ölçüşmek mümkün değildir artık. Bu gerçeği kavrayan Londra, önce Fransa (1902), daha sonra ise Rusya (1907) ile ittifak yapmak zorunluluğunu hisseder.
Rusya'nın işbirliğine karşı verilen taviz ise Osmanlı İmparatorluğu’dur. Böylece, Kırım Savaşı'nın büyük bir hata olduğunu, 1853’de Londra'nın "yanlış ata oynadığım" düşünen Salisbury. o tarihlerde Çar'ın Türkiye’nin taksimi önerisinin İngiltere'nin kabul etmeyişine hayıflanır (7). Nitekim, 1895 yılından itibaren İngiltere’nin Osmanlı Devletine karşı politikası, Rusya ile elele vererek, imparatorluğu oluşturan unsurları Padişah ve idaresine karşı kışkırtmak, reform bahanesiyle Osmanlı topraklarında kendilerine bağlı devletler kurulmasını teşvik etmek olacaktır.
İngilizlerin Türkiye'deki Ermeni ayrılık hareketini desteklemesi, Sultan Hamid'in gözünde İngiltere’yi Osmanlı Devleti'nin bir numaralı düşmanı yapmaya yetmiştir (8). Ek konuda Vambery'ye aynen şöyle der: "Hele Ermeni Sorunun'nda İngilizlerin gözleri hiçbir şeyi görmez olmuştur; emelleri "Bulgar Mezâlimi" yaygaralarını bir kez de burada tekrarlayarak, tıpkı Bulgaristan'ın imparatorluktan ayrılışında olduğu gibi. Doğu Anadolu’da bağımsız bir Ermenistan kurmaktır. Benden de sadece üçte biri Hıristiyan ve gerisi Müslüman olan bir bölgeyi elden çıkartmamı bekliyorlar! Söyleyiniz bana lütfen, onlar yaklaşmakta olan tehlikeyi fark edebiliyorlar mu yoksa ortak düşmanımızın amaçlarına hizmet ettiklerini göremeyecek kadar kısa görüşlü müdürler?' (9). Padişah, yine bu konuda da Vambery'den Ermenilerin Doğu Anadolu’da içinde bulundukları kötü şartları düzeltmeye âmâde olduğunu, fakat bağımsız bir Ermenistan’ın kuruluşuna izin vereceğine ölmeyi tercih edeceğini Salisbury’ye iletmesini ister (10).
Padişah’ın bu haklı sözleri karşısında ne diyeceğini şaşırdığını itiraf eden Vambery, gerek Avrupa basınına gönderdiği yazılan ve gerek Whitehall’a yolladığı resmî raporlarında bu konuyu aydınlatmaya çalışacaktır. Bunu yaparken de Dışişleri Bakanlığı'nın yanlış siyasetini oldukça sert bir ifade ile tenkid ve protesto etmek cesaretini gösterecektir: "Üzülerek belirtmeliyim ki, Ermeniler bugüne kadar fazlasıyla şımartılmalardır. Onlara gösterilen sempati ve anlayış müstebit bir otoriteye karşı ayaklanan devrimcilere duyulan sempatiyi çoktan aşmıştır... Bugünkü ayaklanmaların aslında İngiltere’de örgütlenen ve İngiliz liberallerinin fazlasıyla değer verdiği Ermeni İhtilâl Komitesi’nin gizli tahrikleriyle gerçekleştiğini unutmamamız gerektiğine inanıyorum... Anadolu’da Ermeniler, Kürt komşuları gibi kaba, bağnaz ve kan dökücüdürler; anarşist ve sosyalist fikirlerle donanmış maceracı ihtilâlcilerin kışkırtmalarıyla zulüm ve katliamda onlardan aşağı kalmazlar. Bir kez etnik ve dinî nefret ateşi Asya'da yanmaya görsün, bu alev bütün bölgeyi kapsayacak ve patlak veren bu feci yangından, İngiltere sorumlu tutulacaktır... Kendimize, bu politikanın hangi amaca hizmet ettiğini, İngiltere’nin başarı sağlamak için böylesine kirli ve haksız yollara başvurmasının gerekli olup olmadığını sormalıyız" ( 11).
"İngilizlerle anlaşabilmeyi ben de çok arzuluyorum; bu hususta her türlü tavizlerden de kaçınmayacağım; yeter ki onlar da aynı şekilde istekli olsunlar" diyen, hattâ Vambery aracılığı ile Londra'ya bir ittifak önerisinde bulunan Padişah, İngiltere’nin Rusya'ya karşı Türkiye'ye her zaman muhtaç olduğu inancı ile hep son ana kadar eski sevgilinin ona döneceği günü beklemiş, kendi deyimi ile "bekâretini muhafaza etmiş". devletlerarası münasebetlerde "kesin tarafsızlık" ilkesini uygulamış, hiçbir Avrupa gücüne yakınlaşma eğilimi göstermemiştir. Bu dönemde Sultan Hamid, hiçbir devlet ile devamlı anlaşma yoluna gitmemiş, desteğini bir devletten diğerine bir saat rakkası gibi oynatmıştır. II. Abdülhamid, başta İngiltere olmak üzere Büyük Güçlerin Osmanlı desteğine sahip olabilmek için onu hoş tutacaklarını ve prensiplerine saygı göstereceklerini umuyordu (12). Bu tarafsızlık stratejisini uygularken bile İngiltere'yi dikkat nazarından ayırmamıştı.
Çünkü, Abdülhamid İngiltere'nin uluslararası düzenin ve barışın korunmasında önemli bir rolü olduğunu ve sözkonusu ülkenin adetâ bir manivela gibi hareket ederek devletler arasındaki dengeyi sağladığını biliyordu. İngiltere'nin ilgisini çekebilmek, adetâ onu kıskandırabilmek için, önceleri Rusya'ya, daha sonraları Almanya'ya yaklaşmıştı. 1890 yıllarından itibaren Osmanlı Devleti'nden ümidini kesen bir İngiltere'ye karşı Pan İslâmizm bayrağı ile çıkıyor, böylece Londra'ya bir takım sorunlar çıkartıyor, onu devleti aliyye'nin halâ işbirliğine ihtiyaç duyulan hatırı sayılır bir güç olduğuna inandırmaya çalışıyordu. Vambery'nin yazışmalarından Sultan'ın Rus dostluğunun, Alman taraftarlığının ve Panİslâm siyasetinin Londra'da nasıl endişe ile karşılandığını okumuştuk (13).
Vambery, İstanbul misyonu boyunca bir türlü İngiltere’nin Osmanlı Devleti ni gözden çıkarmamasının ana nedenlerini kavrayamayacak, Türk-İngiliz ilişkilerindeki gerginliğin II. Abdülhamid'in müstebit yönetiminden kaynaklandığını sanacaktır ki zaten bu kanı İngilizlerin propagandasının ürünüdür. Onu bu eğiliminden dolayı eleştirmekten çekinmediği halde Vambery, yine de Sultan Hamid'in iyi yönlerini ve ülkenin kalkınması için gösterdiği çabaları da vurgulayacaktır: "Eğitim ve sağlık hizmetleri için büyük meblağlar sarfetmekte, halkının selâmeti, refâhı ve mutluluğu için yorulmak bilmeden çalışmaktadır. Padişah’tan korkabilirsiniz, hattâ nefret bile edebilirsiniz, ama onun çalışkanlığı ve adaletini inkâr edemezsiniz. Savurganlığa son veren tutumu ile Türk mâliyesini islâh etmiş ve ülkeyi baştanbaşa demiryolu ağıyla döşemiştir. Nezâketi, misafirperverliği ve sevimliliği Batı hanedanlarının ve devlet adamlarının hürmet ve sevgisini kazanmaya yetmiştir. Türkiye canlanmasını Padişah’ın enerji, ustalık ve vatanperverliğine borçludur. Sultan Hamid'in bu açıdan değeri hiçbir şekilde inkâr edilemez. Diğer yandan ise herkesten kuşkulandığı için yönetimin en küçük ayrıntısını dahi kimsenin sorumluluğunda bırakmayıp tekeline alması reformların sağlıklı gelişmesine ve ülkenin kalkınmasına engel teşkil etmektedir" (14). Vambery’nin İngiliz Dışişleri Bakanlığı'na ilettiği raporlarında ünlü Türkoloğun Padişah'la aralarındaki "aşk-nefret" ilişkisini ilgi ile okumak mümkündür. Hatıralarında II. Abdülhamid'in aslında Batı'da tanıtıldığı kadar kötü olmadığını, tersine iyi bir şöhreti hakettiğini savunur. Sultan Hamid'in seleflerinden çok daha yetenekli olduğunu ve içtenlikle ülkesinin esenliğini istediğini belirten, fakat onun bu hedefini gerçekleştirmek üzere seçtiği yöntemleri eleştiren Vambery, yönetimi aydın Jön Türklerle paylaşabilseydi, kötü yazgısını yenebileceğini kaydeder (15).
Padişah’a danışmanlık yapan Vambery’nin Peşte'deki evi onuıı Sultan Hamid'le bu yakın ilişkisini bilen Avrupa'ya kaçmış Jön Türklerin ünlü Türkoloğun bilgi ve tecrübelerinden yararlanmak üzere sık sık ziyaret ettikleri bir uğrak yeridir. Vambery, genç ve tecrübesiz gördüğü bu idealist Türkleri karşısına alır, İslâm ve Batılılaşma konularında dersler, Türkiye'de parlamentarizmi yeniden meydana getirebilmeleri için öğütler verir (16). Vambery'nin Jön Türkler olan bu ilişkisi II. Abdülhamid'in ajanlarının da gözünden kaçmaz ve Budapeşte sefiri Saray'a bu gelişmeleri düzenli olarak rapor eder (17). Bu durum Abdülhamid'in hiç hoşuna gitmez, fırsat buldukça Vambery’ye "Sen de onlardansın!" diye çatar. Vambery ise birbirleriyle çelişkili gibi görülen bu sadakat merkezleri hakkında 28 Eylül 1899'da kendisini ziyarete gelmiş Tunalı Hilmi'ye şöyle açıklar: "Ben Türklere tapınırım. Zikrim, fikrim Türktür... Dünyada bulunmaz, eşi yok bir millettir. Zekî, iyi yaratılışa sahip, fâziletli, insaniyetli, mürüvvetli." Türklere düşkünlüğünün nedenlerini ise yine kendine özgü anlatımla şöyle açıklar: "Dün hiç idim, bugün ilmim var, şöhretim var... Hep Türkler sayesinde. Ben bu nimete mazhariyetten mûtevvellit hatıratı hiç unutamam. Türkler için düşünmekten, Türkler için çalışmaktan geri duramam... Benim yapabileceğim, sırası gelince Türkler hakkında hüsni şehâdette bulunmaktan ibarettir. O’na (II. Abdülhamid'e) karşı bile hem de sizin hakkınızda doğruyu söylemekten çekinmedim" Vambery’nin Türkiye’nin geleceğine ilişkin dileklerini de yine onun ağzından dinlemek mümkündün "Bu millete iyi bir hükümet Lâzımdır, işte bu kadar! Bu hükümeti kim vücûda getirecek? Bittabi millet!" (18).
Avrupa devletlerinin kendilerini büyük bir kibirle Tanrı tarafından Asya uluslarını yönetmeye yetkilendirildiklerine inandıklarını kaydeden Vambery, onlara Ortaçağ’ın karanlık dönemlerindeki baskıcı feodalitenin Orta Asya'nın en ilkel toplumlarının aratttırdığını hatırlatarak, aslında Hz. Muhammed zamanındaki gerçek Müslüman yönetiminin Batı'daki en ileri parlemantarizmden daha ileri bir demokratik düzen kurmayı başardığını savunur (19). Batı’nın gerek körükörüne bir Hıristiyan bağnazlığı ve gerek bencil bir emperyalist siyaseti nedenleriyle bu gerçeği anlayamadığını belirtir. Vambery’ye göre Batı uygarlığı Hıristiyanlık'tan "dolayı" değil, Hıristiyanlığa "rağmen" yeşermiştir. Oysa ki. Müslümanlık Şark'da, Batı’da dinin olumsuz etkisine kıyasla, toplumu çağdaşlaştıran bir motor gibidir. Ayrıca, halkın da yenileşme hareketlerini benimsediğini, özellikle Türkiye'de bu konuda oldukça önemli adımların da atıldığım ifade eder. Osmanlı Devleti’nde reformların uygulanmasında eğer bir yavaşlık sözkonusu ise. bunun nedeni olarak ilkin, imparatorluğu oluşturan Müslüman olmayan ulusların şuistimalleri ve ikinci olarak da Batı devletlerinin bu konudaki gereksiz müdahale ve baskıları olduğunu açıklar. Vambery. bilhassa İngiltere'nin tüm ülke vatandaşlarına yararlı olacak genel bir reform tasarısını Osmanlı Devleti ne benimsetmek yerine, imparatorluk içindeki nüfuz alanlarını oluşturan Hıristiyan azınlıklar lehine ayrıcalıklar kopartmaya çalışarak Türkiye'nin canlanmasını değil de parçalanmasını arzuladığını isbat etmiştir (20). İngiltere'nin bu düşüncesini anlayan II. Abdülhamid ise, azınlıklara tanınan bu ayrıcalıkların aslında "otonomi" değil de Osmanlı İmparatorluğu'nun "anatomisi" olduğunu düşünerek, Islahat şevkini kaybetmiş, ülkeyi kara bir istibdada boğmuştur.
Bu üzücü durumun sorumlusu, Vambery'ye göre, İngiltere'dir. Oysaki, bu aşamada Londra'ya düşen azınlıkları değil, ittihadı anasır prensibi ile tüm Osmanlı vatandaşlarını parlamenter bir sistemin çatısı altında toplamak isteyen reformcu Jön Türkleri desteklemek olmalıydı (21). Bir yandan Jön Türklere, İngiliz Dışişleri Bakanlığı'na başvurarak Kanunı Esasi'nin yeniden yürürlüğe konabilmesi için müdahalelerini rica etmelerini telkin eden Vambery, diğer yandan da Whitehall'u bu gençlere de yardım elini uzatmaya davet eder. Vambery artık İngiltere'nin. Rus tehdidine karşı çökmekte olan bir Osmanlı Devleti'nin sağlam bir sed oluşturamayacağını anladığı için bu görevi imparatorluğun dağılmasından oluşacak körpe, fakat zinde yeni devletçiklere bırakacağını düşünmektedir. Mademki, imparatorluğun dağılması ve bu bünyedeki milletlerin kendi millî kaderlerini tayini söz konusudur, İngiltere'nin Bulgar, Rum, Ermeni ve diğer Müslüman olmayan uluslara yardım ettiği gibi Jön Türklere de, Abdülhamid yönetimine olan mücadelelerinde, destek olmasını istemektedir (22). Burada Vambery'nin yanıldığı nokta İngiltere'nin Rusya'ya karşı Türkler de dahil olmak üzere imparatorluk unsurlarından bir konfederasyon oluşturmayı istediğini sanmasıdır. Halbuki. İngiltere’nin artık Rusya ile ihtilâfı kalmamıştır, tam tersine bu devletle elele vererek ve azınlıkları saflarına çekerek Osmanlı İmparatorluğu'nu içten yıkmaya çalışmaktadır.
1905 Japon yenilgisinden sonra Orta Asya'da daha fazla genişleyemeyeceğini anlayan Rusya, bu tarihten sonra dikkatini temel çıkarlarının olduğu Balkanlar ve Osmanlı İmparatorluğuna çevirdi. Bu bölgede Panİslavcı stratejisini izleyebilmesi çin Avusturya-Macaristan, Almanya ve İtalya'dan oluşan Üçlü İttifak'a karşı bir blok meydana getirebilmeliydi. Bunun için bir yandan 1902 de Fransızlarla bir itttifak imzalayıp, diğer yandan da Orta Asya'da İngiltere'ye yakınlaşmaya çalıştı. İngilizlerle anlaşabilmesi için Orta Asya'da iki devlet arasındaki çatışma konularının çözüme bağlanması gerekiyordu. Nihayet, 1906 yılında başlayan İngiliz-Rus müzakereleri 31 Ağustos 1907'de bir anlaşma ile sonuçlandı. Bu anlaşmaya göre, iki devlet Tibet. Afganistan ve İran'ı aralarında paylaşacaklardı. Yine 1907 antlaşması ile İngiltere’nin Hindistan'ı güvence altına almış olduğu görülüyor (23). Bu antlaşma Vambery'nin bütün çabalarını boşa çıkarmış oluyordu. İngilizler. Türklerle değil de Ruslarla anlaşarak Profesörün tüm hayallerini yıkmışlardı. Vambery. gayet soğuk ve kırgın bir ifade ile kaleme aldığı mektubunda "geçici bir barış için çok yüklü, bir fatura ödeyeceksiniz" diye yazarak, Londra'nın bu kararını nazik bir üslûpla protesto eder (24). Bu tarihten sonra, Foreign Office'in bütün ısrarlarına rağmen, İstanbul'a gitmeyi reddedecektir. Peşteli Reşid Efendi'ye göre artık herşey bitmiştir. İngiltere'nin kesin bir şekilde Rusya'nın yanma geçmesi, Londra'yı İstanbul'a yakınlaştırabilme ümitlerini tamamiyle ortadan kaldırmıştır. Bu koşullar altında İstanbul'a gitmesi anlamsız olacaktır.
Türkiye'de 1908 Devrimi ile Meşrutiyet ilân edilince, Vambery gerek Whitehall'a gönderdiği raporunda ve gerek dünya basınına gönderdiği makalelerde Jön Türklere destek olunması için çırpınıp, durur:
Sh:247-258
TÜRKİYE'DEKİ SON GELİŞMELER
Belge No: 25 (20 Ekim 1907)
Sayın Bayım,
Türkiye'deki son gelişmeler hakkında size aşağıdaki raporu sunuyorum:
'Türkiye’deki Meşrutî Hareket Hakkında"
Elli üç yılı aşkın bir süredir Türkiye’deki gerek siyasal, sosyal ve edebi akımlarla ve gerek ileri gelen devlet adamları ve hükümdarları ile teması olan yegâne Avrupalı olarak size Türkiye’deki son gelişmelere ve bu olayların Avrupa’da yaratacağı etkilere ilişkin görüşlerimi sunmak istiyorum.
Her şeyden önce, olayların bir anda patlak verişinin yarattığı sürpriz haklı görülmemelidir. Çünkü bu gelişmeler Genç Türkiye partisinin bir süreden beri takip ettiği gizli faaliyetlerin doğal bir sonucudur. Bu örgütün faaliyetine başlaması geçen yüzyılın ellili yıllarına rastlar. Avrupa’da egemen olan kanıya göre bu partinin üyelerinin çoğu aydın Türklerden oluşmuştur; milletin büyük bir çoğunluğu ise bu hareketin dışında kalmıştır. Halbuki, bu hatalı bir değerlendirmedir. Çağdaş kültüre aşina her Türk sanıldığının aksine bu aydın Türklerin sayısı hayli kalabalıktır. Genç Türkiye partisinin gizli bir sempatizanıdır. Partideki bazı gençlerin bu ismi maddi çıkarları için kullanıp Padişah’tan para sızdırdıklarını ve sonunda Abdülhamid’le anlaşarak harekete ihanet ettiklerini inkâr etmiyorum. Fakat, pekçokları yurtiçinde ve dışında ideallerine bağlı kalarak gizlice yayınladıkları broşürler, kitaplar ve gazetelerle Abdülhamid istibdadını eleştirmiş, bu baskıcı yönetimin İslâmî geleneklerle uyuşmadığını, ülkeyi uçuruma sürüklediğini savunmuşlardır. Ahmed Rıza. Ahmed Saib. İsmail Hakkı. Abdullah Cevdet, Prens Sabahattin, Ali Haydar ve diğerleri Abdülhamid istibdadına karşı edebî kampanyayı yürütmüşler, hattâ bazıları Halife Ömer ve Ali'nin Kuranın emirleri ve Peygamber'in meşveret sisteminden ayrıldıkları ve şahsî bir yönetim uyguladıkları için hakiki Müslümanlar tarafından katledilmelerinde olduğu gibi Padişah’ın öldürülmesinin sevap olduğunu savunacak kadar ileri gitmişlerdi.
İşte, şu anda karşımda duran bu kitap ve bildiriler gizlice Türkiye'ye sokularak, tüm eyaletlere dağıtılıyordu. Bazı okuyucular onları titizlikle saklıyor, diğerleri ise okuduktan sonra derhal imha ediyorlardı. Zamanla ihtilâlci hareretin ruhu ve eğilimi Türk toplumunun orta sınıfı diyebileceğimiz okuma yazma bilen kısmı tarafından paylaşılmaya başladı. Yüksek sınıflara gelince, onlar arasında zaten çok azı samimiyetle Padişaha bağlıydı. Bazıları her zaman Saray'dan uzak durmuş ve arada sırada Avrupa’daki ve Mısır'daki mültecilere maddi yardım göndermişlerdi. İşte, bu yüzden Padişah Türklere güvenemiyor, Kürtleri. Boşnakları ve Suriyelileri tercih ediyordu. Londra, Paris. Cenevre. Atina ve Kahire'den kaynaklanan ihtilâlci ruhun, yönetimin durumunu oldukça sarstığını söylemek yeterli olur sanırım. Erzurum, Kastamonu. Van ve Bitlis ayaklanmaları Genç Türklerin ilk başarılı harekâtı olmuş ve Ordu'nun ihaneti Padişah’ın gözlerini bir anda gerçeğe açmıştır. Padişah'la sırdaş olduğum ve görüşlerini bildiğim için onun yeni durum karşısındaki teslimiyetini oldukça yadırgadım.
Onun gözdesi olduğum zamanlarda kendisiyle yönetim sistemi üzerinde tartışırken ona Yeniçerileri imha eden Sultan Iı. Mahmud'un bile nazırlarına danıştığını belirterek ılımlı bir liberasyonun Türkiye'deki şimdiki nesli tatmin edecek bir uygulama olacağını ifade etmiştim. Cevap olarak Hıristiyan teb'anın ihtilâlci ruhlarına değinerek, onların bu reformları suistimal edeceklerini savunmuştu. Müslüman uyruklarına gelince, bana bir gün aynen şöyle dedi: "Avrupa'da hür kurumların zemini yüzyıllardır hazırlanmıştı. Şimdi siz benden burada aldığınız bir fıdeyi Asya'nın yabancı, çakıllı ve engebeli toprağına ekmemi isliyorsunuz. Lütfen, izin verin de önce toprağı işleyeyim, sulama sistemini hazırlayayım. Daha sonra bu yeni bitkiyi toprağımıza naklederiz ve inanın, o zaman, buna benden fazla kimse sevinmeyecektir."
Kimse zamanın çalıları ve taşları ayıklayıp Türk topraklarının meşrutî yaşam fidesinin ekilme gününün geldiğine inandığını iddia edemez. Hayır, orduda ve eyaletlerde giderek artan hoşnutsuzluk yaklaşmakta olan tehlikeye gözlerini açmış ve geçen Mayıs'tan beri bu buhrandan çıkış yollarını aramaya başlamıştı. Tahsin Paşa dan aldığım bir mektuba göre Padişah, tüm yaşamı boyunca nefret ettiği ve çekindiği önlemleri almak için kararlıdır. Onun her liberal kuruma karşı duyduğu nefreti ve küçümsemeyi hatırladıkça, Padişah’ın kendisini ne kadar baskı altında hissettiğini düşünebiliyorum.
Şimdi Meşrutî Türkiye ile karşı karşıyayız. Bir Batı kurumunun Müslüman cemiyetine uyulanmasını göreceğiz. 1876 Meşrutiyeti deneyi bize yeterli izlenim verecek kadar uzun ömürlü olmamıştı. Bu tecrübeden sadece Şarklıların, iyi meclis hatibleri, akıcı konuşmacılar olabileceklerini görmüştük; bunu şimdi de göreceğiz. Acilen cevap bekleyen başka sorunlar da vardır. Meselâ (a) Meşrutî hayat Osmanlı İmparatorluğu'nun çoğunluğunu oluşturan cahil halka uygun gelecek midir? (b) Bu tecrübenin sonucu
Türkiye’deki koşullar düzelecek midir, yoksa daha beter ini bozulacaktır? Herşeyden önce, geçen otuz yıl içinde ülkedeki Avrupa tipi eğitim kurumlarının ve Batı teknolojisinin gelişmesini hatırlamalıyız. Elli yıl önce Rüşdiye okullarını ıslah etme fikri bile cahil halk ve yobazlar arasında çok büyük bir muhalefetle karşılaşırken bugün idadiyelerle kolejlerin sonuçları takdirle anılmaktadır. Bugün her aydın Türk çağdaş bilime vakıf; İngilizce. Fransızca veya Almancayı kusursuz konuşan bir centilmendir. Askerî ve sivil yönetim kadrosu Avrupa okullarında tahsil görmüştür. Şark tipi kıyafet tarihe karışmış, yerine Avrupa giysilerine yakın modeller benimsenmiştir. Türk’te büyük değişiklikler olmuş, modernleşmiştir; artık onun için "konuşulmaz" (unspeakable) Türk deyimi kullanılamaz.
Şimdi Türk toplumundaki bu sınıfı düşündüğümüzde meşrutî tecrübenin mutlu sonuçlar vereceğine inanabiliriz. Aslında, bu sınıf çoktan beridir Şark diktatörlüğünden özgürlüklerine kavuşmaya layıktı. Bu sınıf reformu ciddiye alacaktır. Ne var ki, bu sınıf azınlıkta olduğu için eski hayat tarzını savunan bağnazların tepkisi karşısında Kanunı Esasinin güvencesi olacak kadar güçlü değillerdir. İstanbul. İzmir, Erzurum. Harput. Halep. Beyrut, Şam ve diğer büyük şehirlerde meşrutiyetin kolaylıkla kök salacağını düşünebilirsiniz. Fakat, Kürtler, Bedeviler Yörükler ve diğer kanun dinlemez ilkel göçebe topluluklarının kendilerini değişen koşullara uydurmaları kolay olacak mıdır? İnatçı bağnaz mollalardan kaçının aydın vatanperver Şeyhülislâm'ın düşüncelerini paylaşacağı söylenebilir? Müslüman unsurların değişmesi hakkında iyimser olmamalıyız. Budist Japonya’da olanlar Müslüman Asyası’nda uygulanamaz; üstelik Japonya’da aşağı sınıflar Müslüman dünyasında rastlanmayan bir aristokrasinin elinde oyuncaktan ibarettir.
Bir an Jön Türklerin Asya mutaassıplığını ve Müslüman gelenekçiliğini bertaraf edebildiklerini düşünsek bile Osmanlı İmparatorluğu'nun hem Asya hem de Avrupa topraklarındaki millet ve mezhepler arasında varolan düşmanlıkları unutmamalıyız. Jön Türklerin standardı "İttihat ve Terâkki", sloganları ise "Hürriyet, Müsavat ve Uhuvvet" olabilir; ama bu idealleri gerçekleştirmek hem zaman alacak, hem de yetenekli liderlerin çabalarına ihtiyaç gösterecektir. Dinin tüm günlük yaşamı etkilediği ve ulusal duyguların yerini aldığı cemi milletlerde bir mezhebin taraftarlarının diğer mezhebin taraftarlarına karşı kışkırtılması o kadar kolaydır ki! Kelimenin tam anlamıyla eşitlik uzun bir süre sadece temenni olarak kalmaya mahkûmdur. Jön Türkler din ayırımı yapmayan aydın ve özgür düşünceli kişiler oldukları için dindaşlarını olumlu yönde etkilemeye çalışacaklardır. Fakat, bir çiçekle bahar olmaz. Merhum Reşid, Fuad, Ali ve Kıbrıslı Paşalar aydın ve hoşgörülü insanlar olmalarına rağmen kitlenin mutaassıplığını aşamamışlardı. İktidardaki seleflerinin pekçok imkânlarından yoksun olan Jön Türklerin onlardan daha başarılı olabilecekleri düşünülebilir mi?
Dinî düşüncelerin millî emellerle pekiştiği Avrupa Türkiyesi'nde eşitliğin sağlanması daha da umutsuzdur. Bir anlık heyecan patlaması tecrübesiz ve bilgisiz gözlemcileri aldatabilir, ama bağımsızlığın ne demek olduğunu tadan Bulgar. Sırp ve Rumların Türklerin egemenliğine katlanmaları artık sözkonusu değildir. Genç Türkiye en çekici vaadlerle azınlıkların karşısına çıkmakta, onlara inanılmaz bir özgürlük ve tolerans bahşetmektedir. Fakat, onlar imparatorluktaki değişik unsurları hiçbir zaman aynı siyasal bünye içinde biraraya getiremeyeceklerdir. Aynı çaba, daha olumlu şartların mevcut olduğu Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nda dahi sonuç vermemiştir. Asya Türkiyesi'nde yönetenle yönetilenler arasındaki ilişkiler Avrupa Türkiyesi'ne kıyasla daha iyidir.
Çünkü, burada değişik unsurlar arasındaki ayırımlar o kadar fazla değildir. Ayrıca bu yöredeki Türk egemenliği Avrupa'daki gibi şiddetli bir şekilde ahalinin üzerine yıkılmamıştır. Müslüman komşuları üzerinde hiçbir zaman ve hiçbir yerde çoğunluğu oluşturamayan Ermeniler Türkiye'den çok Rusya'dan çekinmektedirler. İyi ve dürüst bir yönetim. Bedevileri ve Kürtleri yağmacı huylarından vazgeçirdiği takdirde hiçbir patırdı çıkarmayacaklardır. Suriyeli Araplara ve onların Hicaz ile Yemen deki kardeşlerine gelince, onların Türk düşmanlığının görmemezlikten gelmek mümkün değildir. Fakat, onlar da meşrutî hayata ayak uydurmak zorunda kalacaklardır. Hele Hicaz Demiryolu ile Türkiye'nin eline çok iyi bir koz geçtiği günümüzde Türk Arap ilişkilerinde büyük bir değişiklik beklemek yersiz olacaktır.
Meşrutî yönetimin İslâm’ın ruhuna aykırı olmadığını, fakat aslında Peygamber tarafından emredildiğini savunan İttihatçıların yönetimdeki yolsuzluklara ve kötü alışkanlıklara son vermeleri, dürüst ve çalışkan bir yönetici kadrosu yaratmaları beklenebilir. Yine de Osmanlı İmparatorluğunun birdenbire canlanıvereceğine inanmak iyimserlik olacaktır. Bu, hem Ortadoğu’da hem de dolayısıyla Avrupa'da barışın devamını sağlayacak en önemli faktörlerden biri olacağı halde düşlerden sakınmalı ve yersiz hayal kurmamalıyız. Gerçeklere göz attığımızda, nihaî başarı ümidi için şu koşullar gereklidir: Türkiye bu yolda yeni adımlar atabilmek için yeterli fonları bulabilecek midir? Genç Türkiye Partisi ülke yönetiminde dürüst ve vatansever kadrolar oluşturabilecek midir? Üzülerek söylemeliyim ki, bu görev yeni nesil için çok zor bir uğraş olacaktır. Üçüncü olarak, dış güçler Jön Türklerin yenileştirme çabalarına müdahale edecekler midir? Eğer Jön Türkler anayasalarını aldıkları ülkelerden (Avrupa'dan) yardım isterlerse; ordunun ıslahında olduğu gibi bu sahadaki işbirliğinin de olumlu sonuçlar vereceğinden eminim. Tabii ki, burada en doğru hareket, Türklerin İngilizleşmiş Müslüman Hindlilerin tecrübelerinden yararlanmak olacaktır.
Bütünüyle değerlendirdiğimizde. Meşrutiyet Türkiyesi'nin kültürel gelişme şansı kesinlikle mevcuttur. Eski rejimin kalıntısı olan suistimaller terk edilecek, Batı ile Doğu arasındaki ilişkiler yoğunlaştırılacak ve Türkiye’nin imkânlarının geliştirilmesine çalışılacaktır. Bu önemli yaran ise Saray'ın kişisel yönetimini sınırlandırması olacaktır ki, böylece Avrupa kabinelerinin Babıâli ile işbirliğine girişmeleri kolaylaşmış olacaktır. Yıllar önce Jön Türklerin yayın organlarında savundukları gerçekleşirse, Türkiye üzerinde tek bir Avrupa gücünün egemen olmasına izin verilmeyecek, değişen koşullarda İngiltere'nin Boğaziçi'ndeki eski durumuna kavuşması kolaylaşacaktır. İngiltere'deki yaygın kanıya göre. Müslümanların sempatilerini kazanmak için özel bir gayret göstermeye gerek yoktur. Çünkü, Hind Müslümanları, çoğunlukta olan Hindulara karşı durumlarını koruyabilmek için İngiliz otoriteleriyle iyi geçinmek zorundadırlar. Bu açıdan, İngiltere Hükümeti Müslümanları önemsememekte ve onlarla bir ittifaka girmeyi uygun bulmamaktadırlar. Bu aslında çok büyük bir hatadır. Türkiye'nin geleceği ne olursa olsun, Türkler hiçbir zaman yabancı saldırganlar karşısında kolay yutulur lokma olmadıklarını ispatlayacaklardır. Japonya'nın son başarısı Asyalıların gururunu okşamış kendilerine olan güvenlerini arttırmıştır. Hem, İngiltere niçin Ortadoğu'daki geleneksel siyasetini değiştirsin? Türkiye’ye verilecek manevî desteğin bir ittifaktan daha az masrafa mâl olacağı kuşkusuzdur. İngiltere Türkiye’ye göstermiş olduğu kayıtsızlığın faturasını ağır bir şekilde ödemiştir. Onun hatalarından yararlanan rakibini altetmek imkânı İngiltere için halen mevcuttur. Türkler İngiltere'yi Doğu Anadolu'daki bu davetsiz misafirlere tercih etmektedirler. Bu yüzden, Lord Grey'in Türkiye'deki Meşrutiyet yönetimine karşı olumlu tavrı İngiltere’nin her dostu tarafından onaylanmalıdır. Umudumuz İngiltere'nin göstermiş olduğu bu anlayış ve toleransın diğer Büyük Güçler tarafından da paylaşılmasıdır. (25)
Sh:259-266
Vambery'nin ünlü jön Türk Dr Abdullah Cevdet o mektubu.
Kaynak TC. Dış İşleri Bakanlığı Hazine i Evrak 324 numaralı dosyadan
 30 teşrinievvel 1900
Faziletli!
Beyefendi hazretleri.
Aferin hezar aferin Zâtı Aliyenize risalenizi mütalaa ederken kâşki sizin gibi gayyur ve vatanperver Osmanlılar çoğalırsa deyu temenna ettim acaba bu risalenIz. Türkceye tercüme olunmaz mı düşünürüm kadir ve kıymetiniz İstanbul’da ve bilhassa sarayı hümayundu elbette malumdur ve liyakatiniza göre müstahdem olmadığınıza sahiben taaccüb ederim efendim Peşteden ğayyur âliyeniz İttifak ederse bir sabık dervişin hücresine teşrif buyurmalarını rica eder
Dainiz
Vamber
Sh: 269

Aslında Türkiye'nin yeni yöneticileri altında güçlenmesi yalnızca İngiltere için değil, dostu ve müttefiği Rusya'nın çıkarları için de hayatî bir tehdit sayılabilirdi. Çünkü eğer İttihatçılar başarı kazanırlarsa, hilâli Ayasofya’nın ebedî süsü yapacak ve Türkiye'yi de Kafkasya, Kırım ve Balkanlar gibi eski vilâyetlerini istemeye kararlı, kuvvetli ve saldırgan bir güç haline getireceklerdi (26). Güçlü ve özgür bir Türkiye, Rusya için yutulması güç bir "demir leblebi" olmasından başka Asya uluslarına Batı emperyalizm zincirini koparan ilk örnek olarak tarihe geçecekti. İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Grey, bu konudaki kuşkularını dile getirirken "Türkiye gerçekten Meşrutiyet idaresini kurar ve bunu yaşatıp kuvvetlenirse, bu halin sonuçları daha ileriye varır. Bunun Mısır'da etkileri müthiş olur; tâ Hindistan'da da kendini hissettirir. Şimdiye kadar her nerede Müslüman tebamız varsa onlara diyebildik ki. dinlerinin başkanı tarafından idare edilen ülkelerde acımasız bir istibdat vardır. Halbuki bizim istibdadımız şefkatlidir... Fakat Türkiye'de şimdi parlamento hayatı başlarsa ve işler de düzelirse Mısır’da Meşrutiyet isteği çok güçlenecek, bizim buna karşı koyma gücümüz çok azalacaktır" diyecekti (27). İşte, bu endişelerle İngilizler Türkiye ile olan ilişkilerini giderek gerginleştirecek ve sonunda iki millet Birinci Dünya Savaşı'nda kendilerini düşman kamplarda bulacaklardı (28).
Bütün çabalarının hebâ edildiğini ve İngiltere'nin artık kendisine ihtiyacı kalmadığını gören Vambrey, evine kapanacak ve kendini bilimsel çalışmalarına adayacaktır. Ne var ki. Avusturya Dışişleri Bakanı Baron Alois von Aehrenthal onu bu terkedilmiş durumdan kurtarmak amaııyla tanınmış Türkolog'la 1908 Kasım' görüşecek ve kendisine dünya kamuoyunda Avusturya lehine açıklamalar yapmasını önerecektir. Bir Macar olarak Avusturyalı efendilerinden hiç hazzetmeyen Vambery, bu öneriyi mükâfatı ile birlikte reddedecektir. Bunun üzerine Aehrenthal kendisinden dostu olduklarını bildiği Jön Türkleri yatıştırmasını rica eder. Bilindiği gibi. 1908 Devrimi'nin istikrarsız ortamını fırsat bilen Avusturya-Macaristan, hukuken Osmanlı Devleli'nin fakat fiilen kendi yönetimi altında bulunan Bosna-Hersek'i tamamen ilhak etmiştir. Buna karşılık Türkler. Avusturya mallarını boykot kararını almışlar ve bunu derhal uygulamışlardı. Aehrenthal Türklerin bu tedbirinin Avusturya'ya yüzlerce milyon zarara yol açtığını belirterek. Vambery'nin Avusturya mallarına uygulanan boykotu kaldırmaları için Türk dostlarını iknâ etmesini isteyecektir. Vambery'nin gözlemlerine göre. Baron Aehrenthal büyük bir panik içindedir; Türklerle silahlı bir çatışmaya girmekten dehşetle çekinmektedir. Aehrenthal’ın bu tutumundan Vambery. Türkler biraz daha direnirlerse, Avusturya'nın teslim olacağını çıkaracaktır (29). Ne var ki, geri adım atan Türkler olacaktır. Vambery'nin Avusturya'nın bu telaşını İngiltere Dışişleri Bakanlığı'na bildirdiği gibi, Türk dostlarına da iletip iletmediğini bilmiyoruz.
İttihatçılara destek sağlamak amacıyla birkaç kere kendiliğinden İngiliz Dışişleri Bakanlığı'na yazan Vambery'ye Londra artık cevap vermeye bile değer bulmayınca, Ünlü casus Londra'dan emekliliğini istemeye karar verir. Lord Salisbury'den başkanlığı devralan Arthur Balfour'a yıllardan beridir İngiliz çıkarlarına yaptığı hizmetlerin dökümünü vererek, ölünceye kadar kendisine ödenmek üzere yıllık bir emeklilik sigortası bağlanmasını rica eder. Vambery'nin talebini inceleyen Dışişleri Bakanlığı olumlu cevap verince gerekli işlemlere başlanır. Mesele Hazine'ye aktarılınca, İngilizler Vamber'den kendilerine doğum ilmühaberini yollamasını isterler. Ne var ki, yazımızın başında da belirtiğimiz gibi, XIX. yüzyıl Macaristan’ında Musevilerin nüfus kütüklerine yazılma zorunluluğu olmadığı için Vambery, kendisinden istenen bu belgeyi sağlayamayacaktır.
Hazine ise bu belge düzenlenmeden, emekli sigortası bağlanmayacağını Dışişleri Bakanlığı'na bildirir. Dışişleri Bakanlığı ise Vambery'ye yazarak, bu bürokratik engelin aşılmasına yardımcı olacağım, fakat buna karşılık bir koşul ileri sürer: Vambery, Foreign Officein 1889 dan itibaren kendisine yazmış olduğu tüm mektup, yazışma ve direktifleri iade edecektir. Çünkü, Londra oldukça yaşlanmış ola Majestelerinin sabık ajanının ağzını sıkı tutmadığından kuşkulanmaktadır. Gerçekten de. Vambery, yetmişini aşmış, bunamaya başlamıştır. Öğleden sonraki alışagelmiş yürüyüşlerinde Tuna kıyılarındaki balıkçılara İngilizlerin kendisine verdiği çetin görevi. Sultan Hamid'le neler görüştüğünü anlatmaktadır. Londra'nın bu istediğini yerine getirmekten başka çaresi olmayan Vambery. 1889 ile 1908 yılları arasında Whitehall’da görev yapmış Dışişleri genel sekreterlerinin 76 mektubunu iade edecek, yalnız bir tanesini kendisine ayıracaktır (30). Mektupları aldıktan sonra emekli maaşım keserler endişesiyle Vambery, en önemli gördüğü belgeyi alıkoymayı düşünmüş olabilir.
1913 yılının 14 Eylül'ünü 15'ine bağlayan gece rahat uykusunda dünyayı terkeden Vambery, geride gözü yaşlı bir eş (Comelia Vambery), bir evlâd (Rüstem), bir gelin (Olga) ve iki torun (George ve Robert) bırakacaktır. Evde oldukça disiplinli bir baba olan Arminius, yaşamı boyunca oğlu Rüstem’in Türkolojiye yönelmesi için elinden geleni yapmıştır. Babasının zoruyla girdiği sınavların hiçbirisini veremeyen Rüstem; Budapeşte. Halle (Almanya) ve Cenevre üniversitelerinde parlak bir hukuk tahsili yapacak ve yirmibeş yaşında bir genç bir hukuk doktoru olarak 1897'de baroya katılacaktır. Pederşahî aile geleneğine inanmış Vambery'nin oğlunun evliliğinde de söz sahibi olması beklenirdi. Nitekim. Vambery alışılmış gezilerinden birinde Budapeşte’nin tanınmış "piyasa" caddelerinden biri olan Korso'da kendisine sağlıklı .torunlar verebilecek güzel bir kız görecektir. Bastonunu genç kızın adımlarına uydurarak, müstakbel gelininin peşine düşer ve ailesinin evini öğrenir. İleride yaratılan fırsat ile Olga. Rüstem ile karşılaştırılınca, oğlu bu kez nasılsa babasının seçimine karşı çıkmaz. Ne var ki. düğün hazırlıkları yapılırken baba Vambery fikrini değiştirecektir. Oğlunun mutluluğunun bu evliliğe bağlı olduğunu yakarması karşısında Vambery. "Mutluluk dediğin insan zihninin belirli bir kıvrımından başka nedir ki?' diyerek katı bir tutum sergiler. 9 Mayıs 1899'da yapılan nikâh töreninde büyük Vambery yoktur. Anne Vambery'nin çabalarına rağmen oğluna maddi destek olmayı, hattâ görüşmeyi bile reddeden Arminius, İngiltere Kralı'nın hatırlatması olmasa idi, belki bu kaprisini daha da sürdürecekti. Şöyle ki, 1904 de Kral Edward'ın konuğu olarak Windsor'da kalan Vambery'ye Majesteleri önlerinde oynayan veliaht Prens George'un dört oğlunu işaret ederek, "Henüz sizde torun yok galiba, değil mi profesör? der. "Maalesef, majesteleri" diye cevaplayan Vambery’ nin burukluğunu Rüstem de kavramaktan aciz değildi. Aile ilişkilerini yeniden onaracak bir lorunun doğumu ile Vambery. derhâl zamanın İngiltere Kralı George’a yazarak, haşmetlûnun torununa isim babası olmasını kabul buyurmalarını rica eder. İngiliz hanedânının takdisini kazanan George. 1928 de 23 yaşının baharında tifodan hayatını kaybedecektir. İyi bir kriminolojist olarak uluslararası bir şöhrete sahip olan Rüstem; Türkoloji'de olmasa bile İngilizlere olan yakınlığından ötürü babasının yolunu izleyecek ve 19214 yılları arasında İngiltere'nin Macaristan delegasyonunun başdanışmanlığını yapacaktır. İkinci Dünya Savaşında Nazilerin Macaristan'a girişi ile ailesi önce İngiltere'ye kaçacak, daha sonra ise Amerika'ya yerleşecektir. Bugün hayatta olan Vambery, Rüstem'in ikinci oğlu Robert'tir ve A.B.D.nde yaşamaktadır (32).
Budapeşte'nin Kerepesi mezarlığındaki hazin tören sırasında eşinin kara toprağa indirildiğini yaşlı gözlerle seyreden Comelia, belki de ünlü casusun uluslararası uğraşılarının yanında daima ikinci plana itilmesini, Arminius'un hayatındaki yegâne kadın olmasıyla dişiliğe özgü bir kıskançlıklakarşılıyor, bunda teselli buluyordu. Ne var ki, Vambery'yi son toprak pelerini örttükten biraz sonra özel bir arabadan inerek, mezara doğru yaklaşan siyah matem elbisesinin kapatamadığı zengin ve asil tavırlı güzel bir kadın mezara bir buket çiçek koyarak, çevrenin meraklı bakışları arasında hızla uzaklaşacaktır. Kimdi bu hanımefendi? Acaba Vambery'nin evden uzak kaldığf günlerde devletlerarası sorunların endişelerine ortak ettiği fedakâr bir omuz mu? Bu konuda arşivler suskundur.
Ailesinin dışında, arkasında kendi kendini yetiştirmiş bir mücadele adamı olarak büyük bir servet bırakan
Vambery. bugün bile ününü Orta Asya'da bizzat gözlemler yapabilmeyi ve bu tecrübelerini bilimsel bir yöntemle birleştirip, kağıda dökebilmeyi başarmış dünyanın ender doğubilimcilerinden biri olarak sürdürmektedir. Onun açtığı yoldan ilerleyen yabancı araştırmacılar, Vambery'nin Macarların kökenine ilişkin teorilerini eleştirseler bile, tanınmış Türkoloğun bu konudaki çalışmalarının çığır açıcı özelliğini vurgulamaktan kendilerini alamamaktadırlar. Bizim için ise Vambery'nin ayn bir yeri vardır. O. araştırmalarıyla dikkatimizi Orta Asya'ya çekerek, tarihimizi milâttan en az ikibin yıl öncesine değin uzatmış, millî kültürümüzün vazgeçilmez bir boyutunun kazandırılmasına önemli katkılarda bulunmuştur. Aynca, bu bağlamda Vambery Oryantalizmi’ndeki vurgulama farkını da kaydetmek isteriz. Sırf Batı normlarına uymuyor diye Türk çalışmalarına küçümseyici bir gözlükle bakmayı bir yöntem alışkanlığı haline getiren bazı peşin hükümlü yabancı Doğubilimcilere kıyasla Vambery, her zaman Avrupa karşısında Türk uygarlığının üstünlüğünü savunmuş gerçek bir ilim adamı ve Türk dostu olarak hatırlanmalıdır. Vambery'nin kalemi ve casusluğu da dahil olmak üzere diğer ikna araçlarıyla savunduğu ülkelerin dökümü çıkarılacak olursa, bu envanterde Türkiye'nin en ağırlıklı konuma sahip olduğu görülecektir. Diğer uğraşlarının yanında anavatanı olan Macaristan'ı yeterince kollamadığı izlenimine kapılan yurttaşları bu ünlü ismi bir süre anmamayı tercih etmişlerse bile, 1954’te "Büyük Macarlar" serisinden çıkan pullardan 50 filerini ona ayıracaklardı. Çok geçmeden Macar Akademisi üstün filolojik yeteneklere her yıl bir "Vambery madalyası' nın verilmesini ilke olarak kabul edecekti. 1970'de Eotvas Lorand Üniversitesi'nin Türkoloji Bölümünün açılışında mezan başında bir anma günü düzenlenerek, törende kabrine şu levha yerleştirilecektir: "Arminius Vambery: 1832-1913, Asya
kĞLşifı, Üniversite profesörü, Macar Akademisi üyesi" Yine bugün Birleşmiş Milletlerin Macaristan misyonu olan evi Belgrad Rakpart 24 numaramn Vambery zamanında 19 Frenç Jozsef Rakpart idikapısındaki plaket bu ünlü Türkoloğun anısını yaşatmaktadır. İngiltere başkentinin güneydoğusuna düşen 18. bölümde kısa bir yürüyüş yapanlar, Vemham ile Plum sokakları arasındaki 'Vambery Caddesi ”ni göreceklerdir. Ayrıca, 1930'ların İngiliz gazetelerine göz gezdirenler Vambery isminin baş sayfalarda yer aldığına da şahit olacaklardır. Vambery adının verildiği bir İngiliz balıkçı gemisi İzlanda sularında yasak avlanma yaptığı gerekçesiyle bir süre iki ülke arasında siyasî gerginleşmeye neden olacaktır ki, ünlü Türkoloğun diğer faaliyetlerini bilen bizler için bu rastlantı kaderin muzip bir oyunu olarak nitelendirilmelidir. Türkiye'de Vambery'nin anısına ithâf edilen kadir şinâslık sembolleri ise bu satırların yazarının gözünden kaçmıştır!
Yine de biz Vambery'nin akademik şöhretinin, yaşamındaki çabaların hedefi değil, sonuca olduğuna inanıyoruz. Yukarıdaki belgelerinde tanıklık ettiği gibi. Vambery ününü üniversite kürsülerinde veya kütüphanelerde değil. dışişleri bakanlıklarının ve sarayların lobilerinde aramıştır. Benlik duygusunun tüm karakterini kapladığı bir Vambery. hiç bir zaman ulusal sınırlar içindeki akvaryumda olağan uğraşlara kendini vermekten tatmin olacak yaradılışta bir insan değildi. Çeşitli sadakat bağları ile ilişkisi olduğu odaklan, kendi kafasında oluşturduğu hedefe doğru yöneltmeyi uluslararası düzeydeki siyasal etkinliğine olan inancının bir gereği olarak görmüştü. Ulusu olarak Macarların, ırkdaşı olarak gördüğü Türklerin, ümmeti olarak ise Musevîlerin ayrı ayrı sorunlarına ortak bir çözüm bulunabileceğine ve bu çok değişkenli denklemi çözecek anahtarın da fikrî açıdan demokrasi ilkelerine saygı duyduğu İngiltere olduğuna yürekten inanmıştı. İşte, bu nedenlerle İngilizlerin onu majestelerinin gizli servisine alma önerisini sevinerek kabullenmiş, düşlediği amacına ulaşabilmek için en uygun aracı olduğuna yürekten inanmıştı.' İşte, bu nedenlerle İngilizlerin onu majestelerinin gizli servisine alma önerisini sevinerek kabullenmiş, düşlediği amacına ulaşabilmek için en uygun aracı bulduğunu sanmıştı. Dıştan ilk bakışta Intelligence Service*den maaş alan Vambery’nin aynı zamanda Sultan II. Abdülhamid'e de yardım elini uzatıp, Britanik Majestelerinin hükümeti nezdinde, Osmanlı Devleti'nin sözcülüğünü yapması; ya da Padişah’ın adamı iken bir yandan ona Siyonistlerin tezini benimsetmeye çalışması ve bütün bu çerçeve içinde her zaman Macar milliyetçisi hüviyetini koruması çelişkili gibi gözükebilir. Ancak, Vambery'nin uygulama programı içerisinde bu unsurlar sökülüp takılan bir bilmecenin, yerlerine oturtulduğu takdirde, birbirini tamamlamak suretiyle bütün bir şekil vereceği parçalarıydı. Vambery'nin zihnindeki bu bilmece XIX. ve XX. yüzyılın ünlü Şark Meselesi'nden başka bir şey değildi ve o bu sorunu bu konuda kimseye nasip olmayan bilgi, gözlem ve tecrübeleriyle çözümleyerek uluslararası ilişkiler tarihine unutulmayacak bir isim olarak geçmek istiyordu.
Evet. Vambery İngiliz İstihbaratı'nın gizli bir ajanı, İngiltere'nin Sultan Hamid nezdindeki casusudur. Buna rağmen, kendisi aslında kopma sürecine girmiş Türk-İngiliz ilişkilerini yeniden onarmak istediğini yürekten duyarak bu hizmete talip olmuş bir prensip adamıdır. Çok sevdiği ve Macar oluşu nedeniyle aynı ırksal kökenlere sahip olmakla övündüğü Türk ulusunun. Rus tehdidi karşısındaki yazgısının ancak liberal kurumlarını takdir ettiği ve dünyada özgürlük şampiyonu olarak gördüğü İngiltere'nin yardımı ile esenliğe ulaşabileceğine inanmaktadır. II. Abdülhamid kendisine İngiliz ajanı olduğunu sorduğunda,."Ben buraya kendi isteğimle iki dostumu, İngilizler ve Türkleri barıştırabilmek amacıyla geldim Bazı anlaşmazlıklar dolayısıyla bu iki arkadaşımın birbirlerine yabancılaşmış olduklarını üzülerek tesbit ettim. Aralarında herhangi bir dostluk ittifakının akid edilmesine engel olan meselelerin çözümlenebilmesi için gönüllü olarak hizmet vermeye talip oldum'' diyecektir. Yine aynı Vambery, amacına uygun olarak İngiltere'yi, kendi görüşüne göre, yanlış politikasından dolayı cesaretle uyarmayı bilecek, Türkiye'ye ilişkin stratejilerinde Whitehall'a öğüt vermekten çekinmeyecektir: "Asya'daki nüfuzunu güçlendirmek isteyen bir İngiltere için Osmanlı İmparatorluğu ne kadar uzun yaşarsa, Çin'den Boğaziçi’ne değin uzanan Rus tehlikesini dengelemek o kadar kolay olur. Yazıktır ki, İngiliz dış politikası ifratla tefrit arasında bocalamış; Kırım Savaşındaki dostluktan Gladstone'un pılı pırtılarını toplayarak Avrupa'dan atılmalarını savunmaya dek gelmiştir... Şimdi, kaybedilmiş yerimizi kazanmak zamanıdır. Türkiye'deki siyasal koşullara uygun politikalar tatbik edilmek suretiyle İngiltere'nin Boğaziçi'ndeki konumunu yeniden sağlamlaştırılması çok yararlı olacaktır."
Vambery, eğer Osmanlı'yı İngiltere ile barıştıramazsa, tek başına ülkesinin toprak bütünlüğünü ve siyasî bağımsızlığını koruyamayacağını anladığı bir kriz ortaya çıkarsa, Padişah'ın kendisine müttefik olarak Almanya'yı angaje edebileceğinden korkuyordu. Zaten Kayzer II. Wilhelm bu fırsatı uzun süredir kollamıyor muydu? II. Reich’ın doğuya doğru açılması, kuşkusuz aynı ülkenin Balkanlar'da da ağırlık kazanmasına neden olacaktı. Bu dasırtını güçlü müttefikleri Almanya'ya dayamış Avusturyalıların ikibaşlı Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nda Macarlara kıyasla daha üstün bir konuma kavuşmalarını sağlardı ki. Bir Macar yurttaşı olarak devletinin komşularının tahakkümüne girmesine Vambery'nin tahammülü yoktu. Macaristan'ın millî çıkarlan, Vambery'ye göre, dolaylı da olsa. Alman yayılmacılığına sed çekecek İngiliz nüfusunun Ortadoğu'da yeniden kazandırılmasına bağlıydı.
Vambery'yi düşündüren ise İngilizlerin Osmanlılarla anlaşmak konusunda isteksiz davranmaları, Padişah'la bir ittifak oluşturabilmeleri için bu ülkede liberal ilkeler ışığında ıslahat yapılmasını şart koşmalarıydı. Vambery kişi hak ve özgürlüklerinin şampiyonu olarak gördüğü parlamentarizmin kalesi İngiltere'nin iç politika kaygıları ile otokrat bir Osmanlı Devleti ile uluslararası ilişkilerde kaderini birleştirmekten çekinebileceğini takdir ediyordu. Ancak, İngiltere'nin arzuladığı anlamda gayri müslim azınlıklara ademi merkeziyet kazandıracak reformların, hele, bu azınlıklar Ermeni ayrılıkçılarıise. Sultan Hamid tarafından hiçbir zaman kabul edilmeyeceğini de gayet iyi biliyordu. Ne kadar liberalizmin savunucusu olursa olsun, Vambery dış politikada gerçekçi olunması, dış güvenlik gereklerinin iç politika endişeleriyle boşa harcanmaması taraftarıydı. İngiltere'nin reform fikrini ileri sürdüğü günlerde Siyonistlerin kendisine başvurusu, Vambery'ye belki de beklediği fırsatın ayağına geldiğini müjdelemişti. Ermenilere kıyasla Osmanlı İmparatorluğu'nda Museviler, her dönem yönetime bağlı kalmışlar, hiçbir zaman ayn bir siyasal ünite kurmak gibi fikirlere önem vermemişlerdi. Üstelik, Siyonistlerin bile öngördüğü program, Osmanlı sınırları içinde Filistin’e yurt dışından Musevî kolonizasyonunun sağlanabilmesi için devletin hükümranlık haklarını zedelemeyecek bazı İktisadî ve mülkî düzenlemelerden ibaretti. Vambery’ye göre, Padişah Siyonistlere, gözboyama kabilinden dahi olsa, bazı tavizler verirse, bu gelişmeler azınlık reformu bekleyen İngiltere'de memnuniyetle karşılanacak ve II. Abdülhamid'in yumuşadığını gören Londra artık Osmanlı ittifakı teklifini reddetmeye sebep bulamayacaktır. Dahası, eğer Siyonistler sözlerinde samimî iseler, maddî imkânlarını Osmanlıların emrine sunmayı tasarlamışlardır. Musevilerin parasal güçleri ile takviye edilen Osmanlı Devleti gibi askeri açıdan halen şöhretini yitirmeyen bir imparatorluk, İngiltere için gerçekten cazip bir müttefik olacaktır. Vambery'ye göre, bu arada en uygar uluslar tarafından bile eziyet ve aşağılanmaya maruz kalan Musevîler de Osmanlı himâyesi ve hoşgörüsü altında Arzı Mevud'larına kavuşmuş olacaklardır. Vambery’nin işlek zihni durak tanımamaktadır: Vambery’ye kalırsa, kimbilir Siyonistler Padişah’ı kuşkularında haklı çıkartmaz ve ülkeye yararlı bir unsur olarak kendilerini ispat edebilirlerse, belki Sultan Hamid’in reformlar konusundaki direnci kırılabilir, imparatorluk yeni düzenlemelerle Kanunî sağlığına kavuşabilir. Ayrıca, Siyonistler bu davranışlarıyla Padişah’ın gönlünü kazanabilirlerse, Osmanlı organizmasını içten kemiren diğer ayrılıkçı unsurlar da uzlaşmayı yeğler ve millî emellerini "Osmanlılık” ideolojisi ile uzlaştırılabilecek bir kalıpla savunmaları gerçekleşebilir.
Vambery master planının son dişlisi olarak bir casusun siyasal tercihlerine bir kez daha değinmekte yarar vardır. Yukarıda da belirtildiği gibi Vambery, özgürlüklerin güvence altına alındığı parlamenter rejim tutkunudur. Bu nedenle İngiltere'ye hayran ve Almanya’ya soğuk olduğunu görmüştük. Başta Macaristan ve Osmanlı Devleti olmak üzere bu ilkelerin bütün dünyaca benimsenmesini ister. Vambery. Türklerin tarih boyunca kurmuş oldukları devletlerde, zamanın şartları çerçevesinde, ne kadar insan haklarına saygılı hoşgörülü hukukî düzenler kurduklarını bilen bir araştırmacıdır. Üstelik İslâmî akidelerdeki cumhur ve meşveret kavramlarının Batı Avrupa’daki parlamenter sistemle ne kadar rahat bir şekilde uzlaştırılabileceğini de bilmektedir. Osmanlıların da bu sistemi uyum içinde yürütebileceklerine güveni vardır. İngiltere ile ittifak eden Osmanlı üzerinde liberal müttefiğin telkinlerinin yapıcı olacağına da emindir. Hem zaten, Vambery ye göre. Orta Asya’da gördüğü otokratik rejimlere oranla Osmanlı Devleti bu açıdan en ileri Şark devleti değil midir? Bu çerçeve içinde değerlendirildiğinde Vambery, İngiltere ile Osmanlı Devleti'nin elele vermesini aynı zamanda dünyada Almanya ve Rusya gibi reaksiyoner devletlere karşı özgür rejimlerin zaferi olarak değerlendirmek istemektedir.
Tekrar kısa çizgilerle özetlenecek olursa, demek ki Vambery, ilişkileri zedelenmeye başlamış İngilizlerle, Filistin'de bazı tavizler karşılığında Siyonistlerce desteklenen Osmanlıları birleştirecek, böylece bir yandan Rusların Orta Asya ve Ortadoğu’daki, diğer yandan da Almanya ve Avusturya’nın Doğu Avrupa. Balkanlar ve Ortadoğu’daki yayılmacılığına engel olunacaktı. Batının ve Doğu’nun en güçlü ve liberal rejimlerinin ittifakı sonucunda da yeryüzünde otokratik ve yayılmacı güçlere karşı caydırıcı nitelikte bir "devletlerarası kollektif güvenlik sistemi” oluşturulabilecekti.
Kısacası, belki de Vambery dünya için içte parlamentarizmin egemen olduğu ve dış alanda ise İngiltere ile Osmanlı Devleti'nin polislik yaptığı "yeni bir uluslararası düzen” kurmak düşü ve çabasındaydı. Ne var ki bu düzenin ekseni üzerinde kurulacağı İngiltere'nin Ortadoğu politikası Vambery programının tam tersi doğrultuda değişmiş, Londra Almanya'ya karşı Rus dostluğunu kazanmakta medet ummuştu. Üstelik. Whitehall Çarlığın isteklerinin ve geleneksel politikalarının doğrultusunda Osmanlı İmparatorluğunu iç isyanlar yoluyla parçalamaya yönelmişti. Bu gelişmeler Padişah'ı oldukça tedirgin etmiş. Siyonizm de dahil olmak üzere tüm azınlık hareketlerine ve ıslahat önerilerine karşı daha duyarlı olmuştu. İngiltere’nin sırt çevirdiği Padişah, XX. yüzyılın başında giderek gerginleşen devletlerarası politikada devlet gemisini "kesin tarafsızlık" rotasında tutamayacağını anlamış ve azametli Almanya limanına sığınmaya karar vermiştir. Durum Doğu da böyle iken. Batı da ardında güçlü Almanya'nın desteği ile Avusturya, Macaristan'ı tümüyle bünyesinde eritmeye hazırlanıyordu. Böylece Vambery dominosunun taşlarının tümü birbiri ardısıra düşmüş oluyordu.
Vambery’nin asıl trajedisi ise onun bu umutsuz çırpınışlarını bırakınız ailesinin sorunlarını çözümlemek için bitkin duruma düştüğü tarafların bile paylaşmamasıydı. İçine kapanık Macaristan'da Vambery, diğer ülkelerle olan ilişkilerinden dolayı daima kuşkuyla karşılanmış; hele Alman nüfuzunun arttığı son demlerinde kendisine "vatan haini" olarak bakılmıştı. Siyonistlerin lideri Dr. Herzl çoğu zaman onun samimi olmadığını kendisini oyalamaya çalıştığını düşünmüş; hattâ II. Abdülhamid'in huzuruna alınmasını sağlayan Vambery'ye bu hizmetinin maddî karşılığını gönderme görevini bile yerine getirmemişti. Ne var ki, yukarıda da gördüğümüz gibi Vambery, 1911'de Herzl'in ölümünün üzerinden yedi sene geçmesine rağmen, Siyonistleri BabIâli'nin yeni kiracılarına karşı kollamaktan kaçınmamıştı. İngilizler ise eğer onu ilk başta Osmanlılarla aralarında bir yumuşama sağlanabilmesi için isteklerine uygun bir arabulucu olarak görmüşlerse bile, daha sonraları Rusya'ya yakınlaştıkça, onu düşman kampına nüfuz etmiş gizli ve önemli bir istihbarat kaynağı bir "köstebek" olarak kullanacaklardı. Osmanlılar ise Vambery’nin İngiltere ittifakı projesinin akıntıya kürek çekmek türünden bir örnekle açıklanabileceğini anlamışlardı. II. Abdülhamid; Türk dostu olan Vambery'yi kısa zamanda kendi safına çekmiş, onun kanalıyla bazı mesajların "sahibinin sesinden" Londra'ya iletilmesini sağlamıştı. Yine de II. Abdülhamid Vambery'yi anlayan ve iyi niyetli çabalarını takdir eden yegâne patrondu. Ancak, Padişah. "Dost acı söyler" atasözünden hareketle onu İngiltere'nin asıl amacının ne olduğuna inandırmak için çaba sarfetmiş; Vambery İngilizleri ikna edebileceğini tekrarladıkça onunla çocuklar gibi kavga etmekten (ve sonunda barışmaktan) çekinmemişti. Ne var ki, doğru yol olduğuna inandığı ve adetâ kutsal bir misyon gibi kendini adadığı hedefine erişmek için yaşamının sonuna kadar tek başına mücadele edecektir. Öyle ki, son nefesini verdiği sabah, Londra Times gazetesinde İngiliz dış politikasını uyarıcı bir makalesi yayınlanmaktaydı.
Mim Kemâl ÖKE
 İstanbul 1997
Sh: 267-281
Kaynak: Mim Kemâl ÖKE, SARAYDAKİ CASUS- Gizli Belgelerle Abdülhamid Devri ve İngiliz Ajanı Yahudi Vambery, irfan Yayımcılık, İkinci Baskı 1998, İstanbul

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar