ŞEYH ALİ SEMERKANDÎ
“Ankara vilâyetine bağlı
Çamlıdere kazasının kabristanında mevcut bulunan türbesinde mütevellileri,
halifeleri, müridanı ve gönüldaşları ile yatan Şeyh Ali Semerkandî Hicrî 720 ve
Milâdî 1300 senesinde İsfahan'da doğdu.
Hz.
Ömerü'l-Faruk radiyallâhü anhın dördüncü batından zuhur eden nesline mensup
torunudur. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve selleme ulaşan akrabalığı vardır.
Babası muhterem Yahya
efendidir. Küçük yaşlarda ömrünün tamamını Allah Teâlâ Hazretleri'nin yolunda
geçirmek için varlığını bu mübarek yola adadı. Kendini tam yetiştirdi, pişti,
kemâle erdi ve veliler listesine girdi; manevi yönden indi ilâhi'de yüksek
mertebelere ulaştı, takdir topladı ve yetkiler (görevler) aldı. Manâ ikliminin
ve manâ âleminin sultanlarından oldu. Mekke'ye, Medine'ye teşrif etti,
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin mânen iltifatına mazhar oldu, onun
mânevi evlâdı olma şerefine erdi. Çin Hindi'ne gitti, sonra ülkesine döndü,
babası, annesi ve kardeşleri ile görüştü. “Bahru'l-Ulûm” adındaki tefsir
kitabını yazdı. Her çeşit ilme vakıftı, her yerde ve İslâm dünyasında tanınıp
ün yaptı. İrşat için üzerine vazife yüklendi. Rum diyarı bulunan Anadolu'ya
hicret etti. Konya ve Karaman'a geldi. Benzeri kentlere uğradı. Karaman beyi
dâhil devlet erkânına nasihat edip ders verdi. Pek çok ülkelere, kentlere sefer
etti. Hattâ karyelerde bulundu. Alanya'ya ve Alanya'ya yakın yerlere gitti,
oralardan Örenşar'a (Eskipazar'a) geldi. Osmanlı İmparatorluğu paytahtlarından
Bursa'ya götürüldü. Bursa padişahı, vüzerası, ulemâsı ve ahalisi ile görüştü.
Örenşar'a geri avdet etti, dünya ile ilgili makam ve meta'da gözünün olmadığını
hissettirdi. Örenşar'dan Kızılcahamam'a bağlı Çatak karyesine
geldi. Anadolu'da mütevazı ve sade yaşayışı ile (halkın derdi ile hemdert)
kerâmet ehlinden mübârek bir zat olarak bilindi. Gelip geçmiş bazı zevat
gibi İslâm'a ve insanlara yaptığı hizmetlerinin aşkı içinde dönüp dolaşırken
müsait bir zaman ve zeminle karşılaşıp evlenemedi. Çamlıdere'ye geldi ve
buraya ömrünün son bölümünü geçirmek üzere yerleşti. Çamlıdere'nin insanlarına
iltifat etti, bunlarla beraber gönül gönüle yaşamak istedi. Çamlıdere'nin
pak neslini mânevi evlâdı (ehli) olarak ilân etti. Başta “Şifalı Mübârek
Çekirge Suyunu” başka bir deyimle “Sığırcık Suyunu”, “İbret Dersi
Veren Sacayağını”, “Kerâmet Emmarelerini” ve “Benzeri Hatıralarını” bırakıp
Hicrî 862, Milâdî 1442 senesinde 142 yaşında iken Çamlıdere'de irtihal etti.
Bazı yerlerde bu zatın namım ve öyküsünü taşıyan türbelerde yatan zevat bu
zatın namı ile yaşamış bulunan halîfeleridir. Veya gelip geçmiş emsâlî (isim
benzeri) bir başka mübârek zatlardır. Yahut sefer ettiği zamanlarda ikâmet
eylediği yerlerdeki makamatı türbeler temsili ile yadedilmektedir”.
Arifibillah Şeyh Ali
Semerkandînin hayatı gerçekleri dile getiren olay ve harikalarla doludur.
(Rahmetullahi aleyh). Bu kadar tanınması, bu kadar yerlerde isim yapması onun
ne kadar büyük bir velî olduğunu ve onun ne kadar meşhur bir zat bulunduğunu
sergiliyor.
Şeyh Ali Semerkandî
Hicrî 720, Milâdî 1300 tarihinde İsfahan'da doğmuş irtihalı ise Ankara
vilâyetine bağlı Çamlıdere kazasında Hicrî 862, Milâdi 1442 yılında vuku
bulmuştur. Vefatı esnasında Şeyh Ali Semerkandî 142 yaşlarında idi. Bir
zamanlar Karaman (Larende) halkının ilgilileri bu konuyu takip edenler Konya'da
mahkeme olmuş, mahkeme (heyet-i kuzat) tarafından Şeyh Ali Semerkandî'nin
Ankara vilâyetinin Çamlıdere kazasında yattığına dâir karar verilmiştir.
1225 tarihinde “Berat”
veren Yabanabat kadısının da bu karardan haberdar olduğu anlaşılıyor. Çünkü
Yabanabat kadısının kesin hüccetlere dayanarak verdiği “Berat” da Hz.
Ömerü'l-Faruk Hazretlerinin evlâdından Şeyh Ali Semerkandî'nin Çamlıdere
(Şeyhler) de medfun olduğu kaydedilmiş bulunmaktadır.
Bundan böyle Şeyh Ali Semerkandî'nin
Ankara vilâyetinin Çamlıdere kazasında yattığına dâir delil bir değil, pek
çoktur ve işaretler az değildir.
Ârifibillah Şeyh Ali
Semerkandî'nin türbesi Çamlıdere'nin kabristanını şereflendirmektedir. Bu
mübarek zat İsfahan'da doğup büyüdükten, Semerkant gibi ilim irfan membaından
ve o civarlardan lâzım olan tahsilini tamamladıktan sonra irşat için ülkeden
ülkeye, beldeden beldeye gitmiş ve seferlerde bulunmuştur. Ömrünün hitamında
Çamlıdere'de Hakk’a yürümüştür. Kendisine bağlı mütevellileri, halifeleri ve
müridanı ile (zatından hariç tamam on kişi olmak üzere) şahsına has türbesinde
yatmaktadır. Bir tarafında yedi, bir tarafında üç bulunuyor. Bunlar üçler,
yediler olarak vasıflandırılıyor. Kendisi ile beraber türbede toplam onbir
kişidirler.
Şeyh Ali Semerkandî’nin
doğduğu İsfahan İran ülkesinin en büyük ve en önemli şehirlerinden biridir.
Çamlıdere Ankara'dan 105
km. uzaklıkta ve Ankara'ya göre İstanbul istikametindedir. İstanbul
istikametine doğru Kızılcahamam'ı, anayolu takip ederek 10 km. geçince;
Çamlıdere yol güzergâhında bulunan Yanıkköy'e 18 km. uzaklıkta kalmaktadır.
Yani şirin Anadolu’muzun tipik ve mütevazı şehri Çamlıdere Gerede ile
Kızılcahamam'ın arasında kalan belirli bir bölgede yerini almıştır..
Çamlıdere dikkat ve ilgi
çekici bir maziye sahip ve ünlü bir menkûle maliktir. Zikri geçen velîyi
bağrını açıp sinesinde taşımaktadır. Maddî ve mânevi hallerin kucakladığı
Çamlıdere, toplanıp derlenmesi gereken ve halka gerçek yönleri takdim edilmesi
icab eden rivâyetlerle dolup taşmaktadır.
Çamlıdere daha önceleri
sıra ile “Kuzören, Şeyhler (Şıhlar)” isimlerini taşımış, ilçe olunca
“Çamlıdere” ismi ile isimlendirilmiştir. Çamlıdere Anadolu'nun uzak ve yakın
geçmişini temsilen ortaya koyabilecek evsaftadır.
Şeyh Ali Semerkandî’nin
kardeşlerinin olduğu biliniyor, iki veya üç erkek kardeş oldukları rivayet
ediliyor. Hz. Ömer İsfahan’ın fütuhatında oğlunun birini oraya bırakmış,
orada yerleşip kalan Hz. Ömer'in oğlu İsfahanlı bir kız ile evlenmiş idi. Şeyh
Ali Semerkandî bu sülâleden zuhur etti.
Şeyh Ali Semerkandî
Hazretleri'nin kardeşlerinden birinin adı Kebir Ahmet (yani Seyyid Ahmed-i
Kebir) idi. H. 720 tarihinde İsfahan'da doğan Şeyh Ali Semerkandî kardeşi
Ahmet ile hayata mukaddes bir gaye doğrultusunda bakıyordu. Annesi babası temiz
pak bir nesilden gelmişler, çocuklarının Allah yolunda velî ve mürşid
olduklarını görmüşlerdir.
Büyüyüp giden Şeyh Ali
Semerkandî ermişlerin yolunda idi, İlâhi aşk ile yanıp tutuşuyor ve çocukluk
çağını İsfahan'da geçiriyordu. 20 yaşına ulaşınca kendinde bir başkalık
hissetti. 40 sene mağarada ibâdet etti. Çilehaneye girdi, çilehâne usulünü
itaatle takip edip neticeye başarı ile vardı. Kemâle erip olgunlaştı. Kendisine
ilham gelmeye bağladı.
Zaman ilerliyor, seneler
geçiyordu. Şeyh Ali manâ âleminin sultanlarına karıştı, sahib-i kerâmet oldu ve
velâyet yetkisini aldı. Onun için artık bütün rahmet ve bütün imkân kapıları
açılmış oluyordu. Zaman geldi, gün oldu Mekke ve Medine'ye gitti, Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve selleme (mânen) hizmet etti, onun türbedârı oldu, hattâ
Efendimiz tarafından manevî evlâtlığa kabul edildi.
Yeryüzüne gelen
insanların isim bakımından olsun, türlü tutum ve davranış bakımından olsun, hattâ
makam ve mevki bakımından olsun, kişilerin görüş ihtilâfları ve açık, kesin
bürhan yokluğu sebebi ile zaman zaman birbirlerine zan ve tahmin açısından
benzetildikleri vaki olan bir durumdur. Bundan böyle Şeyh Ali Semerkandî
Hazretleri'nin ismine benzer ismi taşıyan zatlar muhtelif beldelerde ikâmet
edip yaşamış olabilirler. Ayni hâl ile de hallenmiş bulunabilirler. Bu arada
bazı yerlerde bu zata izâfe edilen kabir ve türbeler bu zatın makamı, yahut bu
zatın halifelerinin medfun bulunduğu yer olmaktadır.
Şunu açıkça belirtmek
gerekir ki Şeyh Ali Semerkandînin ismi Türkiye'nin yani Anadolu'nun bazı
yerlerinde bazı türbelere ve bazı makamlara yöneltilerek yadedilir. Hattâ İslâm
âleminin birçok yerlerinde de geçer. Yalnız muhtelif yerlerde Şeyh Ali Semerkandî
Hazretleri'nin ismini taşıyan türbelerde yatan zatlar bu zatın
halifeleridirler. Öteden beri bu zatın ismi altında hatırlana gelmişlerdir.
Şeyh Ali Semerkandî muhtelif ülkelere kendi adına iş gören, hareket eden
halifeler tayin etmiş, onlara manen direktifler vermiştir. Onlar bu zatın namı
ile yaşamışlardır. Yahut aynı isim tahtında başka bir velî ayni hal ile
hallenerek oralardan gelip geçmiştir ne malum.
Şeyh Ali Semerkandî
sağlığında “Baba-resül” adında bir zatı kendisi adına faaliyet göstermesi için
halife tayin edip “Zeyne” beldesine gönderiyor. Zeyne Osmanlı imparatorluğu
döneminde Konya'ya bağlı idi. Sonraki dönemde kentlerin İdarî şekli değişmiş,
bugün “Zeyne” “Sütlüce” adını alıp kasaba olmuş ve Mersin vilâyetinin kazası
bulunan Gülnar'a bağlanmıştır.
Zeyne karyesinde yatan
zat, Şeyh Ali Semerkandînin kendisi değil, zikri geçen halifesidir,
Evliyaullahtan olup mübarek büyük zatlardan biridir. Yanında belirli birtakım
yatırlar bulunmaktadır. Zeyne bölgesinde Evliyaullah'tan Babaresül ile
ilgili değişik hayli pek çok zuhur eden kerametler anlatılmakta, öyküsü
dillerde dolaşmakta ve manzume halinde hikâyeleri nakledilmektedir. Şeyh Ali
Semerkandî'nin namı ile anılması o kentte Babaresûl'ün Şeyh Ali Semerkandînin
manen familyesine dahil olmasından ileri geliyor. Bundan böyle Çamlıdere
kazasında medfun Şeyh Alî Semerkandî ile Zeyne'de medfun Babaresül arasında
kesin olarak bir benzerlik bulunmamaktadır. Şeyh Ali Semerkandî'nin
Çamhdere'deki öyküsü başka, Babaresûl'ün Zeyne'deki öyküsü başkadır.
Babaresül Zeyne'de
evlenmiştir, çocuk sahibi olmuş, annesi yanında yatıyor, Anadolu'da doğmuştur.
Hattâ Anadolu'dan şarka gitmiş, Mısır'a kadar seyahat etmiştir. Aksine Şeyh Ali
Semerkandî Şark'tan Anadolu'ya gelmiş, hiç evlenmemiş, evlâdı yoktur ve daha
başka halleri ile Zeyne'deki yatan zata hiç benzememektedir. Fakat bazı
menkıbelerin Çamlıdere'den Zeyne'ye götürülüp getirilmesi, araya fasılaların
girmesi ile iki zatın hayat öyküsünün bazı yönleri ihtilâta uğramıştır.
Çamlıdere'de Şeyh Ali
Semerkandî Külliyesi'nde mevcut belgeler Şeyh Ali Semerkandî'nin Çamlıdere'de
medfun bulunduğunu kesinlikle ilân ediyor. Şunu belirtelim ki Zeyne'de yatan
zatın ismi de Ali olabilir, Semerkant'a sefer etmiş, orada tahsil görmüş ve
birtakım yerlere sefer etmiş ve kerametleri görülmüş olabilir. Hattâ velîler
arasındaki hal ve keramet benzerliği de cereyan etmiş bulunabilir. Lâkin
Zeyne'deki yatan Ali, Çamlıdere'deki yatan Ali değildir. Karaman'da Anadolu'nun
ve Türkiye'nin bazı kentlerindeki, İslâm âleminin bazı ülkelerindeki medfun
nice nice adı Ali olan velîler arasındaki benzerlik böyle bir yorum, böyle bir
izah ve böyle bir hüsnü zandan başka birşey değildir.
Osmanlı İmparatorluğu
döneminde devletten (Hazine-i Hassadan) Çamlıdere'ye 45 (kırkbeş) bin kuruş
gelir. 30 (otuz) bin kuruşu Çamlıdere'de sarf edilir, 15 (on beş) bin kuruşu
Zeyne'ye gönderilirdi. Hattâ “Sığırcık Suyu” nun bulunduğu yerlerden
tahsil edilen vergiler Çamlıdere'ye sevkedilirdi. Buna benzer icraat harfiyen
tatbik edilirdi.
Şeyh Ali Semerkandî'nin
Çamlıdere'de tefsiri, menkıbeleri ve benzerî kayıtlar vardı. Vaktiyle bu
eserler o devrin Osmanlı padişahına götürülmüş, padişah memnun kalıp ilgi
göstermiş ve eserleri kendine takdim edenlere ikram ve izzette bulunmuştur.
Padişahın etrafındaki devlet erkânı ve o günün Şeyhül-İslâm makamında bulunan
İslâm âlimi ve öbür ülemâ yakınlık duyup Şeyh Ali Semerkandî’nin Çamlıdere'de
yattığını tasdik ederek kayıtlara intikâl ettirmişlerdir.
Padişahlıkça gönderilen
tahsisat H. 1330 senesine kadar Çamlıdere'ye gelmiştir. Umumî harp çıkıp
seferberlik ilân edilince her şey sona erdi, tahsisat kesildi. Bundan sonra
Osmanlı İmparatorluğu belini doğrultamadı, olanlar oldu, ülkenin çehresi
değişti, eserler olsun, kayıtlar olsun bilinmezlik içinde tarihin meçhul
sayfalarına gömülüp gitti.
Şeyh Ali Semerkandî ile
ilgili “Bahrü'l-Ulûm” adında gayri matbu tefsir vardır. Hattâ zatına has
menâkıbı var idi, belirli zevat tarafından görülüp okunmuştur. Fakat M. 1926
tarihinde büyük bir yangın çıkıp bir kaç ev hariç Çamlıdere'yi yer ile bir
etti. Yangın karşısında her şeyini (kül olup) savrulmaya terkeden Çamlıdere
Şeyh Ali Semerkandî hakkındaki eserleri ve kayıtları da (birkaçı hariç) ateşler
içinde kül olup gitmekten kurtaramamıştır. Onun için deniliyor ki zikri geçen
kıymetli zatın yazılı ve kıymetli belgeleri, menkıbeleri evlerle birlikte
yanmış ve kaybolmuştur. Lâkin eldeki belgeler yeteri kadar tatmin edicidir.
Yeryüzünün çeşitli
yerlerinde Enbiya'nın ve Evliya'nın, bu arada birçok zevatın kendi adlarına
atfen anılan makamlarının olduğu şüphesizdir. Evliya'dan Şeyh Ali Semerkandînin
Çamlıdere'deki türbesi makamı değil, asıl kabridir. Bu türbede bizzat kendi
zatı (naşı) bulunmaktadır. İlgili resmî belgede Çamlıdere (yani Şeyhler
karyesin) de medfun olduğu kaydedilmektedir. Yanında bulunan ve kendisine
komşuluk eden diğer on kişi ile berzah âlemine buradan katılmış bulunmaktadır.
Yeryüzünde aynı ismi ve
aynı unvanı taşıyan binlerce insan gelip geçmekte, bu insan kitlelerinin içinde
pek çok meşhur zatlar bulunduğu ve bunların hatırlardan çıkarılmadığı için
yerleri, yurtları ve kabirleri belli sınırlar içinde muhafaza edilmektedir.
Aksine peygamberlerin ekserisi dâhil bazı meşhur zatların hayatlarının tamamı,
nerede yattıkları ve nüfûs hüviyetleri bilinmemektedir.
Ârifibillah Şeyh Ali
Semerkandî’nin bir hayli kerameti zahir olup elan bilinmekte ve muhtelif
rivayetlerle nakledilmektedir. Bu zattan bahseden ve bahsettiği memul bulunan
eserler mevcuttur. Tefsiri, mübarek suyu, sacayağı ve emsali nakiller,
menkıbeler, belgeler meydandadır. Mahallî halkın arasında Şeyh Ali Semerkandî
ile ilgili kayıtlar yapanlar, bilgileri zapt edenler olmuş, bizzat gerçeği
ifade eden olaylara (kerameti yansıtan harikalara) şahit olanlar bulunmuştur.
Bu eşhası yakînen görmek sûretile ellerindeki ve dillerindeki dokümanlardan
gerekli nakilleri yapmak her zaman mümkündür. Yani günümüzde Şeyh Ali
Semerkandî ile ilgili aranan bilgiler mahallî halk arasında canlı ve taze
olarak yaşamakta, bazı emareler tevatüren ortada görülmektedir.
Bir başka hususu dahi
hatırlatmak gerekir ki Şeyh Ali Semerkandî Hazretleri'nin Çamlıdere'de medfun
bulunduğuna dâir mahallî ve mübarek suyun bulunduğu yeri çevreleyen bölgede
yaşayan Müslümanlar arasında kesin ittifak vardır.
Şeyh Ali Semerkandî
kaddesellâhü sırrahu’l azîz, uzun boylu, iri yarı idi. Nuranî yüzlüydü. Buğday
renkliydi. Kırmızı benizliydi. Elleri büyükçe olup bıyıklı ve ak sakallıydı.
Beyaz sakalı ve beyaz elbisesi ile şeklen ve mânen efrad-ı beşer için ne güzel
bir numûne idi. Elini öpmek isteyenler onun eline kapanmaya kalkarlar, fakat O
Büyük Velî Şeyh Ali Semerkandî Hazretleri elini geri çekerdi. Nuranî yüzü,
buğday renkli benzi ve aksakalı ile inananlara iltifat eder, tanışmak için
ziyaretine gelenleri yanında bulunanlara takdim ederdi. Dostça gelenlere ilgi
gösterip muhabbetle bakardı. Uzun boy üzerinde nuranî yüzlü, buğday renkli ve
aksakallı Şeyh Ali Semerkandî inananların hayalinde ve gönlünde her zaman
dolaşmakta, bundan böyle ünü dünyaya yayıldığı için unutulmamaktadır.
Hz. Ömer radiyallâhü anh
halife olduğu vakit Rum ve İran devletleri ile savaş sürüyordu. Bu iki devlet
dünyayı paylaşmışçasına hükmediyorlardı. İslâm askerleri bu iki devlete fırsat
vermiyordu. Rum imparatoru İslâm askeri karşısında mağlup düştü, çareyi
kaçmakta buldu.
Hz. Ömer, İran
Hükümdarını ve İran halkını İslâm dinine davet etti. İslâm ordusu İran
ordusuyla pek çetin savaşlar yaptı, fetihlerde bulundu. İran ordusu yenilip
bozguna uğradı. Fetihname Hz. Ömer'e ulaştı. Bundan ötürü Emirü'l-Mü'minin çok
memnun oldu.
Çok geçmeden Kisra'nın
(Şahın) beyaz sarayı İslâm ordusu tarafından kuşatıldı. Hendek gazasında
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem;
“Bana İran'ın
anahtarları verildi, şu anda Kisra'nın beyaz sarayını görüyorum” diye buyurmuş idi. Ve
böylece sarayın içerisinde bulunanlar teslim oldular. Elde edilen mallar
Medine'ye getirildiler. Hz. Ömer radiyallâhü anh ahaliyi topladı. Şu açıklamayı
yaptı:
“Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellemin Kisra ve Kayser defineleri Allah yoluna harcanacaktır” diye buyurduğu, bakın
ne kadar doğru imiş dedi.
Fütuhat devam etti,
birçok yerler teslim alındı, pek çok kâfirler katledildi ve nice kişiler
Müslüman oldu. Nihayet otuzbin İslâm askeri yüz elli bin İran ordusuna karşı
çıktı. Şiddetli bir muharebe oldu. Tarihte eşi görülmedi. Muharebe meydanında
sel gibi kan aktı. İslâm askerlerinden ve İslâm kumandanlarından şehit düşenler
oldu.
İranlılar ise geceleyin
yollarını şaşırdılar, İslâm askerleri ve Müslümanlar için yakmış oldukları
ateşlerin içine düştüler, İran askerleri yedişer yedişer birbirlerine bağlı
idiler. Bundan dolayı birine gelen diğer altısına da geliyor idi. Bu sebeple
İran ordusunun otuz bini savaş meydanında, yetmiş bini de kaçarken telef olup
gitmiştir.
İslâm askeri yeni
kumandanları ile Hemedan, İsfahan, Azerbaycan ve Derbend taraflarını tamamen
ele geçirdi. Kisra Yezdecürd önce İsfahan'a, Kerman'a ve nihayet Horasan'a
kaçtı. Etrafındaki İranlıları başına toplamaya ve onları savaşa kışkırtmaya başladı.
Bunun üzerine Horasan'ın ele geçirilmesi de gerekiyordu. İslâm ordusunun bir
kolu Horasan'a girdi.
Yezdecürd İslâm askeri
tarafından takip edilmekte idi. Belh şehrinde bulunuyordu. Belhi de bıraktı.
Turan'a, Türkistan'a kaçmak zorunda kaldı. Horasan ahalisinin hepsi itaate
zorlandı. Yezdecürd Horasan'dan da kaçtı. Türk Hakan'ı ile Çin hükümdarına
mektuplar yazdı, acele yardım istedi.
Bu büyük ve başarılı
fütuhat Hz. Ömer'e bildirildi. Hz. Ömer nehrin yani “Amu Derya”nın öbür
tarafına geçmemelerini ve İran toprakları ile iktifa edilmesini emretti.
Mescide topladığı ahaliye:
“İran devleti mahvoldu.
Bundan sonra bir karış yerlerini bile geri alamazlar. Cenabı Hakk onların
diyarını ve malını bize miras bıraktı. Bizi sınayacak. Sakın halinizi
değiştirmeyin. Yoksa o sizi de başka bir kavmin baskısı ile cezalandırır” buyurdu.
“Maveraünnehir” tabiri Şark yani yakın doğu
için “Amu Derya” sı hakkında kullanılır. “Mavera” ard, geri taraf demektir.
“Maveraünnehir” nehrin (Amu Irmağının) ard ve geri tarafı anlamına gelir. Şeyh
Ali Semerkandî’nin “Maveraünnehir” den Rum diyarına hicret ettiği malumdur. Bu
zatın yetiştiği devrelerde Buhara, Semerkant ve benzeri şehirler İslâmî ilim ve
faaliyetlerin okutulduğu medreselerin, tekkelerin beşiği olmuştu. Buralarda da
bulunan Şeyh Ali “Semerkandî” namı ile anılır olmuştur. “Semerkandî” namı ile
tanınmış, Anadolu'da, İslâm ülkelerinde bu isim kulakların yabancısı
olmamıştır.
Şarkta, İslâm dünyasında
yetişmiş birçok büyük insanlar zaman zaman dindaşlarını doğru yola sevk etmek
için, hayatta ilim, iman ve tecrübenin kendilerine vermiş olduğu kudretle
kıymetli sözler söylemişlerdir.
Hz. Ömer'in zamanında
Şarkta fütuhat hedefine ulaşmış, Hz. Ömer'den sonra da gelişme göstermiş,
Buhara, Semerkant ve benzeri kentler (yerler) dâhil İslâm dünyasının sınırları
içine girmiştir.
Hz. Ömer radiyallâhü
anhın halifeliği zamanında Türkistan, İsfahan ve Şiraz şehirlerinde, bütün bu ülkelerde
(geniş yer kaplayan beldelerde) tarlalardaki mahsûllere çekirge, bambul,
ağkurdu, kınacık, gurul, fare, köstebek gibi zararlı mahlûklar musallat oldu. Bu sebeple bu ülkeler
bir kaç kere mahsûl alamayıp kıtlık içinde aç susuz kaldılar. Bundan başka
karahumma ve trahom hastalığı salgın hale geldiğinden yüzlerce insanın ölümüne
sebep oluyordu. Bu durum Hz. Ömer radiyallâhü anhe malum oldu. Bu ülkelerin
kurtarılması emrolundu.
Hz. Ömer erkanına,
toplayıp zikri geçen ülkelerin başına gelen âfeti anlattı. “Türkistan'a
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem zamanında bir elçi gönderildi. Buradaki
insanlar iyi karşılamışlar, İslâm dinine saygılı olduklarını bildirmişlerdi.
Bunlar şimdi dardadırlar. Biz bunlara yardım elimizi uzatalım ve dinimizi de
yayalım” dedi.
Hz. Ömerü'l-Faruk
Hazretleri İslâm ordusuna emir vermek sureti ile anılan yere gitmeyi plânladı.
Lâzım olan yardım malzemelerini de yanlarına aldılar ve kısa zamanda yola
çıktılar. Belirtilen âfetlerin alfanda ezilen ülkelere ulaştılar. Türkistan'a üç
km. kala bir yerde konakladılar.
Hz. Ömer radiyallâhü anh
muhtelif bölgeleri gözden geçirdikten sonra hiç bir yere izinsiz girmek
istemedi. Önce ilgili krallara name gönderdi. İsfahan kralına da yazdı. Namede
şöyle yazılı idi:
“Ben Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellemin ikinci halifesi Hz. Ömer'im. Medine'den
geliyoruz. Sizin başınızdaki musibetleri biliyoruz. Biz bu musibetleri Cenabı
Allah'ın sayesinde yok eder, sizi ve mahsûlünüzü şifaya kavuştururuz. Sizi bu
âfetlerden kurtarırız”
diyordu. Ve devamla:
“Bizim dinimiz malum çok
büyük bir dindir. Ona da saygı gösterip Müslümanlığı kabul edersiniz. (Aslında
bize değil) bu dinin sahibi olan Cenabı Allah'a, O'nun Rasülüne ve dinine saygı
göstermiş olursunuz”
diye yazdı.
Bu nameyi İsfahan kralı
okudu, karşılık olarak o da bir name yazdı. Ve Hz. Ömer radiyallâhü anhe
gönderdi. Namede kral:
“Biz her yönden çökmüş
ve çok fakir insanlarız. Eğer bizi bu dertlerden kurtarırsanız şehrin kapıları
açıktır. İslâm dininin büyüklüğünü bilip size tabi oluruz. Aksi halde bizleri
rahatsız etmeyin, geldiğiniz yerden geri dönün” dedi.
Hz. Ömer radiyallâhü anh
nameyi okumaya başladı. Önce memnun olmuş idi. Sonunu okuyunca öyle bir
sinirlendi ki, öyle bir celâllandı ki herkesin aklı çıktı. Orda bulunanlar
titremeye başladılar. Elçiye Hz. Ömer elinin şehadet ve orta parmağı ile işaret
ederek:
“Sizin kralınız bizleri
tanımıyor mu da böyle yazıyor? Varırsam onun iki gözünü bu parmaklarımla
çıkarırım”
dedi.
Elçi korkusundan
titredi, geri dönüp krala geldi. Daha henüz kral sormadan elçi:
“Kral Hazretleri” diye söze başladı.
Kekeleyerek:
“Ben ömrümde öyle
azametli adam görmedim. İki eli ile işaret etti. Kralınız bizim sözlerimizden
tereddüt mü ediyor? İki parmağım ile Kralınızın gözünü çıkarırım” diye sert
çıkışta bulundu”
dedi.
Elçi sözlerine devamla:
“Ben daha fazla
duramadım, yanından kaçtım. Öyle bir adam ki, heybetli hali ile bir nâra attı.
Dağlar, ovalar yerinden oynadı. Kendi adamlarının bile korkudan akılları
başlarından gitti. Ve tirtir titriyorlardı. Eğer bu adam üstümüze gelirse bizi
perişan eder”
dedi. Kral anlatılanları gözlerinin önünden geçirdi. O parmakların hayâli sanki
gözlerini çıkaracakmış gibi oldu.
Kral:
“Demek ki Muhammed'in
halifesinin parmağı imiş...İslâmiyet dini bu kadar kuvvetli ve kutsalmış. Hiç
şüphem kalmadı”
diyerek tekrar bir name
yazdı.
“Rasül-i Ekrem'in
halifesi ve İslâm dininin büyük adamı bizleri düşündüğünüzden dolayı sizlere
minnettarız. Şehrin kapıları sizlere açıktır, buyurun” dedi. Ve tekrar bu
nameyi Hz. Ömer radiyallâhü anhe gönderdi.
Name Hz. Ömer'e
ulaştırıldı. Halife-i Sani nameyi okudu ve müsbet karşıladı. Hemen yola revan
oldular. Ve nihayet o zamana göre İsfahan'ın Şiraz şehrine vardılar. Halk
istikbale çıktı, herkes dertlerim dile getirdi. Orada bütün insanlar ağlamaya
başladılar. Hz. Ömer ağlayan bu dertli insanlara dönerek: “Hiç üzülmeyin,
ben sizi Cenabı Allah'ın sayesinde bu dertlerden hemen kurtaracağım” dedi.
Hz. Ömer peygamberimiz
Hz. Muhammed'in kendisine hediye ettiği ve parmaklarından akan şifalı suyun
gizli bulunduğu asayı yere çaktı. Cenabı Allah'ın inayeti ile haşere âfetinden
ve salgın hastalıktan bunalan halk refaha kavuşmak üzere bir olay ile karşı
karşıya geldi.
Hz. Ömer radiyallâhü anh
yere çaktığı asanın yanında Hazreti Allah'a duada bulundu. Orada hazır bulunan
halk hep “Âmin” dediler. Hz. Ömer Hak Teâlâ Hazretlerine iltica etti.
“Allah'ım, yardım ve
şifâ senden, herşey sana malumdur”
diyerek asayı yerden çıkarması ile mübarek suyun fışkırması bir oldu.
Hz. Ömer mübarek suyun
çıktığı yere beş oluklu (kurnalı) bir çeşme yaptırdı. Ellerini havaya
kaldırarak:
“Yarabbi, sen bu mübârek
suyu Müslümanlara kâfirlerin kıyasıya vuruştuğu bir savaşta sevgili peygamberin
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin mânevi ilâç ve şifâ olarak mübarek parmaklarından
akıttın. Her derde şifâ kıldın. Kıyamete kadar kalacağını murat eyledin.
Âlemlerin hayranı Habibin iki cihan serveri başımızın tacı, bütün dertlerin
ilâcı, yüce dinimizin mübelliği, bütün Müslümanların şefaatkârı olan sevgili
peygamberimizin âhir zaman nebisi Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
hürmeti için, Kur'an-ı Azimüşşanın hürmeti için bu ülkede bulunan kullarını
bütün musibetlerden sen emin kıl ve şifâ ver. Hidâyet şendendir. Bu ülkeye
İslâmiyeti nasip ve bizi eri muzaffer eyle Yarabbibi! “ diye niyazda bulundu.
Mustarip insanlar imdat
bekliyorlar, ıstırap verici belanın altında inim inim inliyorlardı. Hz. Ömer
radiyallâhü anh mübarek suyun başında müstecab duasını yaptıktan sonra Cenab-ı
Allah'ın ıstırap dindirici inayetini bekliyor, ümidini Rabbımız'ın lûtfuna,
ihsanına, rahmetine derun-i dilden bağlamış bulunuyordu.
Ala sığırcık (Semermer =
zürzür) kuşları bir hışıltı, bir gürültü
ve bir haykırış ile güneş ışığını tutarcasına hücuma geçtiler. Orada mahsulata
musallat olan haşereleri (çekirge ve benzerlerini) helak ettiler, mazarratın
tamamını hezimete uğrattılar.
İnsanlar da tutuldukları
hastalıklardan kurtulmak için çeşmenin başına koşuştular. Ve gelip çeşmeden su
içtiler. Suyu içenler hemen şifa buldular. Hem de İslâm dinini kabul edip
Müslüman oldular. Artık bütün ülke tamamen Müslüman oldu. Beklenen şifa ve ümit
edilen ilâç ülkeyi refaha ulaştırmış oldu.
Hz. Ömerü'l-Faruk
radiyallâhü anh Hazretleri bahsi geçen çeşmenin başına oğlunun birini bıraktı.
“Oğlum sana şu mübarek
Asay-ı Şerifi ve şu kılıcı bırakıyorum. Bunlar sana hediyem olsun. Bu mübarek
suyu bütün gelene geçene içir. Çünkü bu su Kıyamet'e kadar kerâmet olarak
kalacak, her tarafa gidecek ve bütün mahsûllerin mazarratlarının ilâcı şifası
olacak”
dedi.
Bundan sonra Hz. Ömer
ordusu ile birlikte Medine-i Münevvere'ye döndü. Bu muhterem zatın aman dileyen
insanlara alâka gösterip yardımcı olması dillerde söylenen ve kulakları
çınlatan destan oldu.
Hz. Ömer radiyallâhü
anhın çocukları Abdullah, Abdurrahman, Abdullah, Asım, Zeyd, Hafsa, Fatıma,
Rukiye ve Zeynep'tir.
Hz. Ömerü'l-Faruk'un
evlâdının tamamı dokuzdur. İçlerinde Hadis ilminde hafız olan Abdullah'tan
başkası Hz. Ömer radiyallâhü anhe nisbet edilmemiştir.
Mübarek suyun bulunduğu
yerde kalan Hz. Ömer'in oğlu dünya evine girdi. Asil bir Türk ailesinin kızı
ile evlendi. Bu şekilde İsfahan diyarında bir yandan görevinin idraki altında,
bir yandan aile reisliğinin yüklediği sorumluluk tahtanda hayatını
sürdürüyordu.
Belirtilen ülkede Hz.
Ömer radiyallâhü anhın nesli batan takibi ile devam edip gitti, İsfahan ile
Şiraz arasında elan varlığını devam ettiren mübarek su “Sığırcık Suyu”
namı ile bilinmekte, usulüne göre götürülen yerlerde tesirini göstermektedir.
Dünya acibeler ve harikalarla doludur. Bunlar hep Cenabı Allah'ın varlığını,
birliğini, gücünün büyüklüğünü ilân eden alâmetlerdir.
Hz. Ömer radiyallâhü anhın
mübarek suyun başında bıraktığı oğlundan Hz. Ömer'e mensup nesil dördüncü
batana ulaşmışta. Dördüncü batından sonra teselsül eden nesilden oğlan
çocukları zuhur etti. Bunlar Hz. Ömer'in torunları oluyor, onun şerefinden
şeref taşıyorlardı.
Bunlardan biri H. 720,
M. 1300 yılında doğan Şeyh Ali Semerkandî Hazretleridir. Şeyh Ali Semerkandî
hakkında el yazması gayri matbu menkıbeler elden ele dolaşır bir vaziyette
görülmüştür. Bu menkıbeler Şeyh Ali Semerkandînin terceme-i halini, çilehaneden
çıkışını, mübarek topraklara gittiğini, Efendimizin manevî evlâtlığına kabul
edildiğini, Hindi Çine gittiğini, bu ülkenin kralı ile görüştüğünü, onları
imana davet ettiğini, orada bir kerametini izhâr eylediğini, Rum diyarına
hicret ettiğini, Anadolu'da muhtelif yerlerde ikâmet edip görüldüğünü, çeşitli
olaylarla karşılaştığını ve kerametlerinin sadır olduğunu kaydetmiştir.
Aynı menkıbelerde Şeyh
Ali Semerkandî'nin Hz. Ömeru'l-Faruk'un oğlunun, oğlunun, oğlunun, oğlunun
oğlundan yani dördüncü batından sonra zuhur eden nesline mensup olduğu da
kaydedilmiştir.
Şeyh Ali Semerkandî’nin
kendisi ile tanınan, kardeşinin birinin adı Ahmed-i Kebir (Kebir Ahmed) dir. Bunlar büyüyüp
Semerkant, Buhara, Taşkent, Horasan illerinde ilim irfan yuvası olan
medreselerde uzun seneler tahsil gördüler.
O günün prensipleri
dâhilinde nefis tezkiyesi için disipline (çilehaneye) girdiler. Mağaralarda
yıllarca ibâdet ettiler. Manâ âleminin sultanı olmak, Cenabı Allah'a kurbiyet
ve kâmili iman sahibi bulunmak için böyle yaptılar. Aslında bu mübarek yolun
yolcuları bu usulden geçiyorlardı. Bu usul duruma göre 10 sene, 20 sene, 30
sene, 40 sene ve 50 sene devam ederdi.
Çilehaneye girenler bir
zeytin ve hurma ile gıdalarını alıp beslenebilirler. Başka bir şey yemeden
zikir ederler. Zikri geçen dönem ve yörelerde usul böyle idi. İşte Şeyh Ali
Semerkandî de (ve kardeşi de) mağaraların birinde 40 sene ibâdet etmiştir,
ilmin her çeşidinden anlayan Şeyh Ali Semerkandî “Bahr-ul Ulûm” adlı büyük ve
kıymetli bir kitap yazdı. Bu kitap tefsir kitabı idi.
Cenabı Allah’ın sevgili
kulu Şeyh Ali Semerkandî dört başı mamur bir hüviyete bürünüp yükseklerin
yükseğine uçup gitti. Ermişlerin meclisine girdi ve büyük velîlerden oldu.
Bundan sonra Şeyh Ali Semerkandî’nin dönemi başlıyordu. Mekke-i Mükerreme
tarafından bir nur göründü. Mekke'de “Beytullah” vardı. Aym nur Medine'yi de
içine alıyordu. Bu iki mübarek beldeye sefer edecekti. Rabbimizin takdiri böyle
idi.
Kendisine : “Mekke'ye
doğru” denilince harekete geçti, yolculuğa çıkıp Mekke'ye kadar geldi,
Mescidi Haram'a vasıl oldu. Bu kıymetli zat Mescidi Haram'da 14 sene İmam-Hatip
olarak kaldı. Medine-i Münevvere'ye teşrif etti. Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellemin Ravza-ı Mütahhara’sında 7 sene türbedarlık görevini yürüttü.
Şeyh Ali Semerkandî bir
gün rüyasında Hazreti Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ile Hz. Fatıma
aleyhisselâmı gördü. Her şeyi ve aradığını burada buldu. Hz. Fatıma
aleyhisselâm:
“Ya Ali, sen git
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin kabri şerifini ziyaret et. Seni mânevi
evlâtlığa kabul edecek”
dedi.
Şeyh Ali Semerkandî
hemen kalkıp Hazreti Fatıma'nın kabrine kadar gitti ve usulüne göre ziyaret
etti. Oradan Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin kabrine giderek
murakabeye oturdu. Kabri Şerifte:
“Lebbeyk Allahümme
Lebbeyk”
dedi. Kabri Şeriften bir nida geldi.
“Lebbeyk ya Ali! Seni
manevî evlâtlığa kabul ettim. Kıyamete kadar mucizatım baki kalsın. Beni
ziyaret edemeyen fakir, mazeretli, parasız ümmetlerim mümkün ise seni ziyaret
edebilirler. Sen benim varisim olduğun için beni ziyaret etmişler gibi kabul
ederim”
demek sureti ile iltifatlar yağdırdı.
Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellemin huzurunda ağlayıp kendinden geçen Şeyh Ali Semerkandî Cenabı
Allah'ın yolunda kendi varlığını tamamen eritmişti.
Şeyh Ali Semerkandî
zaman zaman manevî yönden gizli seslere muhatap oluyordu. Bir ara yine zatına
görev yükleyen mukaddes bir nidaya muhatap oldu. Ve bu nidayı özellikle ve
rahatlıkla işitti.
“Ya Ali şu anda Hindi
Çini irşat et”
denildi. Şeyh Ali Semerkandî bu vazifeyi Medine'de aldı. Oradan Mekke'ye
hareket etti. Kâbe-i Muazzamayı ziyaret etti ve Arafat'a çıktı. Vakfeyi yapıp
Mina ve Müzdelife'yi ziyaret etti.
Cenabı Allah'ın azameti,
lütfü ve ihsanı karşısında gözlerinden yaş akıtan Şeyh Ali Semerkandî arada bir
tebessüm ediyor ve gideceği yolların hayalini kuruyordu. Mekke'de kendisine
tevcihen takdir edilen nasibini aldı. Müzdelife'de niyazım tamamladı, Mina'da
bir gece yattı. Tecelli eden hikmetleri birbir fark ediyordu.
Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem tarafından Hz. Ömer'e hediye olarak verilen mübarek suyun
gizlendiği asâ miras tariki ile Şeyh Ali Semerkandî'ye intikâl etti. Böylece
Şeyh Ali Semerkandî'nin hayatı hikmetler neşreden membai hikem haline geldi.
Şeyh Ali Semerkandî
Allah yolunda kal ile değil hâl ile şu görünümde idi:
1) Yalın ayak,
2) Başı açık.
Şeyh Ali Semerkandî
Hindi Çine gitti. Düşmanlardan uzak durmayı, onların ağına düşmemeyi hatırından
çıkarmıyordu. Düşman denen Şeytan ve Şeytanın askerleri daima Cenabı Allah'ın
velilerine tuzak kurmak için plân hazırlarlar.
Kralın ülkesine yani Çin
Hindi'ne gelen Şeyh Ali Semerkandî Kral ile ilgili saraya ulaşb. Bir de gördü
Kralın sarayında Kral dahil ilgili şahıslar toplanmışlar ağlayıp duruyorlardı.
Bu ağlamanın, sızlamanın ve feryadı basmanın bir sebebi vardı. Şeyh Ali
Semerkandî Çin Hindi Kralı ile böyle bir vaziyetle karşılaşmasının hikmetlere
istinad ettiğini biliyordu. Buraya gönderilmişti ki büyük bir hizmet görecekti.
Vazifeli gelmişti, bundan ötürü vazifesini yapacaktı.
Hindi Çin'in Kral
Sarayında matem havası esiyordu. Çünkü Kral'ın bir çocuğu vardı, çocuk ölmüştü.
Fakat bu büyük acının tesiri altında kalıp bir türlü bu çocuğun cesedini usûlü
müvacehesinde defnedemiyorlardı. Bu sebepten başta Kral olmak üzere Saray
erkânı harap olmuşlar, bitap düşmüşlerdi.
Şeyh Ali Semerkandî
Kral'ın bulunduğu odaya girdi, kendini tanıttı. Kral'a:
“Benim dinim (İslâm)ı
kabul ederseniz, bu çocuğunuzu Cenabı Allah'ın izni ile canlandırırım” dedi. Zaten kralın bir
kız çocuğundan başka evlâdı yoktu. O da ölmüş idi.
Çocuk ölmüş duruyordu.
Elleri çocuğu defnetmeye varmıyor, için için ağlıyorlardı. Çocuk acısı bunları
yakıyor, vücutlarında bir sarsıntı meydana getiriyordu. Hepsi bu olay
karşısında donup kalmışlardı sanki.
Bu durum karşısında
Veliyyullah Şeyh Ali Semerkandî'nin bir teklifi oldu. Teklifi Kral dahil hepsi
memnuniyetle kabul ettiler. Şeyh Ali Semerkandî'nin amacı bu insanların
Müslüman olup hidayete ermeleri ve Cenabı Allah'ın rızasını tahsil etmeleridir.
Teklifinin asıl gayesi, bundan ibaret idi.
Şeyh Ali Semerkandî
ellerini havaya açıp Kâinatın ve her şeyin Halikı Cenabı Allah'a dua etti. Ve
çocuğa:
“Kum biiznillâh Teâlâ
(Allah Teâlâ'nın izni ile kalk)”
dedi. Anasının kucağında cansız yatan çocuk Büyük Velînin hitabı ile karşı
karşıya idi. Şeyh Ali Semerkandî' nin Asasında hikmet sırlarını yakından takip
ediyorlar, çocuğun anası ile diğer ilgililer hep yalvarıyorlardı; Çocuk:
“Lâilâhe illallah
Muhammedürrasülûllah”
diyerek canlandı.
Bu hâli gören Kral,
çocuğun anası ve Saray erkanı tevbe ve istiğfar ederek Hak (İslâm) dinini kabul
ettiler. Çocuğun anası ve babası Müslüman olmakla (İslâm dinini kabul etmekle)
en büyük ve en iyi işi işlemiş oldular.
Kral bütün ülkeye ferman
yazıp Hindi Çin ahalisini İslâm dinine davet etti. Ahali itiraz etmedi. Böylece
bu ülkede yaşayan nice insanlar İslâm dinî ile müşerref oldular. Şeyh Ali
Semerkandî Hazretleri orada biraz kalarak onlara Müslümanlık hakkında bilgiler
öğretti. Hindi Çin'i küffardan kurtarmış oldu.
Cenabı Allah'ın yardımı
ile Şeyh Ali Semerkandî Çin Hindi'ni irşat etti. Bundan sonra ülkesine döndü.
Kerametinin zahir olması Hindi Çin halkını Hak dine ısındırdı, İsfahan'a geldi,
sılasına kavuştu. Cenabı Allah'a yalvarıyordu, doğup büyüdüğü yerleri ziyaret
ediyor ve bir yandan hasret gideriyor, bir yandan geçen günlerini hatırlamaya
çalışıyordu.
Şeyh Ali Semerkandî’nin
Ahmed-i Kebir isminde kardeşi vardı. (Bir rivayette Şeyh Ali Semerkandî’nin üç
kardeş oldukları, Anadolu'ya intikal ettikleri kaydedilir). Şeyh Ali Semerkandî
ülkesinde kardeşi Ahmed-i Kebir ile görüştü. Çok sevdiği ve saydığı kardeşinin
yaranda hasret giderdi.
Ahmed-i Kebir'in ismine
benzer isimle yaşayan tanınmış veya tanınmamış kimselerin Anadolu'da olsun,
diğer ülkelerde olsun gelip geçtiklerini görenler ve bilenler olabilir. Fakat
Şeyh Ali Semerkandî’nin kardeşi Ahmed-i Kebîr, bilinen veya söylenen Ahmed-i
Kebîrlerden başkadır..
Şeyh Ali Semerkandî
kardeşi Ahmed-i Kebir ile ibâdet etmeye koyuldu. Cenabı Allah'ın yolunda
yükselmek, yüksek mertebelere ulaşmak için çaba gösteriyordu. Kendilerine ilham
geldi. Birinin Rum diyarını irşat, diğerinin de orada kalması emrolunuyordu.
Rum diyarını irşat etmek büyük bir vazife idi. Bu büyük vazifeye hem Şeyh Ali
Semerkandî, hem Ahmed-i Kebir talip oldu. Önceleri bir türlü anlaşma hâsıl
olmadı. Yani bu konuda ittifak edip anlaşamadılar.
Aralarında kesin bir istişareye
girip bu durumun münasip ve makûl yönlerden halli cihetine yöneldiler.
Yaptıkları müşavere iyi bir sonuca ulaştı, ikisi de haklarına ve haklarındaki
İlâhî takdire razı oldular. Sömeklerinden ayrılmış bulunan darı (mısır)
danelerini yığın (öbek) yaptılar. Mısır öbeğinin üzerinde mısır öbeği
bozulup dağılmadan veya ayak, diz ve eller öbeğe gömülmeden hangisi Allah
rızası için iki rekât namaz kılmayı başarırsa o Rum diyarına gidecek.
Diğeri orda kalacak. Müşaveredeki kavli karar böyle idi.
Esasen Şeyh Ali
Semerkandî ile Ahmed-i Kebir'e silsileyi takiple Hz. Ömer radiyallâhü anhden
miras olarak bir asa ve bir de kılıç kalmıştı. Asayı alan gidip Rum diyarını
irşat edecek, kılıcı alan da orda kalacaktı.
İşte bu iki kardeş bu
anlaşma ile darılan yığın yaptılar. Önce Ahmed-i Kebir darı yığınının üzerine
çıktı.
“Ya Rabbi, Rum diyarına
gidebilmem için senin rızan ile bu darı yığınının üstünde iki rekât namaz
kılacağım”
diye niyet etti. Namaza durdu, fakat ayakları darı yığınına biraz battı. Rükûa
varınca biraz daha battı. Secdeye varınca darı yığını temelli dağılıverdi.
Darı yığını üzerinde
namaz kılma sırası Şeyh Ali Semerkandîye gelmişti. Yine darılan toplayıp yığın
yaptılar. Şeyh Ali Semerkandî Hazretleri :
“Ya darı yığını! Allah
rızası için ve Rum diyarına gitmem için senin üzerinde iki rekât namaz
kılacağım. Hiç dağılma horasan (tuğla tozu ile kireçten yapılan harç gibi) ol”
dedi. Ve darı yığınının
üstüne çıkıp niyet ederek namaza durdu. Şeyh Ali Semerkandî namazı kılarken
Ahmed-i Kebir :
“Dur şimdi darı yığını
dağılır, dur şimdi dağılacak derken”
Şeyh Ali namazı kılıp bitirdi. Bir de baktılar ki darı yığını horasan gibi
birbirini tutmuş ve taş gibi olmuştu. İşte oranın ismi o zamandan beri
“Horasan” adı ile Horasan diyarı olarak nam yaptı.
Şeyh Âli Semerkandî
anılan kardeşi ile giriştiği imtihanı böylece kazanmış oldu. Ahmed-i Kebir :
“Kardeşim ya Ali, sen
Allah indinde daha makbulsün, hak şenindir. Al şu asa senin hakkın. Kılıç da
benim”
diyerek anlaştılar ve helâllaşarak ayrıldılar.
Şeyh Ali Semerkandî
Anadolu'ya gitmek için imtihanı kazanmış, asayı eline almış ve bu konuda büyük
bir yetkiye mazhar olmuştu. Anadolu fütuhat dönemini yaşıyor, Rum diyarının
insanları mürşidlere şiddetle ihtiyaç hissediyorlardı. Şark diyarında bulunan
medreselerde ve tekkelerde ehliyet kesbeden imanlı âlimler ve velîler bölük
bölük Anadolu'ya akın etmeye başlamışlardı.
Şeyh Ali Semerkandî
Hazretleri 7 bin (yahut 70 bin) Evliya topluluğuna sultan (kumandan) oldu.
Sonra büyük dedesi Hz. Ömerü'l Faruk'un çeşme yaptırdığı yere geldi. Asayı
çeşmenin (pınarın) kurnalarına değirerek :
“Ya mübarek, şu
mübarek suyu em, sinene çek” deyip kurnalardan akan suyu yine asaya Cenabı
Allah'ın izni ile gizledi. Suyun emmaresi ve kalıntısı aynı yerde günümüzde
devam etmekte, İsfahan ve Şiraz arasında “Sığırcık Suyu” olarak bilinmektedir.
Daha sonra bu mübarek
zat Rum diyarı olan Anadolu'ya hareket etti. Mahiyetinde bulunan velîlerin her
birini bir mahalle dağıtıp yerleştirdi. Çünkü kendilerine “Islah olunacak
Rum diyarı” diye işaret verilmişti. Bu bakımdan her velî Rum diyarında
neden bir görev aldığını biliyordu.
Şeyh Ali Semerkandî
maliki bulunduğu asa ile ve mahiyetindeki velilerle Anadolu'nun kentlerini
tarıyor, irşada muhtaç insanları arıyordu. Artık bundan sonra Anadolu Cenabı
Allah'ın dostları ile dolup taşıyor, velîlerin beşiği oluyor ve bambaşka bir
görünüme giriyordu.
Ahmed-i Kebir Şark
kentlerinde kendine tevdi edilen kılıçla kaldı, Rabbimiz'in muradı böyle idi.
Dünya pek çok olaylara sahne olmuş, pek çok velilerin hamili bulunmuş ve nice
nice Beni Âdem’in hatırında olmayan hadiselere tanık hale gelmiştir. Şeyh Ali
Semerkandî’nin asası, Ahmed-i Kebir'in kılıcı hikmetlerle bezenip durmuştur.
Cenabı Allah'ın sevgili
kulu, büyük velî ve Hz. Ömer'in pak nesli her şeyini feda ederek irşat için
şirin Anadolu'nun yolunu tutmuş, gönlünü irşat aşkı ile doldurmuş gidiyordu.
Hicret sevabının denizinde yüzüyor, diyar diyar geziyor, yapacağı hizmetlerin
ne kadar büyük olacağını seziyor ve eli altında bulunan velîleri ilgili yerlere
boncuk gibi diziyordu.
Uzun ve uzayıp giden
yolları katettikten sonra Şeyh Ali Semerkandî Konya'ya geldi. Şeyh Ali
Semerkandî irşat için geziyordu. Konya ve havalisinde yapacağı hizmetleri
tamamladı. Konya ve havalisinden ayrıldı.
Konya kentinden ve Konya
bölgesinden ayrılan Şeyh Ali Semerkandî Alanya yoluna düştü. Alanya'ya vasıl
olmak için çaba gösteriyor, orayı da irşat etmesi gerekiyordu. Hak Teâlâ
Hazretlerinin sevgili kulu Alanya'ya vardı ve orada ibret verici hallerle
gözüktü. Orada burada gözüküyor, görevini yaşayarak ifâ ediyor, harikaların
tevlidi ile büyüklüğünü gösteriyor ve kerametlerinin gölgesinde varlığını her
yerde hissettiriyordu.
Bundan böyle Şeyh Ali
Semerkandî Hazretleri Alanya'da derviş elbisesi ile geziyordu. Birgün deniz
kenarında dolaşıyordu. Ağlayıp gezen bir mazluma rast geldi. Bu mazlum çok
dertli inim inim inliyordu, dertli olduğunu akıttığı gözyaşları ile belli ediyordu.
Bu mazlumun görünüşü, etrafı üzüntüye boğan içten ağlayışı Şeyh Ali
Semerkandî’nin dikkatini çekti. Göz yaşı döken bu şahısla ilgilendi.
“Niçin ağladığını” ona sordu.
Ağlayıp gezen kişi:
“Çok sevdiğim bir incim
vardı. Benim için çok önemli idi. Dalgınlık eseri denize düşürdüm. Aradım
bulamadım, hatırladıkça içim yanıyor, ağlıyorum” dedi.
Şeyh Ali Semerkandî bu
şahsı yanına alıp incisinin denize düştüğü yere gitti. Denizde bulunan
balıklara hitab etti, onlarla konuştu: “Ey balıklar, Allah'ın izni ile bir inci
getirin” dedi. Bütün hayvanların birer lisanı hali vardır. Balıklarında birer
hal lisanı vardır.
Her balık Şeyh Ali
Semerkandî Hazretlerinin bulunduğu yere bir inci ile geldi. Şeyh Ali Semerkandî
balığın birinin ağzından bir inci aldı. Bu inci “Ah incim, vah incim” diye
ağlayıp gezen şahsa ait idi. İncide bir noksanlık veya fazlalık gözükmüyordu.
Şeyh Ali Semerkandî bu inciyi zikri geçen şahsa verdi.
Kaybettiği incisine
kavuşan şahıs o kadar memnun oldu ki hayatında en sevinçli anlarını yaşadı. Ve
sevinerek evine gitti. Bu inci o şahsın hayatında önemli bir yer kaplıyordu
herhalde. Kaybedilen kıymetli bir şeyin acısını çekerken ve acısını çektikten
sonra bulmak çok tatlı olur.
Şeyh Ali Semerkandî ile
ilgili bir asa, bir aba ve benzeri eşyanın Alanya'da mahfuz olduğu mervidir.
Olabilir, çünkü halifelerine hatıra olarak vermiş, oralarda arzu edenlere
bırakmıştır. Büyük zatların elbette hayranları ve hadimkârları olur, onlar bu
zatlardan hatıra olabilecek şeyleri yanlarında alıkoymak isterler. Bu cins
istekler normaldir.
Bu büyük veli Alanya'dan
ayrılmak için münasip bir an bekliyordu. Beklediği an geldi ve harekete geçti.
Alanya ve havalisi onun denetiminden geçmiş idi. Onun namı ve direktifi ile
hareket eden veliler, halifeler bulunuyordu. Gülnar'ın Zeyne (Sütlüce)
karyesinde bulunan zat, Şeyh Ali Semerkandî’nin namı ile ün yapan “Baba-resül”
adındaki halifesidir. Onun da makalesi, manzumesi, mesnevisi, tarihçesi Şeyh
Ali Semerkandî'ye nazire olarak kaydedilmiştir (rahmetullahi aleyh).
Şeyh Ali Semerkandî
Alanya'dan ayrıldı, uzun yollarda seyahat ediyordu. Örenşar'a kadar durmadan
dinlenmeden geldi. Günümüzde Örenşar Çankırı vilâyetine bağlı Eskipazar
kazasının eski adıdır. Buraya gelince burada ikâmet etmeye niyetlenen büyük
veli derviş kılığında bulunuyordu.
Akşam köy odasına
misafir oldu. Köylüler bu zatın kim olduğunu bilmiyorlardı. Aralarında “Acaba
bu adam kimdir?” şeklinde fısıldaşarak konuşuyorlardı. Çünkü köy odasına
şimdiye kadar hiç görmedikleri, vakarlı ve etrafa manâlı bakışları ile iyi
niyet saçan bir zat misafir olmuştu. O gün bu durum köyde büyük ve ilginç bir
haberdi.
Bir ara köylüler
toplanıp aralarında: “Bir çoban bulsakta, şu ekinlerimizi hayvanlardan
kurtarsak, çobansızlıktan ekinleri bütün başıboş hayvanlar yiyor, tepeliyor”
diyorlardı. Hayvanların başı boş dolaşmaları iki yönlü ziyana sebep olur. Ya
ekine, bahçeye ve benzeri şeylere musallat olurlar. Ya da kendilerine kurt ve
benzeri saldırgan vahşi hayvanlar musallat olurlar.
Tabiî Şeyh Ali'nin
buraya gelmesi İslâm dinini yaymak ve uğradığı yerleri (insanları) irşat
etmekti, işte bu konuşmaları fırsat bilip köylüleri irşat etmek maksadı ile
Şeyh Ali:
“Ağalar siz çoban bulana
kadar ben sizin mallarınızı güdüvereyim” dedi.
Köylüler bu teklifi
kabul ettiler. Bu zatın adını sorup “Şeyh Ali” olduğunu, lâkabına “Semerkandî”
dendiğini öğrendiler.
“Olur, iste bakalım
ücretini” dediler. Bu muhterem zat:
“Ben ücret (para)
falan istemem, yalnız benim karnımı doyurun. Birde yatacağım yeri temin edin,
olur biter” dedi.
Köylüler bu işe daha
fazla memnuniyet gösterdiler. Neden memnuniyet göstermesinler ki karşılarına
bir çoban çıktı gözü dünyaya tok. Parada pulda gözü yok. Cenabı Allah'ı
zikirden gafil kılan şeylerden tamamen uzak. Bu faziletli çobana hep bir
ağızdan:
“Peki” dediler.
Köylü ile Şeyh Ali
anlaştı, dünya konusunda hiç bir ihtilâfları yoktu, herkes bu çobanda
gördüklerini diğer çobanlarda göremiyorlardı. Ne vardı bu çobanda, neden bu
çoban para (ücret) istemiyor ve bu çoban niçin boğazı tokluğuna sığırları
gütmek istiyordu? İşte işin bu tarafını anlayabilecek basiret sahipleri her
yerde bulunmazdı. Ne tatlı insandı Şeyh Ali... Hayvanlar dahil hiç kimseye
zararı yoktu.
Şeyh Ali Semerkandî
Örenşar'da mânevi heybeti ile gözüküyor, manâlı mânalı dağlara, ovalara,
taşlara, ağaçlara ve rızkını toplayan hayvanlara bakıyordu. Âleme anlamlı ve
ibret dolu amaçlı düşüncelerle bakabilmek büyük insanlara mahsus bir nitelik.
Gündüz tarlalara, çimenliklere otlamak için tek ve çift yürüyüp giden
sığırların peşinde Şeyh Ali Semerkandî.
Hz. Musa da koyun
gütmüş, koyunları sulamıştı. Ebu'l Beşer Hz. Âdem çift sürdü, öküzlerin
peşinden yürüyüp evlek evlek tarlaları sürdü. Şeyh Ali Semerkandî başka bir şey
değil ayni şeyi yapıyordu. Evet sığır güdüyor, sığır suluyordu. Öteden beri
Örenşar'ın ovaları bölük bölük sığırlarla öbür hayvanlarla dolup taşardı.
Bir kaç gün geçti.
Köylüler böyle bir çobanı ilk defa görüyorlardı. Ve bütün köylüler sevinçli
idiler. Şimdiye kadar böyle bir çobana raslamadıkları için kendilerini uçuyor
ve neşe saçıyor bir havanın içinde buldular. Nerde ise birbirlerini kucaklayıp
tebrik edeceklerdi.
Yalnız dikkat edilecek
bir nokta vardı. Bu büyük veli hayvanlara kızmıyordu, sığırlara söğüp
saymıyordu. Ağzından katiyyen kötü bir lâf çıkmıyordu. Hattâ hayvanlar ona
serkeşlik yapmadan itaat ediyorlardı. Bir kimsenin boğazı tokluğuna sığırları
otlatması çeşitli hikmetlere ve çeşitli sebeplere yönelikti.
Şeyh Ali Semerkandî’nin
gayesi ne idi?.. Kalbinde Allah aşkını taşıyanlar, kalbinde iman nurunu
muhafaza edenler Şeyh Ali Semerkandî’nin gayesini çok çabuk ve gayet iyi
anlıyorlardı. O'nun gayesi Cenabı Allah'a ibadet etmek, onu tanımak ve
insanları ona yöneltmekti.
Bu zat çobanların en
iyisi idi. Vakit girince namazını kılar, zikrini yapar, duasını ve niyazını
tamamladıktan sonra üzerine aldığı dünyevî görevini bihakkın yerine getirirdi.
Güttüğü ve otlattığı sığırları incitmezdi, onları aç susuz bırakmazdı. İslâmî
her yerde tam olarak yaşadığı için elbette çobanların en iyi rütbesine
ulaşmıştı.
Yine bir akşam köylüler
köy odasında oturmuşlar sohbet ediyorlardı. Sağılır ineklerine çoban
bulduklarından ötürü sevinmelerine bir diyecek yoktu. Ama: “Danaları,
buzağıları ne yapalım” diyorlardı. Ve:
“Birde danalara,
buzağılara çoban bulsaydık”
diye hayıflandılar. Devamla:
“Sığırlardan ne rahatız” diyerek birbirlerine
göz kırptılar. Şeyh Ali Semerkandî ermişlerin meclisinde üye idi, manen
salahiyet sahibi idi. Göz kırpmalara, başka türlü davranışlara önem verecek bir
kişi değildi. Hâsılı büyük bir zat idi. Bu büyük zat köylülere:
“Danalarınız,
buzağılarınız için merak etmeyin. Onları da sığırların yanına katın ben
güderim”
dedi.
Köylüler:
“İyi ama danalar,
buzağılar anaları bulunan ineklerin memelerinden sütlerini emerler” dediler. O mübârek
zatda:
“Siz danaların,
buzağıların emmelerine, ineklerin emzirmelerine karışmayın. Ben onları
emzirtmem. Yalnız sığırları bana teslim ettiğiniz yere kadar danaları, buzağıları
getirip götürmek size ait, gerisi bana aittir” dedi.
Köylüler Şeyh Ali'nin
teklifini benimseyip kabul ettiler ve bu işe candan:
“Peki” sözü ile mukabelede
bulunarak çoktan razı oldular. Köylüler sık sık bir araya geldikçe bu işi
hayallerinde gezdirerek ağızlarında konuşup duruyorlardı. Ve
“Biz bulduk yitirmezsek” diye neşeli lâflar
ediyorlardı.
Bu çoban ne güzel
çobandı.. Sığırları, danaları ve buzağıları bir arada güdecek, ineklerin
memelerindeki sütler akşam sahipleri tarafından sağılıncaya kadar bir kazaya
uğramayacaktı. Şeyh Ali Semerkandî olağanüstü bir görünümle ortaya çıkıyordu ki
bu bir ehli keramet işi oluyordu.
Bakalım Şeyh Ali Semerkandî'yi kaç kişi anlayacaktı...
Şeyh Ali Semerkandî
hayvanlar hakkında bir bildiği vardı ki köylülere ilgili hususlarda teminat
veriyor, “karışmayın” diyordu. Hayvanlara söyleyeceği sözler vardı. Onun
söylediği sözleri hayvanlara ileten, anlatan bir gizli kuvvet vardı. Buna iman
gerektir. Burada akıl işlemez, iman iş görür.
Şeyh Ali Semerkandî
sığırları (inekleri), danaları, buzağıları karşısına alıp:
“Ey hayvanlar, Allah
rızası için benim yüzümü kara çıkarmayın. Emmeden ve emzirmeden eve dönüp
gelin” dedi.
Hayvanlar Şeyh Ali Semerkandî yi dinlediler ve onun yüzünü kara etmediler.
Hayvanlar inekli danalı,
buzağılı otlarlar, emmezler, emzirmezler sahipleri tarafından çobana teslim
edildikleri, yere kadar gelirler dururlar. Orası onlar için yasak sınırıdır.
Evlerine gitmek üzere gelip yasak sınırı geçince meleşirler, her inek danasını
buzağısını arar, her dana buzağı anasını arar. Böylece emme ve emzirme
faaliyeti başlar.
Bu hayvanlar akşama
kadar birbirlerinin yanma bile gelmezlerdi. Yani buzağı anasını emmek için
zorlamaz, inek emzirmek için buzağısını aramazdı. Bu durum Şeyh Ali Semerkandî
Hazretlerinin kerameti idi. Örenşar'da derviş kılığında gözüken kişinin kim
olduğu ve nasıl bir zat bulunduğu zahir olan kerametleri delâleti ile daha iyi
anlaşılıyordu.
Şeyh Ali Semerkandî
Örenşar'da ikâmet etmeye, hayvanları otlatmaya ve köylülerin yanında bulunmaya
devam ediyordu. Buradaki yaşayan insanların irşat olup İslâm dinine gönül
vermelerini temine çalışıyordu. Güzel şeye ve hayra delâlet etmek davranışların
en iyisidir. Bu mübarek zatın tutum ve davranışını ibret ve heyecanla temaşa
eden köylüler manen yapılan uyarılar bünyesinde cehalete veda ediyorlardı.
Şeyh Ali Semerkandî
birgün güttüğü sığırları ekin ekili tarlaya saldı. Hayvanlara:
“Tarlanın ekili ekinine
değmeyin, sadece otları yiyin”
dedi. Hayvanlar otları teker teker ayıklayıp yediler, fakat bir tel dahi olsun
ekin koparmadılar. Bu hali gören köylüler bir türlü akıl erdiremiyorlar, hattâ
sinirlenip öfkeleniyorlardı.
Şeyh Ali'nin yanına
kadar gelip bir şeyler söylemek için ıkınıp sıkınanlar oldu. Hattâ:
“Ne yapıyorsun be adam” diyerek çıkışanlar da
göze çarpıyordu. Köylülerin telâşı karşısında Şeyh Ali sükûnetini bozmuyor,
halim selim bir vaziyette hareket ediyordu. Ve:
“Merak etmeyin ağalar,
hayvanlar ekinleri yemezler. Baksanıza otları yiyorlar” demek zorunda kaldı.
Köylüler birde baktılar
ki hayvanlar hakikaten otları yiyip ekinlere hiç dokunmuyorlardı. Bunun üzerine
bırakıp geldiler. Geldiler ama birbirlerine:
“Bu nasıl adam,
buzağılarına analarının memelerindeki südü emzirmez, hayvanlara ekinleri
yedirmeden ekinlerin içindeki otları ayıklattırır. Bunda birşey var ama bakalım
sonu ne olur. Yoksa kerametli (ermiş) mi, sihirbaz mı, nasıl iş bu...” dediler,
Birde:
“Yahu nemize lâzım, ne
olursa olsun işimizi görüyor ya”
dediler. Köy halkını teşkil eden insanlar büyük bir zat ve bu zatın elinden
zuhur eden keramet harikaları ile karşı karşıya idiler, insanlar Şeyh Ali'nin
Cenabı Allah'ın keramet göstermeye yetkili velilerinden olduğunu ilk fırsatta
kestiremiyorlar, keramet harikaları karşısında afallayıp kalıyorlardı. Fakat
imam kuvvetli olan kişiler Şeyh Ali'ye hayran kalmaktan kendilerini
alamıyorlardı.
O sene oraya Cenabı
Allah bol bol ekin verdi. Bu mübarek ekin (nimet) leri biçip sürmek ve
ambarlara doldurmakla bitiremediler. Bereketli mahsûlün tadına doydular. O
kadar çok ekin oldu. Bolluğa kavuşan köylüler çok memnun kaldılar. Amma yinede
bu büyük zatın kıymetini ve sahibi keramet olduğunu idrak edemeyenler oldu.
Cenabı Allah insanların
dünyaya boşu boşuna gönderilmediklerini, imtihana tabi bulunduklarım ve
yaptıklarından mesul olacaklarını haber veriyor. Aklı başında olan her insanın
bu durumları bilmesi ve öğrenmesi lâzımdır. Bilhassa zikri geçen hususlara
herkesin inanması şarttır.
Cenabı Allah'ın hükümlerini
ve kudretini insanlara anlatmak için çalışan insanlara, onların elinden sadır
olan harikalara karşı çıkmamak lâzımdır. Şeyh Ali Semerkandî’nin elinden sadır
olan kerametler Cenabı Allah'ın kudretini ilân etmekte idi. Aklı-selim sahibi
kişiler Cenabı Allah'ın bir kuluna neler ve nasıl bir yetki vermekte olduğunu
seyretmişler, bu ibretli manzaraya iman etmekte geç kalmamışlardır.
Köylülerin ekinlerini
süratle büyüyen yabani otlar boğuyordu. Otların tarlaları bürüyüp örtmesinden
ekinler âdeta görünmez olmuştu. Bu olaya “Otların ekinleri basması” deniyordu.
Köylüler otları ayıklamakla başa çıkamamışlardı. Çok uğraşıyorlar durmadan çaba
gösteriyorlar, çalışıyorlar fakat çoğalıp giden otların önüne geçemiyorlardı.
Orada bulunan Şeyh Ali
Semerkandî bu durumu yakından gördü. Köylünün çektiği sıkıntıya ve acı verici
üzüntüye seyirci kalmadı. Onlara yine biiznillah kerametini izhar etti.
Sığırları ekin tarlalarına saldı. Bu muti (itaatkâr) hayvanlara ekinleri basan
otları yedirtti ve ekinler boğulmaktan kurtuldular.
Şeyh Ali Semerkandî
Örenşar'da kalmaya devam ediyor, irşat hizmetini çeşitli vesilelerle halka
aktarıyordu, Anadolu'nun pek çok yerlerinde olduğu gibi buradaki halk da “Rum”
etkisinden, “Rum” kalıntılarından daha henüz kurtulmuş değildi, irşada şiddette
muhtaç idiler. Fütuhat daha henüz uzaklaşıp tarihe gömülmüş değildi. Halk İslâm
dinine girmek için fevc fevc akın ediyordu.
Şeyh Ali Semerkandî Rum
diyarı bulunan Anadolu'ya ayak bastığında “Bursa” şehri Osmanlıların “Paytahtı”
idi. Bursa'da Osmanlı Hakanlarından Orhan Gazi'nin oğlu Birinci Sultan Murat
yani Murat Hüdavendigâr padişah idi. Murat Hüdavendigâr Osmanlı
padişahlarının üçüncüsüdür. Hüdavendigâr Gazi diye de anılır. Tahta çıktıktan
birkaç yıl sonra Osmanlı Devletini İmparatorluk haline getirmiştir.
Bu zat Orhan Gazi'nin
küçük oğludur. Gayet iyi huylu olduğundan kendisine Hüdavendigâr denilmiştir.
Padişah olunca Bursa'yı merkez yaptı. Asi Karaman, Germiyan oğullarını
Ankara'da perişan etti. Sonra Rumeliye geçerek Edirne ve Filibe'yi aldı.
Balkanlarda ilerlemeyi çekemeyen Macar, Sırp, Ulah ve Bulgarlar birleştiler.
Edirne sırtlarına kadar geldiler, bir gece hepsi sarhoş olarak istirahatte iken
Türk-İslâm ordusu ansızın baskın yaptı, bütün düşmanlar zor kaçabildiler. Bu
muharebe yerine “Sırp Sındığı” denildi.
Murat Hüdavendigâr daha
sonra Selanik ve Manastırı da aldı, Sırp ve Bosna kralları yine birleşerek
memleketimize hücum ettiler. Murat ordusu ile düşmanı fena halde bozdu. Bu
meydan muharebesinden sonra yaralılar arasında dolaşırken “Miloş Kaploviç”
isimli bir Sırplı tarafından hançerle şehit edildi. Zamanında memleketimiz çok
genişlemiştir. Bursa civan büyük bir vilâyet halinde onun ismini almış,
Hüdavendigâr Vilâyeti denmiştir. Şeyh Ali Semerkandî' nin Murat Hüdavendigâr
ile görüştüğü, teklif edilen vezirliği kabul etmeyip Çamlıdere'yi tercih ettiği
mervidir.
Osmanlı Padişahlarının
resmi mühürü olan “Tura” Murat Hüdavendigâr'ın zamanında icat edilmiştir. Bu
kıymetli zatların manen görüşmeleri, manen bilişmeleri ve manen birbirlerine
yakınlık duymaları imkân haricinde kalan bir durum değildir. Şeyh Ali
Semerkandî’nin Anadolu'da irşat görevi ile görevli bulunduğuna göre imanlı bir
Hünkâr ile temas kurup görüşmesi gayet normal bir haldir.
Bursa Osmanlılara
Başkent olmaya devam ederken Şeyh Ali de Örenşar'da ömrünü sürdürmeye, burada
olayların âmilleri ve failleri ile hikmetlerin tecellisine vesile olmaya devam
ediyordu. Sığırları otlatmaya ve ibret verici harikaları sergilemeye koyulan
Şeyh Ali Semerkandî'nin varlığı parlayan ay gibi her yerde gözüküyor, İslâm her
yerde batılın imha olup gitmesine şimşek gibi yetişiyordu. Hazreti Allah
Anadolu'yu velileri, âlimleri ve mücahidleri ile böylece ihya etmiştir.
Örenşar'da köyün
civarında bir çeşme vardı. Şeyh Ali Semerkandî sığırları çeşmenin bulunduğu
taraflarda güderdi. Vakti saati gelince bu çeşmede sular ve aynı çeşmenin
suyundan abdest alıp namazını kılardı. Bu mübarek zat hayvanların hakkını
verir, onları aç susuz bırakmaz ve kendisi de ibâdetini asla terk etmezdi.
Yine bir gün sığırları
sulamış, onlara istirahat emrini vermişti, İstirahate çekilen sığırlar
kulaklarını kuyruklarını sallayarak ve geviş getirerek mışıl mışıl dinlenme
vakitlerini dolduruyorlardı. Şeyh Ali abdest almış namaz kılıyordu. Selâm verip
namazdan çıktı. Birde ne görsün... Bir kurt gelmiş ala öküzün başında
bekliyor...
Şeyh Ali ayağa kalktı,
yönünü kurdun bulunduğu tarafa çevirdi ve kurdun niyetini, ne yapacağını
anladı, kurda seslendi:
“Cenabı Allah'ın mahlûku
ey kurt!
Allah aşkına bırak
öküzü. Bu öküz ve öbür sığırlar bana emanettir. Ben bu öküzün sahibine ne
söylüyeyim, ne haber vereyim” dedi.
Kurt Allah tarafından
lisana geldi. Ve:
“Cenabı Allah'ın ey
kulu! Ey Rasüli Ekrem'in manevî evlâdı ve Hazreti Ömerü'l Faruk'un torunu! Bu
öküzden bana Allah'ım tarafından nasip verildi” dedi. Şeyh Ali
Semerkandî kurdun söylediklerini dinliyor, zihnine kaydediyor ve bu konuyu bir
yere dayandırmaya çalışıyordu.
Acaba kurt başka bir
sığırı ve başka öküzü yemek istemiyorda, neden bu ala öküzü yemek istiyordu...
Mutlaka bunda bir hikmet vardı. Kurt bu hikmeti de açıkladı. Şeyh Ali
Semerkandî'ye ciddi bir tavırla:
“Çünkü bu öküzün sahibi
zekât vermez. Onun için ben bu öküzü yiyeceğim” dedi.
Zatı muhterem Şeyh Ali Semerkandî
kurdun bu sözleri karşısında irkildi
Şeyh Ali Semerkandî
Kurda:
“Mademki öyle, yarın ye.
Bugün bana bağışla bu öküzü”
dedi.
Kurt büyük bir velinin
sözlerini dinledi, itiraz etmedi ve “Evet” der gibi bir tavır takındı. Oradan
uzaklaşmak için gideceği yeri tasarlıyordu. Kurdun ne yapmak istediği keyfiyet
düşündürücü idi. Ve kurt çekip gitti. Saatlar ilerliyordu ve akşam vakti
yaklaşıyordu.
Akşam vakti olunca
sığırlar otlamayı terk edip köye geldiler. Şeyh Ali de köye geldi. Biraz
düşünceli bulunan Şeyh Ali öküz sahibi ile ne ve nasıl konuşacaktı... Geçen
olayı olduğu gibi aktaracaktı. Bakalım öküz sahibi nasıl karşılayacaktı... Şeyh
Ali köyde öküz sahibini buldu, ona konuyu anlattı.
“Yarın bir kurdun gelip
öküzünü yiyeceğini”
açıkladı. Sebebini de enine boyuna izah etti.
Şeyh Ali Semerkandî
Örenşar'da sığır otlatmaya ve halktan bir fert olarak görünmeye müdavim
olduğunda buralar Bizanslıların elinden ve işgalinden yeni kurtulmuş idi.
Buraların insanlarının Müslümanlıkla alâkaları çok azdı. Ve Allah'ın emirlerini
de hiç bilmezlerdi.
Onun için o adam yani
öküz sahibi:
“Benim malımı kurt nasıl
yer”
dedi. Durup durup küplere biniyor ve köpürüyordu. Şeyh Ali'yi âdeta tahkir
etti. “Böyle şey olmaz” diyerek ertesi gün öküzünü yine sığırlarla
birlikte otlatmaya saldı. İnat bir kişi idi, fakat Şeyh Ali'nin sözleri
karşısında gösterdiği inatçılığının kendine zarar vereceği belli idi. Gün
gelecek, pişman olacaktı ama vaktinde yapmadığı nedametin faydasını
göremeyecekti.
Allah Teâlâ'nın
emirlerine ve O'nun imanlı kullarının nasihatlerine kulak vermeyenler
Müslümanlıkla samimi ilgi kurmak istemiyorlar sayılır. Ala öküzün sahibi aynı
duruma düştü. Muhterem zatın uyarmalarına kulak asmadı, sözlerini dinlemedi.
Onun manalı işaret ifadeleri öküz sahibince alay konusu edildi.
Ertesi gün sığırlar
otlamak için yola revan oldular, ala öküz de onların içindeydi. Sahibi ala
öküzün sığır sürüsünden ayrılmamasını istedi. Ala öküzü bir kurdun yiyeceğine
hiç ihtimâl vermedi. Şeyh Ali önemli bir uyarıda bulunmuştu ama öküz sahibinin
gönül gözü tamamen kapalı bulunuyordu.
Ertesi günü aynı saatte
kurt sığır sürüsüne yaklaştı. Ala öküzün bulunduğu tarafa sessizce gitti. Ala
öküze dalıp onu yere serdi, yemeğe başladı. Şeyh Ali Semerkandî bu manzarayı
gördü. Bu durumun böyle tecelli edeceğini Şeyh Ali biliyordu. Kurda Şeyh Ali
bazı şeyleri hatırlattı.
“Ey kurt! Öküzün
derisini zayi etmeden etini ye de, derisini sahibine götürüp vereyim” dedi.
Kurt Cenabı Allah'ın
velisine saygı gösterip onun tavsiyelerine uydu. Aynen bir kasap gibi yaptı.
Öküzün etini yedi, derisine dokunmadı. Bilindiği gibi kurtların
âdetlerindendir, yerken hayvanların derisini kasap gibi yüzerler. İşte bu
tecrübe ile sabit olan husus, ta o zatın hatıratından bu yana biline
gelmiştir.
Artık olan olmuştu, kurt
öküzün derisini yüzmüş, bir tarafa bırakmış, etini kemâli âfiyetle yemişti.
Şeyh Ali Semerkandî deriyi aldı köye götürmek ve öküzün sahibine vermek üzere
karar vermişti.
“Benim malımı kurt nasıl
yer”
diyen öküz sahibi bu defa ne diyecekti bakalım...
Bu işten Şeyh Ali
Semerkandî üzülmemiş değildi. O da bir insandı, olaylar karşısında üzülebilme
ve sevinebilme kabiliyetleri ile muttasıftı. Kurdun öküzü yemesi ve öküz
sahibinin meram anlamayışı Şeyh Ali'yi üzmüş, elinden geleni yapmış ve neticeyi
Hak Teâlâ'ya havale eylemişdi.
Ala öküzün ala derisini
ala öküzün sahibinin diğer kara öküzünün sırtına belli olmayacak şekilde serdi
Şeyh Ali. Gören kara öküzü ala öküz sanırdı. Akşam vakti sığırlar hep köye
döndüler. Kara öküz ala öküzün derisi sırtında olduğu halde eve yavaş yavaş
geldi.
Bütün sığırlar, öküzler
evlere (ahırlara) dağıldılar. Fakat ala öküzün sahibi kara öküzünü göremedi.
Oraya baktı, buraya baktı gelen giden yok.
“Ah kara öküzüm gelmedi”
dedi.
Kalkıp Şeyh Ali'nin yanına vardı. Dizlerini dövmeye başladı.
Şeyh Ali:
“Ben sana demedim mi
idi: Kara değil, ala öküzün yok. Onu kurt yedi. Baksana ala öküzün derisi kara
öküzün üstünde”
dedi. Ala öküzün derisini çekiverince altından kara öküz çıkıverdi. Öküz sahibi
öfkelendi, kabına sığmıyordu ve ne yapacağını şaşırdı.
İmanlı âlimlerin,
velilerin sözleri altın ayarındadır, belki daha üstündür. Onların sözlerine ve
nasihatlarına dikkat etmek, kulak vermek gerekir. Öküz sahibinin Şeyh Ali'ye
diyeceği hiç bir söz yoktu. Ama cahil adam ne dediğinden, ne yaptığından haberi
yok.
Ala öküzün derisi
ortada. Sahibi deriyi gördükçe kabına sığmıyor, sanki saldıracak yer arıyordu.
Bir şeyler yapmak niyetinde idi. Büyük Veli Şeyh Ali'yi dinlememenin sonu bu.
En sonunda öküz sahibi Ali Semerkandîyi mahkemeye vermek üzere harekete geçti.
O zamanın yargıcı bulunan kadıya
kadar gidip şikâyet etti.
Kadı bindi atına geldi
köye ve ifadeleri aldı. Öküz sahibi mahkemeyi gayesinden saptırmaya, kadıyı
yanıltmaya çalıştı. Yalancı şahitler buldu, onlara para verdi ve çirkin
hareketlerle herşeyi alt üst etti. Hattâ daha da ileri gitti. Kadı ile kendi
menfur emelinde birleşti. Maalesef kadıya da para yedirdi.
Yalancı şahitler:
“Öküzü kurt böyle yemez,
parçalar. Bakın bu deri parça parça edilmemiş. Bu deriyi adam yüzmüş” dediler. Deri hakikaten
usta bir kasap tarafından yüzülmüş gibi idi, Burada büyük bir imtihan vardı.
Şeytan şahitleri kendi tarafına çekiyor, onları vesvese çukuruna itiyordu.
Kadı Şeyh Ali'ye:
“Sen ne diyorsun?” diye sordu. Hattâ “şahidin
var mı?” dedi. Şeyh Ali:
“Benim şahidim kim
olsun? Dağlar taşlar olsun”
dedi. Kadının rüşvet çamurunda ayağı kaydı. Şahitler zaten berbat oldu.
Şeyh Ali'ye ters ters
bakan Kadı:
“Behey adam, dağlar
taşlar şahit mi olur?”
dedi. Şeyh Ali Kadı'nın niyetini hissediyordu. Para kadının gözünü gönlünü kör
etmişti. İtiraz eden kadı ve öküz sahibinin bir numaralı adamı.
Cenabı Allah'ın izni ile
Büyük Veli mânevi yetkisini kullanacaktı. Nitekim kullandı. Kerametini harekete
geçirdi. Dağlara:
“Ey dağlar öküzü kim
yedi. Allah Rızası için şahit olun” dedi. Cenabı Allah'ın hikmeti bu ya.
Dağlar bir gürültü ile birden üzerlerine doğru yürüyüverdi.
Bu hali görenler
“Aman bu dağlan durdur,
yoksa mahvolacağız”
diye Şeyh Ali'ye yalvarmaya başladılar. Şeyh Ali de
“Ey dağlar durun, benim
Allah'ım büyüktür. Kötülük yapanın cezasını o verir”
dedi. Dağlar bir anda
durdu. Orda bulunanlar bu hali de pek yakından açık bir şekilde gördüler.
Kadı mahkemede
patavatsız lâflar etti, keramet harikasını gördüğü halde yine hatalı lâflar
etmeye özeniyordu. Şeyh Ali'ye:
“Haydi getir kurdu,
kendin yedin öküzü”
gibi söylediği lâflar unutulacak cinsten değildi. Bu zat bu konuda hiç
günahının olmadığını ileri sürdü. Hâlâ inadından ve sözünden dönmeyen kadı,
Şeyh Ali'nin haksız olduğunu ileri sürerek fikir birliği kişilerle:
“Öküzü, Ali ödesin” dedi. Kadı da vicdan
diye bir şey yoktu.
Şeyh Ali Semerkandî'nin
gösterdiği keramet gerçeğinden ibret almayan kadı gözlerini örten kör dumanları
silemedi. Şeyh Ali'nin halini ve tecelli eden harikayı gören köylüler hep iman
ettiler. Suçsuz olduğu anlaşılan Şeyh Ali Semerkandî Hak ve halk nazarında
iltifat ve yakınlık gördü. Ne idi kadının keramet harikası karşısında menfi bir
tavır takınmasındaki maksat?..
Karardan sonra kadı
abtıa binip yola düştü. Dağdan geçerken at ile birlikte taş oldu. Dağın adı “Durdağı”
oldu. Elan bu dağda bu konu ile ilgili rivayetler tekellüm edilmektedir.
Örenşar (Eskipazar) kentinde bu olayın tarihi levhası, değişik yorumlar
ortamında nakledilmesi sürüp gitmektedir.
İşin acı tarafı büyük
bir evliyanın karşısında bir kadının dünya malına yenilmesi, bundan böyle bu
evliyayı mahkûm etmeye kalkması olmuştur. Hâlbuki kadı kararında mal, para ve
sapık kişilerin baskısına yenik düşmemeli idi. Zikri geçen kadı yanlış
kararının cezasını bulmuştur.
Günümüzde Çankırı
vilâyetinin Eskipazar kazası ve civarı Şeyh Ali Semerkandî'nin Alanya'dan sonra
teşrif ettiği yerdir. O günden bu yana isim, nüfus ve idare değişikliği
olmuştur. Eskipazar'a bağlı Sadeyaka köyü vardır. Bu köyün bir de “Şeyhler”
mahallesi vardır. Bu Şeyhler mahallesine yakın bir çeşme vardır. Bu çeşme
asırlardır durmadan akıyor.
Şeyh Ali Semerkandî o
zaman güttüğü sığırları bu çeşmeden suladığı olmuştur. Burada unutulmayan,
faydalar bahşeden ve dillerde destan olan hatıralar bırakmıştır. Dünyanın
mübarek ve şifalı sularından biri buradadır. Bu suyun adı “Çekirge Suyu” veya
“Sığırcık Suyu”dur. Bu mübârek suyun meydana gelişi şöyledir :
Şeyh Ali Semerkandî bir
vakit zikri geçen çeşmenin yanına abdest almak için gelmişti. Köyün kadınları
çeşmenin önünde ekin yıkayıp oralara sermişlerdi. Bu zat bunlardan çeşmeye
yanaşıp abdest alamadı. Vakitte iyice daralmıştı. Bundan ötürü sıkıntıya düşmüş
bir hali vardı. Orada akıp duran çeşmeden su ihtiyacını temin etmesi, abdest
alması zaruri bir durum arz ediyordu.
Bu mecburiyet karşısında
Şeyh Ali Semerkandî çeşme başında bulunan kadınlardan su istedi. Kadınlar Şeyh
Ali Semerkandî'nin kendilerinden ihtiyacı için özellikle abdest alması için su
istemesini itibara almadılar. Halbuki abdest için su vermeleri gerekirdi.
Abdest almak bir ibâdettir, abdestle kılman namaz da bir ibâdettir. Kadınlar bu
durumu akıllarına bile getirmeyip üzücü bir tutuma girdiler.
Kadınlar Şeyh Ali
Semerkandî’ye saygı gösterecekleri yerde hakaret etmekten kendilerini
kurtaramadılar. Bu muhterem zata:
“Biz ekin yıkıyoruz,
tasamız senin abdestin mi?”
diye sert çıkışta bulundular. Büyük velinin karşısında edep ve terbiyesini
kaybeden kadınların hatalı davranışları acıklı olayların ve üzücü manzaraların
vuku bulmasına zemin hazırlıyordu. Bunlar saliha kadınların seviyesinde
değillerdi, İslâmî terbiye ve nezâketten yoksun kişilerden ne gibi bir nezâket
beklenebilir ki...
Kadınlar gayretüllaha
dokundular. Dakikalar geçtikçe Şeyh Ali"nin kalbi hırpalanıyordu. İnanç
zayıflığından uzak kalamadıkları anlaşılan bu kadınlar bahil olmanın ve gafil
bulunmanın vereceği zararları da idrak edemiyorlardı. Hele içlerinden biri Şeyh
Ali'ye olanca hakaretini kustu. Çünkü İslâmın getirdiği nezâketten nasipsiz,
kabalık yapmayı marifet sayan bir toydu.
Şeyh Ali vaktin çıkmak
üzere olduğunun farkına vardı. Bu bakımdan o vaktin namazını kılamayacağı
korkusu içini sardı. Gerçi ne yapıp yapıp teyemmümle de olsa o vaktin namazım
geçirmeyip kılacaktı ama gözünün önünde şırıl şırıl akıp duran sudan neden
abdest alamasındı...
Şeyh Ali Semerkandî
orada asasında gizli bulunan suyu çıkarmak gönlüne düştü. Cenabı Hak velisini
hakaret yağmuruna tutanların karşısında yalnız bırakmadı. Şeyh Ali kadınlara
bir terbiye ve ibret dersi vermek istedi. Kadınlar suyun başında ara sıra kavga
da ediyorlardı. Ekin yıkarken:
“Sen yıkayacaksın, ben
yıkayacağım”
diye de döğüş ettikleri de oluyordu.
Bu kadınlar aslında
İslâm dinine iman etmişlerdi, fakat daha henüz tam yaşamıyorlardı. Asadan su
çıktığı zaman bu kadınların birbirlerine düşmeleri muhtemeldi. Durum bunu
gösteriyordu. Kadınların çeşme başında gelip geçen erkeklere karşı kendilerini
korumamaları, gizlenecek taraflarını gizlememeleri çok abes oluyordu. Şeyh Ali
Semerkandî işin bu tarafını da düşündü. Asasından çıkacak olan su, bu durumun
halledilmesine ve kadınların çeşmenin başından uzaklaşmasına vesile olacaktı.
Şeyh Ali Semerkandî
asasını yere üç defa kakdı veya vurdu :
“Ya mübarek patla” dedi. Bir değirmenlik
su patlayıp çıkmıştır. Şeyh Ali Semerkandî’ye hakaret yağdırıp su vermeyen
kadın suyu görünce feryadı basmıştır. Çünkü su ırmak olurcasına gözüktü, sanki
oraları alıp götürecek gibiydi. Dehşetli bir heybet arzediyordu.
Çeşmenin başında bulunan
kadınlar Şeyh Ali Semerkandî'nin çıkardığı suyu gördüler.
“Vay Ekinlerimizi de,
kendilerimizi de sel götürecek”
diye velveleyi kopardılar. Panik içinde kalan kadınlar ne yapacaklarını bilemiyorlardı.
Bu zaün keramet tariki ile çıkardığı su âfet getirecek cinsten değildi. Mutlaka
bir fayda getirecekti.
Şeyh Ali Semerkandî
çıkan bu suyun oralara bir âfet getirmeyeceğini, bereket getireceğini
biliyordu. Cenabı Allah'ın sevgili kulu Şeyh Ali Semerkandî bulunduğu yerdeki
insanların bu sudan istifade etmelerini diliyordu. Niyeti halisti ve hiç
kimseye kötülük etmek değildi. Suyun olduğu yerlerde hayat olur, canlılık olur
ve nebatat verimli bir şekilde mahsûl verir.
Şeyh Ali Semerkandî
kadınlara nasihat etti. Onlara:
“Serkeşlik yapmayın, su
darlığınız gidecek, buraya bereket yağacak, bereketli mahsulat zuhur edecek,
bütün dünya buraya gelecek ve bolluk içinde yaşayacaksınız” dedi. Kadınlar Şeyh
Ali'nin müjde veren sözünü hiç dinlemiyorlardı.
“Biz su falan istemeyiz.
Suyun senin olsun”
dediler. Hattâ gösterdiği kerametleri başına kaktılar.
“İnekleri ekinlerin
içinde güdüyor ekinlere zarar verdirmiyorsun, inekleri buzağılarla güdüyorsun
buzağıları emzirtmiyorsun. Bir öküzün daha önceden kurt yiyeceğini haber
veriyorsun. Sen sihirbaz mısın nesin” diye alay ettiler.
“Şimdi üzerimize su
çıkarıp gönderiyorsun, biz senden su istemiyoruz, faydasını da istemiyoruz” deyip kestiler.
Bu lâkırtılar işe yarar
sözlerden değildi. Şeyh Ali Semerkandî işe yaramayan ve kalb inciten sözler
karşısında dikilip kaldı. Şimdi ne yapacaktı... Bu kadınlar burada yaşayan
insanlar hiç mi iyilikten anlamazlardı? O vakit durum bunu gösteriyordu.. Bazı
insanlar karakterleri icabı iyilik karşısında müteşekkir olmazlar, menfi ve hoş
olmayan bir tavır takınırlar. Şeyh Ali Semerkandî'ye su vermeyen kadınlar böyle
bir garip duruma girdiler. Şeyh Ali'nin yapacak başka bir hareketi ve iyilik
takdim edecek bir muhatabı kalmamıştı. Ve hemen çıkarıp akıttığı suyu durdurdu.
Şeyh Ali Semerkandî
suya:
“Dur yâ mübarek! Bunlara
iyilik yaramaz, çıktığın yerden geri bat, kuruyup gitme, çık yine bat, olduğun
yerde sakin ol”
dedi. Mübarek su, bu büyük velinin kerameti olarak onun niyet ve arzusuna göre
tecelli etmiştir.
Bütün peygamberler
birtakım ters insanlarla ve aksi adamlarla karşılaşmışlar, bu yüzden sıkıntı
çekmişlerdir. Veliler de aynı şekilde çeşitli adamlarla karşılaşıyorlar, kendi
İnikatlarından habersizlerin taşlamalarına maruz kalıyorlar. Şeyh Ali
Semerkandî ile münakaşa eden kadının sözleri sıkıntı verici idi, bu kadm aksi
bir kadındı.
“Öküzü kurda yedirirsin,
ekinlerin içinde sığırları gezdirirsin, şimdide köyümüzü kentimizi suya mı
bastıracaksın.. Sihirbaz mısın nesin?”
diyerek bu büyük veliyi tahkir eden kadın başka söyleyecek söz bulamamış mı
idi... İşte bir veli böyle tahkir edilirse onun için ıstırap olur.
Büyük Veli Şeyh Ali
Semerkandî mübarek suya:
“Kaybol git ve görünme” demedi.
“Olduğun yerden çık, bir
çay, bir ırmak, bir çeşme gibi akma. Ancak bir kuyu, bir pınar gibi ol,
kaynadığın yerden geri bat, görüntüne ve tesirine devam et. Haşerelerin
imhasına vesile ol”
dedi.
Bugün mübârek su bir
kuyu halindedir, akıntısı yedi adımdan fazla gitmiyor. Dünyanın acibelerinden
ve harikalarından biri olarak görünüyor.
Örenşar kentinde
Sadeyaka köyünün Şeyhler Mahallesi üzerinde insanı düşündüren rivayetler ve
nakiller vardır. Şeyh Ali Semerkandî ülkesinden kalkmış irşat için Anadolu'yu
adım adım geziyordu. Mübarek suyun bulunduğu yerdeki insanlardan hakaret
görmesi, bilhassa bir kadının o büyük veliyi tahkir etmesi gayretûllaha
dokunmuş olacaktı.
Herşeyin zaman ve zemini
gelince kullanılması zaruri bir keyfiyettir. Onlar bu büyük velinin bedduasını
haketmiş olsalar gerek. Büyük velinin bu kadar alçak gönüllü davranmasına, bu
kadar nasihat etmesine karşın onların şımarıklık yapmaları elbette karşılıksız
kalmazdı.
Belirtilen yerdeki
yaşayan insanların mübarek suyun başındaki döğüşüp itişme hatıraları devam eder
gider. Belki Kıyamete kadar.
Hikmetinden sual
olunmaz. Hattâ onlar bu mübarek sudan istifade edememektedirler. Şeyh Ali bir
kere suyu orda çıkarmış oldu. Takdiri İlâhi böyleymiş. Pişman olmak veya
olmamak Takdiri İlâhi'yi değiştirmiyor.
Zikri geçen mübarek suyu
yakından bilenler, suyun bulunduğu yere kadar gidip ziyaret ediyorlar. Suyun
hassesine ve şifâ bakımından tesirine bakıp Cenabı Allah'ın kudret ve azametini
yakından tefekkür ve temaşa ediyorlar. Cenabı Allah bu mübarek suya hasse
(kendine ait özellik) vermiştir.
Hattâ mahsûlleri (ekili
tarlaları) haşerelerin baskınına uğrayan insanlar (büyük ve samimi bir iman
aşkı ile) bu Mübarek Suyu vesile kılarak Cenabı Allah'ın inayetini talep
etmektedirler. Nitekim aradıkları şifâ'nın ve ilâcın bu şekilde meydana
geldiğini haşeratın ve mazarratın def'i ref' olduğunu görmektedirler.
Şeyh Ali Semerkandî bu
Mübarek suyu çıkardığında birtakım niyazlarda bulunmuştur. Bu suyun haşerelere
şifâ ve ilâç olmasını Cenabı Allah'tan niyaz etmiştir ve niyazı Rabbimiz
tarafından kabul buyurulmuştur. Bunda şek ve şüphe yoktur. Zaten şek ve şüphe
edenler istifade edememektedirler.
Şıhlar mahallesinde
yaşayan insanlar zamanında Şeyh Ali Semerkandî'yi üzen kadın ve kadınlardan
(anıldıkça) memnun olmadıklarını, onların yanlış hareketlerini tasvip
etmediklerini açıklamaktadırlar. Bu zata ve bu zatın şahsına atfedilen bu suya
saygısızca davrananları kınamaktadırlar. Bundan böyle Şeyh Ali Semerkandî yi
üzenlerden üzülerek bahsetmektedirler.
Şeyh Ali Semerkandî
Örenşar (Eskipazar) kentini kaplayan yörede görevine devam ediyordu. Orda burda
irşat görevini sürdürüyor, velâyet makamının gerektiğini yapıyor, sığır
otlatarak, derviş görünümünde bulunarak İslâm'ın her yere nakşını temine gayret
ediyordu. Bereketli bir hayatın ve bereketli bir ömrün sahibi bulunan Şeyh Âli
Semerkandî Hazretleri insanlara dağda bağda, köyde kentte örnek oluyordu.
O sıralarda Bursa
Osmanlı İmparatorluğu'nun Başkenti bulunuyordu. Padişah Bursa'da oturuyordu.
Bir ara mazarrat (haşeretler) mahsûllere büyük bir âfet halinde musallat oldu.
Hiç mahsûl alınamaz olmuştu. Bir kaç sene böyle devam etti. Ortalığı yakıp
kavuran bir kıtlık âfeti alıp yürüdü. Birde hastalık görüldü, insanlar ölüm
tehdidi altında büyük bir sıkıntıya ve paniğe düşmüşlerdi. Sık sık ölüm
olayları dikkati çekiyordu.
Padişahın “Has Bahçe”
adında bir bahçesi vardı. Bu bahçeye de aynı haşere (çekirge) ler musallat
olmuş idi. Çekirgeler bahçede olan bitenleri yiyip bitiriyordu. “Has Bahçe”de
herşey mevcuttu. Çok kıymetli idi bu bahçe, içinde neler vardı neler... Sanki
yalancı Cennetti. Güllük gülistanlık.
Padişah insanların
çektiği ıstırabı bihakkın gördü, üzüntüye kapıldı ve harekete geçti. Herkes
kıtlıktan aç kalıyor, yokluk ahaliyi perişan ediyor ve hastalık her kapıyı
çalarak ölüm saçıyordu. Padişah öne düştü, âlimleri, tabibleri başına toplayıp
çare aradı. Oraya buraya, her yere haber saldı. Çok uğraştılar, gece gündüz
çaba gösterdiler, halkı ezen bu felâketin önüne geçmek için bütün, çarelere
başvurdular ve olanca güçlerini harcadılar. Ne yaptılarsa muvaffak olamadılar
ve her tarafı arayıp taramalarına rağmen elleri boş kaldı.
Rum diyarının fethi ve
irşadı için Şark'tan hicret edip Anadolu'da hareket halinde bulunan âlimler ve
veliler birbirlerini, birbirlerinin meziyet, eser ve hususiyetlerini çok iyi
biliyorlardı. Bilhassa Maveraünnehir'den gelen âlimler Anadolu'nun her yerine
nüfuz ederek irşat konusunda zirveye çıkmak, Cenabı Allah'ın rızasına vasıl
olmak istiyorlardı.
Bursa o günlerde İslâm
âlimlerinin ve Evliyai Kirâm'ın beşiği haline gelmişti. Şeyh Ali Semerkandî'yi
bilenler pek çoktu. Hattâ Şeyh Ali Semerkandî’nin “Bahru'l Ulûm” adındaki eseri
âlimler arasında ün yapmış, bu ün Bursa kentine kadar ulaşmıştı. Bursa'da ulema
arasında haşere ve hastalık âfetine çare aranırken bir ara Hz. Ömer'e Hz.
Peygamberden intikâl eden şifalı suyun gizlenmiş olduğu Asayi Şerif konu
edildi.
Bu Asa o anlarda Şeyh
Ali Semerkandî'de bulunuyor, Örenşar kentinde Veliyyullah Ali Semerkandî ile
dolaşıp duruyordu. Bursa uleması bunun İsfahan ile Şiraz arasında olduğunu
öğrendiler. Ancak Şeyh Ali ile Anadolu'ya geldiğini ne bilsinlerdi... Şüphesiz
Asâ'da gizli olan şifalı suyun emmaresi Hz. Ömer'in akıttığı yerden kaybolup
gitmiş değildi. Bu su üzerinde İlmî araştırmalar, keşfî uğraşmalar devam
ediyordu.
İmanlı âlimler o
devrelerde herhangi bir konuda kitap yazarlarsa ilgili padişah veya ilgili
devlet erkânı tarafından istinsah edilip dünyanın önemli ülkelerine gönderilir,
oralardaki ilim mensupları bu kitaptan haberdar edilirdi.
Bursa padişahının
etrafında bulunan âlimler okumadık kitap bırakmadılar. Hz. Ömer'e Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellemden hediye tariki ile intikâl eden Asa'dan,
Efendimiz parmağından akan suyun (şifâ neşreden Mai Mübârekin) bu Asâ'da gizli
bulunduğundan, bu suyu Hz. Ömer'in İsfahan ve Şiraz tarafına bir çeşme yaptırıp
o çeşmeden akıttığından, böylece oralardaki haşere âfetinin ve hastalık
felâketinin def edildiğinden haberdâr oldular.
İlim insanlar için büyük
bir kuvvettir. İlmî ve keşfî kanaldan yürüyen âlimler padişahı uyardılar.
Bursa'da baş gösteren haşere âfeti ile hastalık felâketinin önlenmesi için
İsfahan tarafında bulunan ve anılan sudan Bursa'ya getirilmesi zaruri bir hal
almıştı.
Çünkü Cenabı Allah derdi
(hastalığı) yaratmış, aynı zamanda şifayı (ilacı) da yaratmıştır. Aramak ve
sebeblere sarılmak gerekmektedir. Hattâ Efendimiz hem âhireti, hem dünyayı
isteyenlerin ilme sarılmalarının gerektiğini söylemiştir. Gerçekte budur.
Anadolu'yu tarayan
âlimler arasında şifalı suyu Hz. Ömer'in bizzat İsfahan tarafına bıraktığını,
suya vasıl olmakla görenler olmuş, bu durum padişaha sunulmuştur. Artık şifalı
suyu bulmak için ve İsfahan'a gidip getirmek için karar verildi.
Âlimler suyun hal ve
keyfiyetini, adresini tesbit edip padişahın fermanına eklediler. İsfahan olsun,
Şiraz olsun, hasılı o taraflarda bulunan kentler olsun Bursa'ya epeyce uzaktı.
O günün şartlan oralara kadar atlarla kara yolu üzerinden gitmeyi gerektiriyordu.
Ne olursa olsun gidilecek o sudan mutlaka getirilecekti.
Ama kim ve kimler
gidecekti... Padişah ve onun başında bulunduğu devlet erkanı bu konuda en iyi
ve en isabetli karara varmaya çalışıyordu. Aslında meselenin başında ilim ve
ilim adamları vardı. Bu iş Cenabı Allah'ın inayeti ile mutlaka başarılacaktı.
Bu âlimler elbette boş değildiler. Çünkü imanlı idiler. Şeyh Ali Semerkandî’nin
eserini tetkikle, onun şifalı su konusundaki ününü anlamakla bu velinin
hüviyetini gün ışığına çıkarmış oldular.
Padişah fermanına, ehil
üç adamın gidip bu mübarek sudan alıp gelmesini kesin emirle kaydetti. Üç
devlet adamı, yani üç memur veya üç subay (Zaptiye) görevlendirildi.
Bursa'dan üç zaptiyenin
yola çıkarılması gerçekleşmiş oldu. Bursa'dan ayrılan üç zaptiye büyük bir
sorumluluk altına girmiş bulunuyordu. Yürüyorlar, durmadan yürüyorlar,
Bursa'nın şekli hayallerinde dalga dalga oluyordu. Günün birinde şifâ suyunu
bularak Bursa'ya gelebilmeleri en büyük başarı olarak ilân edilecekti. Üç
zaptiye bir an önce suyu bulup gelmeleri için can atıyordu.
Yolun başlangıcında çok
heyecanlı olan bu şahıslar Örenşar'a doğru ilerliyorlardı. Akıllarında çok
şeyler dolaşıyordu. Geride ıstırap içinde yanıp dönen insanlar kalmıştı. Onlar
ümidi bunların getirecekleri şifâ haberine bağlamıştı.
Evet:
1) Halk hastalıktan ölüyor,
2) Mahsulat âfetten yok
oluyordu.
Şark tarafına uzayıp
giden yolu yaya olarak kat etmek kolay değildi. Ne olursa olsun emri alan
kişiler yürüye yürüye gidecek, bu uzun yolun sonuna varacak ve suyu bulup
getireceklerdi. Zira başka çıkar yol yoktu.
Nihâyet Örenşar'a kadar
geldiler. Şeyh Ali Semerkandî ise Örenşar ve Örenşar'ın civarında bulunuyor,
buralarda kendisine takdir edilen zamanı tamamlıyor, İlâhî tecelliyatı gözleyip
takip ediyordu. Büyük velinin her şeyinde her bir tutum ve davranışında
hikmetler çağlıyordu
Kıvrılıp giden Örenşar
yolları dağlardan ovalardan geçiyordu. Buralarda bir çoban vardı, Örenşar'm
dağında gözükür, ovasında gözükürdü. Bursa'dan mübarek su için yola çıkan üç
yolcu Örenşar'm dağında bu çobana rastladılar. Çobana baktılar, tekrar tekrar
baktılar. Bu çoban daha başka bir çobandı. Yüzünden nurlar akıyor, sevimli
gözleri ile âleme hikmetle bakıyordu.
Üç yolcu bu çobanın kim
olduğunu bilemediler ama bu çoban Şeyh Ali idi. Şeyh Ali üç yolcunun hâl ve
keyfiyetini biiznillah anladı. Yolculara nerden gelip nereye gitmekte
olduklarını sordu. Çobanın bir bildiği vardı, her çoban bir olmazdı. Şeyh Ali
bilgili, alçak gönüllü ve maneviyatı yüksek bir insan idi.
Aliyyü'sSemerkandînin
karşısında dikilen üç zaptiye bakınıp durdular ve nerden gelip nereye gitmekte
ve niçin gitmekte olduklarını anlatmaya hazırlandılar. Başladılar anlatmaya.
Olan biten şeyleri izah ettiler. Şeyh dinledikçe her şeye vakıf oluyor ancak
tebessüm etmekle yetiniyordu.
Çoban kıyafeti ile
Örenşâr âlemine gözüken Şeyh Ali vakar ve sabırla karşılaştığı olayları
manâlandırıyor, ibretle bakabilen gözlere ibret dersi veriyordu. Zaptiyelerin
burada çok dikkat etmeleri gerekmekte idi.
İnsanın her karşılaştığı
kişi Hak Teâlâ'nın yarattığı bir âdemdir, her âdemin ne olduğunu herkesten daha
iyi bilen Allah'tır. Kılık kıyafet bir insanın ne ve kim olduğuna dâir kesin
bir ölçü değildir. Cenabı Allah'ın has kulları dünyanın görünüş ve riya
anlayışına önem vermezler.
Şeyh Ali Semerkandîye
vazifelerini anlatan zaptiyeler iyi bir başlangıç yapmışlardı amma içlerinden
biri çocukça hareket ederek hatalı konuşmalar savurdu. Çocukça dedik, fakat
büyük bir adamın çocukların yaptığı hataları işlemesi affedilmez ve hoş
karşılanmaz.
Bakınız o üç zaptiyenin
biri öbürlerine Şeyh Ali'nin huzurunda:
“Yahu siz rast
geldiğiniz adamlarla lâfa dalıyorsunuz, konuşacağız derken eğlenip
duruyorsunuz. Ülkemiz bu kadar ıstırap içindedir. Şununla bununla fazla vakit
kaybetmeye lüzum var mı?
Hem bu çoban ne bilecek,
adamın haline bakın?
Üstünde kırk yamalı bir
abası var, baksanıza... Çobandan ne medâr ve ne medet umulur?
Durmayın haydi gidelim” dedi.
Hattâ bu zaptiye sözü
daha ileri götürdü. Söze devamla Şeyh Ali'ye: “Senin işin yok mu? Haydi
sığırlarını güt neylersin bizi...” deyip çıkıştı. Azarlamalarını sürdüren
bu zaptiye kendinde büyük bir cüret gördü.
Halbuki bu muhterem çobana
böyle gönül zedeleyici sözler söylemek kimin haddine idi... Kabahati olmayan
insanı sebepsiz yere incitmek günahtır. Şeyh Ali Semerkandî zaptiyelere
yardımcı olacaktı başka her hangi bir art niyeti yoktu. Normal usuller
muvacehesinde onlara yaklaşmak ve dertlere çare bulmak niyetindeydi.
Şeyh Ali'nin büyük bir
zat olduğunu aklının ucundan bile geçiremeyen zaptiye bir anda düşüncesiz bir
tutumun içine girmiş bulunuyordu. Allah'ın çoban kullarını da hesaba katmak
onlar hakkında yanlış yorumlara girmemek gerekir. Padişah Allah'ın kulu olduğu
gibi çoban da Allah'ın kuludur.
Arkadaşlarını Şeyh Ali
Semerkandî'den koparıp yola iteleyip kakan zaptiye ne biliyordu acaba?... Bu
hareketi bir şey bildiğinden değildi. Aliyyü'sSemerkandî yi bilmiyordu, işte
böyle... Öyle ya ne bilsinler çobanın kim olduğunu...
Şeyh Ali Cenabı Allah
Teâlâ'nın seçkin kullarından idi, olgun bir zat olarak gözüküyordu. Her şeyin
aslını faslım biliyordu. Sert davranan insanların seline kapılmaz, onlara
uymazdı. Kâmil olmayan insanı idare etmek kolay bir iş değildir. Şeyh Ali
zaptiyelere sert davranmıyor, alçak gönüllülük ediyor ve onları samimiyetle
dinlemeye yöneliyordu.
Şeyh Ali zaptiyelere
nasihat etmek istedi. Nasihat güzel şeydir. Nasihat dinlemeyen, kulağına lâf
girmeyen insanlar başlarına gelecek şeylere katlanmak mecburiyetindedirler.
Onun için insanlar nasihat dinlemek sûretile ayakta durabilirler.
Şeyh Ali Semerkandî üç
zaptiyenin ahvaline baktı, gelecekte onların başlarına gelecek olan şeylerden
bahsederek büyüklüğünü gösterdi. Ve onlara:
“Oğlum!... Üç gider, iki
gelirsiniz. Arayı arayı beni bulursunuz. Çobanı o zaman bilirsiniz. Şifayı
benden alırsınız”
dedi. Ama bu şahıslar bu zatın sözünden hiç bir şey anlamadılar. Belkide söylenen
sözün derinliğine, inceliğine, manidârlığma ve vecizliğine inmediler.
İçlerinden biri çobanın
sözü ile iş yapılmayacağı kanaatini izhar etmişti ki en büyük hatayı dilinden
fırlatarak sergilemişti. Halbuki İslâm dininde meşveretin (istişare ile iş yapmanın)
önemi çok büyüktür. Üç zaptiye bu hususu biliyorlardı. Lâkin Örenşar beldesinde
bir anda hayatın ters yönden hevesatına kapılıverdiler, Şeyh Ali'yi bir tarafa
itip yollarına devam ettiler.
Uzun yolları kat etmek
için çaba gösteren üç zaptiye ovaları geçip dağları aşıyorlardı. Bursa nere
İsfahan nere... fakat aldıkları emri yerine getirme hevesleri ve gönüllerine
koydukları azmin teşvikleri onları ileriye doğru hızla itiyordu. Onlar için ölmek
var dönmek yoktu. Nitekim yürüdüler ve yürüdüler... İsfahan, Şiraz, Horasan,
Buhara, Semerkant'ı dairevî olarak içine alan (Anadolu'ya göre) Şark diyarına
ulaştılar.
Ellerinde taşıdıkları
fermana ve talimata göre mübarek suyun bulunduğu yeri, İsfahan'ı arıyorlardı
sordular ve durmadan sordular. Hani: “Soran dağları aşmış, sormayan düz ovada
şaşmış” derler. Sordular ve tarif edilen yere vardılar. Şeyh Ali Semerkandî
Örenşar'da geziyor, sonuca intizar ediyordu.
Oralarda neyi ve kimi
bulacaklardı... Ellerindeki ciddi talimat gereğince şifalı suyun bulunduğu yeri
tesbite çalışıyorlardı. Ellerindeki kesin belgeler, zihinlerindeki kati
bilgiler ve gönüllerindeki iman nuru onları güçlü kılıyordu. Yani bu kimseler
âlimlerin direktifine göre ellerindeki belgelerle hareket ediyorlardı. Boş
değildiler, bundan ötürü cesaretle ileri atılıyorlardı.
Bu üç kişiyi seçerken
ulemanın görüşü de alınmışta, ulema bu üç kişiyi tasvip etmişti. Yola
dayanıklı, araştırma istidadına sahip idiler. Araştırmacıların kendilerine has
özellikleri olur. Bu özellikler bu üç kişide görülmüştü. Onun için bir ülkenin
büyük bir faciadan kurtulması bunların bulup getirecekleri şifalı suya
bağlanmıştı ki bu da Cenabı Allah'ın hikmetleri arasında yer alıyordu.
Horasan illerinde,
Semerkant kentlerinde ve İsfahan beldelerinde adım adım aradıkları Şeyh Ali
Semerkandî’nin kıymetli kardeşi Ahmed-i Kebîr'i buldular. Bir bayram havasına
girip dertleşmeye, konuşmaya ve uzlaşmaya başladılar. Üç zaptiyenin kalbi küt
küt atıyordu. Ahmed-i Kebir'e bir şeyler demek ve şifâlı suyu sormak için can
atıyorlardı.
Söz padişahın fermanına
geldi. Heyecan içinde padişahın fermanını ve olayı dile getiren emrini Kebir
Ahmed'e bildirdiler. Bursa halkının düştüğü felâket çukurunun ne kadar derin
olduğunu anlayan Ahmed-i Kebir düşünmeye başladı.
Kebir Ahmet büyük
zatlardan, Hak Teâlâ'nın veli kullarındandı. Yollarda olup biten şeyleri
keşfetti. Hattâ bunların Şeyh Ali Semerkandî ile görüştüklerini bile hissetti.
Ahmed-i Kebir bir ara bu üç zatın neden buralara kadar geldiğini tefekkür etti.
Aradıkları suyun, yâni şifalı suyun Aliyyü's Semerkandî de olduğunu, onunla
neden anlaşmadıklarını aklından geçirdi.
Ahmed-i Kebir etrafına
bir göz gezdirdi. Misafirlerin yüzüne baktı. Geldikleri yer ile bulundukları
yerin arasının ne kadar uzun olduğunu hesapladı. Hayret etti. Onlara işin
aslını anlatmak zorunda kaldı.
Ahmed-i Kebîr karşısında
iki kişi görüyordu. Çünkü İsfahan ve civar kentlerde Kebir Ahmed-i ararken bu
üç zaptiyeden biri ölmüştü. Karşılıklı konuşurken Kebir Ahmed bunu da anladı.
Evet Kebir Ahmed dert yükü ile dolaşan bu insanları ters yüz etmek istemedi.
Ahmed-i Kebir onlara
seslendi:
“Siz yolun yakınından
dönmeyip buraya kadar geldiniz. Bilemediniz, anlayamadınız ve düşünemediniz.
Gelirken yolda karşılaşıp konuştuğunuz çoban sizin derdinize ilaç bulacak olan
tabibti. Sizin aradığınız şifalı su ondadır. Oturup onunla neden
anlaşmadınız... Amma ne hikmettir ki zahmet edip buraya kadar kalkıp geldiniz.
Hani siz üç kişi idiniz. Biriniz ne oldu?” dedi.
Geride kalan iki
zaptiye:
“Sorduğunuz o
arkadaşımız öldü”
dediler. Gözleri yaşlarla dolup dolup boşalıyordu.
Ahmed-i Kebire bu iki
zat:
“Aman efendim, sen yolda
karşılaştığımız çobanı, onunla yaptığımız konuşmayı ne bildin” dediler. Ahmed-i Kebir
cevap verdi:.
“O çoban benim
kardeşimdir, esasen sizin aradığınız o idi; şifalı su ondadır. Biz buradayız.
Ve lâkin o Anadolu'da vazifelidir”
dedi. Gaibi Allah bilir ve bildirdiği evliya kulları da bilir.
Bursa'dan yolları
teperek gelen arkadaşlarını kaybeden iki zaptiye Ahmed-i Kebir'e sarılıp
bağlandılar. Hallerini, dertlerini ona döktüler ve aman dilediler. Hattâ
yalvarıyorlar:
“Ya Ahmed! Ne olur bizi,
kardeşin Aliyyü's Semerkandî ye götür”
diyorlardı. Anlaşılıyordu ki bunların ıstırabı basit bir ıstırap değildi.
Arkalarında kendilerini bekleyen bir insan kitlesi bırakmışlardı.
Ahmed-i Kebir bu iki
kişinin çektiği ıstırabın çok ağır olduğunu yüzlerinden okuyordu. Artık bunlar
ıstırap içinde pişip olgunlaşmışlardı. Herhangi bir iddiaları yoktu, insanları
pişiren, dünyayı tanıtan ıstıraptan Arkadaşlarını kaybeden ve ülkelerine şifalı
suyu götürmek için son gayretlerini sarf eden bu iki kişi Ahmed-i Kebir'in
etrafında pervane gibi dönüşüyorlardı.
Ahmed-i Kebir bunların
hiç vakit geçirmeden Örenşar'da Şeyh Ali Semerkandî’ye ulaşmalarının
gerektiğini pek yakından temaşa etti. Dünyada insanı insana muhtaç kılıp
bağlayan Hazreti Allah her şeye kadirdir. Şeyh Ali Semerkandî'nin şifâ suyuna
memur edilmesi, Rum diyarını dolaşıp durması bir sürü hikmetlerin tecellisine
yönelikti.
İki zat dayanamayıp
Kebir Ahmed'e:
“Bizi Şeyh Ali'ye
götür”,
dediler. Çok sıkıldılar, ne yapıp yapıp Şeyh Ali'ye bir an önce gitmek
istiyorlardı. Yalvardılar, yakardılar ve Kebir Ahmed'in önünde boyun büktüler.
Bunların yalvarmaları karşısında Kebir Ahmed hareketsiz kalmadı.
Kebir Ahmet:
“Peki öyle ise, sizi
Şeyh Ali'ye götüreyim”
dedi. Birine:
“Sen sağ ayağımın üstüne
bas ve boynumdan kucakla”,
öbürüne:
“Sen de sol ayağımın
üstüne bas ve boynumdan kucakla” dedi.
“Gözlerinizi yumun
(kapayın), ben açın diyene kadar açmayın” dedi. Ve sıkı sıkıya tenbih etti. Ahmed-i
Kebir'in kerameti böylece sadır oldu. Çoban Şeyh Ali ile ilk defa karşılaşıp
konuştukları Örenşar yöresine geldiler. Dur dağına yaklaşınca Kebir Ahmet:
“Gözlerinizi açın” dedi. Gözlerini açınca
birde ne görsünler, daha önce Çobanla konuştukları yere gelmişler.
Örenşar'dan Horasan'a ve
Horasan'ın bulunduğu ülkeye kaç günde varmışlardı? Belki günlerce yol yürümüşlerdi.
Fakat Örenşar'a dönüp gelmeleri on dakika bile sürmedi. Günlerdir belki
aylardır zar zor gittikleri yerden aniden dönüp gelmeleri kendilerini derin
düşüncelere şevketti. Bambaşka bir hale uğradıklarını, bilemedikleri bir
durumla karşı karşıya olduklarını kabul ettiler.
İki zaptiye şaşırıp
kalmıştı, ne yapacaklarını bilemiyorlardı. Kebir Ahmet bunları uyardı ve söz
müdahalesinde bulundu. Bu zat onlara:
“Merak edip derin derin
ne yapacağız diye düşünmeyin. Bunlar olağan iştir. Siz şimdi gidip kardeşim
Şeyh Ali'den özür dileyin” dedi
ve geldiği yere döndü.
İki zaptiye Şeyh Ali'nin
yanına geldiler, eline ayağına sarıldılar:
“Aman Şeyhimiz! Bizi
affet. Biz hata ettik. Ama daha önce senin kim olduğunu bilememiştik” dediler. Böylece özür
dilemiş, hatalarını dile getirip gerçeği görmüş oldular.
Şeyh Ali bunların haline
baktı. “Her ne ise, zahmeti siz kendiniz çektiniz” dedi. Ve onları o gün
misafir etti. Beraberce her şeyi konuşup anlaştılar. Bursa ve kentin civarında
bulunan halkın bu iki kişiyi günlerce bekleyip durmaları kolay bir iş
olmuyordu.
Bu bakımdan Bursa'ya
erken gitmek, ıstırap çeken insanların ıstırabını dindirmek ve dertlilerin
derdine derman, yaralıların yaralarına merhem olmak icab ediyordu. Aliyyü's
Semerkandî çağırılan (davet edilen) Bursa'ya gitmek için kararını verdi.
Ahmed-i Kebir kardeşi Şeyh Ali Bursa'ya gitmek için hazırlık yaparken Buhara'ya
çoktan geri dönüp varmıştı. Belirli bir bölgede yerleşmiş bulunan Semerkant,
Buhara, Horasan, İsfahan ve Şiraz Şark'ın ün yapmış şehirleridir.
Günün birinde Ahmed-i
Kebir dünyadan veda etmeye hazırlandı. Şu fani dünyada ebedi kalan yoktu.
Şimdiye kadar dünyanın in
sanlarla dolup dolup
boşalması bunu gösteriyordu. Evet günün birinde Ahmed-i Kebir Hakk’a yürüdü ve
rahmetlik oldu. Aliyyü's Semerkandî’nin büyük kardeşi idi. Buhara'da
bulunmaktadır.
İki zaptiye Şeyh Ali
Semerkandî Hazretleri'nin kendileri ile Bursa'ya kadar gideceğini anlayınca çok
sevindi. Bu iki kişinin sevinci bir bayram havasını andırdı. El altından bir
köylü ile anlaşıp bu köylüyü (kendilerinden önce Bursa'ya haber ulaştırmak
üzere) yola çıkardılar. Köylü pürtelâş içinde yola koyuldu ve Bursa cihetine
hızla yöneldi. Bursa'ya varınca Padişah'a ve erkanına:
“Şifalı suyun ve bu su
sahibinin gelmekte olduğunu su sahibi Şeyh Ali Semerkandî’nin büyük bir zat
olduğunu, onu karşılamak için yola çıkmalarının (istikbâl etmelerinin)
gerektiğini”
anlatacaktı.
Anılan köylü adam bu
heyecanlı habere kâmil olarak yıldırım hızı ile dere tepe dümdüz gitti. Kısa
zamanda Bursa'ya vardı ve padişahı buldu, olanları ve olacak olanları anlattı.
Bu haber Bursa'da dalga dalga yayıldı, herkes ilgi gösterdi ve halk arasında
bir merak hissi uyandı.
“Bu su nasıl bir su, bu
zat nasıl bir zattır”
diye günün konusu tamamen bu olaydı.
Padişah; vezir vüzeranın
ve ilgili ülemanın katıldığı bir toplantı yaptı, durumu onlarla görüştü.
Görüşmede herkes fikrini söyledi ve Aliyyü's Semerkandî’nin Bursa'ya gelmekte
oluşu yetkili kişilerin dikkatini çekti. Bakalım sonuç nerde düğümlenecekti...
Fakat şunu bilmek lâzımdı ki Kibarı Evliya'dan çok muhteşem bir zat geliyordu.
Bundan dolayı Bursa kentinin insanları ne kadar iftihar etse azdı.
Vezirler ve âlimler
arasında bir kaynaşma başladı, tereddütlü anlar geçiriliyordu. Şeyh Ali bir
dereceye kadar biliniyordu ama bu şahıs nasıl bir zattır, ne yapar, ne eder ve
büyüklüğü nereden geliyor düşüncesi vüzeranın ve ulemanın aklını meşgul
ediyordu. Vezirler bu zatı açık delillerle anlamak istediler ve ortaya onun
büyüklüğünü çıkarabilecek ölçü atmak dilediler.
Vezirlerden biri: “İstikbâline
çıkacağımız Şeyh'in haber verildiği gibi büyüklüğünü ve derecesini anlayabilmek
için ona bir kaç sual sorarız veya çeşitli denemelerde bulunur, bu şekilde onu
imtihandan geçirmiş bulunuruz” dedi.
Vezirin bu teklifi kabul
edildi. O zamanlarda şöyle bir örf ve âdet vardı. Hazır vaziyette yetiştirilmiş
ve eğitilmiş arslanlar bulundurulurdu. Şehir bir istilaya ve herhangi bir
saldırıya uğrarsa hemen bu azgın arslanları bırakırlar, saldırganları
parçalattırırlardı.
İlgililer: “Şeyh
Ali'nin üzerine de bu arslanları bırakalım. Eğer büyük bir zat ve ermişlerden
ise belli olur. Yoksa kendini kurtarsın” dediler. Bu durumun hayallenmesi
bile insana ürperti veriyordu. Nasıl olacaktı bu iş...
Bir insanın üzerine
arslanların hücum etmesi nasıl izah edilebilir? Elbette arslanlar tarafından
hücuma uğrayan insanın parça parça olacağı ve kanlar içinde kalıp can vereceği
akla gelir.
Şeyh Ali arslanlarla
karşılaşacak, büyük bir denemeden geçmiş olacak... İlgililer böyle arzu
ettiler. Bakalım nasıl bir manzara tecelli edecek... Bu manzarayı duyupta merak
etmemek mümkün mü hiç... O heyecanlı manzara bekleniyor, Cenabı Hakkın bu
konudaki takdiri ibretle temaşa edilmek isteniyordu.
Arslanları Şeyh Ali
Semerkandî'nin geleceği yolun şehir başlangıcından bıraktılar. Arslanlar
kükreyerek ileri atılıp parçalayacakları adamı arıyorlardı sanki. Arslan
seslerini işitenler ve bu haberi işitenler o tarafa koşuşarak gidiyorlardı.
Koşuşanların kalbi eri mekik dokuyordu. Heyecanlı anlar bekleniyor, akılları
tırmalayan olayın seyredilmesi titrekli konuşmalara sahne oluyordu.
Aliyyü's Semerkandî
Bursa şehrinin sınırları içine girmiş, yanındaki görevlilerle uzun yolculuğun
sonuna gelmiş bulunuyorlardı. Muhterem veli Şeyh Ali uzaktan gözüktü ve
gözükünce vaki olacak olaya herkes yüksek yerlere tırmanıp oralardan seyretmek
istiyordu.
Biraz sonra arslanlar
Şeyh Ali'ye yaklaşmış olacaklardı. Arslanlar orayı burayı koklayarak, tozu
dumana katarak yol boyu yürüyüp gidiyorlardı. Böylece iki taraf dakikalar
geçtikçe birbirlerine yaklaşıyordu.
Şeyh Ali'nin yanındaki
adamlar arslanları uzaktan görür görmez yakınlarında olan ağaçlara tırmanmaya
başladılar. Ağaçların en yüksekte bulunan dallarına çıkıp oturdular. Her şeyin
bir anda toz duman içinde kalacağı, bu değerli zatın kanlar içinde can vereceği
sanılıyordu. Bu deneme ve imtihan çok ağır, hem manidardı.
O heybetli hayvanlar
Şeyh Ali Semerkandî'yi ilk görüşte donup kaldılar; üzerlerindeki korkulu
niteliği attılar ve âdeta mülayemet içinde bulunan bir kuzuya döndüler. İki
arka ayaklarının üzerine dikilip (sanki kendi cinsine selâm veren adam gibi)
selâma durdular. Bu ibretli manzarayı görenler başka bir şey değil, büyük
velînin kerametini seyrediyorlardı.
Şeyh Ali Semerkandî
arslanlara işaret edip: “Benimle bereber gelin” dedi. Arslanlar ona
harfiyen itiaat ediyorlardı. Hepsi birden Bursa'ya geldiler. Halk o gün şimdiye
kadar görmedikleri bir günü yaşıyordu. Herkes bir heyecanın tesiri altında idi.
İnsanlar Bursa'nın havasını değişik bir biçimde görüyorlardı.
Daha önceden varılan
kararlar tatbik ediliyor, zincirleme olarak Şeyh Ali Semerkandî denemeye ve
imtihana hedef kılmıyordu. Bursa'da bu muhterem zat iddia âmili olmak için
gözükmemişti. Dertlilerin dertlerine gerekli ilgiyi göstermek, mânevi doktorluk
görevini ve yetkisini ifa etmek için bulunuyordu. Amma ilgililer, yetkililer
durmuyorlar bu zatı sık sık sınama hevesine giriyorlardı. Şeyh Ali'yi ikinci
defa sınadılar.
Bir tabutun içine canlı
bir adam girdirip aynen bir cenaze gibi musalla taşma kodular. Bir cemaat
teşkil ederek Ali Semerkandî'yi cenaze namazını kıldırmaya davet ettiler. Bir
tertip eseri olduğu için cenaze namazının Şeyh Ali tarafından kaldırılması
ısrarla isteniyordu. Bu görev güya ona bir iltifat bir ikram imiş gibi teklif
edildi. Bu konuda tertipçiler renk vermek istemiyorlardı.
O büyük Veli'ye bu gibi
teklifler aniden yapılıyor, onun için emri vaki niteliğini taşıyordu. Evet:
“Aman Şeyhimiz bu
cenazenin namazını ne olur kıldırıver”
dediler. Ali Semerkandî cemaatin yanına vakarla yaklaşıp etrafını bir süzdü.
Her şeyi anlıyor ve denemeden geçtiğini açık bir biçimde keşfediyordu.
Cemaatle tabutun arasına
girip ayakta duran Ali Semerkandî cemaate yönünü döndü ve bir şeyler söyledi.
“Bu tabutta bulunan
şahsın namazı ölü niyeti ile mi, yoksa diri niyeti ile mi kılınacak?” dedi.
Cemaatin içinde bulunan
deneme tertibinin görevlilerinden bazıları:
“Yahu sen nasıl Şeyhsin?
Diri yani canlı adamın cenaze namazı kılınır mı? Bu nasıl olur?” dediler. Bunun üzerine
orada bulunanlar:
“Elbette cenaze namazı
ölüye kılınır”
diye hep bir ağızdan bağırıştılar.
Ali Semerkandî:
“Öyle ise ölü niyetine
kılalım”
dedi. Ve hazır bulunanların iştiraki ile namazı ölü niyetine niyet edip
kıldılar. Selâm verilip namazdan çıkıldıktan sonra orada bulunan tertipçiler
tabutun başına koşuştular.
Tabutu açtılar. Açtalar
ama ne görsünler... Tabutun içine koydukları sağ( canlı) adam çoktan ölmüş, ses
soluk yok, uzanmış cansız yatıyor.
Padişah konağına
götürülmek üzere Şeyh Ali'yi oraya davet ettiler ve: “Buyurun gidelim” dediler.
Fakat daha önce konağın merdiveninin bir tarafına yine Şeyh Ali'yi imtihan etme
kabilinden Kur'anı Kerim’i (Mushafı Şerifi) gizlilikle koymuşlardı. Şeyh Ali'ye
bu merdiveni gösterdiler.
“Buyurun buradan konağa
teşrif edin”
dediler.
Şeyh Ali Semerkandî
merdiveni ağır ağır çıkıyordu, Kur'anı Kerim'in konduğu yere gelince durdu,
hemen eğildi. Gizli tutulan yerden Kur'anı Kerim'i sanki eli ile koymuş gibi “Bismillah”
diyerek çıkarıp aldı.
“Yâ mübarek senin
üzerine basmam, senin yerin ayak altı değil, baş üstü” dedi.
Aliyyü's Semerkandî den
özür dileyen dileyene.
Bursa'da büyük küçük,
ihtiyar genç ve herkes Ali Semerkandî'nın büyük bir kişi olduğunu anladı. Şeyh
Ali'yi deneyenler ve imtihan edenler “Şeyh Ali büyük kişi” demekten
kendilerini alamıyorlardı. Allah'ın velisi Bursa'nın her yerinde Allah'ın izni
ile varlığını, kudretini ve salâhiyetini gösterdi.
Artık Bursa'dan bu
mübarek zatın ve getirdiği mübarek suyun hürmetine âfetler, tehlikeler ve
hastalıklar kalkıp gitmeye başladı. Rabbimiz böyle mukadder kılmıştı.
Ali Semerkandîyi doğruca
padişahın “Has” bahçesine götürdüler. Bu bahçede her çeşit çiçek, her
çeşit meyvalı meyvasız ağaç ve her çeşit nebadat bulunuyordu. Çekirgelerin
(haşerelerin) istilasına uğrayan bahçe uyuz hastalığına tutulup tüyü dökülen
hayvana dönmüştü. Âfet içinde eriyip akan bahçeye Ali Semerkandî bir göz attı.
Mübarek suyu bir kabın içine aktarıp bir ağaç dalına taktı ve dua etti.
Bir de ne görsünler...
Bir bulut görüntüsünde sığırcık kuşları.. Tabur tabur pike yapıyorlardı. Hızla
akın eden sığırcık kuşlarının karşısında çekirgeler (haşereler) hareketsiz
kalıyor, ya da onların çıkardıkları sesleri duymakla oldukları yerde (fevc
olup) gidiyorlardı. Bunu müteakip Bursa kentini saran hastalık âfeti olsun,
mahsulatı imha eden haşere belası yok olup gitti.
Şeyh Ali Semerkandî'nin
Bursa'ya teşrif etmesi ile âdeta bu ülkeye bereket ve huzur gelmişti. Onun için
Bursa'dan gönderilecek bir zat değildi. Bursa için velinimet olmuştu. Padişah
olsun, vezirler olsun artık “Şeyh Ali'yi bırakmayalım, yanımızda kalsın,
ondan istifade edelim ve o bizden, biz ondan ayrılmayalım” diyorlardı. Kim
istemez ki bu mübarek zatla bir arada bulunmayı... Ali Semerkandî'nin Bursa'ya
gelişi çok iyi oldu ve bundan herkes memnun kaldı.
Bursa Bursa olalı çok
şeye şahit olmuş, pek çok velilerin beşiği bulunmuş, fakat Şeyh Ali'nin burada
misafir olarak bulunması daha başka bir mânevi hava estirmiş idi. Elbette Şeyh
Ali'nin Bursa'da kalmasını Bursalılar candan arzu ettiler. Böyle bir büyük zatı
neden kaçırsınlardı.
Padişah yanı başında Ali
Semerkandî gibi büyük bir zatın vezir olarak bulunmasını istedi, zira onu çok
beğenip sevdi. Vezirler de istediler. Bursalılar Ali Semerkandî'nin meclisinde
bulunmak için can atıyorlardı. Bütün halk arasında bu konu söz konusu ediliyor,
konuşmalar çok yönlü olarak etrafa dalga dalga yayılıp gidiyordu. Şeyh Ali
Semerkandî'ye:
“Ne olur kabul buyur,
seni baş vezir yapalım”
dediler.
Bursa toprakları
üzerinde mânevi ağırlığı ile dolaşan büyük veliye pek büyük ikram ve izzette
bulunup saygı gösterdiler. Amma ne yaptılarsa hiç birine iltifat etmedi,
verdikleri dünyalıkları geri çevirdi ve vezirliği kabullenmedi. Çok uğraşıp
yalvardılar, lâkin ikna edemediler. Dünya malı, dünya makamı ve dünya tantanası
onun gönlünde yoktu. Şeyh Ali Semerkandî bunu etrafına toplanıp “Seni Veziri
Azam yapalım” diyenlerden çok iyi biliyordu. O manâ âleminin veziri idi. Bu
zatı dünyanın içinde bulunanlarla ikna edemeyeceklerini anlayan ilgililer
kabuklarına çekilip sükût etmeyi tercih ettiler.
Şeyh Ali Bursa'da
görevinin ve işinin sona erdiğini anlayınca oradan ayrılmayı gönlüne kodu.
İlgililerin dikkatini çekerek:
“Ben burda kalamam, müsaade
edin gideyim, çünkü vazifeliyim”
dedi. Her tarafa haber salıp Şeyh Ali'nin büyük bir veli olduğunu bildirdiler.
Aynı zamanda kendisinden sitayişle bahsettiler.
Şeyh Ali Semerkandî
Bursa'dan vedalaşıp ayrıldı. Ve yoluna revan oldu, görevinin başına döndü.
O'nun vazifesi irşat idi. Rum diyarının irşadı için gerekli sıkıntıya ve
ıstıraba katlanarak gösterilen hedefe doğru ilerliyordu. Bu bakımdan bu zatı
beşerî anlayışla bir yere bağlamaya zorlamak doğru olmazdı.
Bursa padişahı unutulan
zevatın listesinde yer almaması, herkes tarafından bilinmesi için Ali
Semerkandî hakkında bir kaydın yapılması için ferman eyledi. Bu zatı ilgililer
kayda aldılar, eseri tefsirler, namı müfessirler arasında yer aldı. Ali
Semerkandî yi ilim sahasında gerçek âlimler mutlaka bilirler.
Bursa'da “Çekirge
Hamamları” nın olduğu yere o gün bugün “Çekirge Semti” denir. Hattâ bu zat
Bursa kayıtlarında “Çekirge Şeyhi” diye bilinir. Bursa'da bir “Çekirge Şeyhi
Ali”, birde “Semerkandî Şeyh Ali” diye kayıtlarda konu edilir. Çamlıdere'de
“Şeyh Ali Semerkandî Külliyatında” mevcut İlâmati Şer'iyye'de (Beratta)
“Sığırcık Şeyhi” diye kayıt geçer. Aslında “Çekirge Şeyhi Ali”,
“Semerkandî Şeyh Ali” ve “Sığırcık Şeyhi Ali” bir şahıstır. Bu üç unvan
mübarek zat Şeyh Ali Semerkandî'nin zatına aittir. Kayıtlara muhtelif yönlü
ifâdelerle iliştirilmiş, ulema ve avam halk arasında ayrıntılı olarak söylene
gelmiştir.
Bereketli ömrü,
bereketli seyahati ve bereketli irşadı ile pek çok yerlere nüfuz eden Ali
Semerkandî Hazretleri hakkında derlenen, samimi olarak rivayet ve bilgilere
saygılı davranmak, hüsnü niyet ve hüsnüzanla bu zatın hatıratına bakmak en
çıkar yoldur.
Ehli kemâl olan Ali
Semerkandî Bursa'dan ayrıldı.
İnsanlara kerametleri
ile gözüken bir veli hakkında neler söyleniyor idi ise Aliyyü's Semerkandî
hakkında da o kadar çok şeyler söylenmiş, dillerde nakledile gelmiştir. Elbette
bir velinin hayatının teferruatını harfiyyen, noktası noktasına tesbit etmek ve
kayda geçirmek insan takatinin fevkında kalır.
“Dünyada hiç bir insanın
hayatı, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin hayatı kadar milimi milimine
tesbit edilmiş, gün ışığına çıkarılmış değildir”.
Aliyyü's Semerkandî
görünen tarafları ile karşılaştığı insanlar tarafından bilinmiş, mütevazi hali
ile muhtelif ülkelerde benzeri durumları konu edilmiştir. Bursa'dan Örenşar'a
dönüp gelen bu zat dünyanın hiç bir şeyinin etkisi altında kalmadığını, halkın
derdi ile hem dert olmak için halkın içinde olmaya devam edeceğini
göstermiştir.
Örenşar'da Sadeyaka
köyünün “Şeyhler” mahallesine muttasıl topraklarda bulunan mübarek suyun yanına
gelen Ali Semerkandî suyun civarında oralarda geçireceği son anlarını
yaşıyordu. Mübarek su Rum diyarında kıyamete kadar kalacaktı. Cenabı Allah'ın
takdiri böyle idi.
Şimdi dünyada bulunan
sular içinde mübarek sular:
1) Zemzem
(Mekkei Mükerreme'de)
2)
Şarktaki Sığırcık suyu (İsfahan ile Şiraz arasında. Şebrem Pınarında. Çekirge
Suyu namı ile de maruf).
3)
Anadolu'daki Sığırcık Suyu (Eskipazar ilçesine bağlı Sadeyaka köyünün Şeyhler
mahallesinde. Çekirge Suyu namı ile de maruf).
Ali Semerkandi'nin
Örenşar semtinden ayrılma zamanı yaklaşıyordu. Velilerin bir yerden bir yere
gitmesi veya hicret etmesi çeşitli hikmetlere dayanır. Bu zatın Örenşar'dan
yani mübarek suyun bulunduğu yerden ayrılması kendisine mânevi yönden
hissettirilmişti. Buradan nereye gidecekti acaba? Ali Semerkandî’ye dost
olanlar, ona hizmet edenler pişman olmadılar. Fakat ona ihanet edenler
süründüler.
Çatak köyü Kızılcahamam
ilçesine bağlıdır. Şeyh Ali Semerkandî Örenşar beldesinden ayrıldı, kaynayan,
kaynadığı yerden geri batan, toprakta (yeryüzünde) yedi adımdan ileri gitmeyen
mübarek suyu çıktığı yerde bıraktı. Doğdu dağında çomağı (çomçası) ile hasırını
da bıraktı. Bunlara benzer unutulması mümkün olmayan nice hatıralar bıraktı
oralarda.
Mübarek suyun bulunduğu
yerlerde bu zatla ve bu zatın konu edildiği hususlarda ibretiamiz neler
anlatılıyor neler... Allah'ın dostu Şeyh Ali, kerâmetleri ve hatıraları ile
birlikte unutulacak gibi değil ki... Oralardan güneşin batması gibi kayboldu.
Çatak köyüne teşrif eden
Şeyh Ali Semerkandî burayı benimsedi ve burada bir müddet iskân etti. Çatak'ta
ihtiyaca cevap verecek bir ibadethanenin yani caminin bulunmadığını gördü.
Buraya mutlaka bir cami lâzımdı, müslümanların müşterek olarak beş vakit bir
araya gelip namaz kılacakları yer camilerdir.
Şeyh Ali Semerkandî bu
hizmetlerin görülmesini üzerine aldı, hemen başladı ve kısa zamanda caminin
yapımını sona erdirdi. Aslında camiler ve mescidler yeryüzünde Cenabı Allah'ın
evleridir. Gerçek müminler camileri, mescidleri tamir ve ihya ederler.
İmansızlar ise yakıp yıkarak harap ederler.
Şüphesiz Cenabı Allah'a
itaat eden velilere, muhterem âbidlere mahlûklar itaat ederler. İtaat edilecek
mertebeye yükselenler basit ve günahkâr kişiler değildirler. Mahlûkat Allah'ın
dostlarını Allah'ın izni ile tanıyıp müşerref olabilirler. Gerçek mânada iman
ve inanç sahibi olmak lâzımdır, imansızlıktan kişiye bir fayda gelmez.
Rabbimiz velilere yetki
vermekte, bir veli yetkisine dayanarak icab ettiğinde kerametini
göstermektedir. Hayvanların dilinden anlayan, onlara emir veren ve onlara
hükmeden veliler vardır. Şeyh Ali Semerkandî hayvanların dilinden anlayan,
onlara gerektiğinde emir verip hükmeden velilerden biri idi. Bu mübarek zatın
bu halleri müşahede edilmiştir.
Çatak köyüne cami
yapılırken büyük veli Şeyh Ali Semerkandî yabanî hayvanlara taş taşıtmış,
onları bu caminin inşası hususunda hizmet görmeye yöneltmiştir. Hayvanlar Şeyh
Ali Semerkandî ye bihakkın itaat edip herhangi bir itirazda bulunmamışlardır.
Canla başla çalışan hayvanların o gün yapılan çatak (cuma) camiine katkıları
çok olmuştur.
Hayvanat Cenabı Allah'ın
sevgili kuluna itaat etmeyi Cenabı Allah'a itaat etmek olarak telakki ediyor,
onun işaretine dikkatle itina gösteriyor ve ona doğru koşuyordu. Çok geçmeden
bahsi geçen caminin inşaah sona erdi. Bundan hayvanlar dâhil herkes memnundu ve
büyük hizmet görülmüş bulunuyordu.
O gün bugün Çatak'ta
Cuma camii mevcudiyetini korumakta, aynı yerde Cuma namazının kılınması
sürdürülmektedir.
Şeyh Ali Semerkandî
Çatak'ta iken birgün bir hâl değişikliği ile gözüktü. O gün kollarını sıvadı,
celalli bir şekilde kendine heybet verdi. Bir şeyler yapacağa benziyordu.
Şeyh Ali Semerkandî
abdest aldı, namaz kılmaya hazırlanıyordu. Namaza duracağı sırada bir baktı ki
gözünün görebildiği yerde İslâm ordusu ile düşman ordusu karşı karşıya gelmiş,
ama İslâm ordusu düşman ordusu tarafından kuşatılmıştı. Bu büyük veli Çatak'ta
gözüküyordu ya her şeyi ile kuşatılmış imdat isteyen İslâm ordusunun yanında
idi.
Müslüman askerler nerde
ise mağlup olacaktı. Olduğu yerden fırlayan mübarek zat Şeyh Ali Semerkandî
asasını eline alıp çalıları çırpıları keser gibi iki tarafa sallamaya başladı.
Çalıları kırıp geçiriyordu. Görenler ona gülüyordu. Meğer Şeyh Ali Müslüman
askerlerinin yanında harbe girmişti. Düşmanları yerden yere sermişti.
Şeyh Ali Müslüman
askerlerine mânevi babta yardıma gitmiş idi. Şeyh Ali'yi askerlerden görenler
olmuş. Onu çalıları sallarken gören Çataklılar ise: “Yine ne yapıyor bu
derviş! Delirdi mi yoksa... Eli kolu sıvamış, asasıyla çalıları çırpıları
kırıyor” demişler. Demişler ama ne bilsinler o büyük zatın ne yaptığını...
Aynı savaşta Çatak'tan
“Bayram” isminde bir asker bulunuyordu. Bu asker bu savaşta Şeyh Ali'nin elinde
kılıç olduğunu, bütün düşmanları kırıp geçirdiğini, bundan böyle Müslümanların
(İslâm ordusunun) galip geldiğini görüp olanları defterine yazmıştır. Asker
dönüşü köye gelince hepsini anlatmıştır.
Asker Bayram köylerinde
cami yapan bu mübarek zatı kolu sıvalı bir şekilde ve elinde kılıç olduğu halde
düşman ordusunun üzerine yürüdüğünü ibret ve heyecanla seyretmiş, İslâm
ordusunu kuşatan düşman ordusu neye uğradığını bilemeyip çil yavrusu gibi
darmadağın olmuş, perişan bir vaziyette yenilgiye uğramıştır. Böylece
Müslümanlar galip gelmişlerdir. .
Savaşta bulunan imanlı
asker Mehmetçik “Bayram” savaş sona erince hatıratını günü gününe yazıyor, Şeyh
Ali Semerkandî’nin savaşa iştirak ettiği tarihi de kaydediyor. Asker Bayram
düşünüyor kendi kendine bir manâ veremiyor ve her şeyi oluruna bırakıp köye
dönünce askerlik hatıralarını dinleyenlere anlatmak üzere akımın gizli
köşelerinde saklıyor.
Bayram gel zaman git
zaman köyü bulunan Çatak'a dönüp geliyor. Bayram savaş meydanlarında canını
dişine takarak düşmanla vuruşmuş, alın teri dökmüş, olanca gücünü kullanmış,
vatanını korumak için elinden geleni yapmış bir asker. Bayram, Şeyh Ali
Semerkandî’nin ne kadar büyük bir zat olduğunu düşündükçe düşünüyordu,
Asker Bayram askerlik
görevinden dönüp gelince başından geçenleri anlatırken bir ara Çatak'ta cami
yaptıran Şeyh Ali Semerkandî’den de bahsetti. “Düşman ordusu ile çarpışan
Müslüman askerlerin yanında çarpıştı. Düşman askerini kırıp geçirdi. Düşman
ordusu müthiş bir yenilgiye uğradı. Mağlûp olan düşman kuvvetleri hezimete
uğradı. Şeyh Ali Semerkandî sayesinde İslâm ordusu galip geldi. Bu durumları
gözlerimle görüp defterime kaydettim” dedi.
Asker Bayram'ın bu
sözleri Çatak köyünde sanki bir bomba gibi patladı. Herkes hayret etti.
Bilhassa Şeyh Ali Semerkandîye önem vermeyip dudak bükenler utançlarından yere
baktılar.
“Hor görme haraba ehlini
Hazine anın içinde yatar”.
Kim bilir Şeyh Ali
Semerkandî yi dış görünüşü ile değerlendirmeye kalkanlar onu bir hiçten ibaret
mi sanmışlardı... O'na çobandır, derviştir, kılığı kıyafeti tantanalı süslü
püslü değildir diye hatalı ve menfi bir düşünce ile bakmışlardı. Ona menfi
kanaatlarla bakanlar şaşkına döndüler.
Bu olay karşısında
paniğe kapıldılar, vicdan azabı içindi boğulur gibi olanlar gidip Şeyh Ali
Semerkandî'den özür dilemek hevesine kapıldılar. Artık özür dilemekten başka
çare yoktu. Özür dilemeyi iyi akıl ettiler. Bir insan özür dilemekle küçülmez,
aksine büyür ve faziletli olur.
Gönüllerince Şeyh Ali
Semerkandî den özür dilediler ama bu özür dileme Şeyh Ali'nin yüzüne karşı
olmadı. Çünkü Şeyh Ali'nin Çatak'ta kalması sona ermiş bulunuyor ve belki
buradan ayrılmış bulunuyordu. Şeyh Ali Çatak'tan nereye gidecekti ve yolculuğu
hangi kente idi... Bunu bilemiyorlardı.
Çatak köyünün ilerde
gelenleri uykudan uyanmış gibi hareket ediyorlar, birbirlerine mahalli şiveleri
ile ileri geri lâflar patlatıyorlardı. Aslında Çataldılar büyük bir derde
düşmüşler, Şeyh Ali Semerkandî'yi tam anlayamadıkları ve o'na gerçek mâna da
alâka gösterip hizmet edemedikleri için ıstırap çekiyorlar, ne yapacaklarını
bilemiyorlardı.
İlerde gelen kodamanlar
köyün meydanlığında toplandılar.
“Yahu o gün, Allah daha
iyi bilir ya, biz Şeyh Ali'yi kolu sıvalı görmüştük. Gördüğümüz yerde bulunan
çalı çırpıları elindeki asası ile kırıyordu. Biz bu adam ne yapıyor, delirdi mi
diye eğlenmiştik”
dediler.
Sözlerine devamla:
“Şeyh Ali'nin yanına
hemen gidelim. Kendinden özür dileyelim. Elini ayağını öpelim” dediler. Evet hakikati
görüp gafletten uyandılar. Bu uyanış iyi bir şeydi ama biraz geç uyanışa
benziyordu. Akıllarının başlarına gelmesi, Şeyh Ali'den özür dilemeye
kalkmaları soylu bir davranıştı, yabana atılmazdı.
O'nu aramaya çıkanlar
özür dileme niyeti ile oraya buraya ürkek ürkek bakıp duruyorlardı. Bir velinin
bir anda gözden kaybolup gideceğini bilmek ve bu durumu iyi hesaplamak
lâzımdır. Veliler için uzak ve yakın diye bir mefhum sırası gelince söz konusu
olmaz. Çataklılar o devirde bunu belki anlayamamış olabilirlerdi. O devirde
Anadolu'nun her tarafı yeni yeni İslâm'a ısınıyordu.
Çataklılar hep birden
caminin bulunduğu yere geldiler. Amma ne görsünler... Şeyh Ali yerinde yok...
Nereye gitti acaba?. Oraya baktılar, buraya göz attılar. Allah'ın sevgili dostu
Şeyh Ali Semerkandî göze görünen yerlerde yoktu. Bir yere gitmişti, mutlaka bir
yerde idi lâkin o an için Çataklılar göremiyorlardı.
Acaba Şeyh Ali
Semerkandî den özür dilemek için geç mi kalmışlardı?.. Özür dilemek için
Çataklılar'ın yola çıkmaları çok iyi bir şeydi. Yalnız tevbe etmek, özür
dilemek gibi konularda geç kalmamak icab eder. Eğer Çatak'ta Şeyh Ali'yi
bulamazlarsa geç kaldıklarını anlamış olacaklardı.
Aradılar taradılar Şeyh
Ali'yi bulamadılar, iyice anlaşıldı ki Şeyh Ali Çatak'tan ayrılıp bir başka
yere gitmiş idi. Şeyh Ali'yi arayıpta bulamayanların hali, bir şey ümit edipte
eli boş dönenlerin haline benzedi. Büyük veli bir hikmete mebni Çatak'tan
ayrıldı. Her halde o günün Çatak halkı Şeyh Ali'ye karşı daha önceki münasip
gördükleri sözleri, tutum ve davranışları ile başbaşa kaldı.
Örenşar'da Şeyh Ali'nin
gönlünü incitenler zamanla pişmanlık duymuş olsalar gerek. Bursa'dan gönderilen
üç subayın ne hallere düştüklerini biliyoruz. Bunlardan ibret almak icab eder.
Ve aynı hatayı yapmamak gerekir. Sonra çeşme başında bulunan bir kadının abdest
almak için su istediğinde Şeyh Ali'yi tersleyip hakir görmesi ve su vermemesi
ile bu mübarek zatın gönlünü incitmiştir. Sonra bu kadın, bu kadınla aynı
fikirde olanların ve nesillerinin acı hallere düştüğünü biliyoruz.
İnsan olarak, bilhassa
Müslüman olarak Cenabı Allah'ın mahlûklarına, mübarek kullarına karşı yıkıcı
olarak değil, yapıcı olarak davranmalıyız, insanlar vahşî hayvanların sıfatları
ile muttasıf olmaya çalışmamalıdırlar. Müslümanlar halim selim ve iyiliksever
kimselerdir.
Şeyh Ali Semerkandî
kendine hatalı hareket edenleri Allah'a havale ederek yollara düşmüş, Allah
yolunda ayaklarını, tozlandırmış, tozlanan ayakları ile hicret etmesini
bilmiştir.
Şeyh Ali Semerkandî
Hazretleri ayaklarının Cenabı Allah'ın yolunda tozlanmasını gönülden arzu etmiş
ki Allah için diyar diyar dolaşıyor, irşat metodu ile İslâmî yayıyor ve
hakikati bihakkın yaşıyordu, insanların gönlünü alıyor, onlara yakın olmak,
onlara gerçekleri aktarmak için kendini onlara, onlardan bir parça olarak
gösteriyordu. O'nun gittiği kent ve köylerde hayvan otlatması çok anlamlıdır.
Şeyh Ali Çamlıdere'ye
gelecekti, burası son yurdu olacaktı. Yani Çamlıdere'den öbür âleme göçecekti.
Çünkü dünyada her canlıyı vakti gelince ölüm ziyaret ediyordu. Bir gün mutlaka
ölüm Şeyh Ali'yi de ziyaret edecekti. Bu muhterem zat çok çeşit insanlarla
görüşmüş, devlet adamları ile tanışmış, onlardan çok cazibeli teklifler almış
ama Çamlıdere'yi ve civarını mesken edinmek üzere tercih etmiştir.
Kuş tüyünden yapılmış
yatakta gaflet içine girip yatmakla Cennetin bulunamayacağını bilenler Şeyh Ali
Semerkandî’nin Çamlıdere'ye teşrif edip buradan köprü kurarak “Berzah âlemine”
naklolduğunu çok iyi değerlendirmelidirler. Belki Çatak köyünden Şeyh Ali
Semerkandî için dünyada pek çok gidilecek yerler vardı ama bu zatın
Çamlıdere'ye gelip yerleşmesi pek çok hikmetlere isnat etmektedir.
Çataldılar Şeyh Ali'yi
bulamadılar, mübarek zat Çamlıdere'ye gitmişti. Şüphesiz Şeyh Ali kendi başına
buyruk değildi, bağlı bulunduğu bir merci vardı. Veliler silsilesinde yeri
belli idi, nereye sorumlu ise oraya yönelerek ve oraya danışarak iş yapıyordu.
Nihayet Çatak'tan gitmesi yani yerini değiştirmesi için emir aldı ve kendisine
yol göründü.
Velilere ve velilerin
durum ve davranışına dünya ve akıl kanunları ile müdahale edilemez. Çünkü
veliler “Ehli Şeriattir”. Ehli Şeriata hakaret nazarı ile bakmak arif ve kâmil
insan işi değildir.
Aliyyü's Semerkandî
Hazretleri Çatak'tan ayrılmadan önce daima yanında bulundurduğu ve ihtiyacında
kullandığı “Saçayağını” kerameti tariki ile fırlatması emrolundu. Bu “Sacayağı”
nereye gidip oturursa Aliyyü's Semerkandî oraya gidip yerleşecekti.
“Sacayağını” fırlattı, “Sacayağı” gelip Çamlıdere'ye oturdu ve bunun üzerine
Aliyyü's Semerkandî gelip Çamlıdere'ye yerleşti.
Bazı veliler tarihte
böyle bir hal ile yer değiştirmişler, fırlattıkları eşya veya malzemelerinin
düştüğü yere gidip yerleşmişler ve orada irtihal etmişlerdir. Bu durum Cenabı
Allah'ın takdir buyurduğu hikmetlerden biridir. Veliler ordusunun karşılaştığı
ibretli bir manzara ve ibretli bir tecelliyattır.
Asırlarca önce Çamlıdere
çok küçük bir karye idi. Bu bakımdan Çamlıdere'nin kuruluşu çok eskidir.
Vaktile Çamlıdere'nin içinden geçen kuru derenin sağ yamacında “Yayalar” adı
verilen 3040 hanelik bir köy, derenin sol kısmında 810 hanelik bir topluluk
vardı. Bu kısım “Kuzören” namı ile anılırdı. Şeyh Ali Semerkandî önce Yayalar
köyüne gelip iskân etmiş idi. Sonra Kuzören yakasına geçti, burada iskân etmeye
başladı. Şeyh Ali Semerkandî’nin ismine atfen buraya “Şeyhler” adı verildi:
Burası bu ismi asırlarca taşıdı. Şeyhler zamanla çok genişleyip büyümüştür.
Zamanla Yayalar köyü buraya katılıp buranın bir mahallesi haline gelmiştir.
Şeyhler ismi daha sonra değişerek “Çamlıdere” olmuştur.
Kuruluşu bu şekilde olan
Çamlıdere idari bakımdan önceleri Çorba'ya (Pazar'a) bağlı bir karye iken Hicrî
1314 tarihinde Bucak oldu. Hicrî 1326 yılından önce Belediye teşkilâtı kuruldu.
1915-1916 yıllarında Kızılcahamam'a bağlandı. Nihayet 27/11 /1955 tarihinde
6191 sayılı kanunla ilçe oldu.
Çamlıdere ilçesinde Oğuz
boylarının isimlerini taşıyan Bayındır, Buğralar, Bükeler, Peçenek gibi
köylerin bulunması bu köylerin Orta Asya'dan gelen TürkJer tarafından
kuruldukları anlaşılmaktadır.
Evet Çamlıdere'ye teşrif
eden Şeyh Ali Semerkandîye buradaki yaşayan insanlar tarafından hüsnü kabûl
gösterilmiştir. Çamlıdere'ye yerleştikten sonra hizmetlerini sonuna kadar
burada devam ettirmiştir. Çamlıdere'de manevi sahada olsun, ilmî sahada olsun
sonsuz hizmetler görmüştür.
Velilere keramet tariki
ile verilen yetki ve kabiliyetten biri de ilgili velinin ateşte yanmamasıdır.
Şeyh Ali Semerkandî böyle bir deneme ile de karşılaşıp kerametini biiznillah
tecelli ettirmiştir, içi ateş dolu fırına girip (veya girdirilip) oturmuş,
yanmamıştır. Bu şekilde keramet izhar eden kutuplar vardır/ ) Şeyh Ali fırından
sapasağlam çıkmıştır.
İmansızın biri
velilerden birine yaklaşıp:
“Ey pir! Duyduğuma göre
bizim gireceğimiz cehenneme siz de girecekmişsiniz. O zaman aramızda ne fark
kalır ve bu nasıl olur?”
dedi. Allah'ın velisi bu
imansızı ateşle dolu bir fırının önüne kadar götürdü. Kendi elbisesinden bir
parça, bir parça da imansızın elbisesinden kesip fırının içine attı. Fırının
ateşi sönüp bittikten sonra baktılar ki imansızın elbisesinden kesilip atılan
parça kül olmuş. Fakat Allah'ın velisinin elbisesinden kesilip atılan parça olduğu
gibi duruyor, ateş hiç dokunmamış. Veli imansıza dönerek:
“İşte Cehennem'de
sizinle bizim aramızdaki fark buna benzer” dedi. Mü'minler cehenneme (yanmayan elbise
şeklinde) girdikleri gibi, imansızların cehenneme girmeleri de yanan elbise
parçası gibidir. İmansız bu manzara ve ibretli olay karşısında hemen iman
etti.
Şeyh Ali Semerkandînin
ateşte yanmadığını gören kimseler, O'nun büyüklüğünü takdir eden kişiler, O'nun
yanında olup ondan müstefid olmuşlardır. Her bakımdan Çamlıdere'ye ilim irfan
ağacını diken Şeyh Ali Semerkandî Çamlıdere'de ve pek çok ülkelerde unutulması
mümkün olmayan simalar seviyesinde kalmaya devam etmiştir.
Şeyh Ali Semerkandî
Yayalar mahallesinden Kuzören yakasına geçince Kuzören “Şeyhler” ismine
çevrildi. Bundan sonra Kuzören'e Şeyhler denmeye başlandı. Bu isim
Çamlıdere'nin uzun süre sayılıp sevilen namı olarak kulaklarda çınladı. Şeyhler
Çamlıdere'nin nüvesini teşkil ederek büyüyüp gelişmiştir.
Uzun yıllar Şeyhler'de
ikâmet eden muhterem Aliyyü's Semerkandî Çamlıdere'yi ilim, irfan ve fazilet
beşiği yapmış, hizmeti unutulması mümkün olmayan, ciğerlere ferahlık veren
tatlı bir havaya girmiştir. Bu zatın ünü ve namı ülkeleri aşmış, şöhreti
dalgalar halinde her tarafa yayılıp gitmiştir.
Hazreti Pirin
hizmetlerini iki bölümde açık olarak görüyoruz:
1) Manevî sahayı kaplayan hizmetleri,
2) İlim yolu ile dalgalanan hizmetleri.
İrşat görevi ile ülkeler
aşan Şeyh Ali'nin ilme hizmeti ilgi çekici bir düzeydedir. Zaten ilim İslâm'ın
hayatıdır. Cenabı Allah'ın dostları ilmin karşısında olmayıp ilmi arının bal
ürettiği gibi üretmişler, insanlar için faydalı hale sokmuşlardır. İlmi ile
amel eden imanlı âlimlerin İndi İlâhı'de dereceleri çok yüksektir.
Şeyh Ali Semerkandî'nin
babası ve annesi pak ve temiz kimselerdi. Annesi hafıza, saliha ve afife idi.
Bir gün ve bir gecede Kur'ânı Kerim'i hatmettiği olurdu. Bu değerli hatun
taharetsiz hiç gezmezdi
Annesi Şeyh Ali
Semerkandî'nin büyük bir zat olacağını anlıyordu. Onun için Şeyh Ali
Semerkandî'den Cenabı Allah'ın indinde makbul olan büyüklük ümit etmiştir.
Çünkü annesi Şeyh Ali Semerkandî ye hamile iken çok dikkat etmiş, hamileliği
devresinde hiç taharetsiz bulunmamıştır Aynı zamanda hiç abdestsiz meme
vermemiş, midesine haram lokma yani şüpheli şey göndermemiştir.
Şeyh Ali Semerkandî
anlayışlı, akıllı, kavrayışlı ve çok keskin zekâlı idi. Yedi yaşma kadar
dikkati çeken güzel halleri ile geldi. 7 yaşında iken büyük başarı elde etti.
Mübarek kitabımız Kur'anı Kerim'in tamamını ezberledi ve hafız olma şerefine
erdi.
Nihayet 12 yaşına baliğ
oldu. Yine bu yaşta değerli bir başarı elde etti. 10 kıraeti ezberine aldı.
Aklî ilimler konusunda süratlendi ve hızla ilerledi. Yükseldikçe yükseldi.
Kur'ânı Kerim'i çok iyi anlıyor ve çok güzel anlatıyordu. Hattâ Kur'ânı
Azimüşşanı iki defa tefsir etmekle padişahların ve âlimlerin dikkatini çekmiş,
kendine taş atanları mahcup etmiştir.
Şeyh Ali Semerkandî
âlimleri zaman zaman uyarır ve yanıldıkları, hata ettikleri mesele ve
mevzularda onlara gayet lâtif ve nazik biçimde itiraz ederdi. Şeyh Ali
Semerkandî’nin bu muazzam dikkatine ve İlmî muhakemesine babası muttali oldu,
sevincinden hayran kaldı. Müstecab dualarda bulundu:
“Yâ ariflerin tacı, Cenabı
Allah'ın yardımı senin üzerine olsun”
dedi.
Kabei Muazzama'da
kaldığı müddetçe Arabî lisana tam vakıf oldu. Kabilelerin bütün lûgâtlarını
zihnine aldı, fasih olanı fasih olmayandan ayırıp çıkardı. Zamanla Tefsir
ilmini tahsil etti ve Hadis ilmini öğrendi. Buharî ve Müslim Hadisleri
konusunda gerekli bilgileri ezber etti.
Okudu, durmadan okudu.
Âlimlerin büyüklerinden icazet aldı. İlim tahsilinde çok ileri bir seviyeye
yükseldi. Aldığı icazet bir tane değil, pek çoktur. Çeşitli kentleri gezerek
birçok yıl durmadan ilim öğrenmiş, kemâle ermiş ve sahibi salahiyet olmuştur.
Yani en büyük bilginlerden olmuştur.
Zamanında hiç bir bilgin
Şeyh Ali Semerkandî ile aklî ve naklî bilgiler konusunda tartışmağa ve mübahase
etmeye muktedir değildi. Geldiği ve uğradığı memleketlerde olan hükemâ, ukelâ,
ulema ve fudalâ Şeyh Ali Semerkandî’nin bilgisine ve faziletine hayran kalıp
gıpta ederlerdi. Hattâ çok beğendiklerini gizleyemeyip açığa vururlardı.
Şeyh Ali Semerkandî her
ilim dalında çok bilgin oldu. Birçok zaman okutmakla uğraştı ve halka birçok
ilimler öğretti. Kendini padişahlardan ve dünya makamı için takip edenlerden
gizledi. Çamlıdere gibi bidayette pek küçük bir karyeye tırmanıp sığınması bu
prensip ve esasa dayanır. Padişahların dünyevi teklif ve iltifatlarını alıp bir
taç olarak başına komadı, böyle şeye tenezzül etmedi. Bazı yerleri tenha bulup
gizlendiği varittir.
Aliyyü's Semerkandî
Hazretleri'nin pek çok ülkeleri gezip irşat ettiği malûm. En son olarak
Çamlıdere topraklarında hayatını hitama erdirip ömrünün sonuna ölüm (mezar)
denen noktayı burada koymuştur. Maddeye yani paraya, mala mülke ve mansıba hiç
önem vermediği gibi yüzünü dönüp bile bakmayan Büyük Veli Şeyh Ali Semerkandî
Çamlıdere'ye (bu beldenin kadirşinas nesline) manevî miraslar bırakmıştır.
Bıraktıklarından bazıları:
1) Tefsir kitabı (Bahru'l Ulüm = Kur'an
tefsiri),
2) Mai Mübarek (Çekirge veya Sığırcık Suyu),
3) Sacayağı,
4) Medrese tedrisaü,
5) İrşad metodu,
6) İlim anlayışı,
7) Tevazû prensibi,
8) Şeyh unvanı,
9) Meşayih silsilesi,
10) Hulefâ silsilesi,'
11) Mânevi evlatlık rütbesi,
12) Günahı gerektiren hallerin men'i,
13) Tekke ve Dergâh teşkilatı,
14) İlgi toplayan itibar,
15) Tavizsiz İslâmî yaşayış.
Bu kadar miras bırakan
Şeyh Ali Semerkandî Hazretleri basit bir kişi değil, büyük bir velidir.
Hizmetlerini Çamlıdere'de sürdüren Şeyh Ali ömrünün sonuna gelmiş bulunuyordu:
Aliyyû's Semerkandî de
bir fâni idi, çünkü baki olan Cenabı Allah'tır. Her canlı ölümü tatmakta, hiç
bir canlı ölümden kaçıp kurtulamamaktadır. Ömrünün sonuna gelen Şeyh Ali
Çamlıdere'den Berzah âlemine uçup gidecekti. Çünkü Cenabı Allah böyle takdir
buyurmuştu.
Şeyh Ali artık
Çamlıdere'de her teşkilatını kurmuş, onun adına bu teşkilatlan yürütecek
halifelerini, şeyhlerini ve ulemasını tensip etmişti. Çamlıdere'nin geleceği
parlak idi bundan sonra. Çünkü kıyamete kadar Çamlıdere bağrında büyük bir zatı
taşıyacaktı. Bu şerefte ona yetecekti.
Padişahların oturdukları
büyük ve tantanalı şehirleri bir tarafa bırakıp Çamlıdere'de yaşamayı ve
Çamlıdere'nin garip topraklarında yatmayı tercih eden Şeyh Ali Semerkandî her
an berzah âlemine (kabir denen bir başka eve) taşınmayı zihninde tasarlıyordu.
Çamlıdere onun füyûzatı ile tam kıvamına girmiş, kemalât yükünü almış ve
insanları sayıca artmıştı.
Şeyh Ali'nin yaranları
onu sık sık ziyaret etn.eye başlamışlardı. Çamlıdere beldesi, başka beldeler ve
belki bütün aünya Ali Semerkandî’nin vefatına ilgi duyuyorlardı ne malûm. Bu
zat için ölüm anında hüzün bahis konusu değildi. Çünkü Evliyaullah'tandı.
Velilere bir hüzün ve bir korku yok idi.
Hicrî sene 862 idi.
Milâdî sene ise 1442 idi. Şeyh Ali Semerkandî 142 yaşına ulaşmıştı. Ankara
civarı ki Yabanabat kazası ve bu kazaya bağlı nahiyelere merbut “Şeyhler =
Kuzören = Çamlıdere” karyesi. Büyük bir veliyi, büyük bir âlimi ve kutubu
üzerinde taşıyordu. Son demlerini yaşayan Şeyh Ali Semerkandî anılan tarihlerde
Ankara'ya civar olan Çamlıdere'de Hakk’a yürüdü.
Şeyh Ali Semerkandî
şimdi Çamlıdere'de medfundur, türbesi Çamlıdere kabristanının orta yerinde
bulunmaktadır.
Cenabı Allah'ın velileri
Allah yolunda Allah için şunları terk ettiler:
1) Evlerini,
2) Yurtlarını,
3) Yakınlarını,
4) Mallarım,
5) Ailelerini.
Osmanlı padişahları Şeyh
Ali Semerkandî'yi, O'nun medfun bulunduğu Yabanabat kazasına tabi Şeyhler
(Çamlıdere) karyesini biliyorlardı. Bu bakımdan ilgi göstermişler, Çamlıdere'de
yaşayan O'nun manevi evlatlarını bazı mükellefiyetlerden muaf tutmuşlardır. Bu
konuda verilen “serbestnameler” padişahların, (Şeyhülislâmların fetvaları ve
tavsiyeleri üzere ilgilendiklerini, ilgililerin gerekli müsbet ve müfid
muamelelerde bulunduklarını gösteriyor. (Hicrî 1399 yılına göre) 166 yıl önce
Yabanabat kadısı bu kayıtları bizzat görmüş “Hazine-i Amire'de Mahfuz
Mevkufat Defterlerine” kayd edilmiş bulunduğunu tesbit etmiştir.
Bundan böyle Çamlıdere
Harbi Umumiye'ye kadar vergiden, Medresesinde okuyan talebeler (mollalar)
askerlikten muaf idi: Onun için bu gerçekler Aliyyü'sSemerkandî'nin
Çamlıdere'de yattığını, Yabanabat kadısının Konya'da görülen Karamanlıların
(geri çevrilen) iddialarını bildiğini, Çamlıdereliler'in (Şeyhler karyesine
mensup kişilerin) tasvip gören savunmalarını bir nevi belgelere dayanarak sergilemektedir.
Padişahlar ve ilgili makamlar tahsildarların Çamlıdere'ye gidip halkı vergi
ödemek için zorlamamalarını kayda geçip serbestnameler yazmışlar, zaman zaman
görevlileri uyarmışlardır.
Bu konuda Sultan Mustafa
Han, Sultan Abdulhamit Han, Sultan Selim Han, Sultan Mahmut Han Sanî ve benzeri
padişahlar zamanında Çamlıdere ile ilgili vergilerin alınmaması, böylece Şeyh
Ali Semerkandî Hazretleri'nin manevî evlatlarının incitilmemesi ve rencide
edilmemesi için kati ve kesin emirler verilmiştir. Yabanabat kadısı bunları hep
gözden geçirmiş, bu emirlere istinaden Şeyh Ali Semerkandî Hazretleri'nin
Çamlıdere'de (Şeyhler'de) medfun bulunduğuna değinerek ayni istikamette karar
vermiştir.
Bu beldeye padişahların,
devlet erkanının, şeyhülislâmlığın ve âlimlerin resmen ve hususiyyeten ilgi
göstermeleri ve belgeler muvacehesinde dikkati çeken emirlerin verilmesi az ve
basit bir şey değildir. Çamlıdere'ye önem veren devlet adamları ve salahiyetli
makamlar boşuna önem vermemişlerdir. Burada manâ âleminin sultanlarından çok
değerli Şeyh Ali Semerkandî Hazretleri yatıyor da onun için. Zaman zaman
alâkalılarca padişahlara belgeler ve eserler takdim edilmiş, meşihatta bu konu
incelendiğinde padişahların Çamlıdere üzerine dikkatleri çekilmiş Çamlıdere'de
yatan Hz. Ömer'in torunu Şeyh Ali Semerkandî hakkında ne kadar saygı gösterilse
azdır denilmiştir.
Mâi mübârekin dünyanın
acibelerinden biri olduğu şüphesizdir. Bu suda diğer sularda bulunmayan kuvvet
ve keyfiyet vardır. “Maü’l Cerad” veya “Sığırcık Suyu” namı ile ve meşhur suda
Cenabı Allah'ın Evliyasından Şeyh Ali Semerkandî Hazretleri'nin feyizli ve
tesirli nefesi ve müstecab duası bulunmaktadır.
Mâi mübâreke saygılı
davranmak icab eder. Bu su içilir, fakat onunla abdest alınmaz ve yıkanılmaz.
Bilhassa belden aşağıya sürülmez.
Dünyada malûm olan üç
mübarek su vardır. Biri Mekke'de “Zemzem” suyu. Biri İsfahan ile Şiraz arasında
Şebrem'de. Biride Çankırı'nın Eskipazar kazasına bağlı Sadeyaka köyünün
“Şıhlar” mahallesinin sınırları içindedir. (Mahallenin biraz ilerisinde).
Müstakil olarak bulunuyor. Üstü örtülü. Bina halinde bulunan çatının içinde.
Betonlaşmış bir su kuyusu görünümünde, ön tarafı tel örgü ile çevrilidir ve
çimenliktir. Yakınında Cuma Camii vardır. Bu suyun sahibi ve yetkilisi Şeyh Ali
Semerkandî Hazretleridir. Şeyh Ali Semerkandî burada uzun müddet kalmıştır.
Bu sudan başka yerlere
götürüleceği zaman şifasının müessir olması, muradın faydalı yönde tecelli
etmesi bakımından Hak Teâlâ Hazretleri için şükür kurbanı kesilmesi
yaygınlaşmıştır. Onun için :
“Bu su kurbansız gitmez,
gitsede tesirini göstermez”
düşüncesi hâkimdir. Şeyh Ali Semerkandî Hazretleri, mübarek suya: “Ya
mübarek!” Kurbansız gitme ki kıymetin takdir edilsin” demiştir. Mübarek
sudan inancı kuvvetli ve niyeti halis olanlar istifade edebilmektedirler.
Mâi mübarek Çerkeş,
Gerede ve Eskipazar ilçelerinin çevrelediği orta yerde bulunmaktadır. Doğusunda
Çerkeş, batısında Gerede ve kuzeyinde Eskipazar yer almaktadır. Şifâ kasdı ile
bu pınardan su götürüleceği zaman Şeyh Ali Semerkandî’nin Çamlıdere'deki manevî
evlatlarının öncülüğü ile götürülebilmektedir. Çünkü Şeyh Ali Semerkandî
Hazretleri suya:
“Şifâ ve deva tesirini
ehlimin eli ile göster”
diye dua etmiştir.
Talip olanlar
Çamlıdere'ye gelirler, Şeyh Ali Semerkandî evlatları arasında kur'a (ad)
çekilir. Kime çıkarsa, talip olanlar onu suya götürürler. Suyun başında kurban
kesilir ve Yasin-i Şerif okunur. O götürülen kişi usûlüne göre sudan alır.
Birlikte âfet bölgesine giderler. Biiznillah (mukadder ise) âfet ortadan
kalkar.
Bir yerde bulunan
mahsulata çekirge ve benzeri zararlı haşere âfeti musallat olduğu vakit zikri
geçen pınardan, belirtildiği gibi usulüne riâyet edilerek bir kumkuma içine su
alınır. Bu alınan suya faydalı sığırcık kuşları tabi olur, ona uyar ve onu
izleyerek arkası sıra gider. Bu kuşlara “Semermer” veya “Tayri zürzür”
adı verilir. Hattâ “Sevadiye” de (uzaktan karaltı halinde görülen kalabalık da)
denilir.
Suyu (kumkuma içinde
olduğu halde) yüklenen kişi götüreceği istikâmete yönelir, götüreceği yere
kadar üstünde (yanında) taşır, yere koymaz, arkasına bakmaz. Haşere âfetinin
bulunduğu yere varınca suyu taşıyanın başının üzerinden semaya doğru olan
istikâmette (boşlukta) sığırcık kuşları tabur halinde belirir. Kuşlar şiddetli
giden bulut ve süratle yol kat eden yıldırım gibidir. Oradaki köyün, kentin ve
caminin etrafı tekbirle dolaşılır. Suyu yüksek bir yere yahut cami içine
götürülüp mihraba veya mimbere takarlar. Teberrûken Kur'an okunur, bilhassa
Kur'anı Kerim'in kalbi bulunan Yâsin-i Şerif kırâet edilir ve şu veya emsali
dua okunur. (Arapça veya Türkçe olarak) :
“İlâhi Ya Rabbi! (üç
kere tekrarlanacak). Şu köyün, şu kentin dört bir tarafından zaptı ziraatinden
olmuş olacak (cünüdu'lcerad), bambul, kımıl, ağkurdu, tartıl, sinek, çekirge,
kınacık, bit, pirecik, fare sıçan, yılan çıyan ve bütün haşereleri def'i
ref'eyle Rabbim”.
Cemaat toplu halde
“Âmin” der. Su takılırken bir kaptan başka kabada aktarılabilir. Arta kalırsa
isteyenlere dağıtılır.
Sığırcık kuşlarının
rengi siyah, beyaz ve ala olarak görüldüğü vakidir. Sığırcık kuşları hızla pike
yaparak yere doğru inişe geçerler, kuşlar; çekirgeler ve haşereler üzerine
sayha (haykırış) çıkarırlar, çekirgeleri katlederler, çekirgelerden hayat ve
hareket emmaresi görülmez olur. Belki kuşların sesinden hepsi ölür gider.
Rum beldesinde (Anadolu
diyarında) bu mübarek su meşhurdur, tesiri ortadadır. Bulunduğu yerden
mazarrati muhtelifenin ve âfati beliyyenin zuhur ettiği beldelere
nakledilmektedir. Çekirge ve öbür haşereler ziraat mahsûlünü istilâ ettiği
zaman işaret edildiği şekilde bu suyun nakli yapılınca haşerelerin imhasında
tesiri görülmektedir. Şüphesiz bu sudaki her bir tesir hasleti Allah
Tealâ'dandır.
Osmanlı padişahlarından
bazıları zikri geçen mübarek suyun, has bahçelerinin haşere (çekirge)
istilâsına uğraması sebebi ile tesir atma ihtiyaç duymuşlar, bu sudan
getirtmişler, aynen şifa bulmuşlar, sığırcık kuşlarının çekirge âfetini, fare
beliyyesini defettiklerini bizzat gözleri ile görmüşlerdir.
Bir zamanlar Rusya'ya
çekirge âfeti musallat olmuştu. Çekirge sürüleri tarlaları istilâ etmişti.
Çekirge sürüleri mahsulatı yiyor ve işe yaramaz hale getiriyordu. Rusya'da
insanlar bu durumdan mutazarrır oldular. Çok çaba gösterdiler, fakat bir
çaresini bulamadılar.
Kırım Müftüsü Rus Kralı
Nikola'yı uyardı.
Hz. Ömer radiyallâhü anhın torunu Şeyh Ali Semerkandî ye atfedilen mübarek
şifalı sığırcık (çekirge) suyundan bahsetti. Bu suyun Anadolu'da Osmanlı
topraklarında olduğunu hatırlattı. Bu konuda Osmanlı padişahına başvurmanın
gerektiğini ileri sürdü. Kırım Müftüsü çekirge âfetine uğrayan Rusya'ya bu
sudan getirilmesinin gerektiğini münasip bir ifade ile söyledi.
Mübarek sudan Rusya'ya
götürülmesi için keyfiyet Osmanlı padişahına bildirildi. O zaman padişah II.
Mahmut idi. Suyun bir an önce Rusya'ya ulaştırılması için hazırlığa girişildi.
Gidecek adamlar tesbit edilip gerekli talimat verildi. Rusya'ya gittiklerinde
kendilerine para ve dünyalıktan herhangi bir şey verilmek istendiğinde almamaları,
ihtiyaçlarının padişahlıkça karşılanacağı bildirildi.
Anılan mübarek sudan
görevlenen kimseler Kırım kanalı ile Rusya'ya götürdüler. Mübarek suyu
götürenler Kırım'a vardıklarında oranın uleması ve Müslüman halkı tarafından
muazzam bir yakınlık ve samimi bir ilgi görmüşler, saygı ile karşılanmışlardır.
Rus Kralı Nikola
çekirgelere hücum eden ve çekirgelerle kıyasıya harb eden sığırcık kuşlarını
gördü ve olayı bizzat seyretti/9® Böylece Rusya (ve Kırım) topraklarında
çekirge âfeti kalkıp gitti. Bu durum özellikle Rusya'da yaşayan Müslümanlar
arasında büyük bir haber olarak yayıldı ve günün konusu oldu.
Rusya'ya mübarek suyu
götüren zevat ilgililerce (veya Kırımlı Müslümanlar tarafından) teklif edilen
dünyalıkları kabul etmemişlerdir. Ancak verilen şu üç şeyi almışlardır:
1) Kılıç (bir adet),
2) Saat (bir adet),
3) Pusula (bir adet).
Memleketlerine
döndükleri zaman bu durum başta padişah olmak üzere herkes tarafından
duyulmuştur, ilgililer bu şahıslara zikri geçen bu üç eşyayı neden aldıklarım
sormuşlar, onlar da:
“Biz verilen şeylerin
hiç birini kabul etmedik. Ancak kılıcı verirken bu kılıçla düşman tarafından
bir saldırıya uğrarsanız kendinizi savunursunuz. Saati verirken namaz vaktinin
gelip gelmediğini bu saatle bilirsiniz. Yolunuzu ve yönünüzü kaybederseniz bu
pusula ile bulursunuz dediler. Biz de makul karşılayıp geri çevirmedik” diye cevap
vermişlerdir. Bu cevapları ilgililerce hoş karşılanan görevliler hoş
karşılanmış, hadise dillere destan olmuştur.
Çamlıdere'de medfun Şeyh
Ali Semerkandî II. Mahmut tarafından araştırıldı. Çamlıdere'den götürülen
eserler ve belgeler Şeyhülislâmlığı ve padişahı tatmin etti. Bilhassa Rusya'ya
götürülen Mübarek Suyun tesiratı bütün dikkatleri Çamlıdere'nin üzerine
çekmiştir.
Şeyh Ali Semerkandî’nin
Çamlıdere'de oturan manevî evlatları her hangi bir saygısızlığa maruz
bırakılmaması gerekiyordu. Şeyhülislâmlık Ömerü'lFaruk'un torunu Şeyh Ali
Semerkandî ye ne kadar hizmet edilse o kadar uygun ve münasip olacağını
açıklıyordu.
Padişahlıkça
Çamlıdere'ye gereken ilgi gösterildi. Hazinei Hassadan para gönderildi, âcil
ihtiyaçların görülmesi için talimat verildi. Vergi ve askerlik konusunda
kolaylık ihdas edildi. Bu ilgi bütün padişahı arca tekrar edilip sürdürüldü ve
Çamlıdere'de oturan Şeyh Ali Semerkandî'nin mânevi evlâtları Osmanlı
İmparatorluğunun son demine kadar bu itibar ve hürmetten müstefid olmuşlardır.
Vaktiyle Çamlıdere'den
Rusya'ya seyahat edenler olmuş, bunlar Rusya'da muhtelif yerlere uğramış ve
Kırım'ın Müslüman Tatarları ile görüşmüşlerdir. Orada Şeyh Ali Semerkandî
Hazretleri konu edilmiş, seyahat edenler Çamlıdereli oldukları yani Şeyh Ali
Semerkandî'nîn medfun bulunduğu yerden oldukları için Kırımlı Müslümanlar
tarafından samimi ilgi görmüşlerdir.
Kırımlı samimi
Müslümanlar Şeyh Ali Semerkandî'nin Büyük bir Veli olduğunu bildikleri için
onun mânevi evlâtları olan seyyah Çamlıdereliler'e çok hürmet etmişlerdir.
Çamlıdereliler Kırım Müslümanlarının İslâmiyet'e sıkı sıkıya bağlı olduklarını
görmüşlerdir. Aynı zamanda onların Kırım'daki medreselerinde kalmışlar, “Derviş
Aşkın” isminde bir zatın Şeyh Ali Semerkandî ile ilgili bir kitab okuduğuna
muttali olmuşlardır.
Kırımlı Müslümanlar da
Şeyh Ali Semerkanî'nin ne büyük bir zat olduğunu biliyorlardı. Rusya'daki
âlimler Şeyh Ali Semerkandî'nin Hanefi mezhebine mensup olduğunu, Nakşibendi
tarikatından bulunduğunu söylemişlerdir.
PADİŞAH KILICI
Tarihte Çamlıdere ve
Çamlıdere'nin civarındaki karyelerde meskûn insanların padişah şehri olan
İstanbul ile sık sık irtibatları bulunurdu. Bundan böyle Çamlıdere halkından
olsun, civar kentlerin halkından olsun İstanbul'da padişaha ve devlet erkânına
yakın yerlerde çalışanlar bulunurdu. Her hangi bir hastalık ve bir âfet vaki
olduğunda Şeyh Ali Semerkandî Hazretlerine atfedilen Mübarek Şifalı su padişaha
ve ilgili makamlara hatırlatılırdı. Onun için padişahlar bu şifalı sudan daima
istifade etme imkanını aramışlardır.
Bir zamanlar Dolmabahçe
sarayının bahçesinde haşere âfeti zuhur etmişti. Mazarrat gittikçe tahammül
boyutlarını aşmıştı. Buna bir türlü çare bulamadılar. Zamanın padişahına Şeyh
Ali Semerkandî yi ve bu zatın Mübarek suyunu haber verdiler. Sonra bu Mübarek
Su'dan Dolmabahçe'ye götürüldü. Böylece Dolmabahçe sarayından mazarrat
(biiznillah) kalktı. Bunun üzerine padişah ve ilgililer Şeyh Ali, Semerkandî
Hazretlerinin büyük bir veli olduğunu tasdik ettiler.
Sultan Mahmut Sani
zamanında da mazarrat ve âfet “Has Bahçe'yi” tehdit etti, çekirge felâketi
yüksek boyutlara ulaştı. Çamlıdere ile irtibat kuruldu. Mübarek sudan temin
edilip götürüldü. Bu suyu götüren Şeyh Ali Semerkandînin manevî evlatlarından
Çamlıdereli birinci (baş) Şeyh Mütesarrıf Mehmet Arif idi.
Şeyh Mehmet Arif
İstanbul'a girerken “Baş Şeyhi” Padişah ve erkânı karşılamıştır. Su daha yolda
getirilirken “Sığırcık Kuşları” çekirgelerin (haşerelerin) hesabını görmüşler,
hattâ kuşlar çekirgelerle harbederlerken kan içinde kalmışlardır.
Bu duruma şahit olan
padişah ve erkânı Şeyh Mehmet Arif'i kendilerinden büyük bir zat olarak bilip
yolda istikbâl etmişlerdir. Şeyh Mehmet Arif ile padişah ve ulema Şeyh Ali
Semerkandînin mânevi himmeti ile kaynaşıp aralarında bir bayram havası
estirdiler, sarayda gönül gönüle sohbet ettiler.
Sohbet esnasında bir ara
Çamlıdere'den söz açıldı, ilgililer Çamlıdere'de İslâmî (Şer'i) faaliyetin ne
merkezde olduğunu Mehmet Arif'e sordular. O da gerekli bilgiyi verdi. Suç
işleyen bir kadın konu edildi.
Padişah; iki başlı yani
ucu iki çatal, çelikten, büküldüğü zaman ucu sapına değdiği halde kırılmayan
çelik, altın suyuna batırılmış, bir yüzünde Saf Sûresinin 13. ncü âyeti, öbür
yüzünde “Hakan Sultan Mahmut'tan Şeyh Mütesarrıf Mehmet Arif'e yadigar” ibâresi
yazılı bir kılıç yaptırdı. Şeyh Mehmet Arif'e verdi. Bu kılıçla anılan suçlu
kadının cezasının infaz edilmesi de bahis mevzu idi. Sonra kadın çuval içinde
İslâm hukuku muvacehesinde idam edildi. Zikri geçen kılıç Çamlıdere'ye Padişah
kılıcı olarak intikal etti. Son devreye kadar herkes tarafından görülme imkânı
vardı. Fakat sonra varislerinin hangisinde olduğu bilinemez hale gelmiştir.
Bahsi geçen kılıcın Şeyh
Ali Semerkandî Külliyesine girmesi için Şeyh Mehmet Arif'in torunlarından talep
edilmiştir. (Şimdilik Külliye'de kılıcın anlatışa göre temsili şekli muhafaza
edilmektedir).
Bir padişah tarafından
Şeyh Ali Semerkandî’nin Çamlıdereli manevî evlâtlarına hususiyetle bir kılıç
hediye edilmiştir. Bu az şey değildir. Hediye edilen kılıç Şeyh Ali Semerkandî
Hazretlerinin manevî şahsiyeti ve onun mübarek suyunun tesiri hürmetine takdim
edilmiştir. Bunun için bu kılıç Çamlıdere'nin manevî değerlerini temsil eden
unsurlardan biridir. Şeyh Ali Semerkandî'nin külliyesinde yer alması lâzımdır.
Şeyh Mehmet Arif'i
padişah ve erkânı memnuniyetle Çamlıdere'ye uğurlamışlar, yapılan iltifatlar,
gösterilen yakınlıklar zihinlerden silinmemiş, günümüze kadar teferruatlı
olarak dillerde söylene gelmiştir. Şeyh Mehmet Arif Çamlıdere'ye avdet edince
padişahın ve devlet erkânının talimat ve direktifini ilgililere ulaştırmış,
ilgililer ilgili emirleri Çamlıdere'nin muhteviyatında tatbik etmişlerdir.
Padişahlar ülkelerinde
büyük zatlardan kimlerin yatmakta olduğunu, büyük zatlardan hayatta kimlerin
bulunduğunu umumiyetle meşihat reislerinden sorup öğrenirlerdi. Padişahlar
arasında Şeyh Ali'yi tanıyanlar sık sık mübarek sudan İstanbul'a
götürüyorlardı. Şeyh Ali Semerkandî'yi yakından anlayan Sultanlar gözyaşlarını
tutamazlar ve ferman çıkarıp bu zatın ülkesine alaka gösterirlerdi.
II. Abdülhamit zamanında
Çamlıdere'den dört kişi İstanbul'a gitti. Giderken Şeyh Ali Semerkandî ile
ilgili belgeler ve eserler, hattâ Şeyh Ali Semerkandînin Çamlıdere'de medfun
bulunduğuna dâir vesikalar götürdüler. Bu belgeleri, eserleri ve vesikaları
padişah sarayına giderek Sultan Abdülhamid'e gösterdiler.
Padişah Sultan
Abdulhamid meşihat reisini yani Şeyhülislâmı yanma çağırdı. Ona zikri geçen
dokümanları gösterdi. Şeyhülislâm Şeyh Ali Semerkandî ile ilgili belgeleri,
eserleri ve vesikaları tetkik etti, hayran kaldı. Sultan Hamid'e dönerek: “Padişahım
bu zat Halife-i Sani Hz. Ömeru'l Faruk'un torunudur. O'na ne kadar saygı
gösterilse azdır” dedi. Bu konuda elden gelen ilginin gösterilmesinin icab
ettiğini açıkladı.
Sultan Hamid Şeyh Ali
Semerkandînin ahvaline ve büyüklüğüne hayran oldu ve gözleri yaşardı.
Şeyhülislâmca: .
“Şeyh Ali Semerkandî’ye
ve Çamlıderedeki manevî evlâtlarına nasıl bir iyilik yapayım, nasıl bir saygıda
bulunayım ve iyilik saygı çeşidinin hangisi uygun olur?” diye sordu.;
Şeyhülislâm:
“Çamlıdere'ye Hazinei
Hassadan yardım gönder, Şeyh Ali Semerkandînin türbesini yaptır, medfun
bulunduğu Çamlıdere'den vergiyi kaldır, orada okuyan mollaları askerlikten muaf
tut ve su getirt”
dedi. Sultan Hâmid sevindi ve memnuniyetle kabul etti. Padişahın ilgisi ile
zikri geçen hususlar Çamlıdere'de tatbik edildi.
30 bin kuruş olmak üzere
Çamlıdere'ye aylık bağlandı. Abdulhamid Çamlıdere'ye iki memur yolladı, “Türbe,
cami, çeşme yaptırın” dedi. Memurlar Çamlıdere'ye geldiler, Şeyh Ali
Semerkandî'nin kabrini gördüler, türbe, çeşme, cami yaptırdılar. Hepsini birden
hizmete (ziyarete) açtılar.
Abdulhamid Çamlıdere'ye
olanca gayreti ile alâka gösterdi. Su ile gidenlere çok para dağıttı. Çamlıdere
Medresesine yardım etti. Çamlıdere'den vergi kaydını sildi. Mollasını
askerlikten muaf tuttu.
Görülüyor ki Şeyh Ali
Semerkandînin medfun bulunduğu Çamlıdere dikkati çeken olaylara sahne olmuş, bu
olaylar bir hakikati asırlarca yansıtmıştır.
“Ateş üzerine tencere,
kazan ve benzeri gibi kap oturtmaya yarayan üçgen şeklinde üçayaklı (demir, çelik ve emsali
maddeden yapılmış) destek görevini yapan eşyaya sacayağı denir”.
Evliyaullah'tan Şeyh Ali
Semerkandî Hazretlerine ait olan ve O'nun keramet eserinden ve alâmetlerinden
bulunan bir sacayağı da Çamlıdere'de “Şeyh Ali Semerkandî Külliyatında” mevcut
ve mahfuzdur.
Bu sacayağı özellikle
mânevi açıdan diğer sacayaklarına benzememekte, Şeyh Ali Semerkandî
Hazretleri'nin hatırası olarak asırlardır korunup elde tutulmakta, halk
tarafından ziyaret edilmekte, bu konuda dikkati çeken rivayetler belgelenmekte
ve sacayağının manevî bir müessirat içinde bulunduğu gün ışığı gibi ortada
gözükmektedir.
Sacayağı Şeyh Ali
Semerkandî’nin malzemelerinden ve eşyalarından biridir, onun keramet
alâmetidir. Çatak'tan attığında Çamlıdere'ye düşmüş, bir ayağı kırılmış ve
bundan böyle Şeyh Ali Semerkandî'nin Çamlıdere'de kalmasına vesile olmuştur.
Kırık ayak Sacayağının bir parçası olarak yanında bulunmaktadır. Vakti ile
ilgililer Sacayağını kontrol ve tetkik etmişler, fakat muayene esnasında kesin
bir teşhis koyamamışlardır.
Çataktan atınca Sacayağı
kırılmış idi Onun için burada kalmış idi Başına çok şeyler gelmiş idi Kendi
mevt olup suyu şifa kaldı.
Bahru'l ulûm (İlimler
Denizi)
Allah için yaşayan,
Allah için hareket eden, Allah için konuşan İslâm âlimlerinin kalemleri de iş
görmüş, o mübarek eller ki tuttukları kalemlerle gerçekleri kâğıt üzerine serip
sergilemişlerdir. Şeyh Ali Semerkandî eli kalem tutan, tefsir kitabı gibi
değerli bir eser veren mümtaz bir âlim idi.
Şeyh Ali Semerkandî'nin
telif ettiği tefsirinin adı: “Bahru'l Ulûm” dur. Hattâ bu tefsiri iki defa
yazmıştır. Osmanlı Padişahlarından biri Şeyh Ali Semerkandî ye hayran olup O'nu
daima yanında bulundurmak istemiş idi. Fakat Padişah'a yakın âlimlerden biri
Şeyh Ali Semerkandî yi kıskandı, bu zatı cahil olmakla itham etmek istedi. Bunu
anlayan Şeyh Ali Semerkandî Bahrü’l Ulumû ikinci kere yazıp takdim etti, bu
zatı itham eden âlim mahcup oldu.
Bahrü’l Ulûm'ü Türkçe
lisanı ile ifade edersek “İlimler Denizi” olarak dilimizde sembolleşir. Belki
bu isim altında başka müelliflerin başka konularda da eserleri bulunabilir.
Kur'anı Kerim Cenabı Allah'ın Kelâmı Mübârekidir, her çeşit ilme (bilgiye)
işaret vardır.
Müfessirler Kur'anı
Kerim'i gerekli usuller muvacehesinde tefsir ederlerken ilim dallarına
(konularına) işaret ederler ve ilimleri bölümlerine (amaçlara) göre açıklarlar.
Şeyh Ali Semerkandî tefsirini okuyanı doyurucu bir şekilde telif etmiş, mukni
metodla başka eserlere ihtiyaç hissedilmeyecek şekilde tertip eylemiştir.
Şeyh Ali Semerkandî’nin
İlmî keyfiyeti, mefkuresi, kâinat üzerindeki izahatı ve beşeriyetle ilgili
açıklamaları “Bahru'l Ulûm” adındaki tefsirin içindedir. Fakat şimdiye kadar
Türkiye'de bu tefsir baştan aşağı elden (gözden) geçirilerek Şeyh Ali
Semerkandî’nin manidar, veciz ve kıymetli sözleri halka (nasa) takdim edilmemiştir.
Bir ilim kitabı ve bir
tefsir kitabı kütüphanelerin hiç açılmayan raflarında, dolaplarında mahkûm
edilip çürümeye terkedilmemelidir. Her halde bundan sonra icab eden faaliyet
gösterilir, bundan böyle Şeyh Ali Semerkandî’nin değerli sözlerinden ve
açıklamalarından herkes istifade eder. Şeyh Ali Semerkandî ye ait olan “Bahru'l
Ulum” tefsirini Türkçeleştirip dil fesahati açısından çalışmalar yaparak yeni
kuşaklara okutma imkânı hazırlanmalıdır.
BERAT
“Her hangi bir kimseye
ve her hangi bir yere bir hak ve bir imtiyaz sağlandığını bildirir kâğıt,
vesika ve belgeye berat denir”.
Osmanlı imparatorluğu
zamanında Çamlıdere'de medfun Şeyh Ali Semerkandî Hazretleri'nin suyu hürmetine
Çamlıdere halkına birtakım hak ve imtiyaz tanınmıştır. Bu haklar ve imtiyazlar
belgelerle ilgililere ulaştırılmıştır.
Elan Çamlıdere ile
ilgili Osmanlı İmparatorluğundan kalma ve Yabanabat Kadılığınca verilmiş bir
“Berat” vardır. “Şeyh Ali Semerkandi Külliyatı'nda” mevcuttur. Bu “Berat” ta
fevkalâde ve kesin ikna edici hüküm ve malûmat vardır. Beratta şunlar
belirtiliyor:
1) “Çamlıdereli imanlı kimseler
Ömerü'lFaruk'un torunu Şeyh Ali Semerkandî’nin manevî evlâdıdırlar”.
2) “Çamlıdereli imanlı kimseler Sığırcık
Suyuna memurdurlar”.
3) “Osmanlı Sultanlarından Çamlıderelilere mükellefiyetten
masun olmaları için Serbestname verilmiştir”.
4) “Şeyh Ali Semerkandî Çamlıdere'de
medfundur”.
5) “Sığırcık Suyu Şeyh Ali Semerkandî ye
aittir”.
6) “H. 970-1132-1176-1190-1203-1225
tarihlerinde, ayrı ayrı Padişahlarca Çamlıdere'ye, Şeyh Ali Semerkandî’nin
Çamlıdere'de yattığına, O'nun suyu hürmetine Çamlıdere sâkinlerinin
mükellefiyetlerden (vergilerden) muaf tutulduğuna dair “Berat” verilmiştir.
7) “Mevcut Berat'ta Sultan Selim Han, Sultan
Mustafa Han, Sultan Mahmut Han ve Sultan Abdulhamit Han'ın isimleri vardır”.
8) “Beratta Çamlıdere ile verilen ilgili
emir ve kararların mucibince amel edilmesi katiyetle istenmektedir”.
9) “Çamlıdereli meşayih ellerindeki
delillerle Yabanabat Kadısının huzurunda Şeyh Ali Semerkandî'nin Çamlıdere'de
yattığını, bütün Padişahların Çamlıdere'ye “Berat” (Serbestname) verdiklerini,
kendilerinin Şeyh Ali Semerkandî'nin evlâtları olduklarını ve bundan böyle
birçok haklara sahip bulunduklarını ispat etmişlerdir.
Yabanabat Kadısı
asırlarca önce Çamlıdere hakkında karar verirken bütün kayıtları gözden
geçirmiş, Konya'da görülen mahkemeden haberi olmuş ki tereddüt etmeden Şeyh Ali
Semerkandî’nin Çamlıdere'de medfun olduğunu “Berat” ta dile getirmiştir. Zira
belirtildiği gibi asırlarca önce Karamanlılar Şeyh Ali Semerkandî’nin
Karaman'da yattığını, karşı tarafta Çamlıdere'de (Şeyhler'de) yattığını
delillerle savunmuşlar. İlgili mahkemenin Kuzatı Çamlıdere'de (yani Şeyhler
karyesinde) yattığına karar vermiştir. Bu hususu ibraz eden belge belirli
şahısların uhdesinde görülmüştür. Zikri geçen belge M. 1961 senesinde bizzat
Çamlıdere'de okunmuştur. Bu duruma şahit olanlar da görülmüştür.
“İsfahan ile Şiraz
arasında bir su çıkar ki Cenabı Allah'ın sanatlarının acaibindendir. Sığırcık
Suyu namı ile meşhurdur. Her ne zaman bir arsayı (yeri) çekirge istilâ edip
mahsulatım yese, bir kimse varıp o sudan bir kumkumaya alıp arkasına dönüp
bakmadan ve o kumkumayı yere komadan zikri geçen arsaya götürse bu suya
hesapsız sığırcık kuşları tabi olur. Tabi olan sığırcık kuşları o çekirgeyi
katleder. Bu durumu tevatürle naklederler”
Çamlıdere ile ilgili
Sığırcık Suyu da Eskipazar ilçesinin Sadeyaka köyündedir. Aynı hal ve evsaf bu
suda da mevcuttur. Ancak Sadeyaka karyesindeki Sığırcık Suyu'na Çamlıdere'de
yatan Şeyh Ali Semerkandî Hazretleri'nin mânevi evlâtları memurdur. Şeyh Ali
Semerkandî’nin niyazı ve vasiyeti bu istikamettedir.
Şeyh Ali Semerkandî’nin
Çamlıdere'de Sığırcık Suyu'na memur evlâtlarına “Sığırcık Suyu Hadimleri” de
denir. Bilhassa ala sığırcık kuşları bu suyu takip edip haşerelerin imhasını
temin etmektedirler.
Çamlıdere'de medfun Şeyh
Ali Semerkandînin manevi evlâtlarına “Şeyh” unvanı takdim edilmiş, mübarek
suyun götürülmesinde görev alan aynı evlâtlara “Şeyh” tabiri kullanılmıştır.
Mübarek suya ihtiyacı olan kişiler Çamlıdere'ye teşrif ederler. Çamlıdere'de
sıraya giren Şeyh Ali Semerkandî Hazretleri'nin manevî evlâtları arasında ad
(Kur'a) çekilir. Adı çıkan Şeyh delâlet buyurup Çamlıdere'ye teşrif eden
kişilere türbeyi ziyaret ettirir. Suya gitmek üzere harekete geçerler, kurban
alırlar.
Mübarek suyun bulunduğu
yere giderler, abdestli bulunurlar. Suyun başında “Yasin” sûresini okurlar.
Ancak “Selamün Kavlen Min Rabbin Rahim” (Yasin 58) âyetine gelince üç
kere tekrar ederler :
Bu âyeti üçüncü okuyuşta
kurbanı zebh eder (keser) ler. Ondan sonra kumkumaya mübarek sudan doldururlar.
Şeyh efendi kumkumayı abdestli olduğu halde, boynuna takar. Kumkumayı sol göğsü
üzerinde bulundurur. Yere hiç koymaz ve arkasına bakmamak üzere vazifelenir.
Böylece mübarek suya saygı göstermeye devam eder.
Bu şekilde yola revan
olan ihtiyaç sahibi ve sahipleri kişiler ile şeyh zikir ve teşbih ile meşgul
olmaları uygun düşer. Şeyh efendi tuvalet ihtiyacım göreceği anlarda yanındaki
kişiye kumkumayı saygı ile teslim eder, o da saygı ile teslim alır. Şeyh
tuvalet ihtiyacını görür. Abdestlenir ve tekrar kumkumayı teslim alır.
Şayet yol uzak olursa ve
yolda gecelemek icab ederse Şeyh abdestli olarak kumkumayı duvara takar.
Gerekli ihtiyaç ve geceleme sona erdikten sonra yine Şeyh abdestli olarak
duvardan alıp önceki gibi üzerine takar, yanındakilerle yola revan olur.
Gidecekleri yerde bulunan insanlara haber ulaşınca bir araya toplanırlar. Şeyhi
görünce tekbir ve tehlil ile karşılarlar.
Eğer gidilen yerde cami
varsa mübarek suyun bulunduğu kumkuma oraya götürülür. Camide “Yasin” sûresi
okunacak.
Bu mübarek âyete gelince
bu kurban yani ikinci kurban zebh edi (kesi) lir. Bu arada Şeyh Efendi cemaatle
birlikte tevbe-i istiğfar yapar. Küsler barışır. Ondan sonra Şeyh Efendi
kumkumayı eline alır, mübarek suyu temiz bir kaba aktarır. “Yasin” sûresinin
kıraeti sona erince dua yapılır. Mübarek su caminin mihrabının sağ tarafına
takılır. Mihraba mimber yakın ise mimbere de takılır. Su böylece takılı olarak kalır.
Mübarek şifalı suyun
nakledilmesi ile defedilen âfeti beliyye:
1) Çekirge :
Çekirgeye
karşı ala sığırcık kuşları hücum eder.
2) Bambul:
Bambul
kendiliğinden kaybolur, imhası gözükmez.
3) Tırtıl:
Tırtıl
kendi kendine imha olur.
4) Kımıl:
Kımıl
kendiliğinden imha olur.
5) Sıçan (fare):
Gelincik
fareye saldırıp imha eder.
6) Yılan:
Yılana
leylek hücum edip yok eder.
7) Kuraklık:
Kuraklık
yağmur duası ile ortadan kalkar. Hastalık : Hastalıklara da iyi geliyor.
Çekirge malûm yaratık.
Bambul ağaçlara taarruz eden böcek. Tırtıl ağacı saran, onun yaprağını tamamen
yiyip kurutan muzır yaratık. Kımıl tahıl danelerini delip özünü kurutan böcek.
Sıçan malûm mahlûk. Yılan yine malûm mahlûk. Kıtlık veya kuraklık ki bunların
defi için mübarek su zikredildiği gibi usulüne göre götürülür ve yağmur duası
da usulüne göre yapılır. Koyunlar kuzularından ayrılır, koyun yoksa öbür
sağılan hayvanlar yavrularından ayrılır, küsler barıştırılır, tevbe-i istiğfar
yapılır, herkes hazır bulunur, mazereti bulunan kadınlar orda bulunmazlar ve
Cenabı Allah'a yalvarıp yakarmalar tam yapılır.
“Vakti ile Örenşar'da
yani Mübarek Sığırcık Suyu'nun bulunduğu bölgede pek çok hayvanat bulunurdu.
Sürüler halinde otlarlardı: Bir tarafta at, bir tarafta merkep, bir tarafta
davar ve bir tarafta sığır sürüleri gruplar halinde göze çarpardı. Bu bakımdan
bu bölgede meslek bakımından hayvancılık hâkimdi. Ve burada yaşayan insanlar
genellikle hayvancılık yapmakla geçimlerini temin ederlerdi.
Şeyh Ali Semerkandî Hazretlerinin
tarihte buralarda çoban olarak gözükmüş bulunması geçim ve yaşam keyfiyeti
bakımından normal bir özellik idi. Örenşar bölgesinde Şeyh Ali Semerkandî ile
ilgili kurt ve öküz olayında bu muhterem zatın kurda “öküzü takdir edildiği
veçhile ye, fakat derisine dokunma” diye bir sözü vardı. “Öküzü senin
yediğini akşam eve dönünce böyle isbat edeceğim” şeklinde hatırlatmada
bulunmuştu.
Olay mahkemeye intikâl
etmişti. Şeyh Ali Semerkandî mahkemede dağlara taşlara: “Şahit olun”
dediğinde dağların taşların üzerinde unutulmayacak hadiseler, hatıralar meydana
gelmiştir. O esnada Doğdu dağında bir bölüm yukardan aşağıya doğru çöküp
inmiştir. O yukardan aşağıya inen yer boyanmış gibi kıpkırmızı bir renk taşıyan
bir toprak yığını olarak hâlâ duruyor.
Eskipazar Sadeyaka
köyünün Şeyhler mahallesinde halkın oturma ve toplanma yeri olan taşlık bir
mevki vardır. Bu taşlık yerden bakıldığı zaman zikri geçen dağın kırmızı
topraklı yeri açık bir şekilde rahatlıkla gözükür. Bahsi geçen olay ve anılan
Veliyyullah hakkında diğer ibretli hadiseler değişik bir biçimde oralarda
yaşayan halkın dilinde devamlı olarak tevatür derecesinde sanki bugün olmuş
gibi söylenir durur”
“Mübarek Sığırcık Suyu'nun Şeyh Ali
Semerkandî'nin Çamlıdere'deki evlatlarının eli ile bir beldeden bir beldeye
naklolduğunu, tesirini onların eli ile gösterdiğini ilgililerden bilmeyen yok.
Yabancı olan insanların yani Şeyh Ali Semerkandî'nin ehli olmayan kimselerin
eli ile bu Mübarek Su'yun götürülemediği, yabancılardan götürmeye kalkanların
yolda kaplarından kaybolduğu görülmüştür.
Vaktile o günün Çerkeş
İlçesi Müftüsü bu Mübarek suyun bulunduğu yere kadar gidip bu sudan bir kaba
almış. Ancak su götüreceği yere varmadan kaybolmuş. Müftü suyu götürmek için
birkaç defa denemiş, yine kaybolmuş.
En sonunda su kabının
ağzını iyice lehimletmiş, lâkin su yine kaybolmuş. Müftü bu Mübarek Su'yun
Çamlıdere'deki Şeyh Ali Semerkandî’nin mânevi evlatlarının eli ile
naklolacağını itiraf etmiş, Çamlıdere'den bir kimse (Şeyh) götürmekle suyu
ancak nakledebilmiştir..
Yine vakti ile başka
memleketten bir şahıs kendi başına Mübarek Suyun bulunduğu yere gidip bir kabın
içine, bu sudan almış, Kızılcahamam'a kadar gelmiş, yemek yemek için lokantaya
girmiş. Sonra, su kabına bakmış ki su kabında su yok, Mübarek Su kaybolmuş.
Böylece su kabı bomboş, kup kuru kalmış. Bu şahıs suyumu kim aldı diye bağırıp
çağırmış; bana şaka mı yapıyorsunuz demiş. Ama hiç kimseden cevap çıkmamış.
Mübarek Suyun özelliğini
bilenler bu şahsı uyarmışlar. Bu suyu Şeyh Ali Semerkandî'nin Çamlıdere'deki
manevi evlatlarına mensup biri ile alabileceğini izah etmişlerdir. Ve bu şahıs
Çamlıdere'deki Şeyhlerden birini alıp arzu ettiği yere nakledebilmiştir. Bu
duruma benzer olaylar daha pek çoktur, halk arasında konu edilmektedir.
Mübarek suyun
götürülmesinde niyetin hâlis olması lâzımdır. Mübarek Suyu yabancılar
götürseler bile bir fayda görmezler. Suyun bulunduğu yerde yaşayan insanlar
bile bu sudan kendi başlarına istifade edememektedirler. Çamlıdere halkından
gelenler olduğu vakit onlara rica edip Mübarek Suyun pınarından su
alıvermelerini istemektedirler. Bu anlatılanlar tecrübe ile sabittir”
“Şeyh Ali Semerkandî
Hazretlerinin Çamlıdere'deki türbesinde medfun olduğu herkesin malûmudur. Bu
zatın kerametleri vardır. Bilhassa onun bereketli nefesini taşıyan Mübarek
Suyu, Çamlıdere'den bir şeyhi refakat ettirerek, Mübarek Suyu pınarından alarak
riyasız olarak bir dünya menfaati ummadan götürenler gittikleri yerde muvaffak
olmuşlar, mazarratlar sahih itikat ve güzel niyet muvacehesinde bertaraf
olmuştur”
“Geçmiş tarihlerde
Çamlıdere'de “Ağkurdu” meşe korularına musallat olmuştu. Haziran ayında
idi. Çaresi bulunamadı. Buradan bazı kişiler Mübarek Suya gönderildi. Usulüne
göre Mübarek sudan getirdiler. Getirilen Mübarek Su Çamlıdere'nin Merkez Büyük
(Ulu) Camii Şerifine ihtiramla takıldı. Neticede ağaçların dalında binlerce
bulunan “Ağkurdu” yere dökülüp helak oldu. Bu olay bizzat görülmüştür”
Hüseyin ÂŞIK (İstanbul
Gaziosmanpaşa Müftüsü), Şeyh Ali Semerkandî k.s. Hayatı ve Menkıbeleri, Ankara,
2004
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar