Print Friendly and PDF

ŞEYTANLA KONUŞMALAR- Hilmi Ziya ÜLKEN



Hilmi Ziya Ülken ‘in bu eseri edebiyat ve düşünce dünyamızda pekte rastlanılmayacak türden bir eserdir.  Kitap bir eleştiri hatta daha da öteye bir özeleştiri kitabıdır. Bu çerçevede yazar hem dönemini hem de kendini eleştiriye tutar ve eksiklikleri göz önüne sermeye çalışır. Peki, şeytan bunun neresindedir? Eserin pekte rastlanılmayacak türden bir yapıt olduğunu belirtmemin asıl sebebi de aslında buradan gelir. Çünkü yazar eleştirilerini yaparken karşısına muhatap olarak şeytanı alır ve onunla girdiği münazara çerçevesinde eser şekillenir. Şeytan olumsuz bir şey söylemez fakat eleştirileri oldukça kuvvetlidir. Yazardan daha korkusuz daha açık sözlü davranır. Yani yazarın gerçekçi yönünü aslında şeytan temsil etmektedir.
            Eserin yazarla şeytanın diyalogları etrafında şekillendiğini söylemiştik. Peki, nedir bu eleştiri konuları? Fazilet, telif ve tercüme, aşk, nizam-ı alem( dünya düzeni), nesir, şiir, tiyatro, övünme, fikir ve hareket, iştikak( kökenbilim), roman, kitap ve hayat, resim, tembellik, tenkit, geçmiş zaman, akl-ı selim( sağduyu) olmak üzere tam on yedi konu üzerinde; bunların dünya çapındaki yerlerine ve ülkemizdeki durumlarına ait şeytanla çekişmeler ve konuşmalar etrafında fikirler ortaya konulur.
            Yazar, her konusunu farklı bir bölümde incelediği kitabını on sekiz bölümde ele alır. Takdim başlığı ile ortaya konulan birinci bölümde Hilmi Ziya’nın Şeytan’la karşılaşması ve Şeytan’ın kendini takdim etmesi yer alır. Hilmi Ziya çalışma odasında iken nereden çıktığını anlayamadığı şeytan içeri girer ve ona kendisini tanıtır. Hilmi Ziya şeytanı kovmaz, çünkü onu izlemeyi eğlenceli bulur. Bundan yüz bulan şeytan odaya iyice yerleşir. Önceleri çekimser ve soğuk olan hava ıhlamur servisiyle yerini akıcı münazaralara bırakır. Bu girizgâhtan sonra Hilmi Ziya ikinci bölüm olan fazilet konusuna geçer.
            Fazilet konusunda önce konu ilahi dinler çerçevesinde tartışılır. Burada Hz. Muhammed, Hz. Davud, Hz. İsa gibi peygamberlerden örnekler verilir. Ve şeytan onların aslında erdemli gibi görünüp erdemsiz olduklarını söyler ayrıca onları riyakâr olmakla suçlar. Şeytan bu bölümde şunu savunur: Önemli olan düşünmek değil, düşüncede samimi olmaktır. Bunu ortaya çıkarmak için de düşünenle işe başlanılmalıdır. Bu sözler Hilmi Ziya’ya cazip gelir. Daha sonra Hilmi Ziya Eflatun’un Menon diyaloğuna atıfta bulunarak meseleyi açıklamaya çalışırken şeytan araya girer ve şunları söyler: Ben Eflatun’u tanırım. Söz aramızda onun bu hususta çok kurnazlığı vardır. Daima kaçamaklı lisan kullanır. Kâh Sokrat’ı haklı çıkarır, kâh sofistleri. O iki katlı bir bina kuruyordu. Fakat birinden ötekine geçecek merdiveni unutmuştu. Hilmi Ziya’nın Hegel bu iki katı birleştirmedi mi sorusuna ise şöyle cevap verir: Haklısınız, yalnız onunda kendisine göre hilesi var. Tereciye tere satılmaz. Kendisine bunu açtım. ‘Bir yüzü madde bir yüzü fikir olan bu iki yüzlü âlemde ne oluyor? Dedim’. Kulağıma eğildi. ‘Birbirimizi ele vermeyelim, senin de ne marifetlerini biliriz. ‘dedi.  Konuşma böylece devam eder ve bu bölümde fazilet konusu dini ve felsefi yönden tartışılmış olur daha sonra bir diğer bölüm olan telif ve tercüme konusuna geçilir.
            Hilmi Ziya’ya göre telif ve tercüme meselesi Sabık Maarif Nezareti zamanından beri halkı neredeyse en fazla meşgul eden konudur. Hilmi Ziya bu konu hakkındaki düşüncelerinde özellikle Namık Kemal ve Ziya Paşa’ya değinir. Ona göre onlar az da olsa yazın hayatımızda kımıldanışlara sebep olmuşlardır. Hilmi Ziya burada Babıali’den ve batılılaşma yolunda özellikle yayın hayatımızda ne kadar önemli olduğundan bahseder ve şeytan burada konuşmaya dâhil olur. Telif konusunda şeytan önemli yazarların ve fikir adamlarının yazdıkları eserleri özgün bulmaz hepsinin çalıntı olduğunu belirtir.  Kamus-ı Felsefe’yi Baldwin’in Vocabulaire Philosophique’in biraz çeşni katılmış hali olarak görür, terakki fikrinin Henri Delvelle’den alındığını söyler. Ayrıca beynelmilel olma anlayışını da eleştirir, allameleri yani derin bilginleri hiçe sayar. Telif meselesinde şeytanla anlaşamayacağını gören Hilmi Ziya bu konuşmalardan sonra tercüme meselesine geçer. Şeytan tercüme ve tenkidin bir arada var olduklarını belirtir ve edebiyatımızdan şu örnekleri verir: Mehmet İzzet’in İçtimaiyat tercümesine Mehmet Ali Ayni’nin eleştirisi, Köprülü Fuat’ın Le Bon’dan tercümesine Selim Sabit eleştirisi, Mehmet Emin’in Bergson tercümesine Nurullah Ataç’ın eleştirisi ve daha birçok örnek…  Buna cevap olarak ta Hilmi Ziya Şekip Tunç, Hüseyin Cahit ve Nurullah Ataç ‘ı çok beğendiğini belirtir. Ayrıca ona göre her tercüme bir ameliyattır, öldürmese bile zedeler yani aslından çeviri elbette metine bir parçada olsa zarar verir Hilmi Ziya Ülken’e göre, oysa şeytana göre aksine tercüme demek yeni elbise dikmektir, hem çevirecek hem de ekini belli etmeyeceksin der şeytan.
            Hilmi Ziya Ülken telif ve tercüme hakkındaki konuşmalarından sonra sıhhat ve aşk konularını incelemeye alır. Önce sıhhat konusunu ele alır. İnsan hasta olunca onda bir tek şeyin arzusu olur der,  o da iyileşmek. Bunda başka hiçbir şeyin insanın gözünde bir manası kalmaz düşünüre göre. Sıhhat konusunda kısaca bunları belirttikten sonra aşk konusuna geçer.
 Genel olarak aşk konusu ilahi bir manada değil de daha ziyade beşeri türden bir aşk olarak ele alınır. Hilmi Ziya’ya göre aşk, oyunların en tehlikelisidir. Aşka bu manayı yükleyen düşünür, Stendhal’in aşkı dörde ayırmasından bahseder. Birincisi, Portekizli rahibede ( Diderot’un La Religiuse adlı eserinden ) , Abelard’a karşı Heloie’de yahut bizde Leyla’ya karşı Mecnun’a görüldüğü gibi ihtiras-aşk, ikincisi 1760’da Paris’te hüküm süren ve bu devrin hatıraları ve romanlarında görülen zevk-aşk.  Üçüncüsü maddi aşk.  Avda ormandan kaçan güzel ve taze bir köylü kızı bulmak.  Ona göre bu nevi haz üzerine dayanan aşkı herkes bilir. İnsanın karakteri ne kadar kuru olursa olsun, on altı yaşında bununla başlanır. Dördüncüsü, tefahür aşkıdır. İnsanların en büyük kısmı, güzel ve modaya uygun bir kadına sahip olmak ister. Bundan sonra düşünür aşkın ruhta nasıl başladığına değinir. Bunlar sırasıyla şöyledir: Hayranlık, öpüşme duygusu, ümid, ve nihayet aşk doğar, ardından da ilk tebellür yani billurlaşma; burada da insan aşkından emin olduğu bir kadını zihninde bin bir olgunluk ile süsler. Altınca safhada şüphe doğar. Yedinci kısımda ise ikinci billurlaşma olur. Aşkın bu aşamalara sahip olduğunu belirttikten sonra da aşığın üç farklı fikir aşamasından geçtiğini söyler. Bunlar da şöyledir: Bütün mükemmellikler ondadır, o beni seviyor, aşkın en büyük delilini ondan elde edebilmek için ne yapmalı? Aşk konusunda bunlar konuşulduktan sonra bir başka bölüm olan nizam-ı âlem yani dünya düzeni konusuna geçilir.
Bir önceki bölümde hastalık halinde olan Hilmi Ziya bu bölüme nekahet zamanını seyahatte geçirdiğini belirtmekle başlar. Bu sayede Anadolu şehirlerini gezer. Gördükleri Evliya Çelebi’nin anlattıklarına hiç benzemez. Çünkü artık Amerika keşfedilmiş ve Süveyş kanalı açılmıştır. Bu nedenle o zengin ve bereketli topraklar artık gözden düşmüştür. Artık bu topraklarda kerpiçten evler, eğri büğrü yollar, bataklık dereler vardır. Bu gezi Hilmi Ziya’nın gözünü açmıştır. Geziden dönünce şeytanı onu evde hazır halde bekler bulur ve seyahatleriyle ilgili konuşmaya başlarlar. Hilmi Ziya şeytana katı şeyler söyleyeceğini açıklar ve şeytan da cevap verir: hikmet yalnız hakikattir. Ahlakın bütün kanunları tek bir kelimeye indirgenir; hakikat. Şeytan devam eder: bütün fenalıkların kaynağı olabilirim fakat asla yalan söylemem. Hakikati söylediğim için Allah beni meleklerin arasından kovdu der. Ziya şeytana dünyayı ıslaha mı kalktın diye sorar. Şeytan cevap verir: doğru söylemek âleme niza vermek değildir. Yol göstermek benden, yapmak sizden. Nizam-ı âlem başka iştir. Şeytan bu konu hakkında iki ismi dile getirir. Bunlar Nazmi Acar ve Mükrimin Halil’dir. Şeytana göre bunlar nizam taifesini âleme ilan etmişlerdir. Buna göre insanlar; eski bilgeler, namuslu kişiler, doğulu kötü kişiler ve şiş olmak üzere dört kısıma ayrılmaktaydılar. Bu nizam taifesi genelde evliyadan olur. Cezbeli ve Tanrısaldırlar. Dürüst kişilerden değildirler. İlhamları Tanrıdan gelen coşkulu esinlemedir. Tanrısallığa yükselmiş kişilerden birkaç isim sayar şeytan ve artık bu taifeden kimsenin yetişmediğini söyler. Bunun sebebi de ona göre gafletten başka bir şey değildir. Tarikatlar kalkalı bu taife halkın arasına karışmıştır; bunlar Batı ülkelerini gezip, alafranga terimlerle milletin gözünü kamaştırmışlardır.
Şeytan buradan itibaren Hamdi Başar’ın Değişen Dünya romanıyla ilgili konuşmaya başlar ve onun şu cümlelerine dikkat çeker: İnsanlığın asıl yapacağı inkılâp yalnız insanların doğal kuvvetlere hükmetmesi değil, bu kuvvetlerin insan cemiyetine hükmetmemesidir. Nasıl ki bütün dünyayı tanıdıktan sonra insanlık bugünkü doğal kuvvetlere en çok emrettiği yüksek dereceyi bulmuşsa, tarihin iki ayrı devreden ibaret olduğunu ve bunların ayrı ayrı dünyalardan ibaret bulunduğunu anlamak, bu iki âlemin kanunlarını, kıymet hükümlerini, hatta lisanını ve ahlakını ayrı ayrı şeyler diye kabul etmek suretiyle de tarihe ve bizzat tabiata hükmedilmiş olur. Yazara göre ise gelecek devir, liberalizm, kapitalizm, sosyalizm gibi düşünceleri ortadan kaldıracak ve yeni bir hürriyet devri başlayacaktır. Bu bölüm bu düşünceler etrafında şekillenir ve beşinci bölüm olan nesir konusuna geçilir.
Bu bölüm şeytanın düşünüre yaptığı bir aldatmaca ile başlar.  Şeytan Hilmi Ziya’nın karşısına sevimli bir bilge olarak çıkar. Şeytana göre nesir bize Latinler’in hediyesidir. Bu tür Latinler tarafından bulunmuş, önce İtalyanlar daha sonra Fransızlar almış son olarak ta bize geçmiştir. Nesir şeytana göre, insanın ve tarihin bir aynasıdır, bunu da verdiği çeşitli örneklerle açıklamaya çalışır. Hilmi Ziya’nın bütün karşı çıkmalarına rağmen şeytan nesrimizi eleştiri yağmuruna tutar. Ona göre nesrimiz nazmın gölgesinde kurumuş ota benzemektedir. Sinan Paşa’yı ümmi konuşması bakımından eleştirir, Fuzuli’yi ise içi boş kelime zincirleri kurmakla itham eder bu eleştirilerinden Kınalızade de laf kalabalığı yapmasıyla nasibini alır.  Çağdaş yazarlardan Yakup Kadri, Falih Rıfkı ve Peyami Safa’yı da beğenmez. Hilmi Ziya’nın tartışma boyunca nesir tarihimizi örnekler vererek övdüğü şeytanın ise ters bir tavır takındığı görülür.
Düşünür sıradaki bölümde bir önceki bölümü tamamlayıcı nitelikte bir konu üzerinde durur. Bu elbette şiirdir. Bu bölümde de yine Hilmi Ziya’nın övdüğü şeytanın ise yerdiği bir şiir tarihi karşımıza çıkar. Şeytan’ a göre şiir İngiltere’de Milton, Shelley, Byron, Keats, Fransa’da Baudelaire, Rimbaud, Valery ile devam etmesine ve muazzam örnekler ortaya koymasına rağmen bizde böyle güçlü şiirler ortaya konulamamıştır. Bizim şiirimize gelince ise;  şeytana göre Mesnevi’den başka güçlü bir örnek görmek olanaksızdır.  Şevket Buhari, Baki, Nedim, Nef’i, Galip gibi şairler sadece kendi çağında rağbet görmüş fakat bu ileriki zamanlara taşınamamıştır. Galip’ten sonra şiirimizde büyük bir çöküntü olmuştur. Yahya Kemal ise Galip ile çağımızda bir köprü görevi kurmaktadır. Bundan sonra da Nazım Hikmet ve Ahmet Haşim’in şiirleri üzerinde durulur ve bölüm bitirilir.
Sıradaki bölüm tiyatro üzerinedir. Bu bölüme Shakespare’nin “Dünya bir tiyatrodur, bizde aktörleriz.” Sözlerinin artık geçersiz olduğundan bahsedilerek başlanır.  Hilmi Ziya’ya göre âlem artık hem aktör hem de seyircidir. Çünkü insanlık artık içinde bulunduğu konum çerçevesinde hem suçludur, hem cezalandırıcı, hem onurludur, hem haydut. Onun bu kararı vermesindeki etken kitabın basım yıllarına da bakacak olursak ikinci Dünya Savaşı’nın getirmiş olduğu buhranlı havadır. Şeytana göre ise artık dünya kendini inkâr ve tasdik eden şeytanın kendisidir. Şeytan’a göre tiyatro diğer sanatlardan farklı olarak halkı eğitme amacı gütmesi açısından çok başka bir yerdedir. Ona göre oyuncular öğretmen, izleyiciler ise öğrencilerdir.  Bunun yanı sıra şeytan tiyatro’nun birçok kökü olduğundan bahseder. Klasik tiyatro ile gelen Yunan kökü, ortaçağın Mirakl ve Martirleriyle gelen dini kökü, halk oyunları… Ona göre Batı’nın büyük eserleri bu köklerden gelmektedirler. Şeytan’a göre bunlar örnek alınarak Türk tiyatrosu da kurtarılabilmektedir fakat Hilmi Ziya bunu kesinlikle reddeder. Böylece tiyatro bahsi de kapanmış olur.
Bir sonraki bölümde en temel insani duygular tevahür (övünme) ve acze düşme felsefi ve ahlaki olarak tartışılır. Şeytana göre kumar, aşk, sanat, siyaset, para, ilim, fazilet, nefsi feda etmek her şey övünmeye vesiledir. Hilmi Ziya’ya ise şeytanın bu sözlerini insanlığa atılan bir iftira olarak görür ve kabul etmez.
Dokuzuncu bölüm; fikre ve harekete dairdir. Hilmi Ziya’ya göre fikir dediğimiz şey hem umumi hem de soyut olmalıdır. Düşünür ortaya koyacağı fikrin her zaman müdafaa edebileceği bir fikir olması için çabalar şeytan ise buna insanların fikirleri sürekli değişebileceği açısından karşı çıkar. Ona göre maksat fikirle hareketin uymasıdır. Hilmi Ziya ise bunu bu şekilde kabul etmez. Ona göre insan bir fikirden başka bir fikre geçerken âleme ve kendi kendine hesap vermeye mecburdur. Bu geçiş hangi sebeplerden doğmuştur? Eski fikirlerini niçin tamir etmeye lüzum görmüş; bu gelişme kendini yenileme midir, tekrar mıdır, ilave midir? Fikir adamı bütün okuyuculara ve kendi kendisine karşı bunu cevabını vermek zorundadır.  Şeytana göre ise fikir dediğimiz şey elbise gibi giyilip çıkarılır. Ne derler, ne diyecekler diye etrafına bakınanlar hiçbir şey yapamazlar. 
Fikir kelimeyle ifade edilir. Bunun için fikir kelam demektir şeytana göre; eşyanın kendi başına manası yoktur, ona sihrini veren isimlerdir. Fikirler de bu isimlerden doğar. Bunun yanında kelamın iki türlü olduğunu da belirtir: kelam-ı melfuz, kelam-ı mahfuz. Birincisi büyük zatların düşünüp söylediği şeyler ki hiçbir değeri yoktur. İkincisi, henüz düşünmediği, söylemediği ve belki de söylemeyeceği şeyler ki asıl deha eseri onlardır. Hilmi Ziya fikir adamının ısrarcı olmasını vurgular şeytanda burada ilginç bir reçete hazırladığını belirtir ve bunu açıklar: soldan sağa okunursa demokrasi, sağdan sola okunursa aristokrasi; yukarıdan aşağıya okunursa komünizm, aşağıdan yukarıya okunursa anarşizm müdafası ortaya çıkıyor. Dolayısıyla kim neyi savunursa o meşru olur. Bu duruma şeytan Ziya Gökalp’i örnek verir. Şeytana göre hadise ne tarafa dönerse o da dönerdi: Diyarbakır’da bilmemnecilik, Türkocağı’nda Türkçülük, Merkezi Umum: İttihadcılık, Rus Çarlığı yıkılır: Turancılık, Sovyet devleti çıkar, küçük Türkçülük, Enver Paşa Sarıkamış’a yürüyor: Hakancılık… Bunları ve daha fazlasını Ziya Gökalp’ e atfeden şeytan, onu kendi bulduğu reçeteye en fazla uyan insanlardan biri olarak görür.
Sıradaki bölüm iştikaka yani etimolojiye ayrılır. Kelimeler fikirleri yaratır, fikirler de âlemi.  Peki, kelimeler nasıl ortaya çıkar?  Şeytan bunu şöyle açıklar: kelimeleri yaratan harflerdir. İşin marifeti heceleri yan yana getirmektir; onlardan bin bir şekil ortaya çıkar. Her birinden ayrı bir âlem görünür. Dağıtın tekrar birleştirin, üst üste yığın, sırayla dizin, küme yapın, halkalar, haçlar, zincirler, kordonlar yapın; bir avuç çakıl taşı kadar harften dünyalar çıkar der.
Etimolojinin tarihine bakacak olursak ise şeytan iştikak ilminin vaktiyle ilimlerin en asili olduğunu söyler. Fakat daha sonra yine onun tabiriyle iş ayağa düşünce bu ilim tahtından iner. Dokuzuncu Şarl’ a kadar bir köşede kalan konunun bu dönemde tekrar üzerinde durulmaya başlanır. Daha sonra Ebulgazi Bahadır Han Türk şeceresi ile ilgili araştırmalarda bulunur. Bunun yanı sıra Ahmet Vefik Paşa, Ali Suavi ve Şemsettin Sami gibi isimlerde bu konu hakkında araştırmalarda bulunurlar. Bu sayede şeytana göre etimoloji eski değerini kazanmış olur.
Romana dair bölümde, öncelikli olarak romanın Fransız ve Rus romancılığı etrafındaki tarihsel gelişimi açıklanarak bir giriş yapılır ve buradan Türk romancılığına geçilir. Hilmi Ziya’ya göre roman bizde gittikçe kuvvetlenmektedir. O nesir sanatlarının en yenisi ve en bereketlisidir. Şiir ve destan eski önemlerini yitirdikten sonra yazın dünyasına hükmeden romandır. Nesrin bütün maharetleri orada kendini gösterir. Şeytana göre ise romanımız emekleme devrindedir ama gitgide yürüme aşamasına gelecek ve nihayetinde bunu da gerçekleştirecektir. Son romanlarımız hakiki manada bir kriz geçirmektedirler.  Burada şeytan Yakup Kadri ve Halide Edip’i eleştirir. Buradan kitaba ve hayata dair olan bölüme geçilir.
Kitaba ve hayata dair olan bölümde metnin genel akışına ters bir tavır görülür. Burada olumsuz olan Hilmi Ziya iken; kitapları öven ve onların ne kadar değerli olduğunu anlatan şeytanın ta kendisidir. Bu bölümde tarih boyunca kitabın geçirdiği maceralar bu bakış açılarıyla ele alınmışlardır. Tarih boyunca yakılmalarına, çalınmalarına, hasar görmelerine rağmen burada suçlu kitaplar değil, insanlardır sonucuna varılır.
Bu bölümde karşımıza resim konusu çıkar. Burada şeytan İle Hilmi Ziya bir tartışma içine girmez. Adeta zaman içinde bir resim gezintisi yaparlar. Louvre, Berlin Müzesi, British Museum ve Vatikan gibi önemli sanat merkezlerine yolculuk yaparlar ve dünya tarihinde resmin hangi şekillerden geçtiğini anlatırlar. Yalnız burada diğer bölümlerden farklı olarak bizim resim tarihimizden hiç bahsedilmez.
Resim konusundan sonra düşünür tembellik konusuna değinir. Burada tembel ve çalışkan insanların ne tür özellikler taşıdıkları belirtilir. Şeytana göre tembel insan en az emekle en fazla kazanca sahip olmak isteyen insanlardır. Bunlar her çağda vardır ve bundan sonra da olacaklardır. Himayelerindeki büyük halk kütleleri ise afyonla uyutulmalı ve gerçeğin farkına bu şekilde varmaları engellenmelidir. Hilmi Ziya’ya göre ise böyle bir durum asla uzun sürmeyecek ve bu geniş halk kütleleri elbet gerçeğin farkına varacaktır.
Sıradaki bölümümüz tenkid üzerinedir. Burada tenkid edecek kişilerin özelliklerine değinilir. Şeytana göre bu konuyu ortaya çıkaran ve insanların bununla uğraşmasını sağlayan kendisidir.  bu konuyla ilgili birkaç örnek verilerek bölüm bitirilir. Örnekler arasında; Koçubey’in sultanları sorguya çekmesi, Sarı Mehmet Paşa’nın savunduğu gerçekler uğruna canından olması gibi örnekler yer alır.
Düşünür tenkid bölümüne kısaca yer verdikten sonra bir başka konusu olan geçmiş zamana geçer. Bu bölümde bir tartışma olmaz. Şeytan gayet ağır bir dil ile yazılmış, geçmiş zamana ait bir hikâyeyi okur ve usulca Hilmi Ziya’nın odasını ter eder.
Ve nihayet kitabın son bölümü olan aklı-ı selime yani sağduyuya geçilir. Hilmi Ziya’ya göre sağduyu basit bir kuvvet olmasına rağmen tam arandığı zaman pek ender bulunmaktadır.  Sağduyuyu zekâ ile ilimle, ihtisasla, servetle ve dahi hiçbir şey ile satın almak mümkün değildir.  Abdullah Cevdet rahip Meslier’in kitabını tercüme ederek sağduyunun ne kadar önemli olduğunu gözler önüne sermiştir. Fakat Hilmi Ziya’ya göre bu kitaptan değil de hayattan çıkarılabilecek türden bir duygudur. Şeytana göre ise Abdullah Cevdet bu eseri tercüme edeceğine Shakespare’nin tercümelerinden vazgeçseydi sağduyuya daha çok hizmet etmiş olacaktı. Ona göre Abdulhak Hamit sağduyu konusunda emsalsiz bir örnek olmuştur.
Hilmi Ziya aynı zamanda sağduyunun yani akl-ı selimin akıl olmadığına da değinir.  O aynı zamanda halkın bilgisi de değildir.  Ona göre sağduyuya en uygun olan ilimdir. Fakat ilim nazari, sağduyu ise pratiktir. Birincisi teklif ederken ikincisi seçme ve uygulama ister.
Bölümün son kısmında Hilmi Ziya şeytana ‘ akıntıya kürek çekmek sağduyuya uyar mı?’ diye bir soru yöneltir. Şeytan da şu şekilde cevap verir: ‘ Akıntıya doğru gitmek iradeyi elden bırakıp kör kuvvetlere esir olmaktır. Fakat akıntıya tek başına meydan okumak isyan etmektir. Akıntılar daima karşı karşıyadır. Birine meydan okumak için ötekine takılmak gerek. Suların karşılaşacağı yerde kayıklar alabora olur. Çarpışanlar, kırılanlar, girdaba karışanlar vardır. Hakiki kahraman tek başın akıntıya kürek çeken değil, çarpışan akıntıların başında büyük yolu açacaklar için şehit olandır. Tek başına kürek çeken Don Kişotlara sağduyu değil, bir parça akıl isteyiniz.’ Der ve yine geldiği gibi sessizce düşünürün odasını terk eder.  Herhangi bir sonuca varılmadan da kitap sonlandırılır…
Fatma ÇİFT
Sh: 64-76
Kaynak: “Hilmi Ziya Ülken” Çağdaş Türk Düşünürleri – II,
T.C Gazi Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü, Ankara 2013

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar