SELEFİYECİLERİN “VAHDET-İ VÜCUD” GÖRÜŞÜ ÜZERİNE DÜŞÜNCELERİ
Not: Bu yazı Ehl-i Sünnet’in Muhaliflere Cevabı, Muhammed b.
Salih el-Useymîn, Terceme: Necmi Sarı Tetkik : Muhammed Şahin, 2010 – 1431 [215
-216-217 nolu Dipnot] tan iktibas edilmiştir.
İttihâdiyye’nin (Vahdet-i Vücûtçuların)215 Görüşü:
Varlığın (vücûdun) birliğini, bir olduğunu söyleyen bu gruba göre varlıkta
bulunan her kelâm (söz) Allah’ın kelâmıdır. Nitekim onlardan biri216
şöyle demiştir:
Varlık âlemindeki her söz,
O’nun kelâmıdır.
Bizim için nazmı da, nesri de birdir.217
Bizim için nazmı da, nesri de birdir.217
Bu sözlerin hepsi, Kitap, Sünnet ve Aklın gösterdiği kanıtlara
aykırıdır. Allah’ın ilim ve hikmet lutfettiği kimse bunu anlar.
**
215. Bunlara göre varlık birdir. O da Hakk’ın
varlığından ibarettir. O’ndan başka gerçek varlık sahibi bir varlık, O’ndan
başka “kâim bi nefsihi” bir varlık mevcûd değildir. Diğer varlıkların varlığı,
O’nun varlığına nispetle yok hükmündedir. Çünkü onların varlıkları O’nun
varlığına bağlıdır. Bu kevn (oluşum) âlemindeki eşya O’nun mazharı; yânî zuhur
(ortaya çıkış) mahallidir. Dolayısıyla eşyanın varlığı, gölgenin varlığı
gibidir. Nasıl eşya olmadan gölge olmazsa, O’nun
varlığı olmadan eşyanın varlığı düşünülemez. O’nun varlığı yanında eşya,
eşyaya göre gölge gibi “keen lem yekün” yâni yok mesabesindedir.
Çünkü bu âlem ve eşya yok iken O var idi. Onları varlık denizinde izhâr eden
O’dur. Onların bu zuhurları müstakil bir varlık olmayıp Hakk’ın varlık
denizinin dalgalarıdır. Şu anda da var olan sadece O’dur.
Nitekim Bâyezid
Bistâmî’nin yanında “Allah var idi. O’ndan başka hiçbir varlık yoktu”
anlamında “Kânellâhu ve lem yekün maahu şey”
denildiğinde
O: “el-Ân kemâ kâne” yâni “şimdi de O’ndan başka varlık yoktur”
demiştir.
Nitekim Gazzâlî, vahdet-i
vücûdu (varlığın birliği) şöyle tanımlıyor: “Varlık âleminde Allah’tan ve
O’nun fiillerinden başka birşey yoktur. Bütün kâinat O’nun fiilleridir.”
İbn-i
Teymiyye ise vahdet-i vücûdu şöyle tanımlıyor:
“İbn-i Arabî’ye göre tek varlık vardır.
Vâcibu’l-Vücûd olan Allah ile diğer varlıklar aynı şeydir. Hakk’ın varlığı,
evrendeki diğer varlıklara taşmıştır. Kâinatta her şey, Hakk’ın varlığının
aynıdır.”
“İbn-i Arabî diyor ki: Yaratılmışın varlığı, yaratıcının
varlığının kendisidir; yaratıcının varlığı da, yaratılmışın varlığının
kendisidir.”
Bir başka yerde de şunları
söylüyor: “ Ama ‘ortada Allah’tan başkası yok’ sözünü söyleyen, bu sözü
ile yaratıcıyı yaratılandan ayırmayan, Rabb ile kul v.b. arasında fark
görmeyen, İbn-i Arabî et-Tâî, İbn-i Seb’în, İbn-i ü’l-Fârid, Tilimsânî ve
benzeri ittihadçıların sözlerinde sık sık rastlanan ‘ortada
Allah’tan başka mevcûd yok’, ‘ancak Allah
var’, ‘yaratılanların varlığı yaratanın varlığı ile aynıdır’, ‘yaratıcı
yaratılandan ibarettir, yaratılan da yaratıcıdan’, ‘kul Rabb’tır, Rabb da kul’
gibi
birleşmeyi ifade eden anlamları kastederse mülhiddir, sapıktır, tevbeye davet
olunması gerekir (vâcibtir). Tevbe ederse ne âlâ, yoksa öldürülür.” Bk.
Mecmûu’l-Fetâvâ (2/112, 295, 490).
Bu sapık görüşün
temsilcileri Bâyezid (Ebû Yezîd) el-Bistâmî (ölm.262h.), Hallâc-ı Mansûr (ölm.
309h), Gazzâlî (ölm. 505h.), İbn-i ü’l-Fârid (ölm. 632h.), İbn-i Arabî (ölm.
638 h.), İbn-i Seb’în (ölm. 669 h.), Mevlânâ (ölm. 672 h.), Sadreddîn Konevî
(Sadru’l- Konevî olarak da bilinir. Asıl ismi Muhammed b. İshâk’tır)(ölm.
673h.), Tilimsânî (ölm. 690h) ve Yûnus Emre gibi mutasavvıflardır. Onların
vahdet-i vücûda işaret eden sözleri pek çoktur. Birkaçı şöyledir:
“Sübhânî
mâ a’zeme şânî”
yâni “ben kendimi tesbîh ederim, benim şânım ne
yücedir!”
“Leyse fî
cübbetî sivallâh”
yâni “cübbemin içinde Allah’tan başkası yok”.
Bir adam Ebû Yezîd
el-Bistâmî’ye gelir ve evinin kapısını çalar. Bunun üzerine Ebû Yezîd
el-Bistâmî:
“Kimi
istiyorsun?”
diye sorar. Kapıyı çalan: “Ebû Yezîd’i istiyorum” der. Ebû Yezîd
el-Bistâmî’de O’na: “Evde Allah’tan başkası yok”
der.
**
“Allah beni
bir kere karşısına aldı ve dedi ki: ‘Ey
Bâyezid! Halk beni görmek istiyor’. Ben de dedim ki: “Öyleyse
beni vahdâniyetinle süsle, benliğini giydir, ahadiyyete erdir. Halk Senin
sıfatlarını görünce Seni gördük desinler. O zaman Sen, Sen olursun, ben ise
orada bulunmam.”
**
Bir gün insanlara sabah
namazını kıldırdıktan sonra onlara dönmüş ve şöyle demiştir: “Muhakkak ki
ben, yalnızca ben Allah’ım. Benden başka ilah yoktur. O halde bana kulluk
(ibâdet) edin”.
Bu söz üzerine insanlar onu
terketmişler ve “deli, miskîn” demişlerdir. Ebû
Bayezîd’in insanlara
söylediği bu söz açıkça küfürdür. Çünkü bizzat Allah-u Teâlâ, Hz. Mûsâ’ya bu
sözün aynısıyla hitap ederek şöyle buyurmuştur: “Muhakkak ki
ben, yalnızca ben Allah’ım. Benden başka ilah yoktur. Bana kulluk et ve beni
anmak için namaz kıl.” (Tâhâ, 14).
Bâyezid
Bistâmî’nin bu ve diğer sözleri için bk. İbn-i Teymiyye,
Mecmûu’l-Fetâvâ (2/315, 461); Abdurrahmân Dımaşkıyye, en-Nakşibendiyye (sh:
77-79).
“Sübhandır,
parlayan lâhût nûrunun sırrını nâsût olarak izhar eden (gösteren)
Sonra da
gizlenmiş olarak ortaya çıkıp
yiyen ve içen
sûretinde zâhir olan (görünen).”
“İnsanlar Allah’a
çeşitli şekillerde inandılar. Bense onların inandıklarının hepsine inandım.”
“Benimle senin
aranda bir “benlik” var, sıkışmış zorluyor beni Hakkın için kaldır şu
benliğimi, kaldır aradan.”
“Âşık olan da,
âşık olunan da benim.
Biz bir bedene
girmiş (hulûl etmiş) iki ruhuz. Sen beni gördüğün zaman, onu görmüşündür, Onu
gördüğün zaman da bizi görmüşündür.”
“Sen Leylâ
isen ben de Leylâ’yım.”
“Seninle
kendimden geçtim Öyle ki seni kendim sandım.”
“Ruhun ve
ruhum birbirine karıştı
Tıpkı şarabın
(içkinin) saf suya karıştığı gibi. Sana bir şey dokunduğunda bana dokunmuştur.
Sen, her durumda ben olduğun zaman”.
“Seni sırrımda
buldum. Dilim sana hitab etti.
Bir takım
mânâlarla bir araya geldik ve mânâlarla ayrıldık. Senin gözlerden kaybolman
ta’zim içindir, fakat vecd hâli Seni bana içimden daha yakın yaptı.”
“Âşık, hevânın
kemâline ulaştığı,
Zikrin
etkisine kapılıp zikrolunanı yitirdiği, Ve kendisine hevâ egemen olduğu vakit,
Âriflerin
namazının küfür olduğu gerçeğine tanık olur.”
Bk.
el-Hatîb el-Bağdâdî, Târîhu Bağdâd, (8/115, 121, 129); Mecmûu’l-Fetâvâ (2/288,
290, 311, 312, 362, 377, 480-487); en Nakşibendiyye (sh: 73-76).
“Tevhidin dört mertebesi
vardır...:
…
İkinci
Mertebesi: Müslümanların
genelinin tasdîk ettikleri (doğruladıkları) gibi insanın kalbinin, Lâ ilâhe
illallah lafzının mânâsını tasdîk etmesidir (doğrulamasıdır). Bu avam
tabakasının inancıdır.
Üçüncü
Mertebesi:
İnsanın, keşif yolu ve hak nûrunun vâsıtasıyla, o mânâyı müşâhede etmesidir ki,
bu (Allah’a yakın olan) Mukarrebûn’un makamıdır. Bu; insanın pek çok şeyi
görmesi, fakat onları görürken, çoklukları üzere Tek ve Kahhâr olan Allah’tan
sâdır olmuş bir halde görmesidir.
Dördüncü
Mertebesi ise, insanın
varlıkta birden başkasını görmemesidir ki, bu Sıddîklerin müşâhedesidir.
Sofiler buna “el-Fenâ fi’t-Tevhîd” (Tevhidde
yok olmak, kaybolmak) adını verirler. Çünkü insan, birden başkasını
görmediğinden dolayı, kendini bile görmez. Tevhidle müstağrak (kaybolmuş,
boğulmuş) olduğu için kendini görmediği zaman da, nefsinin tevhîdi hususunda kendi
nefsinden de fâni olmuş olur. Yâni hem kendi nefsini görmekten, hem de halkı
görmekten yok olur, demektir. ...
Dördüncü
mertebesindeki şu mânâ ile muvahhiddir: Onun şuhûdunda (görülmesinde) birden
başkası hazır olmamıştır. O bütünü çok olduğundan ötürü değil, tersine bir
olduğundan ötürü görür. İşte tevhidde en yüce gâye budur. ...
Eğer “kişi; göğü, yeri ve
çok olmalarına rağmen hissedilebilen diğer cisimleri gördüğü halde, nasıl olur
da birden başkasını müşâhede etmemesi düşünülebilir? Nasıl olur da çok, bir
olur?” dersen bil ki: Bu mükâşefe ilimlerinin gâyesi, son noktasıdır. Bu ilmin
sırlarının herhangi bir kitapta yazılması câiz değildir. Ârifler şöyle
demişlerdir: Rubûbiyyet sırrını ifşâ etmek küfürdür. ...
Nasıl ki bir insanın
ruhuna, cesedine, uzuvlarına, damarlarına, kemiklerine ve iç organlarına (ayrı
ayrı) baktığında (veya bakıldığında) o insan çoktur, işte aynı insan başka bir
itibar ve başka bir müşâhede ile de birdir, öyle ki, o tek bir insandır,
deriz...
İşte bunun gibi, varlık
âleminde olan her şeyin, Yaradan’dan tut da yaratılmışa kadar, pek çok değişik
itibar ve müşahedeleri vardır. Aynı zamanda o, itibarlardan bir itibarla da
birdir. Başka itibarlarla ise, onun dışındakiler çoktur. Bu itibarlardan
bazısı,
çokluk bakımından
bazılarından daha şiddetlidir. Bunun misali insandır. Her ne kadar bu misal
garaza tam uymasa da. Fakat azda olsa genelde bu misal, müşahede hükmünde
çokluğun bir olmaya dönüştüğünün keyfiyetine dikkat çeker! Bu konuşma ile,
varmadığın bir makamı inkarı bırakıp ona inanmanın, bir iman ve tasdîk olduğu
açıkça ortaya çıkmış olur. ...
İşte buna, el-Hüseyn b.
Mansûr el-Hallâc, seferden sefere koşan el-Havvâs’ı gördüğünde O’na şöyle
diyerek işaret etmiştir: “Sen neyin içindesin?” el-Havvâs:
“Tevekkül hakkındaki halimi düzeltmek için seferlerde
dolaşıyorum.” Oysa
el-Havvâs tevekkül edenlerdendi. el-Hüseyn: “Sen ömrünü, iç
dünyanı mamur etmek uğrunda tükettin. Acaba tevhid hususunda fenâ bulmak nerede
kaldı?” Sanki el-Havvâs, tevhiddeki üçüncü makamı düzeltmek istemişti. Hallâc
ise ondan dördüncü makamı istemişti.” İhyâu Ulûmi’d-Dîn (4/262-263).
**
“Ârifler gerçeklik semasına
çıktıktan sonra Tek Gerçekten başka bir varlık görmediklerinde ittifak
etmişlerdir. Şu var ki bunlardan bazıları bu hakîkati ilmi bir irfanla bulmuş,
kimi bunu bir zevk ve hâl olarak yaşamış; çokluk tamamen onlardan gitmiş ve
sırf tekliğe dalarak mest olmuşlar, o halde akılları zâil olmuş, o zevk
içerisinde sanki bayılmışlar, artık kendileri de dâhil, Allah’tan başka hiçbir
şeyi hatırlamaya güçleri kalmamış, her şeyi unutmuşlar, kendilerinde Allah’tan
başka bir şey kalmamış, öyle sarhoş olmuşlar ki akıllarının otoritesi, hükmü
aşağı düşmüş de bazıları “Ene’l-Hakk= Ben Hakkım” demiş,
bazıları da “Sübhânî mâ A’zama Şânî= Kendimi tesbîh ederim, benim şânım ne kadar
yücedir” demiş,
diğeri: “Mâ fi’l-Cübbeti sivallâh= Cübbemin içinde Allah’tan başkası
yoktur”
demiş. Âşıkların sekir hallerindeki sözleri saklanır, söylenmez. Ama sekir
halleri gidip de Allah’ın yeryüzündeki mîzanı (kriteryumu) olan akıl hükmüne
döndükleri zaman, bunun hakiki birleşme olmadığını, fakat ittihada (birleşmeye)
benzediğini anlarlar. Bu, âşığın fart-ı aşk halinde söylediği şu söze benzer:
Âşık olan da, âşık olunan da
benim. Biz bir bedene girmiş iki ruhuz.
İnsan birden bire bir ayna
ile karşılaşır, kendini aynada görür, fakat aynanın farkında olmazsa aynada
gördüğü görüntüyü aynanın resmi, aynaya bitişik sanabilir. Şişe içinde şarabı
gören kimse, şarap renginin, şişenin kendi rengi olduğunu zanneder. Bu hal,
kendisinde alışkanlık haline gelmiş, ayağı bu noktada takılıp kalmışsa o hale
müstağrak olur, mest olur da şöyle der:
Şişe inceldi, şarap süzüldü.
Birbirine benzediler, iş
güçleşti.
Sanki şarap var, kadeh yok;
Yahut sanki kadeh var, şarap yok.
“Ama şarap
kadehtir” demekle “Şarap sanki kadehtir” demek arasında bir fark vardır.
Bu
hal galebe çalınca hal sahibine izâfetle FENÂ adını alır. Hattâ fenâül-fenâ
(yok olmanın yok olması) denilir. Çünkü o adam hem kendinden geçmiş, hem de
kendinden geçmekten geçmiştir. Zira o halde olan kimse kendini bilmediği gibi,
kendini bilmediğini de bilmez. Eğer kendini bilmediğini bilseydi, kendini
bilmiş olurdu. Bu hale dalan kimseye izâfetle, mecâz diliyle ittihâd
(birleşme), hakîkat diliyle tevhîd (birleme) denilir. Bu hakîkatlerin ötesinde
de öyle sırlar vardır ki onlara dalmak câiz değildir...
İşte bu kaynak, tek olan
Allah’tır. O’nun ortağı yoktur...
Bütün diğer nûrlar O’ndan
istiâredirler.
Hakîkî olan yalnız O’nun nûrudur.
Hepsi O’nun nûrundandır.
BELKİ HEPSİ O’DUR.
Doğrusu, var olan O’dur.
Gayrın varlığı ancak mecâz
yoluyladır.
O’ndan başka nûr
olmadığına, bütün nûrların, tâbi oldukları nûrun zâtından değil, vechinden
geldiklerine göre her şeyin vechi O’na yönelmiştir: “Nereye dönerseniz,
Allah’ın vechi oradadır.” (Bakara, 115). O halde O’ndan başka ilah yoktur.
Çünkü ilâh, vecihlerin (yüzlerin) ibadetle yöneldiği zâttan ibarettir. Yâni
kalp yüzlerini demek istiyorum. Çünkü onlar nûrlar ve ruhlardır. O’ndan başka
ilah olmadığı gibi O’ndan başka O da yoktur. Çünkü hüve (O) işaret edilen
şeyden ibarettir. İşaret ancak O’na olduğuna göre artık başka O, nasıl
olabilir? Ne zaman bir işâret etsek, hakikatte bu işaret O’nadır.... O halde “Lâ ilâhe
illallâh= Allah’tan başka ilah yoktur.” kelimesi avamın tevhididir.
“O’ndan başka O yok” sözü ise
seçkinlerin tevhididir. Çünkü öteki daha genel, bu daha özel, daha kapsamlı,
daha gerçek, daha ince bir sözdür ve sâhibini tek birliğe, sırf birliğe
götürür. Mahlûkatın mi’racının (yükselişinin) son noktası ferdâniyyet (teklik)
memleketidir. Çünkü bunun ötesinde daha bir merdiven yoktur. Zira yüksek ancak
çoklukta düşünülebilir. Çokluk öyle bir izâfettir ki yükselmenin kendisinden
başladığı ve kendisine yöneldiği şeylerin varlığını gerektirir. Çokluk kalkınca
birlik gerçekleşir, izâfet (görelik) bâtıl olur, işaret kalkar. Artık yüksek,
alçak, inen, çıkan kalmaz; terakkî (ilerleme) ve urûc (yükselme) imkansız olur.
A’lânın ötesinde uluvv (yükseklik) yoktur. Vahdetle beraber çokluk yoktur.
Çokluğun kalmasıyla urûc (yükselme) da kalkar. Eğer sonra, bir halden diğer bir
hale değişme olursa bu, urûc ile değil, dünya semasına inmekle, yâni yüksekten
alçağa doğmak sûretiyle olur. Çünkü en yükseğin daha yükseği yok ise de daha
aşağısı vardır. İşte bu makam gayelerin gayesi, arzuların sonudur. Bunu bilen
bilir, bilmeyen inkar eder. Bu ilim, ancak Allah’ı bilenlere verilmiş olan özel mahiyetteki gizli bir ilimdir.
Onlar bunu söyledikleri zaman Allah’a karşı mağrûr (gururlu) olanlardan
başkası inkâra kalkmaz. Âlimlerin: “Dünya semâsına inmek, bir meleğin inmesidir?” demeleri
uzak görülmez. Âriflerin bazıları bundan daha garibini sanmışlar da şöyle
demişler: “Ferdâniyyete (birliğe) müstağrak olan, en yakın semaya iner, bu
iniş, onun duyuları kullanmaya, veya uzuvları hareket ettirmeye inişidir”.
Salât
ve selâm O’na olsun, Peygamber de şu sözleriyle buna işaret etmişlerdir: “Ben O’nun
işiten kulağı, gören gözü, konuşan dili oldum”. Eh,
kulağı, gözü, lisanı Allah olduktan sonra artık işiten, gören ve konuşan da
O’dur. Çünkü O’ndan başkası yoktur ki... O’nun (Allah’ın) Mûsâ aleyhis-selâm’a
söylediği şu sözüyle de buna işaret edilmektedir: “Hasta oldum,
beni sormadın. Hadis...” demek ki
bu muvahhidin hareketleri dünya semasındandır; duyarları, algıları bunun
üstünde olan bir semâdandır. Bu kimse akıl semâsından mahlûkatın mi’racının
sonuna, ferdâniyyet (teklik) memleketinden ta yedi tabakaya kadar yükselir.
Sonra vahdâniyyet tahtında oturur ve oradan göklerinin tabakalarına emri tedbîr
eder. Artık bakan, bu hale baktıkça dilini salıverir, “Allah Âdem’i
Rahmân’ın sûretinde yarattı” der. Fakat
bilinmelidir ki bu söz te’vîle muhtaçtır. Tıpkı “Ben Hakk’ım”,
“Kendimi tesbîh ederim” sözleri gibi. Hatta
Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem’in: “Hasta oldum beni arayıp
sormadın”, “Ben O’nun kulağı, gözü ve dili oldum” sözlerinin
de te’vîle ihtiyacı vardır. Artık burada beyanı durdurmak istiyorum. Çünkü
senin bundan fazlasına tahammül edeceğini sanmıyorum.”
Mişkâtü’l-
Envâr (sh:12-15). Ayrıca bk. Mecmûu’l-Fetâvâ (2/24, 54-57); (4/62-66, 72);
(6/54-55); (17/362); Abdurrahmân el-Vekîl, Hâzihi Hiye’s-Sûfiyye(sh: 47-56).
“Makamda
kıldığım namazlar O’nadır.
Ve şahit
oluyorum ki
O da bana
namaz kılıyor.
Her ikimiz de
namaz kılan, ibadet eden ve secde edeniz,
Her bir
secdedeki “birleşme” hakîkatine.
Bana namaz
kılan benden başkası değil,
Her secdede
namazım da, benden başkasına değil.”
“Ben O’yum, O
da ben;
Ayrılık yok
aramızda. Aksine zâtım, zâtını sevdi.”
“Aramızdan ‘sen’ hitabı kalktı,
Onun
kalkmasındadır benim yüceliğim.”
“O
çağrıldığında, cevap veren benim.
Çağrılan ben
olduğumda da cevap veren O.”
“Benden bana
elçi olarak gönderildim.
Zâtım,
âyetlerimle bana delâlet etti.”
“Kendini iyice
pâklayıp arındırdığında cilalanmış aynaya bak gör, doğru söyle, kimi
görüyorsun?
Işınlar
yansıdığında kendinden başkası mı onda görünüyor, yoksa kendi kendini mi
görüyorsun?”
“Allah Kays’a
Leylâ sûretiyle, Küseyyir’e bir dişi geyik yavrusu suretiyle, Cemîl’e de bir
dilbercik sûretiyle tecellî etti.”
Ölüm esnasında şu iki beyti söylediği nakledilir:
“Yanınızda sevgideki mertebem
eğer Karşılaştığım şu şeyse, ömrümü boşa tüketmişim! Bir umuttu bir süre beni
saran.Ama bugün anlıyorum ki o, karmakarışık düşlermiş!”
Bk. İbn-i
u’l-Fârid’ın “Nazmu’s-Sülûk” adlı kasidesi, Mecmûu’l-Fetâvâ (2/243, 246, 267,
289, 315, 316, 365, 366); (4/73, 74); (11/247); Hâzihi Hiye’s-Sûfiyye (sh:
24-33); Cemîl Zeyno, es-Sûfiyye (sh: 25).
“Ey kendinde
bütün eşyayı yaratan,
Sen
yaratıklarını toplamışsındır.
Varlığı Sende
nihâyet bulanları yaratırsın,
Sen dar olan
her şeyi içine alansın.”
“Rabb HAKK’tır; kul da HAKK!
Ah keşke bir
bilebilsem: Kimdir mükellef?
Eğer kuldur
desem, kul diye bir şey yok ki!
(başka bir
yerde: O, ancak Rabb’tır, başka bir yerde de: Kul ölüdür.)
Yok Rabb
desem; Rabb nasıl mükellef olur?” “
Ey sırrı,
mânâm olan insan sûreti!
Ben olmasaydım
ne için yaratıldığın ortaya çıkmayacaktı.
Seni diledik
ve insan olarak yarattık,
Eşyânın en
mükemmelinde bize tanıklık yapasın diye.”
İbn-i Arabî, Ebû Nüvâs’ın:
“Şişe inceldi
ve içki (şarap) berraklaştı.
O kadar ki,
birbirine benzediler, iş güçleşti.
Sanki şarap
var, kadeh yok;
Yahut sanki
kadeh var, şarap yok”.
beyitlerini okuduktan
sonra:
“Âlemin sûreti
karışıktır; zâhiri yaratılmışlar, bâtını ise, Hakk’tır” dedi.
“Allah’a yemin
ederim ki ortaya çıkan (zuhûr eden) ancak hayrettir. Kendime yemin ettim. Ve
yemin eden de Allah’tır.”
“Varlığın ve
ehlinin aşkı benim için gereklidir.”
“Varlığın
zâhiri yaratıklar, bâtını da Allah’tır.”
“Ey sırrı
mânâm olan insan sureti!
Emirden
dolayıdır yaratılışın, ben olmasaydım görülmeyecektin.”
“Seni diledik ve
bir beşer olarak ortaya çıkardık ki
Eşyânın en
mükemmelinde bizi müşâhede edesin.”
“Ne kalbimden, ne de gözümden
ırak oldun.
İkimizin
arasında mesâfe (ara) yoktur.”
“Benlik
belâsından kurtul ve Allah’la bir ol. Değilse, bütün dâvân boşunadır.”
“Bak kâinat
her zerresiyle sana sesleniyor ve beni duymuyor musun? diyor.
Bak ki göresin
beni değerli bir manzara olarak.
Yok bende beni
var edenden başkası.”
“Kâinatın
varlığı, mevcûdâtın yaratılmışlar için Hakk’tan başka varlığı olmadığına
şâhittir.”
“Aslında
kâinat sistemi içersinde bir hiçim.
Çünkü ben
varlığı olmayan bir gölge gibiyim.”
seven biri.
“Seviyorum
onu, oysa kalbimdir o. Görülmüş müdür benim gibi kendi kalbini
O, benim
gözlerim olduğu için gözlerim onu görmüyor. Uzak oluşu, çok yakın oluşundan dolayıdır.”
“Lezzet
alırsın, bedenimde dolaşsa elim;
Çünkü ben
gerçekte senden başkası değilim.”
“Allah bana
hamdeder ben de O”na hamdederim.
O bana ibâdet eder ben de O’na ibadet ederim.”
“Koca hanımıyla cinsel ilişkide bulunduğu zaman ancak
hakla cinsel ilişkide bulunmuş olur.”
Nâblusî
(ölm.1143h.) bu sözü “Ancak hakkı nikahlar” şeklinde
açıklamıştır.
ve daha
pek çok söz. Bk. İbn-i Arabî’nin Fusûsu’l-Hikem ve el-Fütûhâtü’l- Mekkiyye adlı
kitapları; Mecmûu’l-Fetâvâ (2/82, 111, 114, 115, 173, 242, 287, 288,
306, 307,
308, 335, 338, 344, 345, 346, 348, 356, 464...); (4/131); (11/239); Hâzihi
Hiye’s-Sûfiyye (sh: 34-47); es-Sûfiyye (sh: 24).
“Mülk sâhibi
bir Rabb, helâk olucu bir kul.
Sizler de bu
durumdasınız; sadece Allah vardır, çokluk vehimdir.”
“Yaratılmışın
varlığı, yaratıcının varlığının kendisidir.”
Yaratıcı,
yaratılanın ve yaratılan da yaratıcının kendisidir.”
“Putların
varlığı, Allah’ın varlığının kendisidir; putlara tapanlar, Allah’tan başka bir
şeye tapmış değillerdir.”
“Allah, kulun
nitelendiği eksiklik ve kınanmış sıfatların hepsiyle vasıflanır.”
ve daha
pek çok söz. Bk. Mecmûu’l-Fetâvâ (2/306, 364, 365, 366, 367).
“Biz
arslanlarız ama, bayraklardaki arslanlar.
Onların
oynayışı, saldırışı soluktan soluğa rüzgâr yüzündendir.
Onların
oynayışları görünür de, rüzgâr görünmez.
Yoka varlık tadını tattırdın.
Yoku kendine
âşık ettin.
Geri alırsan,
senden onu kim arayabilir?
Resim nasıl
olur da ressamla savaşa girebilir.”
Mesnevî
(1/153-154).
“İnsan;
HAKK’ın da, zâtın da, sıfatların da, Arş’ın da, Kürsü’nün de, Levh’in de,
kalemin de, meleğin de, cinin de, yedi kat göklerin ve gezegenlerinin de, yedi
kat yeryüzünün ve içindekilerin de, dünyevî âlemin de, uhrevî âlemin de,
varlığın ve kapsadığı her şeyin de, HAKK’ın da, yaratılmışların da, ezeli olup
öncesi olmayanın da, sonradan olanında ta kendisidir.”
Dr.
Bedevî, el-İnsânü’l-Kâmil (sh: 115, Konevî’nin Merâtibu’l-Vücûd adlı el yazması
eserinden naklen). Ayrıca bk. Mecmûu’l-Fetâvâ (2/92, 93, 161, 168); Hâzihi
Hiye’s-Sûfiyye (sh: 58).
Konevî’nin “Vasiyyet-nâme” adlı eserinden
öğrendiğimize göre O, ömrünün son yıllarını tasavvuf ve vahdet-i vücûdu bir
yana bırakarak Kitap ve Sünnet’e sarılmakla geçirmiştir. Bu kitap
Şehid Ali Paşa Kütüphanesi 21810 numarada kayıtlı bulunmaktadır.
“Nice zamandır
sanırdım ki Leylâ örtüsüne bürünmüş,
Ve örtü, bir
bûse kondurmama engeldir.
Nihayet
gözüküverince vallahi anladım ki, Gözlerim O’nun sevgisinden âmâ imiş!”
“O, sırf kadîm
bir cevherdir,
Bir takım
iğreti kir ve paslar O’na bulaşsa da,
Yemin ederek
onlara dedim ki:
Ondan, O’nun
zâtı dışında, Onlarsa:
‘Dikkat et,
yemininde yalancısın!’ dediler.”
“Dostuna de
ki: ‘Aşkından öl ve O’na olan iştiyakından eri’
Giden aklına
de ki: ‘Geçip gitme!’
O’nu sende
konuşur olarak görünceye kadar sus,
Sonra da,
şayet konuşabilecek bir dil bulabilirsen: Konuş!”
“Şüphesiz, şu
deniz benim nazarımda birdir,
Dalgaları ve
köpükleri birden çok olsa bile.
Sakın
aldatmasın seni gördüğün şu sûretler,
Tek olan,
sayıların zâtına sirâyet eden Rabb’dır.”
Deniz
dalgalardan ibarettir. Onlardan başka bir şey yok.
Her ne kadar
çok sayıdaki dalga, denizi parçalara ayırsa bile.”
“Ey beni kınayan! Beni sakındırıyor ve bana
emrediyorsun.
Oysa en doğru
sakındırıcı ve emredici vecd’dir.
Eğer sana
itâat edip vecde karşı gelecek olsam kör olurum.
olurum.
Ayân-beyândan
vehim ve nakillere (nakil yoluyla gelen nasslar) dönmüş
Eğer hakîkate
erersen, beni dâvet ettiğin şeyin aslında Yasaklanmış olduğunu görürsün,
dostum!” mudur?
“Seviyorum onu,
oysa o kalbimdir. Kendi kalbini benim gibi seven görülmüş
O, benim
gözlerim olduğu için gözlerim onu görmüyor. Uzak oluşu, çok yakın olmasından
başka bir şey değildir.”
ve daha
pek çok söz: Bk. Mecmûu’l-Fetâvâ (2/81, 82, 169, 259, 260, 291, 372...); (4/103);
(8/307, 308).
“Beni bende demen-Ben bende
değilem
Bir ben vardır bende-Benden
içerû”
Bk. Prof.
Dr. H. Kâmil Yılmaz, Anahatlarıyla Tasavvuf ve Tarîkatlar (sh: 293).
Daha buna benzer cezbe ve sekr halinde söylenmiş, şirk
ve küfür içeren pek çok söz. Elmalılı Hamdi Yazır, Bakara sûresi 165. ayeti
tefsir ederken vahdet-i vücûd fikri ve ehli hakkında şunları söyler:
“İşte
birtakım cahiller veya inkarcılar, Allah’ın hikmeti adıyla imkansız olan bu
birleşmeyi veya hulûl ya da ta’tîl (ateizm, ilâhsızlık) teorisini vahdet-i
vücûd ve sırf tevhid diye ele alarak “O’ndan başka ilâh yoktur” demek “O’ndan
başka mevcûd yoktur” demek olduğunda ısrar ederler. Bunu da: “Her mevcûd
O’dur” mânâsıyla açıklarlar. Hatta küllî mecmûî ile küllî ifrâdîyi birbirinden
ayırmayarak “Hepsi O’dur” derler. Her şeyden ötede Allah’ı görecek yerde, her
şeyde ve hatta her şeyi Allah görmek isterler. “İlk ve son olan, açık ve
gizli olan O’dur” (Hadîd, 57/3) ayetinin açıkladığı birleşme mertebesini
ayrılma mertebesinde ayrı ayrı söylerler ve böylece kendilerini Allah görmek ve
göstermek için kâmil insanları, bizzat Allah gösterirler. Artık erenler,
veliler, bir ilâhlar topluluğu manzarasında hayal edilir, oysa bu görüşün
esasına göre şeytanların velilerden, kâfirlerin mü’minlerden farkı kalmaması
gerekir. Çünkü her varlık O sayılır. İşte: “İnsanlardan kimi de Allah’tan
başka şeyleri O’na eşler tutuyorlar da onları, Allah’ı sever gibi seviyorlar”
ayet-i kerimesi özellikle bunları da red ve iptal içindir.”
Hak Dini
Kur’ân Dili (1/576-577). Sadeleştirilerek aktarılmıştır.
Vahdet-i Vücûd
düşüncesinin, İslam inanç sistemine olan aykırılığı ve izahının zorluğu
yanında, panteizm ve panteist düşünceyle benzeştiğini gören Nakşibendiyye
tarîkâtının Hindli şeyhi
İmam-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî Serhindî (ölm. 1034h.) vahdet-i vücûd
yerine vahdet-i şühûd (görüntülerin birliği) düşüncesini geliştirdi. Bu
düşüncesine göre İmam Rabbânî, eşyânın Allah Teâlâ'nın isim ve sıfatlarının
tecellileri olduğunu, aynı olmadığını, bu yüzden “Heme O’st=Her
şey O’dur” yerine
“Heme ez-O’st= Her şey O’ndandır”
düşüncesinin
daha doğru olduğunu öne sürmektedir. Sonuç olarak İmam Rabbâni’ye göre sâlik: “Ene’l-Hak” derken “Hakk Hakk’tır, ben değilim”
demektedir.
Değilse kendisini görerek böyle bir sözü söyleyen küfre düşer.
Şeyhu’l-İslam
İbn-i Teymiyye, vahdet-i vücûd düşüncesini ifâde eden
“gerçekten ortada Allah’tan başkası yoktur; yâni her şey O’dur” sözü ve bu sözü
söyleyen kişi hakkında şunları söylemektedir: “Ortada
Allah’tan başkası yoktur” sözü
mücmel (kapalı) bir sözdür. Hem hak, hem de bâtıl bir anlama gelme ihtimali
vardır. Eğer o kişi bu sözü ile, “ortada Allah’tan başka yaratıcı yoktur, Rabb
yoktur, darda kalanlara ancak Allah icâbet eder, kullarını ancak Allah
rızıklandırır, veren O’dur, vermeyen de O, alçaltan O, yükselten ve yücelten O,
gâlib kılan O, zelil kılan O, kendisinden yardım istenmeyi, tevekkül olunmayı,
kendisine sığınılmayı ve kulların ilticasını hak eden ancak O’dur, verdiğine
kimse engel olamaz, engel olduğuna kimse veremez, O’nun karşısında yiğitlik
sökmez” demek istiyorsa, yâni bu söz Fâtiha’daki “Ancak sana
kulluk eder ve yalnız Sen’den yardım dileriz”
(Fâtiha,
5) ayeti ile “Öyleyse O’na kulluk et ve O’na tevekkül et (dayan)” (Hûd,
123), “ De ki: O benim Rabbimdir. O’ndan başka ilah yoktur. Sadece O’na
tevekkül ettim ve dönüş sadece O’nadır” (Ra’d, 30)
ayet-i kerimelerine işaret ediyorsa, o zaman o sözle kasdettiği bütün bu
mânâlar doğrudur ve apaçık tevhiddir. Zaten Kur’ân bunu getirmiştir....
Yok eğer “ortada Allah’tan
başkası yok” sözünü söyleyen, bu sözü ile yaratıcıyı yaratılandan ayırmayan,
Rabb ile kul v.b. arasında fark görmeyen, İbn-i Arabî et-Tâî, İbn-i Seb’în,
İbn-i ü’l-Fârid, Tilimsânî ve benzeri ittihadçıların sözlerinde sık sık
rastlanan “ortada Allah’tan başka mevcûd yok”, “ancak Allah var”,
“yaratılanların varlığı yaratanın varlığı ile aynıdır”, “yaratıcı
yaratılandan ibarettir, yaratılan da yaratıcıdan”, “Kul Rabb’tır, Rabb da kul”
gibi
birleşmeyi ifâde eden mânâları
kastederse mülhiddir, sapıktır, tevbeye davet olunması gerekir (vâciptir).
Tevbe ederse ne âlâ, yoksa öldürülür.
Yine bunun gibi, Cehmiyye
gibi hulûl görüşünü benimseyen, “Allah zâtıyla her yerdedir”
diyen,
Allah’ı mahlûkat ile karışmış sayan, hatta O’nun köpeklerde, domuzlarda ve
pisliklerde olduğunu söyleyen ve bunların varlığı ile Allah’ın varlığını bir
gören hulûlcülerin kasdettiği mânâları kasteden kişi de mülhiddir, sapıktır.
Tevbeye davet olunması gerekir. Tevbe ederse ne âlâ, yoksa öldürülür. Allah
Sübhânehü ve Teâlâ en doğrusunu bilir.”
Mecmûu’l-Fetâvâ
(2/488-490). Ayrıca bk. A.g.e. (2/376).
Vahdet-i
Vücûdçular, ittihadçılar ve Hulûlcüler hakkında daha geniş bilgi için bk.
Abdülkâhir el-Bağdâdî, el-Fark Beyne’l-Fırak (sh: 198-205); İbn-i Teymiyye,
“Risâletü Hakîkati Mezhebi’l-İttihâdiyyîn (Mecmûu’l-Fetâvâ içinde 2/134-285);
(11(239-242); Ayrıca Mecmûu’l-Fetâvâ’nın 2., 10. ve 11. ciltleri;
Şerhu’l-Akîdeti’t-Tahâviyye (thk. el- Elbânî, sh:172); Taftazânî ve
Aliyyu’l-Kârî’nin Vahdet-i Vücûd Risâleleri; İbn-i Cevzî’nin Telbîsu İblîs adlı
eseri; Abdurrahman el-Vekîl’in Hâzihi Hiye’s-Sûfiyye adlı eseri; Abdurrahmân
Dımaşkıyye’nin en-Nakşibendiyye adlı eseri; Abdurrahmân Abdulhâlik’in el-
Fikru’s-Sûfî ve Fadâihu’s-Sûfiyye adlı eserleri; Cemîl Zeyno’nun es-Sûfiyye fî
Mîzâni’l-Kitâbi ve’s-Sünne adlı eseri; Prof. Dr. H. Kâmil Yılmaz, Anahatlarıyla
Tasavvuf ve Tarîkatlar (sh: 283-297).
216. Bu, İbn-i
Arabî olarak bilinen Muhyiddîn lakaplı, Ebû Bekr Muhammed b. Alî b. Muhammed b.
Ahmed b. Abdullah et-Tâî el-Hâtemî el-Mürsî’dir.
Vahdet-i
Vücûd, dinlerin birliği, Fir’avun’un mü’min olarak öldüğü, cehennem ateşinin
cehennemlikler için bir korku, bir sakınca ve bir azap olmadığı aksine onlar
için bir tad, bir lezzet ve bir zevk unsuru olduğu, velâyet (velilik)
mertebesinin nübüvvet ve risâletten daha üstün olduğu, Allah’ın mükemmellik
ifâde eden olgunluk sıfatları yanında eksiklik, kusur ve ayıp içeren yerilmiş
sıfatlarla nitelendirilebileceği, âlemin ezeli olduğu (kıdem-i âlem) gibi pek
çok sapık fikrin sâhibidir.
O fikirlerini
“Fusûsu’l-Hikem” ve “el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye” adlı eserlerinde belirtmiştir.
İbn-i Teymiyye, İbn-i Arabî ve el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye adlı kitabı hakkında: “İbn-i
Arabî’yi bizzat gören âlimler onun çok yalancı ve iftiracı olduğunu,
el-Fütûhâtü’l- Mekkiyye ve benzeri kitaplarının akıl sâhibi hiç kimsenin gözünden
kaçmayacak yalanlarla dolu olduğunu söylemişlerdir” derken
İmam Zehebî Fusûsu’l-Hikem adlı kitabı hakkında: “el-Fusûs
derlediği en kötü kitabıdır. Eğer onda küfür yoksa dünyada küfür yoktur” demiştir.
Şâfiî fukahâsının büyüklerinden Ebû İshâk İbrâhim b. Ömer el-Ca’berî
(ölm. 687h.) Fusûs kitabının yazarı İbn-i Arâbî ile bir araya geldiği zaman
şöyle demiştir:
“Onu, Allah’ın
indirdiği her kitabı ve gönderdiği her peygamberi yalanlayan pis bir ihtiyar
olarak gördüm”. Âlimlerin
sultanı lakaplı büyük fıkıh âlimi Ebû Muhammed ‘İzzuddîn b. Abdüsselâm (ölm.
660h.) ise Kâhire’de kendisine İbn-i Arabî sorulduğu zaman şöyle demiştir:
“O kötülük
piri, yalancı mı yalancı, hayırdan uzak biridir, âlemin kadîm (ezelî) olduğunu
söylüyor ve zinayı haram saymıyor.”
Yine meşhûr Şafiî âlim Ebû
Zür’a Ahmed b. el-Hâfız ‘Irakî (ölm. 826h.), İbn-i Arabî ve eserleri hakkında
şunları söylemektedir: “Fusûs adlı meşhur kitabının, şüphe götürmeyecek ölçüde
açık-seçik küfrü içerdiği hususunda hiçbir kuşku yoktur. Yine bunun gibi
el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye’de gerçekten onun elinden çıkmış ve ölümüne kadar onda
ısrarlı olmuşsa, hiç şüphesiz o bir kâfir olup ebediyyen cehennemde
kalacaktır.”
İmam Zehebî ise İbn-i Arabî’nin
hal tercemesinin sonunda şöyle der: “Allah’a yemin ederim ki, müslümanın, ilim namına Kur’ân’dan bir
sûre dışında hiçbir şey bilmeksizin, sadece bununla namaz kılıp, Allah’a ve
âhiret gününe iman edip câhil olarak öküzün ardında yaşaması, onun için bu
irfân ve hakîkatlerden çok daha fazla hayırlıdır. Velev ki, 100 kitap okumuş
veya 100 halvette bulunmuş olsun.”
Âlimlerin sapıklığında ve
küfründe ittifak ettikleri İbn-i Arabî hicri 638 yılında Şam’da normal bir
ölümle ölmüştür. Bazı insanların onun ölümüyle ilgili olarak anlattıkları şu
hikâyeye gelince:
“İnsanlar bir gün İbn-i Arabî’ye mabûdları hakkında soru sorarlar. O da
onlara:
“Sizin taptığınız benim bu iki ayağımın altıntadır”
diyerek cevap verir. İnsanlar da bunun üzerine hemen onun üzerine
atılırlar ve ölünceye dek onu tekme-tokat bir güzel döverler. Ancak onun
gömülmesinin ardından yakın dostları onun işaret ettiği bu yeri kazarlar ve
oradan çok fazla altın çıkarırlar. Bu olaydan sonra da yakın dostları ve
sevenleri bu hâdiseyi onun kerâmetlerinden sayarlar.”
Bu hikâye insanlar arasında her ne
kadar yaygınsa da doğruluk yönünden herhangi bir aslı astarı yoktur. Çünkü
İbn-i Arâbî’nin hal tercemesini verenlerin hepsi onun normal bir ölümle
öldüğünü belirtmektedirler. Hiç kuşkusuz doğru olan da budur.
Daha önce İbn-i Arabî’nin
vahdet-i vücûdu ifâde eden görüş ve sözlerinin bir kısmına yer vermiştik. Şimdi
de onun diğer görüşlerini ifâde eden bazı sözlerini belirtelim:
“Muhakkak kalbim her sûrete açık
oldu.
O; ceylan yavrularının otlağı ve
rahiplerin evi (manastırı),
Putların ve Kâbe’yi tavaf
edenlerin evi,
Tevrat levhalarının ve Kur’ân
sayfalarının barınağıdır.”
“İnsanlar Allah’a çeşitli
şekillerde inandılar,
Bense onların inandıklarının
hepsine inandım.”
Fusûs
(2/289).
“Boğulma
sırasında Allah’ın verdiği iman sebebiyle Fir’avun için artık Hz. Mûsâ, gözünün
nûru olmuştu. Böylece Allah onun ruhunu, tertemiz ve pâk iken, hiçbir kötülük
ve çirkinliği yokken aldı. Çünkü Allah onun ruhunu tam imanı sırasında herhangi
bir günah işlemesine kalmadan almıştı. (Önceki günahlarına gelince) İslam, daha
öncesini silip yok eder.”
“Fir’avun,
hüküm mevkiinde zamanın sultanı (sâhibu’l-vakt) olup da kanûnen ve resmen bunu
uygulayınca: “Ben sizin en yüce Rabbinizim” (Nâziât, 24), dedi. Yâni o şöyle
demek istiyordu: ‘Her ne kadar her şey bir nispetle rabb ise de onlar arasında
bana zâhiren hâkimiyet verilmesi sebebiyle ben onlardan daha yüceyim.’
Sihirbazlar
Fir’avun’un söylediklerinin doğru olduğunu bildikleri için onu inkâr etmediler;
bilâkis onun en yüce Rabb olduğunu kabul ederek
‘Yapacağını
yap, sen ancak bu dünya hayatında istediğini yapabilirsin, dediler” (Tâhâ, 72).
Bu nedenle Fir’avun’un: “Ben sizin en yüce Rabbinizim” (Nâziât, 24) sözü doğru
idi ve o Hakk’ın aynı bulunuyordu.”
Fusûs (sh:
235-236).
“Kalmadı, tek
olan ve va’dine sâdık bulunandan başkası. Hakk’ın azâbının gözle görünen bir
varlığı yok,
Şayet onlar
bedbahtlık yurduna (Cehennem’e) giderlerse, Şüphesiz farklı nimetlerin
bulunduğu bir lezzet duyarlar (üretirler).”
“Peygamberlik
makamı öyle bir berzahtadır ki,
Rasûlün az
üstünde, velinin altında...”
Fusûs (sh:
134)
“Allah, bütün
iyi sıfatlarla muttasaf (niteli) olduğu gibi kötü ve eksik sıfatlarla da
muttasaftır; hastalanan, dövülen, musîbetlere mâruz kalan, eksiklik ve
noksanlıklarla vasıflanan bizzat kendisidir”.
”Allah, kulun
nitelendiği eksiklik ve kınanmış sıfatların hepsiyle vasıflanır.”
“Mahlûkâtın
varlığı, Allah’ın varlığının aynıdır. Bu mahlûkat, ademde (yoklukta) sâbit olan
zâtıyla temeyyüz ve mahlûkatta kâim olan Allah’ın varlığıyla birleşmiştir.”
ve daha
buna benzer küfür ve şirk içeren pek çok söz. Bk. Mecmûu’l-Fetâvâ (2/113, 124,
125, 144, 221, 242, 279-285, 305, 355, 356, 365); (4/171); (11/239- 242)...
Son olarak, âlimlerin İbn-i
Arabî’nin Fusûsu’l-Hikem adlı kitabını okumanın ve bu kitabı yaymanın haram
olduğu fetvâsını verdiklerini, küfrü ve şirki gerektiren pek çok şeyi ihtivâ
ettiği için bazı Osmanlı sultanlarının ve Şeyhu’l-İslamlarının bu kitabın
okunmasını ve yayılmasını yasakladıklarını ve hatta kütüphanelerdeki
nüshalarını toplatıp yaktırdıklarını hatırlatmadan geçemeyeceğim.
(Bk. İbn-i
Hacer el-Heytemî, el-Fetâvâ’l- Hadîsiyye (sh: 210); İbn-i Âbidîn (3/294).
Bir de bunun yanında İbn-i
Arabî ve görüşlerine cevaben pek çok reddiye yazıldığını hatırlatmak gerekir.
Bunlardan bazıları şunlardır:
a. İbn-i Teymiyye (ölm.729h.):
“Risâletün fi’r-Reddi alâ İbn-i Arabî fî Da’vâ İmâni Fir’avn”; “Risâletün
fi’r-Reddi alâ Fusûsi’l-Hikem” (Fetâvâ içinde 2/121-133, ayrıca bk.
11/239-242); “Hakîkatü Mezhebi’l-İttihâdiyyîn ev Vahdeti’l-Vücûd” (Fetâvâ
içinde 2/134-285); “er-Reddü’l-Akvam alâ mâ fî Fusûsi’l-Hikem” (Fetâvâ içinde
2/362-451).
b. Abdullatîf b. Abdullah es-Suûdî (ölm.736
h.): “Fetâva’s-Suûdî”. Risâlesi”.
c. Sa’duddîn Mes’ûd b. Ömer Taftazânî (ölm.
793h.): “Vahdet-i Vücûd
d. Takıyyuddîn el-Fâsî (ölm. 832h.):
“Tahzîru’n-Nebîhi ve’l-Gabî mine’l-İftitâni bi İbn-i Arabî”; “el-’lkdu’s-Semîn
fî Târîhi’l-Beledi’l-Emîn” (2/160-199). Bu bölüm; Ali Hasen Abdülhamîd
tarafından “Cüzün fîhi Akîdetü İbn-i Arabî ve Hayâtuh” adıyla ayrı bir risâle
olarak yayımlanmıştır.
e. Burhâneddîn el-Bukâî (ölm. 885h.): “Tenbîhu’l-Gabî
ilâ Tekfîri İbn-i Arabî”.
Abdurrahmân
el-Vekîl tahkikiyle 1372h. yılında basılmıştır.
f. Bedrân b. Ahmed el-Halîlî:
“Netîcetü’t-Tevfîk ve’l ‘Avn fi’r-Reddi ale’l-Kâilîne bi Sıhhati İmâni Fir’avn.
g. es-Seyyid Ârif: “Şerhu’s-Seyyid Ârif alâ
Risâleti İbn-i i’l-Kemâl fî Tenzîhi İbn-i Arabî”. Buradaki İbn-i u’l-Kemâl
meşhur Osmanlı âlimi İbn-i Kemâl Paşa’dır. Hicri 940 yılında vefat etmiştir.
Bk. İbn-i u’l-’İmâd, Şezerâtü’z-Zeheb (8/238-239).
h. Sa’dullah (veya Sa’duddîn) b. Îsâ b. Emîr
Hân (ölm. 945h.): “Fetvâ Sa’d Efendi fi’l-Fusûs”.
i. Molla Aliyyu’l-Kârî (ölm.1014h.):
Vahdet-i Vücûd Risâlesi.
j. Dr. Mûsâ b. Süleymân ed-Düveyş: “Resâil
ve Fetâvâ fî Zemmi İbn-i Arabi’s-Sûfî.”
İbn-i
Arabî’nin hal tercemesi için yukarıdakilere ek olarak bk. İbn-i Teymiyye,
Mecmûu’l-Fetâvâ (2/356, 464, 465); (11/239); Zehebî, Siyer (23/48-49);
Târîhu’l-İslâm (19/204-206); Mîzânu’l-İ’tidâl (3/659-660); İbn-i Kesîr,
el-Bidâye ve’n-Nihâye (13/167); İbn-i Hacer, Lisânü’l-Mîzân (5/311-315); İbn-i
Tağriberdî, en-Nucûmu’z-Zâhire (6/339);
İbn-i
u’l-’İmâd, Şezerâtü’z-Zeheb (5/190); Dr. Salâhuddîn el-Müncid, ed-Durru’s-Semîn
fî Menâkıbi’ş-Şeyh Muhyiddîn.
217. el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye
(4/141). Bu beyit, ilgili kitapta “ve küllü kelâmin” lafzı yerine “Elâ küllü
kavlin” olarak geçmektedir. Anlamı aynıdır. Ayrıca bk. Mecmûu’l-Fetâvâ (2/229,
353, 377, 473); (12/149, 174); Deru Teâruzi’l-Akli ve’n-Nakl (2/245-257);
Câmiu’r-Resâil (sh: 156-162); Minhâcu’s-Sünne (2/373);
Şerhu’l-Akîdeti’l-Esfehâniyye (sh:90,162);Şerhu’l-Akîdeti’t-Tahâviyye (thk.
el-Elbânî, sh: 172); Molla Aliyyu’l-Kârî, Şerhu’l-Fıkhı’l-Ekber (sh: 34).
Kaynak: İsim
ve Sıfatlar Tevhidinde Ehl-i Sünnet’in Muhaliflere Cevabı, Muhammed b. Salih
el-Useymîn, Terceme: Necmi Sarı Tetkik : Muhammed Şahin, 2010 – 1431
[215-216-217 nolu Dipnot]
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar