ŞEYHÜL-HATTATİN HAMİD AYTAÇ
İrfan Özfatura/9.12.2007
Yaklaşık 5 yıldır iz bırakanları
hazırlıyoruz. Zaman zaman bize “Nereden buluyorsunuz bu mevzuları, bu bilgilere
nasıl ulaşıyorsunuz?” diye soruyorlar. Konu bulmak hakikaten zor. Zira biz
hikayesi olan insanları arıyoruz, inişler çıkışlar yaşayan, “vay beee”
dedirten, hayatı beklenmedik şekilde sonlanan...
Yoksa büyük adam çoook. Filan yerde doğdu,
idadiyi şurada rüşdiyeyi burada okudu, filanca fakülteden mezun oldu şu şu şu
vazifelerde bulundu, öldü, gömüldü. Evet bu da bir tarz ama gazete okuyucusunu
sarmaz.
Birçok ünlüyü araştırıyoruz, çoğundan
malzeme çıkmıyor. “Bak bu yazılmalı işte” dedin mi iş belge bilgi toplamaya
kalıyor. Sizden saklayacak değilim, bir kere Google müthiş bir imkan. O zat
hakkında ne söylenmişse karşınıza çıkıyor. CTRL X , CTRL V... Kes yapıştır, kes
yapıştır. Dosyanızda yüzlerce sayfa birikiyor. Ancak internetten alacağınız
bilgiler dağınık ve kirli. Ölçü yok, kimi yerin dibine batırıyor, kimi göklere
çıkarıyor, sevenler sövenler birbirine giriyor... Sonra bıktıracak kadar tekrar
bulunuyor. Tasnifi bir yana doğrulatmak için yine kitap karıştırmanız
gerekiyor.
Kitap deyince akla ilk gelen kaynak
hatıralar. Üstelik birinci tekil şahsın ağzından çıktığı için emin, buradan
alacağınız hiçbir cümlenin tekzip şansı bulunmuyor. Ancak biyografiler
okuyucuyu pek de alâkadar etmeyen teferruatlarla dolu ve tuğla cesametindeki
kitabı devirmek bir haftanızı mal oluyor. İşin en temizi ne biliyor musunuz?
Bahsi geçen zatı yakinen tanıyan biri olacak. Basacaksınız teybin düğmesine
anlatacak. Ohhh kurtuldu hafta, keyfler keka...
Bu kolay ele geçen bir nimet değil ama bu
defa talihimiz yaver gidiyor. Üç beş hafta evvel koridorda karşılaştığım Hattat
Cemil Ağabey “Sana Hamid Aytaç’ı anlatsam yazar mısın?” diyor. Emrin olur
ağam... Hastaya ilaç soruyor. Ayaküstü bir sohbet başlıyor “Aslında ressamdım”
diyor ve ekliyor: “Bir büyüğümüzün tavsiyesi ile hat sanatına niyetlendim,
gidip Hamid Beyin kapısını çaldım...”
Han duvarları
Özet geçiyorum: Hattat Hamid o günlerde
Ankara Caddesi üzerindeki Reşit Efendi Han’ında bir oda kiralamıştır. Ki avluya
bakan izbenin küçük bir penceresi vardır, havasızdır, güneş almaz.
Bir somya, yazı masası, piştahta... Başka
şey arama... Dar mı dar, hani üç misafir gelse zor sığar. Üstelik rutubetlidir,
akar. Tavandan kırk mumluk bir ampul sallanır, etrafına iliştirilen kağıt güya
ışığı toplar.
Geceleri el ayak kesilince ocakçılar
kaybolur, o sabahlara kadar yazar da yazar. Gece sessiz, tek tük Cağaloğlu
yokuşunu tırmanan arabalar... Kağıt üzerinde cızır cızır gezinen kamış, martı
çığlıkları, dem çeken kumrular...
Ayak altında Arap zamkları, porselen
havanlar... Hamid Hoca baca islerini itina ile ezer, mürekkebini de kendi
yapar.
Odası perişandır. Temizlemek isteyene de
izin vermez, düzeninin bozulmasından hoşlanmaz.
Geceleri çalıştığından olacak gündüz içi
geçer, gözleri ufalmaya başlar. Bazen harfin ortasında hareketleri donar, başka
âlemlere dalar. Bir lahza hareketsiz kalır, başı düşünce sıçrar, gözlüklerinin
üstünden mahcup mahcup etrafına bakar. Düşünebiliyor musun bir şey olmamış gibi
yazıyı tamamlar ve hat asla bozulmaz.
Yaşlıdır, zor yürür, kırk yılın bir başı
dışarı çıkar, berbere filan uğrar. Üstü başı temizdir ama mürekkep lekesini
lekeden saymaz.
Bu odacık akademi kesilir, talebelerin
biri gider, biri gelir, Mısır’dan, Suriye’den koşan koşana... Hoşsohbettir de,
ders esnasında menkıbeler, hatıralar anlatır, ağzından bal damlar.
Hayatı hat
Rahmetli âdeta yazıyla yatar, yazıyla
kalkar. Şişli Camii’nin kapı üstündeki müsenna hattı istiflerken lamelifleri
bir türlü oturtamaz, işin içinden rüyasında gördüğü usulle çıkar.
Bütün eslafa hürmet besler, adlarını
saygıyla anar. Hassaten Hattat Rakım’ı beğenir, taklit ettiğini söylemekten
kaçınmaz. Huzuruna gelen talibleri sülüs nesih “Rabbiyessir” meşki ile
pişirmeye bakar. Önce bir tane kendi yazar, mesafeleri baklava dilimi gibi
noktalarla belirler, kurallarını koyar. Çalışmaları tashih eder, hataları
gösterir, beğendi mi “aferin” demekten sakınmaz. Ama ona beğendirebilmek kolay
değildir, bir sene boyunca Rabbiyesir yazarsınız yine de hata çıkar. İşin
içinden kopya çekerek sıyrılmaya çalışanları anlar, ancak bunu yutmuş görünür,
heves kırmaz.
Mektupla gönderilen çalışmaları da
inceler, üzerine şu olmuş, bu olmamış kabilinden notlar yazar, geri yollar.
Öyle uzun uzun tafsilattan hoşlanmaz.
Hevesli dediğin el hareketine bakarak da hisse kapar.
Doğrusu fukara sayılır, çorbası zar zor
kaynar. Bu yüzden kırık dökük işlerle de oyalanır, bir ara gider Paşabahçe’de
cam işi yapar.
Bazen yazdıklarını eşe dosta teklif eder,
ne verirlerse “he” der, yüksekten uçmaz.
Öyle Halim Efendi gibi seriu’l-kalem
değildir, acele etmez, tadını çıkara çıkara yazar. Evvela kurşun kalemle bir
taslak (müsvedde) hazırlar, sonra kamışla şeffaf kağıda geçirir, yazıyı ince
ince tashih eder, rötuş yapar, adeta harflerle oynar. Bıkmaz, usanmaz, “içine
sinesiye” tekrarlar. Ona göre bir hamlede çıkan yazıya bir kere bakılır, emek
verilenden ise göz alınamaz!
Aceleye gelemez, elinde iş var diye
talebelerinden kopamaz. Bu yüzden uyanık müşteriler Hattat Hamid’e sipariş
verdikten sonra kapıya “Meşgulüm, rahatsız etmeyin” yazan bir kağıt
yapıştırırlar. Garibim günlerce insan yüzüne hasret kalır, o kuytu han odasında
bir başına tıkırdar.
Bir ara han sahibi onu çıkarmak ister.
Hamid Hoca, boynunu büker. Ama bakın şu işe ki han sahibi ölür, o yerinden
oynamaz. Hanın yeni sahibi ondan kira mira almaz.
Hattat Hamid’in son günleri hastane
köşelerinde geçer. Orada da boş durmaz, parmaklarının titrediği günlerde bile
elinden kamışı bırakmaz.
(Bunları yazıya döküp Hattat Cemil Ağabeye
götürüyorum, şüphesiz ilaveleri olacak. Ancak beynine giden damarlardan birinin
aniden tıkandığını öğreniyorum. Dileriz iyileşir, şu muhabbet yarım kalmaz.
Şimdilik bununla yetinin, onun adına sizden dua istiyorum.)
‘Yazı elin dilidir’
Hattat Hamid velüd bir
sanatkârdır, yazdığı tevafuklu Kur’an-ı kerim ve Kırk Hadis özenle basılır.
Şişli Camii’nin nefis yazıları onun elinden çıkar. Ankara Kocatepe, Eyüp,
Söğütlüçeşme’nin yazıları sayısız kitap kapağı, hilyeler, mezar taşları,
levhalar...
Diyarıbekirli Musa Azmi Amidî, Celep
Zülfikar Ağa’nın oğlu, Hattat Seyyid Adem Efendi’nin torunu olur ki eli çocuk
yaşta kalem tutar. Henüz sıbyan mektebinde iken Mushaf-ı şeriflerin kenarına
ayetler yazar. İlk hocası Diyarbakır Meb’usu Mustafa Akif Efendi’den çok şey
kapar. Rüşdiye mektebinde Hoca A.Vahid Efendi’den rik’a, jandarma kolağası
Ahmed Hilmi Efendi’den de sülüs öğrenir. Sonra Kavas-ı Sağır imamı Said ve
Abdü’s-selam Efendilerin peşi sıra koşar. Üsküdarlı Ali Rıza’nın talebesi Hilmi
Efendi’nin nezaretinde resim yapar. Hasan Ferid Bey’in atlasından bakarak
çizdiği haritalar öyle hoş olur ki okulun müzesine kaldırırlar.
Musa Azmi vaktini resim ve yazıya ayırdığı
için dersleri pek iç açmaz. Bu yüzden babası ona (muvakkaten) hat resim yasağı
koyar. Ancak gizli saklı hazırladığı tuğra Ulu Hakan’ın ihsan-ı şahanesine
lâyık olunca, oğlunun kıratını fark eder, artık önünde durmaz.
Nitekim “İstanbul’a gideceğim” deyince de
(16 yaşındadır) mani olmaz. Musa Azmi Sanayî-i Nefise mektebinde ünlülerle
tanışır. Saray müzehhibi İranlı Hüseyin Tahirzade ve Büyük Postanenin mimarı
Vedat Bey gibi mesela...
Tahsil tam istediği gibi gitmektedir,
lâkin babası ölünce ekmek parası kovalamak mecburiyetinde kalır. Maarif
nezaretinde münhal yazı hocalıkları vardır ama yaşı tutmaz. Erkanı Harbiye-i
umumiye Ser Hattatı Hacı Nafiz Bey yine de elinden tutar, tıfıllara ders
vermesini sağlar.
Memurluğa veda
Mâlum devlet memurları ilave iş
yapamazlar. Ancak o paraya sıkışınca gider Nuruosmaniye’de ufak bir dükkan
açar, tabelaya mecburen müstear bir isim (Hattat Hamid) yazar. Kısa sürede
ünlenir, amirleri “Git şu Hattat Hamid’le konuş, onu işe alalım” buyururlar.
“Gitmesem filan” diye kıvranır ama ısrarcı
davranırlar. “O Hamid benim” deyince iş çatallanır, mahkemeye çağırırlar.
Olacak bu ya hakim İbrahim Hakkı Altunbezer’in ahbabı çıkar, işi usulüne
uydurur, beraatını yazar. Ama bu saatten sonra memuriyette kalamaz, istifasını
sunar.
O günlerde Ankara Caddesi’ndeki Arif
Hikmet Yazı Yurdunun (şimdiki Afitab mağazası) sahibi vefat eder, dul kalan
hanımı matbaacılıktan anlamaz. Hattat Hamid burada çalışmaya başlar ve işleri
yoluna koyar, bir süre sonra evlerini de birleştirir ve yeni bir yuva kurarlar.
Hattat Hamid vakayı veciz bir cümle ile özetler “Azmi iken azmettim Hamid oldum
şimdi Allah-ü tealaya hamd ediyorum!”
Her ne kadar parayı mühür, klişe, etiket
ve kartvizitten kazanırlarsa da, gönlünde hat yatar. İlerleyen yıllarda matbaadan
tamamen kopar.
Hattat Hamid velüd bir sanatkârdır,
yazdığı tevafuklu Kur’an-ı kerim ve Kırk Hadis özenle basılır. Şişli Camii’nin
nefis yazıları onun elinden çıkar. Ankara Kocatepe, Eyüp, Söğütlüçeşme, Yeni
Postane arkasındaki mescidin yazıları, sayısız kitap kapağı, hilyeler, mezar
taşları, levhalar...
Hamid Hoca dışarıda da iyi tanınır. Sadece
Irak’a binlerce levha yazar. Arap al-Umme dergisi onu “Şeyh’ul hattatin
fi’lkarnil işrin” (20. asırdaki hattatların piri) diye tanıtır, Japonya’dan
bile röportaja koşarlar.
Müstesna kaabiliyet
Hattat Hamid; Hacı Kamil Akdik, Hulusi
Yazgan, Neyzen Emin Dede gibi sanatkârlardan istifade etse de kendi kendinin
muallimidir, Yesari ve Rakım Efendilerin yazılarını inceleyip dersler çıkarır.
Yenicami şadırvanında Sami Efendi’nin hattına bakar, bakar, bi daha bakar.
Yağmura çamura aldırmaz. Alimi alim anlar derler, şüphesiz hattatı da hattat!
Bir kitapçı vitrininde Yesari’ye ait celi
ta’lik levha görünce adeta abone olur. Kepenk kalkar kalkmaz dükkanın önüne
dikilir, saatlerce seyreder. Bir gün... İki gün... Üç gün...
Sahaf da huzursuz olur ama ses çıkaramaz.
Bir gün yine gelir yazıya dalar, dükkan sahibi: “Eee sıktın ama” der, “Al senin
olsun, bizi de rahat bırak!”
Nasıl sevinir anlatılamaz.
Hat sanatının harf devrimi ile amansız
darbe yediği günlerde çok bunalır. Baskılar artınca levhalarını alelacele elden
çıkarmaya bakar.
Hasılı o güzelim tablolar ehil
olmayanların eline geçer, büyük bir kısmı yurt dışına çıkar. Tavan aralarında
solanlar, gömülenler, yakılanlar...
Garibim “Marifet iltifata tabidir,
müşterisiz meta zayidir” diye dertlenir. Anlayana...
Bazıları ondan Latin harfleriyle estetik
istifler yapmasını arzular, Hamid Bey, “İslâm harfleri asr-ı saadetten beri
yazıldı” der, “Üstünde binlerce sanatkârın, emeği, zekâsı, üslubu var. Yeni
yazıyı şekle sokmaya ömrüm yetmez, uğraşamam da!”
Hamid Bey; Rakım, Sami, Nafiz efendilerin
yolundan gitse de sülüse, kendine has bir şive katar. Erbabı, Hoca’ya ait bir
yazıyı uzaktan tanır. Hele celi sülüs istiflerindeki tenasüp, kıvraklık,
akıcılık, rahatlık, denge ve leke dağılımı parmak ısırtır. Bu, onun kuru bir
mukallit olmadığını ispatlar ki eslaftan aldığı emanete çok şey katar. “Yazı,
dilin eli, elin dilidir” demişler, o eliyle konuşur, duyana...
‘Allah’ yazan yanar mı?
Bir ara handa yangın çıkar, kâhya kapıyı
döver, “Üstad!... Üstad!” diye yırtınır “Çabuk çık, yanacaksın!” Bina ahşap,
tavan taban çıtır çıtır tahta... Hattat Hâmid hiç istifini bozmaz, “Biz Allah
(Celle Celalüh) yazıyoruz kardeşim” der, “Git sen başının çaresine bak!” Dediği
gibi olur, yangını yan odada kontrol altına alırlar.
Kusursuz yazılar
M. Uğur Derman anlatır: Hâmid Bey,
Efendimizin (Sallallahü aleyhi ve sellem) vasıflarını anlatan ‘hilye - i
nebevî’ler yazmaya bayılırdı. Bunlardan Dervişzâde Hasan Fehmi’de de bir tane
vardı. Bakmaya doyamazdım. Bir ara bu ta’lik hilyeyi lupla inceledim, tek kusur
bulamadım. Gidip üstada anlattım... “Yâhu, ben onun tashihi için 2.5 yıl
uğraştım” dedi, “kolay mı?”
Suyumu yongayla
Hattat Hamid kamışları ustalıkla açar, iki
tarafını da sivriltir. Sorar gibi bakan talebelerine “Sivriltelim ki” der,
“Şeytanlar oturmasınlar!” Ayet-i kerime, hadis-i şerif yazan bir kamışın üstüne
şeytan oturabilir mi? Onu bilmiyoruz ama riyadan, kibirden pek korkar. Kamış
yongalarını titizlikle saklar, yakınlarına “Defin suyum bunlarla ısıtılsın”
diye fısıldar. Hattat Hamid bir Miraç gecesi dostlarına kavuşur (18 Mayıs
1982). Vasiyeti üzerine Karacaahmet Kabristanında (Şeyh Hamdullah’ın yanı
başına) toprağa bırakırlar.
“Bir garip öldü” diyeler
Odasını açarlar. Bir divan, kafasına
ısıtıcı takılmış bir piknik tüpü ve bir masa... Sağda solda yarım kalmış birkaç
levha.. Karalamalar kalıplar... Han sahibi “Birileri şu emanetleri alsın” dese
de talibi çıkmaz. Keşke metrukatı toplanabilse de müze yapılsa... “Olmak için
ölmek lâzım” diyen Hamid Usta, ne yazık ki ölünce de adam yerine konulmaz. Adı
haber bültenlerine çıkmaz, (IRCICA’yı saymazsanız) belgeseli yapılmaz. Şu
vefasızlığımıza bakın ki ruhuna okutulan Mevlid-i şerif ve Kur’an-ı kerim
ziyafetlerine bile ahım şahım katılım olmaz.
Akademi gibi...
Hattat Hamid, Ankara Caddesi üzerindeki
Reşit Efendi Han’ında avluya bakan küçücük bir odada onlarca sanatkâr
yetiştirdi.
Acaba bu han “hat müzesi” yapılabilir mi?
http://www.turkiyegazetesi.com.tr/irfan-ozfatura/357536.aspx
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar