SEYYİD YÛSUF-İ HEMEDÂNÎ kuddise sırruhu'l-âlînin TASAVVUFA İLİŞKİN BİR RİSALESİ
Hzl: Prof. Dr. Mehmet KANAR
Türkler arasında tasavvufun yerleşmesinde başrolü
üstlenenlerden Hoca Ahmed-i Yesevî (ölm. 1166) nin hocası, İranlı din bilgini
Seyyid Yûsuf-i Hemedânî (ölm. 1140)'nin İstanbul Millet Kütüphanesi Ali Emirî
Farsça Yazmalar 1028 numarada kayıtlı bulunan mecmuanın 13a-14b sayfaları
arasındaki tasavvufta tarikat âdabına ilişkin Farsça risalesinin Türkçe
çevirisidir.
Bir pîrle sohbetten
mahrum olan müridin her gün bu tayifenin sözlerinden sekiz varak okuması
gerekir. Böyle yaptığı takdirde, bu sözler onun gönlünün
yaşamasına sebep olur.
Buna göre bir mürid kendi takip edeceği yolu dört rükün
üzerine bina etmelidir.
Nefis riyazetinde bulunmaktır. Bunu anlatmak çok zaman alır.
Özeti şudur: Yemek, uyumak ve giyinmek şehvet ölçüsünde değil, ihtiyaç
ölçüsünde olmalıdır. Bir gün boyunca sadece bir öğün yemek kâfi geliyorsa, iki
öğün yememelidir. Bu ölçü yeterli geliyorsa, doyuncaya kadar da yememelidir.
Açlık ise, çok önemli bir esastır. Bu esas doğrultusunda yolunu tayin etmeyen
kişi genellikle yoldan çıkar ve helak olur. Çünkü nefis boyun eğmedikçe, Şeytan
uzaklaştırılmadıkça, dünya düşüncesi gözden silinmeyip, şehvetler ölmedikçe, bu
hedefe ulaşılamaz. Mürid uzun bir süre açlığı kendisi için bir prensip olarak
kabul etmedikçe, elbette bu mânâlar gerçekleşemez.
Bir başka riyazet de uzlettir ve bunun birçok şartı vardır.
Bu şartları bu küçük risalede saymak mümkün değildir. Halvet ve uzlet mübarek
bir şeydir. Bunun neticelerinden biri, gönlün korunmuş olmasıdır. Gönlün
korunması ve huzur içinde kalması ancak halvet ile mümkün olabilir.
Riyazetin bir başka şekli de az uyumaktır. Çünkü uyku ömrü
zayi eder, bedeni gevşetir, ibadet sevincini alır götürür. İmam Gazzâlî (Allah
rahmet eylesin) bu konuda der ki: "Kişi günde sekiz saatten çok
uyumamalıdır." Böyle yapan bir kişi ömrünün üçte birini zayi etmiş olur.
Aziz ömrün üçte birinin zayi edilmesine sık rastlanılır. Yemekte ve uykuda
şartlara uyulursa, zararı daha az olur. Bu şartlar ise çok fazladır.
Bu şartların ilki; mürid ihtiyaç duyduğu zaman, aç iken,
abdestli olarak ve kendi yakınlarıyla birlikte yemeğini yemelidir. Ağzına küçük
lokma almalı ve kıtlıktan çıkmış gibi yememelidir. Allah'ı zikretmeden ağzına
lokma koymamalı, mutlaka elini, ağzını yıkamalıdır.
Uykuya gelince; abdestli yatmalı, yattığı zaman da midesi
dolu olmamalıdır. Yattığında, Hz. Muhammed salla’llâhu aleyhi ve sellemden ve
sahabeden naklolunan tesirli duaları okumalı, salavat getirerek, zikrederek
uykuya dalmalıdır. Uyandığı zaman da kalkmalı, önce Allah'ı zikretmeli, sonra
abdest almalı, ardından namaz kılmalı ve gün ağarana kadar uyumamaya gayret
etmelidir.
Lokmanın ve hırkanın helal olmasıdır. Çünkü haram lokma ile gönül
nuru hâsıl olamaz. Haram giysi ile ibadetin ne safâsı olur ne zevki çıkar. Şeyh
Cüneyd (Allah onun sırrını mübarek eylesin) bu konuda "Yiyecek ve barınma
safâsı ile bütün işler düzelir" der. Bunu söylemelerinin sebebi şudur: Hak
yolunun müridi ve âhiret yolunun sâliki dünya ile ilgili meşguliyetlerden
kurtulur, az bir mal ile yetinir. İnsan olmak kuşkusuz şu üç şeyle mümkündür:
Hırka, lokma, mesken. Bunların üçü de temiz ve helal olunca, insanın bütün
işleri iyi ve güzel olur. Haramdan, günaha girmekten kaçınmak ve bunlara karşı
ihtiyatlı olmak vacip olduğu gibi. haram yiyenlerle, bozguncularla düşüp
kalkmaktan da uzak durmak gerekir. Hatta doğru yolda ve senin yolunda olmayan
kişilerle konuşmaktan da kaçınmalısın. Sâliki yoldan çıkaran en kötü şey, ehil
olmayanlarla bir araya gelip konuşmaktır. Bunun mânâsı apaçık görülebilir ve
kanıtlanmıştır da. Din ve şeriat yolunda yürümeyen kişi günde bin keramet
gösterse de, Şeytan'a uymuş demektir. Sünnete aykırı olan bir şeye itikad
eden kişi allâme-i cihan olsa da hayduttur.
Mücahededir. Mücahede. Şeytan, dünya ve kötülük emreden
nefis gibi "bâtın" düşmanlarıyla savaşmak demektir. Şunu bil ki
nefis, Şeytan ve dünya, din yolundan çevirmek için kulun "ihtiyar" ve
"irâdet" yolu üzerine oturmuşlardır. Şeytan vesvese vererek günah
işlemeye davet eder. Nefis hile yaparak günaha çağırır. Dünya, gözünde hoş
görünerek seni kendine hizmet etmeye davet eder. Mücahede, senin
"ihtiyar" ve "irâdet" mahallin olan gönül kapma oturarak
murakebede bulunur. Gönlüne gelen "hatır" eğer günah ise. Bunu
Şeytan'ın getirmiş olduğunu anlayarak onu uzaklaştırmaya çalışır. Uzaklaştırmak
demek, "sıdk" ve "huzur" içinde Allah'ın dergâhına iltica
etmek demektir. Kul yardım dileyerek Yüce Allah'ın dergâhını kendine siper
ederek Şeytan'a karşı direnir. Böylece günah uzaklaştırılmış olur. Eğer gelen
"hatır", nefsin rahatını hedefleyen, arzularını barındıran şehevânî
bir "hatır" ise, yine Allah'ın dergâhına kaçarak, aç kalmak,
geceleyin kalkıp ibadet etmek, hayırlı bir yolculuğa yürüyerek çıkmak ya da
halkın içinde kendisine utanç, nefret ve eziklik getirecek bir şey yapmak
suretiyle kendi nefsine ızdırap verir. Düşmanı bir kere zayıflatıp silahını
elinden aldın mı, artık onunla savaşmak daha kolay olur.
Ariflerin sultanı Bâyezid-i Bistâmî (Allah onun sırrını
mübarek eylesin)'ye "Yüce Allah'ın bu yolda başına getirdiği en büyük
bela neydi?" diye sordular. "Söylesem de dinleyecek takatiniz,
yok" dedi. "En küçük bela neydi?" diye sordular. "Dinleyecek
takatiniz yok." dedi. "Peki, kendi başına getirdiğin en büyük
bela neydi?" diye sordular. "Nefsimi itaat etmeye davet ettim;
dinlemedi. Ben de bir yıl süreyle azığını kestim." cevabını verdi.
Büyük şeyhler "Yüz
yirmi dört bin peygamberi kendi nefsine şefaat etmeye çağırsan da, sen bir
şeyler yapmadıkça, hiç yararı yoktur ve kabul edilmez. Nefsini aç ve çıplak
bırakırsan, bütün istediklerin hasıl olur." demişlerdir.
Neticede, şeriat yolunda yürümenin yolu yöntemi, Şeytanın
hilâfına çok ibadet ve iyi kulluk etmektir. Ahiret yolunun aydınlık olması
Şeytan'a muhalefetle mümkündür. "Kurb" makamına ulaşmak, Hakk'ın
keremine nail olmak, O'nun sıfatlarının, O'nun zâtının hakikatlerini bilmek,
"celal" ve "cemal"ini müşahede etmek, sırlarını, nurlarının
tecellisini keşfetmek, bunların tümü nefse muhalefet etmekle, karşı koymakla
mümkündür. Demek ki kısaca, dünya, âhiretin "hicâb"ı; Şeytan,
şeriatın "hicâb"ı; insanın varlığı da hakikatin
"hicâb"ıdır. Dünyayı terkederek, onun düşüncesini gönülden silerek
mücahedede bulunulursa, âhiretin cemali mutlaka görünür. Nefsi dizginleyerek,
onun isteklerine muhalefet edilerek mücadelede bulunulursa, Zülcelâl'in zâtını
ve sıfatlarını müşahede etmek kesinlikle gerçekleşir. Şeytan'ın vesveselerinden
kaçındıkları, kendilerini günah işlemekten, Allah'a karşı gelmekten uzak tutup
arındıkları için din büyüklerine, âlimlere ve sâlih seleflerimize (Allah
onların tümünden razı olsun) binlerce hakikat ve mânâ kapısı açılmıştır. Din
"usûl" ve "furû"'unda insanlar onların keşifleri sayesinde
bilgilenmişlerdir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Bizim uğrumuzda
cihad edenlere, şüphesiz yollarımızı gösteririz,." (Kur'ân, Ankebût,
XXIX/69)
Aslında insanın gönlüne doğan "hâtır"ı dört
çeşittir. Birincisi vesveseler, ikincisi nefsin göz boyaması, üçüncüsü dünya
sevgisi, dördüncüsü Yüce Allah'ın emriyle meleğin ilhamıdır. Bu dört çeşit
"hâtır"ı tanıyıp, aralarındaki farkı ayırdedebilmek ancak ve ancak
gönül nuruyla mümkündür. Gönül nuru ise, sadece Allah'ı zikretmekle hasıl olur.
Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Onlar ki Allah anıldığı zaman
kalpleri ürperir." (Kur'ân, Hac, XXII/35)
Zikir hakkındadır. Şunu bil ki, ibadet, takva, riyazet ve
mücahede gibi birçok yol olsa da, Hakk'ı zikretmedikçe hakikat yolu açılmaz.
Hace Ali Dukak "Zikir, velayetin bileziğidir" demiştir.
Hakkıyla zikre nail olanlara velayet verilmiş, zikirden azledilenler velayetten
mahrum kılınmışlardır. Gerçek zikir gönülde olur. Gönül zikrine nail olan
sâlikin, farzlardan, sünnetlerden sonra geriye kalan boş vakitlerinde zikirden
başka hiçbir şeyle meşgul olmaması gerekir. Yüce Allah'ı birçok adıyla
zikretmek mümkünse de, isimlerinin sultanı "Allah"tır. Bundan
sonra Hakk'ın şu dört seçkin kelimesi gelir:
"Subhânallah". "Elhamdülillah",
"Lâilâheillallâh" ve "Allahuekber". Çünkü "Subhânallah" tesbihtir;
"Elhamdülillah" tahmîddir; "Lâilâheillallâh" tevhiddir;
"Allahuekber" tekbirdir. Bu kelimelerden hangisi seçilirse seçilsin,
iyidir. Ama sâliklerin çoğu " Lâilâheillallâh" tercih etmişlerdir. Çünkü "alaka'lardan
ve engellerden ilişkiyi kesen, hakikatlere ulaştıran, "hicâb"ı
ortadan kaldıran kelime budur.
Şu halde, her gün birkaç saat tayin edilir. Evde tek başına
oturan sâlik, abdestli olarak ve üstünde temiz bir giysi ile kıbleye dönerek
gözlerini kapar, bu kelimeyi söyler. Lâilâheillallâh'ın medlerini uzun okur;
elini kalbinde tutar. Bu zikir ve Allah dışında gönlüne gelen her hayali, her
hevesi bu kelime ile uzaklaştırarak gönlüne göz kulak olur. Kur'ân'da
"Onlar ayakta iken, otururken, yan yatarken Allah'ı zikrederler"
(Kur'ân, Âl-i İmran, III/191) buyurulduğu gibi, sürekli zikredince, sâlikin
önünden "hicâb", karanlık ve hayaller kalkar. Allah'ın lütuf bulutu
her tarafı kaplar; fazilet yağmuru yağmaya, lütuf ve saadet rüzgârı esmeye
başlar. İşte o zaman bazı şeyler görülür, bazı latif şeyler işitilir.
Kelimelerle anlatılamayacak bazı lezzetler tadılır. Bu konuda şöyle
denilmiştir:
"Senin aşkından dolayı sürekli çektiğim dert,
anlatılmaz bir dert; bunu bilmen gerekmez miydi?"
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar