ŞEHİT
Doç. Dr. Nurettin TOPÇU
Aşağıdaki yazı Kore Şehitleri vesilesiyle hazırlanmıştır.
Fakat biz bugün bunu Türkiye Cumhuriyetini muhafaza ve müdafaa eden aslan
evlatlarımız için okuyalım.
Yeryüzünde madde ve ruh, birincisi sonsuz ihtiraslar ve sefaletlerle
yüklü olarak, İkincisi ise Allah’tan ilham ve işaret alarak koşmak ve daima
daha ileri atılmak şartıyla, müsabaka halindedirler. Madde ileri gitti mi
aramızda kinlerle garazlar ve düşmanlıklar çoğalıyor, daha varlıklı yaşamak
için sanki her hareketimizde ölüyoruz; ruh ileri gidince dünyamız, aşkla,.
iradeyle, ilhamla doluyor; her hareketimizde ebedileşiyor ve ölürken bile ebedî
olmak için ölüyoruz. En ufak harekelerimizin içerisinde bile ruhla madde
birbiriyle boğuşmaktadır. Maddenin en büyük zaferi sonsuz zulümdür ve
yeryüzünde zulmün binbır çeşidi göze çarpıyor: İhsana zulüm, varlığa zulüm,
iz’anımıza zulüm, bizi bir ruhta, bir dilekte bırakmayıp menfaatlerin sinesinde
parça parça bölüp parçalayan zulüm, uzviyete ve cinsiyete şu narin gölgemizi
teslim edici zulüm, bizi İlâhî birlikten koparıp çokluk âleminde dağıtan,
böylece varlıktan yokluğa götüren gafletten ibaret zulüm..
Biliyorsunuz ki hep birdik; ezel bezminde beraberdik;
ibadette de beraber oluyoruz, Şehadette de yine bir sofranın etrafına
toplanacağız.
Aşk içinde birleştiğimizi inkâr eden insan var mı?
Kâinatta yalnız bir aklın, yalnız bir ruhun hâkim ve var olduğunu,
söylemesek bile, idrâk etmiyor muyuz?
Bizdeki bu külli ruh, kâinatın ruhudur. Yaklaştığımız zaman hep
birleşiyoruz. Vücutlarımız ve ihtiraslarımızla ne kadar birbirimizden uzakta
isek ruh dünyasında o kadar beraberiz. Kâinatta bir tek ruh
vardır.
Maddenin zaferi zulümdür, dedim. Ruhun zaferi
fedakârlık, af, sabır, sevgi ve sonsuz tahammüldür. Bu zaferin son mertebesi,
bütün bu kuvvetleri kendinde toplayan, şehitlik mertebesidir. Ruh, kendine has
olan bütün kuvvetleri kullanarak gayesine doğru ilerledikten sonra,
yükselebildiği zirvede maddeye bağlı şartlarının hepsini birden reddederek ruhu
külliden ibaret kaynağına teslim ediyor:
İşte bu şehitliktir.
Böylelikle o, insan iradesinin Allaha götüren hamlesiyle ulaşabileceği
en yukarı -zirveye işaret demektir: Şehit, yaşayanların iradesinin kaynağıdır.
Şehitler, yeryüzüne kapanmış hürriyet âbideleridir. Onların, insan
iradesiyle ulaştıkları zirve, hazdan, menfaattan ibaret olan maddeye yeis
vererek, bazan da utanç vererek onu süründürüyor. Hakkı
elinden tutup yükselten, yerde yatan şehitlerdir.
Her devirde insanlığımıza hayat getiren mukaddes
şehitlerdir:
Sokrat’ın şehadeti, insanlığın akıl ve vicdan dünyasına yeni bir dünya
getirdi. Sanki bir şehidin kanı, bütün ruhları gafletten uyandırıcı gıda oldu.
Kudüs’te çarmıhta şehit olan Hazret-i İsâ, gerçek ruhu ve gerçek hürriyeti
bütün insanlığımıza duyurmuştur. Şehitten çıkan gizli ses, İlâhî sestir: O
bütün küremizi uyandırıyor, harekete geçiriyor. İsânın şehadetiyle kendi
istikametinde harekete başlayan Batı felsefesi, iki yeni temele dayanıyordu: Aşk
ve yaratıcılık. Yunan felsefesinin yabancı olduğu bu iki esas, İsâdaki
şehadetin doğrudan doğruya, gerçek sahibini gösteren bir irade oluşundan ileri
geliyordu.
Sonra biz Hallaç’ı tanıdık; İmâm-ı Âzam’ı gördük;
Nizamülmülk’e hayran olduk. Bu şehitlerin hepsi, insanlığın ebedî olmak
iradesinin son basamağına ulaşmışlardı ve hepsi, içinde yaşadıkları cemaate bu
en yüksek zirveyi -gösterdiler.
Şehitler, bizim gerçek sahiplerimiz, bizim velilerimiz,
bizim mürşitlerimizdir; dirileri yaşatan onlardır.
Her yerde büyük milletler, hürriyet uğrunda,
hakikat uğrunda şehit veren milletlerdir ve milletlerin ruh dünyasındaki
kımıldanışlarının müjdecisi, münâdisi, menbaı olan felsefe hareketleri, büyük
harplerin sonunda, büyük şehitlerin izlerinde doğmuştur. Romantizm, Fransada ihtilâl kasırgaları arasında belirdi ve
Napolyon harplerinin şehitlerinin kanından fışkırdı. 1870 harbinde en fazla
şehit veren Fransızlar, bu harp biter bitmez sezgi ve hareket felsefelerini
ortaya koydular. Birinci Cihan Harbindeki şehitlerinin arkasından Almanya’da ve
Germen âleminde Max Scheler, Heidegger ve Kierkeggard’ların ruhun arayıcı
varlığına, «o bütün kâinattır» diye
bağlanan muazzam bir felsefe doğdu.
Şehitler bizim ruhumuzun kurtarıcılarıdır.
***
Şehit olan kimdir?
Biz kimiz?
Şehit, bir fert değildir; bir fertte barınan bir millet ruhu, bir
millet iradesidir ki, bir vücudun gömüldüğü yerden bize ebedî hayat gönderir,
bize ebediyeti kazandırır. Vatan toprağına gömülen kimdir?
Biz biriz, demiştim. Bedenlerimiz çok, ruhumuz birdir. Bizim
ruhumuz nerede başladı? Nerede doğmuştu?
Bizi ebedî hayata sahip bir millet yapan şehitlerimiz, varlığımızın ruh
âlemindeki bütün cephelerinde dopdoludurlar. . Bugün
vatan topraklarını «Allah Allah!» diye kımıldatan ve «Allah Allah!» diye can
veren şehitler, Nizamülmülkten daha önce Peygamberimizin ruhundan, Hazret-i
Ömer gibi, İmam-ı Âzam gibi şehitlerin kabrinden ilham aldılar. Her medeniyet gibi İslâm - Türk medeniyeti de her
devirde şehitlerin kaniyle âleme saçıldı. Ayasofya camiinin kapışma
«Leteftahannelkostantaniyye»yi yazdıran irade, Süleymaniyenin kubbesini insan
ruhunun azametine eş olmuş duran göklere nazire yapan kudret, Bedir harbini kaz
anan şehitlerle başladı. Onlar, Peygamberlerinin ağzından, «Yarabbi, şu bir avuç insana zafer vermezsen ismin ebediyyen
yeryüzünden silinecek!»
diye nida ile, şiddetli ve tehditli dua ile başladıkları gazayı
şehitlikle bitirenlerin mükâfatını, koca bir medeniyeti insanlığa tanıtmakla
elde ettiler. Sonra bu iradeyi yalnız başına Türk ırkı
omuzlarında taşıdı.
Abbasîlerin önce uç beyleri, sonra muhafız kıtaları olan ve nihayet
bütün orduyu teşkil eden Türkler, bu emaneti ellerine alıp o günden ta yirminci
asrın ortasına kadar sanki: arz üzerinde kanlarıyla sulanmadık bir karış yer
bırakmamaya azmetmişçesine her tarafta şehitler verdiler. Malazgirt,
Niğbolu, Kosova, Çaldıran, Ridaniye, Pilevne ve nihayet Çanakkalede şehitler
bıraktık, öyle ki Türk çocuğu kendini tanımaya başladığı ilk mektep
sıralarında,
«Üç kıt’ada yüz beldeye, bin beldeye sahip»,
«Bir memleketim vardı ... . . »
diye diye iradesinin, ecdadından aldığı en sağlam aşı olan bu ilâhı
kuvvetin ulaşabildiği zirvelerini idrâk edebiliyordu ve hedefini biliyordu; hem
dini yaşatan kuvvetleri anlıyordu.
... öyle iken bir devir geldi; «mukaddesat yalandır» denildi.
Bizi derin ve kuvvetli bir ruh denemesinden mahrum i eden, bize böyle bir dersi
vermekten zevk almayan eller, bu telkin ile bizi ölüme teslim ettiklerini
düşünmediler, üzülmediler. Kimdi bu adamlar, bu
devirler, bu kâbuslar?...
Zehirli bir aşı bir asırdan beri damarlarımıza akıtılıyordu. Buna
bizden olmayanlar «garplılaşma» dediler. Garplılaşınca elbette kendimizden
başka olacaktık. Benliğimizin dayandığı temeller yıkılmak istendi; yabancı bir
dünyanın insanlarına yama olmaya özendik. Milliyetimiz, kendisinin en kuvvetli
parçası olan iman ve mukaddesat ile terk edilmek istendi. O günden bugüne
kadar âdeta iki millet meydana çıktı: Garbın ayaklarına sarılan ve benliğinden
sıyrılan münevverler bir tarafa, kendi kendini aşla bırakmayan ve en kuvvetli
tarafı köylüde bulunan asıl halkımız öbür tarafa ayrıldı. Bunların sanatı,
sahnesi, ahlâkı, imanı, kazancı, menfaat ve mukadderatı zamanla büsbütün
birbirinden ayrıldı. O kadar ki o milletin emeğiyle, parasıyla saadetler
sürerek yine onun müsamahasıyla tırmandıkları yüksek kürsüleri kalkan yapanlar,
üniversite kapısından geçen köylüleri göstererek, «İşte
milletimizin yüz karası bunlardır» diyorlardı. Onun taş ve toprakla
mücadelede sökülen tırnaklarının nasibini elinden çekerek kâşaneler yapanlar,
onu, «devlet merkezinde göze görünmesin, varlığı
ayıptır» diye Ankara caddelerinden geçirmediler; onun alnının
teriyle temelleri kurulan Bakanlıklara, kıyafetini hor görerek sokmak
istemediler. Vatan toprağında bizim için, insanlık ve
hürriyet için can verenler işte o köylülerdir. Bizi içimizden vuran düşman, bir maddî
cephenin insanıydı; kudurmuş bir nefis, ruhsuz bir vücuttu. Bu zümreye bakınca
insanın,
«Şu sessiz kubbenin altında insandan eser yokmuş»
diyeceği geliyordu. Bunlar, Allaha en yakın olan bu milletin her cephede
gazasına kindarlıkla, hasetle bakıyorlar ve her şehitler kafilesinin arş’ı
âlâya kadar yükselttiği millet ruhunu birer şahısta hançerlemek için fırsat
gözlüyorlardı. Malazgird’in dehâsını yüzünde parlatan Nizâmülmülk’ü bu hançer
arayıp bulmuştu; İstiklâl Savaşının yerlere sığmaz sevdasını Ali Şükrü millî
dâva halinde ifade etmesiyle ayni hançer ve kanlı ip onu da takip etti.
...
Şehitler ruhlarınıza ezanlar okurlar, Allahın kendi ruhlarına ulaştırdığı sırrı
bize bildirirler. Biz
onların niçin öldüklerini ve nasıl öldüklerini görerek, anlayarak elde
ettiğimiz bilgi ile felsefemizi, ahlâkımızı, ruhî çatımızı yapmaya mecburuz.
Milletimizin hayat kaynaklanın onlardan öğrenmeliyiz. Bakınız, şu kadar tarihi
olan yüksek kültür müessesemizin bize sunduğu felsefelere; onda bizim hayatı
karşılayışımızın ifadesi, irademizin dünya diliyle âyeti olması lâzım gelen
felsefe her zaman garptan alındı. Birisi, ferdî
ruhla Allah’ı ortadan kaldırmak için cemiyet mefhumunu bir heyula gibi kullanan
Durkheim’deki zihniyeti bize tercüme etti. Öbürü, durmadan Bergson’u tavsiye
etti Başkaları, tecrübenin üstüne tırmanmaktan yorgunluk duyan Ogüst Kont’u
tekrarladılar. İmansızlık ilerleyince Freud sinirlere daha hoş göründü.
Biz nerede-idik?
Şehitlerin felsefesi nerede?
Bu milletin kendi felsefesi yok muydu?
Felsefe gibi o kadar sübjektif ve o kadar şahsî hayat mahsulünün
başkalarından iğreti alınması gösteriyordu ki, bizim içimizde bizden başkası
var. Onun her fırsatta harekete geçen zulmünü, bize yabancı olan iradesini
görüyor, duyuyorduk ve şu sesle inliyorduk:
Kalbleri iman ve ateşle dolan gençler!
Bir devir geldi ki, bu devir sizin devrimizdir, onda milletin ruhuna
musallat olan varlık artık bir kabuk, bir yara gibi ondan ayrıldı, cisim
kazandı. İçte ve dışta, her tarafta şehit olanların yarattığı millet mukaddesatı,
maddeden başka hiçbir şey tanımayan bir kâbusu karşısında gördü. Ayasofyadan
Kore’ye kadar, Gücerattan Fas’a kadar ezan sesleriyle inleyen arzımızın üstünde
hain ve meş’um bir uluma dalgalanmaya başladı. Bu canavârın dişi bize
çevrilmişti.
Ruhumuza düşman, milletimize düşman, insanlığımıza düşman olan bir
komünist/parçalanma dâvası, soyu bozuk, bellisiz olarak içimize katılmış
bulunanların dâvası oldu. Bu dâva, maddenin, etin, derinin ve tırnakların
ruha karşı saldırmasıdır. Bunlar, zihinlerimizde panik yaratarak içimize
atılıyor ve talan havası içinde bizden kopardıklarını kâr sayıyorlar. Ama bütün
biz varız, hiç eksilmeyen biz, bunu bilmiyorlar. Dikkat ediniz, asıl millet
iradesini cephede yaşatıyor; destanını ve felsefesini cephede yaratıyor;
tarlaya ve harp meydanına kâh demir, kâr ateşle yazıyor ve kanıyla parlatıyor.
Yurdu parçalamak isteyen Teröristler, münevverler arasında harekete
başladılar ve orada sınırlarını çizdiler. Milletle yanyana yaşayan ve
yüzlerce yıllık an'anesi olan ordu, onlardan asla müteessir olmadı, zerre kadar
sarsılmadı. Lâkin yeni olan ve millete yabancı ellerle yenilik diye garptan
kopya edilerek, aktarma yolu ile alınan ilim müesseselerine nüfuz edebildiler
ve taraftar kazandılar. Bu münevverler millete ihanet ettiler;
milletin felsefesini,, ahlâkını, dinini, san’atını yine milletten alacakları
ilhamla sistemleştirip ona sunacak yerde, milletin değerlerini ve mukaddesatını
çiğnemekle işe koyuldular. Sonra da ona yabancı dâvaların sunulmasına lakayt kalındı.
Böyle müesseseler, böyle devirler oldu; böyle ihsanlar, böyle zümreler tanıdık.
Teröristler, harp meydanımızın dekorunu değiştirdiler. Bizi şaşırtmak
istediler. Kime minnet, kimlere lanet edeceğimizi şaşırdık. Bazan içimizden İlâhî nidalar arşa yükselerek onda beddualarının nüfuz
edeceği Allaha giden bir yol arıyordu: Lânet olsun, diyorduk, ama kimlere?
Ne bilsin ki o bütün bir
felsefedir?
Onun ruhu bu yolda harekete gelse, diyecektir ki: Bana bakıp hâlâ da
aklını başına almayan ve maaşının; daima dimdik istikamette yükselmesini emel
edinmiş, cerahat çeşmesini andıran bütçeye dikilmiş bakışlara lânet olsun!
Bir kıt’ada kan ırmak gibi akarken, ayni kıt’anın öbür ucunda gece ve
gündüz, sade kendi ticarî kazançlarını arttırmak emeliyle, vergi kaçırmak,
menfaat kaçırmak emelleriyle şehirleri dolduranlara lânet olsun!
Gençlikte menfaat ve kazanç hırslarını ideal yapan, gerçek ideali
iftira haline koyan mürşide ve millet külfetiyle yetiştiklerini düşünmeden onu
soymak ihtirasına teslim olan körpe ruhlara da lânet olsun!
Ve bütün süfli emelleri istismar ederek, yüzlerce yıllık tarihten bir
avuç madde ve kemik çıkaran komünist cellâdına lânet olsun!
Acaba biz bunlarsız yalnız mı kalırız? Hâşâ!
Rahmet, şehitlerin ebediyyete intikal ettiği kapıdan gelebilirdi:
Hiç bunca şehidin yatarak gövdesi yerde,
Derya gibi kan sıne-i hilkatte tüter de;
Yakmaz, mı bu tufan, bu duman gitgide arşı?
Hissiz mi kalır lücce-i rahmet buna karşı?
İşte vatanda şehit olanlar, milletimizin hayat kuvvetlerini ve dehâsını
trajik tecrübe sahasında ortaya koyarak bize felsefemizi, idealimizi
tanıtıyorlar ve bütün dünya bu tecrübenin şahidi oluyor. Gençler, bu dersi
de Avrupalılardan veya Amerikalılardan mı öğreneceksiniz? Her şehit
Mehmetçiğin izlerinde ve ordumuzun daha bugünden destan olmuş menkıbesinde bu
milletin tarihi, felsefesi, ahlâkı, san’atı, hepsi yazılıdır. Eğer onu
okuyamazsak mektepler ve üniversiteler, üstadlar ve mürşidler bize hiçbir şey
vermemişler demektir. Birlikte okuyalım. Yakın mazinin meş’um Hâtıraları
bizi öyle yalnız, öyle ruhumuzdan habersiz, kurtuluş için öyle yardımsız
bırakmıştı ki, ben bu milleti, onun azametli tarihinin önünde perişan vücudunu
ve sahipsiz gençliğini düşündükçe, büyük ruhumuz Mehmed Akifle beraber
vatandaki Mehmetçiğin ebedileşen ruhuna çevrilip istimdad etmekten kendimi
alamıyorum •.
Dağlıca neresidir bilmem. Çünkü arz üzerinde ne tarafa çevrilsem orada,
ufukların üstünde her taraftan Allaha çevrilmiş ve her biri arşa bir dua
şeklinde teslim olup toprakların üstünde uzanmış vücutları düşünüyorum. Nerede
Türk çocuğuna huzur kalmıştır?
«Nerde olsam çıkıyor karşıma bu kanlı topraklar!»
... Şimdi biz ne yapacağız?
Onu düşünelim. Şehitlerin ruhu dünyamızı dolduruyor. Onlar vatanın öbür
ucunda oldıkları kadar, şu anda bizimle beraberdirler. Onlardan bize bir ses
geliyor; müphem, derin, İlâhî bir ses; göklerden yağıyor gibi, topraklardan
sızıyor gibi bir ilham. Bu ses bize yolumuzu göstermelidir. Her devirde olduğu
gibi, şehitler sade fanı bir destanın satırlarına gömülmemelidir. Bizim
şimdi birşeyler yapmamız lâzımdır. Siz yemin etmek için burada toplandınız,
Yemin edeceksiniz; yemin edeceksiniz ki vatan için şehit olanlar boş
yere ölmediler. Onları ebedî yapan mukaddesatın bizler kefiliyiz ve bundan
sonra kefili olacağız. Onlar azametli tarihin, Alpaslanların, Yavuzların ve
Gazi Osmanların kendilerine teslim ettiği mukaddes vazifeyi aslanlar gibi
yaptılar; biz de- aslanlar gibi, bu hayatın dâvası, ideali uğrunda
çarpışacağız.
Gençler!
Bin yıldanberi onların elindeki mukaddes kılıç, beş cephede bir defa
bile düşmana teslim olmadı. Gazi Osman Paşanın kılıcını alan Rus, yapılan
küstahlığı affedemiyerek onu mes’ul sahibine teslim etmişti, hatırlarsınız:
(.'Kumandan: Bunu almak bana şeref değil, al kılıcını»)
Şimdi aramızda bulunmayan, Vatanı koruyan kahraman kardeşlerimiz, kendi
gazalarında muvaffak oldular, Gazi Osman’ın evlâtları olduklarını isbat
ettiler. Biz de onun evlâtlarıyız. Bin yıl düşmana teslim olmayan beş cephede
bir defa bile eğilmeyen kılıç mukaddesatını korudu, bu milletin hayat ve
maneviyatının muhafızı oldu da biz nasıl fikir âleminde ona indirilen darbeye
karşı zayıf kaldık?
Nasıl oldu da o, kadını ile, sabanı ile, iffetini, imanını, mazisini
müdafaa ettiği halde, biz onun kulübesinin ta yanma yabancı dâvalar sahibi
müesseseleri götürdük?
'Nasıl oldu da bir kısım münevverlerin ideali, önce ilimcilik perdesine
gizlenmiş Avrupa köleliği, sonra sosyalizm ve İçtimaî adalet maskelerine
zilletle bürünmüş Moskof uşaklığı olduğu zaman bile fikir cephesinde isyan
çıkmadı ?
İki buçuk asırlık Rus - İslâv ideali hudutlardan içeri
girdi, birçok münevverlerin ve okuyanların kalbine nüfuz etti. Hem de bu esnada memleketin hakikî sahibi ve nâzımı
olması lâzımgelen köylümüz kürek mahkûmları halinde yaşatılıyordu. Bütün
istihsal yükü onun omuzlarında olduğu halde, bütün, istihlâk zevki hep yabancı
müesseselerin yetiştirdiği ve yabancı sermayelerin alıştırdığı ellerle
midelerin inhisarı altına girdi. Binlerce gencimiz Avrupaya ve Amerikaya
gönderilip yetiştirilse yine Anadolu yollarında kağnılar inliyordu ve onun
insanı yol yerine dağlardan aşıyordu. Köylü, hayvanlarla yan- yana barındığı
yerde dipçik yiyor, kan kusuyordu. Elleri ve ayaktan nasırdan ve yanıktan parça
parça olan o insanın yeryüzünde fonksiyonu, sonsuz isteklere sade vergi ve
asker yetiştirmekti. Onu bir iptidaî hayat içinde inlettik. Çocuğunu bize,
teslim etti; ruhuna suikast yaptık. Vergisini Verdi; arzın her tarafındaki
çelik veznelere kaçırdık. Ya isnatlar, ya onu hor gören isnatlar... Bunu
da Mısırın Firavunları ancak tahtalarına yaparlardı.
... Şimdi o bizden hesap istiyor; arzımızı kımıldatan bir kuvvetle ve
ancak ona has olan asâletle hakkını istiyor. Müslüman Türkün asil isteyişine
dikkat ediniz: Üzerimize saldırarak değil, memleket
içerisinde yabancı ellerin vurmak istedikleri dâvaya ve kendi mukaddesatına
bürünmüş, aslanlar gibi döğüşe döğüşe şehit olmak suretiyle bizden hesap
istiyor. Hak
dâvası böyle de görülür. Onlar, memleketle mukaddesatı, arkalarında
bıraktıkları çocuklarına ve okuyan çocuklarının vicdanına emanet ederek şehit
oluyorlar. Biz de onlara söz vereceğiz. Toplanışımız mânidardır, siz onlara söz
vermek için, ruhları huzurunda and içmek için buraya geldiniz. Ya onlarla,
beraberiz, ya da başka bir milletin çocukları.. Ancak tek ve müşterek bir plân
bizi, damarlarımıza ve harimimize kadar sokulan düşmana karşı seferber
edebilir.
Burada yalnız bir millet bulunduğu için, ancak bir millet dâvasına
inanabiliriz. Bu dâvayı bilmeyen varsa, cepheden gelen yaralıya sorsun. Her
Türk genci bugün bu dâvanın etrafında birleşmeli, ve tarihteki Türk erleri
gibi, bu plândaki mevziini sımsıkı tutup bütün bir tarih, bütün bir cihan
huzurunda mesuliyetini idrâk etmelidir.
Gençler! Bir medeniyetin dönüm noktasındayız. Yeni bir dünya doğuyor.
Siz, ruhunuzun ecdattan aldığı bütün ölmez ve asil kuvvetleri kullanma hakkına
kavuştunuz. Bu hakkı size, omuzlarında tarihi, vicdanlarında mukaddesatı
taşıyan kahraman köylümüz veriyor. O, bu uğurda şehitliğe kadar bütün
fedakârlık vasıtalarım kullandı. Size düşen altık kuvvet içinde ve kuvvet
olarak birleşip şehidin kılıcım içte ve dıştaki zelil düşmana teslim
etmemektir. Tâ ki o, arz üzerinde mukaddes ruhunun
barındığı her yerden ilâhi tehditler halinde bize çevrilip, «İnsan olan
bunları yaptırmaz!» diye nefret ve ikrah ile haykırmasın! Biz de ona büyük
şairimizin, bir zamanlar istiklâline azmiyle kavuşan bir milleti tanıttığı
dünyaya yeminini tekrar edeceğiz:
Kaynak: Nurettin TOPÇU, ŞEHİT, «Komünizme karşı MÜCADELE mecmuasından»
Milliyetçiler Derneği Neşriyatı: 9, 1959, İstanbul
Not: Metin günümüzün meselelerine ışık tuttuğu için metindeki “Kore”
kelimeleri “vatan/vatan toprağı” ve “komünist” kelimesi “terörist” olarak
değiştirilmiştir.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar