ŞEYTANLA KONUŞMALAR- Hilmi Ziya ÜLKEN
Hilmi Ziya
Ülken ‘in bu eseri edebiyat ve düşünce dünyamızda pekte rastlanılmayacak türden
bir eserdir. Kitap bir eleştiri hatta
daha da öteye bir özeleştiri kitabıdır. Bu çerçevede yazar hem dönemini hem de
kendini eleştiriye tutar ve eksiklikleri göz önüne sermeye çalışır. Peki,
şeytan bunun neresindedir? Eserin pekte rastlanılmayacak türden bir yapıt
olduğunu belirtmemin asıl sebebi de aslında buradan gelir. Çünkü yazar
eleştirilerini yaparken karşısına muhatap olarak şeytanı alır ve onunla girdiği
münazara çerçevesinde eser şekillenir. Şeytan olumsuz bir şey söylemez fakat
eleştirileri oldukça kuvvetlidir. Yazardan daha korkusuz daha açık sözlü
davranır. Yani yazarın gerçekçi yönünü aslında şeytan temsil etmektedir.
Eserin yazarla şeytanın diyalogları etrafında şekillendiğini
söylemiştik. Peki, nedir bu eleştiri konuları? Fazilet, telif ve tercüme, aşk,
nizam-ı alem( dünya düzeni), nesir, şiir, tiyatro, övünme, fikir ve hareket,
iştikak( kökenbilim), roman, kitap ve hayat, resim, tembellik, tenkit, geçmiş
zaman, akl-ı selim( sağduyu) olmak üzere tam on yedi konu üzerinde; bunların
dünya çapındaki yerlerine ve ülkemizdeki durumlarına ait şeytanla çekişmeler ve
konuşmalar etrafında fikirler ortaya konulur.
Yazar, her konusunu farklı bir bölümde incelediği
kitabını on sekiz bölümde ele alır. Takdim başlığı ile ortaya konulan birinci
bölümde Hilmi Ziya’nın Şeytan’la karşılaşması ve Şeytan’ın kendini takdim
etmesi yer alır. Hilmi Ziya çalışma odasında iken nereden çıktığını
anlayamadığı şeytan içeri girer ve ona kendisini tanıtır. Hilmi Ziya şeytanı
kovmaz, çünkü onu izlemeyi eğlenceli bulur. Bundan yüz bulan şeytan odaya iyice
yerleşir. Önceleri çekimser ve soğuk olan hava ıhlamur servisiyle yerini akıcı
münazaralara bırakır. Bu girizgâhtan sonra Hilmi Ziya ikinci bölüm olan fazilet
konusuna geçer.
Fazilet konusunda önce konu ilahi dinler çerçevesinde
tartışılır. Burada Hz. Muhammed, Hz. Davud, Hz. İsa gibi peygamberlerden
örnekler verilir. Ve şeytan onların aslında erdemli gibi görünüp erdemsiz
olduklarını söyler ayrıca onları riyakâr olmakla suçlar. Şeytan bu bölümde şunu
savunur: Önemli olan düşünmek değil, düşüncede samimi olmaktır. Bunu ortaya
çıkarmak için de düşünenle işe başlanılmalıdır. Bu sözler Hilmi Ziya’ya cazip
gelir. Daha sonra Hilmi Ziya Eflatun’un Menon diyaloğuna atıfta bulunarak
meseleyi açıklamaya çalışırken şeytan araya girer ve şunları söyler: Ben
Eflatun’u tanırım. Söz aramızda onun bu hususta çok kurnazlığı vardır. Daima
kaçamaklı lisan kullanır. Kâh Sokrat’ı haklı çıkarır, kâh sofistleri. O iki
katlı bir bina kuruyordu. Fakat birinden ötekine geçecek merdiveni unutmuştu.
Hilmi Ziya’nın Hegel bu iki katı birleştirmedi mi sorusuna ise şöyle
cevap verir: Haklısınız, yalnız onunda kendisine göre hilesi var. Tereciye tere
satılmaz. Kendisine bunu açtım. ‘Bir yüzü madde bir yüzü fikir olan bu iki
yüzlü âlemde ne oluyor? Dedim’. Kulağıma eğildi. ‘Birbirimizi ele
vermeyelim, senin de ne marifetlerini biliriz. ‘dedi. Konuşma böylece devam eder ve bu bölümde
fazilet konusu dini ve felsefi yönden tartışılmış olur daha sonra bir diğer
bölüm olan telif ve tercüme konusuna geçilir.
Hilmi Ziya’ya göre telif ve tercüme meselesi Sabık Maarif
Nezareti zamanından beri halkı neredeyse en fazla meşgul eden konudur. Hilmi
Ziya bu konu hakkındaki düşüncelerinde özellikle Namık Kemal ve Ziya Paşa’ya
değinir. Ona göre onlar az da olsa yazın hayatımızda kımıldanışlara sebep
olmuşlardır. Hilmi Ziya burada Babıali’den ve batılılaşma yolunda özellikle
yayın hayatımızda ne kadar önemli olduğundan bahseder ve şeytan burada konuşmaya
dâhil olur. Telif konusunda şeytan önemli yazarların ve fikir adamlarının
yazdıkları eserleri özgün bulmaz hepsinin çalıntı olduğunu belirtir. Kamus-ı Felsefe’yi Baldwin’in Vocabulaire
Philosophique’in biraz çeşni katılmış hali olarak görür, terakki fikrinin Henri
Delvelle’den alındığını söyler. Ayrıca beynelmilel olma anlayışını da
eleştirir, allameleri yani derin bilginleri hiçe sayar. Telif meselesinde
şeytanla anlaşamayacağını gören Hilmi Ziya bu konuşmalardan sonra tercüme
meselesine geçer. Şeytan tercüme ve tenkidin bir arada var olduklarını belirtir
ve edebiyatımızdan şu örnekleri verir: Mehmet İzzet’in İçtimaiyat tercümesine
Mehmet Ali Ayni’nin eleştirisi, Köprülü Fuat’ın Le Bon’dan tercümesine Selim
Sabit eleştirisi, Mehmet Emin’in Bergson tercümesine Nurullah Ataç’ın
eleştirisi ve daha birçok örnek… Buna
cevap olarak ta Hilmi Ziya Şekip Tunç, Hüseyin Cahit ve Nurullah Ataç ‘ı çok
beğendiğini belirtir. Ayrıca ona göre her tercüme bir ameliyattır, öldürmese bile
zedeler yani aslından çeviri elbette metine bir parçada olsa zarar verir Hilmi
Ziya Ülken’e göre, oysa şeytana göre aksine tercüme demek yeni elbise
dikmektir, hem çevirecek hem de ekini belli etmeyeceksin der şeytan.
Hilmi Ziya Ülken telif ve tercüme hakkındaki
konuşmalarından sonra sıhhat ve aşk konularını incelemeye alır. Önce sıhhat
konusunu ele alır. İnsan hasta olunca onda bir tek şeyin arzusu olur der, o da iyileşmek. Bunda başka hiçbir şeyin
insanın gözünde bir manası kalmaz düşünüre göre. Sıhhat konusunda kısaca
bunları belirttikten sonra aşk konusuna geçer.
Genel olarak aşk konusu ilahi bir manada değil
de daha ziyade beşeri türden bir aşk olarak ele alınır. Hilmi Ziya’ya göre aşk,
oyunların en tehlikelisidir. Aşka bu manayı yükleyen düşünür, Stendhal’in aşkı
dörde ayırmasından bahseder. Birincisi, Portekizli rahibede ( Diderot’un La
Religiuse adlı eserinden ) , Abelard’a karşı Heloie’de yahut bizde Leyla’ya
karşı Mecnun’a görüldüğü gibi ihtiras-aşk, ikincisi 1760’da Paris’te hüküm
süren ve bu devrin hatıraları ve romanlarında görülen zevk-aşk. Üçüncüsü maddi aşk. Avda ormandan kaçan güzel ve taze bir köylü
kızı bulmak. Ona göre bu nevi haz
üzerine dayanan aşkı herkes bilir. İnsanın karakteri ne kadar kuru olursa
olsun, on altı yaşında bununla başlanır. Dördüncüsü, tefahür aşkıdır.
İnsanların en büyük kısmı, güzel ve modaya uygun bir kadına sahip olmak ister.
Bundan sonra düşünür aşkın ruhta nasıl başladığına değinir. Bunlar sırasıyla
şöyledir: Hayranlık, öpüşme duygusu, ümid, ve nihayet aşk doğar, ardından da
ilk tebellür yani billurlaşma; burada da insan aşkından emin olduğu bir kadını
zihninde bin bir olgunluk ile süsler. Altınca safhada şüphe doğar. Yedinci
kısımda ise ikinci billurlaşma olur. Aşkın bu aşamalara sahip olduğunu
belirttikten sonra da aşığın üç farklı fikir aşamasından geçtiğini söyler.
Bunlar da şöyledir: Bütün mükemmellikler ondadır, o beni seviyor, aşkın en
büyük delilini ondan elde edebilmek için ne yapmalı? Aşk konusunda bunlar
konuşulduktan sonra bir başka bölüm olan nizam-ı âlem yani dünya düzeni
konusuna geçilir.
Bir önceki
bölümde hastalık halinde olan Hilmi Ziya bu bölüme nekahet zamanını seyahatte
geçirdiğini belirtmekle başlar. Bu sayede Anadolu şehirlerini gezer. Gördükleri
Evliya Çelebi’nin anlattıklarına hiç benzemez. Çünkü artık Amerika keşfedilmiş
ve Süveyş kanalı açılmıştır. Bu nedenle o zengin ve bereketli topraklar artık
gözden düşmüştür. Artık bu topraklarda kerpiçten evler, eğri büğrü yollar,
bataklık dereler vardır. Bu gezi Hilmi Ziya’nın gözünü açmıştır. Geziden
dönünce şeytanı onu evde hazır halde bekler bulur ve seyahatleriyle ilgili
konuşmaya başlarlar. Hilmi Ziya şeytana katı şeyler söyleyeceğini açıklar ve
şeytan da cevap verir: hikmet yalnız hakikattir. Ahlakın bütün kanunları tek
bir kelimeye indirgenir; hakikat. Şeytan devam eder: bütün fenalıkların kaynağı
olabilirim fakat asla yalan söylemem. Hakikati söylediğim için Allah beni
meleklerin arasından kovdu der. Ziya şeytana dünyayı ıslaha mı kalktın diye
sorar. Şeytan cevap verir: doğru söylemek âleme niza vermek değildir. Yol
göstermek benden, yapmak sizden. Nizam-ı âlem başka iştir. Şeytan bu konu
hakkında iki ismi dile getirir. Bunlar Nazmi Acar ve Mükrimin Halil’dir.
Şeytana göre bunlar nizam taifesini âleme ilan etmişlerdir. Buna göre insanlar;
eski bilgeler, namuslu kişiler, doğulu kötü kişiler ve şiş olmak üzere dört
kısıma ayrılmaktaydılar. Bu nizam taifesi genelde evliyadan olur. Cezbeli ve
Tanrısaldırlar. Dürüst kişilerden değildirler. İlhamları Tanrıdan gelen coşkulu
esinlemedir. Tanrısallığa yükselmiş kişilerden birkaç isim sayar şeytan ve
artık bu taifeden kimsenin yetişmediğini söyler. Bunun sebebi de ona göre
gafletten başka bir şey değildir. Tarikatlar kalkalı bu taife halkın arasına
karışmıştır; bunlar Batı ülkelerini gezip, alafranga terimlerle milletin gözünü
kamaştırmışlardır.
Şeytan
buradan itibaren Hamdi Başar’ın Değişen Dünya romanıyla ilgili konuşmaya başlar
ve onun şu cümlelerine dikkat çeker: İnsanlığın asıl yapacağı inkılâp yalnız
insanların doğal kuvvetlere hükmetmesi değil, bu kuvvetlerin insan cemiyetine
hükmetmemesidir. Nasıl ki bütün dünyayı tanıdıktan sonra insanlık bugünkü doğal
kuvvetlere en çok emrettiği yüksek dereceyi bulmuşsa, tarihin iki ayrı devreden
ibaret olduğunu ve bunların ayrı ayrı dünyalardan ibaret bulunduğunu anlamak,
bu iki âlemin kanunlarını, kıymet hükümlerini, hatta lisanını ve ahlakını ayrı
ayrı şeyler diye kabul etmek suretiyle de tarihe ve bizzat tabiata hükmedilmiş
olur. Yazara göre ise gelecek devir, liberalizm, kapitalizm, sosyalizm gibi
düşünceleri ortadan kaldıracak ve yeni bir hürriyet devri başlayacaktır. Bu
bölüm bu düşünceler etrafında şekillenir ve beşinci bölüm olan nesir konusuna
geçilir.
Bu bölüm
şeytanın düşünüre yaptığı bir aldatmaca ile başlar. Şeytan Hilmi Ziya’nın karşısına sevimli bir
bilge olarak çıkar. Şeytana göre nesir bize Latinler’in hediyesidir. Bu tür
Latinler tarafından bulunmuş, önce İtalyanlar daha sonra Fransızlar almış son
olarak ta bize geçmiştir. Nesir şeytana göre, insanın ve tarihin bir aynasıdır,
bunu da verdiği çeşitli örneklerle açıklamaya çalışır. Hilmi Ziya’nın bütün
karşı çıkmalarına rağmen şeytan nesrimizi eleştiri yağmuruna tutar. Ona göre
nesrimiz nazmın gölgesinde kurumuş ota benzemektedir. Sinan Paşa’yı ümmi
konuşması bakımından eleştirir, Fuzuli’yi ise içi boş kelime zincirleri
kurmakla itham eder bu eleştirilerinden Kınalızade de laf kalabalığı yapmasıyla
nasibini alır. Çağdaş yazarlardan Yakup
Kadri, Falih Rıfkı ve Peyami Safa’yı da beğenmez. Hilmi Ziya’nın tartışma
boyunca nesir tarihimizi örnekler vererek övdüğü şeytanın ise ters bir tavır
takındığı görülür.
Düşünür
sıradaki bölümde bir önceki bölümü tamamlayıcı nitelikte bir konu üzerinde
durur. Bu elbette şiirdir. Bu bölümde de yine Hilmi Ziya’nın övdüğü şeytanın
ise yerdiği bir şiir tarihi karşımıza çıkar. Şeytan’ a göre şiir İngiltere’de
Milton, Shelley, Byron, Keats, Fransa’da Baudelaire, Rimbaud, Valery ile devam
etmesine ve muazzam örnekler ortaya koymasına rağmen bizde böyle güçlü şiirler
ortaya konulamamıştır. Bizim şiirimize gelince ise; şeytana göre Mesnevi’den başka güçlü bir örnek
görmek olanaksızdır. Şevket Buhari,
Baki, Nedim, Nef’i, Galip gibi şairler sadece kendi çağında rağbet görmüş fakat
bu ileriki zamanlara taşınamamıştır. Galip’ten sonra şiirimizde büyük bir
çöküntü olmuştur. Yahya Kemal ise Galip ile çağımızda bir köprü görevi
kurmaktadır. Bundan sonra da Nazım Hikmet ve Ahmet Haşim’in şiirleri üzerinde
durulur ve bölüm bitirilir.
Sıradaki
bölüm tiyatro üzerinedir. Bu bölüme Shakespare’nin “Dünya
bir tiyatrodur, bizde aktörleriz.” Sözlerinin artık geçersiz
olduğundan bahsedilerek başlanır. Hilmi
Ziya’ya göre âlem artık hem aktör hem de seyircidir. Çünkü insanlık artık
içinde bulunduğu konum çerçevesinde hem suçludur, hem cezalandırıcı, hem
onurludur, hem haydut. Onun bu kararı vermesindeki etken kitabın basım yıllarına
da bakacak olursak ikinci Dünya Savaşı’nın getirmiş olduğu buhranlı havadır.
Şeytana göre ise artık dünya kendini inkâr ve tasdik eden şeytanın kendisidir. Şeytan’a göre tiyatro diğer
sanatlardan farklı olarak halkı eğitme amacı gütmesi açısından çok başka bir
yerdedir. Ona göre oyuncular öğretmen, izleyiciler ise öğrencilerdir. Bunun yanı sıra şeytan tiyatro’nun birçok
kökü olduğundan bahseder. Klasik tiyatro ile gelen Yunan kökü, ortaçağın Mirakl
ve Martirleriyle gelen dini kökü, halk oyunları… Ona göre Batı’nın büyük
eserleri bu köklerden gelmektedirler. Şeytan’a göre bunlar örnek alınarak Türk
tiyatrosu da kurtarılabilmektedir fakat Hilmi Ziya bunu kesinlikle reddeder.
Böylece tiyatro bahsi de kapanmış olur.
Bir
sonraki bölümde en temel insani duygular tevahür (övünme) ve acze düşme felsefi
ve ahlaki olarak tartışılır. Şeytana göre kumar, aşk, sanat, siyaset, para,
ilim, fazilet, nefsi feda etmek her şey övünmeye vesiledir. Hilmi Ziya’ya ise
şeytanın bu sözlerini insanlığa atılan bir iftira olarak görür ve kabul etmez.
Dokuzuncu
bölüm; fikre ve harekete dairdir. Hilmi Ziya’ya göre fikir dediğimiz şey hem
umumi hem de soyut olmalıdır. Düşünür ortaya koyacağı fikrin her zaman müdafaa
edebileceği bir fikir olması için çabalar şeytan ise buna insanların fikirleri
sürekli değişebileceği açısından karşı çıkar. Ona göre maksat fikirle hareketin
uymasıdır. Hilmi Ziya ise bunu bu şekilde kabul etmez. Ona göre insan bir
fikirden başka bir fikre geçerken âleme ve kendi kendine hesap vermeye
mecburdur. Bu geçiş hangi sebeplerden doğmuştur? Eski fikirlerini niçin tamir
etmeye lüzum görmüş; bu gelişme kendini yenileme midir, tekrar mıdır, ilave
midir? Fikir adamı bütün okuyuculara ve kendi kendisine karşı bunu cevabını
vermek zorundadır. Şeytana göre ise
fikir dediğimiz şey elbise gibi giyilip çıkarılır. Ne derler, ne diyecekler
diye etrafına bakınanlar hiçbir şey yapamazlar.
Fikir
kelimeyle ifade edilir. Bunun için fikir kelam demektir şeytana göre; eşyanın
kendi başına manası yoktur, ona sihrini veren isimlerdir. Fikirler de bu
isimlerden doğar. Bunun yanında kelamın iki türlü olduğunu da belirtir: kelam-ı
melfuz, kelam-ı mahfuz. Birincisi büyük zatların düşünüp söylediği şeyler ki
hiçbir değeri yoktur. İkincisi, henüz düşünmediği, söylemediği ve belki de
söylemeyeceği şeyler ki asıl deha eseri onlardır. Hilmi Ziya fikir adamının
ısrarcı olmasını vurgular şeytanda burada ilginç bir reçete hazırladığını
belirtir ve bunu açıklar: soldan sağa okunursa demokrasi, sağdan sola okunursa
aristokrasi; yukarıdan aşağıya okunursa komünizm, aşağıdan yukarıya okunursa
anarşizm müdafası ortaya çıkıyor. Dolayısıyla kim neyi savunursa o meşru olur. Bu
duruma şeytan Ziya Gökalp’i örnek verir. Şeytana göre hadise ne tarafa dönerse
o da dönerdi: Diyarbakır’da bilmemnecilik, Türkocağı’nda Türkçülük, Merkezi
Umum: İttihadcılık, Rus Çarlığı yıkılır: Turancılık, Sovyet devleti çıkar,
küçük Türkçülük, Enver Paşa Sarıkamış’a yürüyor: Hakancılık… Bunları ve daha fazlasını Ziya Gökalp’ e atfeden şeytan,
onu kendi bulduğu reçeteye en fazla uyan insanlardan biri olarak görür.
Sıradaki
bölüm iştikaka yani etimolojiye ayrılır. Kelimeler fikirleri yaratır, fikirler
de âlemi. Peki, kelimeler nasıl ortaya
çıkar? Şeytan bunu şöyle açıklar:
kelimeleri yaratan harflerdir. İşin marifeti heceleri yan yana getirmektir;
onlardan bin bir şekil ortaya çıkar. Her birinden ayrı bir âlem görünür.
Dağıtın tekrar birleştirin, üst üste yığın, sırayla dizin, küme yapın,
halkalar, haçlar, zincirler, kordonlar yapın; bir avuç çakıl taşı kadar harften
dünyalar çıkar der.
Etimolojinin
tarihine bakacak olursak ise şeytan iştikak ilminin vaktiyle ilimlerin en asili
olduğunu söyler. Fakat daha sonra yine onun tabiriyle iş ayağa düşünce bu ilim
tahtından iner. Dokuzuncu Şarl’ a kadar bir köşede kalan konunun bu dönemde
tekrar üzerinde durulmaya başlanır. Daha sonra Ebulgazi Bahadır Han Türk
şeceresi ile ilgili araştırmalarda bulunur. Bunun yanı sıra Ahmet Vefik Paşa,
Ali Suavi ve Şemsettin Sami gibi isimlerde bu konu hakkında araştırmalarda
bulunurlar. Bu sayede şeytana göre etimoloji eski değerini kazanmış olur.
Romana
dair bölümde, öncelikli olarak romanın Fransız ve Rus romancılığı etrafındaki
tarihsel gelişimi açıklanarak bir giriş yapılır ve buradan Türk romancılığına
geçilir. Hilmi Ziya’ya göre roman bizde gittikçe kuvvetlenmektedir. O nesir
sanatlarının en yenisi ve en bereketlisidir. Şiir ve destan eski önemlerini
yitirdikten sonra yazın dünyasına hükmeden romandır. Nesrin bütün maharetleri
orada kendini gösterir. Şeytana göre ise romanımız emekleme devrindedir ama
gitgide yürüme aşamasına gelecek ve nihayetinde bunu da gerçekleştirecektir.
Son romanlarımız hakiki manada bir kriz geçirmektedirler. Burada şeytan Yakup Kadri ve Halide Edip’i
eleştirir. Buradan kitaba ve hayata dair olan bölüme geçilir.
Kitaba ve
hayata dair olan bölümde metnin genel akışına ters bir tavır görülür. Burada
olumsuz olan Hilmi Ziya iken; kitapları öven ve onların ne kadar değerli
olduğunu anlatan şeytanın ta kendisidir. Bu bölümde tarih boyunca kitabın
geçirdiği maceralar bu bakış açılarıyla ele alınmışlardır. Tarih boyunca
yakılmalarına, çalınmalarına, hasar görmelerine rağmen burada suçlu kitaplar
değil, insanlardır sonucuna varılır.
Bu bölümde
karşımıza resim konusu çıkar. Burada şeytan İle Hilmi Ziya bir tartışma içine
girmez. Adeta zaman içinde bir resim gezintisi yaparlar. Louvre, Berlin Müzesi,
British Museum ve Vatikan gibi önemli sanat merkezlerine yolculuk yaparlar ve
dünya tarihinde resmin hangi şekillerden geçtiğini anlatırlar. Yalnız burada
diğer bölümlerden farklı olarak bizim resim tarihimizden hiç bahsedilmez.
Resim
konusundan sonra düşünür tembellik konusuna değinir. Burada tembel ve çalışkan
insanların ne tür özellikler taşıdıkları belirtilir. Şeytana göre tembel insan
en az emekle en fazla kazanca sahip olmak isteyen insanlardır. Bunlar her çağda
vardır ve bundan sonra da olacaklardır. Himayelerindeki büyük halk kütleleri
ise afyonla uyutulmalı ve gerçeğin farkına bu şekilde varmaları
engellenmelidir. Hilmi Ziya’ya göre ise böyle bir durum asla uzun sürmeyecek ve
bu geniş halk kütleleri elbet gerçeğin farkına varacaktır.
Sıradaki
bölümümüz tenkid üzerinedir. Burada tenkid edecek kişilerin özelliklerine
değinilir. Şeytana göre bu konuyu ortaya çıkaran ve insanların bununla
uğraşmasını sağlayan kendisidir. bu
konuyla ilgili birkaç örnek verilerek bölüm bitirilir. Örnekler arasında;
Koçubey’in sultanları sorguya çekmesi, Sarı Mehmet Paşa’nın savunduğu gerçekler
uğruna canından olması gibi örnekler yer alır.
Düşünür
tenkid bölümüne kısaca yer verdikten sonra bir başka konusu olan geçmiş zamana
geçer. Bu bölümde bir tartışma olmaz. Şeytan gayet ağır bir dil ile yazılmış,
geçmiş zamana ait bir hikâyeyi okur ve usulca Hilmi Ziya’nın odasını ter eder.
Ve nihayet
kitabın son bölümü olan aklı-ı selime yani sağduyuya geçilir. Hilmi Ziya’ya
göre sağduyu basit bir kuvvet olmasına rağmen tam arandığı zaman pek ender
bulunmaktadır. Sağduyuyu zekâ ile
ilimle, ihtisasla, servetle ve dahi hiçbir şey ile satın almak mümkün değildir. Abdullah Cevdet rahip Meslier’in kitabını
tercüme ederek sağduyunun ne kadar önemli olduğunu gözler önüne sermiştir.
Fakat Hilmi Ziya’ya göre bu kitaptan değil de hayattan çıkarılabilecek türden
bir duygudur. Şeytana göre ise Abdullah Cevdet bu eseri tercüme edeceğine
Shakespare’nin tercümelerinden vazgeçseydi sağduyuya daha çok hizmet etmiş
olacaktı. Ona göre Abdulhak Hamit sağduyu konusunda emsalsiz bir örnek
olmuştur.
Hilmi Ziya
aynı zamanda sağduyunun yani akl-ı selimin akıl olmadığına da değinir. O aynı zamanda halkın bilgisi de
değildir. Ona göre sağduyuya en uygun
olan ilimdir. Fakat ilim nazari, sağduyu ise pratiktir. Birincisi teklif
ederken ikincisi seçme ve uygulama ister.
Bölümün
son kısmında Hilmi Ziya şeytana ‘ akıntıya kürek çekmek sağduyuya uyar mı?’
diye bir soru yöneltir. Şeytan da şu şekilde cevap verir: ‘ Akıntıya doğru
gitmek iradeyi elden bırakıp kör kuvvetlere esir olmaktır. Fakat akıntıya tek
başına meydan okumak isyan etmektir. Akıntılar daima karşı karşıyadır. Birine
meydan okumak için ötekine takılmak gerek. Suların karşılaşacağı yerde kayıklar
alabora olur. Çarpışanlar, kırılanlar, girdaba karışanlar vardır. Hakiki
kahraman tek başın akıntıya kürek çeken değil, çarpışan akıntıların başında
büyük yolu açacaklar için şehit olandır. Tek başına kürek çeken Don Kişotlara
sağduyu değil, bir parça akıl isteyiniz.’ Der ve yine geldiği gibi sessizce
düşünürün odasını terk eder. Herhangi
bir sonuca varılmadan da kitap sonlandırılır…
Fatma ÇİFT
Sh: 64-76
Kaynak:
“Hilmi Ziya Ülken” Çağdaş Türk Düşünürleri – II,
T.C Gazi Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü, Ankara 2013
T.C Gazi Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü, Ankara 2013
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar