SEZAİ KARAKOÇ: ULUS DEVLETTEN BÜYÜK BİR COĞRAFYA TASAVVURUNA
Türkçülük
ideolojisinin en önemli kurucu ideologlarından olan YUSUF
AKÇURA, Üç Tarz-ı Siyasette (1976) imparatorluğun
kurtuluşu için reçeteler ararken, Osmanlıcılık siyasetinin büsbütün
geçersizleştiğini beyan etmede yaşadığı çabukluğu, İslamcılık ve Türkçülük
arasında bir tercihte bulunurken yaşayamaz. Aksine bu iki siyaset
arasında tam bir ikilemde kalır. Her ne kadar İslamcılık siyasetinin makul ve geçerli
birçok gerekçesini anıyor ve bunları kabul ediyorsa da, ona göre Türkçülük
daha da makul ve geçerli bir siyasettir. Bu nedenle de nihai
tercihi Türkçülükten yana olur. Çünkü ona göre Türkçülük çağın ideolojik yönelimleriyle
paralel bir ideolojidir. Artık dünya, dinin hükümranlık sahası olmaktan
çıkmaya başlamıştır. Kimlikler ve aidiyetler dinî algılarla değil, ulus bilinci
üzerinden yürütülmektedir.
Fransız
İhtilali’nin bir getirisi olarak şekillenmeye başlayan milliyetçilik
ideolojisi, ihtilalin hemen akabinde Fransız topraklarından diğer Kıta Avrupası
ülkelerine ve oradan da dünyanın diğer ülkelerine yaygınlaşmaya başlamış,
gittiği her ülkede yeni milliyetçiliklerin doğmasına sebep olmuştur. Dönemin
en önemli imparatorluklarından olan Osmanlı’nın bu gelişmelerden sakınması
mümkün olmamıştır. Çok milliyetli yapısıyla, milliyetçilik ideolojisi için
verimli bir uygulama sahası olan Osmanlı, kısa zamanda bünyesindeki birçok
milletin milliyetçilik ideolojisi etrafında şekillenen arayışlarıyla karşı
karşıya kalmıştır. Başta gayri Müslim milliyetlerin bu arayışları sonuç
vermiş, 19.yy’ın ilk yarısından itibaren de bu milletlerin ardı ardına
bağımsızlık ilanları gelmiştir.
Osmanlı
imparatorluğu ise kendisi için zaten kötü olan şartların, milliyetçilik
ideolojisinin getirdiği yeni yükle ağırlaşmasına tanık olmuş ve bu gittikçe ağırlaşan
şartlardan sıyrılmanın ve imparatorluğu güvenli sulara taşımanın arayışına
girmiştir. Bu arayış bir yandan devlet eliyle somut tedbirlerle yürütülmeye
çalışılırken, bir yandan da dönemin entelektüelleri tarafından fikri düzeyde
sürdürülmüştür. Devlet, yaşadığı somut sorunları yine somut tedbirlerle aşmaya
çalışmış, bu anlamda da başta askeri ve ekonomik olmak üzere, sosyo-kültürel
tedbirlere başvurmuştur. Devlet bu somut tedbirleri almaya çalışırken, ülkenin
çoğunluğu elit-bürokrat olan aydınları ise bu somut tedbirlerin yaslanacağı,
ideolojik çerçeveyi belirlemeye çalışmıştır.
Bu
doğrultudaki arayışlar Osmanlının son dönemine damgasını vuran,
ideolojik-siyasi varyasyonların gündeme taşınmasına sebep olmuştur. Batılılaşma
siyaseti, düşmanın silahıyla silahlanma anlayışının bir uzantısı olarak ve bu
anlamda da bir zorunluluk olarak, hayat bulmaya başlamış, ama zaman içerisinde
bu anlayışın çok ötesinde boyuüara taşınmıştır. Özellikle de dönemin diğer
ideolojileri olan İslamcılığın ve Türkçülüğün kimi düzeylerde batılılaşmaya
pirim vermesi, batılılaşmanın her düzeyde toplumda yerleşmesine ve
yaygınlaşmasına sebep olmuştur.
Batılılaşma
ideolojisinin alttan alta yaygınlaşmasını sağlayan temel gerekçe, diğer
ideolojilerin ona karşı takındıkları uzlaşmacı ve hoşgörülü tavırdır. Elbette
bu uzlaşmacı ve hoşgörülü tavrın rasyonel bir takım gerekçeleri vardır.
Özellikle batılılaşmanın ilim ve teknoloji gibi evrensel ve nesnel olduğu
varsayılan kimi öğelerle anılması, diğer bütün ideolojileri batılılaşmayla
kısmi uzlaşmalara mecbur kılmıştır. Batılılaşma tam bir onay almamış olsa da
toplumsal nüfuz alanını gün geçtikçe artırırken, Osmanlıcılık siyaseti ise
zaman içerisinde, özellikle milliyetçilik ideolojisinin önlenemez
yükselişinden dolayı geçerliliğini kaybetmeye başlamıştır.
Dönemin
en etkin ideolojik çıkışı İslamcılık olarak kabul edilebilir. Zira İslam
baştan itibaren eksik ve yanlış birçok uygulamalarına rağmen imparatorluğun
dünya görüşü olarak temayüz etmiştir (Mardin, 1992: 42).1
İslam imparatorluğun
görkemli yıllarının yol haritası olduğu için, gerileme ve çöküş yıllarında,
eski mutlu ve müreffeh dönemlere dönmenin ilk şartı olarak anımsanmıştır.
İslam’a dönüş çağrıları, kendini dönemin şartları içinde revize etmekle mümkün
görülmüştür. Bu doğrultuda bir yandan sahih din arayışları gündeme taşınırken,
diğer yandan da çağın şartlarıyla uzlaşma imkânları araştırılmıştır. Bu
maksatla bir yandan teorik İslam ile klasik Osmanlı İslam’ı birbirinden
ayrıştırılmaya çalışılmış ve klasik Osmanlı İslam’ına karşı olunduğu açık
edilmiş, diğer yandan da İslam’ın ‘mani-i terakki’ olmadığı, aksine, bilimi, düşünceyi
telkin ettiği halde, zamanla Müslümanların bu yolu bırakıp skolastik düşünceye
kapılarak geri kaldıklarını anlatmaya özellikle özen gösterilmiştir (Ocak,
2001: 88).
İslamcılık
bir tecdit, bir ihya ve ıslah; bir öze dönüş hareketidir. Yüzyıllardır
din adına yürürlükte olan birçok yanlış inanç ve pratik, bu öze dönüş
hareketiyle temizlenmeye çalışılmıştır. Bu anlayışa göre İslam, zamanlar üstü
niteliğiyle her dönemin şartlarına yetebilecek özelliklere haizdir. Yapılması
gereken tek şey, dini günün şartlarında yeniden yorumlayabilmektir. İslamcılık
tam da bu anlayıştan dolayı batılılaşma meselesini ele almak cesaretini
göstermiş ve bu maksatla batılılaşmanın temel dinamikleri karşısında kendince
kimi yeni anlayışlar ve stratejiler geliştirmiştir.
İslamcılığın
özeleştiri bağımlı bir ihya ve ıslah hareketi olarak belirginleşmesi ve
bununla birlikte bir yandan çağı anlama gayreti olarak temayüz etmesi, öte
yandan da tarihsel ve toplumsal şartların motivasyonu ve ayrıca çok kimlikli
bir imparatorluk yapısını, milliyetçilik ideolojisinin kurduğu şartlarda
muhafaza edebilecek bir dünya görüşüne sahip olması, onun geçerli ve kabul
edilebilir bir siyaset olmasını kolaylaştırmıştır. Hem devlet ricalinin hem de
kimi entelektüel çevrelerin bu doğrultudaki kabulleri İslamcılığı son dönem
Osmanlı siyasetinde resmi ideoloji düzeyine çıkarmıştır. Örneğin
II. Abdülhamit’in İttihad-ı İslam fikrine sıkı sıkıya bağlı olması ve bu
doğrultuda siyaset yapması, İslamcılığın resmi ideoloji kılınmasına iyi bir
örnektir. Kaldı ki İslamcılık doğrudan devletin resmi ideolojisi
olarak tasarlanıp yürürlüğe konulmadığı dönemlerde bile, gündelik siyasi
gereklilikler yüzünden, sıklıkla başvurulan bir siyaset olmuştur. Bu konuyu
ittihatçıların tutumlarında ya da daha sonraki dönemlerde cumhuriyetçilerin
politikalarında mülahaza etmek mümkündür.2
İslamcılık
her zaman siyasi arenadaki varlığını bazı nitelik ve nicelik farklılıklarına
rağmen koruyup sürdürme becerisi göstermiştir. Ancak
yirminci yüzyılın başında, özellikle de ikinci meşrutiyet yıllarında entelektüel
düzeyde yakaladığı başarıyı, sonraki yıllarda bir daha yakalayamamıştır. Çünkü
cumhuriyet dönemi İslamcılığı, asla Osmanlı dönemi İslamcılığının sahip olduğu
bütünselliği yakalayamamıştır (Çiğdem, 2001: 112). İslamcılığın güç kaybı
sadece entelektüel düzeyde değil, siyasi nüfuzunda da ortaya çıkmıştır.
Cumhuriyetle neticelenen siyasi süreç dinin merkezi konumunu bitirirken,
İslamcılığın da gücünü zedelemiştir. Çünkü Cumhuriyet, sıkı bir radikal laisizm
politikasıyla İslam’ın siyasi, hukuki, toplumsal ve kültürel bütün geleneksel
kuramlarını ortadan kaldırarak İslam’ı kamusal alanın dışına itmiş ve onu yalnızca
halkın inancında saklı bir kült olarak sınırlamaya çalışmıştır (Ocak, 2001:
123).
Tamamen
batılı bir paradigmaya yaslanarak, imparatorluktan bir ulus devlet inşa eden
Cumhuriyet, Osmanlının Türk tebaası arasında en son ilgi uyandıran
milliyetçilik ideolojisine yaslanarak kurulmuştur. Türk milliyetçiliği, bütün
diğer milliyetçilik akımlarından çok daha geç bir tarihte ortaya çıkmış (Ahmad,
2005: 97), ama bütün geç kalmışlığına rağmen nihai netice olmayı başaran bir
ideoloji olmuştur. İslam’dan laik milliyetçi kimliğe doğru olan bu süreçte
dönüşümü belirleyen inkılaplar adım adım gerçekleştirilmiştir. Öncelikle
saltanat (1922) ve hilafet (1924) kaldırılmış, daha sonra İslam’ın devletin
resmi dini olduğu maddesi anayasadan çıkarılmıştır. Ardından Tevhid-i
Tedrisat Kanunu ile din eksenli eğitime son verilmiştir. Onu da Şer’iye
ve Evkaf Vekaletinin ilga edilmesi izlemiştir. 1924’te kurulan diyanet
işleri başkanlığıyla da din işleri devletin denetimine verilmiştir. Tekke ve
Zaviyelerin kapatılması bu sürecin belki de en önemli olayıdır. Zira İslam’ın
halkla buluşma mekânları kapatılmıştır. Alfabenin değiştirilmesi, medeni
kanunun kabulü gibi değişiklikler de en az o kadar önemli değişiklerdir. Bu
süreç 1937 yılında laikliğin resmen kabulüne dek sürmüştür (Ocak, 2001:
108-109).
Türk
milliyetçiliğinin kurucu ideologları her zaman bir sentez vurgusu içinde
olmuşlardır. Örneğin Cumhuriyetin en önemli ideologlarından olan Ziya Gökalp’in
meşhur kitabının adı Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak.'
tır. Ancak Türk milliyetçiliğinin teorik düzlemdeki bu sentez arayışları,
Cumhuriyet pratiğiyle bambaşka bir düzeyde tecelli etmiştir. Cumhuriyet
Türkleşmeyi ve Muasırlaşmayı onaylayan, ama İslamlaşmayı kesin bir biçimde
reddeden bir ideolojik tutum içinde olmuştur. Ancak Cumhuriyet’e doğru
giden mücadele sürecinde; yani Milli Mücadele'de cumhuriyet önderleri ve
ideologları dinin işlevselliğini de görerek, İslamcı ideolojiyi salt pragmatik
bir yaklaşımla birleştirici ve direnişçi bir toplumsal motivasyon öğesi olarak
kullanmışlardır (Ocak, 2001: 107). Bunu yapmak zorundaydılar, çünkü,
ÇERKESLER, LAZLAR, ARAPLAR, KÜRTLER VE TÜRKLERDEN oluşan karma bir nüfus
içinde, İslâmî söylemin, kendi davaları için seferber etmek istedikleri
cemaatler arasında azami birlik sağlamak için ne kadar önemli olduğunun
farkındaydılar (Ahmad, 2005: 64).
Milliyetçilik
doğası gereği, herhangi bir etnik kimliğin önceliği etrafında şekillenen, söz
konusu etnik kimliği yücelten bir ideolojik tavra sahip olmuştur. Türk
milliyetçiliği de, tıpkı tüm diğer milliyetçilikler gibi, kendi etnik kimliğini
önceleyen bir ideolojidir. Türklüğün devletin kurucu öğesi olarak kabul
edildiği Cumhuriyet dönemi, Osmanlının çok kimlikli toplumsal mirası açısından
bakıldığında yeni, ama bir o kadar da dar bir açılıma sahip olmuştur.
Cumhuriyet, devleti bir yandan Türk kimliği üzerine bina ederken, öte yandan
da milliyetçiliğin çağdaşı ve zorunlu çağıranı olan laisizmi de bu kurucu öğe
arasına katma bilinci ve gayreti içinde olmuştur. Neticede Misak-ı Millî sınırları
içinde, muasır medeniyet seviyesine ulaşmak hedefinde olan, ulusal ve laik bir
devlet inşa edilmiştir.
Bütün bu
yaşananlar, Osmanlıyla başlayan ideolojik mücadelenin; özellikle resmi
milliyetçilikle İslam arasındaki köklü mücadelenin nasıl bir seyir izlediğini
göstermektedir. Zafer; milliyetçilik, pozitivizm, rasyonalizm ve laisizm
gibi alt ideolojik öğeleriyle batılılaşmanın olmuştur. Dine dayalı
Osmanlı toplumsal yapısı sonlandırılmış, dinle biçimlenen geçmişin kültürel
mirası reddedilmiştir. Çok kimlikli ve kültürlü yapıdan, tek kimlikli
bir yapıya geçilmiştir. Milliyetçilik hâkim söylem alanını işgal eder
olmuştur. Milliyetçiliğin kurulması ve geliştirilmesi için yoğun çabalar sarf
edilmiştir. Örneğin 1930’larda ortaya atılan ‘Türk Tarih Tezi’ ve ‘Güneş Dil Teorisi’
gibi tezler bu maksatla geliştirilmiştir
(Mardin, 1992: 68). Modern bir olgu olarak Milliyetçilik, akılcı ve özgürleştirici
bir güç olmanın yanı sıra, mevcut dünya görüşünü değiştirebilecek bir proje
olarak telakki edilmiştir. Laiklik ise milliyetçiliğin kültürel ve siyasi
alanda hedeflediği dönüşümü destekleyecek bir araç olarak görülmüştür (Cizre,
1999: 87-88).
Ancak
zafer batılılaşma ideolojisinin olsa da, düşünsel ve siyasal anlamda karşıt
görüşlerin mücadelesi sürmeye devam etmiştir. Osmanlının yıkılmasıyla
Osmanlıcılığın atıl bir ideolojiye dönüşmesi, mücadeleyi, bütün alt başlıkları
ve yönelimleriyle bir bütün olan batılılaşma ideolojisi ile İslamcılık arasına
sıkıştırmıştır. Ancak güçlü ve baskın taraf olan batılılaşma yanlıları,
ilerleme, çağdaşlaşma gibi nosyonlarla, geçmişe ait gördükleri dini ve ona ait
her şeyi mahkûm etmişlerdir.
Batılılaşma
yanlılarının devlet iktidarına yaslanarak pratize ettikleri, İslamcılığın
sinmesine sebep olmuştur. Kendilerini devletin ve toplumun gerçek varisleri ve
hamileri olarak gören İslamcılar, yeni Cumhuriyetin uygulamalarını gördükçe
hayal kırıklığına uğramışlardır. Siyasal anlamdaki bütün taleplerinin reddedilmesi ve
hatta gerektiğinde zorla bastırılması bu hayal kırıklığını büyütmüştür.
Özellikle de 1925’teki Şeyh Sait İsyanı’nı takip eden süreçte olup
bitenler (Takrir-i Sükun kanunun çıkartılması ve İstiklal mahkemelerince en
şiddeüi bir biçimde uygulanması) İslamcıların sindirilip bastırılmalarında ve
korkutulmalarında, dolayısıyla da içe kapanmalarında önemli bir rol oynamıştır
(Ahmad, 2005: 76).
Ahmet
Çiğdem’in de (2001: 31) ifade ettiği gibi, bahsi geçen nedenlerden dolayı,
Cumhuriyet rejiminin toplumu denetlemek ve ehlileştirmek maksadıyla 1950’li
yıllara kadar kullandığı bütün teknikler totaliter ve otoriter nitelikte
olmuştur. Söz konusu siyasal atmosferden dolayı İslamcılık, çok partili hayata
geçilen yıllara kadar tam bir nekahet dönemi yaşamaya mahkûm edilmiştir.
Ahmet
Yaşar Ocak (2001) de o dönemi şöyle ifade ediyor; “Cumhuriyet döneminin
1950’lere kadar olan devresi, basının da yardımıyla, her alanda İslâmî
düşüncenin ve yaşantının devletin sıkı takip ve hatta zaman zaman müdahalesine
maruz kalmasıyla karakterize edilebilir. Bu dönemde gerçek bir İslâmî düşünce
faaliyetinden söz edilemez. Bu devre, halkın, jandarma korkusu ve hapis
tehlikesiyle yüz yüze kalma pahasına İslam’ı gizli kapaklı öğrenmeye, üzerinde
düşünmeye ve yaşamaya çalıştığı bir devredir.” Bu nedenle II. Meşrutiyet
yıllarının dinamik İslamcılığından neredeyse eser kalmamıştır. Ancak 1945
yıllarından itibaren değişmeye başlayan siyasal yaşam, kısmi demokratikleşme,
İslamcı taleplerin sesini yükseltmiştir. Özellikle Demokrat Parti iktidarı yeni
bir dönemi işaret eder olmuştur. Bu dönemdeki İslamcılığın en belirgin vasfı,
Cumhuriyetin dinî olanla dünyevî olan arasında yaptığı ayrıma bir reddiye
olmasıdır (Çiğdem, 2004: 26).
Ali
Bulaç (2004: 65-67) İslamcılık cereyanının 1950’lerden
sonra İslami hareket deyimiyle yer değiştiğini belirterek, 1950’den sonraki
İslami hareketi ikinci nesil İslamcılık olarak tasnif etmektedir. Ali
Bulaç’a göre birinci nesil İslamcılık cumhuriyetin kuruluşuna kadar süren
Osmanlı dönemi İslamcılığıdır. Cumhuriyetin kuruluşundan 1950’li yıllara kadar
olan dönemi ise bir fetret dönemi olarak niteler. 1950’den sonra ortaya çıkan
ikinci nesil İslamcılık, birinci nesil Osmanlı İslamcılığından kimi
nitelikleriyle farklılıklar arz eder. Bulaç’a göre bu farklar şöyledir:
Birinci
nesil İslamcılık devletin şemsiyesi altında bir reform ve
ıslahat hareketi iken, ikinci nesil İslamcılık devletin çok uzağında,
hatta karşısında bir noktadan devlete yönelme hareketidir. Birinci nesil
İslamcılık merkezi ve resmi bir reform programıydı, ama fikri ve teorik vurgusu
siyasi vurgusundan önemliydi; ikinci nesil İslamcılık ise toplumsal çevrenin
önemsiz addedilen siyasi tepkisi ve talebidir. Birinci nesil İslamcılığın
temsilini yürütenler ulema, aydın-ulema veya geleneksel ve modern iyi eğitim
almış bir zümreyken, ikinci nesil İslamcılığın temsilini yürütenler ise
seküler bir eğitimden geçmiş aydınlardı. Birinci nesil İslamcılığın geleneğe
karşı tepkiselliğini, ikinci nesil İslamcılık daha da derinleştirmiş,
kapanması güç mesafeler koymuştur. Birinci nesil İslamcılık fikri ve siyasi bir
ideoloji olarak daha homojen iken, ikinci nesil İslamcılık daha heterojen bir
karakterdedir.
Osmanlı
dönemi İslamcılığı ile cumhuriyet dönemi İslamcılığı arasındaki fark bunlarla
da sınırlı değildir. İlave farklardan bahsedilebilir; bu anlamda, belki de en
önemli fark, Osmanlı İslamcılığının bir imparatorluk vizyonu çerçevesinde inşa
edilmesine karşın, Cumhuriyet dönemi İslamcılığının bütün direnişine rağmen
daha yerel nitelikli olmasında açığa çıkar (Çiğdem, 2001: 143). Cumhuriyetin
ilk dönemlerinde İslam, tamamıyla geleneksel ve muhafazakar kalıplar içinde,
tam anlamıyla bir halk Müslümanlığı niteliğiyle, şu iki zümre aracılığıyla;
taşradaki son Osmanlı medreselerinin bakiyesi olan taşra uleması ile, yeni
rejime rağmen gizli gizli devam eden sufi çevrelere mensup taşra şeyhleri
aracılığıyla yeni nesillere aktarılmaya çalışılmıştır (Ocak, 2001: 124).
Böylesi kaynaklarla beslenerek oluşturulan dinî ortam, ilerleyen yıllar
içerisinde başka yeni kaynakların ortaya çıkmasıyla yeni boyutlar edinmiştir.
Dinî bilgilenmenin ve düşünmenin yeni kaynağı, Ali Bulaç’ın da yukarıda ifade
ettiği gibi, geleneksel Osmanlı ulemasından farklı nitelikler arz eden yeni bir
aydın tipinin ortaya çıkmasıyla izah edilebilir. Bu yeni aydın tipi eski
Yüksek İslam Enstitülerden veya İlahiyat Fakültelerinden ya da formel hiç bir
dinî eğitim almayan; dahası laik eğitim sisteminin pozitif öğretileri içinde
yetişen, ama dinî referansla hayatı anlamaya çalışan bir gruptan
müteşekkildir.
Ahmet
Yaşar Ocak’a (2001: 126-127) göre bunlar dünyayı ve Müslümanlığı, babalarından
ve dedelerinden daha değişik bir zihinle değerlendiriyorlardı. Bunlar,
seleflerinden farklı olarak modern şehirli hayatın getirdiği siyasi, sosyal,
ekonomik ve kültürel problemlerin farkına varıyor, kendilerini bu yolda
aydınlatacak referanslar arıyorlardı. Aradıkları referansları içeride
bulamadıkça dışarıda, özellikle de Mısır, Pakistan, İran gibi İslam ülkelerinde
arıyorlardı. Geleneksel İslâmî tavrın dışında bir anlayışa sahip oldukları
için, hem geleneksel İslam’a, hem Batı’ya, hem de ülkelerindeki siyasi iktidara
eleştiriler getirdiler. İslam’ı sadece bir kült dini olarak değil, aynı zamanda
bir siyaset, bir sosyal düzen, bir iktisat modeli olarak yorumladılar. Ahmet
Yaşar Ocak’ın neo-selefist olarak adlandırdığı bu aydınlar, aynı zamanda
modernizmle irtibatlı bir İslamcılığın da temellerini atmış olmaktadırlar.
Ahmet
Çiğdem (2001: 79) modern İslam düşüncesinin tam da bu irtibatı nedeniyle var
olabildiğini iddia ediyor. Çiğdem’e göre, modernliğin izleri kaldırıldığında,
modern İslam düşüncesinden geriye kalacak olan, İslam düşüncesinin tarihsel
ürünlerinin estetize edilmiş geleneksel-söylemsel kalıpları olacaktır. Aynı
şekilde Nuray Mert (2004: 412) de İslamcılık tartışmasının en önemli ekseni
olarak modernleşmeyi işaret ediyor.
Yine bu
dönem İslamcılığının başka bir özelliği tepkiselliğidir. Yeni rejimin
baskılarına duyduğu tepki nedeniyle İslamcılık bu dönemde, geleceğe yönelik
atılımcı, yaratıcı ve üretici olmaktan çok, gelenekselci ve muhafazakâr bir
karakterde olmuştur (Ocak, 2001: 93). Ancak Cumhuriyetin ilk yıllarından
sonra, özellikle de 60’lardan sonra; ağırlıklı olarak tercüme hareketi
vesilesiyle daha yenilikçi bir aydın tipi oluşmaya başlamıştır. Özellikle
Mısır ve Pakistan’dan yapılan tercümeler, yeni müslüman aydın tipinin
şekillenmesine katkıda bulunmuştur. Bu katkı Türkiyeli müslüman aydının toplumsal
meselelerle daha ilgili olmasına; bu durum da müslüman aydının gittikçe artan
düzeyde siyasallaşmasına sebep olmuştur (Mardin, 1992: 125). Müslüman
aydının ya da genelde Müslümanların siyasallaşmasının, andığımız tarzda
toplumsal nedenleri varken ve Müslümanlar bu siyasal tutumlarının oluşmasında
iradi bir rol oynuyorken, bütün bu nedenleri göz ardı edip, Ümit Cizre’nin
(1999: 81) yaptığı gibi İslam’ın rolünü ve siyasetteki yerini belirleyen tek
unsur olarak Türk devletini ve onun manipülatif tavrını göstermek çok makul
gözükmemektedir. Yani İslamcılık, Cumhuriyet tarihi boyunca da kendisi
dışında kendine biçilen rollere rağmen var olmaya çalışmış; her şeye rağmen
kendi olma özgünlüğünü koruyabilmiş, en azından bu yönde bir irade ortaya
koyabilmiş bir siyasal tutum olmuştur.
Cumhuriyet
tarihi boyunca, bazı nitelik ve nicelik değişimlerine uğramış olsa da ve Osmanlı
İslamcılığından önemli ayrışma noktaları belirginleşse de, nihayetinde bütün
farklılıklarına rağmen, her iki dönem İslamcılığında da temel ilkelerin aynen
sürdürüldüğü kesindir. Örneğin Cumhuriyet dönemi İslamcılığını yürüten yeni
entelektüel tipin -en azından bir kısmında-, temel değerlere bağlılığı,
İslamcılığın ulus kimliğine itirazında çok belirgin olarak ortaya çıkar.
İslamcılık baştan itibaren bütün Müslümanların kardeşliğinden ve birliğinden
bahseder. Dolayısıyla İslamcılığın vatan anlayışı ulusalcılığın vatan
anlayışından farklıdır. Misakı Millî sınırları İslamcıların vatan algısı için
yeterli değildir. İslamcılık açısından kuşatıcı üst kimlik etnik kimlik değil,
din kimliğidir.
İslamcılığın
muhafazakarlık ve sağcılıkla irtibatlandırıldığı durumlarda, bazı zorlama
yorumların yapıldığı da görülmüştür. Ancak kendini muhafazakarlıktan ve
sağcılıktan arındırma başarısı gösterdiği her durumda İslamcılık,
milliyetçilikten, dolayısıyla da milliyetçiliğin sınırladığı daraltıcı vatan
algısından uzak durmuştur. İslamcılığın ulus devletçi, sağcı, muhafazakar ve
milliyetçi tasavvurlardan uzak durup, pür İslâmî bir kimlik kurmayı becerdiği
dönem 1970’lerin ortalarına tekabül eder (Türkmen, 2008a: 43).
Bu
yılların en önemli İslamcı aydınlarından biri olan Sezai Karakoç, böylesi pür
İslâmî bir arayışın peşinde olmuş önemli simalardan biridir. Her ne
kadar Hamza Türkmen (2008b: 51) Sezai Karakoç’u o dönemin birçok İslamcı aydını
gibi milliyetçi ve mukaddesatçı olarak nitelese de -Sezai Karakoç’un, millet,
devlet, medeniyet, Osmanlı, Türk, sağcılık, solculuk gibi bazı kavramları
bilindik siyasi literatürün dışında anlamlarla kullandığı ve kimi zamanda bu
kavramlar üzerinden yanlış anlamaya müsait yorumlamalarda bulunduğu açık olsa
da esasında o, İslamcılığı diriliş teorisiyle muhafazakarlıktan, sağcılıktan,
milliyetçilikten farklılaştırmaya çalışan ve bu nedenle de kayda değer kabul
edilmesi gereken bir aydındır (Çiğdem, 2001: 137).
...size söylüyorum; dört direk var, dört sütun, dört
umde, dört ilke...
Birincisi, İslam inana ve dünya görüşü, İslam ahlakı
ilkesi.
İkincisi, İslam milleti ilkesi.
Üçüncüsü, İslam devleti ilkesi.
Dördüncüsü İslam medeniyeti ilkesi.
Bu dört taştan bir taş eksik kalırsa, Süleymaniye
çöker.
Sezai Karakoç
Cumhuriyetin
kurulmasıyla, biraz da zorunlu nedenlerle, girdiği nekahet döneminden çıkmaya
başlayan İslamcılığın, önemli temsilcilerinden biri Sezai Karakoç’tur. Esasında
önemli bir edebiyat adamı olan Karakoç’un düşünsel serüveni de tıpkı edebiyat
serüveni gibi 1950’li yıllarda başlar. Düşüncesinin ana çizgilerini 60’larda ve
70’lerde verdiği eserlerinde çizer. Bu yıllarda Karakoç diriliş başlığı
altında, “bir dinî düşünce, adeta felsefi bir okul, dünya görüşü bağlamında
ve bütünlüğünde bir düşünce sistemi, bir paradigma, insani bir terbiye
yöntemi... olarak kapsayıcı ve kuşatıcı kavramsal bir yapı” (Su, 2003: 10)
kurmaya başlar. 70’li yıllar kimi açılardan İslamcılık düşüncesinin,
Cumhuriyet tarihi açısından en canlı dönemine karşılık gelir. Karakoç’un bu
dönemlerde verdiği eserlerinde, temel amacı diriliş fikrini inşa etmektir. Ona
göre diriliş, bir öze dönüş (bir tecdit, bir ihya ve ıslah) hareketidir. Öz
İslam’dır, diriliş de İslam’ın dirilişidir. İslam’ın dirilişinden kastı, kaç
yüzyıldır üzerlerine ölü toprağı serilmiş olan Müslümanların dirilmesidir. Zira
ona göre İslam zaten diridir. Müslümanlar İslam’ı anlamaktan ve yaşamaktan
uzaklaştıkları için, gerilemeye, yoksullaşmaya, devletlerini ve toplumsal
düzenlerini kaybetmeye başlamışlardır. Onun için yapılması gereken Müslümanları
İslam’ın diriltici ruhu ve nefesiyle yeniden buluşturmaktır.
Bu amacını
şöyle ifade ediyor: “Bin yıllık ömrüm olsa, ömrüm boyunca konuşmam ve
yazmam nasibimde varsa, hep Müslümanların birleşmesinden, bir araya gelip
şuurlu birliklerini oluşturmalarından bahsederim. Bundan bıkmam ve yılmam.
Çünkü: bundan daha büyük bir dava bilmiyorum. Tüm faaliyetim, İslam’ın bir
savunması ve bu savunmanın özü de, Müslümanların uyanıp dirilmeleri,
birleşmeleri ve kendilerini dış aleme karşı koruma gücüne ermeleri yönündedir
zaten” (Karakoç, 1996a: 92). Karakoç Müslümanların birleşip
güç oluşturmalarını, onların tevhid inancını yaşatmaları açısından çok önemli
görür. Ona göre Allah’ın birliği prensibi olan tevhid, İslam’ın hayatı, can
damarıdır. Bu nedenle de tevhid inancını yaşatmak için Müslümanlar güçlü; güçlü
olmak içinse birlik olmak zorundalar.
Kaıakoç’a
göre (2007b: 63) Müslümanlar, coğrafyalarını, tarihlerini, politikalarını,
ekonomilerini birleştirmek, bu yolla da tek bir kültüre ermek zorundadırlar.
Bu, İslam medeniyetinin dirilişi için gerçekleştirilmesi zorunlu olan şeydir.
Karakoç’a göre, bu maksatla, bütün Müslümanların yüreğine ve zihnine birlik
ideali yerleştirilmelidir. Birliğin gerçekleşeceği yer özülke’dir. Özülke
Müslümanların vatanı, toprağı olan Dar-ül İslam’dır.
Sezai
Karakoç bu doğrultuda yazılar kaleme almış bir aydındır. Düşünsel üretiminin
büyük bir kısmı dinin doğru anlaşılmasına ve İslam toplumlarının yeniden
dirilişine ayrılmıştır. Bu bağlamda, din, tarih, kültür, siyaset, ekonomi,
gelenek, medeniyet ve devlet gibi temel meseleler üzerine düşünceler ileri
sürmüştür. Karakoç’un meseleleri ele alışına hakim olan dinî bakış, geniş bir
perspektifle yine geniş bir coğrafyaya bakmayı zorunlu kılmıştır. Bu nedenle
onun için sorun İslam milletinin uyandırılması, onarılması, yenilenmesi ve
diriltilmesiyle ilgilidir. O’nun bakışı Cumhuriyet’in inşa ettiği ulusal
sınırlarla kayıtlı değildir. O bütün İslam coğrafyasına bakar (Uzak Asya’dan
Balkanlara, Afrika’dan Ortadoğu’ya vs.) ve o coğrafyanın bütününü vatan, o
coğrafya üzerindeki bütün insanları tek millet sayar. O millet, İslam
milletidir. O milleti ortaya çıkaran ise İslam’ın, “bütün müminler kardeştir”
ilkesidir. Bu ilke Allah’a inanmıştık dışındaki bütün faktörleri devre dışı
bırakır.
Karakoç
millet kavramını, tamamen dinî bir kavram olarak algılar ve milliyetçiliklerle
asla irtibatlandırmaz: İslam milleti, Yahudi milleti kavramlaştırmalarında
olduğu gibi. Karakoç (1996a: 87-88) tek ırk, tek dil, anlayışına dayanan
batılı millet kavramına, dolayısıyla da milliyetçiliğe şiddetle karşı çıkar. Çünkü
ona göre batılı anlamda milliyetçilik hem insani erdemleri insanlar arası
değerlendirme ölçütü kabul eden dinî öğretiyle bağdaşmaz, hem de batılı
anlamda milliyetçilik çoğulluktan tekilliğe (dil/ler, ırk/lar, kültür/ler,
gelenek/ler vs.) doğru bir indirgeme biçimidir; bu nedenle o insanlık eğrisinde
bir tekamüle karşılık gelmez. Aksine batılı anlamda millet fikrini keşfediş tam
bir geri gidişe, bir ilkelliğe karşılık gelir (Karakoç, 1998b: 72). Karakoç bu
bağlamda Batı medeniyetinin yaşadığı buhrana da bir açıklık getirme çabasına
girişerek, Batı toplumlarının krizini bu etnosentrik ve tekil dayatmacılığa
bağlar. Bütün bu gerekçeler dışında Karakoç’un batılı anlamda milliyetçiliğe
karşı çıkmasının daha somut gerekçeleri de vardır. Karakoç’a göre bu somut
gerekçelerden başta geleni, batılı anlamda milliyetçiliğin, İslam’ın merkez
bölgesi olan Ortadoğu’ya parçalanma ve felaket getiren bir hastalık olmasıdır.
Üstelik bu öyle bir hastalıktır ki, İslam toplumlarının kendi ürettikleri bir
iç araz değildir. Aksine o tamamıyla dışarıdan Avrupalılarca İslam toplumlarına
zorla şırınga edilen bir garabettir. Karakoç İslam toplumuna musallat olmuş bu
hastalığın gün geçtikçe İslam toplumlarında palazlanmasından üzüntüyle
bahseder.
Karakoç
(2000: 103-104) İslam’ın millet anlayışını açıklarken, onun insanlık
anlayışını ortaya koymakla işe başlar. Karakoç’a göre İslam, insanları iç
içe geçmiş dairelerden ibaret görür.
Bunlardan
birincisi ve en büyüğü olan, insanlık dairesidir. Bu anlayışa göre insanlar,
bir tek asıldan gelmişlerdir ve aralarındaki dil ve gelenek farkları, sırf, bir
varlık çeşitliliğinden ileri gelmektedir. Renk, dil, vücut yapısı, erkeklik ve
kadınlık hep birbirinden seçilebilmeleri, birbirlerine daha çok yardımcı olabilmeleri
için kendilerine verilmiş özelliklerdir.
İkinci
daire ise millet dairesidir ki, bu da, İslam milleti ve küfür milleti diye
ikiye ayrılan iki milletten meydana gelir. Bu anlayış, ırk, kan, renk, dil ve
gelenek farklılıklarını inkar etmek değildir. Aksine milletin meydana
gelişinde esas faktörün inanma ve inanma şuuru, irade ve eşyaya işleme
özelliklerini taşıma olduğunu bildirmektedir.
Üçüncü
daire ise ümmet dairesidir. Ümmet, milletin oluşturduğu o büyük tarihi
topluluğun, kronolojik bir sıra takip eden bölümlerine denk düşen, topluluk
başlarına, peygamberlere izafe edilmesinden doğan bir kavramdır.
Karakoç,
millet kavramının ümmet kavramını da içeren daha üst bir dinî kavram olduğu
iddiasındadır. Bu bakışıyla klasik İslamcılığın bakışını belirleyen
ümmetçiliği daha da geniş sınırlara taşımış olur. Klasik İslamcı tutum,
ümmetçidir. Karakoç da elbet ümmetçidir. Ancak ona göre ümmet bir tek
peygamberin bağlılarını ifade eder; tıpkı Muhammed ümmeti, İsa ümmeti, Musa
ümmeti kavramlaştırmalarında olduğu gibi. Oysa millet kavramı, tüm bu
peygamberler çizgisinin bütününü kapsayan bir kavramdır ona göre. Başka bir
ifadeyle “İslam milleti, ilk insandan başlayarak, bugüne kadar, Allah’ın
varlık ve birliğine inanan, peygamberleri ve kutsal kitapları tanıyan, kendi
dönemlerindeki peygamberlerin getirdikleri vahiy gerçeklerini benimseyerek
onların istediği bir düzeni gerçekleştiren bütün insanların meydana getirdiği
büyük inanmışlar topluluğudur” (Karakoç, 2000: 104).
Karakoç’un
bu yaklaşımı İslam’ın temel öğretisiyle bağdaşır bir durumdur. BİLİNDİĞİ GİBİ
İSLAM, SADECE HZ. MUHAMMED’LE BAŞLAYAN BİR DİN DEĞİLDİR. İSLAM İNANCINA GÖRE
ALLAH KATINDA TEK DİN OLAN İSLAM, İLK PEYGAMBER OLAN HZ. ÂDEM’DEN BU YANA VAAZ
EDİLEN DİNDİR. Dolayısıyla bütün peygamberlerin tekrar tekrar ilan ettikleri
şey, İslâmî öğretilerden başka bir şey değildir. Bu nedenle de Karakoç (1996a:
88), ümmeti, millet kumaşının iç tarafı olarak betimler. Ona göre millet, İslam
toplumunun objektif ifadesi, ümmet ise sübjektif ifadesidir. Ancak Karakoç’a
göre bu iki kavram nihayetinde İslam topluluğunun iki adından öte bir şey değildir.
Aralarındaki tek fark, birinin bu inanmışlar topluluğunu mümin ve inanç,
öbürünün ise peygamber ve tarih açısından değerlendiriyor olmasıdır. Birisi
inanmışlar topluluğunun muhitten merkeze, ötekisi ise merkezden muhite doğru
ifadesidir.
Karakoç
İslam milletinin birliğinden bahsederken, bu birliği salt duygusal bir
birliktelik olarak düşünmez. Aksine daha somut atılımlar bekler ve bu
doğrultuda önerilerde bulunur. Tarihi derinliği ve aktüel stratejik
çözümlemeleriyle (Emre, 2003: 42) Karakoç, yeryüzündeki tüm Müslümanların bir
araya gelip askeri, ekonomik, kültürel ve tarihi bir birliktelik kurmalarını
önerir: Tıpkı Avrupa Birliği tecrübesinde olduğu gibi.3 Karakoç’a
göre eğer Müslümanlar böylesi bir girişimde bulunmayıp, ulus devletçiliğin
dayattığı biçimde küçük üniteler halinde kalmaya devam ederlerse, esaret,
eziliş ve sefalet onların alınyazısı olur; bu durumda da hiçbir zaman
emperyalizmden kurtulamazlar. Oysa Müslümanlar buna layık değillerdir.
Karakoç’a göre Müslümanlar, dünyanın en hür olması gereken halkı ve milletidir.
Bu hür ve birlik olmuş milletin tesisini başlatacak ilk hamle ise aydınların
uyanışıyla olacaktır (Karakoç, 1996a: 93).
Karakoç’un
bu bağlamda ele aldığı diğer bir önemli kavramı ise medeniyettir. Burhanettin
Duran (2004: 144, 149) aydınlar düzeyinde ele alındığında Türkiye’deki
İslamcılığın bir medeniyet perspektifi olarak değerlendirilebileceğini ifade
ediyor. Karakoç’un da bağlı kaldığı bu medeniyet perspektifinin kendi
modernliğini üretmeye çalışan bir çabanın ürünü olduğunu belirten Duran,
medeniyetçiliğin esasında muasır medeniyet seviyesine ulaşma ideali olduğunu,
dolayısıyla da modernlikle irtibatlı, yani modernlik içre olduğunu iddia
ediyor. Bu iddianın yarattığı tartışma alanına ve kısmi haklılığına rağmen
Karakoç’un da medeniyet kavramım merkeze aldığı ve ileri sürdüğü tezlerin ana
referanslarından birini medeniyet kavramına dayandırdığı açıktır. Ancak
Karakoç’un bütünüyle batılı anlamda bir medeniyet perspektifine sadık
kalmaktansa, kendi medeniyet perspektifini dinî bir bakışla kurmaya çalıştığı
da ortadadır.
Karakoç’a
göre (2005: 18) millet ve medeniyet mefhumları birbirinden ayrılamaz. Ona göre
medeniyetsiz bir millet düşünülemez. Bir millet, kendi medeniyetini kurmuşsa,
ancak bir millet olabilmiştir. İslam milleti, kendi milletliğini kurduğu
muhteşem İslam medeniyeti vasıtasıyla gerçekleştirebilmiştir. İslam medeniyeti,
İslam dininin temel ilkeleri çerçevesinde bütün İslam toplulukları tarafından
üretilmiş bir medeniyettir. Yaşadığı görkemli yılların ardından bugün
itibariyle bir krizle karşı karşıyadır. Ancak bu kriz aşılabilir bir krizdir.
Çünkü İslam medeniyetinin motivasyonunu temin eden manevi dinamiklerin hepsi
her zamanki gibi capcanlıdır. İslam medeniyetinin son büyük devleti Osmanlı’nın
yıkılmış olması, İslam medeniyetinin ilelebet tarih sahnesinden silindiği
anlamına gelmez. Elbette Osmanlı önemli bir temsildir. Ama nihai temsil
değildir.
Karakoç’a
göre (1998a: 66-71) İslam medeniyetinin bugün yaşadığı kriz, tarih boyunca
yaşadığı ilk kriz değildir. Bundan önce de kimi krizler yaşamış, ama tümünü
atlatmayı başarmıştır. Örneğin Karakoç’a göre İslam medeniyetinin ilk krizi
Hz. Peygamberin ölümüyle ortaya çıkmıştır. Daha sonra Hz. Osman’ın şehadetiyle
başlayıp Sıffın savaşıyla tırmanan siyasi bunalımdır. İslam medeniyeti daha
büyük krizini ise zihni ve fikri düzeyde, Yunan medeniyetiyle karşılaşınca
yaşamıştır. İslam medeniyeti bunlardan sonra da kimi krizler yaşamıştır. Son
büyük krizi ise birkaç yüzyıldır yaşadığı krizdir. Son krizin büyüklüğü, bir
kimlik krizi olması nedeniyledir. Başka bir ifadeyle bu krizle yaşanan İslam
medeniyetinde kalma ya da onu terk edip yeni bir medeniyete (Batı medeniyetine)
dahil olma tercihinde bulunmak zorluğudur. İslam medeniyeti son birkaç
yüzyıldır, böylesi yapay bir tercih durumunda bırakılmıştır. Bu tercih bir
mücadele alanı oluşturmuş olsa da, olumlu ya da olumsuz neticelenmiş değildir.
Mücadele devam etmektedir. Ama devam eden bu mücadelede İslam medeniyetinin
büyük bir güç kaybı yaşadığı da kesindir. Çünkü İslam medeniyeti,
medeniyetinin hamisi ve varisi niteliğinde olan devletini kaybetmiştir.
Karakoç (1998a: 87), medeniyette devleti özdeşleştirmenin doğru olmadığını
belirtmekle beraber, yine de, bu ikisini birbirinden ayrı düşünmenin imkanı
olmadığının da altını çizmektedir. Karakoç’a göre devlet İslam medeniyetinin büyük dayanağı,
desteği, eşsiz meyvesi ve devamının en büyük garantisi, medeniyet de, devletin
varoluş sebebi, hikmet kaynağı, yaşama kuvveti, üzerine oturduğu kaidedir.
Karakoç’un
bu bağlamda ileri sürdüğü görüşlerini irdelerken, zorunlu olarak gelenek ve
devlet kavramlarına da bakmakta fayda vardır. Karakoç medeniyetin içerdiği bir
öğe olarak geleneği önemser ve geleneğe İslam milletinin ortak üretimi olarak
bakar. Karakoç’a göre gelenek aynı zamanda, İslam milletinin ortak toplumsal
ve tarihsel tecrübesidir. Bu nedenle de değerlidir. İslam’ın özüne zarar
vermediği sürece korunmalıdır.
Tıpkı
gelenek bakışında olduğu gibi, Karakoç’un devlet anlayışında da olumlayıcı bir
taraf vardır. Burhanettin Duran (2004: 130), bu olumlayıcı yaklaşımın
İslamcılığın geneline şamil bir şey olduğunun altını çizdikten sonra, sebebini
Sünni İslam’ın devlet algısına bağlamaktadır. Duran’a göre Sünni İslam’da
devlete yüklenen ahlaki amaç, şeriat ve ümmet atıflı bir aşkın devlet anlayışı
ortaya çıkarmaktadır. Ancak yine de bu bağlamdaki bir tartışmanın hemen başında
Sezai Karakoç’un devlete bakışıyla ilgili bir parantez açmakta fayda vardır.
Bilindiği gibi siyaset literatüründe devlet, baskının, gücün ve zorbalığın
eşdeğeri olarak anılmaktadır. Karakoç’un idealize ettiği devlet, bu nitelikleriyle
temayüz eden bir devlet değildir. Karakoç’un zihnindeki devlet, İslam’ın temel
ilkelerinden beslenen devlettir. Bu devlet adaletin, hukukun, özgürlüğün ve
düzenin teminatı olan ve bunun yanı sıra iyiliğin yaygınlaşmasında ve
kötülüğün azaltılmasında aktif rol oynayan devlettir (Karakoç, 2007b: 50).
Karakoç’un DEVLET ANLAYIŞI, DEVLET OTORİTESİNİ PUTLAŞTIRMAYAN, FERDE BİR
‘ÖLÇÜ’ DAHİLİNDE İLİŞKİDE OLAN BİR DEVLET ANLAYIŞIDIR (Karataş, 2004: 983).
Karakoç’a
göre (2000: 106) İslam’ın beraberinde bir hukuk ve devlet düzeni getirmesi,
İslam’ın millet anlayışını bütünleyen, dahası onu zirveye taşıyan bir
durumdur. Karakoç bu yanıyla klasik İslamcılığın söylemini sürdürmüş
olmaktadır. Çünkü bu cümlenin içerdiği şey İslam’ın sadece bir inanç sistemi değil,
aynı zamanda bir hukuk ve devlet düzeni de getirdiğine yönelik vurgudur.
Karakoç’a göre (1996b: 51) devlet, insanların mutluluğu için kurulmuş ulu ve
kutlu bir kuruluş ve tanrısal bir lütuftur. Bu nedenledir ki İslam
medeniyetinde devlet, her zaman “devlet-i âli” ve “devlet-i ebed müddet” olarak
tasavvur edilmiştir. Karakoç da bu kadim devlet anlayışını paylaşmakta bir
beis görmemiştir. Karakoç’un bu konudaki rahat ve teslimiyetçi tavrı,
İslamcılığın birçok versiyonu açısından eleştiriye çok açık bir tavırdır. Zira
Karakoç Müslümanların bütün geçmiş devlet tecrübelerini eleştirmeksizin kabul
etmektedir. Oysa İslamcılık kimi düzeylerde, Osmanlı’yı da kapsayan bu devlet
tecrübelerini gayri İslâmî niteliklerinden dolayı mahkum edebilmektedir.4
Bu nedenle
de Abbasiler, Emeviler, Selçuklular, Osmanlılar Karakoç tarafından İslam
devletleri olarak kabul ve lanse edilmektedirler. Bunların içinde özellikle
Osmanlı imparatorluğu Karakoç’ta çok ayrı bir yer edinmektedir. Çünkü Osmanlı
sadece bir İslam devleti değildir; o İslam milletinin son güçlü devletidir. Karakoç’
taki Osmanlı vurgusu kuşkusuz sadece, Türkiye’nin Batı karşısındaki yenilgi ve
ezikliğini, parlak bir geçmişle telafi etme gayreti (Mert, 2004: 416)
değildir. Karakoç’taki bu vurgu bir hatırlatma ve ikaz olarak okunmalıdır:
Siyaseten güçlü bir devlete sahip olmanın lüzumuna dair bir hatırlatma ve eğer
güçlü bir devlete sahip olunmazsa ne olabileceğine dair bir ikaz. Ayrıca bir
imparatorluk mirasına yaslanmanın verdiği bilinçle, tepkisel olmaktan çok
kuşatıcı olmanın gerekliliğine olan vurgu (Emre, 2003: 41). Karakoç, Müslümanların
eliyle inşa edilmiş ve az ya da çok İslam’ın ilkeleri etrafında biçimlenmiş
her tür devleti, İslam milletinin bir başarısı olarak görür. Üstelik bu sadece
geçmişe yönelik bir tespit ve gurur vesilesi olsun için anlatılmaz Karakoç’un
metinlerinde. Karakoç aynı zamanda, bugün için de böylesi bir devletin
gerekliliğine önemle vurguda bulunur. Çünkü Karakoç İslam devletini, müslüman
toplumların ve onların din eksenli yaşamlarının garantörü olarak görür.
Bunun yanı
sıra Karakoç’a göre güçlü bir devlet, İslam birliğini sağlayacak ve onun
korunmasını üstlenebilecek yegâne güçtür. Karakoç’a göre güçlü bir devlet,
aynı zamanda zayıf İslam halklarının haklarını da koruma altına alabilecek tek
kuvvettir. Karakoç bu bağlamda Osmanlıyı örnek vererek, eğer bugünkü şartlarda
güçlü bir Osmanlı olsaydı der, İslam coğrafyası malum kötü şartlarda olmazdı.
Ona göre Doğu Avrupa’nın şu elli yıllık esareti, Filistinlilerin başına gelenler
ya da İran Irak savaşı hep güçlü bir İslam birliğinin ve İslam devletinin
olmaması nedeniyledir. Dolayısıyla Karakoç 20. yüzyılda Müslümanların en büyük
problemi olarak güçlü bir devlet kuramamalarını gösterir (Karakoç, 1996a: 93).
Bu
bağlamda Cumhuriyet tecrübesini de değerlendiren Karakoç (2000:163, 170), yeni
kurulan devletin bir dünya imparatorluğu olan Osmanlı’nın büyük devlet mirasını
reddedip, bölgesel sınırlara mahkûm olmuş küçük bir devlet olmayı
kabullenmesini eleştirir. Nitekim konferanslarının birinde bu kanaatini şöyle
dillendirmiştir: “bizim alınyazımız Misak-ı Millî hudutlarıyla sınırlı
değildir. Çünkü: bu coğrafya parçası, milletimizin, memleketimizin, ülkemizin
sadece bir parçasıdır. Bir yanıyla Avrupalıların çizdiği sınırlardır ülkemizin
bugünkü sınırları. Bu sınırlar bizi İslam âleminden tecrit etmektedir. Bizi
güçten düşürmektedir” (Karakoç, 2003: 55). Karakoç, bahsi geçen
nedenlerden ötürü, redd-i miras tavrı içinde olmanın tarihsel gerçeği
değiştirmeyeceğini ifade ediyor. Ona göre yapılması gereken yeniden büyük
devlet olma idealine ve ülküsüne kavuşmaktır. Bu ülkü, İslam inancıdır. Büyük
devlete götürecek ülkü budur.
Karakoç’a
göre (2007a: 16, 23) bu doğrultuda yapılması lazım gelen önemli işlerden biri,
1918 yılında yıkılan Osmanlı’nın yerine kurulan yeni devletin öngördüğü
sistemin sorgulanması ve kökten gözden geçirilmesidir. Çünkü ona göre yeni
devlet Misak-ı Millî sınırlarını asgari hudutlar değil de, azami hudutlarmış
gibi korumaya çalışmaktadır. Oysa Misak-ı Millî sınırları silah zoruyla
kabul ettirilmiş sınırlardır. Üstelik bu sınırlar milletimizin bütününü
içermemektedir. Yapılması lazım gelen şey, bütün milletimizi gerçek
sınırlarından haberdar etmek, onu o sınırlar içinde kardeşçe yaşatmaktır.
SONUÇ
Cumhuriyet
dönemi İslamcılığının en önemli simalarından olan Sezai Karakoç,
milliyetçiliğin en şiddetli bir şekilde hüküm sürdüğü ve her şeye rengini
vermeye yetenekli olduğu bir zaman aralığında, İslamcılığını İslam milleti
idealine yaslamasını becerebilmiş bir aydındır. O her zaman pür İslâmî bir
bakış açısının peşinde olmuştur. Zaman zaman kullandığı literatür (devlet,
millet, medeniyet vs) ve yaslandığı entelektüel miras açısından (muhafazakar,
mukaddesatçı vs), görüşleri üzerinde bir sis perdesi belirse de, dikkatle
incelendiğinde İslâmî tavrında çok net olduğu rahatlıkla fark edilecektir.
Onun tek
ideali, bütün renkleri ve dilleriyle İslam coğrafyasının her tarafına dağılmış
olan Müslümanları birleştirmek ve onları geçmişte olduğu gibi güçlü olacağı
günlere taşıyacak yolu açmaktır.
Sezai
Karakoç, kalbi İslam coğrafyasıyla birlikte atan bir aydındır. O, İslam
coğrafyasının, bütün acılarına, sevinçlerine, ideallerine ve ümitlerine
duyarlı, telaşlı, yapılabilecekler konusunda gayretli bir aydındır. Nitekim
bütün eserlerinde bu ideal ve ümidin sesi yankılanmaktadır. Hem bir entelektüel
olarak, hem de bir sanatçı olarak yaptığı tek şey, bu ideal ve ümit
doğrultusunda gayrette olmaktır.
NOTLAR
1 Ahmet Yaşar Ocak’ın bu konudaki yaklaşımı, İslam’ın
Osmanlı imparatorluğundaki merkezi önemini göstermek ve ayrıca İslamcılığın
tarihi serüvenini yeni bir perspektifle değerlendirmek açısından yol gösterici
olacaktır. Ocak’a göre, “Tanzimat’la birlikte başlayan köklü batılılaşmacı
yenileşme hareketlerine bir tepki olarak doğduğu kabul edilen, fakat II.
Abdülhamit devrinde daha da belirginleşmeye başlayarak, ondan sonra da
özellikle fikri alanda devam eden İslamcılık ideolojisinin tarihi arka planı,
yani yenileşme dönemi öncesi klasik Osmanlı İslam’ı ile ilgili olacaktır. Bu
konuyu seçmemizin temel sebebi, klasik Osmanlı İslam’ının yahut başka bir
deyişle, Osmanlı merkezi yönetiminin ideolojisinin temeli olması hasebiyle aynı
zamanda politik bir araç haline dönüşmüş siyasallaşmış devlet İslam’ının,
sanıldığının aksine, İslamcılık meselesiyle çok yakından ilişkili olmasıdır.
Bugüne kadar yapılan araştırmalarda İslamcılık meselesi ele alınırken, daima
Tanzimat’la işe başlanılmış, Tanzimat öncesi dönemin bu meseleyle herhangi bir
alakasının olabileceği pek düşünülmemiştir. Oysa, dikkatle bakıldığı zaman, bu
ideolojinin esasında, yalnız Batılılaşmacı yenileşmeciliğe değil, belki daha da
temelde, geleneksel bir nitelik kazanmış klasik Osmanlı İslam’ına da bir tepki
olarak doğduğu ve bu yüzden de haddi zatında yenileşmeci (modernist) bir
nitelik taşıdığı dikkat çekmektir.” Bkz. Ahmet Yaşar Ocak, Türkler, Türkiye
ve İslam, 4. Baskı, İletişim Yayınları, İstanbul, 2001, s. 73. Ocak, aynı
çalışmasında konuyu şöylece detaylandırmaktadır: “Yıldırım
Beyazid (1389-1402) döneminden itibaren toprakların genişlemesine paralel
olarak siyasi ve idari yapının kompleksleşmeye başlaması, dolayısıyla Osmanlı
sultanlarının ve bürokrasinin daha çok kitabi İslam’a dayalı Sünni
Müslümanlığın hakimiyetine tabii bir şekilde geçmeleri sonucunda farka dönüşmeye
başladı. Yani başlangıçta her iki kesimi kendinde birleştiren kabilevi halk
İslam’ı, farklılaşan yönetici kesimde yerini, giderek merkeziyetçi bir nitelik
kazanmaya başlayan yapı gereğince, artık birkaç yüzyıldır siyasallaşma
sürecini tamamlamış kitabi Sünniliğe bıraktı. XV. Yüzyılda bu geçiş süreci
tamamlandı. Bunda, daha başlangıçta Osmanlı bürokrasisine ihtiyacı olan
elemanları yetiştirmek üzere planlanan ve geliştirilen medreselerden yetişme
ulemanın rolü her türlü tartışmadan varestedir. Çünkü bu siyasallaşmış
Sünniliğin tam bir devlet ideolojisi haline gelmesi, onların katkısıyla
gerçekleşebilmiştir... Özellikle XV. yüzyılın ikinci yarısından itibaren, yani
Fatih Sultan Mehmed (1451-1483) zamanından itibaren geçerli olmak üzere,
Osmanlı İslam’ı denildiği zaman, bundan anlaşılması gereken, XVI. Yüzyılda
artık her alanda olduğu gibi ideolojik alanda da doruk noktasına çıkan bir
devletin merkezi yönetim ve iktidar çevrelerinin tam anlamıyla siyasallaşmış
Sünniliği, diğer bir deyişle, Osmanlı Sünniliği’dir.” Bkz. Ahmet
Yaşar Ocak., a. g. e., s. 80-82
2 Feroz Ahmad İttihatçıların bu konudaki yaklaşımlarını
ve sebeplerini şu şekilde anlatıyor: “İmparatorluk, Libya’nın 1911-1912’de
İtalya’ya kaptırılması ve 1912-1913’te Balkan vilayetlerinin alınması
nedeniyle önemli ölçüde küçülmüştü. İmparatorluk artık daha homojendi.
İttihatçılar bütün ideolojilerini ve idari siyasetlerini gözden geçirmek
zorunda kaldılar. İdeolojilerindeki üç unsuru -Osmanlıcılık, İslamcılık ve
Ulusçuluk terk edemezlerdi. Değişiklik ancak bunlardan birinin vurgulanması
şeklinde olabilirdi. Sayısal bakımdan en önemli grup olan Türklerin önemlerinin
artmasına rağmen en çok vurgulanan ulusalcılık değil, İslam’dı. Türk
ulusalcılığını sadece başkentteki bazı entelektüeller ciddiye alıyorlardı.
Ancak komite, kendi iç çevrelerinde Ziya Gökalp gibi önemli Türkçülerin yer
almasına rağmen, İslam’a olan bağlılığını korudu... İslam, özellikle savaşın
yaklaşmakta olduğu bir sırada, İttihatçı dış politikanın önemli bir faktörü
oldu.” Bkz. Feroz Ahmad, Modern Türkiye'nin Oluşumu, çev. Yavuz Alogan,
3. Baskı, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2005, s. 52-53.
3 Karakoç bu idealini kendi edebi üslubuyla Bir İslam
Haritası adlı yazısında şöyle anlatır:
“Cebelitarık’tan Cava adasının sonuna kadar tek devlet.
Sınırlarında tel örgü yok; fakat, her yerde aynı hızla atan, şuurlu kalplerin
zinciri var. İnanmış, öteye inanmış, ahlaklı, sıhhatli, çalışkan bir halk:
İslam Milleti. Sulhta fevkalade yumuşak, savaşta son derece şiddetli. Abadan,
Musul, Kuveyt ve Uhut petrollerinin tek boruda toplanarak büyük ve mesut İslam
devletinin motörüne aktığı. Nil boyu, Dicle-Fırat arası, Maverai’ınnehir, Konya
Ovası ve Pencap bölgesi baştan başa bereketle dikili ve yemyeşil. Kafa kadar
iri başakların arasında yüzlerce sıhhatli buğdayın gülümsediği. Karabi'ıkte
olduğu gibi, İslam haritasının her köşesinden yükselen bacalar ve bu
bacalardan tüten mesut dumanlar. Mekke, Medine, İstanbul, Konya, Diyarbakır,
Bağdat, Şam, Halep, Basra, Kahire, Tahran, Semerkant, Tunus, Fas, Cezayir,
Nijerya, ve Pakistan Üniversitelerinden yükselen aynı ideal, aynı ilim ışığı.
Ve gönlü bu idealle aydınlanmış ve alnına bu ışık vurmuş gençlerden İslam
dünyasının en ücra köşelerine kadar yayılmış idareciler kadrosu ve teknisyenler
ordusu. Bütün İslam ülkesini bir örümcek ağı gibi saran demiryolu ve binlerce
kilometrelik tek çizgi halinde asfalt. Mesut kadınları, sıhhatli çocukları ve
çalışkan erkekleriyle mamureler haline gelmiş, gazeteleriyle tek asil hakikatin
başka başka açılardan alınan fotoğrafı ve bu manzaralardan örülü manevi ve
nurani orman. Başka kültürlere karşı başı dik bir kültür. Yabancı kültürleri
her an hallaç pamuğu gibi atarak içlerinde sadre şifa ne bulursa alıp eriten
bir kültür. Bütün geyiklerin ve av kuşlarının, dışarıdaki vahşi deliliğin
elinden kaçarak sığındığı emin ülke: İslam ülkesi. En son silahlarla
donatılmış her an düşmanı kollayan, kalpleri ilahi sevgiyle titreyen bir ordu.
Dirilmiş bir geçmiş, aydınlık bir gelecek, altın bir şimdiki zaman. Verimli ve
canlı toprak, bir toprak; Mümin ve üstün insan, bir insan. Size bir harita
açtık. Bir rüya haritası. Gerçekleştirilecek tek rüya.” Bkz. Sezai
Karakoç, Dirilişin Çevresinde, 5. Baskı, Diriliş Yayınları, İstanbul, 2000, s.
136-137
4
Karakoç'un OsmanlI'yla
sonlandırdığı olumlayıcı devlet anlayışı, Ümit Cizre’ye göre Cumhuriyet
döneminde de siyasal İslam’ın pek çok türü tarafından sürdürülmektedir.
Cizre’ye göre bu tutumun temel nedeni, devlet bünyesinde yer alarak var
olagelmiş ulema mirasıdır. Bkz. Ümit Cizre, Muktedirlerin Siyaseti,
İletişim Yayınları, İstanbul, 1999, s. 115.
KAYNAKÇA
Ahmad,
Feroz (2005), Modem Türkiye'nin Oluşumu, çev. Yavuz Alogan, İstanbul:
Kaynak Yayınları.
Akçura,
Yusuf (1976), Üç Tarz-ı Siyaset, Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi.
Bulaç, Ali
(2004), “İslam’ın Üç Siyaset Tarzı veya İslamcıların Üç Nesli”, Modern
Türkiye’de Siyasi Düşünce 6: İslamcılık, Edt. Yasin Aktay, İstanbul:
İletişim Yayınları.
Cizre,
Ümit (1999), Muktedirlerin Siyaseti, İstanbul: İletişim Yayınları.
Çiğdem,
Ahmet (2001), Taşra Epiği, İstanbul: Birikim Yayınları.
Çiğdem,
Ahmet (2004), “İslamcılık ve Türkiye Üzerine Bazı Notlar”, Modem Türkiye’de
Siyasi Düşünce 6: İslamcılık, Edt. Yasin Aktay, İstanbul: İletişim
Yayınları.
Duran,
Burhanettin (2004), “Cumhuriyet Dönemi İslamcılığı”, Modem Türkiye’de Siyasi
Düşünce 6: İslamcılık, Edt. Yasin Aktay, İstanbul: İletişim Yayınları.
Emre, Akif
(2003), “Bir Dünya Tasarımı ve Ortadoğu”, Hece Dergisi, Sayı: 73,
Ankara.
Karakoç,
Sezai (1996a), Yapı Taşlan ve Kaderimizin Çağrısı II, 2. Baskı, İstanbul:
Diriliş Yayınları.
Karakoç,
Sezai (1996b), Çağ ve İlham TV, 2. Baskı, İstanbul: Diriliş Yayınları.
Karakoç,
Sezai (1998a), Fizikötesi Açısından Ufuklar ve Daha Ötesi I, 2. Baskı,
İstanbul: Diriliş Yayınları.
Karakoç,
Sezai (1998b), Fizikötesi Açısından Ufuklar ve Daha Ötesi III, 2. Baskı,
İstanbul: Diriliş Yayınları.
Karakoç,
Sezai (2000), Dirilişin Çevresinde, 5. Baskı, İstanbul: Diriliş
Yayınları.
Karakoç,
Sezai (2003), Çıkış Yolu I, 2. Baskı, İstanbul: Diriliş Yayınları.
Karakoç,
Sezai (2005), Çıkış Yolu III, 2. Baskı, İstanbul: Diriliş Yayınları.
Karakoç,
Sezai (2007a), Tarihin Yol Ağımda, 3. Baskı, İstanbul: Diriliş
Yayınları.
Karakoç,
Sezai (2007b), Diriliş Neslinin Amentüsü, 10. Baskı, İstanbul: Diriliş
Yayınları Karataş, Turan (2004), “Sezai Karakoç: Bir Medeniyet Tasarımcısı”, Modem
Türkiye'de Siyasi Düşünce 6: İslamcılık, Edt. Yasin Aktay, İstanbul:
İletişim Yayınları.
Mardin,
Şerif (1992), Türkiye'de Din ve Siyaset, 2. Baskı, İstanbul: İletişim
Yayınları.
Mert,
Nuray (2004), “Türkiye İslamcılığına Tarihsel Bir Bakış”, Modem Türkiye'de
Siyasi Düşünce 6: İslamcılık, Edt. Yasin Aktay, İstanbul: İletişim
Yayınları.
Ocak, Ahmet Yaşar (2001), Türkler,
Türkiye ve İslam, 4. Baskı, İstanbul: İletişim Yayınları. Su, Hüseyin
(2003), “Diriliş Düşüncesi ve Yöntemi”, Hece Dergisi, Sayı: 73, Ankara.
Türkmen, Hazma (2008a), Türkiye’de İslamcılığın Kökleri, İstanbul: Ekin
Yayınları. Türkmen, Hazma (2008b), Türkiye’de İslamcılık ve Özeleştiri,
İstanbul: Ekin Yayınları.
Kaynak:
Sempozyum Bildirileri-[15 Kasım 2008)Şair ve
Düşünür: Sezai Karakoç SempozyumuKasım, 2008 Editör: Saadettin Acar / Vahdettin
Işık, Fatih Belediye Başkanlığı, II. Baskı: 2011, Bağcılar/İstanbul,s.261-282
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar