Print Friendly and PDF

SİMONE WEİL

Bunlarada Bakarsınız




Simone Weil (d. 3 Şubat 1909 – ö. 24 Ağustos 1943). Fransız filozof ve mistik.

Hayatı
Weil, 1909'da ataları Musevi olmakla birlikte kendisini ve büyük erkek kardeşini agnostik olarak büyüten bir ailenin çocuğu olarak Paris'te dünyaya geldi. Hayatı boyunca başağrıları ve sinizütten dolayı acı çekti.
Weil'in oniki yaşında Antik Yunanca öğrenerek ileri düzeyde kitapları okuyabilmesi ileride sergileyecek yeteneklerinin bir ön habercisiydi. École Normale Supérieure'deki sınıfının ikincisi olmuştu.
1919'da on yaşındayken Bolşevik olduğunu ilan etti. Gençliğinde işçi hareketine katıldı. Politik yazılar kaleme aldı, gösterilerde yürüdü ve işçi haklarını savundu.
1931'de öğretmenlik diplomasını alarak Le Puy adlı kız okulunda felsefe öğretmeni oldu. Öğretmenliğinin yanı sıra tüm eleştirilere rağmen marksizme inanan bir kişi olarak işsiz ve grevdeki işçiler arasına girerek yerel politik eylemlere katıldı. Sonraları Marksist görüşlerinden vazgeçmesine rağmen demokratik ve kapitalist toplumlara ilişkin görüşlerini yazmaya devam etti. Weil kapitalizm ve sosyalizmin sınırları hakkında kötümser bir görüşe sahipti. 1934'de sıradışı metotları sebebiyle öğretmenliği bırakmaya zorlandı ve Paris fabrikasında çalışmaya başladı. Kötü sağlığı ve eksik fiziksel gücü sebebiyle fabrikada fazla çalışamadı.
1936'da öğretmenliğe geri dönmüş ancak artık tüm şevkini kaybetmişti. Aynı yıl İspanya'ya gider ve İspanya İç Savaşı'nda anarşist cepheye katılır. Silah kullanmaz ancak cephe gerisinde çalışır. Kaynar suyla yaralanır ve Fransa'ya geri döner.
Savaşdan sonra Weil ilgisini dine yöneltir. Tanrı ve onun kendi yaşamı ile ilgili iradesi hakkında daha fazla şey keşfetmenin peşine düşmüştür. İlk mistik deneyimini Solesmes Manastırında keşişlerin söyledikleri ilahileri dinlerken yaşar. Bu deneyiminden sonra hayatının geri kalanını Tanrı'nın kendi yaşamıyla ilgili iradesini keşfetmeye ve deneyimlerinin entelektüel sonuçlarını ifade etmeye adamıştır.
Weil'e 1943'de tüberküloz teşhisi konmuştur. Doktorları tarafından dinlenmesi ve iyi bir diyet programı takip etmesi istendi ancak o, politik eylemlere katılmaya, ülkesindeki direniş sebebiyle duyduğu üzüntüyle yiyeceğini ülkesindeki insanlarının yiyeceği oranında kısıtlar ve çoğu kez çok az yiyecekle yetinir. Paraya önem vermeyişi özel bir tedavi kabul etmesine izin vermez. Sağlığı gittikçe kötüleştiğinden İngiltere'de Ashford'da bir senatoryum'da yatmak zorunda kalır.
Kimilerince 20.yüzyılın en ilginç filozoflarından kabul edilen Simone Weil, 1943 yılının Ağustos ayında 34 yaşındayken kalp yetmezliğinden dünyaya gözlerini kapar. Ölüm raporunda şu ifadeler yer alır; "Merhume zihin dengesini yitirerek yemek yemeği reddedip kendini öldürdü."
Çoğu eseri ölümünden sonra yayınlanmıştır.
Simone Weil'i evinde ağırlayan ve kendisine yazı taslaklarını vererek eserlerinin günümüze taşınmasına ön ayak olan Gustave Thibon, Weil'in ilk basılan eseri La Pesanteur et la Grace'ın önsözünde (Yerçekimi ve Tanrı'nın Lütfu, adıyla Türkçe'ye çevirilmiştir aşağıdaki alıntı da bu Türkçe çeviriden alınmıştır) şunları söylemektedir:
"Yarım yüzyıl önce yazılan bu satırlara ne ekleyebilirim?
Tin için ışık ve ruh için besin olan Simone Weil'in yapıtının güncelleştirilmeye gereksinimi yoktur, çünkü bu yapıt, bütün zamanların ve bütün yerlerin dışına taşan varlığın doruğundan çıkmaktadır. Platon'un veya Marc-Aurele'in bir düşüncesine, Eschyle'in bir dizesine veya bir Shakespeare kahramanının çığlığına nasıl tarih koyabiliriz? Aynı şey Simone Weil için de söz konusudur. Gerçek ışık sönmüyor ve gerçek kaynakların yenilenmeye gereksinimleri yoktur...."
Andre Gide için Weil "Bu yüzyılın en spiritüel yazarı", Camus için "zamanımızın en büyük ruhu", T.S.Eliot için "bir azizin sahip olduğu türden deha sahibi bir kadın" idi. Eleştirmen Leslie Fiedler ise onu "yabancılaşma çağında Aziz olarak yabancı" biri olarak tasvir etmişti.
Yerçekimi ve Tanrı'nın Lütfu adlı eserinden;
"Zaman, açıkçası yoktur (sınır olarak şimdinin dışında) ve buna rağmen biz zamana tabiyiz. Bu bizim durumumuzdur. Varolmayan şeye tabiyiz. İster edilgen olarak acı çekilen -fiziksel acı, bekleyiş, pişmanlık, vicdan azabı, korku gibi- zaman olsun, ister çekip çevrilen -düzen, yöntem, zorunluluk gibi- zaman olsun, her iki durumda da tabi olduğumuz şey var değildir. Ama itaatimiz vardır. Biz, gerçekdışı zincirlerle gerçekten bağlanmışız. Gerçekdışı olan zaman, her şeyi ve bizi gerçekdışılıkla örter."
"İnsan kendini her zaman bir buyruğa adar. Doğaüstü esin dışta tutarsak, bu buyruğun merkezi, ya kendidir, ya da özel bir varlıktır (bu özel varlık bir soyutlama olabilir). Buyruk bu varlığın içinde taşınır (askerleri için Napolyon, Bilim, Parti, vs.) Perspektifsel buyruk."
"Görüşler arasında seçim yapma zorunluluğu yoktur; bunların hepsini kabul etmek ama onları dikey olarak sıralamak ve uygun yerlere yerleştirmek gerekir."
"Okumalar. Okuma -belirli bir dikkat niteliği hariç tutulursa- yerçekimine itaat eder. Yerçekimi tarafından telkin edilen görüşler okunur (insanlar ve olaylar üzerine olan yargılarımızda tutkuların ve toplumsal konformizmin büyük payı)"
"Olmak ve sahip olmak. -İnsanın varlığı yoktur, yalnızca sahip olduğu vardır. İnsanın varlığı perdenin arkasında, doğaüstünün olduğu taraftadır. Kendisi hakkında bilebileceği şey, yalnızca koşulların ona verdiği şeydir. Ben benim için gizlidir (ve başkası için de); ben Tanrı tarafındadır, Tanrı'dadır, Tanrı'dır. Gururlu olmak, Tanrı olduğunu unutmaktır... Perde, insanın sefaletidir; İsa için bile bir perde vardır.
  • La Pesanteur et la Grace (Gravity and Grace) (1947)
  • L'Enracinement (The Need for Roots) (1949)
  • Attente de Dieu (Waiting on God) (1950)
  • Oppression et Liberté (Oppression and Liberty) (1955)
  • Jacques Cabaud - Simone Weil (1964)
  • Richard Rees - Simone Weil (1966)
  • Simone Pétrement - Simone Weil: A Life (1988, orig. French edition 1973)
  • Dorothy T. McFarland Simone Weil (1983)
  • Robert Coles - Simone Weil: A Modern Pilgrimage (1987)
  • Pat Little - Simone Weil (1988)
  • Gabriella Fiori - Simone Weil: An Intellectual Biography (1989)
  • Stephanie Strickland - Red Virgin: A Poem Of Simone Weil 1993
  • Heiz Abosh - Simone Weil (1994)
  • Francine du Plessix Gray - Simone Weil (2001)
  • Yerçekimi ve Tanrı'nın Lütfu, çev. Mehmet Mukadder Yakupoğlu, Mor Yayınları, Ankara, 1999.



SİMONE WEİL -ZORUNLULUK VE İTAAT

SİMONE WEİL- “YERÇEKİMİ VE TANRI'NIN LÜTFU” İSİMLİ ESERDEN
Güneş hem haklılar ve hem de haksızlar üzerinde parlar... Tanrı zorunluluk olur.
ZORUNLULUĞUN İKİ YÜZÜ
Uygulanan zo­runluluk ve boyun eğilen zorunluluk. Zorunluluğa boyun eğmeyi kabul etmek ve ancak bu zo­runluluğu kullanarak davranmak.
BOYUN EĞME (KULLUK):
Enerji tasarrufudur. Bu tasarruf sayesinde, bir kahramanlık eylemi, ne buyuranın, ne de itaat edenin kahra­man olması gerekmeden gerçekleştirilebilir. Tanrıdan buyruklar alma noktasına varmak.
Hangi durumlarda, bir günah eğilimiyle savaş iyiliğe bağla­nan enerjiyi tüketiyor ve hangi durumlarda bu savaş bu enerjiyi enerji nitelikleri sıralamasında yükseğe çıkarıyor? Bunun irade ve dikkatin karşılıklı önemine dayanması gerekir.
Aşkın gücüyle bir zorlamaya boyun eğmeyi hak etmek ge­rekir.
İTAAT:
En üst erdemdir. Zorunluluğu sevmek. Zorunluluk bi­rey açısından en aşağıda olan şeydir (zorlama, güç, "zahmetli bir zorunluluk"; evrensel zorunluluk bireyi bu durumdan kur­tarır.
…..
Tanrı'ya itaat, yani Tanrı hayal ede­bileceğimiz veya kavrayabileceğimiz her şeyi aştığı ölçüde hiç­bir şeye itaat. Bu aynı anda hem imkânsızdır ve hem de zorun­ludur diğer bir ifadeyle doğaüstüdür.
…..
Bir şeyin yalnızca mümkün olması nedeniyle zorunlu oldu­ğu durumlar vardır. Böylece aç olunduğu zaman yemek ye­mek, su çok yakın olduğunda susuzluktan ölen bir yaralıya su vermek. Böyle bir hareketten ne bir haydut, ne de bir aziz ka­çınmayacaktır.
Kıyasen, bu ilk görüşte çok açıkça ortaya çıkmamasına rağ­men, olabilirliğin bir zorunluluğa yol açtığı durumları belirle­mek. Başka durumlarda değil de yalnızca bu durumda harekete geçmek.
Nar tanesi gibi Tanrı'yı sevmeye bağlanılmaz, bensiz kendi için­de gerçekleştirilen bağlanmaya razı olunur.
Erdem hareketlerinde yalnızca yapılması engellenemeyen, yapılmaması imkânsız olan eylemleri yapmak ama iyi yönlendi­rilen dikkatle, yapılmaması imkânsız olan eylemlerin miktarını sürekli arttırmak.
Karşı konulamaz bir şekilde Tanrı tarafından itilen şeyin ötesinde, eylemde, sözde ve düşüncede bir adım atmamak ve hatta bunu iyiliğe doğru bile yapmamak. Ama Tanrı'nın itişiyle sınıra kadar her yere gitmeye hazır olmak. En fazla­ya hazır olmak, nereye olduğunu bilmeden itilmek için dua et­mektir.
Eğer ebedi kurtuluşum bu masanın üzerinde bir nesne bi­çimindeyse ve onu kavramak için elimi uzatmam yeterliyse, bu hareketin buyruğunu almadan elimi uzatmazdım.
Eylemin meyvelerinden kopma. Bu yazgıdan kurtulmak. Nasıl?
Bir nesne için değil de, bir zorunluluk sonucu hareket et­mek. Başka türlü yapamam. Bu bir eylem değil ama bir edil­genlik biçimidir. Etkisiz eylem.
Köle bir anlamda bir modeldir (en alt... en yüksek... her za­man aynı yasa). Madde de bir modeldir.
Eylemlerin dürtülerini kendi dışına taşımak, itilmek. Tama­men saf olan dürtüler (veya en iğrenç dürtüler: her zaman aynı yasa) dışsal olarak ortaya çıkarlar.
Her eylemi nesne açısından değil de itki açısından ele al­mak. Hangi amaçla? sorusunu değil de bu nereden geliyor? so­rusu sorulmalıdır.
……
Tamamen saf olan iyilik tamamen iradeden bağımsızdır. İyilik aşkındır. Tanrı iyiliktir.
……
“Genel olarak, Tanrı için sözü kötü bir ifadedir. Tanrı'yı gö­revlendiren konumuna sokmamak gerekir.”
Yakınına Tanrı için gitmemek ama okçu tarafından okun hedefe gönderilmesi gibi Tanrı tarafından yakınına doğru itil­mek.
İşlenmemiş toprakla sürülmüş tarla arasında, sorunun veri­leriyle çözümü arasında, beyaz sayfayla şiir arasında, aç olan mutsuzla karnı doymuş mutsuz arasında yalnızca bir aracı ol­mak.
 Hiçbir durumda bizden daha iyi olan herhangi bir şeyi üretemeyiz. Bu nedenle gerçekten iyiye doğru yönlenen çaba­nın sonuca varmaması gerekir; artık hiçbir şey beklenmediği zaman, umutsuzlukla biten uzun ve verimsiz bir gerilimden sonradır ki, muhteşem bir sürpriz olarak dışarıdan bağış gelir. Bu çaba, içimizdeki sahte doluluğun bir parçasını yok eder. Do­luluktan daha dolu olan tanrısal boşluk içimize yerleşir.
ZORUNLUYLA İYİLİK ARASINDAKİ MESAFE
Zorunluluk Tanrı'nın örtüşüdür.
Tanrı istisnasız bütün olayları dünyanın mekanizmasına bı­rakmıştır.
Tanrı'da bütün insani erdemlerin olduğu gibi itaatin de ben­zeri vardır. Tanrı'nın bu dünyada zorunluluğa bıraktığı şey oyun­dur.
Zorunluluk, Tanrı'nın ilgisizliğinin ve yansızlığının kavran­ması için olan anlaşılabilir imgedir.
Böylece sıradan mucize kavramı bir tür inançsızlıktır (ikin­ci nedeni değil de yalnızca ilk nedeni olan olay).
Zorunluyla iyilik arasındaki mesafe yaratılanla yaratıcı ara­sındaki mesafedir. Zorunluyla iyilik arasındaki mesafe.
Amaçsızca gözlemle­mek: Yunanın büyük buluşu: Truva'nın düşüşü kuşkusuz onla­ra bunu öğretmiştir.
Kötülüğün, bu böyledir'in dışındaki başka bir şeyle doğru­lanması çabası bu gerçeğe karşı yanlış bir harekettir.
Sadece, Âdem ile Havva tarafından üstlenen yük olan, iyilik kötülük ikilisinin taşınamayan yükünü atmayı amaçlıyoruz.
Bunun için, ya "zorunlunun özüyle iyiliğin özünü" çakıştır­mak ya da bu dünyadan gitmek gerekiyor.
Kötülüğü saflaştırmak için, Tanrı'dan veya sosyal insan­dan başka bir şey yoktur. Saflık kötülüğü saflaştırır. Güç de baş­ka bir şekilde saflaştırır. Her şeyi yapabilene (Tanrıya) her şey serbesttir. Mutlak güce sahip olana hizmet eden onda her şeyi yapabilir. Güç, kötülük iyilik zıtlıkları ikilisinden kurtarır. Güç onu kulla­nanı ve hatta ona katlananı da kurtarır. Bir efendinin olduğu gi­bi bir kölenin de kurtulma özgürlüğü vardır. Kılıç, hem kulpuyla, hem de ucuyla katlanılamayan ağırlık olan görevden kurta­rır. Lütuf da kurtarır ama ona ancak görevle ulaşılabilir.
Ancak birliğe doğru çıkarken veya sınırsıza doğru inerken sınırdan kurtulunur.
Sınırlar, Tanrı'nın bizi sevdiğinin göstergesidir.
Dünyanın yakındaki sonunun beklenmesi ilkel Kilise'nin davranışını belirlemiştir. Bu inanç onlarda "zorunluyu iyilikten ayıran devasa mesafenin unutulmasını sağlıyordu.
Tanrı'nın yokluğu mükemmel aşkın en muhteşem kanıtıdır ve işte bu nedenle saf zorunluluk, açıkça iyilikten farklı olan zorunluluk bu kadar güzeldir.
Sınırsızlık birin kanıtıdır. Zaman ebediyetin kanıtıdır. De­ğişkenlik değişmezin kanıtıdır.
Bilimin, sanat yapıtının, ahlakın veya ruhun değeri bu ka­nıta direnme derecesiyle ölçülür.
TANRI'NIN İRADESİ NASIL TANINABİLİR?
Eğer içimizi sessizleştirirsek, eğer bütün arzulan, bütün kanılan susturursak ve bütün ruhumuzla söze dökmeden aşkla "Tanrım istediğin gibi olsun" diye düşünürsek, daha sonra kuşkuya düşmeden yapılması ge­reken olarak hissettiğimiz şey, (bununla birlikte bazı bakımlar­dan bu bir hata bile olsa) Tanrı'nın iradesidir. Çünkü eğer Tanrıdan ekmek istersek, bize taş vermeyecektir.
Doğaüstü olarak esinlenilmedikçe duada hiçbir özel şeyi gözönüne almamak gerekir. Çünkü Tanrı evrenseldir. Kuş­kusuz Tanrı özele inmektedir. Yaratma eyleminin içine inmiştir. Ama bu hiçbir zaman yükselmeyen bir iniş hareketidir, bizim değil Tanrı'nın bir hareketidir. Böyle bir bağlantıyı, Tanrı bunu bize aktarmadığı sürece kuramayız. Bizim rolümüz yüzümüzü evrensele çevirmektir.
Bu belki de Berger'in, göreceyi mutlağa bağlama imkân­sızlığı nedeniyle yaşadığı güçlüğün çözümüdür. Bu yükselen bir hareketle imkânsızdır ama inen bir hareketle bu mümkün­dür.
Tanrı'nın belirli bir şeyi buyurup buyurmadığı (inanç dışında) hiçbir za­man bilinemez. Tanrı'ya itaate yönelim, eğer Tanrı'yı kendimiz­den sonsuzca uzağa yerleştirirsek, ne yapılırsa yapılsın, kurtarır ve eğer Tanrı'yı kalbimiz olarak görürsek, ne yapılırsa yapılsın, bu yönelim günaha sokar.
GÜNAHA EĞİLİM
Bu eğilim ruhla zamanın ilişkisine bağlıdır. Olası bir kötülüğü onu yapmadan uzun süre gözlemlemek bir tür dönüşüme yol açar. Buna sonlu bir enerjiy­le direnilirse, bu enerji belirli bir sürede tükenir ve bu tükenişle birlikte teslim olunur. Eğer hareketsiz ve dikkatli olarak kalınır­sa, bu kez tükenen günah eğilimidir.
Aynı şekilde hareketsiz ve dikkatli olası bir iyilik gözlem­lenirse, bu iyiliğin yapılmasını sağlayan enerjinin bir dönüşümü de gerçekleşmiş olur.
Enerjinin dönüşümü, iyilik için, artık onu yapmamanın mümkün olmadığı bir anın gelmesi demektir.
Buradan iyiliğin ve kötülüğün bir ölçütü ortaya çıkar.
Eksiksiz bir itaate varan her yaratık, dünyada Tanrı'nın bu­lunuşunun, bilgisinin ve hareketinin eşsiz, tek ve yerine kona­maz bir biçimini oluşturur.
Zorunluluk, içte taşınan amaçlar da dâhil olmak üzere şey­lerin ve kendinin ilişkilerini görmek. Bundan doğal olarak ey­lem doğar.
İTAATİN İKİ BİÇİMİ VARDIR.
Yerçekimine ya da şeylerin ilişkisi­ne itaat edilebilir. Birinci durumda, boşlukları doldurucu haya­lin neden olduğu şey yapılır. Buna çoğu zaman gerçeği andırır bir şekilde iyilik ve Tanrı da dahil olmak üzere bütün etiketler yapıştırılabilir. Eğer doldurucu hayalin çalışması askıya alınır ve dikkat şeylerin ilişkisine yöneltilirse, itaat edilmemesi mümkün olmayan bir zorunluluk ortaya çıkar. Buraya kadar, ne zorunlu­luk kavramına, ne de itaat duygusuna sahip olunmamıştır.
Bu durumda, harikalar gerçekleştirilse bile, gerçekleştirilen şeyden gurur duyulamaz.
İtaat, hiçbir derecede eylemin ödülünü içermeyen ve ödü­lün bütün sorumluluğunu, gizlide olan, gizlinin içinde gören Tanrı'ya bırakan tek saf dürtüdür.
Bunun bir zorlamaya (kölelerdeki korkunç boşluk) değil de bir zorunluluğa itaat olması gerekir.
Başkasına veya büyük bir amaca kendinden bir şey verilse de, katlanılan zahmete rağmen, eğer bu, şeylerin açık bir kavra­nışına ve zorunluluğa saf itaatle gerçekleşmişse, bu verme ça­bayla gerçekleşse bile buna karar verilirken bir çaba gösterilmez. Başka bir tarzda davranılamaz ve bu davranıştan hiçbir dönüş, doldurulacak hiçbir boşluk, hiçbir ödül arzusu, hiçbir kin, hiç­bir alçalma doğmaz.
Eylem, terazinin ibresidir. İbreye değil de ağırlıklara do­kunmak gerekir.
Aynı şey tam olarak kanılar için de söz konusudur. O halde, ya karışıklık ya da ıstırap vardır.
….
Tanrı'yla doğru ilişki, temaşada aşktır, eylemde köleliktir. Bunların birbirine karıştırılmaması gerekir. Aşkla temaşa ederken köle olarak hareket etmek...
Kaynakça
Simone Weil, La pesanteur et la grâcc; Yerçekimi ve Tanrı'nın Lütfu, trc. Mehmet Mukadder Yakupoğlu, Mor Yayınları, Ankara, 1999.
 Not: Gustave THIBON, Şubat 1947, kitap için hazırladığı metinlerde, İslâmî Literatüre nisbeten uygunluk sağlanmış ve kısaltmalara gidilmiştir. 


SİMONE WEİL- “YERÇEKİMİ VE TANRI'NIN LÜTFU” İSİMLİ ESERDEN
Tam bir kopmaya ulaşmak için mutsuzluk yeterli değildir. Tesellisiz bir mutsuzluk gereklidir. Hiçbir teselli olmamalıdır. Tesellinin tasarımı bile olmamalıdır. Sözle anlatılamaz bir teselli böylece yukarıdan iner.
Borçları ödemek. Gelecekten bir ödünleme beklemeden geçmişi kabul etmek. Anında zamanı durdurmak. Bu aynı za­manda ölümün kabul edilmesidir.
"Tanrısallığını yitirdi". Bu, dünyasını yitirmektir. Bir köle­nin doğasını edinmektir. Bir nesnenin uzayda kapladığı yer ve zamanda işgal edilen nokta­ya kadar, hiçbir şey oluncaya kadar küçülmektir.
Dünyanın hayali krallığından kurtulmak. Mutlak yalnızlık. Böylece dünyanın gerçeğine kavuşulur.
Maddi şeylerden vazgeçmenin iki tarzı:
Ruhanî ve dinî bir olguya ulaşmak amacıyla kendini maddiyattan yoksun bırakmak.
Maddeyi ruhanî ve dinî şeylerin koşulları olarak görmek ve hisset­mek (örnek: açlık, yorgunluk, aşağılanma zekâyı karartır ve aracılığı engeller) ve buna rağmen maddeden vazgeçmek.
Bu ikinci tür vazgeçme tek başına ruhun çıplaklığıdır.
Üstelik maddi şeyler eğer tek başlanna ve ruhanî ve dinî şeylerle bağlantısız olarak ortaya çıkarlarsa, tehlikeli olurlar.
Lütuf olmayan her şeyden vazgeçmek ve lütfu arzu etme­mek.
Arzunun dışlanması (Budizm) veya kopma veya amor fati [1] veya mutlak iyilik arzusu, her zaman aynı şeydir: arzuyu, her içeriğin erekliliğini (gerçekleştirmek için tasarlanan ve erişmek istenilen şey, amaç, gaye, maksat, hedef) boşaltmaktır, boşa arzulamaktır, temennisiz arzulamaktır.
Arzumuzu bütün sahiplenmelerden koparmak ve bekle­mek. Deney bu beklentinin karşılık bulduğunu kanıtlamakta­dır. Böylece mutlak iyiliğe sahip olunur.
Ne olursa olsun özel nesnenin ötesinde, her şeyde, boşa is­temek, boşluğu istemek. Çünkü, tasarımlayamadığımız ve tanımlayamadığımız bu iyilik bizim için bir boşluktur. Ama bu boşluk bütün dolu şeylerden daha doludur.
Bu noktaya varılırsa, işin içinden çıkılmış olur, çünkü Tanrı boşluğu doldurur. Burada hiçbir şekilde bugün anladığımız an­lamda bir entellektüel süreç söz konusu değildir. Zekâ hiçbir şeyi bulmak zorunda olmayıp düzeltmek zorundadır. Zekâ an­cak kölesel işlerde iyidir. Bizim için iyilik bir hiçtir çünkü hiçbir şey iyi değildir. Ama bu hiç gerçekdışı değildir. Var olan her şey, onunla karşılaştırıldığında gerçekdışıdır.
Boşlukları doldurucu, acılan hafifletici inançları, ölümsüz­lük inancını, günahların faydalılığına inancı, olayların Tanrı'nın yolladığına inancı kısaca genelde dinde aranan "avuntuları" terketmek gerekir.
Truva'nın ve Kartaca'nın yıkılışının içinden ve avuntusuz olarak Tanrıryı sevmek. Sevgi avuntu değil ışıktır.
Dünyanın gerçekliği bizim tarafımızdan, bağlılığımızla oluş­muştur. Bu, ben'in bizim tarafımızdan şeylere aktarılan gerçek­liğidir. Bu hiçbir şekilde dışsal gerçek değildir. Bu dışsal ger­çeklik ancak tam bir kopuşla algılanabilir. Yalnızca bir iplik bile kalsa, hâlâ bağlantı var demektir.
Bağlantıyı sefil şeyler üzerine götürmeye zorlayan mutsuz­luk bağlantının sefil niteliğini açığa çıkarır. Bu olguyla, kopma­nın zorunluluğu daha açık hale gelir.
Bağlantı yanılsamaların üreticisidir ve gerçeği isteyen kim­se bunlardan kopmak zorundadır.
Bir şeyin gerçek olduğu bilindiği andan itibaren artık ona bağlanılamaz.
Bağlantı, gerçeklik duygusundaki yetersizlikten başka bir şey değildir. Bir şeye sahip olmaya bağlanılmıştır çünkü ona sa­hip olunmaktan vazgeçilirse o şeyin artık var olmayacağı zanne­dilmektedir. Çok insan bütün ruhuyla, bir şehrin yok edilmesiyle bu şehirden kaçınılmaz sürülüşü arasında yüzde yüz bir fark olduğunu hissetmez.
İnsanın sefaleti eğer zamana yayılmamışsa katlanılamazdır. Sefaletin katlanılamaz olması için onun zamana yayılması­nı engellemek.
"Ve gözyaşlarından bıktıkları zaman" (İlyade)  hâlâ en kor­kunç ıstırabı katlanılır hale getirmenin bir yolu vardır. Avutulmamış olmaktan dolayı ağlanmamalıdır.[2]
Koparmayan her acı kaybedilmiş bir acıdır. Soğuk çölden, büzüşen ruhtan daha korkunç hiçbir şey yoktur. Ovidius. Plautus'nn köleleri.
Sevilen ve gözlerinin önünde olmayan bir şeyi veya bir varlığı, belki de bu şeyin yokolduğunu veya bu varlığın yokolduğunu düşünmeden hiçbir zaman düşünememek.
Bu düşünce gerçeklik duygusu yoketmez, hatta daha yo­ğun hale getirir.
"İsteğin gerçekleşsin" dendiği her defa, mümkün olan bü­tün mutsuzlukları bütün olarak tasarımlamak.
Kendini öldürmenin iki tarzı vardır: intihar veya kopma.
Sevilen her şeyi düşünceyle öldürmek: bu, ölmenin tek tar­zıdır. Ama bu, yalnızca sevilen için söz konusudur. (Babasından, annesinden nefret etmeyen için... Ama: düşmanları seviniz...)
Sevilenin ölümsüz olmasını arzulamamak. Kim olursa ol­sun bir insanına ne ölümsüz, ne de ölü olmasını arzulamamak gerekir.
Cimri, hazinesine duyduğu arzuyla, ondan yoksun kalır. Bütün hazinesini dünyadaki bir şeyin içine koymak mümkün­se, Tanrı'da saklamak neden mümkün olmasın?
Ama Tanrı, cimri için hazinenin olduğu gibi anlam yüklü hak gelirse, onun varolmadığını kendi kendine tekrar etmek. Tanrı var olmasa bile onun sevildiğini hissetmek.
Bir cimri tarafından sevilen bir hazine gibi sevilmemek için karanlık gecedeki operasyonla geri çekileri Tanrı'dır.
Ölen Orestes için ağlayan Elektra Var olmadığını düşüne­rek Tanrı sevilirse, O varlığını gösterecektir.
….
Duyular, değer yargılan açısından gerçekdışıdır; nesneler değerler oldukları sürece bizim için gerçekdışıdır. Ama bir nes­neye sahte bir değerin atfedilmesi, bu nesnenin algılanışındaki gerçekliği yok eder, çünkü bu atıf algıyı hayalin içinde boğar.
Böylece yalnızca tam kopma, çıplak nesnelerin bu yalancı değerler sisinin dışında görülmesini sağlar, işte bu nedenle Hz. Eyub'a dünyanın güzelliğinin görünmesi için ülser ve aşağılık insanlar gerekmiştir. Çünkü ıstırap olmadan kopma olmaz. Ve kopma olmadan da nefretsiz ve yalansız katlanılan ıstırap yok­tur.
Yaşamsal içgüdü mutsuzluğun içinde koparılan bağlantıla­ra rağmen varlığını sürdürür ve bir bitkinin sülük dallarına tu­tunması gibi kendisine destek olabilecek her şey körce tutunur. Minnet, adalet bu durumda düşünülemez. Kölelik, insanın be­lirli bir mesafede durmasını sağlayan iradeye destek olan ek enerji miktarı artık yoktur. Mutsuzluk, bu açıdan her zaman çıp­lak yaşamın olduğu gibi, güdük bir organ gibi, böceklerin kay­naşması gibi iğrençtir. Biçimsiz yaşam. Hayatta kalmak burada­ki tek bağlılıktır. Hayatta kalma bağlılığı bütün bağlılıkların ye­rini aldığı zaman, en uç mutsuzluk başlamıştır. Buradaki bağlı­lık apaçık ortaya çıkar. Kendi dışında hiçbir konusu yoktur. Bu, cehennemdir.
Yaşamları hiçbir şekilde ölüme tercih edilir olmadığı halde, bu mekanizmayla, mutsuzlara hiçbir şey yaşamdan daha tatlı görünmez.
Bu durumda ölümü kabul etmek, tam kopmadır.
Dünyadaki yarı cehennem. Mutsuzluk içinde kökünden kopmanın en uç noktası.
İnsan adaletsizliği genel olarak kurbanlar değil de yarı la­netliler üretir. Yarı cehenneme düşen varlıklar hırsızlar tarafın­dan soyulan ve dövülen insan gibidir. Karakterlerinin giysisini yitirmişlerdir.
Köklerinin varlığını sürdürmesine izin veren en büyük ıstı­rap hâlâ yarı cehennemden sonsuz bir uzaklıktadır.
Bu şekilde köklerinden kopmuş varlıklara hizmet edildiği ve karşılık olarak onlardan kötü davranışlar, nankörlük, ihanet görüldüğü zaman, onların mutsuzluğunun yalnızca küçük bir kısmına maruz kalınmış olur. Mutsuzlukla karşı karşıya gelme ödevi olduğu gibi, insanın sınırlı bir ölçüde onların mutsuzlu­ğuyla karşı karşıya gelme ödevi vardır. Mükemmellikte olduğu gibi yarı cehennemi mutsuzlukta kişisiz bir taraf vardır.
Kendimizi geçmişten ve gelecekten kopmuş şimdiki za­man olan belirli bir anda göz önüne alırsak, masumuz. Bu an­da ancak olduğumuz şey olabiliriz: her gelişim bir süre içerir. Bu anda böyle olmamız dünyanın düzeni içinde yer alır.
Bu şekilde bir anı ayırmak bağışlamayı içerir. Ama ayırma kopmadır.
İnsan yaşamında yalnızca iki tane çıplaklık ve saflık anı var­dır: doğum ve ölüm.
Yeni doğmuş veya can çekişen olarak tan­rısallığı kirletmeden insani biçim içindeki Tanrı'ya tapılamaz.
Zıtların kötü birliği.
Marksizm tarafından geliştirilen işçi em­peryalizmi. Özgürlüklerine yeni kavuşan kölelerin küstahlığı üzerine Latin atasözleri.
Küstahlık ve kölelik karşılıklı olarak ar­tarlar. Bir sis perdesinin içinden zıtların birliği ilkesini hayal meyal gören samimi anarşistler, ezilenlere iktidarı vererek kötülü­ğün yok edileceğini zannettiler, imkânsız bir düş.
O halde zıtların iyi ve kötü birliğindeki özellik nedir?
Zıtların kötü birliği (kötü çünkü yalancı) zıtların olduğu düz­lem üzerinde gerçekleşen birliktir. Erkin ezilenlere ihsanı böy­ledir: erk ezilme ilişkisinin dışına çıkılmamaktadır.
Zıtların iyi birliği yukarıda olan bir düzlemde gerçekleş­mektedir. Böylece, erk ile ezilme arasındaki zıtlık denge olan yasanın seviyesinde çözülmektedir.
Aynı şekilde ıstırap (ve gerçek işlevi budur) zıtları yeniden ilk birleşme düzlemi üzerindeki düzlemde birleştirmek için bir­leşen zıtları ayırır. Istırap sevinç ritmi. Ama sevinç matematik olarak her zaman baskın çıkar.
Istırap şiddettir, sevinç yumuşaklıktır ama sevinç en güçlü olandır.
Çelişkilerin birliği bocalamadır: bu birlik aşırı bir ıstırap ol­madan imkânsızdır.
Zıtların bağlantısı kopmadır. Özel bir şeye bağlanma ancak aykırı bir bağlanma tarafından yokedilebilir. İşte bu nedenle: "Düşmanlarınızı seviniz... Babasından ve annesinden nefret et­meyen insanı..."
Ya zıtlara boyun eğdirilir, ya da zıtlara boyun eğilir.

Kaynakça
Simone Weil, La pesanteur et la grâcc; Yerçekimi ve Tanrı'nın Lütfu, trc. Mehmet Mukadder Yakupoğlu, Mor Yayınları, Ankara, 1999.
 Not: Gustave THIBON, Şubat 1947, kitap için hazırladığı metinlerde, İslâmî Literatüre nisbeten uygunluk sağlanmış ve kısaltmalara gidilmiştir. 




[1] Amor Fati, Friedrich Nietzsche'nin eserlerinde sıklıkla kullandığı bir terimdir. Türkçe'ye, çevirmenler tarafından genellikle kader sevgisi olarak çevrilir. Hayatın en üst düzeyde olumlanması, Nietzsche'nin deyimiyle 'evet'lenmesi anlamına gelir.
[2] Bununla birlikte İsa aleyhisselam “Ağlayanlar mutludur” demiştir. Ama Simone Weil burada yalnızca geçici şeflerden yoksun kalmadan kaynaklanan ve insanın kendisi için döktüğü gözyaşlarını suçlamaktadır.


BÜYÜK HAYVAN

SİMONE WEİL- “YERÇEKİMİ VE TANRI'NIN LÜTFU” İSİMLİ ESERDEN
Büyük hayvan[1] tek puta tapma nesnesidir, Tanrı'nın yerine geçirilen bir şeydir. Bu benden sonsuzca uzak olan ve ben olan bir nesnenin tek taklididir.
Bencil olunabilseydi, bu çok hoş olurdu. Bu dinginlik olur­du. Ama tam anlamıyla bunu yapmak olanaksızdır.
Ne kendimi amaç olarak almam ve ne de benzerim olarak almam mümkün değildir. Ne de maddi bir şeyi, çünkü madde hedef ve maksat içerme konusunda insanlardan da daha geridedir.
Bu dünyada tek bir şey amaç olarak alınabilir, çünkü o in­san varlığı karşısında bir tür aşkınlığa sahiptir: bu, kolleftiftir. Kollektif, her puta tapmanın konusudur, çünkü bizi dünyaya bağlayan odur.
Cimrilik: altın toplumsaldır.
Tutku: iktidar top­lumsaldır. Bilim, sanat da öyledir. Ve aşk? Aşk az veya çok bir istisna oluşturur; işte bu nedenle Tanrı'ya cimrilik veya tutkuyla değil de aşkla gidilebilir. Ama buna rağmen toplumsallık aşkta eksik değildir (prenslerin, ünlü insanların, saygınlığı olan her­kesin uyandırdığı tutkular...).
Aynı adla ama birbirlerinden kökten farklı iki iyilik vardır: kötülüğün zıttı olan iyilik ve mutlak olan iyilik. Mutlağın zıttı yoktur. Görece mutlağın zıttı değildir; görece mutlaktan yer de­ğiştiremez bir ilişkiyle türer, istediğimiz şey, mutlak iyiliktir.
Ulaşabildiğimiz şey, kötülükle bağlantılı olan iyiliktir. Evin ha­nımı yerine hizmetçiyi sevmeye hazırlanan Prens gibi, biz de bu iyiliğe yanlışlıkla kapılıyoruz.
Yanlışlığa neden olan giysiler­dir. Görece üzerine mutlağın rengini atan toplumsaldır. Çare, ilişki fikrinin içindedir, ilişki toplumsaldan zorla çıkar, ilişki bi­reyin tekelindedir. Toplum mağaradır, çıkış yalnızlıktır.
İlişki yalnız ruha aittir. Hiçbir kalabalık ilişkiyi göremez. Bu, falan kişiye filan ölçüler içinde iyidir veya kötüdür. Böyle bir şey toplumsalın dışında kalır. Bir kalabalık toplama yapa­maz.
Toplumsal yaşamın üzerinde olan kişi istediği zaman bu yaşamın içine girer, altında olan kişi bunu yapamaz. Bu durum her şey için aynıdır. En iyi ve en az iyi arasındaki yeri değiştiri­lemeyen ilişki.
Bitkisel ve toplumsal, iyiliğin girmediği iki alandır.
Toplumsal, indirgenemez bir şekilde bu dünyanın prensi­nin alanıdır. Toplumsal karşısında kötülüğü sınırlamaya çalış­maktan başka bir görev yoktur (Richelieu: devletlerin kurtuluşu ancak bu dünyadadır).
Kilise gibi tanrısal bir iddiası olan bir toplum belki de onu kirleten kötülükten çok iyiliğin taklidiyle daha tehlikelidir.
Toplumsalın üzerindeki tanrısal bir etiket: her serbestliği içeren esritici bir karışım. Kılık değiştirmiş şeytan.
Bilinç toplumsal tarafından kötüye kullanılmıştır. Ek (haya­li) enerji büyük bir oranda toplumsala asılıdır. Onu oradan ayır­mak gerekir. Bu, en zor ayırmadır.
Toplumsal mekanizma üzerine olan meditasyon bu bakım­dan birinci derecede önemli bir arınmadır.
Toplumsalı temaşa etmek dünyadan elini eteğini çekmek kadar iyidir, işte bu nedenle, bu kadar uzun süre politikaya ya­kın olmakta hatalı değildim.
Ancak aşkına, doğaüstüne, gerçek ruhanî ve dinle girişle insan top­lumsaldan üstün hale gelir. Buraya kadar, aslında ve insan ne yaparsa yapsın toplumsal, insana aşkındır.
Doğaüstü olmayan düzlemde, toplum sanki bir duvar gibi kötülükten (kötülüğün bazı biçimlerinden) ayıran şeydir; bir suçlular veya kötüler topluluğu birkaç kişiden de oluşsa, bu duvarı yok eder.
Ama böyle bir topluma girmeye zorlayan nedir?
Ya zorun­luluk, ya hafiflik ya da çoğu zaman ikisinin karışımıdır; bağla­nıldığı düşünülmez, çünkü doğaüstünün dışında, yalnızca top­lumun kötülüklerin veya suçların en korkunç biçimlerine doğal olarak geçmeyi engellediği bilinmiyor. Başka biri haline geline­ceği bilinmiyor, çünkü dıştan değiştirilebilir olanın alanının ken­di içinde nereye kadar gittiği bilinmiyor. Her zaman bilinmeden bağlanılıyor.
Roma, yalnızca kendini beğenen, tanrıtanımaz, materyalist olan büyük bir hayvandır, İsrail ise dindar olan büyük bir hay­vandır. İkisi de hoş değiller. Büyük hayvan her zaman iticidir.
Yalnızca yerçekiminin egemen olduğu bir toplum yaşayabilir mi veya bir parça doğaüstü yaşamsal bir zorunluluk mudur?
Roma'da belki yalnızca yerçekimi egemendir.
Yahudilerde de belki aynı durum vardır. Tanrıları çok ağır­dı.
Belki de hiç mistiği olmayan tek antik halk Romalılardır. Hangi gizemli yolla? İsrail gibi kaçaklardan meydana gelen ya­pay bir site.
Platon'un büyük hayvanı.  Doğru olduğu sürece Mark­sizm tamamen Platon'un büyük hayvan üzerine yazdığı sayfada bulunmaktadır ve bu sayfada bu kuramın çürütülmesi de var­dır.

TOPLUMSALIN GÜCÜ

Birçok insan arasındaki anlaşma bir ger­çeklik duygusunu içerir. Aynı zamanda bir ödev duyugusunu da içerir. Bu anlaşmadan sapma bir günah gibi görünür. Bura­dan, bütün dönüşlerin mümkün olduğu ortaya çıkar. Bir uy­gunluk durumu lütfun bir taklididir.
Toplumsalın gücünü andıran eşsiz bir gizemle, meslek or­talama insanlara, o meslekle ilgili konular için, yaşamın bütün durumlarına yayılsalardı o insanları kahraman veya aziz yapa­cak erdemler verir.
Ama toplumsalın gücü bu erdemlerin doğal olmasını sağ­lar. Bu erdemler aynı zamanda ödünlemelere gereksinim du­yarlar.
Fariziler: "Gerçekten, diyorum size, ücretlerini aldılar." Bu­nun tersine, İsa aşarcılar ve fahişeler için şöyle konuşabilirdi: gerçekten, diyorum size, onlar cezalarını toplumun ayıplama­sı gördüler. Cezalarını gördükleri ölçüde, gizli olan Tanrı onla­rı cezalandırmaz. Buna karşın, toplumsal kınamanın eşlik etme­diği günahlar ise gizli olan Baba tarafından uygun cezayı gör­mektedirler. Böylece toplumsal kınama yazgının bir lütfu ol­maktadır. Ama bu kınama, bu kınamanın baskısıyla içinde ser­best olduklan garip bir toplumsal ortamı yaratanlar için kötülü­ğe dönüşmektedir. Suçluların, eşcinsellerin, vs. topluluğu.
Sahte Tanrı'ya (nasıl biçim altında olursa olsun toplumsal hayvana) yapılan hizmet dehşeti yok ederek kötülüğü saflaştırır. Hizmet edilene, hizmetteki eksiklikler dışında hiçbir şey kötü görünmez. Ama gerçek Tanrı'ya hizmet kötülükten duyulan deh­şetin varlığını sürdürmesini sağlar ve hatta daha yoğun hale ge­tirir. Dehşet duyulan bu kötülük, aynı zamanda Tanrı'nın iradesininden gelen bir şey olarak sevilir.
Bugün rakiplerinden birinin iyilik tarafında olduğunu zan­nedenler aynı zamanda onun zafere ulaşacağına inanırlar. Bu şekliyle sevilen ve olayların gidişatıyla mahkum olan bir iyiliğe bakmak katlanılamaz bir ıstıraptır.
Artık varolmayan şeyin iyilik olabileceği fikri üzücüdür ve bu nedenle kafadan atılır. Bu, büyük hayvana boyun eğmedir.
Komünistlerin ruhsal gücü, yalnızca iyi olduğunu zannetttikleri şeye değil de aynı zamanda yakında kaçınılmaz olarak meydana geleceğine inandıkları şeye doğru gitmelerinden kay­naklanmaktadır. Böylece onlar, aziz olmadan, yalnızca bir azi­zin adalet için katlanabileceği tehlikelere ve ıstıraplara katlana­biliyorlar.
Bazı bakımlardan komünistlerin ruhsal durumu ilk Hıristi­yanların ruhsal durumuna çok benzemektedir.
Bu eskatolojik propaganda, ilk dönemin zulümlerini çok iyi açıklamaktadır.
"Çok az şey verilen kişi az sever." Burada, toplumsal erde­min büyük bir yer tuttuğu kişi sözkonusudur. Lütuf kendine çok az alan bulabilir. Büyük hayvana itaat iyiliğe benzer, işte bu toplumsal erdemdir.
Büyük hayvana itaat ederek erdemli olan bir insan farizidir.
Merhamet, bütün ülkelerde, bireylerin ruhanî ve dinî gelişim koşulu olan her şeyi, yani bir taraftan kötü bile olsa karışıklıktan daha az kötü olan toplumsal düzeni, diğer taraftan dili, törenleri, adetleri, güzele katkıda bulunan her şeyi, bir ülkenin yaşamını içine alan bütün şiiri sevebilir ve sevmelidir.
Ama böyle bir ulus doğaüstü aşkın konusu olamaz. Onun ruhu yok. Bu ulus büyük bir hayvandır.
Ve buna rağmen bir site...
Ama bu toplumsal değildir: bu, artık yalnızca solunan ha­vasının bilincinde olunan insani bir çevredir. Doğayla, geçmiş­le, gelenekle temas.
Kökleşme toplumsaldan farklı bir şeydir.
Vatanseverlik. Merhametten başka bir sevginin olmaması , gerekir. Bir ulus merhamet konusu olamaz. Ama bir ülke, ebedi geleneklerin taşıyıcısı olarak merhametin konusu olabilir. Bü­tün ülkeler de olabilir.

METAXU

Yaratılan bütün şeyler benim için amaç olmayı reddediyor­lar. Benim açımdan Tanrı'nın en uç bağışlaması budur. Ve bu da kötülüktür. Kötülük bu dünyada Tanrı'nın bağışlamasının al­dığı biçimdir.
Bu dünya kapalı kapıdır. Bir engeldir. Ve aynı zamanda geçiştir.
Yan yana zindanlarda duvara vurulan darbelerle iletişim kuran iki tutsak. Duvar onları ayıran ve aynı zamanda onlara iletişim kurma imkânı veren şeydir. Biz ile Tanrı arasındaki du­rum da böyledir. Her ayırım bir bağlantıdır.
Bütün iyilik arzumuzu bir şeyin içine yerleştirerek, bu şeyi varoluşumuzun koşulu imline getiriyoruz. Ama onu aynı oran­da bir iyilik haline getiremiyoruz. Her zaman varolmaktan öte bir şeyi istiyoruz.
Yaratılan şeylerin özü, aracılar olmalarıdır. Bir şeylerden diğer şeylere doğru aracıdırlar ve bunun bir amacı yoktur. Tanrı'ya doğru olan aracılardır. Onları böyle hissetmek gerekir.
Yunanlıların köprüleri.  Onları miras olarak devraldık. Ar­tık onları nasıl kullanacağımızı bilmiyoruz. Oralarda ev yapmak için bu köprülerin yapıldığını zannettik. Bu anlayışla gökdelen­ler yaptık ve onlara hiç durmadan katlar ekledik. Artık bunların köprüler olduğunu, üzerinden geçilmesi için yapılan şeyler ol­duğunu ve buradan Tanrı'ya gidildiğini bilmiyoruz.
Tanrı'yı yalnızca doğaüstü bir aşkla seven kişi araçlara sa­dece araçlar olarak bakabilir.
Güç (ve para, gücün şu her şeyi açan maymuncuğu) saf araçtır. Bu nedenle de, anlamayan herkes için en üst amaçtır.
Zorunluluk alanı olan bu dünya bize araçlardan başka hiç­bir şey vermez. İsteğimiz, bir bilardo topu gibi hiç durmadan bir araçtan diğerine gider gelir.
Bütün istekler yiyecek isteği gibi çelişiktir. Sevdiğim insa­nın beni sevmesini isterim. Ama eğer kendini bana tamamen adarsa, artık varolmaz ve onu sevmem biter. Ve kendini bana tamamen adamadığı sürece de beni yeteri kadar sevmiyordun Açlık ve doyma.
Arzu kötü ve yalancıdır ama buna rağmen arzu olmadan gerçek mutlak, gerçek sonsuzluk aranmayacaktır. Buradan geç­mek gerekiyor. Yorgunluğun, arzunun kaynağı olan bu ek enerji­yi yok ettiği varlıklara ne yazık.
Aynı zamanda da arzunun kör ettiği varlıklara da ne yazık.
Arzuyu kutupların eksenine asmak gerekir.
Yoketme günahı nedir?
Alçak olan değil, çünkü bunun önemi yok. Yüksek olan değil, çünkü istesek de ona dokunamayız. Metaxular.
Metaxular iyiliğin ve kötülüğün bulunduğu alandır.
Hiçbir varlığı, ruhu ısıtan ve besleyen ve onlarsız, azizliğin dışında, bir insanın yaşamının mümkün olmadığı, metaxular'dan, yani görece ve karışık mülklerden (yuva, vatan, gelenek­ler, kültür, vs.) yoksun bırakmamak gerekir.
Gerçek dünyevi mülkler metaxulardır. Ancak insanın ken­disinin sahip olduklarını metaxular olarak görmesi ölçüsünde başkasının metaxular’ına saygı gösterilebilir. Bu da onlardan vazgeçebilme noktasına doğru giden bir yolda olunduğunun belirtisidir. Örneğin, yabancı vatanlara saygı göstermek için, ken­di vatanını bir put değil de, Tanrı'ya doğru giden yolda bir ba­samak yapmak gerekir.
Bir ilkesinden itibaren serbestçe ve birbirine karışmadan etkili olan bütün yetiler. Bu, mikrokozmostur, dünyanın taklidi­dir. Aziz Thomas'a göre İsa, Devlet'in Adil'i. Platon uzmanlaş­madan sözettiği zaman, insanların uzmanlaşmasından değil de, insandaki yetilerin uzmanlaşmasından sözediyordu; aynı du­rum hiyerarşi için de sözkonusudur.  Ancak ruhanî ve dinî için ve ruhanî ve dinî tarafından anlamı olan ama ruhanî ve din ile karışmayan geçicilik. Geçiciliği nostaljiyle, ötesine geçmeyle götürmek. Bu, köprü olarak, metaxu olarak geçiciliktir.
Yunanlılar'ın uygarlığı.
Güce hiçbir tapma yoktur. Geçicilik yalnızca bir köprüydü. Ruh durumları içinde, yoğunluk yerine saflık aranıyordu.
Kaynakça
Simone Weil, La pesanteur et la grâcc; Yerçekimi ve Tanrı'nın Lütfu, trc. Mehmet Mukadder Yakupoğlu, Mor Yayınları, Ankara, 1999.




[1]Bu mitin kökeni için bkz. Platon, Devlet, VI. kitap. - “Büyük hayvan”a tapmak, gerçeğin ve iyiliğin kişisel araştırmasının zararına, kalabalığın önyargılarına ve reflekslerine uygun olarak düşünmek ve hareket etmektir. (Thibon'un notu.)

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar