ŞEHVETİN VE SEVMENİN SIRLARI
Genç bile olsan gençle
arkadaşlık etme.
Veya kadınla; sadece Allah Teâlâ
ile ilgilen
Körleştirici fitneden sakın
Onun gafil kalp üzerinde bir
hükmü vardır
Nefsin şehvetinden de sakın!
Nice kalbi ‘Rabbinden anlayan’
efendiyi helak etti
Kadından dost bulan görülmedi
Kemale ermiş Allah Teâlâ
adamlarından başka
Bilmelisin ki
-Allah Teâlâ sana yardım etsin- fitne, denemek demektir. Gümüşü saflaştırmak
istediğinde, ‘Fetentü el-fizza bi’n-nar’ (gümüşü ateşle saflaştırdım) denilir.
Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Mal ve evlatlarınız fitnedir.’ Yani onlar
vasıtasıyla sizi sınarız: Acaba onlar sizi bizden ve sınırında durmanız için
belirlediğimiz şeylerden perdeler mi, perdelemez mi? Hz. Musa ‘Bu, senin
fitnendir, dilediklerini onunla saptırırsın’ demişti. Hayrete düşürürsün demektir. ‘Dilediğine
hidayet edersin”
Allah
Teâlâ’nın insanı sınadığı en büyük fitnelerden biri, onu kendi suretine göre
yarattığını insana bildirmesidir. Böylece Allah Teâlâ şunu görmek ister: İnsan
kulluğuyla ve imkân haliyle kalacak mıdır, yoksa suretinin üstünlüğü nedeniyle
gururlanacak mıdır? İlahi suretten insanın payı, isimlerin hükmüdür. Böylelikle
insan âlemde halife atanmış ve Haldun suretiyle tam anlamıyla bilfiil var olmuş
biri olarak hüküm verir. Bu sınamayı (fitne) destekleyen şeylerden biri de Hz.
Peygamber’in Rabbinden aktardığı şu (kutsi) ifadedir: ‘Kul nafile
ibadetlerle Allah Teâlâ’ya yaklaştığında, Allah Teâlâ onu sever; sevdiğinde
kendisiyle duyduğu kulağı, gördüğü gözü olur.’ Hadisin devamında el ve ayak
da zikredilmiştir.
Kul bu
konumda olduğunu öğrenince -artık kendisiyle değil-Hakk ile duyar, Hak ile
görür, Hakk ile tutar, Hak ile koşar. Bu ilahi niteliklere sahip olmakla
birlikte, sırf ve yoksul bir kul olarak kalır. Bu konumdayken Haktan müşahede
ettiği şey, tövbeleriyle sevinmek, evine gelenle neşelenmek, arzusunu yenmiş
gence şaşırmak, kulunun açlığı ve susuzluğuna vekil olarak acıkmak ve susamak
özelliğiyle nitelenmek; kulunun hastalığının yerine hastalık ile nitelenmek
gibi davranışlarda Hakkın kullarına tenezzülüdür. Bununla beraber, Allah Teâlâ’nın
rabliğinin izzeti ve ulûhiyetindeki büyüklüğünün gereğini bilir. Öyleyse
(Hakk’ın kullarına dönük) bu ilahi tenezzül, O’nun azamedi ceberut’una veya
nezih ve kadim büyüklüğüne etki etmez.
Allah Teâlâ
kendisini Rabbe yaraşan özelliklere vekil olarak yerleştirdiğinde ise kul şöyle
der: ‘Allah Teâlâ’nın beni üzerinde yarattığını bildirdiği (ilahi) suretin
kemali, imkân dahilindeki hiçbir makamın, kulluğumun mertebesinin ve muhtaçlık
ve yoksulluğun benden ayrılmamasını gerektirir. Nitekim benim özelliklerime
inerken Hak büyüklük ve azametine yine sahipti.’ Hakk ise, bu niteliğe
sahip olduğunda ‘Ne güzel kuldur o, tövbe edendir’ diye kulunu över. Çünkü Hakkın kendisini
görevlendirmesi, onda etki etmemiş, yoksulluk ve zorunluluğundan
çıkartmamıştır. Hakka yaklaşmada haddi aşan kimsede bu aşmanın zıddı ortaya
çıkar. Bu ise, Allah Teâlâ’dan uzaklık ve cezalandırmadır. Artık kendini sakın!
Çünkü genişlikle sınanmak, sıkıntı ve darlık ile sınanmaktan daha ağırdır.
Şehvete
gelirsek, şehvet, şehvet nesnesinin yüksekliğiyle
yükselirken düşüklüğü nedeniyle alçalan nefsin bir aracıdır. Şehvet, haz almaya
elverişli şeylerden haz alma (iltizaz) iradesidir. Haz ise iki türlüdür: doğal
ve ruhanî hazlar. Tikel nefs, doğadan doğmuştur ve doğa onun an-nesi, ilahi ruh
ise onun babasıdır. Öyleyse ruhanî şehvet, doğada saf bir halde bulunamaz.
Geride kiminle haz alındığını (öğrenmek) kalmıştır. Bu bağlamda, sadece uygun
olanla haz alınır. Bizim ile Hak arasında ise, sadece ‘suret’ ilişkisi vardır.
Binaenaleyh
insanın kendi kemalinden haz alması, hazzın en güçlüsü olduğu gibi kendisine
benzer birisinden aldığı haz hazların en güçlüsüdür. Bunun kanıtı, (hemcinsi
olan) bir cariyeye veya oğlana âşık olmanın dışında, (herhangi bir başka
durumda) hazzın insanın bütününe yayılmayışı, herhangi bir şeyi görmek
nedeniyle kendinden tümüyle geçmeyişi ve muhabbet veya aşkın onun ruhanîliğinin
doğasına yayılmayışıdır. Cariyedeki durum değişikliğinin nedeni ise onun tam
benzeri olmasıdır, çünkü o kendisiyle aynı cinstendir. Âlemdeki her bir şey,
insanın bir parçasıdır ve dolayısıyla insan, her; şeye uygun parçasıyla
mukabele eder. Bu nedenle de, benzerinin dışındaki hiçbir şeye, (kendini
kaybedecek kadar) âşık olamaz.
İlahi
tecelli Âdem’in üzerinde yaratılmış olduğu surette gerçekleştiğinde, mana
manayla örtüşür, bütün ile haz alma imkânı gerçekleşir, şehvet zâhir ve bâtında
insanın tüm parçalarına yayılır. Bu, varis âriflerin hedeflediği şehvettir. Bakınız! Leyla sevgisi, Mecnun
Kays’ı kendinden nasıl geçirmişti? Bunun nedeni, belirttiğimiz (hemcins olmakla ilgili)
husustur. Allah Teâlâ aşkından kendinden geçenlerin Hakkın mertebesinden
aldıkları hazzın (ilahi aşk), hemcinslerinden (beşeri aşk) aldıkları hazdan
daha çok ve daha güçlü olduğunu görürüz. Bunun nedeni ilahi suretin insanda
hemcinsinin ona olan benzerliğinden daha yetkin bir şekilde bulunmasıdır.
Binaenaleyh hemcinsinin onun duyması ve görmesi olabilmesi mümkün değildir.
Hemcinsinin olabileceği nihai şey, insanın duyduğu ve gördüğü bir şey
olmasıdır. İnsan Hale vasıtasıyla algıladığında ise daha yetkin bir haldedir.
Öyleyse onun hazzı daha büyük, şehveti daha güçlüdür. Allah Teâlâ ehlinin
şehvetinin böyle olması gerekir!
Gençlerle -ki
sakalsızlar (emred) demektir- ve dinde Şâri’nin hakkımızda onayladığı iyi adet
çıkartan bidatçilerle arkadaşlığa gelirsek, ârif, sakalsız gençlere, -tıpkı düz
taş gibi-üzerinde hiçbir şeyin sabit olmadığı kaygan bir yer olarak bakar.
Çünkü emred, üzerinde bitki olmayan yer demektir. (Aynı kökten türetilen) Arz-ı
merda, bitkisiz yer demektir. Bu müşahede ârife tecrit (soyutlanma) makamını ve
yaşlıya göre gencin ‘Rabbiyle yeni bir ahdi’ olduğunu hatırlatır. Şâri
bu hususu yağmur hakkında dile getirmiştir (Hz. Peygamber yağmur yağarken
başını açmış ve ‘Rabbimin katından henüz geliyordur (hadis-i ahd)’
diyerek yağmurun başına temas etmesini istemiştir). Yaratmaya daha yakın olan
bir şey, ondan daha uzak yaşlıya göre rahmet vesileleri için daha bol, saygın
ve daha yakın bir kanıttır.
Ahdas
(gençler, yeniler) olmalarına gelirsek, onlar Rableriyle yeni sözleşmişlerdir.
Onlarla arkadaşlık yaparken, Allah Teâlâ’nın kadimliğinin ayrışması için bu
yenilikleri (ve sonradanlıkları) hatırlanır. Bu ise, sahih bir yorum ve
ulaştırıcı bir yöntemdir. ‘Hades’, tesnin (adet ortaya çıkartmak) ifadesinden
gelebilir. Allah Teâlâ Teâlâ’nın şu sözleri bunu destekler: ‘Onlara
Rablerinden hâdis bir söz geldiğinde”
ve ‘Rahman’dan onlara hâdis bir söz gelir.’ Ardından bu yeni gelen sözü kabulle
karşılamayanları kınamıştır. İşte âriflerin bu meseleye bakışları böyledir. Müritlere ve sûfılere gelirsek,
onların gençlerle arkadaşlık etmesi haramdır. Bunun nedeni, Allah Teâlâ’nın
aklı zıddı yaptığı hayvani şehvetin kendilerini etkisi altına almasıdır. Akıl
olmasaydı, doğal şehvet övülen bir şey olurdu.
Kadınlara gelirsek, âriflerin onlara ve onlardan dost edinmeye
bakışları, bütünün parçaya ilgi duymasına benzer. Bu durum (erkek ile kadının ilişkisi) bir evin hayatının
kendisine bağlı olduğu sakinlerinden boş kalmasına benzer. Kendisinden kadının çıkartıldığı
erkekteki boşluğu Allah Teâlâ kadına arzuyla doldurdu. Bu durumda erkeğin kadına arzusu, büyüğün küçüğe arzu ve
ilgisine benzer. Onlardan hizmetçi edinmeye gelirsek, ârif onlardan onlar adına
hizmetçi alır. Nitekim Hz. Peygamber sadaka vermelerini emrederken onlardan
böyle almıştı. Çünkü
Peygamber cehennemdekilerin çoğunluğunun kadınlar olduğunu gördüğünde, onları
kurtarmaya gayret etmiştir. Böylece, kendisinden var oldukları için, onlara
karşı daha şefkatliydi. Bu ise, gerçekte insanın kendisine şefkati demektir.
Ayrıca onlar, kemalin
ortaya çıkması için yaratma mahallidir. Bu durumda onları sevmek, Peygambere
uymak ve tabi olmak demektir. Hz. Peygamber, ‘Bana dünyanızdan
üç şey sevdirildi: kadın, güzel koku ve göz aydınlığım yapılan namaz’ demiştir. Burada kadınları da zikretti. Bakınız! Hz.
Peygamber’e kendisini Rabbinden uzaklaştıracak bir şey sevdirildi mi? Hayır,
yemin olsun ki hayır! Aksine ona kendisini Rabbine yaklaştıracak şeyler
sevdirildi.
Müminlerin
annesi Hz. Aişe, kadınların Hz. Peygamber’in kalbinde tuttuğu yeri anlamıştı.
Şöyle ki: Ayet-i kerimede Allah Teâlâ Peygamberin eşlerini serbest bırakıp
onlar da (boşanmak yerine) Hz. Peygamber ile kalmayı tercih etmişlerdi. Bunun
üzerine Allah Teâlâ onları taltif etmek, bu esnada kendilerini tercih ve
gözetmek isteyerek Peygamberin arzusuna aykırı olarak şöyle buyurmuştur: ‘Artık sana başka kadınlar helal
olmaz ve güzellikleri hoşuna gitse bile sahip olduklarından başkası sana helal
değildir., Böylece Allah
Teâlâ, kalbinde kadınların sevgisi yer tuttuğu için, ona merhamet ederek sahip
olduklarını bırakmıştır. İşte bu, Hz. Peygamber’e inen en çetin ayetlerden
biridir. Hz. Aişe şöyle der: ‘Allah Teâlâ Peygamberinin kalbine azap etmez. Yemin olsun
ki, kadınlar kendisine helal oluncaya kadar Peygamber vefat etmemişti.’
Kadınların değerini ve sırrını
bilen kimse, onları sevmede zahit davranmaz (cimrilik yapmaz). Aksine onları sevmek, arifin
kemâlinin bir parçasıdır. Kadın sevgisi, nebevi bir miras ve ilahi bir
sevgidir. Çünkü Peygamber ‘Bana sevdirildi’ diyerek kadınları sevmesini Allah
Teâlâ’ya nispet etmiştir. Bu bölümü iyice düşün ki, şaşılacak sırları göresin!
Şeyhlerin
gözetimi altındaki müridere gelirsek, onlar, bu konuda şeyhlerin hükmüne göre
hareket eder. Şeyhleri gerçek şeyh ve Allah Teâlâ nezdinden takdim edilmiş kimseler
ise, onlar Allah Teâlâ’nın kullarına karşı en samimi insanlardır; böyle
değillerse, onlar ve uyanları (Allah Teâlâ’ya karşı) sorumludur. Çünkü Allah
Teâlâ, kullarının fiillerinin kendisiyle ölçüleceği meşru bir ölçüyü âleme
yerleştirmiştir. Şeyhler sorumludur ve belirli fiilleri emretmelerinin dışında
davranışlarına uyulmaz. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Zikir ehline sorunuz” Onlar, Kuran ehlidir. Allah Teâlâ ehli ise
O’nun seçkinleridir. Kuran ehli, Kuran’a göre davranan kimselerdir. Kuran ise,
söylediğimiz mizandır. Hz. Peygamber’den başka kimsenin davranışına uymak,
yakışık almaz. Çünkü insanların halleri farklı farklıdır, birisi için uygun
davranış kendisini yapan başka birinin bozulmasına yol açabilir.
Allah
Teâlâ’dan korkan bilginler ise, Allah Teâlâ’nın dininin doktorlarıdır. Onlar,
dinin hastalık ve marazlarını gideren ve tedavileri bilenlerdir.
Söz konusu
olan Allah Teâlâ’nın Peygamberinin fiilleri olduğunda ise, insanlar onlar
hakkında görüş ayrılığına düşmüştür: Bu fiiller zorunlu mudur, değil midir?
Peygamberin fiilleri hakkında hal böyle iken, başkasının fiilleri hakkında
nasıl olabilir ki? Halbuki Allah Teâlâ ‘Sizin için Allah Teâlâ'nın
peygamberinde güzel örnek vardır’, ‘Bana uyun ki, Allah Teâlâ sizi sevsin’
buyurdu. Bütün bunlar, peygamberin fiillerine uymanın vacip olduğunu
göstermeyen naslardır. Çünkü Peygamber, kendisine uymamız caiz olmayan bir
takım şeylere de tahsis edilmiştir. Bu konularda kendisine uysaydık, günahkâr
ve hatalı olurduk.
Keşf, vecd ve
ilahi hitap ehli olmayan ve ‘verasının nuru mârifetinin nurunu söndürmemiş’ Allah
Teâlâ yolunda (olduğuyla ilgili bir) iddia sahibi her mümin, kalbini Allah
Teâlâ’dan başkasıyla ilgilenmeye yol açan her davranıştan uzak durmalıdır.
Böyle bir şey, onun hakkında bir fitnedir. Ayrıca aklını şehvetine baskın
kılmalıdır, hatta alışkanlıklarını ve doğasının beğendiği işlerini
bırakmalıdır. Kuşkulu yerlerden ve -Allah Teâlâ izin vermedikçe-dinde bidat
çıkartanlarla arkadaşlık yapmaktan sakınmalıdır ki kastedilenler gençlerdir.
Aynı şekilde, aydınlık yüzleri olan sakalsızlarla ve kadınlarla oturup
kalkmaktan ve onlardan yardımcı edinmekten uzak durmalıdır. Çünkü kalpler,
kendisine güzel görünenlere akar ve doğa onları arzular. Nefsanî arzuları
uzaklaştırmada ilahi güç ise, burada yoktur ve mârifet bu sınıftaki insanlarda
yoksundur.
Hakkın
sınamasına ancak saf altın madeni dayanabilir. O, kemal derecesine ulaşmış ve
kendisinde maden toprağından hiçbir şeyin kalmadığı kişidir. Her teklif bir
fitnedir (sınama). Bütün yaratıklar fitnedir. Amellerin sonuçlarını öğrenmek
bir fitnedir. Bu, cennete kadar insana eşlik edecek bir makamdır. Hz. Peygamber
-ki tam bir keşf sahibi ve ötede ne olduğunu bilen biriydi-kabir fitnesinden,
ateş azabından, ölü ve dirilerin fitnesinden Allah Teâlâ’ya sığınırdı.
Şehvete gelirsek,
şehvet, haz veren şeyleri istemektir. Öyleyse şehvet, bir hazdır ve şehvet
duyulan vesilesiyle haz alınan şeyle haz almaktır. Söz konusu şeyin başka birisine
göre haz vermesi veya onun mizacına uygun ya da doğasına yatkın olması zorunlu
değildir. Şehvet iki
türlüdür. Birincisi, dolaylı şehvettir. Bu, uyulması yasaklanan şehvettir ki, yalancıdır. Belirli
bir gün yarar sağlasa bile, akıllı insanın adet haline gelmemesi için ona
uymaması gerekir. Yoksa geçici şeyler, onu etkilemeye başlar. İkincisi ise,
zâtî şehvettir. İnsanın bu şehvete uyması gerekir, çünkü -doğasına yatkın
olduğu için- mizacın sağlığı onda bulunur. Mizacın sağlıklı olması dinin
yaşamasını sağlar, dinin yaşaması ise insanın mutluluğunu sağlar. Fakat insan
bu şehveti, Şâri’nin koymuş olduğu ilahi teraziye göre takip etmelidir. Terazi,
o şehvet hakkında ortaya konulan şeriat hükmüdür. Şeriata uyulduğu sürece, söz
konusu hükmün ruhsat ya da azimet olması durumu değiştirmez. Çünkü şeriat,
Allah Teâlâ’ya götüren meşru yol demektir. Binaenaleyh Allah Teâlâ, mutluluk
sağlayacak şekilde, kendisine ulaştıran şeyi şeriat yapmıştır. Bu esnada şehvet
duyulan şeye her hal ve vakitte şehvet duyulması da zorunlu değildir. Bu
nedenle bu şehveti insanda meydana getiren halin ve onu gerektiren vaktin öğrenilmesi
gerekir.
Dolaylı ve
geçici şehvetler, bazen itaat amelleriyle ilgili olup Allah Teâlâ’dan uzaklığa
yol açabilir. Örnek olarak doğasının beğendiği bir yer görüp orada namaz kılmak
isteyen ya da içinde bulunduğu anda daha üstün olduğunu bildiği bir fazileti
yapmak isteyenin durumunu verebiliriz. Böyle bir davranış, onun Allah Teâlâ
karşısındaki halinde kötü bir sonuç meydana getirir. Bunun ölçüsü, Hakkı
müşahedeyle değil, amelden haz almaktır. Bu ise, gizli aldatmanın bir yönüdür.
Ebu Yezid el Bestami’nin bu hususta derin bir tecrübesi vardı. Bir vesileyle
buna dikkat çekmiştir: Annesi soğuk bir gece kendisinden su getirmesini
istemiş. Ebu Yezid annesine iyi davranan birisi iken kalkmak ona ağır gelmiş.
O, her durumda annesine hizmet etmekten haz alan biriydi. Bunun üzerine, bu
hazda nefsini suçlamıştı. Çünkü annesine hizmet etmekle Allah Teâlâ’m bu
konudaki hakkını yerine getirmenin hazzını aldığını zannediyordu. Bunun
üzerine, daha önceden haz alarak işlediği bütün ibadetleri terk ederek yeniden tövbe
etmiştir. '
Binaenaleyh
nefsin dehlizlerini sadece Allah Teâlâ ehlinin büyükleri bilebilir. Öyleyse
sûfilerin bu konudaki ölçüleri olmaksızın, itaatlerden haz almakla ve
meşakkatin senden kalkmasıyla sevinme ve haz alma! Bu şehvet Allah Teâlâ
yolunda olduğu zannedilen hususlarda bidat ehliyle -ki onlar gençlerdir-taze
parlak delikanlılarla ve kadınlarla arkadaşlığa bitiştiğinde, bu ilginin
ortadan kaldırılışında gizli bir ilahi tuzak vardır. İnsanın hazzı bu sınıfın
dışındakilere iliştiğinde, Allah Teâlâ’nın tuzağı (müridin kendi başına
değerlendireceği) bir teraziyle öğrenilemez. Başka bir ifadeyle sâlik, Allah
Teâlâ için arkadaşlık yapmak ile doğanın şehveti nedeniyle arkadaşlığı ayırt
edemez. Şu var ki sâlik Allah Teâlâ’ı bilenler ile -ki onlar vera sahipleridir-
ya da -zevk sahibi ise-şeyhiyle arkadaşlık yaparsa, (bu tuzağı) öğrenebilir.
Sâlikin genç
ve kadınlarla Allah Teâlâ yolunda arkadaşlık yaptığı iddiasında halini
değerlendirebileceği bir ölçütü olmalıdır: Onları kaybettiğinde bir üzüntü ve
yalnızlık hissi buluyorsa ya da onlarla bir araya geldiğinde heyecan ve
kendilerine yöneldiğinde bir sevinç buluyorsa, bu ölçütü kullanır ve o sınıfla
arkadaşlığının malul olduğunu ve Allah Teâlâ için olmadığını öğrenir. Bununla
beraber, arkadaşlık edilen için bundan bir yarar meydana gelebilir. Bu durumda
arkadaşlık yapılan kişi mutlu olurken seven kişi iki şekilde bedbaht olur:
Birincisi sevilenin kaybolması, İkincisi ise bildiğini zannettiği konuda
bilgisizlik ve cehaletidir. Bu cehalet, Allah Teâlâ için ve Allah Teâlâ yolunda
arkadaşlık yaptığını zannetmesidir.
İnsan
sevgisinin bütün yaratıklara -ki bütün yaratıklar içinde bu sınıflar da
vardır-iliştiği kimselerden olduğunda ise, bu durum, nefs kaynaklı bir aldanış
olabilir. Bunun ölçütü ise, onlardan tek tek ayrılırken yalnızlık çekmeyişidir.
Çünkü insan herhangi bir yaratılmışı görmekten uzak kalamaz. Öyleyse sevdiği
kişi onunla beraberdir ve ondan ayrılmamıştır. Çünkü hepsi birdir. Sevilenin
organlarından biri kaybolduğunda, kendisi seninle kalmayı sürdürür ve bundan
dolayı üzülmezsin. Bütün yaratıklar, birbirleri için organlar gibidir.
İnsan, bu
sınıfların dışında bütün yaratılmışları sevdiğiyle ilgili bir bilgiye sahip
ilçen, her şeyi sevebilir. Sonra bu sınıflar ortaya çıkar ve terazisinde bir
artış bulmadan -ki bunun dayanağı geçerli bir ilkedir-o ilginin bütününe onları
katar. Bu sınıfa karşı davranışında doğa da kendisine eşlik ederse, -söz
gelişi-onlardan birini yitirdiğinde bir acı duysa bile, bu, (onları) davet ve
nasihat ederken Allah Teâlâ yolunda kendilerini sevmesinin duruluğuna etki
etmez, çünkü ilke doğrudur. (Daha önce doğal bir sevgiyle severken) İkinci bir
halde sevgisi genelleştiğinde ise, bu sevgiye güvenilmez. Bu, nefsin bir
şaşırtmasıdır. Ondan uzak durmak ve genel olarak onlarla arkadaşlığı bırakmak
gerekir.
Sözümüz yol
ehlinedir. Sâlikin onlarla arkadaşlık yaparken ikinci halde bulduğu bu
genelleştirmeyi sınamadan geçirmesi zorunludur. Aynı şekilde, nağmelerle
sınırlı sema’ yapan insan, nağmelerle sınırlı semadan kendisini öğrendikten sonra
nağmesiz sema’ yapmaya başladığında, kendini kontrol etmelidir. Öyleyse sınırlı
sema, malul bir ilkedir. Böyle biri, ikinci halde kazanılan mutlak sema’a
itimat etmemelidir, çünkü bu, sınırlı semai bırakmasın diye nefsin bir
kandırmasıdır.
İnsan kendisi
hakkında Rabbine insaf gösterdiğinde ya da kendine kendisi nedeniyle insaf
gösterdiğinde, halini bilir. Hatta halini başkalarından çok daha iyi bilir.
Bunun tek istisnası Allah Teâlâ’yı bilenlerdir. Onlar, onu kendinden daha iyi
tanırlar. Çünkü ariflerin kalplerinde bir takım gözleri vardır ki mârifet onlar
adına bu gözleri açmıştır. Bu gözler vasıtasıyla senin kendinden bildiğin
hususları senden öğrenirler. Çünkü sen bu göze sahip değilsin. Bu nedenle
Cüneyd-i Bağdadi, ‘Ârif, sen susarken senin sırrını söyleyendir’ der.
Susmak sözün olmayışıdır. Bunun anlamı şudur: Ârif senin
kendinden bilmediğini senden bilen kişidir. Örnek olarak, mizacın bozukluğu
hakkında sana gizli kalan şeyi sana baktığında doktorun bilmesini yerebiliriz.
Sen ise onu bilmezsin. Ârifler, nefslerin
doktorlarıdır.
Bilmelisiniz ki, şeyhler kadınlardan hizmetçi edinmekten ve
gençlerle arkadaşlıktan sakındırmışlardır. Bunun nedeni
(insanda bulunan) belirttiğimiz doğal meyildir. Öyleyse mürit, kendiliğinde bir
kadına dönünceye kadar, kadınlardan hizmetçi edinmemelidir. Mürit dişileşir,
(edilgin anlamında) siiflî âleme katılarak yüce âlemin (süflî âleme) aşkını
görür, her hal, vakit ve vâridde nefsini sürekli nikâhlanmış kabul eder. Sûri keşfinde nefsini ve halini
-erkek ya da herhangi bir zamanda adam olarak görmeksizin-sırf dişi görür ve
söz konusu nikâhtan hamile kalıp doğurduğunda, artık kadınlardan hizmetçi
edinebilir ve onları sevebilir. Ariflerin dost edinmesi ise kayıtsızdır. Onlar, sadece alış
ve verişte kayıtsız olan Allah Teâlâ’nın mukaddes elini müşahede eder. Her
şahıs kendi halini bilir; Hak müsamaha gösterse bile, yol tamamen doğrudur ve
şaka, alay ve çocuksuluğu kabul etmez!
İradenin rabbi, hüküm sahibi
efendidir
Varlıkların işleri onun
iradesine göre yürür
Şehvetin kaynağı doğadır
Şehvet duyanın boynunu doğa ele
geçirdi
Doğanın kulcağızı hiçbir zaman
sevinemez
İki menzilde de kölelikten azat
olmayla
Haz almanın hükümleri
bölümlenir
Ufkunun çevresiyle her varlıkta
Onu görürsün, varlıklar ise
haklarını talep eder
Her birine zorunlu hakkını
verir
Bolca verir, başka mülk yok
el-Melik ve el-Cevad’ııı
verdiğinden başka
İhsan her faziletle ona gelir
Halkıyla ve ahlâkıyla ona
görünür
Karışık ihsanı ise görür ki
İhsanın cömertçe verildiği
yerde doğruluğundan
Kulların rızıkları ise
mabudlarıdır
Hepsi, eğer incelersen,
rızkının kuludur
Allah Teâlâ
sana yardım etsin, bilmelisin ki: Tam temkin sahibi kul, Allah Teâlâ ehli olan
kul ve makam sahibi, şehvet duyar ve kemali nedeniyle kendisine şehvet duyulur.
Böylece o, her hak sahibine hakkını verir, çünkü o kendi toplayıcılığını
müşahede etmiştir. Binaenaleyh böyle birinde her şeyden bir hakikat bulunur.
Hal sahibi
-ki fena sahibidir-(herhangi bir şeye) şehvet duymadığı gibi kendisine de
şehvet duyulmaz. Çünkü o, Hakkın gözüyle kendisini görmekten ‘fâni’ iken,
Haktan başkasını göremez ve bu nedenle (herhangi bir şeye) şehvet duymaz, çünkü
Hakk şehvet duyma’ (özelliğiyle) nitelenmez. Ona şehvet de duyulmaz, çünkü o,
Rabbinden başkasının bilmediği meçhuldür. Varlıklar onu tanımadığı gibi
kendisi de kendini tanımaz. Çünkü o, Rabbiyle (ilgilenerek) her şeyden ‘fâni’
olmuştur. Binaenaleyh o, gayb (halindedir). Çünkü şehvet duyulan şeyi bilmek,
bu hükmün gereklerindendir.
Zahit ise, şehvet duymazken kendisine şehvet duyulur. Çünkü nimetler onun adına yaratılmıştır, o ise, nimetleri
‘konulmuş perdeler’ sayarak onlardan kaçar ve onlara şehvet duymaz. Buna karşın
nimetler onun adına yaratılmış olduklarını bildikleri için, zahide şehvet
duyarlar. Zahit makam sahibi olduğunda ise, kendilerine dönük bir ‘cömerdlik’
ve tercih ile onları kullanır. Nimetleriyle Allah Teâlâ’ya karşı asi olan
yalancı karıştıran kimse ise, şehvet duyar, fakat kendisine şehvet duyulmaz! Böylelikle
doğa kendisine baskın geldiği için şehvet duyar, fakat ona şehvet duyulmaz. Çünkü
nimetler, haklarını yerine getirdiğini gördükleri kimseye şehvet duyar.
Hakkı yerine getirmek ise, verdiği nimet karşılığında nimet verene
şükretmektir.
Bilmelisin
ki, şehvet sınırlı-doğal bir irade iken irade ilahi-ruhanî ve doğal bir
niteliktir. Bu nitelik, her zaman madum (var olmayan) ile ilgilidir. Öyleyse o,
şehvetten daha kapsamlıdır, çünkü ondan olan her bir hakikat, kendine uygun
şeye ilişir. Uygun olan, esasta kendisine ortak olandır. Dolayısıyla şehvet,
doğal bir şeye ulaşmayla ilgilidir. İnsan doğal olmayan bir duruma karşı
kendinde bir meyil bulabilir. Örnek olarak manaları, yüce ruhları, kemali
idrake ve Hakkı görmeyi ve O’nu bilmeye meyli verebiliriz. Bu meyil esnasında
insan, ya sûri bir tahayyülden haz alarak bütünüyle ona yönelebilir. Bu ise
şehvetin suret nedeniyle ilişme ve meylidir. Çünkü hayalin cesedi olmayan bir
şeyi cesetlendirmesi, doğanın bir eylemidir. Meyil, gerçekleşen tahayyülden
başka bir şeye ilişebilir, hatta manaları, ruhları ve kemali, sınırlılıktan ve
hayalin kendilerini zabt etmesinden soyut hallerinde bırakabilir. Böyle bir
meyil ise şehvet meyli değil, irade meylidir, çünkü şehvet soyut anlamlara
giremez.
Öyleyse
irade, nefsin ve aklın irade ettiği her şeyle ilgilidir; irade edilen şey,
sevilen veya sevilmeyen bir şey olabilir. Şehvet ise onu elde etmede nefsin
özel hazzının bulunduğu şeye ilişebilir. Şehvetin yeri, hayvani nefs iken
iradenin yeri nefs-i natıkadır (düşünen nefs). Şehvet, şehvet duyulan şeyle haz
almayı varlık bakımından önceler ve tahayyül edilen bir hazzı vardır. Bu
tahayyül, şehvet duyulan şeyin varlığını tasavvura ilişir. Söz konusu haz ise,
varlıkta kendisine bitişiktir. Bu durumda, şehvet duyulan şey gerçekleşmezden
önce nefste gerçekleşir. Haz ise, şehvet duyulan şeyin insanın elinde
gerçekleşmesine bitişiktir. Böylelikle gerçekleşme (için duyulan) şehvet
kalkar, geride haz kalır. Öyleyse şehvet, hazzın kendisi değildir, çünkü
şehvet, şehvet duyulanın gerçekleşmesiyle yok olurken haz geride kalır.
Şu var ki
ilahi gaybın gizliliğinden başka bir şehvet doğa adına gerçekleşebilir ve
ortaya çıkabilir. Söz konusu şehvet, kesilmeksizin, sürekli olarak şehvet
duyulanın bekasına ilişir. İşte bu, hazzı olmayan şehvettir. Çünkü beka, her
zaman, mutlak anlamda gerçekleşmez. Dolayısıyla iş, bir noktada sona ermez ve
bu nedenle beka mevcut olmaz. Özel bir zaman ve belirli bir miktarla
sınırlarsa, arzulanan bu beka, varlığıyla şehvet için bir haz meydana getirir.
Öyleyse haz, özel anlamda şehvet duyulan şeyin gerçekleşmesine bitişiktir.
Ondan geri kalmadığı gibi ne dışta ne de hayalde onu önceler.
Dünyadaki
şehvete gelirsek, onun hazzı, var olan duyulurla gerçekleşir. Cennetteki
şehvetin hazzı ise, hem duyulur hem akledilirin varlığıyla gerçekleşir.
Akledilir olan şeyle gerçekleşen haz, duyulur şeyle gerçekleştiği şekilde
şehvet duyulan şeye ulaşma esnasında mizacın eserin-den ortaya çıkar. ‘Cennet’
derken, bu hükme sahip şehvetin sıradan insanların bildiği cennetten başka bir
yerde olamayacağını kastetmiyorum. ‘Cennet’ derken bu şehvet adına bu hükmün
bulunduğu her yeri kastediyorum. İşte bu, cennet şehvetidir ve onun dünya veya
ahirette gerçekleşmesi durumu değiştirmez. Şehveti cennete izafe ettik, çünkü
orada bu şehvet, cennetliklerden her biri adına gerçekleşir. Dünyada ise,
ariflerden her biri adına gerçekleşir.
Şehvetin mülk
âlemine dönük bir bağı var iken melekût âlemine dönük iki bağı ve nispeti
vardır. Onun bir takım makam ve sırları vardır ki, bunlar derecelerdir. Bu
dereceler, marife veya nekre (belirsiz) gelmesine göre ve bir söze bitişmesine
göre, büyük cümleyle şehvet isminin harflerinin sayısı kadardır. Bu ise
‘eş-Şehvet (marife)’ veya ‘şehvet’ şeklindeki yazımdır. Bir söze bitiştiğinde
ise, sekte (duraklama) he’si te’ye dönüşür. Bu harf, belirlilik ve belirsizlik
halinde, te ve he’nin sayısal değerine sahiptir. Artık sayıları birbiriyle
topla! Ortaya çıkan sayı, bu makam sahibinin elde ettiği şeyin derecelerinin
miktarıdır. Burada Kureyş kabilesinin Arapça şivesi dikkate alınır, çünkü o
cennetliklerin dilidir. İster asıl -ki mebniliktir-ister fer –irabtır-olsun
durum aynıdır.
Burada Arapça
olmayan veya Arapçalaşmış kelime dikkate alınmaz. Her makamın hükmünde de böyle
hareket edilir. Burada, ‘Her insanın isminden bir nasibi vardır’ sözü
yorumlanır. Bunun anlamı, her varlığın kendi isminden bir nasibi olduğudur. Bu
nedenle niteliklerin isimleri gelmiştir ve onlar ise ancak sahiplerini talep
eder. Kendisine ait olmadığı halde bir insana isim vermek bir yalandır. İsim
konusu, en güç meselelerden biridir, çünkü ad koymak ilahi bir iştir. Dolayısıyla
isimlendirilenin bu isimden bir payının olması gerekir. Belirli bir
isimlendirilenin halinde bu pay gizlenirken başkasında gözükür. Bunu algılamak
güçtür ve iradenin tanımı da buna göre yapılır.
Öyleyse
irade sahibi, ilahi, rabbani ve rahmanidir. Şehvet duyan ise özel olarak
rabbani ve rahmanidir. Müslüman (el-müslim), ihsan ve iman sahibi ise irade
edendir. Şehvet sahibi ise müslümandır (müslim). Bu ise, mümin ve ihsan
sahibinin yarısıdır, çünkü o, maddeyle karışık iman ile beraber olduğu gibi teşbih
ile sınırlı ihsan ile de beraberdir.
Doksansekinci kısım, c. VII, sh. 233-245
Kaynaklar:
Muhyiddin İbnü’l Arabî, Futuhât-ı Mekkiyye
Futuhât-ı Mekkiyye Tercümesi, hzl: Ekrem
Demirli, 2011,İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar