SEMBOLLERİN AZİZLİĞİ
Sembol
(Simge) kelimesi, insanlık tarihi kadar eski bir kelimedir. Bunun nedeni, ilk
insanlardan itibaren, her tür düşünce ve hareket, sembolleştirilerek, böylece
içinde bulunduğu devirden geleceğe taşınmıştır. Aslında, insanlığın maddî veya
fikrî her faaliyeti isimlendirilmiş, böylece söz konusu birer kavram ile somut
hale getirilirken, bir yandan da soyut olarak geleceğe terk edilmiştir.
İnsanın
kendinde her zaman "Her
şeyin derinlerdeki amacı nedir?" "Gayesi nedir?" "Varlığın
varlık amacı nedir?" sorularıyla ilişkili hayatın iki temel sorusu olan
"nereden" ve "nereye" sorularını dile getirmektedir.
Aslında, "nereye" sorusu ayrılmaz bir şekilde "nereden"
sorusunun içinde yerleşiktir. Sorular yumağı içinde olan insan
bu şekilde kendini, âlemi ve tanrısını çözmek için uğraşı içine girmiştir.
Hakikatte Allah Teâlâ insanı yaratılışta eşyanın bütün bilgisine haiz
kılmasıyla ona sembolleştirme yeteneğini vermiştir. Kur'ân-ı Kerim'de “Âdem’e
bütün isimleri öğretti” (Bakara, 31) ayeti bu gerçeğin açık bir ifadesidir. [1]
İnsanoğlunun,
semboller yaratmasının temelinde yatan ve bizim gerekçe olarak
adlandırabileceğimiz bu husus, çok açık bir şekilde, insanoğlunun tabiat
karşısında ve daha da mühimi, sabit olarak kabul edilen her tür değer,
yaklaşım, tavır ve irade karşısında, onu yeniden yorumlaması ile ortaya
çıkardığı kudretinin ve egemenliğinin adlandırılmasından başka bir şey
değildir. Çünkü her sembol, onu çıkaranın, ona kattığı anlama göre
yorumlanmıştır. Hâlbuki semboldeki gerçeklik, ancak, hissî düzeydedir. Eğer
bir kişi bir sembolü algılamayı reddederse, o, onun için var değildir,
diyebiliriz. O halde insanın gerçek olarak kabul ettiği sembol, benimseyelim ya
da benimsemeyelim, o var olan bir şey ve temsilidir.
Sembollerin en çok kullanım alanı inanç
alanındadır. Bu ise o inancın gelecek nesillere aktarımda korunaklı terk
edilmesinde etkili olması içindir. Manasız gibi gelen bir sembol nesiller sonra
gerekli olurken, bir nesil önce değerli olan sembol sonraki dönemde kuvvetini
yitirecektir. Ancak bu yitirme kaybolmadan çok bir küllenme şeklinde olacaktır.
Bir sembol diğerleri tarafından unutulurken birileri tarafından tekrar
canlandırılacaktır. Bu nedenle her sembol çıkış olarak muhakkak bir gereksinim
ile üretildiği için yok olması düşünülemez.
Sembolik anlatım, güçlünün çıkarımı olduğu
gibi, zayıfın kendini güçlüye karşı korumasıdır. Eğer kuvvetlenme şeklinde bir çıkışı var ise bu
somut verilerin etkisidir. Bir zaman kullanımı açıkça olan sembol içerik ile
zayıflayınca onun korunması için üretenlerin inanç gayreti faaliyete geçer. Bu
faaliyet genellikle aşikâr görünse de ok zaman bir perde altında kalmaktan
kendini kurtaramaz.
Semboller, bazen o kadar ileri açılım
gösterir ki, kendisi için ölen veya kurtulanlar olur. Son dönemlerde gizemlerin
sürekli gündeme gelmesinde bu etkiyi görebilmekteyiz. Mesela bir renk, bir
hareket bir düşüncenin sembolü olunca açıktan ve gizli olarak taraftarını
uyarıcı eyleme geçiriyorsa, bu sembolün içeriğindeki muhtevanın durumu ile
ilişkilidir. Kuvvetler bazen sembollerin algılanmasına engel olmak yerine daha
fazla müsamaha alanı içinde bırakmaları o sembolün yok/var olmak tabiatını
harekete geçirmek içindir. Ancak bir sembol içerik olarak göründüğünden başka
bir mana olarak algılanması hayatiyete geçirilerek, serbest bırakılması
sonuçları kestirilmeyecek durumlar oluşturur. Bu şekilde o sembolün hakikatinin
yok olması demektir. Eğer bir sembol içerik ile aynı değeri taşıyorsa, açık ve
gizli manası olması o sembolü yok etmediği gibi kontrollü bir seyir içerisinde
insanlığın hizmetine devam ettiği görülmektedir. Çünkü insan tabiatı bir
sembolü kabul etmede, hissî ve fıtratı itibariyle onu olması gereken konuma
koyacaktır.
Tarihte gizli tarikatlar, örgütler, inançlar
vb. içeriği farklı sembollerle dışa açılım yaparken, bir yandan müntesiplerini
kontrol altında tutmuşlardır. Ancak farklılık bir yerden sonra kaybolmaya yüz
tutma nedenidir. Kaybolmadıkları düşünülse de açığa rahatça çıkamamaları onları
gizemi içerisinde yorgun ve elemli bırakmaktadır. O zaman sembol mutluk yerine
üzüntü getiriyor demektir.
Allah Teâlâ rasüllerini din ile gönderirken
seçtiği sembollerde gizlilik ve kapalılık faktörünü kullanmamış ve en cahil
insanın kapasitesine uygun olmasını dilemiştir. Fakat ne olduysa insanlar açık
olan bu sembollere anlaşılmaz manalar yükleyerek, içeriğindeki saflığı karmaşık
hale getirmişlerdir. Belki bir yönden gerekli görülen bir husus aslında daha
fazla zevksizliğe ve umutsuzluğa düşmeye o sembolleri terke varan bir halin
oluşmasına sebep vermiştir.
Konunun anlaşılması için örnekler verecek
olursak, şapka bir dönemin sembolü iken bugünkü durumu; Asya’daki Ön-Türklerde
kullanılan "OZ" diye okunan gamalı haç nerede, ne zaman ortaya
çıktığı tam olarak bilinmese de çoğunlukla "svastika" olara
isimlendirilmiştir. Svastika, Hintçe bir kelime olup, "Si" yada
"su" (iyi) ve "as" (olmak) eklerinden oluşmaktadır. Bu
şekliyle kelime, "mutluluk" ve "hayal" anlamına gelir Bu
damga Ön-Türk göçleriyle Hindistan'a gitmiş, Nazilerin Hint/Cerman ırkı
teorilerinin amblemi olarak ortaya çıkmıştır. Ön-Türklerde "OZ"
laşarak Tanrıya erişmeyi temsil eden bu damga, Nazilerde insanlık suçu timsali
olarak kullanılmıştır. Bugün başörtü sembol olarak algılanırken Atatürk
döneminde sembol olarak algılanmamıştır.
Tarsus-Gözlükule
kazılarını yapan, Hetty Goldman, 1950 yılında yayınladığı kazı raporunda,
kendinden önce başlayan kazı serüvenini şöyle anlatmaktadır;
“1845’te,
resmi olarak Tarsus’ta yıllardır yaşamakta olan William Burckhardt Barker
adında bir İngiliz, Gözlü Kule’den çıkarılmış figürinlerden oluşan büyük bir
koleksiyon oluşturmuştu. Bu heykelciklerden “Antik Kilkialıların,
Hıristiyanlığı kabul ettikten sonra kırıp attıkları Ev Tanrıları (evlerde
bulunan küçük tapınma yerlerinde kullandıkları tanrı heykelcikleri) ve
Putperest tapınaklarındaki temel heykel konularını oluşturan örnekler” olarak
bahseder. Binden fazla pişirilmiş toprak heykelcikten bahsetmektedir ama sadece
bir kaç tanesi British Museum tarafından alınmıştır.”[2]
Sonuçta diyebiliriz ki bugünün sembolünün
yarınıyla ilgisi ve durumu incelendiğinde tek kurtuluş bakışın derinliklerinden
kurtulup yüzeysel olmaya yönelip ihtimallerin ifrat ve tefritinden sakınıp
saflığı kesin olan ümmi bilgiye kavuşmaktır. Bugün kabul ettiğini yarın inkar
etmek veya tersi durum insan tabiatının gerçeğidir.
Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki;
“Ahir
zamanda, kocakarı gibi itikat (kulluk) edin!” (Deylemi)
onun için sembollerin içeriğine fazla takılmaktan kaçınmak önemli bir durum arz
etmekte olduğunu hatırlatmak isteriz. Çok aldatan ve aldanan olduğu günümüzde
sağlam kalmanın tek şartı temiz dinimizin emirlerine bağlanıp yaşamaktır. Yoksa
her bir sembolün kırkambar hikâyesi vardır.
REMİL İLMİNİN DÜNÜ VE TARİHİ HÜCCETLER (DELİLLER)
Remil İlmi diğer bölümler de de bahsettiğimiz
gibi geleceğin ve geçmişin olaylarını doğruya en yakın sonuçla bilmemizi
sağlayan mucizevî bir kehanet ilmidir. Bu ilmin bir peygamber ilmi olarak
tarihte tezahür etmesi ve bulunduğu asra ( MÖ 605-562) büyük bir damga vurması
ve sonraki asırlarda dünyanın en büyük imparatorluklarında imparatorlar
tarafından büyük ilgi görmesi ve halk arasında bilgeler vasıtasıyla
kullanılması günümüze kadar ulaşmasında çok önemli unsurlardandır.
Remil İlmi, bulunduğu tarihten itibaren
1800’lü yıllara kadar elit devlet sistemi içinde özellikle doğu devletlerinde
birçok çıkmaza girmiş olayların içinden çıkılmasını sağlamıştır. Devlet
adamlarının atanmasında, savaşa girilip girilmemesi hakkında dahi asrın en ünlü
Remil İlmi bilgelerinin (remmallerin) bakımlarından faydalanılmıştır.
Remil İlmi halk arasında da büyük ilgi
görmüştür. Kimi rivayetlerde önemli eşyasını bir arazide kaybeden kişi zamanın
Remil İlmi uzmanlarına başvurduğu ve bulunduğu söylenir. Başka bir örnekte
definelerin aranmasında Mısır’da kullanıldığı rivayet edilir. Halk arasında bu
kullanımlar dışında hemen hemen hayatın her noktasında kullanılan ve bozulmaya
uğramamış yegane kehanet sistemidir.
1800’lü yıllardan sonra günümüze kadar
sanayileşme ve teknolojinin gelişmesiyle birlikte insanların ilgi alanlarının
değişmesi, maddeye bağlı bilimlerin gelişmesiyle birçok ilim gibi Remil
sanatıda unutulmaya yüz tutmuştur.
Geçim sıkıntılarının giderek artması ve
insanların ihtiyaçlarının giderek fazlalık göstermesi Remil gibi değerli bir
kehanet ilminin unutulmasına ve sadece dünyada çok az temsilcilerinin
bulunmasına yol açmıştır. Geçmiş zamanlarda insanlar bir öğreti için yıllarını
ayırabiliyorlardı. Remil İlmi öğretisinin de uzun yıllar olan eğitimini maddi
bir getiri olmaksızın zamanlarını ayırabiliyorlardı. Artık günümüzde maddi bir
getirisi olmayan parapsikolojik bilimlerin ilgilenilmesi oldukça zor ve
imkânsız hale gelmiştir ve artık günümüzde Remil İlmi için 8 ile 12 yıl eğitim
almak hem olanaksız, hem de şifreli kitapların olması ve bu kitaplara vakıf
insanların azlığı nedeniyle imkânsız hale gelmiştir.
Logizmo günümüzde yok olma tehlikesi içinde
olan bu mucizevî kehanet bilimini Sn. İbrahim Yaşar'ın değerli katkılarıyla
tarihin tozlu sayfalarından günümüzün modern dünyasına kazandırmanın onurunu ve
mutluluğunu duyuyoruz.
Şimdi sizlere tarihte yaşanmış ve Bazıları
net hüccet olan rivayetleri aktaracağız
Yıllar yılı dilden dile dolaşmış bir rivayet:
Osmanlı Padişahı dördüncü Murad (1623-1640),
kıyafet değiştirerek, halk arasında dolaşmaktan çok hoşlanırmış. Bir gün yine esnaf
kılığında gezerken, Üsküdar'dan bir kayığa binmiş. Kayıkçı yanına bir müşteri
daha almış, boğaza açılmışlar. Denizin ortasında Murad, yanında oturan
müşteriye sormuş:
Senin adın ne?
- Bana Üsküdarlı remmal Ahmed Ağa derler.
Padişahın merakı artmış. Tekrar sormuş:
- Ne iş yaparsın?
-Adam, sakin cevap vermiş:
-Remil atarak gaipten haber veririm.
- Peki, bir remil at da görelim. Meselâ şu
anda Sultan Murad nerededir?
Adam, karşısındaki meraklı kişinin yüzüne
şöyle bir bakmış, hatırını kırmak istememiş, remilini atmış.
-Deniz üstünde görünüyor.
- Bir remil daha at bakalım. Bize yakın mı,
uzak mı?
Adam, remilini tekrar atar atmaz gözleri
parlamış:
- Sultan Murad bizimle beraber. Ben remmal
Ahmed olduğuma göre, devletli Hünkar da sizsiniz.
- Aferin, hüner sahibi adammışsın. Yalnız,
bir remil daha at bakalım. Şimdi ben İstanbul'un hangi kapısından gireceğim.
Bilirsen seni ihya ederim. Bilemezsen.
Remilci, remilini dökmüş. Dökmüş ama bu sefer
söylememiş. Bir kâğıda yazıp Padişaha uzatmış:
-Bir şartla Sultanım. Bu kağıdı kapıdan
geçtikten sonra okumanızı dilerim. Demiş. Sultan Murad kağıdı cebine
yerleştirerek, kayıkçıya sahile çekmesini söylemiş. Karşısına gelen sur
bedeninde nöbet tutan dizdarlardan birine:
- Ben Padişahım. Tez buradan bir kapı açın,
şehre gireceğim.
Padişah fermanı bu. Derhal duvarı yıkarak bir
kapı açmışlar. Padişah şehre girmiş ve cebinden remmalın yazdığı kâğıdı
çıkarmış. Kâğıtta şunlar yazılı imiş:
"Devleti Hünkârım Yenikapınız
mübarek olsun.".
O günden bu güne İstanbul'un o semtinin adı YENİKAPI
SEMTİdir...
Fatih Sultan Mehmed’e Keşişin Söyledikleri
Kritovulos, 15. yüzyılda yaşamış Bizanslı bir
tarihçidir. İstanbul’un fethini ve diğer önemli olayları/savaşları yazıp Fatih
Sultan Mehmed’e takdim etmiştir. Ve Fatih’in takdirini kazanmıştır.
Kritovulos’un Fatih dönemindeki on yedi
yıllık olayları yazdığı kitabı, Kaknüs Yayınları’ndan, İstanbul’un Fethi adıyla
çıktı. Kitabın 107. sayfasını beraber okuyalım:
Fatih, İstanbul’a girip Ayasofya önüne
geldiği zaman, derinden derine bir inilti işitti. Sesin geldiği yöne bir adam
gönderdi. Sakalları uzamış, perişan durumda bir keşiş bulup getirdiler. Huzura
çıkardılar. Korktu, teskin ettiler. Neden zindana atıldığını sordular.
Keşiş, Türklerin kuşatma hazırlıkları
sırasında Kostantin’in kendisini çağırıp İstanbul’u Türklerin alıp
alamayacağını bildirmek için remil açmasını söylediğini; remilde İstanbul’un
Türklerin eline geçtiğini bildirmesi üzerine, Kostantin’in kızarak kendisini
zindana attırdığını anlattı. Keşiş sonra, “demek remilim doğru imiş” diye
ekledi.
Bunun üzerine Fatih de İstanbul’un kendi
elinden çıkıp çıkmayacağına dair remil açmasını ve doğruyu söylerse armağanlar
vereceğini bildirdi. Keşiş yeniden, bu defa Fatih için remil açtı. Ve remili
şöyle yorumladı:
– İstanbul, Türklerin elinden savaş ile
çıkmayacak.
Lakin öyle bir zaman gelecek ki ellerindeki
emlak ve toprak azalacak, bu suretle istanbul türk malı olmaktan çıkacak.
Bu falın bildirdiği neticeden müteessir
olan (üzülen) Fatih Sultan Mehmet ellerini kaldırarak
“İstanbul'da edindiği yerleri
ecnebilere (yabancılara) satanlar Allah'ın
gazabına uğrasınlar' diye beddua etti.”
Sultan Abdülmecid Han zamanında
İstanbul'da Remil ilmi yaygın idi. Padişahın emri ile zamanın kutbul ferdi
nerede ve kim olduğu araştırılmış, neticede kutb-ül ferdin hazreti Seyyid Taha
olduğu tespit edilmişti. Bunun üzerine padişah tarafından Seyyid Taha
hazretlerine yazılmış ve İstanbul'a davet buyurulmuştur. Seyyid hazretleri ise
"Remle itimat tahminidir. Bu hususta İstanbul'a gelmem mümkün değildir.
Padişah ısrar ederlerse, başka bir tarafa hicret edeceğim." diye kesin
cevap vermiştir. Zira Mevlana Halid Hazretleri bütün halifelerini devlet ricali
ile görüşmekten men buyurmuşlardır.
[2] (Selma TAHBERER Adana
Arkeoloji Müzesi’ndeki Helenistik Ve Roma Dönemleri, Terracotta Figürinlerin Yapım
Tekniklerinin Araştırılması
Ve Uygulanması, Yüksek Lisans Tezi,
Adana, 2006)
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar