Print Friendly and PDF

ŞEHİT



Doç. Dr. Nurettin TOPÇU
Aşağıdaki yazı Kore Şehitleri vesilesiyle hazırlanmıştır. Fakat biz bugün bunu Türkiye Cumhuriyetini muhafaza ve müdafaa eden aslan evlatlarımız için okuyalım.
Yeryüzünde madde ve ruh, birincisi sonsuz ihtiraslar ve sefaletlerle yüklü olarak, İkincisi ise Allah’tan ilham ve işaret alarak koşmak ve daima daha ileri atılmak şartıyla, müsabaka halindedirler. Madde ileri gitti mi aramızda kinlerle garazlar ve düşmanlıklar çoğalıyor, daha varlıklı yaşamak için sanki her hareketimizde ölüyoruz; ruh ileri gidince dünyamız, aşkla,. iradeyle, ilhamla doluyor; her hareketimizde ebedileşiyor ve ölürken bile ebedî olmak için ölüyoruz. En ufak harekelerimizin içerisinde bile ruhla madde birbiriyle boğuşmaktadır. Maddenin en büyük zaferi sonsuz zulümdür ve yeryüzünde zulmün binbır çeşidi göze çarpıyor: İhsana zulüm, varlığa zulüm, iz’anımıza zulüm, bizi bir ruhta, bir dilekte bırakmayıp menfaatlerin sinesinde parça parça bölüp parçalayan zulüm, uzviyete ve cinsiyete şu narin gölgemizi teslim edici zulüm, bizi İlâhî birlikten koparıp çokluk âleminde dağıtan, böylece varlıktan yokluğa götüren gafletten ibaret zulüm..
Biliyorsunuz ki hep birdik; ezel bezminde beraberdik; ibadette de beraber oluyoruz, Şehadette de yine bir sofranın etrafına toplanacağız.
Aşk içinde birleştiğimizi inkâr eden insan var mı?
Kâinatta yalnız bir aklın, yalnız bir ruhun hâkim ve var olduğunu, söylemesek bile, idrâk etmiyor muyuz?
Bizdeki bu külli ruh, kâinatın ruhudur. Yaklaştığımız zaman hep birleşiyoruz. Vücutlarımız ve ihtiraslarımızla ne kadar birbirimizden uzakta isek ruh dünyasında o kadar beraberiz. Kâinatta bir tek ruh vardır.
Maddenin zaferi zulümdür, dedim. Ruhun zaferi fedakârlık, af, sabır, sevgi ve sonsuz tahammüldür. Bu zaferin son mertebesi, bütün bu kuvvetleri kendinde toplayan, şehitlik mertebesidir. Ruh, kendine has olan bütün kuvvetleri kullanarak gayesine doğru ilerledikten sonra, yükselebildiği zirvede maddeye bağlı şartlarının hepsini birden reddederek ruhu külliden ibaret kaynağına teslim ediyor:          
İşte bu şehitliktir.
Böylelikle o, insan iradesinin Allaha götüren hamlesiyle ulaşabileceği en yukarı -zirveye işaret demektir: Şehit, yaşayanların iradesinin kaynağıdır.
Şehitler, yeryüzüne kapanmış hürriyet âbideleridir. Onların, insan iradesiyle ulaştıkları zirve, hazdan, menfaattan ibaret olan maddeye yeis vererek, bazan da utanç vererek onu süründürüyor. Hakkı elinden tutup yükselten, yerde yatan şehitlerdir.
Her devirde insanlığımıza hayat getiren mukaddes şehitlerdir:
Sokrat’ın şehadeti, insanlığın akıl ve vicdan dünyasına yeni bir dünya getirdi. Sanki bir şehidin kanı, bütün ruhları gafletten uyandırıcı gıda oldu. Kudüs’te çarmıhta şehit olan Hazret-i İsâ, gerçek ruhu ve gerçek hürriyeti bütün insanlığımıza duyurmuştur. Şehitten çıkan gizli ses, İlâhî sestir: O bütün küremizi uyandırıyor, harekete geçiriyor. İsânın şehadetiyle kendi istikametinde harekete başlayan Batı felsefesi, iki yeni temele dayanıyordu: Aşk ve yaratıcılık. Yunan felsefesinin yabancı olduğu bu iki esas, İsâdaki şehadetin doğrudan doğruya, gerçek sahibini gösteren bir irade oluşundan ileri geliyordu.
Sonra biz Hallaç’ı tanıdık; İmâm-ı Âzam’ı gördük; Nizamülmülk’e hayran olduk. Bu şehitlerin hepsi, insanlığın ebedî olmak iradesinin son basamağına ulaşmışlardı ve hepsi, içinde yaşadıkları cemaate bu en yüksek zirveyi -gösterdiler.
Şehitler, bizim gerçek sahiplerimiz, bizim velilerimiz, bizim mürşitlerimizdir; dirileri yaşatan onlardır.
Her yerde büyük milletler, hürriyet uğrunda, hakikat uğrunda şehit veren milletlerdir ve milletlerin ruh dünyasındaki kımıldanışlarının müjdecisi, münâdisi, menbaı olan felsefe hareketleri, büyük harplerin sonunda, büyük şehitlerin izlerinde doğmuştur. Romantizm, Fransada ihtilâl kasırgaları arasında belirdi ve Napolyon harplerinin şehitlerinin kanından fışkırdı. 1870 harbinde en fazla şehit veren Fransızlar, bu harp biter bitmez sezgi ve hareket felsefelerini ortaya koydular. Birinci Cihan Harbindeki şehitlerinin arkasından Almanya’da ve Germen âleminde Max Scheler, Heidegger ve Kierkeggard’ların ruhun arayıcı varlığına, «o bütün kâinattır» diye bağlanan muazzam bir felsefe doğdu.
Şehitler bizim ruhumuzun kurtarıcılarıdır.
***
Şehit olan kimdir?
Biz kimiz?
Şehit, bir fert değildir; bir fertte barınan bir millet ruhu, bir millet iradesidir ki, bir vücudun gömüldüğü yerden bize ebedî hayat gönderir, bize ebediyeti kazandırır. Vatan toprağına gömülen kimdir?
Biz biriz, demiştim. Bedenlerimiz çok, ruhumuz birdir. Bizim ruhumuz nerede başladı? Nerede doğmuştu?
Bizi ebedî hayata sahip bir millet yapan şehitlerimiz, varlığımızın ruh âlemindeki bütün cephelerinde dopdoludurlar. . Bugün vatan topraklarını «Allah Allah!» diye kımıldatan ve «Allah Allah!» diye can veren şehitler, Nizamülmülkten daha önce Peygamberimizin ruhundan, Hazret-i Ömer gibi, İmam-ı Âzam gibi şehitlerin kabrinden ilham aldılar. Her medeniyet gibi İslâm - Türk medeniyeti de her devirde şehitlerin kaniyle âleme saçıldı. Ayasofya camiinin kapışma «Leteftahannelkostantaniyye»yi yazdıran irade, Süleymaniyenin kubbesini insan ruhunun azametine eş olmuş duran göklere nazire yapan kudret, Bedir harbini kaz anan şehitlerle başladı. Onlar, Peygamberlerinin ağzından, «Yarabbi, şu bir avuç insana zafer vermezsen ismin ebediyyen yeryüzünden silinecek!» diye nida ile, şiddetli ve tehditli dua ile başladıkları gazayı şehitlikle bitirenlerin mükâfatını, koca bir medeniyeti insanlığa tanıtmakla elde ettiler. Sonra bu iradeyi yalnız başına Türk ırkı omuzlarında taşıdı. Abbasîlerin önce uç beyleri, sonra muhafız kıtaları olan ve nihayet bütün orduyu teşkil eden Türkler, bu emaneti ellerine alıp o günden ta yirminci asrın ortasına kadar sanki: arz üzerinde kanlarıyla sulanmadık bir karış yer bırakmamaya azmetmişçesine her tarafta şehitler verdiler. Malazgirt, Niğbolu, Kosova, Çaldıran, Ridaniye, Pilevne ve nihayet Çanakkalede şehitler bıraktık, öyle ki Türk çocuğu kendini tanımaya başladığı ilk mektep sıralarında,
«Üç kıt’ada yüz beldeye, bin beldeye sahip»,
«Bir memleketim vardı ...      .           .           »
diye diye iradesinin, ecdadından aldığı en sağlam aşı olan bu ilâhı kuvvetin ulaşabildiği zirvelerini idrâk edebiliyordu ve hedefini biliyordu; hem dini yaşatan kuvvetleri anlıyordu.
... öyle iken bir devir geldi; «mukaddesat yalandır» denildi. Bizi derin ve kuvvetli bir ruh denemesinden mahrum i eden, bize böyle bir dersi vermekten zevk almayan eller, bu telkin ile bizi ölüme teslim ettiklerini düşünmediler, üzülmediler. Kimdi bu adamlar, bu devirler, bu kâbuslar?...
Zehirli bir aşı bir asırdan beri damarlarımıza akıtılıyordu. Buna bizden olmayanlar «garplılaşma» dediler. Garplılaşınca elbette kendimizden başka olacaktık. Benliğimizin dayandığı temeller yıkılmak istendi; yabancı bir dünyanın insanlarına yama olmaya özendik. Milliyetimiz, kendisinin en kuvvetli parçası olan iman ve mukaddesat ile terk edilmek istendi. O günden bugüne kadar âdeta iki millet meydana çıktı: Garbın ayaklarına sarılan ve benliğinden sıyrılan münevverler bir tarafa, kendi kendini aşla bırakmayan ve en kuvvetli tarafı köylüde bulunan asıl halkımız öbür tarafa ayrıldı. Bunların sanatı, sahnesi, ahlâkı, imanı, kazancı, menfaat ve mukadderatı zamanla büsbütün birbirinden ayrıldı. O kadar ki o milletin emeğiyle, parasıyla saadetler sürerek yine onun müsamahasıyla tırmandıkları yüksek kürsüleri kalkan yapanlar, üniversite kapısından geçen köylüleri göstererek, «İşte milletimizin yüz karası bunlardır» diyorlardı. Onun taş ve toprakla mücadelede sökülen tırnaklarının nasibini elinden çekerek kâşaneler yapanlar, onu, «devlet merkezinde göze görünmesin, varlığı ayıptır» diye Ankara caddelerinden geçirmediler; onun alnının teriyle temelleri kurulan Bakanlıklara, kıyafetini hor görerek sokmak istemediler. Vatan toprağında bizim için, insanlık ve hürriyet için can verenler işte o köylülerdir. Bizi içimizden vuran düşman, bir maddî cephenin insanıydı; kudurmuş bir nefis, ruhsuz bir vücuttu. Bu zümreye bakınca insanın,
«Şu sessiz kubbenin altında insandan eser yokmuş» diyeceği geliyordu. Bunlar, Allaha en yakın olan bu milletin her cephede gazasına kindarlıkla, hasetle bakıyorlar ve her şehitler kafilesinin arş’ı âlâya kadar yükselttiği millet ruhunu birer şahısta hançerlemek için fırsat gözlüyorlardı. Malazgird’in dehâsını yüzünde parlatan Nizâmülmülk’ü bu hançer arayıp bulmuştu; İstiklâl Savaşının yerlere sığmaz sevdasını Ali Şükrü millî dâva halinde ifade etmesiyle ayni hançer ve kanlı ip onu da takip etti.
... Şehitler ruhlarınıza ezanlar okurlar, Allahın kendi ruhlarına ulaştırdığı sırrı bize bildirirler. Biz onların niçin öldüklerini ve nasıl öldüklerini görerek, anlayarak elde ettiğimiz bilgi ile felsefemizi, ahlâkımızı, ruhî çatımızı yapmaya mecburuz. Milletimizin hayat kaynaklanın onlardan öğrenmeliyiz. Bakınız, şu kadar tarihi olan yüksek kültür müessesemizin bize sunduğu felsefelere; onda bizim hayatı karşılayışımızın ifadesi, irademizin dünya diliyle âyeti olması lâzım gelen felsefe her zaman garptan alındı. Birisi, ferdî ruhla Allah’ı ortadan kaldırmak için cemiyet mefhumunu bir heyula gibi kullanan Durkheim’deki zihniyeti bize tercüme etti. Öbürü, durmadan Bergson’u tavsiye etti Başkaları, tecrübenin üstüne tırmanmaktan yorgunluk duyan Ogüst Kont’u tekrarladılar. İmansızlık ilerleyince Freud sinirlere daha hoş göründü.
Biz nerede-idik?
Şehitlerin felsefesi nerede?
Bu milletin kendi felsefesi yok muydu?
Felsefe gibi o kadar sübjektif ve o kadar şahsî hayat mahsulünün başkalarından iğreti alınması gösteriyordu ki, bizim içimizde bizden başkası var. Onun her fırsatta harekete geçen zulmünü, bize yabancı olan iradesini görüyor, duyuyorduk ve şu sesle inliyorduk:
Kalbleri iman ve ateşle dolan gençler!
Bir devir geldi ki, bu devir sizin devrimizdir, onda milletin ruhuna musallat olan varlık artık bir kabuk, bir yara gibi ondan ayrıldı, cisim kazandı. İçte ve dışta, her tarafta şehit olanların yarattığı millet mukaddesatı, maddeden başka hiçbir şey tanımayan bir kâbusu karşısında gördü. Ayasofyadan Kore’ye kadar, Gücerattan Fas’a kadar ezan sesleriyle inleyen arzımızın üstünde hain ve meş’um bir uluma dalgalanmaya başladı. Bu canavârın dişi bize çevrilmişti.
Ruhumuza düşman, milletimize düşman, insanlığımıza düşman olan bir komünist/parçalanma dâvası, soyu bozuk, bellisiz olarak içimize katılmış bulunanların dâvası oldu. Bu dâva, maddenin, etin, derinin ve tırnakların ruha karşı saldırmasıdır. Bunlar, zihinlerimizde panik yaratarak içimize atılıyor ve talan havası içinde bizden kopardıklarını kâr sayıyorlar. Ama bütün biz varız, hiç eksilmeyen biz, bunu bilmiyorlar. Dikkat ediniz, asıl millet iradesini cephede yaşatıyor; destanını ve felsefesini cephede yaratıyor; tarlaya ve harp meydanına kâh demir, kâr ateşle yazıyor ve kanıyla parlatıyor.
Yurdu parçalamak isteyen Teröristler, münevverler arasında harekete başladılar ve orada sınırlarını çizdiler. Milletle yanyana yaşayan ve yüzlerce yıllık an'anesi olan ordu, onlardan asla müteessir olmadı, zerre kadar sarsılmadı. Lâkin yeni olan ve millete yabancı ellerle yenilik diye garptan kopya edilerek, aktarma yolu ile alınan ilim müesseselerine nüfuz edebildiler ve taraftar kazandılar. Bu münevverler millete ihanet ettiler; milletin felsefesini,, ahlâkını, dinini, san’atını yine milletten alacakları ilhamla sistemleştirip ona sunacak yerde, milletin değerlerini ve mukaddesatını çiğnemekle işe koyuldular. Sonra da ona yabancı dâvaların sunulmasına lakayt kalındı. Böyle müesseseler, böyle devirler oldu; böyle ihsanlar, böyle zümreler tanıdık. Teröristler, harp meydanımızın dekorunu değiştirdiler. Bizi şaşırtmak istediler. Kime minnet, kimlere lanet edeceğimizi şaşırdık. Bazan içimizden İlâhî nidalar arşa yükselerek onda beddualarının nüfuz edeceği Allaha giden bir yol arıyordu: Lânet olsun, diyorduk, ama kimlere?
 Ne bilsin ki o bütün bir felsefedir?
Onun ruhu bu yolda harekete gelse, diyecektir ki: Bana bakıp hâlâ da aklını başına almayan ve maaşının; daima dimdik istikamette yükselmesini emel edinmiş, cerahat çeşmesini andıran bütçeye dikilmiş bakışlara lânet olsun!
Bir kıt’ada kan ırmak gibi akarken, ayni kıt’anın öbür ucunda gece ve gündüz, sade kendi ticarî kazançlarını arttırmak emeliyle, vergi kaçırmak, menfaat kaçırmak emelleriyle şehirleri dolduranlara lânet olsun!
Gençlikte menfaat ve kazanç hırslarını ideal yapan, gerçek ideali iftira haline koyan mürşide ve millet külfetiyle yetiştiklerini düşünmeden onu soymak ihtirasına teslim olan körpe ruhlara da lânet olsun!
Ve bütün süfli emelleri istismar ederek, yüzlerce yıllık tarihten bir avuç madde ve kemik çıkaran komünist cellâdına lânet olsun!
Acaba biz bunlarsız yalnız mı kalırız? Hâşâ! Rahmet, şehitlerin ebediyyete intikal ettiği kapıdan gelebilirdi:
Hiç bunca şehidin yatarak gövdesi yerde,
Derya gibi kan sıne-i hilkatte tüter de;
Yakmaz, mı bu tufan, bu duman gitgide arşı?
Hissiz mi kalır lücce-i rahmet buna karşı?
İşte vatanda şehit olanlar, milletimizin hayat kuvvetlerini ve dehâsını trajik tecrübe sahasında ortaya koyarak bize felsefemizi, idealimizi tanıtıyorlar ve bütün dünya bu tecrübenin şahidi oluyor. Gençler, bu dersi de Avrupalılardan veya Amerikalılardan mı öğreneceksiniz? Her şehit Mehmetçiğin izlerinde ve ordumuzun daha bugünden destan olmuş menkıbesinde bu milletin tarihi, felsefesi, ahlâkı, san’atı, hepsi yazılıdır. Eğer onu okuyamazsak mektepler ve üniversiteler, üstadlar ve mürşidler bize hiçbir şey vermemişler demektir. Birlikte okuyalım. Yakın mazinin meş’um Hâtıraları bizi öyle yalnız, öyle ruhumuzdan habersiz, kurtuluş için öyle yardımsız bırakmıştı ki, ben bu milleti, onun azametli tarihinin önünde perişan vücudunu ve sahipsiz gençliğini düşündükçe, büyük ruhumuz Mehmed Akifle beraber vatandaki Mehmetçiğin ebedileşen ruhuna çevrilip istimdad etmekten kendimi alamıyorum •.
Dağlıca neresidir bilmem. Çünkü arz üzerinde ne tarafa çevrilsem orada, ufukların üstünde her taraftan Allaha çevrilmiş ve her biri arşa bir dua şeklinde teslim olup toprakların üstünde uzanmış vücutları düşünüyorum. Nerede Türk çocuğuna huzur kalmıştır?
«Nerde olsam çıkıyor karşıma bu kanlı topraklar!»
... Şimdi biz ne yapacağız?
Onu düşünelim. Şehitlerin ruhu dünyamızı dolduruyor. Onlar vatanın öbür ucunda oldıkları kadar, şu anda bizimle beraberdirler. Onlardan bize bir ses geliyor; müphem, derin, İlâhî bir ses; göklerden yağıyor gibi, topraklardan sızıyor gibi bir ilham. Bu ses bize yolumuzu göstermelidir. Her devirde olduğu gibi, şehitler sade fanı bir destanın satırlarına gömülmemelidir. Bizim şimdi birşeyler yapmamız lâzımdır. Siz yemin etmek için burada toplandınız,
Yemin edeceksiniz; yemin edeceksiniz ki vatan için şehit olanlar boş yere ölmediler. Onları ebedî yapan mukaddesatın bizler kefiliyiz ve bundan sonra kefili olacağız. Onlar azametli tarihin, Alpaslanların, Yavuzların ve Gazi Osmanların kendilerine teslim ettiği mukaddes vazifeyi aslanlar gibi yaptılar; biz de- aslanlar gibi, bu hayatın dâvası, ideali uğrunda çarpışacağız.
Gençler!
Bin yıldanberi onların elindeki mukaddes kılıç, beş cephede bir defa bile düşmana teslim olmadı. Gazi Osman Paşanın kılıcını alan Rus, yapılan küstahlığı affedemiyerek onu mes’ul sahibine teslim etmişti, hatırlarsınız: (.'Kumandan: Bunu almak bana şeref değil, al kılıcını»)
Şimdi aramızda bulunmayan, Vatanı koruyan kahraman kardeşlerimiz, kendi gazalarında muvaffak oldular, Gazi Osman’ın evlâtları olduklarını isbat ettiler. Biz de onun evlâtlarıyız. Bin yıl düşmana teslim olmayan beş cephede bir defa bile eğilmeyen kılıç mukaddesatını korudu, bu milletin hayat ve maneviyatının muhafızı oldu da biz nasıl fikir âleminde ona indirilen darbeye karşı zayıf kaldık?
Nasıl oldu da o, kadını ile, sabanı ile, iffetini, imanını, mazisini müdafaa ettiği halde, biz onun kulübesinin ta yanma yabancı dâvalar sahibi müesseseleri götürdük?
'Nasıl oldu da bir kısım münevverlerin ideali, önce ilimcilik perdesine gizlenmiş Avrupa köleliği, sonra sosyalizm ve İçtimaî adalet maskelerine zilletle bürünmüş Moskof uşaklığı olduğu zaman bile fikir cephesinde isyan çıkmadı ?
İki buçuk asırlık Rus - İslâv ideali hudutlardan içeri girdi, birçok münevverlerin ve okuyanların kalbine nüfuz etti. Hem de bu esnada memleketin hakikî sahibi ve nâzımı olması lâzımgelen köylümüz kürek mahkûmları halinde yaşatılıyordu. Bütün istihsal yükü onun omuzlarında olduğu halde, bütün, istihlâk zevki hep yabancı müesseselerin yetiştirdiği ve yabancı sermayelerin alıştırdığı ellerle midelerin inhisarı altına girdi. Binlerce gencimiz Avrupaya ve Amerikaya gönderilip yetiştirilse yine Anadolu yollarında kağnılar inliyordu ve onun insanı yol yerine dağlardan aşıyordu. Köylü, hayvanlarla yan- yana barındığı yerde dipçik yiyor, kan kusuyordu. Elleri ve ayaktan nasırdan ve yanıktan parça parça olan o insanın yeryüzünde fonksiyonu, sonsuz isteklere sade vergi ve asker yetiştirmekti. Onu bir iptidaî hayat içinde inlettik. Çocuğunu bize, teslim etti; ruhuna suikast yaptık. Vergisini Verdi; arzın her tarafındaki çelik veznelere kaçırdık. Ya isnatlar, ya onu hor gören isnatlar... Bunu da Mısırın Firavunları ancak tahtalarına yaparlardı.
... Şimdi o bizden hesap istiyor; arzımızı kımıldatan bir kuvvetle ve ancak ona has olan asâletle hakkını istiyor. Müslüman Türkün asil isteyişine dikkat ediniz: Üzerimize saldırarak değil, memleket içerisinde yabancı ellerin vurmak istedikleri dâvaya ve kendi mukaddesatına bürünmüş, aslanlar gibi döğüşe döğüşe şehit olmak suretiyle bizden hesap istiyor. Hak dâvası böyle de görülür. Onlar, memleketle mukaddesatı, arkalarında bıraktıkları çocuklarına ve okuyan çocuklarının vicdanına emanet ederek şehit oluyorlar. Biz de onlara söz vereceğiz. Toplanışımız mânidardır, siz onlara söz vermek için, ruhları huzurunda and içmek için buraya geldiniz. Ya onlarla, beraberiz, ya da başka bir milletin çocukları.. Ancak tek ve müşterek bir plân bizi, damarlarımıza ve harimimize kadar sokulan düşmana karşı seferber edebilir.
Burada yalnız bir millet bulunduğu için, ancak bir millet dâvasına inanabiliriz. Bu dâvayı bilmeyen varsa, cepheden gelen yaralıya sorsun. Her Türk genci bugün bu dâvanın etrafında birleşmeli, ve tarihteki Türk erleri gibi, bu plândaki mevziini sımsıkı tutup bütün bir tarih, bütün bir cihan huzurunda mesuliyetini idrâk etmelidir.
Gençler! Bir medeniyetin dönüm noktasındayız. Yeni bir dünya doğuyor. Siz, ruhunuzun ecdattan aldığı bütün ölmez ve asil kuvvetleri kullanma hakkına kavuştunuz. Bu hakkı size, omuzlarında tarihi, vicdanlarında mukaddesatı taşıyan kahraman köylümüz veriyor. O, bu uğurda şehitliğe kadar bütün fedakârlık vasıtalarım kullandı. Size düşen altık kuvvet içinde ve kuvvet olarak birleşip şehidin kılıcım içte ve dıştaki zelil düşmana teslim etmemektir. Tâ ki o, arz üzerinde mukaddes ruhunun barındığı her yerden ilâhi tehditler halinde bize çevrilip, «İnsan olan bunları yaptırmaz!» diye nefret ve ikrah ile haykırmasın! Biz de ona büyük şairimizin, bir zamanlar istiklâline azmiyle kavuşan bir milleti tanıttığı dünyaya yeminini tekrar edeceğiz:
Kaynak: Nurettin TOPÇU, ŞEHİT, «Komünizme karşı MÜCADELE mecmuasından» Milliyetçiler  Derneği  Neşriyatı: 9, 1959, İstanbul
Not: Metin günümüzün meselelerine ışık tuttuğu için metindeki “Kore” kelimeleri “vatan/vatan toprağı” ve “komünist” kelimesi “terörist” olarak değiştirilmiştir.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar