SARAYDAKİ CASUS - Gizli Belgelerle Abdülhamid Devri ve İngiliz Ajanı Yahudi Vambery
Hzl. Mim
Kemâl ÖKE
http://tr.wikipedia.org/wiki/Arminius_Vambery
Arminius
Vámbéry veya Ármin Vámbéry (Macarca: Ármin Vámbéry, Almanca: Hermann Vámbéry)
d. 12 veya 19 Mart 1832, Szerdahely/Avusturya-Macaristan İmparatorluğu (bugünkü
Slovakya); öl. 15 Eylül 1913, Budapeşte/Macaristan (esas adı: Hermann
Wamberger, Bamberger ya da Vamberger), Macar asıllı bir müsteşrik ve türkolog,
seyyah ve Büyük Britanya Krallığı emrinde bir casustu.
Profesör Arminius
Vambery: Doğumu 1831 ya da 1832 (tam olarak bilinmiyor); ölümü: 1913. Musevi
asıllı bu Türkoloğun bir insan yaşamına sığdırdığı kimlikleri (seyyah, kâşif,
derviş, öğretim üyesi, yazar, devletlerarası arabulucu, casus) ve misyonlar
(Orta Asya'da Türkoloji araştırmaları yapmak, Osmanlı Padişahı nezdinde
İngiltere hesabına ajanlık, İngiltere'de II. Abdülhamit'in sözcülüğü, Taymis
ile Boğaziçi arasında arabuluculuk, Siyonizm namına Filistin'de Musevi
Kolonizasyonunun propagandacılığı) bir araya getirilince ortaya en hayalperest
tarihî macera filmini bile gölgede bırakacak bir senaryonun çıkacağını ileriki
satırlarda okuyucu bizzat görecektir.
Biz Profesör Vambery ile
İngiliz Devlet Arşivi'nde (Public Record Office) araştırma yaparken tanışma
imkânını bulduk. Göz gezdirdiğimiz dosyalar bu ünlü bilim adamının bugüne kadar
bilinmeyen bir yüzünü bize tanıtacaktı. Yine aynı incelememizi Türk ve İsrail
belgelerini tarayarak sürdürürken bu sefer elimize geçen bazı kayıtların bize
Profesör Vambery'nin yaşamından başka renkli boyutlar kazandırdığını gördük.
Böylece topladığımız
günyüzü görmeyen materyalin çekiciliği ile Profesör Vambery'yi ayn bir çalışma
konusu yapmaktan kendimizi alamadık
"Saraydaki
Casus" isimli bu çalışmamız, yayınlandığı andan itibaren okuyucularımızdan
büyük ilgi gördü. Bilgim dışında sayısız baskıları yapıldı, takip edemedim.
Millet olarak galiba biz
komplo teorileriyle örülü casusluk öykülerini seviyoruz. Ne var ki, bu
senaryolan, "spekülatif tarih" diye küçümsemek de doğru değil. Daha
sonraları hem benim arkadaşlanmla yaptığımız ve İrfan Yayıncılık tarafından
neşredilen "Kutsal Topraklarda Casuslar Savaşı" adlı inceleme
hem de yabancı dillerde giderek artan istihbarat/dış politika ilişkisini
işleyen eserler (Mesela Peter Hopkirk’ ün yine Türkiye'de tutulan "Büyük
Oyun" u) belki de resmi demeseniz de "yazılmayan tarih"in
yanısıra bir de "derin tarih"in olduğunu hatırlatır gibiydi. Ve bu
aysbergin altı da su üstündeki buz parçasının şeklini de mi belirliyordu?
Histografıde gelinen
nokta, bu faktörün artık "evham" veya "kayıtdışı" tarih
olarak gözardı edilemeyeceğine işarat etmektedir.
Eser, bu itibarla, kendi
mazimiz açısından Ortadoğu'da olsun, Turan'da olsun casuslar savaşının ne denli
belirleyici olduğuna dikkat çeken bir belgesel olma özelliğini herhalde
taşımaktadır.
Mim
Kemâl ÖKE
İstanbul 1997
İstanbul 1997
XIX. yüzyıl Avusturya
Macaristan İmparatorluğunda Musevî uyrukluların doğumlarını kaydetmeleri yasal
olarak gerekmediğinden Vambery ailesi, ikinci çocukları küçük Hayim (veya
Hermann) için geleneklerin dışında bir işlem uygulamayı düşünmemişti. Bunun
için Profesör Arminius (Hermann) Vambery doğum yılını bilmediğini ilkini 1890
da, diğerini ise 1904‘te yayınladığı iki otobiyografisinde itiraf etmektedir
(1). Annesinin ifadesine göre Arminius, babasının koleradan ölümünden kısa bir
süre sonra, bir Aziz Yahya gününde doğmuştur. Katolik takviminin yardımıyla
bugünü 19 Mart olarak tesbit eden Vambery. doğum yılını bulmakta oldukça güçlük
çekmiştir. Kolera salgını 1830'lardan itibaren biriki yıl üstüste Macaristan'ı
kat ettiği için babasının ölüm, kendisinin ise doğum yılı büyük ihtimalle 1831
veya 1832 olmalıdır. Aile isimleri olan "Vambery” (aslı Wamberger) Prof.
Vambery'nin büyükbabasının Macaristan'a göç etmeden önce yaşadığı bir Alman
kenti olan Bamberg'den gelmektedir ki, bu isim zamanla değişerek tanınmış
müsteşrikin soyadını oluşturmuştur.
Hatıratından
çıkardığımız kadarıyla Vambery bugün
Çekoslovakya'nın Jurpri
Bratislave kenti olan St. Georghen kasabasında dindar bir Musevî ailesinin
çocuğu olarak doğmuştur. Annesi ona erken ölümü dolayısıyla göremediği
babasının yalnızca bağnaz bir kişi değil, fakat aynı zamanda ailesine karşı
olan sorumluluklarını ihmal edecek şekilde dinî konulara kendini adayan bir
araştırıcı olduğunu anlatacaktır. Çekingen yaradılışlı ve gözü kitaplarından
başka hiçbir şeyi görmeyen babası, ailenin geçimini sağlamak amacıyla bilhassa
annesinin özendirmesiyle sırasıyla haham yardımcılığı, manavlık, esnaflık ve
tüccarlık yapmaya, hatta bir han bile işletmeye kalkarsa da. bu uğraşlarından
hiçbirinde başarılı olamayacak, tutulduğu kolera illeti onu nefret ettiği bu
"bayağı" uğraşlardan alınca, genç karısı ve iki çocuğundan oluşan
ailesini büyük bir maddî sıkıntı içerisinde terk edecektir. Böylece, aile
reisliği görevini yüklenen zavallı kadın kısa bir süre sonra işlettiği hanın
kârı ile ölçüldüğünde başarılı bir işkadını olduğunu kanıtlayacaktır. Bir hayat
arkadaşının eksikliğini hisseden genç ve yalnız kadın, Vambery'nin "geçimi
kolay, iyi kalpli" diye okuyucularına tanıttığı Bay Fleischmann ile
yaşamını birleştirecektir. Evin geçimini sağlama konusunda Vambery nin
özbabasını hiç de aratmayan Fleischmann, karısının zoruyla denediği mesleklerde
herhangi bir maddî gelir elde edemeyince tek çıkar yolun ailesiyle
akrabalarının kendisine yardım edeceği doğum yeri olan Duna Szerdahely'ye
(bugünkü Dunjaska Streda, Çekoslovakya) yerleşmek olduğunu savunacaktır
(Çocukluğundaki "baba" figürünün güçlü bir kişiliğe sahip olan
annesine kıyasla daima ikinci planda kalması, Freud'un teorilerine uygun
olarak, Vambery’nin ileriki yaşamında da etkisini gösterecek, otoriter bir baba
olmaya özen gösterecek bu ailevî kompleksi yenmeye çalışacaktır).
Bir sabah sol bacağının
ağrısıyla uyanan küçük Arminius'un kalça kemiği kayırıştır. Annesinin onu
üfürükçülere. kırıkçıkıkçılara taşıması kâr etmemiş ve tüm yaşamı boyunca topal
kalmaya mahkûm olmuştur. Bu yüzden Vambery. fizikî sakatlığını zihnî uğraşlarda
elde ettiği başarılarla telâfi etmeye çalışmıştır. Daha sekiz yaşına
basmadan Almanca ve Macarca’nın yanında İbranice okuyup yazmayı öğrenmiş. Eski
Ahid'i ezberden okumayı başarabilmiştir. Profesör olduğu zaman on iki Batı
ve Doğu dilini bildiğini iddia ederek, filolojik yeteneğiyle her zaman
övünmüşlür. Ondaki bu yeteneği fark eden annesi oğlunu iyi bir eğitim görmesi
için Yahudi gettosunun dışında bir Protestan okuluna kaydeder. Annesine göre.
Arminius'un fikri gelişmesi St. Georghen'deki özel koleje gitmesine bağladı. Ne
var ki. bu okulun masraflarını karşılayacak maddi güce sahip değildi. Bundan
dolayı, Vambery bir yıl kadar çalışıp, öğrenimi için para biriktirmek zorunda
kaldı. Duna Szerdahely’den iki saat uzaklıkta olan Nyek'de Musevi bir hancının
oğluna okuma-yazma ve bazı önemli dinî bilgileri öğretti. Onbir yaşında hoca
olmuştu; ama aslında günde üç saatlik ders seanslarının dışında ev sakinlerinin
ayakkabılarını boyamaktan elbiselerini fırçalamaya kadar evin her türlü
angaryaları da onun zayıf omuzlarına yüklenmişti.
Düzensiz eğitimi boyunca
açlık ve sefalet yakasını bırakmaz. St. Georghen'deki Musevî cemaati önceleri
ona yatacak bir yer ve arada sırada sıcak bir kap yemek vermeyi kabullenir.
Fakat. Arminius’un Hıristiyan okulunda laik bir öğrenim görmesi bağnaz
Musevilerce hiç hoş karşılanmaz ve öğrenmek hırsı ile yanıp tutuşan bu genci
sokağa bırakıverirler. Bir süre parkta yatıp kalkan, daha sonra ise bunamış
karısını oyalasın diye kendisini kabul eden yaşlı bir şapkacının yanına sığınan
Vambery'nin yetersiz beslenmeden renginin solmaya ve bedeninin çökmeye
başladığını fark eden arkadaşları ona nasılsa acır ve birer birer her öğün onu
evlerinde yemeğe alıkoymaya başlarlar. Fakat arkadaşlarının bu iyi kalpliliğine
karşılık bazı hocaları, Yahudi kökenli oluşu nedeniyle, onu aşağılamaktan
çekinmezler. Birkaç kez de Hıristiyan halk onu sokakta alaya alır, hattâ
taşlar. Orta Avrupa’da giderek güçlenmeye başlayan Yahudi aleyhtarlığı
(Anti-Semitizm) akımına rağmen, annesi küçük Vambery’yi eğitim standardı yüksek
olan Hıristiyan okullarına göndermekte kararlıdır. Pressburg'da Benediktin
rahiplerinin kolejine de devam eden Arminius, dindar bir Musevî aile yaşamının,
yine aynı şekilde dinî hüviyeti güçlü olan Hıristiyan eğitim sistemi ile
çatışması sonucunda tüm manevî duygularını kaybeder. İleriki yıllarda kendisine
Müslüman bir hacı süsü vererek Orta Asya'yı dolaşacak olan bu sahte dervişin
metafizik tefekkür ve tahayyülâta girmeye, kendi ifadesine göre, ne vakti ne de
eğilimi vardır. Materyalist dünya görüşüne rağmen, ileride dinin eksikliğini
kavrayacak ve anılarında, belki de biraz pişmanlık duygusu ile karışık olarak. "Beni Cennet'e götürecek merdivenin bazı basamakları
kırık, bazıları ise eksik" diye yakınacaktır.
Yakasını bir türlü
bırakmayan maddî sıkıntıları dolayısıyla eğitimi için yeterli fonu
toparlayamayan küçük Arminius, bu nedenle okula bir süre ara vererek özel derse
gitmeyi dener. Sırtında birkaç yamalı elbise ve iri saman dolu uyku tulumundan
oluşan heybesi ile Macaristan'da iş aramaya başlar. Bir süre büyük şehirlerde
zengin ailelerin ahçı. bahçıvan ve diğer hizmetkârlarının aşk mektuplarını
kaleme alır, başkalarının duygusal serenadları için balkon altlarında şarkı
bile söyler. Günün modasına uyarak. Budapeşte kahvelerinde zaman öldürüp, ders
verecek öğrenci bekler. Birkaç başarısız çabadan sonra zengin bir ailenin
yanında o güne kadarki yaşamında hiç tanımadığı konforlu bir ortamda özel
öğretmenlik yapmaya başlar. Ne var ki. Vambery artık on sekiz yaşında bir
delikanlı olmuştur. Öğrencisinin 'yazdığını düzeltmek amacıyla’ ailenin biricik
gözbebeği "Miss Emily"nin elini biraz uzunca tutunca soluğu kapı
dışında alır ve parmaklarının ucundan kalbine doğru yükselen sıcaklığı gecenin
ayazında dindirmek zorunda kalır. Artık özel ders vermekten sıkılmış, macera
aramaktadır. Şark'ın esrarlı ve büyüleyici güzelliği genç Vambery'yi
çekmektedir. Bu arada annesi ölmüş, onu Macaristan'a bağlayan biricik neden de
ortadan kalkmıştır. Şimdi. Viyana'da kendisi ile tanıştıktan sonra Türkoloji'ye
yöneldiği ünlü doğubilimci Baron Joseph von Hammer Purgstal'ın tavsiyesine
uyarak 1857 yılının ılık bir Mayıs sabahı İstanbul'a doğru gemi ile hareket
eder. Tuna nehrini kal ederek Galatz'a, oradan Karadeniz yoluyla Haliç'e
ulaşacak olan bu zevkli ilk yurtdışı yolculuğunda gemide en ilgisini çeken
sahne güneş batarken namazını kılan Türk yolcular olmuştur. Bunlardan yaşlıca
olanı seccadesini katladıktan sonra, meraklı gözlerini kendisine diken genç
Macar gezginine yaklaşır. Vambery'in Türkçe konuştuğunu fark edince genç
adama çok makbule geçen bir yemek ısmarlayan ve yolculuk sırasında sohbetini
esirgemeyen bu Türk asilzadesi ileride tarihe pek çok tarihî eserin yazarı ve
II. Abdülhamid'in adliye nazırı olarak geçecek olan Cevdet Paşa’nın babasından
başkası değildir!
Cebinde hiç parası
olmadığı halde İstanbul, Beyoğlu'nda bir aşağı, bir yukarı gezinerek karnıını
doyurmanın yolunu arayan Vambery'yi, başındaki Macar işi tüylü şapkadan tanıyan
bir göçmen yurttaşı Bay Püspöki maceracı seyyaha yardımda bulunur ve onu evinde
bir süre için misafir eder. İş bulabilmesi için Püspöki Vambery'ye 1848
İhtilâli'nin başarısızlığa uğraması ile Türkiye'ye sığınan Macarların uğrak
yeri olan Cafe Flamm de Vienne e
gitmesini öğütler. Ne var ki. başarısız birkaç temastan sonra Vambery. "taşı
toprağı altın" olduğu inancının yaygın olduğu bu kentte maddî kazanç
kaynağının Avrupalılarla yoğun köşeler değil de, tersine Osmanlı mahallelerinin
tipik Türk kahveleri olduğunu derhal kavramıştır. Bir tabureye tüneyerek
kahvelerde nargilesini fokurdatan Osmanlıların karşısına meddah olarak geçen
Vambery, onlara hikâye masal türünden bazı olaylar anlatacak, şiirler okuyacak,
hattâ taklit bile yapacaktır. Gösteriden memnun kalan Türklerin kendisine
ikramı ile de kamını doyurmayı başaracak, kendini geçindirecek kadar para bile
kazanacaktır.
Beyoğlu kitabevlerindeki
ilânlandan Vambery'nin özel ders verdiğini öğrenen İstanbul beyefendileri,
günün modasına uygun olarak, Batı kültürünün temelini oluşturan dil öğrenimine
istekli olmaya başladıkları için maceracı Macar seyyahının talihi birden bire
parlar, bey, efendi, paşa köşklerinde o güne kadarki hayatında görmediği
konforun ve rahatın içine düşer. İlk beyefendilerinden olan Hüseyin Daim
Paşa'nın konağında Osmanlı aristokrasisinin yaşam tarzını, geleneklerini ve
teşrifat kurallarını gözlemleme imkânını bulan Vambery yalnız, kendi
ifadesiyle, "tipik bir Türk centilmeni" olmakla kalmaz, ayrıca
geleceğin Türkoloji profesörü olarak derslerinde kullanacağı ilk elden bir
deney birikimini gerçekleştirir.
Hüseyin
Daim Paşa'nın kendisine "Reşid Efendi" ismini takmasıyla 27 yaşındaki
Macar çelebisi Türklerin ve Macarların aynı kökenden geldiklerine ilişkin
Ural-Altay ırkbirliği teorisinin yaşayan bir delili olmuştur artık! "Türkiye'de
doğuştan aristokrasi (kan aristokrasisi) yoktur; aşağı tabakadan bir kişi de,
yetenekleri sayesinde sosyal merdivende yükselebilir, bir Müşir veya Sadrazam
olabilir"
diye yazan Vambery. Türkçe ve Türk kültürüne olan hakimiyeti ile Osmanlı Türk
yönetici toplumundaki bütün kapıların kendisine açıldığını itiraf ediyor,
böylece Türk kurumlarına olan hayranlığını dile getiriyordu. 1876 Kanunı
Esasîsi'riin mimarlarından Mithat Paşa'ya da Fransızca dersi veren Vambery bilmediği kelimeler için sözlüğe bakmayıp,
kendisine sormayı tercih eden öğrencisinin zekî, hayalperest ve enerjik bir
kişi olduğu görüşündedir.
Hüseyin Daim Paşa'nın
konağından eski Hariciye Nazın Rıfat Paşa’nın köşküne, oğlu Rauf Bey'e tarih,
coğrafya ve Fransızca dersleri vermek üzere taşınan Vambery, boş zamanlarında
bir medreseye giderek klasik Osmanlı bilimlerini öğrenme fırsatını da bulur.
Daha sonra Batı dillerine olan hâkimiyeti sayesinde Osmanlı Hariciye
Nezareti'nde tercüman olarak istihdam edilir; İngiliz ve İtalyan
büyükelçilerinin huzura alındığı bir gün, görüşmelerden sonra filolojik
yeteneklerinden dolayı Sultan Abdülmecid tarafından iltifatı hümayûnla taltif
olunur. Bu arada Vambery'nin yeteneklerini fark eden, bu yabancının istihbarat
ve gözlemlerinden yararlanmak isteyen batı basını onu İstanbul muhabiri yapar,
Reşid Efendi'nin Avrupa'nın yüksek tirajlı gazetelerinde yayınlanan yorumları
ilgi ile okunmaya başlar.
Öte yandan filolojik
alandaki çalışmaları Vambery'ye, Macarların karanlık tarihinin ancak Orta
Asya'da yapılacak incelemeler sonucu aydınlanacağına işaret ediyordu. Orta
Asya'dan gelen seyyah ve hacılarla görüştükçe Avrupa'da üzerinde pek fazla
birşey bilinmeyen bu yöreye bizzat gitmek isteği de o kadar artıyordu.
İstanbul'daki rahatı ne kadar iyi olursa olsun, bu onun macera arayan eğilimini
köreltmeye yetmemişti. Osmanlı payitahtını terk ederek, Orta Asya'ya yapmayı
düşündüğü bir gezinin tasavvurlarıyla dolu olarak Macaristan'a döndü (1861).
Muhabiri bulunduğu Budapeşte Bilimler Akademisi'nde Türkiye ile ilgili bir
konferans verdi. Akademi Başkanı Kont Emil Dessewffy'ye Orta Asya'ya gidip,
orada Macar dilinin kökenleri üzerine bir saha araştırması yapmak istediğini
belirtti. Akademi yönetim kurulunun muhalefetini de inandırıcı girişimiyle
aşmayı bilen Vambery. bu kurumun kendisine sağladığı 1,000 florin ile bir kez
daha Şark'a doğru hareket etti.
Reşid Efendi, karayolu
ile İran'a gelir (2). Tebriz-Tahran yolu ile ülkenin başşehrine giren Macar
seyyahın ilk durağı Osmanlı Sefareti olur. Burada Büyükelçi Haydar Efendi'nin
misafiri olan Vambery'ye her türlü ikram ve itibar gösterilir. Şiî İran'daki
Osmanlı Sefareti hem mekke'de hac görevini tamamlamış Sünnî Müslümanların
Padişah’ın kendilerine ihsanı olan ianeyi aldıkları, hem de eğer şikayetleri
varsa dile getirdikleri bir uğrak yeriydi. Vambery, dikkatleri üzerine çekmeden
ancak onlarla birlikte tehlikesizce Orta Asya'ya yolculuk edebileceğine karar
verdi. Kaşgarlı İmam Hacı Bilâl, dört Türkistanlı yoldaşı ile Osmanlı
Sefareti'ne nezâket ziyaretinde bulunmak için Tahran’a geldiklerinde onlara
evliyaların türbelerine yüz sürmek için
Orta Asya'ya gitmek istediğini, kendisini aralarına alırlarsa çok sevineceğini,
müteşekkir kalacağını belirtti. Sefir Haydar Efendi de Hacı Bilâl'ı
huzuruna kabul ederek, Vambery'nin Padişah hazretlerinin emaneti olduğunu
söyledi. Hacı Bilâl'in olumlu cevabından sonra Vambery, saçlarını kestirmiş,
fakirane giysisi, başında külâhı ve elinde delili ile tam bir derviş olmuştu. Sahte dervişe Haydar Efendi uygun bir Osmanlı pasaportu
da hazırlamıştı. Padişahın
tuğrasının Orta Asya'da bile ne kadar itibar gördüğünü, onsuz yolculuğa çıkmış
olsa idi sağ dönmesinin imkânsız olduğunu anılarında itiraf eden Vambery.
Haydar Efendinin kendisinin gerçek hüviyetini bildiği halde ona bu kadar
alicenâp davranması karşısındaki takdirini belirtmekten de. çekinmeyecektin
"Hıristiyan Avrupa'nın bir memuru hiçbir Mûslûmana bu kadar cömert
davranmazdı!"
Yine de Türkler onu bu
yolculuktan caydırmaya çalışmışlar, fakat Vambery'nin kararlılığı karşısında bu
tutumlarında ısrar etmemişlerdi. "Asil kalpli Türk dostlarından ayrılmak
bana zor geldi" diyen Vambery'ye asıl manevi desteği Tahrandaki İngiliz
temsilciliği sağlamıştır. Londra’nın İran Büyükelçisi Sir Charles Alison,
ülkesinin yayılma sahalarından biri olan Orta Asya'da neler olup bittiği
hakkında uzun zamandır herhangi bir haber alamamıştır. Rusya’nın Türkistan'ı
bütünüyle kendi nüfuz dairesine almasından kuşkulanmaktadır. İstihbarat
toplamak amacıyla Intelligence Service'in Orta Asya’ya göndermiş olduğu iki
İngiliz subayı, Conolly ve Stoddart, Buhara’da öldürülmüşler, Yüzbaşı Wybum ise
kaybolmuştur. Bu nedenle Alison, kendisine derviş süsü veren Vambery'nin ne
Türkmenlerin ne de Rusların şüphesini çekmeden Asya'nın içlerine nüfuz edebilme
şansının olduğunu fark etmiş ve maceracı Macar delikanlısına bu tehlikeli yolculuğu
başarıyla tamamlayabildiği takdirde İngiltere'de tüm kapıların kendisine
açılabileceğini belirtmişti (3).
28 Mart 1863'de sabah
namazından sonra besmele ile hacı kervanı yola düzülmüştü. İlk hedefleri, Hazar
Denizi'nin kuzey doğusundaki Mazenderân eyaletine bağlı Sarı şehri idi.
Yirmi bir kişilik hacı kafilesinde her yolcuya yetecek kadar merkep olmadığı
için "Hacı" Reşid zaman zaman binek hayvanından iniyor, onları
bindiriyordu. Bizim Topal Marco Polo'nun bu jesti, fakir hacılarda derin
şükran duyguları uyandırıyordu. San şehrine vardıktan sonra Karatepe'ye doğru
hareketlerine devam eden dervişler, Karatepe'ye ulaştıkların da Nurullah adlı
bir Afganlı'da misafir olmuşlardı. Ne var ki, Nurullah ve adamları Vambery'nin
gerek tavrından, gerek açık renk yüzünden kuşkulanmışlardı. Tereddütlerini
belirtince. Vambery sükûnetle şu cevabı verir:
"Bende dünya yı fâniye Çin'i vardır. İlhâmı Rabbani ile makamatı
mübarekeye yüz sürmeye giderim. Cenab-ı Hak müyessir kıla!"
Ertesi gün Gümüştepe'ye
gidecek olan bir Türkmen gemisi, hacıları Allah rızası için alıp karşı sahile
geçirmeye razı olur. O akşamı Hazar Denizi'ndeki Aşur adasında geçiren
Vambery'yi zorlu dakikalar beklemektedir. Aşur adası, Rus Çarlığının Orta
Asya'da ele geçirdiği toprakların güneydeki nihaî noktadır. Vambery’in
ifadesine göre, bu yöreye Rus'lar giderek nüfuz etmekte, fakat çevredeki
Türkmen oymakları ülkelerinin bu işgaline karşı kahramanca direnmektedirler.
Yer yer çarpışmaların olduğu bu yörede Vambery, iki düşman arasında kalmış
olmanın verdiği kuşkularla geceyi uykusuz geçirecektir. Hele
ertesi gün kendilerini bordalayan Rus savaş gemisinin mürettebatından bir subay
yüzüne dikkatli bakıp, büyük bir hayretle yanındaki arkadaşına "Bu ne biçim derviş? Nasıl
Türk? Rengine bakınız, hâline bakınız. Başka hacılara benzemiyor. Buna
esir etmiş olmasınlar?" dediğini duyunca nerede ise heyecandan yığılıp
kalacaktır. Meyse
ki, arkadaşı hacı kafilesinden birisinin elinde gördüğü tavlaya takılarak,
onunla meşgul olmaya başlayacak, böylece sahte derviş rahat bir nefes
alacaktır. "Dünyanın rüşvete en düşkün resmi memurları
Ruslardır" diye yazan Vambery, kaptanlarının subaylara uzattığı
kese ve paketleri aldıktan sonra savaş gemisinin ayrılmasına en fazla
sevinenler arasındadır.
Altın sarısı bir
kumsalda, kıyıya çıkan hacılar artık göçebe Türkmenlerin ülkesinde idiler.
Vambery’nin Türkmenlerin yaşamına ilişkin gözlemlerini konumuzun kapsamı
içerisine girmediği için burada ayrıca belirtmeyeceğiz. Yalnız, Vambery'nin
ilginç teşhislerinden biri. Müslüman Türkmenlerin dinî yaşamlarında eski
geleneklerinin izlerine de rastlandığı konusudur. Hacılar bu bölgede hâkim güç
olan Han Can’ın konuğu olacaklardır. Kendileri ne gösterilen özen ve
konukseverlikten çok utanan Vambery. Türklerin bu önemli millî özelliğini anılarında
söyle takdirle anacaktır: "Dünya yüzünde Türkler kadar konuksever,
misafir özleyen ve varım yoğunu ziyaretçisine harcayan bir millet daha yoktur.
Bilhassa Türklüğün özvatanı olan Orta Asya’da bu misafirperverlik kalemle ve
dille anlatılmaz hâl alır. Bizi de hangi obanın misafir edeceği kavgası ile
nerede ise kan dökülecekti.” Gümüştepe’de Buhara’ya gidecek kervanın
hazırlanmasını beklerken birçok hastalar bizim sahte dervişe başvurup iyi nefes
istiyorlar, ilaç yapmasını rica ediyorlar, hattâ muska bile yazdırıyorlardı.
Vambery ise onların bu isteklerini geri çevirmiyordu. Çevresindekileri
kuşkulandıracak herhangi hatalı davranışta bulunmaksızın gerçek bir derviş olup
çıkan Vambery. Allah'ın ona bağışladığı bu gizleme ve taklit melekeleri
sayesinde ileride gizli ajanlığa adımını attığı günlerde büyük işler
başaracaktı. Orta Asya’daki maceraları ise onun
için ileride üstad olacağı "casusluk" mesleğinin çetin bir staj
devresini oluşturacaktı.
Hiyve Hanı'nın
Türkmenlere bir iş için yolladığı bir manga muhafız dönüş yolculuğunda hacı
kafilesine eşlik etmeyi kabullenmişti. Hiyve yolculuğunda Vambery'nin bindiği
deve bir yaban domuzunu görüp, ürkünce sahibini düşürmüş ve zavallı sahte
derviş kendini bir anda domuzun keskin dişleriyle karşı karşıya bulmuştu. Bir
Türkmen yiğidi yetişip yaban domuzunu mızraklamamış olsaydı. Hacı Reşid in Orta
Asya seyahati acıklı bir olayla noktalanacaktı. Ölüm tehlikesinin üzerine bir
de dört günlük çöl yolculuğu Vambery'yi perişan etmeye yetmişti. Bu sıkıntılı
yolculuktan sonra Özbek ovalarında ağırlandılar. Hiyve'ye vardıklarında bu
muhteşem beldenin bütün kapısının iki yanına dikilmiş halk, hacıları alkışlarla
karşılamıştı. Hiyve'de aslen Osmanlı olup, tarikat pirlerinin hayatları
üzerinde dini araştırmalar yapmak üzere on yıl önce buraya yerleşen Şükrullah
Bey i ziyaret eden Vambery'yi Hariciye Nazırı AliPasa'nın konağın da bir kere
gördüğü bu Türk bilgini 'hemen tanımış.
Gözpınarlarından seller
gibi yaşlar dökülen sahte dervişe kucak açmış ve Hiyve Hanı'nı görmesi için
aracılık yapmayı vaad etmişti. Acımasız bir despot olan Seyyid Mehmet Han’ın
Sarayı'na kabul olan Vambery, bu ziyaretiyle kendisi hakkında çıkabilecek
kuşkuları gidermiş, hattâ hacı arkadaşların a Han'ın ihsanım da sağlamıştı.
Hiyve'deki gözlemleri içinde Vambery'nin tesbit edebildiği en ilginç konu,
kuşkusuz ki Orta Asya Türklerinin Batı Türk Hakanlığı (Osmanlı İmparatorluğu)
hakkında bilgi edinmek istek ve hasletleridir. Vambery, Doğu Türklerinin bu
meraklarını mümkün mertebe gidermeye çalışmıştır.
Hiyve Hanı, hacı
kafilesinin bütün yolculuk eksiklerini tamamlatmıştı. Buhara yoluna düşen
Vambery ve arkadaşları cennet kadar güzel bahçelerden geçerek, Orta Asya
içlerine doğru ilerliyorlardı. Yol üzerinde çilehanelere rastlayan Vambery, bu
tekkelerde Müslüman Türk ulemasının afyon illetinin pençesine düştüklerini
görünce üzülmekten kendini alamamıştır. Bir yüzyıl sonra dini, kitlelerin
afyonu olarak değerlendirecek Sovyet halefleri gibi Türk Orta Asyası'na hâkim
olmak isteyen Rus Çarlığı'nın emperyalist siyasetlerinin bir yöntemi de afyon
alışkanlığını Türk uleması arasında yaygınlaştırarak, Türklerin fikri
gelişimini önlemek, onları kitlevî intihara teşvik etmekti. Arkadaşı Hacı Bilâl
ona afyon tutkusunun Hanların sarayına ve
ordu saflarına girdiğini, afyonu tanımadan önce Hokand Hanlığı'nın atlıları
Ruslara göz açtırmazken, bu alışkanlıktan sonra Rusların üstün geldiklerini
söylemişti. Rusların Balkanlar'da ülkesi Macaristan ve Ortadoğu Orta Asya
kuşağında dostu Türkler hakkında beslediği emelleri bizzat gördükten sonra
amansız bir Rus düşmanı olan Vambery, hatıratında iç burukluğu ile Rusların
Türkistan'da bu kötü adetleri yaymak için giriştikleri propaganda ve gayretleri
görünce insanlık namına ne kadar üzüldüğünü kaydedecektir.
Ceyhun nehrini geçtikten
sonra bu sefer geride bıraktıklarından daha uzun ve kuru bir çöle girdiler.
Sıkıntılı bir yolculuk sonunda Hacı Oban'a
oradan da Buhara'ya vardılar. Bu kentte Hüseyin Halife tekkesinde
konakladılar. Vambery. Buhara'da onbeş gün geçirdikten sonra Hokand arabalarıyla
Semerkand'a gitmeyi tercih etti. Bu tarihî kentte de incelemelerde bulunduktan
sonra Vambery. Hacı Bilâl ve diğer arkadaşları ile helâlleşerek Herat üzerinden
Avrupa'ya dönüş yolculuğuna başlar. Tahranda onu dostları sevinçle karşılarlar.
Sir Charles (Alison) Orta Asya'daki gözlemlerini bir an önce kağıda dökmesini
önerir. Hazırlayacağı raporu, kendisine vereceği tavsiye mektupları ile
birlikte İngiliz Başbakanı Parmerston'a takdim etmesinin gelecekteki
"kariyeri" açısından büyük yararlar getireceğini imâ eder.
Vambery'nin devrialemi İngiltere'nin Orta Asya'daki amansız rakibi Rusya'nın da
dikkatini çekmiştir. Tahran'daki Rus Büyükelçisi von Giers, tecrübelerini
Romanofların hizmetine sunduğu takdirde kendisini Rusya'da "çok parlak bir
gelecek" beklediğini vaad eder. Anılarında "Çarlığın tüm hâzinelerini
cebime doldursanız, yine Rusya'ya duyduğum düşmanlığı silemezsiniz" diye
yazan özgürlük âşığı Vambery ise despotik Rusya’nın teklifini tereddüt etmeden
reddeder.
Üç ay Tahran'da kalarak
yorgunluğunu gidermeye çalışan Vambery, bir yandan da gezisi sırasında gizlice
Arap alfabesi ile fakat Macarca tuttuğu notlarına çekidüzen verir. 6 Nisan
1864'te Peşte'ye varmadan İstanbul'a uğrayan Vambery. Osmanlı payitahtında
Sadrazam Ali Paşa'yı da ziyaret etmeyi unutmaz. Onu sıcak bir ifade ile
karşılayan Ali Paşa'ya, isteği üzerine, Orta Asya'yı bilinmeyen yönleri ile
anlatır. Vambery'nin Orta Asya'dan ülkesi Macaristan'a getirdiği en ilginç
hediye Hiyve'de tanıdığı ve yakasını bırakmayan Molla İshak adlı bir Tatar'dır.
Kendisine İstanbul'a kadar yoldaşlık etmek isteyen bu garip Tatarı yanma alan
Vambery yi Osmanlı payitahtın da bir sürpriz beklemektedir: Kendisine
İstanbul'dan Mekke'ye gideceğini söyleyen Molla İshak. oldukça kaynaştığı
candan bağlandığı "sahib’ınden ayrılmak istemez, kanlı yaşlar döker.
"Fakat, sevgili dostum, ben kâfirlerin yaşadığı Frengistan'a gitmeliyim.
Orası sana çok tuhaf gelir" diyen Vambery'ye Tatar, "iyi kalpliler
kötü yerlere gitmezler" şeklinde bir cevap vererek ondan aynim aya cağını
anlatır. Böylece. OrtaAsya’dan edindiği bilgi ve tecrübelerini aktarmak üzere
Peşte Akademisi'ne girdiğinde Vambery'nin başında Mecidî bir fes arkasında ise garip bir Tatar vardır!
Akademi başkanı Kont
Emil Desewffy'nin iltifatlarına rağmen Macar bilim adamları ciddî bir akademik
kariyerden geçmeyen ve kendi kendini yetiştiren Vambery'nin bulgularını kimi
zaman alay, kimi zaman küçümsemeyle karşılarlar. Aslında Avusturya'nın
baskısını giderek arttırdığı bir ortamda Türklerle Macarların ırkî yakınlıkları
ve Macarca'nın kökenleri gibi konular aktüel olmaktan pek uzaktır. Değerinin
anlaşılmadığı kompleksinin benliğine hâkim olduğu Vambery çektiği sıkıntıların
ve atlattığı tehlikelerin ödülünü aramak üzere bu sefer de İngiltere'ye hareket
eder. Bu arada, yeterli maddî imkânlara sahip olamadığı için sadık dostu Molla
İshak'ı Peşte'de bıraktır. Dover ile Londra arasındaki demiryolu yolculuğunda
karşılaştığı yolculardan Bay "Smith" ona Orta Asya izlenimlerini
anlattırır, hattâ Londra'da onu parasını kendi vermek üzere Victoria Hotel'inde
mükemmel bir oda ayırtır, daha sonra ise özel bir daire tutarak kirasını öder.
"Bu Bay Smith kimdi? Bunu hiçbir zaman öğrenemedim" diye yazan
Vambery'nin bu "iyi kalpli" dostu aslında Intelligence Service'in
kendisini karşılamak için görevlendirdiği bir memurdan başkası değildi.
Aslında İngiliz
otoriteleri. Tahran'da Sir Alison'dan almış olduğu referansları birer birer
Kraliyet Coğrafya Derneği'ne (Royal Geographical Society) ve İngiliz Dışişleri
Bakanlığı'na takdim eden Vambery'den kuşkulanmaktaydılar. Vambery'in çöl
güneşi ile yanmış, rüzgârları ile kavrulmuş teni ve Türkçeyi kusursuz konuşması
nedeniyle onun bir Türk casusu olduğunu sanmışlardı. Neden sonra Vambery’yi
Peşte'den tanıyan bir ırkdaşı. General Krnetty aracılık edince ona İngiliz
sosyetesinin kapılarını açmışlardı. Böylece Vambery konferanslar vermeye,
yalnızca asilzadelere mahsus av partileri, balolar ve toplantılara katılmaya
başladı, İngilizlerin kendisi gibi bir kâşife gösterdiği ilginin bu ülkenin
empeıyalist eğilimlerinin doğal bir sonucu olduğunu düşünüyordu. İngilizler,
endüstri fazlalıklarını satacakları pazarlar ve ucuz hammadde kaynakları
kazanmak çabasındaydılar. Dikkatlerini ekonomik ve ticari potansiyeli olan bir
ülkeye diken İngilizlerin, bu ülkeyi sömürgeleştirme aşamalarını da Vambery
şöyle sıralıyordu: "Önce kâşifler, sonra misyonerler, daha sonra
tüccarlar ve nihayet bayrak!''
Elimizdeki belgelerden
Vambery'nin Taymis kıyılarında sıcak bir ilgi ile karşılandığı halde, kendisine
herhangi bir resmî görev verilmediğini çıkarıyoruz. İngiliz Dışişleri'nin gizli
istihbarat bölümü. Vambery'nin Orta Asya'da topladığı bilgileri, Royal
Geographical Society aracılığı ile edinmiştir. Lord Palmerston onu gerek
Carlton House'da. gerek 16 Belgrave Square'de Ağırlamışsa da genç adamı
Kraliçe'nin hizmetinde istihdam etmeyi düşünmemiştir. Bu görev ileride
Palmerston'un haleflerine düşecektir. Bu arada Vambery İngiliz sosyetesinin
katı ve yapmacık kurallarından sıkılmaya, bunalmaya başlamıştır. İngiltere'de
nefret etliği ikinci bir nokta da herkesin maddi çıkar beklenesi ile bir yerden
diğerine koşuşmalarıdır. Asya'daki manevî duyguların baskısından ve Şark
insanının ağırlığından da hoşlanmadığını itiraf eden Vambery. Doğu'da Batıyı,
Batı'da Doğuyu arayan, fakat aslında her iki dünyaya da yabancılaşmış bir
eksantrik tip olup çıkmıştır "Galiba en iyisi bu iki dünyanın köprü
noktasını oluşturan ülkeme dönmek olacak'" diyen
Vambery kitabının satışından kazandığı
parayı Londra'da jet sosyeteye ayak uydururken savurduğu için bir kere daha
cepleri boş olarak Macaristan'a döner.
XIX. yüzyıl Avusturya
Macaristan İmparatorluğunda öğretim üyesi adaylarının atanabilmeleri için
bizzat İmparator'un yüksek onaylarını almaları gerekiyordu Kaderini bu kez de
üniversite çerçevesinde devam ettirmek isleyen
Vambery, "son
derece iyi kalpli bir hükümdar" olarak tanımladığı Francis Joseph
tarafından huzura kabul edilir. "Çok sıkıntı çekmişsiniz. Bu mevkii
hakkınızdır" diyen İmparator, yine de Macaristan'da Şark dilleri öğrenmeye
talip olacak öğrencilerin bir elin parmaklarını geçmeyeceğini ekler. Buna
karşılık Vambery'nin cevabı da zaten genç profesör adayının tercihini
yansıtmaktadır. "Hiç öğrenci bulamazsam, o zaman sayın efendim, ben de
kendim öğrenirim." Gerçekten de Vambery, üniversite hocalığını araştırmalarını
sürdürebilmek için en uygun ortam olarak kabul ediyordu. İleriki yıllarda
Türkçe öğrenmeye hevesli yeni bir öğrenci gelince, ona bir Türkçe gramer kitabı
uzatmış ve "Bunu al, çalış, öğrendikten sonra bana gel" demişti!
Macar Üniversitelerinin özerkliği nedeniyle, bir akademik posta tayin
edilebilmek için İmparator'unkinden çok rektörün onayı gerekliydi. Bağnaz
Katoliklerin egemen olduğu Macar öğretim kurumlarına kökeni belirsiz bir
kişinin, üstelik bir Musevi'nin atanması pek olağan değildi. Rektör, "Senin
güvenilmez karakterin olduğunu bilmiyoruz mu sanıyorsun? Şark dillerine olan
bilginin eksik ve yanlış olduğunu, bu mevkiye hiç de lâyık olmadığını da
biliyoruz. Ne var ki, Majestelerinin emirlerini de çiğnemek istemiyoruz. Bu
görevi onun yüce girişimine borçlu olduğunu unutma" diyerek
karşılamıştı onu. Yine de rektör, Francis Joseph'in bu konudaki açık talimatına
rağmen, Vambery'yi boş olan profesörlük kadrosuna değil de. okutmanlık mevkiine
atamayı uygun bulacaktır. Sosyal statü bilincinde olan bir Vambery için bu
profesörlüğü elde etmek hiç de kolay olmayacaktır.
1865 ile 1885 yılları
arası Vambery'nin akademik yaşamındaki en verimli çağlarıdır denilebilir. Bu
dönem içerisinde Orta Asya ile ilgili birbiri ardına yayımladığı incelemeler
Macaristan. Türkiye. İngiltere, Fransa ve Almanya'da yayınlanmış, yazarına o
devrin en büyük Şark uzmanı olmak özelliğini kazandırmıştır. Bilimsel
çalışmaları yanında Avrupa'nın en yüksek tirajlı dergi ve gazetelerine siyasî
makaleler de yazan Vambery. artık dünya kamuoyunda aranılan bir isim olmuştur. "Çalışma
odamda geçirdiğim saatler hayatımda tattığım biricik mutluluktu." diyen
Vambery anılarında özel yaşamından, eşinden, Rüstem adını koyduğu oğlundan hiç
söz etmez. Fakat, biz Vambery'nin 1868'de. Profesör olduktan bir yıl sonra.
Peşte Üniversitesi patologlarından Prof. Lajos Aranyi'nin kızı Comelia ile
evlendiğini biliyoruz. Müşfik, basit, fakat evine düşkün bir hanım olan
Comelia’nın tanınmış doğubilimci tarafından ihmâl edildiğini tahmin etmek
herhalde güç olmayacaktır. Günlük yaşantısı çalışmaları çevresinde geçen bir
yazar için aile sorumluluğunu yüklenmek değil, kabullenmek bile zor olmalıdır.
Vambery'nin ifadesinden ailesini Peşte'nin en görkemli caddelerinden birinde,
nehre bakan bir dairede konfor içinde yaşattığı anlaşılıyor. Kendi gençliğinde
babasından ne maddî, ne de manevî bir yakınlık görmediği için Vambery ailesine
geçim sıkıntısı çekilmeyen bir yaşam tarzı vermesinin yeterli olacağı
düşüncesindedir, o kadar! Sabahları kalkar kalkmaz kalemini kuşanan Vambery,
günlük çalışma programında önce bilimsel çalışmaları gelir. Öğleden sonra ciddi
araştırmalarının yorgunluğunu ise siyasi makale yazarak çıkarır. Sekreterlerine
üç değişik dilde aynı anda üç ayrı makale dikte ettirdiğini savunan Vambery'nin
tek eksikliği alçakgönüllülük olsa gerek! Avrupa'nın her yöresinden konferans
vermek üzere davet üstüne davet alan Vambery', yine kendi anlatımı ile. bir
"sahne kahramanı" olmuştur. Gerek yazılarında ve gerek
konferanslarında Rusya'nın Ortadoğu ve Orta Asya'daki saldırgan emellerine
dünya kamuoyunun dikkatini çekmeye çalışan Vambery. özellikle İngiltere'de
büyük bir coşku ve takdirle karşılanır, onuruna ziyafetler verilir. Hattâ
Kraliçe Victoria’nın daveti üzerine 6 Mayıs 1889'da Windsor'da bile ağırlanır.
Kraliçe ona incelik gösterir, güneş batmaz imparatorluğun kurucusu hükümdar,
Vambery'in Orta Asya gözlemlerinden oldukça yararlanır.
BİRİNCİ
BÖLÜMÜN NOTLARI :
(1) Vambery'nin yaşamı, yayın sırası ile,
üç esere konu olmuştur: N. Tikhonov, Vamberi (Gürcüce), (Tiflis, 1931); Mağda
Vamos, Reşid Efendi (Macarca), (1966) ve Lory Alder/Richard Dalby, The Dervish
of Windsor Castle (İngilizce). (Bachman/Tumer: London, 1979). Yine de bu
hususta en iyi kaynağın Vambery'nin iki ciltlik kendi otobiyografisi olduğunu
(The Story of My Struggles, (Fisher Umvin: London/Leipzig, 1904) okuyucuyu
görecektir.
(2) Vambery’nin bu gezisi için, ayrıca
bkz. A. Vambery. His Life and Adventures, (Fisher Unwin: London, 1890) ve Bir
Sahte Derviş'in Asyayı Vusta'da Seyahati, (Vakit Matbaası: İstanbul. 1295). Bu
iki eseri Cemal Kutay, Sahte Derviş (İstanbul, 1970) adlı kitabında
özetlemiştir.
(3) Public Record Office (bundan sonra
P.R.O.). Foreign Office belgeleri (bundan sonra F.O.) 800/33, 5 Temmuz 1907.
İngilizlerin Vambery'den önce de derviş kılığında adamlarını Afganistan'a özel
misyonla gönderdiklerini biliyoruz. Bkz.: Ahmed Hamdi, Alemi İslâm ve
İngiliz Misyoneri: İngiliz Misyoneri Nasıl Yetiştiriliyor? (Müdafaa
Matbaası: İstanbul 1334).
Sh:11-32
İngiliz Avam
Kamarası’nın 20 Temmuz 1889'daki birleşiminde Huddersfield temsilcisi William
Summers, Dışişleri müsteşarı Sir James Ferguson'a Profesör Vambery'nin günün
Dışişleri Bakanı Lord Salisbury'nin ricası ile Padişah a özel bir misyon için
gittiği yolundaki söylentilerin doğru olup olmadığını, eğer bu söylentilerde
gerçek payı varsa tanınmış doğubilimcinin bu görevinin neleri kapsadığını
sordu. Yerinden ağır ağır kalkan müsteşar, duygusuz bir ifade ile kısaca,
"Bu sözlerin kesinlikle aslı yoktur» demekle yetinir. Oysa ki, daha bir ay
kadar önce Prof. Vambery, Lord Salisbury'nin emriyle İstanbul'da bulunmuş ve
Foreign Offlce'e Padişah II. Sultan Abdülhamid Han ve ülkesine ilişkin uzun ve
gizli bir rapor sunmuştu (1).
Vambery'ye verilen bu
görevin niteliğini açıklamadan önce II. Abdülhamid dönemine kadar olan
Türk-İngiliz ilişkilerine özetle değinmek, konumuz açısından yararlı olacaktır.
İngiltere'nin Osmanlı devleti ile ilgisi Türklerin Avrupa'ya girmesiyle değil,
Britanya İmparatorluğu’nun Yakın Doğu da önemli topraklar elde etmesiyle
başlamıştır. Kraliçe I. Elizabeth’in III. Murad’a William Harbome'u elçi olarak
göndermesi ile kurulan (2) fakat ticari anlaşmalarla sınırlı ilişkiler 1757’de
İngiltere'nin Hindistan’ı ele geçirişiyle siyasî ve stratejik bir önem
kazanmıştır. Bu tarihten sonra İngiltere’nin Yakın Doğu politikasının esası,
Avrupa için hem doğal kaynaklarıyla ekonomik, hem de Doğu'yla ulaşım bağlantısı
yönünden stratejik önem taşıyan Hindistan'ı güvenlik içinde tutmaktır (3). Osmanlı
İmparatorluğu ise Hindistan'a uzanan hem kara hem de deniz yollarının üzerinde
bulunduğu için Londra, başta Rusya ve Fransa olmak üzere bu bölgeye herhangi
bir başka devletin sarkmasını önlemiş ve giderek zayıflamakta olan Osmanlı
Devletinin toprak bütünlüğünü yabancı saldırılara karşı korumasına destek
olmuştur (4). 1798 yılında Napolyon Bonapart’ın Mısır'ı ele geçirmek
istemesiyle başlayan Türk-İngiliz işbirliği, 183941 'de Kavalalı Mehmed Ali
Paşa'nın ve 1853 de Rusya'nın emellerine karşı da başarıyla sürdürülmüştür.
Böylece, Palmerston ve Ponsonby dönemlerinde, Türkiye'nin toprak bütünlüğünün
ve bağımsızlığının korunması İngiliz dış politikasının mihenk taşı haline
gelmiştir.
Seleflerinin Türkiye'yi
Rusya'ya karşı güçlü bir baraj olarak görmesine rağmen, 1877'de iş başına gelen
Salisbury Kabinesi Osmanlı İmparatorluğu nun son günlerini yaşadığını düşünmeye
başlamıştı. 187778 Osmanlı-Rus Savaşı'nda Rusların batıda İstanbul, doğuda ise
Erzurum kapılarına kadar ilerlediklerini telâş ve panikle gözleyen Salisbury.
Türkiye’nin bir daha herhangi bir Rus saldırısına karşı dayanabileceği
konusunda kuşkuluydu. Yeni bir acil durumda İngiltere'nin Osmanlı Devletinin
yardımına koşması da güçleşmişti. Özellikle Doğu Anadolu'dan başlatılacak Rus
çıkartması karşısında İngilizlerin yardım etmesi mümkün değildi. Salisbury
"Biz balığız; donanmamız Ağrı’ya tırmanamaz ya!" diyordu (5). Bugüne
kadar İngiltere. Rus tehditlerine karşı donanmasını İstanbul'a göndereceğini
söyleyerek caydırıcı olmaya çalışmıştı. Buna karşılık Ruslar da aynı silahı
kullanmayı düşünmüşlerdi. Daha İngiliz donanması İstanbul'a ulaşmadan kendi
donanmaları ya Karadeniz Boğazından geçerek Osmanlı payitahtını vuracak, ya da
Türkiye'ye Kilyos’tan çıkartma yapacaklardı (6). Bu söylentiler Londra'da da duyulunca.
İngilizler İstanbul Boğazı'nın iki yakasındaki istihkâmın Ruslara geçit verip
vermeyeceğini merak etmeye başladılar. Eğer istihkâmlar yetersizse, Osmanlı
İmparatorluğu'nun işi bitmiş demekti ki o zaman izlenecek politika Türkiye’yi
boş yere desteklemek yerine Rusya'ya yakınlaşmaya çalışmak olmalıydı (7).
İngiltere'nin bir
yüzyılı aşkın süredir devam ettirdiği geleneksel Türkiye politikasını bir anda
tersyüz etmesi mümkün değildi. Böylesine dramatik bir değişiklik yapılmadan
önce, bütün haber-alma merkezlerinin zorlanarak Osmanlı Devleti ne ilişkin
olumsuz değerlendirmelerin doğrulanması gerekiyordu. Padişah la aralarındaki
anlaşmazlıkların aslında aşılması mümkün olmayan bir uçurum oluşturup
oluşturmadığı, uzlaşma ve işbirliği alanlarının var olup olmadığı tesbit
edilmeliydi. İngiltere 15 Eylül 1882’de Mısır'ı işgal etmiş, fakat bu fiilî
durumu Padişah kabullenmemiş; 1887'de bir antlaşma önerisi de İstanbul'a gelen
Sir Henry Drummond Wolffu Abdülhamid huzuruna almak tenezzülünde bile
bulunmamıştı (8). Eğer Mısır konusunda Padişah’ın iyi niyeti sağlanabilirse, o
zaman Türk-İngiliz işbirliğinin devam edebilmesi belki mümkün olabilir, hatta
Bismarck'ın da tavsiye ettiği gibi Türkiye. İngiltere, Avusturya-Macaristan ve
İtalya arasında Rus tehditlerine karşı Akdeniz'de statükonun korunmasını
amaçlayan Akdeniz Antlaşmalarına katılması teşvik edilebilirdi (9).
İngiltere İstanbul büyükelçileri bu bilgileri
Londra’ya aktarmaktan çok uzaktılar. Yıldız da kapalı kapılar ardına çekilmiş
mutlakiyet Türkiyesi'nin yegâne karar vericisi Sultan Hamid, yabancı devlet
temsilcilerinin kolaylıkla görüşebildikleri bir hükümdar değildi. Padişah,
elçilerle görüşmeyi kabul ettiği zaman bile onlara ancak klişeleşmiş cevaplar
veriyor, asıl görüşlerini daima gizliyordu. Bu durumda Londra'nın başta Mısır
olmak üzere Türkiye ile olan sorunların çözümlenebilmesinde arabuluculuk
yapacak, Osmanlı Devleti ile uzlaşma ve anlaşma imkânları kalıp kalmadığını
tesbit edecek ve gerçek politikası hakkında istihbarat toplayacak Padişah'ın
güvenini kazanmış resmî hüviyeti olmayan birisine ihtiyacı vardı (10).
İşte, ancak bu ajanın gayretlerinin sonucu İngiltere, Ortadoğu ve Akdeniz
politikasının dönüm noktasını yaşadığı bu günlerde Osmanlı Devleti’nin kaderi
ile ilgili bir seçim yapmak zorunda kalacaktı.
Dünyada
bu zor ve çetrefilli görevi yüklenecek cesaret ve yeteneklere sahip, Sultan
Hamid'in güvenini kazanmış tek kişi vardı ve o kişi de Vambery'den başkası
değildi.
Bundan önceki bölümde Vambery'nin filolojik yeteneklerinin onu bir derviş kimliğinde
Orta Asya'ya sağ olarak getirip, götürdüğünü görmüştük. Ayrıca, liberal Vambery
özgürlük şampiyonu olarak gördüğü İngiltere'nin Orta Asya'daki
"çağdaşlaştırma" çabalarının kalemiyle baş savunucusu kesilmemiş
miydi? Rus düşmanlığı, İngilizlere ve Türklere olan
dostluğu ile tanınan Prof. Vambery. Taymis ile Boğaziçi kıyılarını yeniden
birleştirecek bir köprü olabilirdi. En önemlisi. Vambery II. Abdülhamid gibi vesveseli ve herkesten
kuşkulanan, idaresi zor bir Padişah’ın güvenini kazanmış tek yabancıydı.
II.
Abdülhamid ile Prof. Vambery'nin ilk karşılaşmaları tanınmış doğubilimcinin o
zamanlar yalnızca "Reşid Efendi" olarak Padişah’ın kızkardeşi Fatma
Sultan'a bir perde arkasından özel Fransızca dersi verdiği 1858 yılına rastlar. Reşid Efendi, Fatma Sultan’a Fransızca küçük cümleler
yaptırıp, tekrar ettirirken zayıf, açık renk yüzlü bir şehzade de gelmiş,
hocanın karşısına ilişmiştir. Adının Hamid Efendi olduğunu sonradan öğrendiğini
itiraf eden Vambery bu şehzadenin, ağzından çıkan her Fransızca kelimeyi anında
kaptığını, hattâ bazen kendisine anlamadığı yerleri nezâketle sorduğunu
anılarında yazacaktır. Yine
Vambery'nin yazdığına bakılırsa, bir gün Çubuklu'da bir ağacın altına uzanmış
güç bir Farsça metni incelerken omuzuna sert bir cisimle dürtüldüğünü farkeder.
Arkasına dönüp baktığında karşısında kendisini bastonuyla uyaran Veliahd Aziz
Efendi’yi görecektir. "Böylesine sereserpe yatma terbiyesizliğini
nereden öğrendiniz?'' Vambery'yi utanç verici bu durumdan Aziz Efendi’nin
yanında bulunan yeğeni Hamid Efendi kurtarır. Veliahd amcasına, Vambery'nin kim
olduğunu anlatan Hamid Efendi, hocasının adına özür dileyerek olayı hemen
kapatır (11). Vambery, bütün yaşamı boyunca II. Abdülhamid’in kendisine
göstermiş olduğu bu yardımı unutmayacaktır.
Vambery sahte bir derviş
olarak Orta Asya’yı gezer, bu kıtada ilkel bir yaşam çerçevesi içine sıkışmış,
gururlu, iyiliksever ve misafirperver Türklere hayran kalır. Onların Rus
emperyalizminin pençesine düşmelerine için için üzülür. Hattâ, Vambery'nin
Türklere hayranlığı o derece ileridir ki, ırkdaşları Macarların tarihî
kökenlerini Türklerin geçmişleriyle birleştirme gayretleri, bazı yazarlara
göre, ancak bu duyguyla açıklanabilir (12). Gezisini tamamlayıp, ülkesine
yerleşen Prof. Vambery hiçbir zaman Türklerden kopmaz ve gerek Orta Asya’daki,
gerekse Yakın Doğu’daki dostlarının kaderi onun sürekli ilgi alanı içinde
bulunur. "Kendimi evimde hissettiğim bu ülkenin dert ve sıkıntılara
kayıtsız kalamazdım" diye yazan Vambery, her fırsatta dünya kamuoyunda
"İftiraya uğramış bu asil ulusu" kalemiyle savunmaya çalışır (13).
Yabancı basının kendi
kişiliği ve ülkesi hakkındaki yorumlarını büyük bir duyarlılık ve çoğu kez de
kaygı ile izleyen II. Abdülhamid. bu dostu tanımak ister. Nitekim, tarihini tam
olarak çıkartamamakla birlikte 1880 lerde Padişah, onun Türkiye’ye çağırır. Bir
zamanlar serseri gibi dolaştığı İstanbul sokaklarında büyük bir ihtişamla
karşılanan Vambery, Padişah’ın özel konuğu olarak Yıldızda ağırlanır.
Vambery’nin Saraya nüfuz ettiğini gören Salisbury 1888 yılında kendisini
Foreign Office'e çağırıp. ona Padişah nezdinde yukarıda ana hatlarıyla
açıkladığımız görevi verir. Türk-İngiliz dostluğunun giderek tehlikeli
boyutlara ulaşan Rus yayılmacılığı karşısında önemli bir baraj oluşturacağına
inanan Vambery bu göreve inançla ve sevinçle yaklaşır. Gelişmelerin bundan
sonraki safhalarını Vambery'nin kendi kaleminden izlemek daha doğru olacaktır:
Sh:35-40
Diğer yandan ise Herzl. 19
Mayıs 1901‘de Yıldız Sarayı Selâmlığında Padişahın huzuruna alındı. Mabeyin
teşrifatçısı İbrahim Bey'in tercümanlığı ile II. Abdülhamid'e Batı ülkelerinde
ırkdaşlarının uğradığı haksızlıkları ve çektikleri zulümleri anlatan Dr. Herzl.
Musevi uyruklarına göstermiş olduğu iyilik ve adaletten dolayı Padişah’a Dünya
Yahudiliğinin şükranlarını iletti. Bunun üzerine Sultan Hamid. imparatorluğunun kapısının
Musevi göçmenlere açık olduğunu söyler. Ziyaretinin ana gayesine
gelince, Dr. Herzl Osmanlı ülkesinin Mezopotamya’da bulunan petrol yatakları,
altın ve gümüş madenleri, verimli toprakları ile ileri düzeyde ekonomik
potansiyelinin olduğunu hatırlattı. Fakat tüm bu zenginlikler Avrupa devletleri
tarafından sömürülmekteydi. "Avrupalılar buraya sırj kendilerini kısa
zamanda zengin etmek ve ülkelerine dönmek için gelmektedirler" diyen Dr.
Herzl. Berlin-Bağdat demiryolu projesini alan Alman sanayicilerin. Reji
idaresini ellerine geçirmiş olan Fransız bankerlerinin Türkiye'nin çıkarlarını
düşünmedikleri, sadece kendi ceplerini doldurduklarını belirtti. Herzl'e göre.
Büyük Güçler Türkiye’yi boyunduruk altında tutabilmek için ülkenin ekonomik
kalkınmasını engellemekteydiler. Oysa bu ülkenin ihtiyacı İsrailoğullarının
bilgi, yetenek ve imkânlarıydı. Filistin'de yerleşmeleri kabul edildiği
takdirde. Yahudiler Osmanlı mâliyesini Batı'nın vesayetinden kurtarabilir ve
"devleti âliyye'yi kalkındıracak iktisadı hamlelerin gerçekleştirilmesini
sağlayabilirlerdi.
Herzl'i
dikkatle dinleyen II. Abdülhamid. ona Osmanlı borçlarının konsolide edilmesi
için bir plan hazırlamasını söyledi. İstanbul'dan ayrılışından tam bir ay sonra
Dr. Herzl, Sultan Hamid e planını sundu. Dr. Herzl. II. Abdûlhamid'e yazdığı
bir mektupta biriki yıl içinde Musevî bankerlerin Avrupa borsasındaki tüm
Osmanlı borçlanma tahvillerini toplayabileceklerini yazdı. Aynı
mektupta. Türkiye’de ziraat, endüstri ve ticaret hayatını geliştirecek bir
Osmanlı-Musevî Şirketinin kurulmasını da önerdi. Bu çalışmalara başlamanın tek
koşulu ise Padişah'ın Yahudilere Filistin'de yerleşme ve özerk idare kurma
hakkını tanımasıydı. Fakat, II. Abdülhamidin cevabı yine red olacaktı.
Padişahın
katı tutumu Herzl'i karamsarlaştırmıştır. Vambery ise Herzl’e
kuşkularında haksız olduğunu tekrarlar. Zaten Padişah'la görüşmesinden sonra
Herzl. Vambery ile Innsbruck treninde dertleşme imkânını bulmuştur. Vambery,
Mühlback istasyonunda Herzl'e katılmış. beraberce Franzensfeste'ye (şimdi
Fortezza, İtalya) kadar birlikte yolculuk etmişlerdir. Bu yolculuk sırasında
Herzl, İstanbul izlenimlerini rapor etmiş, Vambery de ona "Sen çok asil
bir misyon üzerinde yürüyorsun. Endişelenmem gereksiz." diyerek
Siyonist lidere moral vermeye çalışmıştır. (27) Vambery'nin diğer mektupları da
aynı mesajı yansıtmaktadır: "'Olaylar
olgunlaşıyor, sevgili Dori, yakında ideallerinin gerçekleştiğini
göreceksin." (28)
Fakat, aradan uzun zaman
geçmeden Vambery de kuşkularını yenemeyecek ve İstanbul’dan herhangi bir haber
gelmemesini "durumun tehlikeye gittiği" şeklinde yorumlayacak: bunun
da nedeni olarak Büyük Güçlerin Şark Meselesini bir an önce çözüme ulaştırmak
üzere Osmanlı Devleti ne müdahalelerini gösterecektir. (29) Bir sonraki
mektubunda ise Vambery, İngiltere’nin İsrail projelerini
"hançerlemeye" çalıştığını savunacaktır.
İngilizlerin bu iddia
ettiği davranışı Vambery'yi oldukça sinirlendirmiştir. Herzl'e "İsrail
projesinin ilk adamını teşkil eden Siyonizmi Yıldıza sokmayı başardım; bu işlen
siz isteseniz bile ben vazgeçemem" diyerek kesin tavrını ortaya koyar.
(30) Bir sonraki mektubunda ise İstanbul'daki Alman ve Avusturya
büyükelçilerinin Siyonizm davası aleyhine dolaplar çevirdiklerini yazar ve
onların etkisinde kaldığı için Padişah'a kızgınlığını dile getirir: "Cohn
zayıf bir insandır; ona karşı onun silahlarını kullanarak savaşmamız gerek ve
savaşacağız... Eylülde aşağıya indiğimi duyarsanız, zaferin yakın olduğunu anlayınız."
(31) Bunu izleyen mektubunda yine Vambery. Padişah’ın "Çevresindeki kötü
ruhları bertaraf etmedikçe başarılı olamayız" demektedir ve bunun için de
İstanbul'a bizzat gitmesinin önemli olduğunu vurgulamaktadır. Ancak, İstanbul'a
gitmesi için Padişah’ın kendisini davet etmesini beklemek lâzımdır. (32)
Vambery, Herzl'den
İstanbul'a hareket etmeden Filistin'de Musevî kolonizasyonuna izin verileceğine
ilişkin Padişah'ın imzalamasını istediği beratın Fransızcasını en kısa zamanda
kendisine ulaştırmasını beklemektedir. (33) Bu arada Vambery, Herzl'i
Filistin’e yerleştikleri takdirde siyonistlerin kendi para birimini basma
fikrinden vazgeçmeleri bunun Padişah'ın hükümranlığı ile çelişeceğini; hele
ayrı bir bayrak konusunu kesinlikle gündeme getirmemeleri için uyarmıştır. II.
Abdülhamid'den ümit kesipde ola ki, Avrupa'daki Jön Türk hareketine yanaşmayı
hiçbir suretle düşünmemesini tavsiye ediyor: Çünkü, Vambery'ye göre, "Jön
Türk hareketi acıklı bir karışıklık içindedir." (34)
Vambery, Jön Türklerin Ermenilerden sonra Siyonistlerle
de ortak bir cephe oluşturmaya çalışacaklarını doğru tahmin etmiştir. Nitekim,
önce Abdullah Cevdet, daha sonra ise Ali Nuri Bey kendisini Viyanada'da ziyaret
ederler.
Herzl'in günlüğüne bakılırsa. Ali Nuri Bey İsveç'te
doğmuş, yirmiyi aşkın yıl Türkiye'de yaşamış bir Jön Türk olarak kendini
tanıtır. Herzl'i ortak etmek istediği projesi müthiştir: Bin silahlı adam
taşıyan iki muhrip Boğaziçi'ne açılacak, Saray'ı topa tutmak tehdidiyle II.
Abdülhamid'i devirecektir. Bu tasarının malî portresi ki bunu Ali Nuri Bey
5.000 sterlin olarak hesaplamıştır. Siyonistlerce karşılanacaktır. Herzl,
Vambery'in sözünü dinleyerek, Jön Türklerle işbirliğini reddeder. (35)
Ancak, aynı Vambery,
kendine özgü bir kızgınlık anında Herzl'e yazdığı bir mektupta sahtekârlıkta ve
ihtirasta on Yahudi, onbeş Ermeni ve yirmi Rum'a bedel olan ve Siyonizm
davasını engellediğini sandığı Arap asıllı İzzet Holo Paşa'yı devirmeyi
planladığını yazacaktır. (36) Herzl ise buna karşılık, "İlahi Vambery
amca, gençlik dinamizmi ve cesareti içinde olmanız beni çok mutlu etli. Tanrı
sizi bağışlasın!" diyerek muziplikle bu projeyi de savuşturmayı
bilecektir. (37)
Bütün bu heyecanlı
bekleyişten sonra Yıldız dan yeşil ışık yandı. II. Abdülhamid ile görüşmesinin
üzerinden bir yıl geçmeden (5 Şubat 1902) Yıldız'dan bir telgraf alan Dr. Herzl
acele olarak İstanbul'a çağrılmaktaydı. (38) Hemen
İstanbul'a gelen Dr. Herzl'e Mabeyin ikinci kâtibi İzzet (Holo) Paşa. II.
Abdülhamid'in imparatorluğunun kapılarını Musevî göçmenlere açmaya hazır olduğunu
söyledi.
Ancak, bu gelenler Osmanlı uyruğuna geçmeyi daha başlangıçta
kabul ve beyan edeceklerdi. Bu takdirde Musevilere Filistin dışında her yerde
kolonizasyon izni tanınacaktı. Buna karşılık ise, Siyonistler bir sendika
kurmak suretiyle Osmanlı borçlarını konsolide edecek ve halen varolan ve bundan
sonra da bulunacak olan tüm madenlerin işletilmesini üzerlerine alacaklardı.
Filistinsiz bir imtiyazı derhal geri çeviren Dr. Herzl. Sultan Hamid’in bu
önerilerinin. Osmanlı İmparatorluğunun tüm borçlarını tasfiye etmek için.
Musevileri harekete geçirmeye yeterli olmadığını söyleyerek, bir kez daha
anlaşmaya varamadan İstanbul'dan ayrıldı.
Aynı yılın Temmuz ayında
Londra'da bulunan Dr. Herzl, Osmanlı Büyükelçiliğinden arandığını öğrenince,
önce şaşırır, fakat daha sonra kendisini toparlayarak Kostaki Antopulos Paşa
ile buluşur. Bu kez, Herzl'e II. Abdülhamid'in şifahî mesajını ileten Antopulos
Paşa, Siyonist liderine Osmanlı borçlarının tasfiyesi için Fransızlarla
anlaşmak üzere olduklarını, fakat Museviler daha iyi koşullar önerirlerse bu
projeyi onlara havale edebileceklerini söyler. Buna karşılık olarak ise,
Padişah'ın eski geleneği doğrultusunda Yahudilerin adalet ve himayesini
esirgemeyeceğini bildirir.
Bunun üzerine zaman
kaybetmeden İstanbul'a varan Dr. Herzl, yeni bir konsolidasyon planını içeren
ayrıntılı bir muhtıra hazırladı. Bu muhtırada Herzl, banker arkadaşlarının,
Osmanlı borçlarının birikmiş faizlerinin ödenmesi için bir buçuk milyon
sterlini temin etmeye söz verdiklerini belirtti. Ayrıca, Musevi bankerler
birleşip, konsorsiyum oluşturacak, böylece 30 milyon sterlin tutarında olan
Osmanlı borçlanma tahvillerini borsadan toplayacaklardı. Bu Avrupalı tahvil
sahiplerinin paralarının karşılığını almaları demektir. Böylece. Osmanlı
İmparatorluğu Batılı alacaklıların mengenesinden kurtulacak, "düvel i muazzama” nın yasal baskı aracı olarak kullandığı ekonomik
temellerin yıkılmasıyla Osmanlı Devleti "tam bağımsızlığına"
kavuşacaktı.
Herzl, bu maddi yardımın
karşılığı olarak II. Abdülhamid'den. Hayfa da dâhil olmak üzere. Akka
sancağının Siyonistlere verilmesi için gerekli izni istiyordu. II.
Abdülhamid'in Filistin'i elden çıkarmamak için son derece duyarlı olduğunu
gören Herzl, bu kez Akka ile
yetineceğini bildirmişti. Karatodori Paşa tarafından tercüme edilen bu muhtıra
önce Padişah, daha sonra da Sadrazam tarafından incelendi. "İyi kalpli,
babacan, fakat oldukça kurnaz" dediği Said Paşa ile de görüştükten kısa
bir süre sonra Dr. Herzl. Osmanlı borçlarının tasfiyesi işinin Fransız Maliye
Bakanı M. Rouvier'e bırakıldığını öğrendi. Bu durum karşısında Herzl. Sultan
Hamid tarafından aldatıldığını. Rouvier'den daha iyi koşullar elde etmek
isteyen Padişah'ın kendisini kullandığını sandı. Bu olayı zikreden diğer
eserler de Herzl'in bu kanısına dayanarak, II. Abdülhamid’in Siyonistlerle
giriştiği malî müzakerelerde samimi davranmadığını iddia etmişlerdir.
Bu
görüşlere karşılık, II. Abdülhamid’in malî konularda Siyonistlerle anlaşmak
istediğine dair bazı kanıtlar görmezlikten gelinmemelidir. Şöyle ki. II. Abdülhamid Herzl'e
Mezopotamya petrolü de dâhil olmak üzere tüm Türkiye madenlerinin işletilmesini
Musevi kuruluşlarına verebileceğini söylemişti. Osmanlıların
ülkelerindeki zengin doğal kaynakları işletmek için ne paraları ne de
teknolojileri vardı. Bu kaynakların ülkenin ekonomik kalkınması için devreye
sokulması ancak yabancı sermayesinin katkısıyla gerçekleşebilirdi. Ne var ki,
Osmanlılar yabancı sermayeye güvenmiyorlar ve Avrupa’nın bu olanağı Türkiye’de
bazı siyasal çıkarlar elde etmek için kullanacağından korkuyorlardı. Bu yüzden,
II. Abdülhamid, ülkedeki madenlerin işletilmesi Musevi kuruluşlara verilirse,
onların sadece ticari amaçla hareket edeceklerini düşünmüş olabilir.
Daha da önemlisi,
Herzl’in Düyunu Umumiye’nin Konsolide edilmesi projesi Sultan Hamid’i oldukça
cezbetmişti. Tahta çıktığı zaman İmparatorluğun dış borçlarını ödeyemeyecek
duruma geldiğini gören Padişah, "Muharrem Kanunnamesi” ile Avrupalı alacak
sahiplerinin temsilcilerinden oluşan bir kurumun İstanbul'da kurulmasını kabul
etmiş ve bu kararıyla Osmanlı mâliyesinin Berlin Kongresinde (1878) öngörüldüğü
gibi uluslararası bir komisyonla denetim altına alınmasını önlemişti. Bu kararı
alan Padişah’ın tüm saltanatı boyunca izlediği maliye siyaseti
"makul" ve "tutumlu" olarak adlandırılabilir. II.
Abdülhamid devri borçlanmalarının öncekilere nazaran daha mütevazi olduğunu ve
sağlanan kaynakların borçların tasfiyesine, bütçe açığının kapatılmasına,
askeri ihtiyaçlara ve demiryolu yapılmasına ayrıldığını söylemek mümkündür.
Padişah’ın başarılı malî siyaseti ile Osmanlı borçlarının giderek erimesine
kailin, II. Abdülhamid, Avrupa'nın Düyunı Umumiye yönetimi yoluyla Osmanlı
İmparatorluğu'nun İktisadî kaynaklarını sömürdüğünü aynı zamanda ülkenin iç
işlerine karışak devletin egemenliğini zedelediğini düşünüyordu. Gerçekten de,
Düyûnı Umumiye ülkenin vergilerini toplayan, tekeller işleten, demiryolu
şirketlerine parasal güvenceler veren bir kuruluş. Batı Emperyalizminin ileri
karakoluydu. II. Abdülhamid'in en fazla korktuğu ise Osmanlı Devleti'nin dış borçlarını
ödeyemediği için 15 Eylül 1882’de İngiltere tarafından işgal edilen Mısır'ın
kaderini paylaşmasıydı. Bunun için. Padişah Herzl'in planıyla ilgilenmişti. II.
Abdülhamid, Siyonistler için, "Teklifleri devletin Düyûnı Umumiye'sini
kamilen deruhte etmek idi. Güzel bir şey, zira Düyünı Umumiye, bir gün gelip de
borçlarımızı ödeyemez isek, devletin mâliyesini murakabeye almak gibi bir
tehlike mevcuttur" demişti.
Malî konularda
Padişah’ın tüm olumlu tutumuna karşın, Osmanlılar Herzl'in isteklerini yine reddetti
ve böylece Siyonist lider bir daha gelmemek üzere Türkiye'den ayrıldı. Herzl'in
Osmanlılarla anlaşamamasının nedeni " Konsol idasyon" ile
"Kolonizasyon" projelerini birlikte değerlendirmesi, birincisinde
göstereceği çabalara karşılık olmak üzere Padişah'tan İkincisini istemesi idi.
Oysa, Osmanlılar "Konsolidasyon" ile "Kolonizasyon"
sorunlarını birbirinden ayn iki sorun olarak görüyorlardı. Sultan Hamid
Herzl'in Siyonistlerin lideri olarak değil Osmanlı borçlarının tasfiyesini üzerine
alacak Musevi banka ve bankerlerle gerekli teması sağlayacak bir arabulucu
kimliğinde huzuruna kabul etmişti. Padişah. Osmanlı borçlarının ödenip,
devletin mâliyesini Düyûnı Umumiye'nin denetiminden kurtarabilmek için
Musevilerden yararlanmayı düşünmüştü. Musevilere bu hizmetlerinin karşılığı
olarak yeni borçlanma tahvilleri verilecekti. Sultan Hamid. Musevilerin hiçbir
hükümetin sultasında olmadıklarını düşünüyor ve onlara borçlanmanın hiç bir
siyasal sakıncası bulunmadığını sanıyordu.
Herzl
ise siyasal bazı istemlerde bulunmuştu. II. Abdülhamid, Yahudi göçmenlerin
Babıâli tarafından saptanan yörelere yerleştirilmesine karşı değildi. Fakat,
devlet kurmak amacıyla Siyonistlerin Filistin'de iskân edilmelerine izin
veremezdi. Nitekim. Osmanlı Devleti'nin Washington elçisi Ali Ferruh Bey, 24
Nisan 1899'da yöresel bir gazeteye verdiği demeçte Osmanlıların bu konudaki
düşüncesini açıklamış ve "Hükümetimiz, Arap memleketlerinin hiçbir
bölümünü satmak niyetinde değildir. Ceplerimizi milyonlarca altınla doldursalar
bu kararlılığımızdan geri dönemeyiz” demişti. Aynı demeçte, Osmanlı
borçlarının her yıl azaldığına da değinen Ali Ferruh Bey, bütçe gelirlerinin
hızla arttığını, bu nedenle artan talebi karşılayabilmek için İktisadî
düzenlemeler yapıldığını söylemiş ve "Binaenaleyh, Filistin'in satın
alınma hususu Maliye Nazırımızı ilgilendirmez, o siyasî bir meseledir"
diye eklemişti. II. Abdülhamid. Siyonizmi siyasal bir sorun olarak görmüş ve
Musevilerin kitlesel olarak Filistin'e yerleştirilmelerinin İmparatorluk içinde
yeni bir milliyetçilik akımı ya da başka bir deyişle bir "Yahudi Sorunu”
doğurmasından kuşkulanmıştı. İkinci olarak padişah, "düveli
muazzama"nın ülkenin üzerindeki nüfuzunu arttırmasından çekiniyordu.
Bir başka çalışmamızda
belirttiğimiz gibi II. Abdülhamid; Siyonizme karşı tespit edilecek politikanın
ana hatlarını bizzat kendisi çizmişti. 28 Haziran 1890 ve 7 Temmuz 1890 tarihli iki iradesiyle
Sultan. Siyonistlerin "memâliki şahaneye ademi kabullerinin vacip,
geldiklerini memleketlere iade edilmelerini münasip olduğunu" bildirmiş
ve "teferruatın meclisi vükelâca müzakere edilip, ciddi ve kesin bir karar
verilmesini" emretmişti. Nitekim, kabine toplanmış, konuyu
tartışmış ve Siyonizme karşı "istisnaî tedbirler" almıştı. Buna göre,
dört kısımdan oluşan bu önlemler paketinin uygulanması için nezaretler arasında
işbölümü yapılmıştı.
Hariciye Nezareti yurt
dışında tüm diplomatik gayretini göstererek Siyonizmin diğer devletler
tarafından benimsenmesine engel olacak, "düveli muazzama ‘nın Dr. Herzl ve
taraftarlarını Filistin doğrultusunda özendirmemesine çalışacaktı. Bu arada
Dahiliye Nezareti ise, Siyonistlerin Filistin'e girişini önlemek için gerekli
tedbirleri alacak, valileri haberdar edecek, herhangi bir durum için güvenlik
kuvvetlerini hazır tutacaktı. Dahiliye Nezareti’nin çabalarına rağmen
Filistin'e sızan Yahudileri kapitülasyonlardan muaf tutmak ve yabancı
himayesinden yoksun bırakmak BabIâli'ye düşmüştü. Babıâli. Siyonistleri Osmanlı
uyruğuna geçirmek suretiyle denetimine almak. hiç olmazsa girişlerinden meydana
gelecek zararı asgariye indirmek istiyordu. Son olarak da Defteri Hakâni Nezareti, göçmenlerin
Filistin'de arazi satın almamaları için uyarılmıştı. Bu son iki yöntemle
İstanbul Hükümeti. yabancı milliyeti elde edemeyen ve toprak satın alamayan
Siyonistlerin amaçlarından vazgeçerek Osmanlı İmparatorluğu nu terk
edeceklerini sanıyordu.
Herzl'in
Osmanlılar nezdindeki son başarısız girişimin den sonra Sivonistler. II.
Abdülhamid le anlaşabilecekleri hakkındaki umutlarını yitirdiler. 1903 yılında ise İngiltere hükümeti.
Siyonistler Doğu Afrika'daki
sömürgelerinden biri olan Uganda'yı teklif edince. Herzl Altıncı Kongre yi (23
Ağustos 1903. Basel) topladı. Kongre
de İngiltere'nin önerisinin fikir ayrılıklarına neden olduğu görülünce Herzl, "Bizim Erez İsrael [Filistin] hakkındaki
görüşlerimiz değişemez ve değişmeyecektir; Uganda, Siyon değildir ve hiçbir
zaman olamaz. Bu öneri ıstıraplarımızı geçici bir süre unutturacak bir imdat
önlemidir" der. Yoğun tartışmalardan sonra Uganda önerisi oya
sunulur; 98 çekimser, 178 red oyuna karşın 295 oyla kabul edilir. Bunun
üzerine, oradaki yaşam koşullarını saptamak amacıyla Doğu Afrika’ya bir
araştırma ekibi yollanır. Bu ekip çalışmalarını tamamlamadan, Uganda projesine
cephe alan Siyonistler Freibufg'da toplanır ve Filistin'de kolonizasyona devam
etmenin gereğini vurgularlar. Chaim Weizmann’ın liderliğini yaptığı "red
cephesi" Yedinci Kongreye (27 Temmuzl905, Basel) hazırlıklı gelir ve
delegeleri İngiliz önerisinin reddedilmesine ikna eder. Böylece,
Siyonistlerin Filistin'e olan bağlılıkları bir kez daha doğrulanır. Bunun
sonucu Uganda önerisinin benimsenmesi gerektiğini savunan İsrael Zangwill ve
Nachman Syrkin, Siyonist Örgütünden ayrılırlar ve ona rakip 'Yahudi Toprak
Örgütünü” ( Jevish Territorial Organisation) kurarlar.
Bu arada 3 Temmuz
1904'te Herzl 44 yaşında ölür. Gerek karizmatik kişiliği ve gerek akılcı
yönetimiyle tüm Siyonist hareketi kişiliğinde toplayan Herzl'in zamansız kaybı
örgüt içindeki sorunların bir anda su üstüne çıkmasına neden olur. Sekizinci
Kongre (14 Ağustos 1907, La Haye) Herzl'in yıllarca izlemiş olduğu siyasetin
eleştirisiyle açılır. Siyon Aşıkları, Herzl'in diplomatik çabalarının hiçbir
yarar getirmediğine değinerek. Filistin'de "pratik" ya da
kolonizasyona yönelik çalışmalara öncelik verilmesini vurgularlar. Onlara göre,
önce Filistin'de yerleşim merkezleri kurulmalı ve bu Musevi varlığına dayanarak
Osmanlı Devleti'nden.. özerklik istenmelidir. Bütün bu gelişmeler karşısında
siyasal Siyonistler iddialarından vazgeçmezler. Bodenheimer. ülkenin boş olmadığını
ve kolonizasyona devam edildiği takdirde yerli halkın düşmanlığını
kazanacaklarını açıklar. Fakat, şurası da bir gerçekti ki,
"pratikler" diplomasiye karşı değillerdir. Örneğin. Otto
Warbburg"a göre, Yahudiler Filistin'e yerleşmeli, orada "millet"
sistemine benzer bir özyönetim uygulamasından sonra özerklik imtiyazı almak
için Osmanlı Hükümeti'ne başvurmalıydılar. Siyon Aşıkları ile Herzl
taraftarları ya da başka bir deyişle "Pratiklerle"
"Politikler" arasındaki bu çekişme Chaim Weizmann'ın
"Sentetik" Siyonizm adını verdiği bir uzlaşma formülüyle tatlıya
bağlanır. Weizmann, her iki yaklaşım tarzının aslında birbirini tamamladığını
savunarak, karşıt iki kampın görüşlerini birleştirmeyi başarır. Weizmann,
sözkonusu sentezi açıklarken, "İmtiyaz
koparmaya çalışmalıyız, fakat bu dileğimiz ancak İsrail'de pratik
çalışmalarımızın sonucu olarak gerçekleşecektir" der.
İlginç olan. Vambery’nin
sağlığında Herzl'e söylediği gibi Siyonizm davasına onsuz devam etmesidir.
Dünya Siyonist Örgütü liderliğine getirilen David Wolffsohn‘a yazarak
kendilerine yardım edeceğini bildirir. Vambery, Wolfisohn'a Osmanlıların fecî
bir ekonomik krizin pençesinde olduğu haberini verecektir. Tanınmış Türkoloğa
göre. II. Abdülhamid'le pazarlığa girişmenin "tam zamanıydı." Yalnız,
Vambery. WoIfisohn'a bu işe "düveli muazzama'yı karıştırmamasını aksi
takdirde Padişah üzerine ters tepki yaratacağını öğütlüyordu. (39) Bilindiği
gibi, bir yıl içinde Padişah Meşrutiyet i ilân edecek, iki yıl içinde de
tahtını kaybedecektir. 1908 İhtilâli ile II. Abdülhamid’den iktidarı alan Jön
Türklerin İttihad ve Terakki kanadı ise Padişahın Siyonistlere karşı almış
olduğu tedbirleri aynen devam ettireceklerdir.
İngilizlerin bu çerçevedeki rolüne gelince; tarih
Londra'nın Birinci Dünya Savaşı'nın arifesinde Ermeni Sorunu'ndan sonra
Siyonizm davasına da sahip çıktığını kaydetmektedir. Osmanlı İmparatorluğu'nu
parçalamak için bir yandan Arap milliyetçilerini, başka kanallardan da
Siyonizmi desteklemekten çekinmeyecektir (40).
Birinci Dünya Savaşı'nın
patlak vermesinden sonra Savaş Bakanı olan Lord Kitchener, Şerif Hüseyin'e
Osmanlı İmparatorluğu’na karşı tavır alırsa onu destekleyeceğini bildirdi.
Böylece, Arapların bağımsızlıklarını kazanmaları yolunda İngiltere'den yardım
görecekleri açıkça belirtilmekteydi. Nitekim, İngilizlerin Mısır Valisi Sir
Henry Mc Mahon, Şerif Hüseyin ile 1915 Temmuzunda yazışmaya başlayacak ve
Şerife Türklere karşı isyan bayrağını açması halinde İngiltere'nin Filistin de
dahil olmak üzere Osmanlı İmparatorluğu'nun tüm Arap vilayetlerinde
halifeliğini tanıyacağını vaad edecekti. Böylece. Şerif Hüseyin 10 Haziran
1916'da Osmanlılara karşı ayaklanacaktı.
McMahon'un Arap
Milliyetçileriyle anlaşmaya çalıştığı sıralarda İngiliz Başbakanı Lloyd George.
Siyonistleri kendi saflarına kazanmak için bazı girişimlerde bulunmaktaydı.
Weizmann ile görüşen Lloyd George, Musevilerin İngiltere'ye maddî yardımları ve
basındaki destekleri karşılığında hükümetin savaştan sonra Siyonistlere
Filistin'de yardımcı olacaklarını söyleyecekti. Nitekim, İngiltere Hükümeti, 2
Kasım 1917'de ünlü "Balfour Bildirisi' ni yayınladı. İngiliz Dışişleri
Bakanının Lord Rothschild'e hitaben yazdığı bu mektupta "Majesteleri
Hükümeti Filistin'de Museviler için ulusal bir yurt kurulması görüşünü olumlu
karşılamakta... ve bu amacın gerçekleştirilmesini kolaylaştırmak için elindeki
tüm olanakları kullanmaya hazır bulunmaktadır" deniliyordu. Hüseyin McMahon Yazışmaları ve Balfour Bildirisi bir
arada incelendiği zaman bir devletin (İngiltere) başka bir devletin Osmanlı
İmparatorluğu yönetiminde bulunan bir ülkeyi [Filistin] iki ayrı ulusa Araplar
ve Yahudilere birden vaadettiği görülecektir.
Gerçek şudur ki.
İngilizler Filistin'i ne Araplara ne de Musevilere kaptırmak istemekteydiler.
Savaşın başlamasından kısa bir süre sonra İngiltere, Rusya ve Fransa ile
Osmanlı İmparatorluğu'nu nasıl bölüşecekleri konusunda bir andlaşma
imzalamıştı. Tarihe "Sykes Picot Andlaşması" olarak geçen bu Osmanlı
İmparatorluğu'nu paylaşma tasarısına göre, İngiltere ve Fransa, Filistin’i
aralarında bölüşüyorlardı. Beyrut, Sür ve Sayda (Sidon) kentlerini içerecek
şekilde Kuzey Filistin Fransa’ya bırakılırken, Osmanlı Filistin'inin Yafa,
Hayfa, Tel Aviv sahil şehirleri de başta olmak üzere tüm güney Filistin'in
İngilizlerin hâkimiyetine geçmesi öngörülüyordu. Nitekim 1918 Eylülünde General
Allenby yönetimindeki müttefik kuvvetlerinin Osmanlıları Suriye ve Filistin'den
çıkarmaları üzerine SykesPicot Andlaşması bilfiil uygulanmıştı.
Sh:225-239
Vambery, misyonunun
birinci unsuru olan Karadeniz Boğazı’nın istihkâmı konusunda Padişah’tan bilgi
almış, İngiltere’nin bu telaşını içişlerine karışmak olarak yorumlayan II.
Abdülhamid yine de Reşid Efendi aracılığı ile Whitehall'a Boğazların en modem
silahlarla her türlü saldırıdan korunacağına dair güvence vermekten
çekinmemişti (1). Buna rağmen Londra, Türklerin Boğazları savunabileceklerine
inanmamıştı. Boğazlarda belirecek bir Rus tehlikesi karşısında İstanbul'u
savunamayacağı Deniz Kuvvetlerindeki uzmanlar tarafından hatırlatılan İngiliz
Dışişleri Bakanlığı, artık 1895 de Osmanlı İmparatorluğu’nun zamanı gittikçe
yakınlaşan muhtemel taksiminde, Mısır’ı güven altında bulundurduğu sürece,
Rusya’nın İstanbul’u almasına izin vereceğini açıklayacaktı (2). Fakat
İngilizler bu tespitlerinde ne kadar yanılmış olduklarını. Boğazlar’ın geçit
vermeyeceğini 1915'de Çanakkale’de anlayacaklardı.
Vambery’nin İstanbul’a
gönderiliş nedenlerinden biri de Mısır pürüzünü çözüme kavuşturabilmek için
İngiltere ile Türkiye arasında bir diyalogu başlatabilmek bu konuda uzlaşma
zemini oluşturmak, gergin havayı yumuşatmaktı. Bu konuda, Vambery’in II.
Abdülhamid’i, ikna etmesi çok güç olmuştur. Osmanlıların açısından
İngiltere’nin Mısır’ı işgali, bu devletle olan ilişkilerini birinci derece
zehirleyen bir etken olmuştur. Vambery bu konuyu açınca Sultan Hamid,
öfkeyle şöyle der: "Onlarla
(İngilizlerle) bir an önce yeniden anlayış ve dostluk ilişkileri kurulmasına
kesinlikle taraflarım. Yalnız lütfen bana söyleyiniz, bunu aramızda üzücü Mısır
hadisesi dururken ve bu iyi ilişkilere girmek istediğim hükümet bu davranışı
ile beni tüm Müslüman dünyasında ve halkımın önünde gururumu kırmışken nasıl
yaparım? Ben bu şekilde aşağılanmayı kabul edemem etmeyeceğim de! Bildiğiniz
gibi bir anlaşmaya varabilmek için çalıştık, fakat İngilizlerin şartları
öylesine ülkemin geleceği için tehlikeli ve benim İslâm'ın halifesi ve
Osmanlıların İmparatoru olarak prestijimi o derece zedeliyici idi ki, bu
şartları hiçbir şekilde onaylayamazdım" (3).
Yine de Vambery büyük
çabalardan sonra Sultan Hamid’e bazı tavizler vermeyi kabul ettirir. Yalnız
Abdülhamid, Mısır'daki haklarından feragat etmesine karşılık İngiltere'den
Osmanlı İmparatorluğumun toprak bütünlüğünün ve siyasî bağımsızlığının
korunmasını taahhüt etmesini bekliyordu. Bunu aslında, II. Abdülhamid'in
Whitehall'a Rusya'ya karşı bir savunma ittifakı önerisi olarak kabul etmek
gerekir. Padişah, "kesin tarafsızlık" ilkesini terkederken.
İngiltere'nin de Türkiye'nin geleceğine kendini angaje etmesini şart koşuyordu.
Ne var ki, İngilizler Padişah'ın bu önerisini, belgelerden de açıklıkla
okunduğu gibi, cevapsız bırakırlar. İngiltere’nin bu katı tutumunun nedenini
yukarıdaki paragrafta açıklamaya çalışmıştık. Artık Türkiye’yi gözden çıkaran
İngiltere için Mısır Meselesini sonuçlandırmak diplomatik değil, askeri bir
sorundur. Gelişigüzel bir nedenle 1906'da Mısır sınırında bir hadise
çıkartacaktır. Tarihe "Akabe Meselesi" olarak
geçen bu olay. İngilizlerin Kızıldeniz'in ucundaki bu kasabaya asker
göndermeleriyle başladı. II. Abdülhamid ise buna karşılık. İngilizlerin fiilî
hâkimiyetinde bulunan Tabe’yi işgal ettirdi. Bunun üzerine patlak veren kriz
sonunda Tâbe'nin Mısır'da. Akabe'nin ise Osmanlı topraklarında kalması
kararlaştırıldı. Aslında İngilizlerin maksadı Mısır'daki işgallerini
meşrulaştırmaktı ki, bunu da Mısır Osmanlı sınırının tespitiyle Padişah'a zorla
da olsa dikte ettirdiler (4).
Bazı yazarlar
Salisbury'nin Osmanlı İmparatorluğunun taksim edilmesini önce kabul, daha sonra
ise teşvik etmesini Türkiye ile İngiltere’nin aralarındaki anlaşmazlıkların en
önemlisi olan Mısır Meselesi’nde barışçı yöntemlerle herhangi bir anlaşmaya
varamamaları gerçeğine bağlarlar (5). Anlaşmaya varılmamasının nedeni olarak da
II. Abdülhamid’in inadını gösterirler. Oysaki, biz Vambery belgelerinden
aslında Padişah’ın belli koşullar altında yumuşamaya hazır olduğunu inceledik.
Sultan Abdülhamid'in ileri sürdüğü koşul. Osmanlı İmparatorluğu'nun
korunmasının İngiltere tarafından güvence altına alınmasıydı. İngiltere ise
Boğazların yetersiz tahkimatı varsayımından hareketle İstanbul'un bir Rus
hücumu karşısında dayanamayacağına inandığı için Padişah'a bu güvenceyi
vermeyecektir. Böylece artık İngiltere Osmanlı İmparatorluğu'na karşı
geleneksel dostluk ve destek politikasından vazgeçecektir.
İngiltere'yi
Rusya ile birleşip. Türkiye’yi paylaşmak stratejisini benimsemesine iten bir
diğer etken de bu iki ülkenin II. Wilhelm Almanyası’nın giderek güçlenmesinden
duydukları korkudur.
1880'lerde Almanya ekonomide büyük bir atılım yapmış, ilk sanayileşmiş devlet
olan İngiltere ile kıyasıya bir rekabete girmiştir. Sömürgecilik yarışına geç
giren Almanya, bu eksikliği kapatmak için bir dünya politikası (Weltpolitik)
izlemeye başlamıştır (6). Avrupa’da XIX. yüzyıl boyunca süregelmiş İngiliz
üstünlüğü günden güne Almanya tarafından tehdit edilmekteydi. O güne kadar
”yalnızcılık" politikası izleyen bir İngiltere için güvenliğini tek başına
korumak. Alman rekabeti ile boy ölçüşmek mümkün değildir artık. Bu gerçeği
kavrayan Londra, önce Fransa (1902), daha sonra ise Rusya (1907) ile ittifak
yapmak zorunluluğunu hisseder.
Rusya'nın işbirliğine
karşı verilen taviz ise Osmanlı İmparatorluğu’dur. Böylece, Kırım Savaşı'nın
büyük bir hata olduğunu, 1853’de Londra'nın "yanlış ata oynadığım"
düşünen Salisbury. o tarihlerde Çar'ın Türkiye’nin taksimi önerisinin
İngiltere'nin kabul etmeyişine hayıflanır (7). Nitekim, 1895 yılından itibaren
İngiltere’nin Osmanlı Devletine karşı politikası, Rusya ile elele vererek,
imparatorluğu oluşturan unsurları Padişah ve idaresine karşı kışkırtmak, reform
bahanesiyle Osmanlı topraklarında kendilerine bağlı devletler kurulmasını
teşvik etmek olacaktır.
İngilizlerin
Türkiye'deki Ermeni ayrılık hareketini desteklemesi, Sultan Hamid'in gözünde
İngiltere’yi Osmanlı Devleti'nin bir numaralı düşmanı yapmaya yetmiştir (8). Ek
konuda Vambery'ye aynen şöyle der: "Hele
Ermeni Sorunun'nda İngilizlerin gözleri hiçbir şeyi görmez olmuştur; emelleri
"Bulgar Mezâlimi" yaygaralarını bir kez de burada tekrarlayarak,
tıpkı Bulgaristan'ın imparatorluktan ayrılışında olduğu gibi. Doğu Anadolu’da
bağımsız bir Ermenistan kurmaktır. Benden de sadece üçte biri Hıristiyan ve
gerisi Müslüman olan bir bölgeyi elden çıkartmamı bekliyorlar! Söyleyiniz bana
lütfen, onlar yaklaşmakta olan tehlikeyi fark edebiliyorlar mu yoksa ortak
düşmanımızın amaçlarına hizmet ettiklerini göremeyecek kadar kısa görüşlü
müdürler?' (9). Padişah, yine bu konuda da Vambery'den Ermenilerin Doğu
Anadolu’da içinde bulundukları kötü şartları düzeltmeye âmâde olduğunu, fakat
bağımsız bir Ermenistan’ın kuruluşuna izin vereceğine ölmeyi tercih edeceğini
Salisbury’ye iletmesini ister (10).
Padişah’ın bu haklı
sözleri karşısında ne diyeceğini şaşırdığını itiraf eden Vambery, gerek Avrupa
basınına gönderdiği yazılan ve gerek Whitehall’a yolladığı resmî raporlarında
bu konuyu aydınlatmaya çalışacaktır. Bunu yaparken de Dışişleri Bakanlığı'nın
yanlış siyasetini oldukça sert bir ifade ile tenkid ve protesto etmek
cesaretini gösterecektir: "Üzülerek
belirtmeliyim ki, Ermeniler bugüne kadar fazlasıyla şımartılmalardır. Onlara
gösterilen sempati ve anlayış müstebit bir otoriteye karşı ayaklanan
devrimcilere duyulan sempatiyi çoktan aşmıştır... Bugünkü ayaklanmaların
aslında İngiltere’de örgütlenen ve İngiliz liberallerinin fazlasıyla değer
verdiği Ermeni İhtilâl Komitesi’nin gizli tahrikleriyle gerçekleştiğini
unutmamamız gerektiğine inanıyorum... Anadolu’da Ermeniler, Kürt komşuları
gibi kaba, bağnaz ve kan dökücüdürler; anarşist ve sosyalist fikirlerle
donanmış maceracı ihtilâlcilerin kışkırtmalarıyla zulüm ve katliamda onlardan
aşağı kalmazlar. Bir kez etnik ve dinî nefret ateşi Asya'da yanmaya görsün,
bu alev bütün bölgeyi kapsayacak ve patlak veren bu feci yangından, İngiltere
sorumlu tutulacaktır... Kendimize, bu politikanın hangi amaca hizmet ettiğini,
İngiltere’nin başarı sağlamak için böylesine kirli ve haksız yollara
başvurmasının gerekli olup olmadığını sormalıyız" ( 11).
"İngilizlerle
anlaşabilmeyi ben de çok arzuluyorum; bu hususta her türlü tavizlerden de
kaçınmayacağım; yeter ki onlar da aynı şekilde istekli olsunlar" diyen,
hattâ Vambery aracılığı ile Londra'ya bir ittifak önerisinde bulunan Padişah,
İngiltere’nin Rusya'ya karşı Türkiye'ye her zaman muhtaç olduğu inancı ile hep
son ana kadar eski sevgilinin ona döneceği günü beklemiş, kendi deyimi ile
"bekâretini muhafaza etmiş". devletlerarası münasebetlerde
"kesin tarafsızlık" ilkesini uygulamış, hiçbir Avrupa gücüne
yakınlaşma eğilimi göstermemiştir. Bu dönemde Sultan Hamid, hiçbir devlet ile
devamlı anlaşma yoluna gitmemiş, desteğini bir devletten diğerine bir saat rakkası
gibi oynatmıştır. II. Abdülhamid, başta İngiltere olmak üzere Büyük Güçlerin
Osmanlı desteğine sahip olabilmek için onu hoş tutacaklarını ve prensiplerine
saygı göstereceklerini umuyordu (12). Bu tarafsızlık stratejisini uygularken
bile İngiltere'yi dikkat nazarından ayırmamıştı.
Çünkü, Abdülhamid
İngiltere'nin uluslararası düzenin ve barışın korunmasında önemli bir rolü
olduğunu ve sözkonusu ülkenin adetâ bir manivela gibi hareket ederek devletler
arasındaki dengeyi sağladığını biliyordu. İngiltere'nin ilgisini çekebilmek,
adetâ onu kıskandırabilmek için, önceleri Rusya'ya, daha sonraları Almanya'ya
yaklaşmıştı. 1890 yıllarından itibaren Osmanlı Devleti'nden ümidini kesen bir
İngiltere'ye karşı Pan İslâmizm bayrağı ile çıkıyor, böylece Londra'ya bir
takım sorunlar çıkartıyor, onu devleti aliyye'nin halâ işbirliğine ihtiyaç
duyulan hatırı sayılır bir güç olduğuna inandırmaya çalışıyordu. Vambery'nin
yazışmalarından Sultan'ın Rus dostluğunun, Alman taraftarlığının ve Panİslâm
siyasetinin Londra'da nasıl endişe ile karşılandığını okumuştuk (13).
Vambery, İstanbul
misyonu boyunca bir türlü İngiltere’nin Osmanlı Devleti ni gözden
çıkarmamasının ana nedenlerini kavrayamayacak, Türk-İngiliz ilişkilerindeki
gerginliğin II. Abdülhamid'in müstebit yönetiminden kaynaklandığını sanacaktır
ki zaten bu kanı İngilizlerin propagandasının ürünüdür. Onu bu eğiliminden
dolayı eleştirmekten çekinmediği halde Vambery, yine de Sultan Hamid'in iyi
yönlerini ve ülkenin kalkınması için gösterdiği çabaları da vurgulayacaktır:
"Eğitim ve sağlık hizmetleri için büyük meblağlar sarfetmekte, halkının
selâmeti, refâhı ve mutluluğu için yorulmak bilmeden çalışmaktadır. Padişah’tan
korkabilirsiniz, hattâ nefret bile edebilirsiniz, ama onun çalışkanlığı ve
adaletini inkâr edemezsiniz. Savurganlığa son veren tutumu ile Türk mâliyesini
islâh etmiş ve ülkeyi baştanbaşa demiryolu ağıyla döşemiştir. Nezâketi,
misafirperverliği ve sevimliliği Batı hanedanlarının ve devlet adamlarının
hürmet ve sevgisini kazanmaya yetmiştir. Türkiye canlanmasını Padişah’ın enerji,
ustalık ve vatanperverliğine borçludur. Sultan Hamid'in bu açıdan değeri hiçbir
şekilde inkâr edilemez. Diğer yandan ise herkesten kuşkulandığı için yönetimin
en küçük ayrıntısını dahi kimsenin sorumluluğunda bırakmayıp tekeline alması
reformların sağlıklı gelişmesine ve ülkenin kalkınmasına engel teşkil
etmektedir" (14). Vambery’nin İngiliz Dışişleri Bakanlığı'na ilettiği
raporlarında ünlü Türkoloğun Padişah'la aralarındaki "aşk-nefret"
ilişkisini ilgi ile okumak mümkündür. Hatıralarında II. Abdülhamid'in aslında
Batı'da tanıtıldığı kadar kötü olmadığını, tersine iyi bir şöhreti hakettiğini
savunur. Sultan Hamid'in seleflerinden çok daha yetenekli olduğunu ve
içtenlikle ülkesinin esenliğini istediğini belirten, fakat onun bu hedefini
gerçekleştirmek üzere seçtiği yöntemleri eleştiren Vambery, yönetimi aydın Jön
Türklerle paylaşabilseydi, kötü yazgısını yenebileceğini kaydeder (15).
Padişah’a danışmanlık
yapan Vambery’nin Peşte'deki evi onuıı Sultan Hamid'le bu yakın ilişkisini
bilen Avrupa'ya kaçmış Jön Türklerin ünlü Türkoloğun bilgi ve tecrübelerinden
yararlanmak üzere sık sık ziyaret ettikleri bir uğrak yeridir. Vambery, genç ve
tecrübesiz gördüğü bu idealist Türkleri karşısına alır, İslâm ve Batılılaşma
konularında dersler, Türkiye'de parlamentarizmi yeniden meydana getirebilmeleri
için öğütler verir (16). Vambery'nin Jön Türkler olan bu ilişkisi II.
Abdülhamid'in ajanlarının da gözünden kaçmaz ve Budapeşte sefiri Saray'a bu
gelişmeleri düzenli olarak rapor eder (17). Bu durum Abdülhamid'in hiç hoşuna
gitmez, fırsat buldukça Vambery’ye "Sen de onlardansın!" diye çatar. Vambery
ise birbirleriyle çelişkili gibi görülen bu sadakat merkezleri hakkında 28
Eylül 1899'da kendisini ziyarete gelmiş Tunalı Hilmi'ye şöyle açıklar: "Ben Türklere tapınırım. Zikrim, fikrim Türktür...
Dünyada bulunmaz, eşi yok bir millettir. Zekî, iyi yaratılışa sahip, fâziletli,
insaniyetli, mürüvvetli." Türklere düşkünlüğünün nedenlerini ise
yine kendine özgü anlatımla şöyle açıklar: "Dün
hiç idim, bugün ilmim var, şöhretim var... Hep Türkler sayesinde. Ben bu nimete
mazhariyetten mûtevvellit hatıratı hiç unutamam. Türkler için düşünmekten,
Türkler için çalışmaktan geri duramam... Benim yapabileceğim, sırası gelince
Türkler hakkında hüsni şehâdette bulunmaktan ibarettir. O’na (II. Abdülhamid'e)
karşı bile hem de sizin hakkınızda doğruyu söylemekten çekinmedim" Vambery’nin Türkiye’nin geleceğine ilişkin
dileklerini de yine onun ağzından dinlemek mümkündün "Bu millete iyi bir hükümet Lâzımdır, işte bu
kadar! Bu hükümeti kim vücûda getirecek? Bittabi millet!" (18).
Avrupa devletlerinin
kendilerini büyük bir kibirle Tanrı tarafından Asya uluslarını yönetmeye
yetkilendirildiklerine inandıklarını kaydeden Vambery, onlara Ortaçağ’ın
karanlık dönemlerindeki baskıcı feodalitenin Orta Asya'nın en ilkel
toplumlarının aratttırdığını hatırlatarak, aslında Hz. Muhammed zamanındaki
gerçek Müslüman yönetiminin Batı'daki en ileri parlemantarizmden daha ileri bir
demokratik düzen kurmayı başardığını savunur (19). Batı’nın gerek körükörüne
bir Hıristiyan bağnazlığı ve gerek bencil bir emperyalist siyaseti nedenleriyle
bu gerçeği anlayamadığını belirtir. Vambery’ye göre Batı uygarlığı
Hıristiyanlık'tan "dolayı" değil, Hıristiyanlığa "rağmen"
yeşermiştir. Oysa ki. Müslümanlık Şark'da, Batı’da dinin olumsuz etkisine
kıyasla, toplumu çağdaşlaştıran bir motor gibidir. Ayrıca, halkın da yenileşme
hareketlerini benimsediğini, özellikle Türkiye'de bu konuda oldukça önemli
adımların da atıldığım ifade eder. Osmanlı Devleti’nde reformların
uygulanmasında eğer bir yavaşlık sözkonusu ise. bunun nedeni olarak ilkin,
imparatorluğu oluşturan Müslüman olmayan ulusların şuistimalleri ve ikinci
olarak da Batı devletlerinin bu konudaki gereksiz müdahale ve baskıları
olduğunu açıklar. Vambery. bilhassa İngiltere'nin tüm ülke vatandaşlarına
yararlı olacak genel bir reform tasarısını Osmanlı Devleti ne benimsetmek
yerine, imparatorluk içindeki nüfuz alanlarını oluşturan Hıristiyan azınlıklar
lehine ayrıcalıklar kopartmaya çalışarak Türkiye'nin canlanmasını değil de
parçalanmasını arzuladığını isbat etmiştir (20). İngiltere'nin bu düşüncesini
anlayan II. Abdülhamid ise, azınlıklara tanınan bu ayrıcalıkların aslında
"otonomi" değil de Osmanlı İmparatorluğu'nun "anatomisi"
olduğunu düşünerek, Islahat şevkini kaybetmiş, ülkeyi kara bir istibdada
boğmuştur.
Bu üzücü durumun
sorumlusu, Vambery'ye göre, İngiltere'dir. Oysaki, bu aşamada Londra'ya düşen
azınlıkları değil, ittihadı anasır prensibi ile tüm Osmanlı vatandaşlarını
parlamenter bir sistemin çatısı altında toplamak isteyen reformcu Jön Türkleri
desteklemek olmalıydı (21). Bir yandan Jön Türklere, İngiliz Dışişleri
Bakanlığı'na başvurarak Kanunı Esasi'nin yeniden yürürlüğe konabilmesi için
müdahalelerini rica etmelerini telkin eden Vambery, diğer yandan da Whitehall'u
bu gençlere de yardım elini uzatmaya davet eder. Vambery artık İngiltere'nin.
Rus tehdidine karşı çökmekte olan bir Osmanlı Devleti'nin sağlam bir sed
oluşturamayacağını anladığı için bu görevi imparatorluğun dağılmasından
oluşacak körpe, fakat zinde yeni devletçiklere bırakacağını düşünmektedir.
Mademki, imparatorluğun dağılması ve bu bünyedeki milletlerin kendi millî
kaderlerini tayini söz konusudur, İngiltere'nin Bulgar, Rum, Ermeni ve diğer
Müslüman olmayan uluslara yardım ettiği gibi Jön Türklere de, Abdülhamid yönetimine
olan mücadelelerinde, destek olmasını istemektedir (22). Burada Vambery'nin
yanıldığı nokta İngiltere'nin Rusya'ya karşı Türkler de dahil olmak üzere
imparatorluk unsurlarından bir konfederasyon oluşturmayı istediğini sanmasıdır.
Halbuki. İngiltere’nin artık Rusya ile ihtilâfı kalmamıştır, tam tersine bu
devletle elele vererek ve azınlıkları saflarına çekerek Osmanlı
İmparatorluğu'nu içten yıkmaya çalışmaktadır.
1905 Japon yenilgisinden
sonra Orta Asya'da daha fazla genişleyemeyeceğini anlayan Rusya, bu tarihten
sonra dikkatini temel çıkarlarının olduğu Balkanlar ve Osmanlı İmparatorluğuna
çevirdi. Bu bölgede Panİslavcı stratejisini izleyebilmesi çin
Avusturya-Macaristan, Almanya ve İtalya'dan oluşan Üçlü İttifak'a karşı bir
blok meydana getirebilmeliydi. Bunun için bir yandan 1902 de Fransızlarla bir
itttifak imzalayıp, diğer yandan da Orta Asya'da İngiltere'ye yakınlaşmaya
çalıştı. İngilizlerle anlaşabilmesi için Orta Asya'da iki devlet arasındaki
çatışma konularının çözüme bağlanması gerekiyordu. Nihayet, 1906 yılında
başlayan İngiliz-Rus müzakereleri 31 Ağustos 1907'de bir anlaşma ile
sonuçlandı. Bu anlaşmaya göre, iki devlet Tibet. Afganistan ve İran'ı
aralarında paylaşacaklardı. Yine 1907 antlaşması ile İngiltere’nin Hindistan'ı
güvence altına almış olduğu görülüyor (23). Bu antlaşma Vambery'nin bütün
çabalarını boşa çıkarmış oluyordu. İngilizler. Türklerle değil de Ruslarla anlaşarak
Profesörün tüm hayallerini yıkmışlardı. Vambery. gayet soğuk ve kırgın bir
ifade ile kaleme aldığı mektubunda "geçici bir barış için çok yüklü, bir
fatura ödeyeceksiniz" diye yazarak, Londra'nın bu kararını nazik bir
üslûpla protesto eder (24). Bu tarihten sonra, Foreign Office'in
bütün ısrarlarına rağmen, İstanbul'a gitmeyi reddedecektir. Peşteli Reşid
Efendi'ye göre artık herşey bitmiştir. İngiltere'nin kesin bir şekilde
Rusya'nın yanma geçmesi, Londra'yı İstanbul'a yakınlaştırabilme ümitlerini
tamamiyle ortadan kaldırmıştır. Bu koşullar altında İstanbul'a gitmesi anlamsız
olacaktır.
Türkiye'de 1908 Devrimi
ile Meşrutiyet ilân edilince, Vambery gerek Whitehall'a gönderdiği raporunda ve
gerek dünya basınına gönderdiği makalelerde Jön Türklere destek olunması için
çırpınıp, durur:
Sh:247-258
TÜRKİYE'DEKİ SON GELİŞMELER
Belge
No: 25 (20 Ekim 1907)
Sayın Bayım,
Türkiye'deki
son gelişmeler hakkında size aşağıdaki raporu sunuyorum:
'Türkiye’deki Meşrutî
Hareket Hakkında"
Elli üç yılı aşkın bir
süredir Türkiye’deki gerek siyasal, sosyal ve edebi akımlarla ve gerek ileri
gelen devlet adamları ve hükümdarları ile teması olan yegâne Avrupalı olarak
size Türkiye’deki son gelişmelere ve bu olayların Avrupa’da yaratacağı etkilere
ilişkin görüşlerimi sunmak istiyorum.
Her şeyden önce,
olayların bir anda patlak verişinin yarattığı sürpriz haklı görülmemelidir.
Çünkü bu gelişmeler Genç Türkiye partisinin bir süreden beri takip ettiği gizli
faaliyetlerin doğal bir sonucudur. Bu örgütün faaliyetine başlaması geçen
yüzyılın ellili yıllarına rastlar. Avrupa’da egemen olan kanıya göre bu
partinin üyelerinin çoğu aydın Türklerden oluşmuştur; milletin büyük bir
çoğunluğu ise bu hareketin dışında kalmıştır. Halbuki, bu hatalı bir
değerlendirmedir. Çağdaş kültüre aşina her Türk sanıldığının aksine bu aydın
Türklerin sayısı hayli kalabalıktır. Genç Türkiye partisinin gizli bir
sempatizanıdır. Partideki bazı gençlerin bu ismi maddi çıkarları için kullanıp
Padişah’tan para sızdırdıklarını ve sonunda Abdülhamid’le anlaşarak harekete
ihanet ettiklerini inkâr etmiyorum. Fakat, pekçokları yurtiçinde ve dışında
ideallerine bağlı kalarak gizlice yayınladıkları broşürler, kitaplar ve
gazetelerle Abdülhamid istibdadını eleştirmiş, bu baskıcı yönetimin İslâmî
geleneklerle uyuşmadığını, ülkeyi uçuruma sürüklediğini savunmuşlardır. Ahmed
Rıza. Ahmed Saib. İsmail Hakkı. Abdullah Cevdet, Prens Sabahattin, Ali Haydar
ve diğerleri Abdülhamid istibdadına karşı edebî kampanyayı yürütmüşler, hattâ
bazıları Halife Ömer ve Ali'nin Kuranın emirleri ve Peygamber'in meşveret
sisteminden ayrıldıkları ve şahsî bir yönetim uyguladıkları için hakiki Müslümanlar
tarafından katledilmelerinde olduğu gibi Padişah’ın öldürülmesinin sevap
olduğunu savunacak kadar ileri gitmişlerdi.
İşte, şu anda karşımda
duran bu kitap ve bildiriler gizlice Türkiye'ye sokularak, tüm eyaletlere
dağıtılıyordu. Bazı okuyucular onları titizlikle saklıyor, diğerleri ise
okuduktan sonra derhal imha ediyorlardı. Zamanla ihtilâlci hareretin ruhu ve
eğilimi Türk toplumunun orta sınıfı diyebileceğimiz okuma yazma bilen kısmı
tarafından paylaşılmaya başladı. Yüksek sınıflara gelince, onlar arasında zaten
çok azı samimiyetle Padişaha bağlıydı. Bazıları her zaman Saray'dan uzak durmuş
ve arada sırada Avrupa’daki ve Mısır'daki mültecilere maddi yardım
göndermişlerdi. İşte, bu yüzden Padişah Türklere güvenemiyor, Kürtleri.
Boşnakları ve Suriyelileri tercih ediyordu. Londra, Paris. Cenevre. Atina ve
Kahire'den kaynaklanan ihtilâlci ruhun, yönetimin durumunu oldukça sarstığını
söylemek yeterli olur sanırım. Erzurum, Kastamonu. Van ve Bitlis ayaklanmaları
Genç Türklerin ilk başarılı harekâtı olmuş ve Ordu'nun ihaneti Padişah’ın
gözlerini bir anda gerçeğe açmıştır. Padişah'la sırdaş olduğum ve görüşlerini
bildiğim için onun yeni durum karşısındaki teslimiyetini oldukça yadırgadım.
Onun gözdesi olduğum
zamanlarda kendisiyle yönetim sistemi üzerinde tartışırken ona Yeniçerileri
imha eden Sultan Iı. Mahmud'un bile nazırlarına danıştığını belirterek ılımlı
bir liberasyonun Türkiye'deki şimdiki nesli tatmin edecek bir uygulama
olacağını ifade etmiştim. Cevap olarak Hıristiyan teb'anın ihtilâlci ruhlarına değinerek,
onların bu reformları suistimal edeceklerini savunmuştu. Müslüman uyruklarına
gelince, bana bir gün aynen şöyle dedi: "Avrupa'da hür kurumların zemini
yüzyıllardır hazırlanmıştı. Şimdi siz benden burada aldığınız bir fıdeyi
Asya'nın yabancı, çakıllı ve engebeli toprağına ekmemi isliyorsunuz. Lütfen,
izin verin de önce toprağı işleyeyim, sulama sistemini hazırlayayım. Daha sonra
bu yeni bitkiyi toprağımıza naklederiz ve inanın, o zaman, buna benden fazla
kimse sevinmeyecektir."
Kimse zamanın çalıları
ve taşları ayıklayıp Türk topraklarının meşrutî yaşam fidesinin ekilme gününün
geldiğine inandığını iddia edemez. Hayır, orduda ve eyaletlerde giderek artan
hoşnutsuzluk yaklaşmakta olan tehlikeye gözlerini açmış ve geçen Mayıs'tan beri
bu buhrandan çıkış yollarını aramaya başlamıştı. Tahsin Paşa dan aldığım bir
mektuba göre Padişah, tüm yaşamı boyunca nefret ettiği ve çekindiği önlemleri
almak için kararlıdır. Onun her liberal kuruma karşı duyduğu nefreti ve
küçümsemeyi hatırladıkça, Padişah’ın kendisini ne kadar baskı altında
hissettiğini düşünebiliyorum.
Şimdi Meşrutî Türkiye
ile karşı karşıyayız. Bir Batı kurumunun Müslüman cemiyetine uyulanmasını
göreceğiz. 1876 Meşrutiyeti deneyi bize yeterli izlenim verecek kadar uzun
ömürlü olmamıştı. Bu tecrübeden sadece Şarklıların, iyi meclis hatibleri, akıcı
konuşmacılar olabileceklerini görmüştük; bunu şimdi de göreceğiz. Acilen cevap
bekleyen başka sorunlar da vardır. Meselâ (a) Meşrutî hayat Osmanlı
İmparatorluğu'nun çoğunluğunu oluşturan cahil halka uygun gelecek midir? (b) Bu
tecrübenin sonucu
Türkiye’deki koşullar
düzelecek midir, yoksa daha beter ini bozulacaktır? Herşeyden önce, geçen otuz
yıl içinde ülkedeki Avrupa tipi eğitim kurumlarının ve Batı teknolojisinin
gelişmesini hatırlamalıyız. Elli yıl önce Rüşdiye okullarını ıslah etme fikri
bile cahil halk ve yobazlar arasında çok büyük bir muhalefetle karşılaşırken
bugün idadiyelerle kolejlerin sonuçları takdirle anılmaktadır. Bugün her aydın
Türk çağdaş bilime vakıf; İngilizce. Fransızca veya Almancayı kusursuz konuşan
bir centilmendir. Askerî ve sivil yönetim kadrosu Avrupa okullarında tahsil
görmüştür. Şark tipi kıyafet tarihe karışmış, yerine Avrupa giysilerine yakın
modeller benimsenmiştir. Türk’te büyük değişiklikler olmuş, modernleşmiştir;
artık onun için "konuşulmaz" (unspeakable) Türk deyimi kullanılamaz.
Şimdi Türk toplumundaki
bu sınıfı düşündüğümüzde meşrutî tecrübenin mutlu sonuçlar vereceğine
inanabiliriz. Aslında, bu sınıf çoktan beridir Şark diktatörlüğünden
özgürlüklerine kavuşmaya layıktı. Bu sınıf reformu ciddiye alacaktır. Ne var
ki, bu sınıf azınlıkta olduğu için eski hayat tarzını savunan bağnazların
tepkisi karşısında Kanunı Esasinin güvencesi olacak kadar güçlü değillerdir.
İstanbul. İzmir, Erzurum. Harput. Halep. Beyrut, Şam ve diğer büyük şehirlerde
meşrutiyetin kolaylıkla kök salacağını düşünebilirsiniz. Fakat, Kürtler,
Bedeviler Yörükler ve diğer kanun dinlemez ilkel göçebe topluluklarının
kendilerini değişen koşullara uydurmaları kolay olacak mıdır? İnatçı bağnaz
mollalardan kaçının aydın vatanperver Şeyhülislâm'ın düşüncelerini paylaşacağı
söylenebilir? Müslüman unsurların değişmesi hakkında iyimser olmamalıyız.
Budist Japonya’da olanlar Müslüman Asyası’nda uygulanamaz; üstelik Japonya’da
aşağı sınıflar Müslüman dünyasında rastlanmayan bir aristokrasinin elinde
oyuncaktan ibarettir.
Bir an Jön Türklerin
Asya mutaassıplığını ve Müslüman gelenekçiliğini bertaraf edebildiklerini
düşünsek bile Osmanlı İmparatorluğu'nun hem Asya hem de Avrupa topraklarındaki
millet ve mezhepler arasında varolan düşmanlıkları unutmamalıyız. Jön
Türklerin standardı "İttihat ve Terâkki", sloganları ise
"Hürriyet, Müsavat ve Uhuvvet" olabilir; ama bu idealleri
gerçekleştirmek hem zaman alacak, hem de yetenekli liderlerin çabalarına
ihtiyaç gösterecektir. Dinin tüm günlük yaşamı etkilediği ve ulusal
duyguların yerini aldığı cemi milletlerde bir mezhebin taraftarlarının diğer
mezhebin taraftarlarına karşı kışkırtılması o kadar kolaydır ki! Kelimenin tam
anlamıyla eşitlik uzun bir süre sadece temenni olarak kalmaya mahkûmdur. Jön
Türkler din ayırımı yapmayan aydın ve özgür düşünceli kişiler oldukları için
dindaşlarını olumlu yönde etkilemeye çalışacaklardır. Fakat, bir çiçekle bahar
olmaz. Merhum Reşid, Fuad, Ali ve Kıbrıslı Paşalar aydın ve hoşgörülü
insanlar olmalarına rağmen kitlenin mutaassıplığını aşamamışlardı.
İktidardaki seleflerinin pekçok imkânlarından yoksun olan Jön Türklerin
onlardan daha başarılı olabilecekleri düşünülebilir mi?
Dinî düşüncelerin millî
emellerle pekiştiği Avrupa Türkiyesi'nde eşitliğin sağlanması daha da
umutsuzdur. Bir anlık heyecan patlaması tecrübesiz ve bilgisiz gözlemcileri
aldatabilir, ama bağımsızlığın ne demek olduğunu tadan Bulgar. Sırp ve Rumların
Türklerin egemenliğine katlanmaları artık sözkonusu değildir. Genç Türkiye en
çekici vaadlerle azınlıkların karşısına çıkmakta, onlara inanılmaz bir özgürlük
ve tolerans bahşetmektedir. Fakat, onlar imparatorluktaki değişik unsurları
hiçbir zaman aynı siyasal bünye içinde biraraya getiremeyeceklerdir. Aynı çaba,
daha olumlu şartların mevcut olduğu Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nda dahi
sonuç vermemiştir. Asya Türkiyesi'nde yönetenle yönetilenler arasındaki
ilişkiler Avrupa Türkiyesi'ne kıyasla daha iyidir.
Çünkü, burada değişik
unsurlar arasındaki ayırımlar o kadar fazla değildir. Ayrıca bu yöredeki Türk
egemenliği Avrupa'daki gibi şiddetli bir şekilde ahalinin üzerine
yıkılmamıştır. Müslüman komşuları üzerinde hiçbir zaman ve hiçbir yerde
çoğunluğu oluşturamayan Ermeniler Türkiye'den çok Rusya'dan çekinmektedirler.
İyi ve dürüst bir yönetim. Bedevileri ve Kürtleri yağmacı huylarından
vazgeçirdiği takdirde hiçbir patırdı çıkarmayacaklardır. Suriyeli Araplara ve onların
Hicaz ile Yemen deki kardeşlerine gelince, onların Türk düşmanlığının
görmemezlikten gelmek mümkün değildir. Fakat, onlar da meşrutî
hayata ayak uydurmak zorunda kalacaklardır. Hele Hicaz Demiryolu ile
Türkiye'nin eline çok iyi bir koz geçtiği günümüzde Türk Arap ilişkilerinde
büyük bir değişiklik beklemek yersiz olacaktır.
Meşrutî yönetimin
İslâm’ın ruhuna aykırı olmadığını, fakat aslında Peygamber tarafından
emredildiğini savunan İttihatçıların yönetimdeki yolsuzluklara ve kötü
alışkanlıklara son vermeleri, dürüst ve çalışkan bir yönetici kadrosu
yaratmaları beklenebilir. Yine de Osmanlı İmparatorluğunun birdenbire
canlanıvereceğine inanmak iyimserlik olacaktır. Bu, hem Ortadoğu’da hem de
dolayısıyla Avrupa'da barışın devamını sağlayacak en önemli faktörlerden biri
olacağı halde düşlerden sakınmalı ve yersiz hayal kurmamalıyız. Gerçeklere göz
attığımızda, nihaî başarı ümidi için şu koşullar gereklidir: Türkiye bu yolda
yeni adımlar atabilmek için yeterli fonları bulabilecek midir? Genç Türkiye
Partisi ülke yönetiminde dürüst ve vatansever kadrolar oluşturabilecek midir?
Üzülerek söylemeliyim ki, bu görev yeni nesil için çok zor bir uğraş olacaktır.
Üçüncü olarak, dış güçler Jön Türklerin yenileştirme çabalarına müdahale
edecekler midir? Eğer Jön Türkler anayasalarını aldıkları ülkelerden
(Avrupa'dan) yardım isterlerse; ordunun ıslahında olduğu gibi bu sahadaki işbirliğinin
de olumlu sonuçlar vereceğinden eminim. Tabii ki, burada en doğru hareket,
Türklerin İngilizleşmiş Müslüman Hindlilerin tecrübelerinden yararlanmak
olacaktır.
Bütünüyle
değerlendirdiğimizde. Meşrutiyet Türkiyesi'nin kültürel gelişme şansı
kesinlikle mevcuttur. Eski rejimin kalıntısı olan suistimaller terk edilecek,
Batı ile Doğu arasındaki ilişkiler yoğunlaştırılacak ve Türkiye’nin
imkânlarının geliştirilmesine çalışılacaktır. Bu önemli yaran ise Saray'ın
kişisel yönetimini sınırlandırması olacaktır ki, böylece Avrupa kabinelerinin
Babıâli ile işbirliğine girişmeleri kolaylaşmış olacaktır. Yıllar önce Jön
Türklerin yayın organlarında savundukları gerçekleşirse, Türkiye üzerinde tek
bir Avrupa gücünün egemen olmasına izin verilmeyecek, değişen koşullarda
İngiltere'nin Boğaziçi'ndeki eski durumuna kavuşması kolaylaşacaktır.
İngiltere'deki yaygın kanıya göre. Müslümanların sempatilerini kazanmak için
özel bir gayret göstermeye gerek yoktur. Çünkü, Hind Müslümanları, çoğunlukta
olan Hindulara karşı durumlarını koruyabilmek için İngiliz otoriteleriyle iyi
geçinmek zorundadırlar. Bu açıdan, İngiltere Hükümeti Müslümanları
önemsememekte ve onlarla bir ittifaka girmeyi uygun bulmamaktadırlar. Bu
aslında çok büyük bir hatadır. Türkiye'nin geleceği ne olursa olsun, Türkler hiçbir
zaman yabancı saldırganlar karşısında kolay yutulur lokma olmadıklarını
ispatlayacaklardır. Japonya'nın
son başarısı Asyalıların gururunu okşamış kendilerine olan güvenlerini
arttırmıştır. Hem, İngiltere niçin Ortadoğu'daki geleneksel siyasetini
değiştirsin? Türkiye’ye verilecek manevî desteğin bir ittifaktan daha az
masrafa mâl olacağı kuşkusuzdur. İngiltere Türkiye’ye göstermiş olduğu
kayıtsızlığın faturasını ağır bir şekilde ödemiştir. Onun hatalarından
yararlanan rakibini altetmek imkânı İngiltere için halen mevcuttur. Türkler
İngiltere'yi Doğu Anadolu'daki bu davetsiz misafirlere tercih etmektedirler. Bu
yüzden, Lord Grey'in Türkiye'deki Meşrutiyet yönetimine karşı olumlu tavrı
İngiltere’nin her dostu tarafından onaylanmalıdır. Umudumuz İngiltere'nin
göstermiş olduğu bu anlayış ve toleransın diğer Büyük Güçler tarafından da
paylaşılmasıdır. (25)
Sh:259-266
Vambery'nin
ünlü jön Türk Dr Abdullah Cevdet o mektubu.
Kaynak TC. Dış İşleri
Bakanlığı Hazine i Evrak 324 numaralı dosyadan
30 teşrinievvel 1900
Faziletli!
Beyefendi hazretleri.
Beyefendi hazretleri.
Aferin hezar aferin Zâtı
Aliyenize risalenizi mütalaa ederken kâşki sizin gibi gayyur ve vatanperver
Osmanlılar çoğalırsa deyu temenna ettim acaba bu risalenIz. Türkceye tercüme
olunmaz mı düşünürüm kadir ve kıymetiniz İstanbul’da ve bilhassa sarayı
hümayundu elbette malumdur ve liyakatiniza göre müstahdem olmadığınıza sahiben
taaccüb ederim efendim Peşteden ğayyur âliyeniz İttifak ederse bir sabık
dervişin hücresine teşrif buyurmalarını rica eder
Dainiz
Vamber
Sh: 269
Aslında Türkiye'nin yeni
yöneticileri altında güçlenmesi yalnızca İngiltere için değil, dostu ve
müttefiği Rusya'nın çıkarları için de hayatî bir tehdit sayılabilirdi. Çünkü
eğer İttihatçılar başarı kazanırlarsa, hilâli Ayasofya’nın ebedî süsü yapacak
ve Türkiye'yi de Kafkasya, Kırım ve Balkanlar gibi eski vilâyetlerini istemeye
kararlı, kuvvetli ve saldırgan bir güç haline getireceklerdi (26). Güçlü ve
özgür bir Türkiye, Rusya için yutulması güç bir "demir leblebi" olmasından
başka Asya uluslarına Batı emperyalizm zincirini koparan ilk örnek olarak
tarihe geçecekti. İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Grey, bu konudaki kuşkularını
dile getirirken "Türkiye gerçekten Meşrutiyet idaresini kurar ve bunu
yaşatıp kuvvetlenirse, bu halin sonuçları daha ileriye varır. Bunun Mısır'da
etkileri müthiş olur; tâ Hindistan'da da kendini hissettirir. Şimdiye kadar her
nerede Müslüman tebamız varsa onlara diyebildik ki. dinlerinin başkanı
tarafından idare edilen ülkelerde acımasız bir istibdat vardır. Halbuki bizim
istibdadımız şefkatlidir... Fakat Türkiye'de şimdi parlamento hayatı başlarsa
ve işler de düzelirse Mısır’da Meşrutiyet isteği çok güçlenecek, bizim buna
karşı koyma gücümüz çok azalacaktır" diyecekti (27). İşte, bu endişelerle
İngilizler Türkiye ile olan ilişkilerini giderek gerginleştirecek ve sonunda
iki millet Birinci Dünya Savaşı'nda kendilerini düşman kamplarda bulacaklardı
(28).
Bütün çabalarının hebâ edildiğini ve İngiltere'nin artık
kendisine ihtiyacı kalmadığını gören Vambrey, evine kapanacak ve kendini
bilimsel çalışmalarına adayacaktır. Ne var
ki. Avusturya Dışişleri Bakanı Baron Alois von Aehrenthal onu bu terkedilmiş
durumdan kurtarmak amaııyla tanınmış Türkolog'la 1908 Kasım' görüşecek ve
kendisine dünya kamuoyunda Avusturya lehine açıklamalar yapmasını önerecektir.
Bir Macar olarak Avusturyalı efendilerinden hiç hazzetmeyen Vambery, bu öneriyi
mükâfatı ile birlikte reddedecektir. Bunun üzerine Aehrenthal kendisinden dostu
olduklarını bildiği Jön Türkleri yatıştırmasını rica eder. Bilindiği gibi. 1908
Devrimi'nin istikrarsız ortamını fırsat bilen Avusturya-Macaristan, hukuken
Osmanlı Devleli'nin fakat fiilen kendi yönetimi altında bulunan Bosna-Hersek'i
tamamen ilhak etmiştir. Buna karşılık Türkler. Avusturya mallarını boykot kararını
almışlar ve bunu derhal uygulamışlardı. Aehrenthal Türklerin bu tedbirinin
Avusturya'ya yüzlerce milyon zarara yol açtığını belirterek. Vambery'nin
Avusturya mallarına uygulanan boykotu kaldırmaları için Türk dostlarını iknâ
etmesini isteyecektir. Vambery'nin gözlemlerine göre. Baron Aehrenthal büyük
bir panik içindedir; Türklerle silahlı bir çatışmaya girmekten dehşetle
çekinmektedir. Aehrenthal’ın bu tutumundan Vambery. Türkler biraz daha
direnirlerse, Avusturya'nın teslim olacağını çıkaracaktır (29). Ne var ki, geri
adım atan Türkler olacaktır. Vambery'nin Avusturya'nın bu telaşını İngiltere
Dışişleri Bakanlığı'na bildirdiği gibi, Türk dostlarına da iletip iletmediğini
bilmiyoruz.
İttihatçılara
destek sağlamak amacıyla birkaç kere kendiliğinden İngiliz Dışişleri
Bakanlığı'na yazan Vambery'ye Londra artık cevap vermeye bile değer bulmayınca,
Ünlü casus Londra'dan emekliliğini istemeye karar verir. Lord
Salisbury'den başkanlığı devralan Arthur Balfour'a yıllardan beridir İngiliz
çıkarlarına yaptığı hizmetlerin dökümünü vererek, ölünceye kadar kendisine
ödenmek üzere yıllık bir emeklilik sigortası bağlanmasını rica eder.
Vambery'nin talebini inceleyen Dışişleri Bakanlığı olumlu cevap verince gerekli
işlemlere başlanır. Mesele Hazine'ye aktarılınca, İngilizler Vamber'den
kendilerine doğum ilmühaberini yollamasını isterler. Ne var ki, yazımızın
başında da belirtiğimiz gibi, XIX. yüzyıl Macaristan’ında Musevilerin nüfus
kütüklerine yazılma zorunluluğu olmadığı için Vambery, kendisinden istenen bu
belgeyi sağlayamayacaktır.
Hazine ise bu belge
düzenlenmeden, emekli sigortası bağlanmayacağını Dışişleri Bakanlığı'na
bildirir. Dışişleri Bakanlığı ise Vambery'ye yazarak, bu bürokratik engelin
aşılmasına yardımcı olacağım, fakat buna karşılık bir koşul ileri sürer: Vambery,
Foreign Officein 1889 dan itibaren kendisine yazmış olduğu tüm mektup, yazışma
ve direktifleri iade edecektir. Çünkü, Londra oldukça yaşlanmış ola
Majestelerinin sabık ajanının ağzını sıkı tutmadığından kuşkulanmaktadır.
Gerçekten de. Vambery, yetmişini aşmış, bunamaya başlamıştır. Öğleden sonraki
alışagelmiş yürüyüşlerinde Tuna kıyılarındaki balıkçılara İngilizlerin
kendisine verdiği çetin görevi. Sultan Hamid'le neler görüştüğünü
anlatmaktadır. Londra'nın bu istediğini yerine getirmekten başka çaresi olmayan
Vambery. 1889 ile 1908 yılları arasında Whitehall’da görev yapmış Dışişleri
genel sekreterlerinin 76 mektubunu iade edecek, yalnız bir tanesini kendisine
ayıracaktır (30). Mektupları aldıktan sonra emekli maaşım keserler
endişesiyle Vambery, en önemli gördüğü belgeyi alıkoymayı düşünmüş olabilir.
1913 yılının 14
Eylül'ünü 15'ine bağlayan gece rahat uykusunda dünyayı terkeden Vambery, geride
gözü yaşlı bir eş (Comelia Vambery), bir evlâd (Rüstem), bir gelin (Olga) ve
iki torun (George ve Robert) bırakacaktır. Evde oldukça disiplinli bir baba
olan Arminius, yaşamı boyunca oğlu Rüstem’in Türkolojiye yönelmesi için elinden
geleni yapmıştır. Babasının zoruyla girdiği sınavların hiçbirisini veremeyen
Rüstem; Budapeşte. Halle (Almanya) ve Cenevre üniversitelerinde parlak bir
hukuk tahsili yapacak ve yirmibeş yaşında bir genç bir hukuk doktoru olarak
1897'de baroya katılacaktır. Pederşahî aile geleneğine inanmış Vambery'nin
oğlunun evliliğinde de söz sahibi olması beklenirdi. Nitekim. Vambery alışılmış
gezilerinden birinde Budapeşte’nin tanınmış "piyasa" caddelerinden
biri olan Korso'da kendisine sağlıklı .torunlar verebilecek güzel bir kız
görecektir. Bastonunu genç kızın adımlarına uydurarak, müstakbel gelininin
peşine düşer ve ailesinin evini öğrenir. İleride yaratılan fırsat ile Olga.
Rüstem ile karşılaştırılınca, oğlu bu kez nasılsa babasının seçimine karşı
çıkmaz. Ne var ki. düğün hazırlıkları yapılırken baba Vambery fikrini
değiştirecektir. Oğlunun mutluluğunun bu evliliğe bağlı olduğunu yakarması
karşısında Vambery. "Mutluluk dediğin insan zihninin belirli bir
kıvrımından başka nedir ki?' diyerek katı bir tutum sergiler. 9 Mayıs
1899'da yapılan nikâh töreninde büyük Vambery yoktur. Anne Vambery'nin
çabalarına rağmen oğluna maddi destek olmayı, hattâ görüşmeyi bile reddeden
Arminius, İngiltere Kralı'nın hatırlatması olmasa idi, belki bu kaprisini daha
da sürdürecekti. Şöyle ki, 1904 de Kral Edward'ın konuğu olarak Windsor'da
kalan Vambery'ye Majesteleri önlerinde oynayan veliaht Prens George'un dört
oğlunu işaret ederek, "Henüz sizde torun yok galiba, değil mi profesör?
der. "Maalesef, majesteleri" diye cevaplayan Vambery’ nin burukluğunu
Rüstem de kavramaktan aciz değildi. Aile ilişkilerini yeniden onaracak bir
lorunun doğumu ile Vambery. derhâl zamanın İngiltere Kralı George’a yazarak,
haşmetlûnun torununa isim babası olmasını kabul buyurmalarını rica eder.
İngiliz hanedânının takdisini kazanan George. 1928 de 23 yaşının baharında
tifodan hayatını kaybedecektir. İyi bir kriminolojist olarak uluslararası bir
şöhrete sahip olan Rüstem; Türkoloji'de olmasa bile İngilizlere olan
yakınlığından ötürü babasının yolunu izleyecek ve 19214 yılları arasında
İngiltere'nin Macaristan delegasyonunun başdanışmanlığını yapacaktır. İkinci
Dünya Savaşında Nazilerin Macaristan'a girişi ile ailesi önce İngiltere'ye
kaçacak, daha sonra ise Amerika'ya yerleşecektir. Bugün hayatta olan
Vambery, Rüstem'in ikinci oğlu Robert'tir ve A.B.D.nde yaşamaktadır (32).
Budapeşte'nin Kerepesi
mezarlığındaki hazin tören sırasında eşinin kara toprağa indirildiğini yaşlı
gözlerle seyreden Comelia, belki de ünlü casusun uluslararası uğraşılarının
yanında daima ikinci plana itilmesini, Arminius'un hayatındaki yegâne kadın
olmasıyla dişiliğe özgü bir kıskançlıklakarşılıyor, bunda teselli buluyordu. Ne
var ki, Vambery'yi son toprak pelerini örttükten biraz sonra özel bir arabadan
inerek, mezara doğru yaklaşan siyah matem elbisesinin kapatamadığı zengin ve
asil tavırlı güzel bir kadın mezara bir buket çiçek koyarak, çevrenin meraklı bakışları
arasında hızla uzaklaşacaktır. Kimdi bu hanımefendi? Acaba Vambery'nin evden
uzak kaldığf günlerde devletlerarası sorunların endişelerine ortak ettiği
fedakâr bir omuz mu? Bu konuda arşivler suskundur.
Ailesinin dışında,
arkasında kendi kendini yetiştirmiş bir mücadele adamı olarak büyük bir servet
bırakan
Vambery. bugün bile
ününü Orta Asya'da bizzat gözlemler yapabilmeyi ve bu tecrübelerini bilimsel
bir yöntemle birleştirip, kağıda dökebilmeyi başarmış dünyanın ender
doğubilimcilerinden biri olarak sürdürmektedir. Onun açtığı yoldan ilerleyen
yabancı araştırmacılar, Vambery'nin Macarların kökenine ilişkin teorilerini
eleştirseler bile, tanınmış Türkoloğun bu konudaki çalışmalarının çığır açıcı
özelliğini vurgulamaktan kendilerini alamamaktadırlar. Bizim için ise
Vambery'nin ayn bir yeri vardır. O. araştırmalarıyla dikkatimizi Orta Asya'ya
çekerek, tarihimizi milâttan en az ikibin yıl öncesine değin uzatmış, millî
kültürümüzün vazgeçilmez bir boyutunun kazandırılmasına önemli katkılarda
bulunmuştur. Aynca, bu bağlamda Vambery Oryantalizmi’ndeki vurgulama farkını da
kaydetmek isteriz. Sırf Batı normlarına uymuyor diye Türk çalışmalarına
küçümseyici bir gözlükle bakmayı bir yöntem alışkanlığı haline getiren bazı
peşin hükümlü yabancı Doğubilimcilere kıyasla Vambery, her zaman Avrupa
karşısında Türk uygarlığının üstünlüğünü savunmuş gerçek bir ilim adamı ve Türk
dostu olarak hatırlanmalıdır. Vambery'nin kalemi ve casusluğu da dahil olmak
üzere diğer ikna araçlarıyla savunduğu ülkelerin dökümü çıkarılacak olursa, bu
envanterde Türkiye'nin en ağırlıklı konuma sahip olduğu görülecektir. Diğer
uğraşlarının yanında anavatanı olan Macaristan'ı yeterince kollamadığı
izlenimine kapılan yurttaşları bu ünlü ismi bir süre anmamayı tercih etmişlerse
bile, 1954’te "Büyük Macarlar" serisinden çıkan pullardan 50 filerini
ona ayıracaklardı. Çok geçmeden Macar Akademisi üstün filolojik yeteneklere her
yıl bir "Vambery madalyası' nın verilmesini ilke olarak kabul edecekti.
1970'de Eotvas Lorand Üniversitesi'nin Türkoloji Bölümünün açılışında mezan
başında bir anma günü düzenlenerek, törende kabrine şu levha
yerleştirilecektir: "Arminius Vambery: 1832-1913, Asya
kĞLşifı, Üniversite
profesörü, Macar Akademisi üyesi" Yine bugün Birleşmiş Milletlerin
Macaristan misyonu olan evi Belgrad Rakpart 24 numaramn Vambery zamanında 19
Frenç Jozsef Rakpart idikapısındaki plaket bu ünlü Türkoloğun anısını
yaşatmaktadır. İngiltere başkentinin güneydoğusuna düşen 18. bölümde kısa bir
yürüyüş yapanlar, Vemham ile Plum sokakları arasındaki 'Vambery Caddesi ”ni
göreceklerdir. Ayrıca, 1930'ların İngiliz gazetelerine göz gezdirenler Vambery
isminin baş sayfalarda yer aldığına da şahit olacaklardır. Vambery adının
verildiği bir İngiliz balıkçı gemisi İzlanda sularında yasak avlanma yaptığı
gerekçesiyle bir süre iki ülke arasında siyasî gerginleşmeye neden olacaktır
ki, ünlü Türkoloğun diğer faaliyetlerini bilen bizler için bu rastlantı kaderin
muzip bir oyunu olarak nitelendirilmelidir. Türkiye'de Vambery'nin anısına
ithâf edilen kadir şinâslık sembolleri ise bu satırların yazarının gözünden
kaçmıştır!
Yine de biz Vambery'nin
akademik şöhretinin, yaşamındaki çabaların hedefi değil, sonuca olduğuna
inanıyoruz. Yukarıdaki belgelerinde tanıklık ettiği gibi. Vambery ününü
üniversite kürsülerinde veya kütüphanelerde değil. dışişleri bakanlıklarının ve
sarayların lobilerinde aramıştır. Benlik duygusunun tüm karakterini kapladığı
bir Vambery. hiç bir zaman ulusal sınırlar içindeki akvaryumda olağan uğraşlara
kendini vermekten tatmin olacak yaradılışta bir insan değildi. Çeşitli sadakat
bağları ile ilişkisi olduğu odaklan, kendi kafasında oluşturduğu hedefe doğru
yöneltmeyi uluslararası düzeydeki siyasal etkinliğine olan inancının bir gereği
olarak görmüştü. Ulusu olarak Macarların, ırkdaşı olarak gördüğü Türklerin,
ümmeti olarak ise Musevîlerin ayrı ayrı sorunlarına ortak bir çözüm
bulunabileceğine ve bu çok değişkenli denklemi çözecek anahtarın da fikrî
açıdan demokrasi ilkelerine saygı duyduğu İngiltere olduğuna yürekten
inanmıştı. İşte, bu nedenlerle İngilizlerin onu majestelerinin gizli servisine
alma önerisini sevinerek kabullenmiş, düşlediği amacına ulaşabilmek için en
uygun aracı olduğuna yürekten inanmıştı.' İşte, bu nedenlerle İngilizlerin onu
majestelerinin gizli servisine alma önerisini sevinerek kabullenmiş, düşlediği
amacına ulaşabilmek için en uygun aracı bulduğunu sanmıştı. Dıştan ilk bakışta
Intelligence Service*den maaş alan Vambery’nin aynı zamanda Sultan II.
Abdülhamid'e de yardım elini uzatıp, Britanik Majestelerinin hükümeti nezdinde,
Osmanlı Devleti'nin sözcülüğünü yapması; ya da Padişah’ın adamı iken bir yandan
ona Siyonistlerin tezini benimsetmeye çalışması ve bütün bu çerçeve içinde her
zaman Macar milliyetçisi hüviyetini koruması çelişkili gibi gözükebilir. Ancak,
Vambery'nin uygulama programı içerisinde bu unsurlar sökülüp takılan bir
bilmecenin, yerlerine oturtulduğu takdirde, birbirini tamamlamak suretiyle
bütün bir şekil vereceği parçalarıydı. Vambery'nin zihnindeki bu bilmece XIX.
ve XX. yüzyılın ünlü Şark Meselesi'nden başka bir şey değildi ve o bu sorunu bu
konuda kimseye nasip olmayan bilgi, gözlem ve tecrübeleriyle çözümleyerek
uluslararası ilişkiler tarihine unutulmayacak bir isim olarak geçmek istiyordu.
Evet. Vambery İngiliz
İstihbaratı'nın gizli bir ajanı, İngiltere'nin Sultan Hamid nezdindeki
casusudur. Buna rağmen, kendisi aslında kopma sürecine girmiş Türk-İngiliz
ilişkilerini yeniden onarmak istediğini yürekten duyarak bu hizmete talip olmuş
bir prensip adamıdır. Çok sevdiği ve Macar oluşu nedeniyle aynı ırksal
kökenlere sahip olmakla övündüğü Türk ulusunun. Rus tehdidi karşısındaki
yazgısının ancak liberal kurumlarını takdir ettiği ve dünyada özgürlük
şampiyonu olarak gördüğü İngiltere'nin yardımı ile esenliğe ulaşabileceğine
inanmaktadır. II. Abdülhamid kendisine İngiliz ajanı olduğunu sorduğunda,."Ben buraya kendi isteğimle iki dostumu, İngilizler
ve Türkleri barıştırabilmek amacıyla geldim Bazı anlaşmazlıklar dolayısıyla bu
iki arkadaşımın birbirlerine yabancılaşmış olduklarını üzülerek tesbit ettim.
Aralarında herhangi bir dostluk ittifakının akid edilmesine engel olan
meselelerin çözümlenebilmesi için gönüllü olarak hizmet vermeye talip oldum'' diyecektir.
Yine aynı Vambery, amacına uygun olarak İngiltere'yi, kendi görüşüne göre,
yanlış politikasından dolayı cesaretle uyarmayı bilecek, Türkiye'ye ilişkin
stratejilerinde Whitehall'a öğüt vermekten çekinmeyecektir: "Asya'daki nüfuzunu
güçlendirmek isteyen bir İngiltere için Osmanlı İmparatorluğu ne kadar uzun
yaşarsa, Çin'den Boğaziçi’ne değin uzanan Rus tehlikesini dengelemek o kadar
kolay olur. Yazıktır ki, İngiliz dış politikası ifratla tefrit arasında
bocalamış; Kırım Savaşındaki dostluktan Gladstone'un pılı pırtılarını
toplayarak Avrupa'dan atılmalarını savunmaya dek gelmiştir... Şimdi,
kaybedilmiş yerimizi kazanmak zamanıdır. Türkiye'deki siyasal koşullara uygun
politikalar tatbik edilmek suretiyle İngiltere'nin Boğaziçi'ndeki konumunu
yeniden sağlamlaştırılması çok yararlı olacaktır."
Vambery, eğer Osmanlı'yı
İngiltere ile barıştıramazsa, tek başına ülkesinin toprak bütünlüğünü ve siyasî
bağımsızlığını koruyamayacağını anladığı bir kriz ortaya çıkarsa, Padişah'ın
kendisine müttefik olarak Almanya'yı angaje edebileceğinden korkuyordu. Zaten
Kayzer II. Wilhelm bu fırsatı uzun süredir kollamıyor muydu? II. Reich’ın doğuya
doğru açılması, kuşkusuz aynı ülkenin Balkanlar'da da ağırlık kazanmasına neden
olacaktı. Bu dasırtını güçlü müttefikleri Almanya'ya dayamış Avusturyalıların
ikibaşlı Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nda Macarlara kıyasla daha üstün
bir konuma kavuşmalarını sağlardı ki. Bir Macar yurttaşı olarak devletinin
komşularının tahakkümüne girmesine Vambery'nin tahammülü yoktu. Macaristan'ın
millî çıkarlan, Vambery'ye göre, dolaylı da olsa. Alman yayılmacılığına sed
çekecek İngiliz nüfusunun Ortadoğu'da yeniden kazandırılmasına bağlıydı.
Vambery'yi düşündüren
ise İngilizlerin Osmanlılarla anlaşmak konusunda isteksiz davranmaları,
Padişah'la bir ittifak oluşturabilmeleri için bu ülkede liberal ilkeler
ışığında ıslahat yapılmasını şart koşmalarıydı. Vambery kişi hak ve
özgürlüklerinin şampiyonu olarak gördüğü parlamentarizmin kalesi İngiltere'nin
iç politika kaygıları ile otokrat bir Osmanlı Devleti ile uluslararası
ilişkilerde kaderini birleştirmekten çekinebileceğini takdir ediyordu. Ancak, İngiltere'nin
arzuladığı anlamda gayri müslim azınlıklara ademi merkeziyet kazandıracak
reformların, hele, bu azınlıklar Ermeni ayrılıkçılarıise. Sultan Hamid
tarafından hiçbir zaman kabul edilmeyeceğini de gayet iyi biliyordu. Ne
kadar liberalizmin savunucusu olursa olsun, Vambery dış politikada gerçekçi
olunması, dış güvenlik gereklerinin iç politika endişeleriyle boşa harcanmaması
taraftarıydı. İngiltere'nin reform fikrini ileri sürdüğü günlerde Siyonistlerin
kendisine başvurusu, Vambery'ye belki de beklediği fırsatın ayağına geldiğini
müjdelemişti. Ermenilere kıyasla Osmanlı İmparatorluğu'nda Museviler, her dönem
yönetime bağlı kalmışlar, hiçbir zaman ayn bir siyasal ünite kurmak gibi
fikirlere önem vermemişlerdi. Üstelik,
Siyonistlerin bile öngördüğü program, Osmanlı sınırları içinde Filistin’e yurt
dışından Musevî kolonizasyonunun sağlanabilmesi için devletin hükümranlık
haklarını zedelemeyecek bazı İktisadî ve mülkî düzenlemelerden ibaretti.
Vambery’ye göre, Padişah Siyonistlere, gözboyama kabilinden dahi olsa, bazı
tavizler verirse, bu gelişmeler azınlık reformu bekleyen İngiltere'de
memnuniyetle karşılanacak ve II. Abdülhamid'in yumuşadığını gören Londra artık
Osmanlı ittifakı teklifini reddetmeye sebep bulamayacaktır. Dahası, eğer
Siyonistler sözlerinde samimî iseler, maddî imkânlarını Osmanlıların emrine
sunmayı tasarlamışlardır. Musevilerin parasal güçleri ile takviye edilen
Osmanlı Devleti gibi askeri açıdan halen şöhretini yitirmeyen bir imparatorluk,
İngiltere için gerçekten cazip bir müttefik olacaktır. Vambery'ye göre, bu arada en uygar
uluslar tarafından bile eziyet ve aşağılanmaya maruz kalan Musevîler de Osmanlı
himâyesi ve hoşgörüsü altında Arzı Mevud'larına kavuşmuş olacaklardır. Vambery’nin işlek zihni durak tanımamaktadır: Vambery’ye
kalırsa, kimbilir Siyonistler Padişah’ı kuşkularında haklı çıkartmaz ve ülkeye
yararlı bir unsur olarak kendilerini ispat edebilirlerse, belki Sultan Hamid’in
reformlar konusundaki direnci kırılabilir, imparatorluk yeni
düzenlemelerle Kanunî sağlığına kavuşabilir. Ayrıca, Siyonistler bu
davranışlarıyla Padişah’ın gönlünü kazanabilirlerse, Osmanlı organizmasını
içten kemiren diğer ayrılıkçı unsurlar da uzlaşmayı yeğler ve millî emellerini
"Osmanlılık” ideolojisi ile uzlaştırılabilecek bir kalıpla savunmaları
gerçekleşebilir.
Vambery master planının
son dişlisi olarak bir casusun siyasal tercihlerine bir kez daha değinmekte
yarar vardır. Yukarıda da belirtildiği gibi Vambery, özgürlüklerin güvence
altına alındığı parlamenter rejim tutkunudur. Bu nedenle İngiltere'ye hayran ve
Almanya’ya soğuk olduğunu görmüştük. Başta Macaristan ve Osmanlı Devleti olmak
üzere bu ilkelerin bütün dünyaca benimsenmesini ister. Vambery.
Türklerin tarih boyunca kurmuş oldukları devletlerde, zamanın şartları
çerçevesinde, ne kadar insan haklarına saygılı hoşgörülü hukukî düzenler
kurduklarını bilen bir araştırmacıdır. Üstelik
İslâmî akidelerdeki cumhur ve meşveret kavramlarının Batı Avrupa’daki
parlamenter sistemle ne kadar rahat bir şekilde uzlaştırılabileceğini de
bilmektedir. Osmanlıların da bu sistemi uyum içinde yürütebileceklerine güveni
vardır. İngiltere ile ittifak eden Osmanlı üzerinde liberal müttefiğin
telkinlerinin yapıcı olacağına da emindir. Hem zaten, Vambery ye göre. Orta
Asya’da gördüğü otokratik rejimlere oranla Osmanlı Devleti bu açıdan en ileri
Şark devleti değil midir? Bu çerçeve içinde değerlendirildiğinde Vambery,
İngiltere ile Osmanlı Devleti'nin elele vermesini aynı zamanda dünyada Almanya
ve Rusya gibi reaksiyoner devletlere karşı özgür rejimlerin zaferi olarak
değerlendirmek istemektedir.
Tekrar kısa çizgilerle
özetlenecek olursa, demek ki Vambery, ilişkileri zedelenmeye başlamış
İngilizlerle, Filistin'de bazı tavizler karşılığında Siyonistlerce desteklenen
Osmanlıları birleştirecek, böylece bir yandan Rusların Orta Asya ve
Ortadoğu’daki, diğer yandan da Almanya ve Avusturya’nın Doğu Avrupa. Balkanlar
ve Ortadoğu’daki yayılmacılığına engel olunacaktı. Batının ve Doğu’nun en güçlü
ve liberal rejimlerinin ittifakı sonucunda da yeryüzünde otokratik ve yayılmacı
güçlere karşı caydırıcı nitelikte bir "devletlerarası kollektif
güvenlik sistemi” oluşturulabilecekti.
Kısacası,
belki de Vambery dünya için içte parlamentarizmin egemen olduğu ve dış alanda
ise İngiltere ile Osmanlı Devleti'nin polislik yaptığı "yeni bir
uluslararası düzen” kurmak düşü ve çabasındaydı. Ne var
ki bu düzenin ekseni üzerinde kurulacağı İngiltere'nin Ortadoğu politikası
Vambery programının tam tersi doğrultuda değişmiş, Londra Almanya'ya karşı Rus
dostluğunu kazanmakta medet ummuştu. Üstelik. Whitehall Çarlığın isteklerinin ve
geleneksel politikalarının doğrultusunda Osmanlı İmparatorluğunu iç isyanlar
yoluyla parçalamaya yönelmişti. Bu gelişmeler Padişah'ı oldukça tedirgin etmiş.
Siyonizm de dahil olmak üzere tüm azınlık hareketlerine ve ıslahat önerilerine
karşı daha duyarlı olmuştu. İngiltere’nin sırt çevirdiği Padişah, XX. yüzyılın
başında giderek gerginleşen devletlerarası politikada devlet gemisini
"kesin tarafsızlık" rotasında tutamayacağını anlamış ve azametli
Almanya limanına sığınmaya karar vermiştir. Durum Doğu da böyle iken. Batı da
ardında güçlü Almanya'nın desteği ile Avusturya, Macaristan'ı tümüyle
bünyesinde eritmeye hazırlanıyordu. Böylece Vambery dominosunun taşlarının tümü
birbiri ardısıra düşmüş oluyordu.
Vambery’nin asıl trajedisi ise onun bu umutsuz çırpınışlarını
bırakınız ailesinin sorunlarını çözümlemek için bitkin duruma düştüğü
tarafların bile paylaşmamasıydı. İçine kapanık Macaristan'da Vambery, diğer ülkelerle olan
ilişkilerinden dolayı daima kuşkuyla karşılanmış; hele Alman nüfuzunun arttığı
son demlerinde kendisine "vatan haini" olarak bakılmıştı. Siyonistlerin
lideri Dr. Herzl çoğu zaman onun samimi olmadığını kendisini oyalamaya
çalıştığını düşünmüş; hattâ II. Abdülhamid'in huzuruna alınmasını sağlayan
Vambery'ye bu hizmetinin maddî karşılığını gönderme görevini bile yerine
getirmemişti. Ne
var ki, yukarıda da gördüğümüz gibi Vambery, 1911'de Herzl'in ölümünün
üzerinden yedi sene geçmesine rağmen, Siyonistleri BabIâli'nin yeni
kiracılarına karşı kollamaktan kaçınmamıştı. İngilizler ise eğer onu ilk başta
Osmanlılarla aralarında bir yumuşama sağlanabilmesi için isteklerine uygun bir
arabulucu olarak görmüşlerse bile, daha sonraları Rusya'ya yakınlaştıkça, onu
düşman kampına nüfuz etmiş gizli ve önemli bir istihbarat kaynağı bir
"köstebek" olarak kullanacaklardı. Osmanlılar ise
Vambery’nin İngiltere ittifakı projesinin akıntıya kürek çekmek türünden bir
örnekle açıklanabileceğini anlamışlardı. II. Abdülhamid; Türk dostu olan
Vambery'yi kısa zamanda kendi safına çekmiş, onun kanalıyla bazı mesajların
"sahibinin sesinden" Londra'ya iletilmesini sağlamıştı. Yine de
II. Abdülhamid Vambery'yi anlayan ve iyi niyetli çabalarını takdir eden yegâne
patrondu. Ancak, Padişah. "Dost acı
söyler" atasözünden hareketle onu İngiltere'nin asıl amacının ne olduğuna
inandırmak için çaba sarfetmiş; Vambery İngilizleri ikna edebileceğini
tekrarladıkça onunla çocuklar gibi kavga etmekten (ve sonunda barışmaktan)
çekinmemişti.
Ne var ki, doğru yol olduğuna inandığı ve adetâ kutsal bir misyon gibi kendini
adadığı hedefine erişmek için yaşamının sonuna kadar tek başına mücadele
edecektir. Öyle ki, son nefesini verdiği sabah,
Londra Times gazetesinde İngiliz dış politikasını uyarıcı bir makalesi
yayınlanmaktaydı.
Mim
Kemâl ÖKE
İstanbul 1997
İstanbul 1997
Sh:
267-281
Kaynak: Mim Kemâl ÖKE, SARAYDAKİ CASUS- Gizli Belgelerle
Abdülhamid Devri ve İngiliz Ajanı Yahudi Vambery, irfan Yayımcılık, İkinci
Baskı 1998, İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar