SİMONE WEİL
Hayatı
Weil,
1909'da ataları Musevi olmakla birlikte kendisini ve büyük erkek kardeşini
agnostik olarak büyüten bir ailenin çocuğu olarak Paris'te dünyaya geldi.
Hayatı boyunca başağrıları ve sinizütten dolayı acı çekti.
Weil'in
oniki yaşında Antik Yunanca öğrenerek ileri düzeyde kitapları okuyabilmesi
ileride sergileyecek yeteneklerinin bir ön habercisiydi. École Normale
Supérieure'deki sınıfının ikincisi olmuştu.
1919'da on
yaşındayken Bolşevik olduğunu ilan etti. Gençliğinde işçi hareketine katıldı.
Politik yazılar kaleme aldı, gösterilerde yürüdü ve işçi haklarını savundu.
1931'de
öğretmenlik diplomasını alarak Le Puy adlı kız okulunda felsefe öğretmeni oldu.
Öğretmenliğinin yanı sıra tüm eleştirilere rağmen marksizme inanan bir kişi
olarak işsiz ve grevdeki işçiler arasına girerek yerel politik eylemlere
katıldı. Sonraları Marksist görüşlerinden vazgeçmesine rağmen demokratik ve
kapitalist toplumlara ilişkin görüşlerini yazmaya devam etti. Weil kapitalizm
ve sosyalizmin sınırları hakkında kötümser bir görüşe sahipti. 1934'de sıradışı
metotları sebebiyle öğretmenliği bırakmaya zorlandı ve Paris fabrikasında
çalışmaya başladı. Kötü sağlığı ve eksik fiziksel gücü sebebiyle fabrikada
fazla çalışamadı.
1936'da
öğretmenliğe geri dönmüş ancak artık tüm şevkini kaybetmişti. Aynı yıl
İspanya'ya gider ve İspanya İç Savaşı'nda anarşist cepheye katılır. Silah
kullanmaz ancak cephe gerisinde çalışır. Kaynar suyla yaralanır ve Fransa'ya
geri döner.
Savaşdan
sonra Weil ilgisini dine yöneltir. Tanrı ve onun kendi yaşamı ile ilgili
iradesi hakkında daha fazla şey keşfetmenin peşine düşmüştür. İlk mistik
deneyimini Solesmes Manastırında keşişlerin söyledikleri ilahileri dinlerken
yaşar. Bu deneyiminden sonra hayatının geri kalanını Tanrı'nın kendi yaşamıyla
ilgili iradesini keşfetmeye ve deneyimlerinin entelektüel sonuçlarını ifade
etmeye adamıştır.
Weil'e
1943'de tüberküloz teşhisi konmuştur. Doktorları tarafından dinlenmesi ve iyi
bir diyet programı takip etmesi istendi ancak o, politik eylemlere katılmaya,
ülkesindeki direniş sebebiyle duyduğu üzüntüyle yiyeceğini ülkesindeki
insanlarının yiyeceği oranında kısıtlar ve çoğu kez çok az yiyecekle yetinir.
Paraya önem vermeyişi özel bir tedavi kabul etmesine izin vermez. Sağlığı
gittikçe kötüleştiğinden İngiltere'de Ashford'da bir senatoryum'da yatmak
zorunda kalır.
Kimilerince
20.yüzyılın en ilginç filozoflarından kabul edilen Simone Weil, 1943 yılının
Ağustos ayında 34 yaşındayken kalp yetmezliğinden dünyaya gözlerini kapar. Ölüm
raporunda şu ifadeler yer alır; "Merhume zihin dengesini yitirerek yemek
yemeği reddedip kendini öldürdü."
Çoğu eseri
ölümünden sonra yayınlanmıştır.
Simone
Weil'i evinde ağırlayan ve kendisine yazı taslaklarını vererek eserlerinin
günümüze taşınmasına ön ayak olan Gustave Thibon, Weil'in ilk basılan eseri La
Pesanteur et la Grace'ın önsözünde (Yerçekimi ve Tanrı'nın Lütfu, adıyla
Türkçe'ye çevirilmiştir aşağıdaki alıntı da bu Türkçe çeviriden alınmıştır)
şunları söylemektedir:
"Yarım
yüzyıl önce yazılan bu satırlara ne ekleyebilirim?
Tin için
ışık ve ruh için besin olan Simone Weil'in yapıtının güncelleştirilmeye gereksinimi
yoktur, çünkü bu yapıt, bütün zamanların ve bütün yerlerin dışına taşan
varlığın doruğundan çıkmaktadır. Platon'un veya Marc-Aurele'in bir düşüncesine,
Eschyle'in bir dizesine veya bir Shakespeare kahramanının çığlığına nasıl tarih
koyabiliriz? Aynı şey Simone Weil için de söz konusudur. Gerçek ışık sönmüyor
ve gerçek kaynakların yenilenmeye gereksinimleri yoktur...."
Andre Gide
için Weil "Bu yüzyılın en spiritüel yazarı", Camus için
"zamanımızın en büyük ruhu", T.S.Eliot için "bir azizin sahip
olduğu türden deha sahibi bir kadın" idi. Eleştirmen Leslie Fiedler ise
onu "yabancılaşma çağında Aziz olarak yabancı" biri olarak tasvir
etmişti.
Yerçekimi ve
Tanrı'nın Lütfu adlı
eserinden;
"Zaman,
açıkçası yoktur (sınır olarak şimdinin dışında) ve buna rağmen biz zamana
tabiyiz. Bu bizim durumumuzdur. Varolmayan şeye tabiyiz. İster edilgen olarak
acı çekilen -fiziksel acı, bekleyiş, pişmanlık, vicdan azabı, korku gibi- zaman
olsun, ister çekip çevrilen -düzen, yöntem, zorunluluk gibi- zaman olsun, her
iki durumda da tabi olduğumuz şey var değildir. Ama itaatimiz vardır. Biz,
gerçekdışı zincirlerle gerçekten bağlanmışız. Gerçekdışı olan zaman, her şeyi
ve bizi gerçekdışılıkla örter."
"İnsan
kendini her zaman bir buyruğa adar. Doğaüstü esin dışta tutarsak, bu buyruğun
merkezi, ya kendidir, ya da özel bir varlıktır (bu özel varlık bir soyutlama
olabilir). Buyruk bu varlığın içinde taşınır (askerleri için Napolyon, Bilim,
Parti, vs.) Perspektifsel buyruk."
"Görüşler
arasında seçim yapma zorunluluğu yoktur; bunların hepsini kabul etmek ama
onları dikey olarak sıralamak ve uygun yerlere yerleştirmek gerekir."
"Okumalar.
Okuma -belirli bir dikkat niteliği hariç tutulursa- yerçekimine itaat eder.
Yerçekimi tarafından telkin edilen görüşler okunur (insanlar ve olaylar üzerine
olan yargılarımızda tutkuların ve toplumsal konformizmin büyük payı)"
"Olmak
ve sahip olmak. -İnsanın varlığı yoktur, yalnızca sahip olduğu vardır. İnsanın
varlığı perdenin arkasında, doğaüstünün olduğu taraftadır. Kendisi hakkında bilebileceği
şey, yalnızca koşulların ona verdiği şeydir. Ben benim için gizlidir (ve
başkası için de); ben Tanrı tarafındadır, Tanrı'dadır, Tanrı'dır. Gururlu
olmak, Tanrı olduğunu unutmaktır... Perde, insanın sefaletidir; İsa için bile
bir perde vardır.
- La
Pesanteur et la Grace (Gravity
and Grace) (1947)
- L'Enracinement (The Need for Roots) (1949)
- Attente
de Dieu (Waiting
on God) (1950)
- Oppression
et Liberté (Oppression
and Liberty) (1955)
- Jacques
Cabaud - Simone Weil (1964)
- Richard
Rees - Simone Weil (1966)
- Simone
Pétrement - Simone Weil: A Life (1988, orig. French edition 1973)
- Dorothy
T. McFarland Simone Weil (1983)
- Robert
Coles - Simone Weil: A Modern Pilgrimage (1987)
- Pat
Little - Simone Weil (1988)
- Gabriella
Fiori - Simone Weil: An Intellectual Biography (1989)
- Stephanie
Strickland - Red Virgin: A Poem Of Simone Weil 1993
- Heiz
Abosh - Simone Weil (1994)
- Francine
du Plessix Gray - Simone Weil (2001)
- Yerçekimi
ve Tanrı'nın Lütfu, çev. Mehmet Mukadder Yakupoğlu, Mor Yayınları, Ankara,
1999.
- Wikipedia Simone
Weil maddesi
- Simone Weil: A saint for our time? by Jillian Becker
- Simone Weil's Life
- Simone Weil on
Society and Solitude
SİMONE
WEİL -ZORUNLULUK VE İTAAT
SİMONE
WEİL- “YERÇEKİMİ VE TANRI'NIN LÜTFU” İSİMLİ ESERDEN
Güneş hem
haklılar ve hem de haksızlar üzerinde parlar... Tanrı zorunluluk olur.
ZORUNLULUĞUN İKİ YÜZÜ
Uygulanan zorunluluk
ve boyun eğilen zorunluluk. Zorunluluğa boyun eğmeyi kabul etmek ve ancak bu zorunluluğu
kullanarak davranmak.
BOYUN EĞME (KULLUK):
Enerji
tasarrufudur. Bu tasarruf sayesinde, bir kahramanlık eylemi, ne buyuranın, ne
de itaat edenin kahraman olması gerekmeden gerçekleştirilebilir. Tanrıdan
buyruklar alma noktasına varmak.
Hangi durumlarda,
bir günah eğilimiyle savaş iyiliğe bağlanan enerjiyi tüketiyor ve hangi
durumlarda bu savaş bu enerjiyi enerji nitelikleri sıralamasında yükseğe
çıkarıyor? Bunun irade ve dikkatin karşılıklı önemine dayanması gerekir.
Aşkın gücüyle bir
zorlamaya boyun eğmeyi hak etmek gerekir.
İTAAT:
En üst erdemdir.
Zorunluluğu sevmek. Zorunluluk birey açısından en aşağıda olan şeydir
(zorlama, güç, "zahmetli bir zorunluluk"; evrensel zorunluluk bireyi
bu durumdan kurtarır.
…..
Tanrı'ya itaat,
yani Tanrı hayal edebileceğimiz veya kavrayabileceğimiz her şeyi aştığı ölçüde
hiçbir şeye itaat. Bu aynı anda hem imkânsızdır ve hem de zorunludur diğer
bir ifadeyle doğaüstüdür.
…..
Bir şeyin
yalnızca mümkün olması nedeniyle zorunlu olduğu durumlar vardır. Böylece aç
olunduğu zaman yemek yemek, su çok yakın olduğunda susuzluktan ölen bir
yaralıya su vermek. Böyle bir hareketten ne bir haydut, ne de bir aziz kaçınmayacaktır.
Kıyasen, bu ilk
görüşte çok açıkça ortaya çıkmamasına rağmen, olabilirliğin bir zorunluluğa
yol açtığı durumları belirlemek. Başka durumlarda değil de yalnızca bu durumda
harekete geçmek.
Nar tanesi gibi
Tanrı'yı sevmeye bağlanılmaz, bensiz kendi içinde gerçekleştirilen bağlanmaya
razı olunur.
Erdem
hareketlerinde yalnızca yapılması engellenemeyen, yapılmaması imkânsız olan
eylemleri yapmak ama iyi yönlendirilen dikkatle, yapılmaması imkânsız olan
eylemlerin miktarını sürekli arttırmak.
Karşı konulamaz
bir şekilde Tanrı tarafından itilen şeyin ötesinde, eylemde, sözde ve düşüncede
bir adım atmamak ve hatta bunu iyiliğe
doğru bile yapmamak. Ama Tanrı'nın itişiyle sınıra kadar her yere
gitmeye hazır olmak. En fazlaya hazır olmak, nereye olduğunu bilmeden itilmek
için dua etmektir.
Eğer ebedi
kurtuluşum bu masanın üzerinde bir nesne biçimindeyse ve onu kavramak için
elimi uzatmam yeterliyse, bu hareketin buyruğunu almadan elimi uzatmazdım.
Eylemin
meyvelerinden kopma. Bu yazgıdan kurtulmak. Nasıl?
Bir nesne için
değil de, bir zorunluluk sonucu hareket etmek. Başka türlü yapamam. Bu bir
eylem değil ama bir edilgenlik biçimidir. Etkisiz eylem.
Köle bir anlamda
bir modeldir (en alt... en yüksek... her zaman aynı yasa). Madde de bir
modeldir.
Eylemlerin
dürtülerini kendi dışına taşımak, itilmek. Tamamen saf olan dürtüler (veya en
iğrenç dürtüler: her zaman aynı yasa) dışsal olarak ortaya çıkarlar.
Her eylemi nesne
açısından değil de itki açısından ele almak. Hangi amaçla? sorusunu değil de
bu nereden geliyor? sorusu sorulmalıdır.
……
Tamamen saf olan
iyilik tamamen iradeden bağımsızdır. İyilik aşkındır. Tanrı iyiliktir.
……
“Genel olarak, Tanrı için sözü kötü bir ifadedir. Tanrı'yı görevlendiren
konumuna sokmamak gerekir.”
Yakınına Tanrı
için gitmemek ama okçu tarafından okun hedefe gönderilmesi gibi Tanrı
tarafından yakınına doğru itilmek.
İşlenmemiş
toprakla sürülmüş tarla arasında, sorunun verileriyle çözümü arasında, beyaz
sayfayla şiir arasında, aç olan mutsuzla karnı doymuş mutsuz arasında yalnızca
bir aracı olmak.
…
Hiçbir durumda bizden daha iyi olan herhangi
bir şeyi üretemeyiz. Bu nedenle gerçekten iyiye doğru yönlenen çabanın sonuca
varmaması gerekir; artık hiçbir şey beklenmediği zaman, umutsuzlukla biten uzun
ve verimsiz bir gerilimden sonradır ki, muhteşem bir sürpriz olarak dışarıdan
bağış gelir. Bu çaba, içimizdeki sahte doluluğun bir parçasını yok eder. Doluluktan
daha dolu olan tanrısal boşluk içimize yerleşir.
ZORUNLUYLA İYİLİK ARASINDAKİ MESAFE
Zorunluluk Tanrı'nın örtüşüdür.
Tanrı istisnasız
bütün olayları dünyanın mekanizmasına bırakmıştır.
Tanrı'da bütün insani erdemlerin olduğu gibi itaatin de benzeri vardır.
Tanrı'nın bu dünyada zorunluluğa bıraktığı şey oyundur.
Zorunluluk,
Tanrı'nın ilgisizliğinin ve yansızlığının kavranması için olan anlaşılabilir
imgedir.
Böylece sıradan
mucize kavramı bir tür inançsızlıktır (ikinci nedeni değil de yalnızca ilk
nedeni olan olay).
Zorunluyla iyilik
arasındaki mesafe yaratılanla yaratıcı arasındaki mesafedir. Zorunluyla iyilik
arasındaki mesafe.
Amaçsızca
gözlemlemek: Yunanın büyük buluşu: Truva'nın düşüşü kuşkusuz onlara bunu
öğretmiştir.
Kötülüğün, bu
böyledir'in dışındaki başka bir şeyle doğrulanması çabası bu gerçeğe karşı
yanlış bir harekettir.
Sadece, Âdem ile
Havva tarafından üstlenen yük olan, iyilik kötülük ikilisinin taşınamayan
yükünü atmayı amaçlıyoruz.
Bunun için, ya "zorunlunun özüyle iyiliğin
özünü" çakıştırmak ya da bu dünyadan gitmek gerekiyor.
Kötülüğü
saflaştırmak için, Tanrı'dan veya sosyal insandan başka bir şey yoktur. Saflık
kötülüğü saflaştırır. Güç de başka bir şekilde saflaştırır. Her şeyi yapabilene (Tanrıya) her şey
serbesttir. Mutlak güce sahip olana hizmet eden onda her şeyi yapabilir.
Güç, kötülük iyilik zıtlıkları ikilisinden kurtarır. Güç onu kullananı ve
hatta ona katlananı da kurtarır. Bir
efendinin olduğu gibi bir kölenin de kurtulma özgürlüğü vardır. Kılıç, hem
kulpuyla, hem de ucuyla katlanılamayan ağırlık olan görevden kurtarır. Lütuf
da kurtarır ama ona ancak görevle ulaşılabilir.
Ancak birliğe
doğru çıkarken veya sınırsıza doğru inerken sınırdan kurtulunur.
Sınırlar, Tanrı'nın bizi sevdiğinin göstergesidir.
Dünyanın
yakındaki sonunun beklenmesi ilkel Kilise'nin davranışını belirlemiştir. Bu
inanç onlarda "zorunluyu iyilikten ayıran devasa mesafenin unutulmasını
sağlıyordu.
Tanrı'nın yokluğu
mükemmel aşkın en muhteşem kanıtıdır ve işte bu nedenle saf zorunluluk, açıkça
iyilikten farklı olan zorunluluk bu kadar güzeldir.
Sınırsızlık birin
kanıtıdır. Zaman ebediyetin kanıtıdır. Değişkenlik değişmezin kanıtıdır.
Bilimin, sanat
yapıtının, ahlakın veya ruhun değeri bu kanıta direnme derecesiyle ölçülür.
TANRI'NIN İRADESİ NASIL TANINABİLİR?
Eğer içimizi
sessizleştirirsek, eğer bütün arzulan, bütün kanılan susturursak ve bütün
ruhumuzla söze dökmeden aşkla "Tanrım
istediğin gibi olsun" diye düşünürsek, daha sonra kuşkuya düşmeden
yapılması gereken olarak hissettiğimiz şey, (bununla birlikte bazı bakımlardan
bu bir hata bile olsa) Tanrı'nın iradesidir. Çünkü eğer Tanrıdan ekmek istersek, bize taş vermeyecektir.
Doğaüstü olarak
esinlenilmedikçe duada hiçbir özel şeyi gözönüne almamak gerekir. Çünkü Tanrı
evrenseldir. Kuşkusuz Tanrı özele inmektedir. Yaratma eyleminin içine
inmiştir. Ama bu hiçbir zaman yükselmeyen bir iniş hareketidir, bizim değil
Tanrı'nın bir hareketidir. Böyle bir bağlantıyı, Tanrı bunu bize aktarmadığı
sürece kuramayız. Bizim rolümüz yüzümüzü evrensele çevirmektir.
Bu belki de
Berger'in, göreceyi mutlağa bağlama imkânsızlığı nedeniyle yaşadığı güçlüğün
çözümüdür. Bu yükselen bir hareketle imkânsızdır ama inen bir hareketle bu
mümkündür.
Tanrı'nın belirli bir şeyi buyurup buyurmadığı (inanç dışında) hiçbir zaman
bilinemez. Tanrı'ya itaate yönelim, eğer Tanrı'yı kendimizden
sonsuzca uzağa yerleştirirsek, ne yapılırsa yapılsın, kurtarır ve eğer Tanrı'yı
kalbimiz olarak görürsek, ne yapılırsa yapılsın, bu yönelim günaha sokar.
GÜNAHA EĞİLİM
Bu eğilim ruhla
zamanın ilişkisine bağlıdır. Olası bir kötülüğü onu yapmadan uzun süre
gözlemlemek bir tür dönüşüme yol açar. Buna sonlu bir enerjiyle direnilirse,
bu enerji belirli bir sürede tükenir ve bu tükenişle birlikte teslim olunur.
Eğer hareketsiz ve dikkatli olarak kalınırsa, bu kez tükenen günah eğilimidir.
Aynı şekilde
hareketsiz ve dikkatli olası bir iyilik gözlemlenirse, bu iyiliğin yapılmasını
sağlayan enerjinin bir dönüşümü de gerçekleşmiş olur.
Enerjinin
dönüşümü, iyilik için, artık onu yapmamanın mümkün olmadığı bir anın gelmesi
demektir.
Buradan iyiliğin ve kötülüğün bir ölçütü ortaya çıkar.
Eksiksiz bir
itaate varan her yaratık, dünyada Tanrı'nın bulunuşunun, bilgisinin ve
hareketinin eşsiz, tek ve yerine konamaz bir biçimini oluşturur.
Zorunluluk, içte
taşınan amaçlar da dâhil olmak üzere şeylerin ve kendinin ilişkilerini görmek.
Bundan doğal olarak eylem doğar.
İTAATİN İKİ BİÇİMİ VARDIR.
Yerçekimine ya da
şeylerin ilişkisine itaat edilebilir. Birinci durumda, boşlukları doldurucu
hayalin neden olduğu şey yapılır. Buna çoğu zaman gerçeği andırır bir şekilde
iyilik ve Tanrı da dahil olmak üzere bütün etiketler yapıştırılabilir. Eğer
doldurucu hayalin çalışması askıya alınır ve dikkat şeylerin ilişkisine
yöneltilirse, itaat edilmemesi mümkün olmayan bir zorunluluk ortaya çıkar.
Buraya kadar, ne zorunluluk kavramına, ne de itaat duygusuna sahip
olunmamıştır.
Bu durumda,
harikalar gerçekleştirilse bile, gerçekleştirilen şeyden gurur duyulamaz.
İtaat, hiçbir
derecede eylemin ödülünü içermeyen ve ödülün bütün sorumluluğunu, gizlide
olan, gizlinin içinde gören Tanrı'ya bırakan tek saf dürtüdür.
Bunun bir
zorlamaya (kölelerdeki korkunç boşluk) değil de bir zorunluluğa itaat olması
gerekir.
Başkasına veya
büyük bir amaca kendinden bir şey verilse de, katlanılan zahmete rağmen, eğer
bu, şeylerin açık bir kavranışına ve zorunluluğa saf itaatle gerçekleşmişse,
bu verme çabayla gerçekleşse bile buna karar verilirken bir çaba gösterilmez.
Başka bir tarzda davranılamaz ve bu davranıştan hiçbir dönüş, doldurulacak
hiçbir boşluk, hiçbir ödül arzusu, hiçbir kin, hiçbir alçalma doğmaz.
Eylem, terazinin
ibresidir. İbreye değil de ağırlıklara dokunmak gerekir.
Aynı şey tam olarak kanılar için de söz konusudur. O
halde, ya karışıklık ya da ıstırap vardır.
….
Tanrı'yla doğru ilişki, temaşada aşktır, eylemde köleliktir. Bunların birbirine karıştırılmaması gerekir. Aşkla temaşa ederken köle
olarak hareket etmek...
Kaynakça
Simone
Weil, La pesanteur et la grâcc; Yerçekimi ve Tanrı'nın Lütfu, trc. Mehmet
Mukadder Yakupoğlu, Mor Yayınları, Ankara, 1999.
Not:
Gustave THIBON, Şubat 1947, kitap için hazırladığı metinlerde, İslâmî
Literatüre nisbeten uygunluk sağlanmış ve kısaltmalara gidilmiştir.
SİMONE
WEİL- “YERÇEKİMİ VE TANRI'NIN LÜTFU” İSİMLİ ESERDEN
Tam bir kopmaya
ulaşmak için mutsuzluk yeterli değildir. Tesellisiz bir mutsuzluk gereklidir.
Hiçbir teselli olmamalıdır. Tesellinin tasarımı bile olmamalıdır. Sözle
anlatılamaz bir teselli böylece yukarıdan iner.
Borçları ödemek.
Gelecekten bir ödünleme beklemeden geçmişi kabul etmek. Anında zamanı
durdurmak. Bu aynı zamanda ölümün kabul edilmesidir.
"Tanrısallığını yitirdi". Bu, dünyasını yitirmektir. Bir kölenin doğasını edinmektir. Bir nesnenin uzayda kapladığı yer ve
zamanda işgal edilen noktaya kadar, hiçbir şey oluncaya kadar küçülmektir.
Dünyanın hayali
krallığından kurtulmak. Mutlak yalnızlık. Böylece dünyanın gerçeğine kavuşulur.
Maddi şeylerden vazgeçmenin iki tarzı:
Ruhanî ve dinî
bir olguya ulaşmak amacıyla kendini maddiyattan yoksun bırakmak.
Maddeyi ruhanî ve
dinî şeylerin koşulları olarak görmek ve hissetmek (örnek: açlık, yorgunluk,
aşağılanma zekâyı karartır ve aracılığı engeller) ve buna rağmen maddeden
vazgeçmek.
Bu ikinci tür
vazgeçme tek başına ruhun çıplaklığıdır.
Üstelik maddi
şeyler eğer tek başlanna ve ruhanî ve dinî şeylerle bağlantısız olarak ortaya
çıkarlarsa, tehlikeli olurlar.
Lütuf olmayan her
şeyden vazgeçmek ve lütfu arzu etmemek.
Arzunun
dışlanması (Budizm) veya kopma veya amor fati [1]
veya mutlak iyilik arzusu, her zaman aynı şeydir: arzuyu, her içeriğin
erekliliğini (gerçekleştirmek için tasarlanan ve erişmek istenilen şey, amaç,
gaye, maksat, hedef) boşaltmaktır, boşa arzulamaktır, temennisiz arzulamaktır.
Arzumuzu bütün
sahiplenmelerden koparmak ve beklemek. Deney bu beklentinin karşılık bulduğunu
kanıtlamaktadır. Böylece mutlak iyiliğe sahip olunur.
Ne olursa olsun
özel nesnenin ötesinde, her şeyde, boşa istemek, boşluğu istemek. Çünkü,
tasarımlayamadığımız ve tanımlayamadığımız bu iyilik bizim için bir boşluktur.
Ama bu boşluk bütün dolu şeylerden daha doludur.
Bu noktaya
varılırsa, işin içinden çıkılmış olur, çünkü Tanrı boşluğu doldurur. Burada
hiçbir şekilde bugün anladığımız anlamda bir entellektüel süreç söz konusu
değildir. Zekâ hiçbir şeyi bulmak zorunda olmayıp düzeltmek zorundadır. Zekâ ancak
kölesel işlerde iyidir. Bizim için iyilik bir hiçtir çünkü hiçbir şey iyi
değildir. Ama bu hiç gerçekdışı değildir. Var olan her şey, onunla
karşılaştırıldığında gerçekdışıdır.
Boşlukları
doldurucu, acılan hafifletici inançları, ölümsüzlük inancını, günahların
faydalılığına inancı, olayların Tanrı'nın yolladığına inancı kısaca genelde
dinde aranan "avuntuları" terketmek gerekir.
Truva'nın ve
Kartaca'nın yıkılışının içinden ve avuntusuz olarak Tanrıryı sevmek.
Sevgi avuntu değil ışıktır.
Dünyanın
gerçekliği bizim tarafımızdan, bağlılığımızla oluşmuştur. Bu, ben'in bizim
tarafımızdan şeylere aktarılan gerçekliğidir. Bu hiçbir şekilde dışsal gerçek
değildir. Bu dışsal gerçeklik ancak tam bir kopuşla algılanabilir. Yalnızca
bir iplik bile kalsa, hâlâ bağlantı var demektir.
Bağlantıyı sefil
şeyler üzerine götürmeye zorlayan mutsuzluk bağlantının sefil niteliğini açığa
çıkarır. Bu olguyla, kopmanın zorunluluğu daha açık hale gelir.
Bağlantı
yanılsamaların üreticisidir ve gerçeği isteyen kimse bunlardan kopmak
zorundadır.
Bir şeyin gerçek
olduğu bilindiği andan itibaren artık ona bağlanılamaz.
Bağlantı,
gerçeklik duygusundaki yetersizlikten başka bir şey değildir. Bir şeye sahip
olmaya bağlanılmıştır çünkü ona sahip olunmaktan vazgeçilirse o şeyin artık
var olmayacağı zannedilmektedir. Çok insan bütün ruhuyla, bir şehrin yok
edilmesiyle bu şehirden kaçınılmaz sürülüşü arasında yüzde yüz bir fark
olduğunu hissetmez.
İnsanın sefaleti
eğer zamana yayılmamışsa katlanılamazdır. Sefaletin katlanılamaz olması için
onun zamana yayılmasını engellemek.
"Ve
gözyaşlarından bıktıkları zaman" (İlyade)
hâlâ en korkunç ıstırabı katlanılır hale getirmenin bir yolu vardır.
Avutulmamış olmaktan dolayı ağlanmamalıdır.[2]
Koparmayan her
acı kaybedilmiş bir acıdır. Soğuk çölden, büzüşen ruhtan daha korkunç hiçbir
şey yoktur. Ovidius. Plautus'nn köleleri.
Sevilen ve
gözlerinin önünde olmayan bir şeyi veya bir varlığı, belki de bu şeyin
yokolduğunu veya bu varlığın yokolduğunu düşünmeden hiçbir zaman düşünememek.
Bu düşünce
gerçeklik duygusu yoketmez, hatta daha yoğun hale getirir.
"İsteğin
gerçekleşsin" dendiği her defa, mümkün olan bütün mutsuzlukları bütün
olarak tasarımlamak.
Kendini
öldürmenin iki tarzı vardır: intihar veya kopma.
Sevilen her şeyi
düşünceyle öldürmek: bu, ölmenin tek tarzıdır. Ama bu, yalnızca sevilen için
söz konusudur. (Babasından, annesinden nefret etmeyen için... Ama: düşmanları
seviniz...)
Sevilenin ölümsüz
olmasını arzulamamak. Kim olursa olsun bir insanına ne ölümsüz, ne de ölü
olmasını arzulamamak gerekir.
Cimri, hazinesine
duyduğu arzuyla, ondan yoksun kalır. Bütün hazinesini dünyadaki bir şeyin içine
koymak mümkünse, Tanrı'da saklamak neden mümkün olmasın?
Ama Tanrı, cimri
için hazinenin olduğu gibi anlam yüklü hak gelirse, onun varolmadığını kendi
kendine tekrar etmek. Tanrı var olmasa bile onun sevildiğini hissetmek.
Bir cimri
tarafından sevilen bir hazine gibi sevilmemek için karanlık gecedeki
operasyonla geri çekileri Tanrı'dır.
Ölen Orestes için
ağlayan Elektra Var olmadığını düşünerek Tanrı sevilirse, O varlığını
gösterecektir.
….
Duyular, değer
yargılan açısından gerçekdışıdır; nesneler değerler oldukları sürece bizim için
gerçekdışıdır. Ama bir nesneye sahte bir değerin atfedilmesi, bu nesnenin
algılanışındaki gerçekliği yok eder, çünkü bu atıf algıyı hayalin içinde boğar.
Böylece yalnızca
tam kopma, çıplak nesnelerin bu yalancı değerler sisinin dışında görülmesini
sağlar, işte bu nedenle Hz. Eyub'a dünyanın güzelliğinin görünmesi için ülser
ve aşağılık insanlar gerekmiştir. Çünkü ıstırap olmadan kopma olmaz. Ve kopma
olmadan da nefretsiz ve yalansız katlanılan ıstırap yoktur.
Yaşamsal içgüdü
mutsuzluğun içinde koparılan bağlantılara rağmen varlığını sürdürür ve bir
bitkinin sülük dallarına tutunması gibi kendisine destek olabilecek her şey
körce tutunur. Minnet, adalet bu durumda düşünülemez. Kölelik, insanın belirli
bir mesafede durmasını sağlayan iradeye destek olan ek enerji miktarı artık
yoktur. Mutsuzluk, bu açıdan her zaman çıplak yaşamın olduğu gibi, güdük bir
organ gibi, böceklerin kaynaşması gibi iğrençtir. Biçimsiz yaşam. Hayatta
kalmak buradaki tek bağlılıktır. Hayatta kalma bağlılığı bütün bağlılıkların
yerini aldığı zaman, en uç mutsuzluk başlamıştır. Buradaki bağlılık apaçık
ortaya çıkar. Kendi dışında hiçbir konusu yoktur. Bu, cehennemdir.
Yaşamları hiçbir
şekilde ölüme tercih edilir olmadığı halde, bu mekanizmayla, mutsuzlara hiçbir
şey yaşamdan daha tatlı görünmez.
Bu durumda ölümü kabul etmek, tam kopmadır.
Dünyadaki yarı
cehennem. Mutsuzluk içinde kökünden kopmanın en uç noktası.
İnsan
adaletsizliği genel olarak kurbanlar değil de yarı lanetliler üretir. Yarı cehenneme
düşen varlıklar hırsızlar tarafından soyulan ve dövülen insan gibidir.
Karakterlerinin giysisini yitirmişlerdir.
Köklerinin
varlığını sürdürmesine izin veren en büyük ıstırap hâlâ yarı cehennemden
sonsuz bir uzaklıktadır.
Bu şekilde
köklerinden kopmuş varlıklara hizmet edildiği ve karşılık olarak onlardan kötü
davranışlar, nankörlük, ihanet görüldüğü zaman, onların mutsuzluğunun yalnızca
küçük bir kısmına maruz kalınmış olur. Mutsuzlukla karşı karşıya gelme ödevi
olduğu gibi, insanın sınırlı bir ölçüde onların mutsuzluğuyla karşı karşıya
gelme ödevi vardır. Mükemmellikte olduğu gibi yarı cehennemi mutsuzlukta
kişisiz bir taraf vardır.
Kendimizi
geçmişten ve gelecekten kopmuş şimdiki zaman olan belirli bir anda göz önüne
alırsak, masumuz. Bu anda ancak olduğumuz şey olabiliriz: her gelişim bir süre
içerir. Bu anda böyle olmamız dünyanın düzeni içinde yer alır.
Bu şekilde bir
anı ayırmak bağışlamayı içerir. Ama ayırma kopmadır.
İnsan yaşamında yalnızca iki tane çıplaklık ve saflık anı vardır: doğum ve ölüm.
Yeni doğmuş veya can çekişen olarak tanrısallığı kirletmeden insani biçim
içindeki Tanrı'ya tapılamaz.
Zıtların kötü
birliği.
Marksizm tarafından geliştirilen işçi emperyalizmi. Özgürlüklerine yeni
kavuşan kölelerin küstahlığı üzerine Latin atasözleri.
Küstahlık ve kölelik karşılıklı olarak artarlar. Bir sis perdesinin
içinden zıtların birliği ilkesini hayal meyal gören samimi anarşistler,
ezilenlere iktidarı vererek kötülüğün yok edileceğini zannettiler, imkânsız
bir düş.
O halde zıtların
iyi ve kötü birliğindeki özellik nedir?
Zıtların kötü
birliği (kötü çünkü yalancı) zıtların olduğu düzlem üzerinde gerçekleşen
birliktir. Erkin ezilenlere ihsanı böyledir: erk ezilme ilişkisinin dışına
çıkılmamaktadır.
Zıtların iyi
birliği yukarıda olan bir düzlemde gerçekleşmektedir. Böylece, erk ile ezilme
arasındaki zıtlık denge olan yasanın seviyesinde çözülmektedir.
Aynı şekilde
ıstırap (ve gerçek işlevi budur) zıtları yeniden ilk birleşme düzlemi
üzerindeki düzlemde birleştirmek için birleşen zıtları ayırır. Istırap sevinç
ritmi. Ama sevinç matematik olarak her zaman baskın çıkar.
Istırap
şiddettir, sevinç yumuşaklıktır ama sevinç en güçlü olandır.
Çelişkilerin
birliği bocalamadır: bu birlik aşırı bir ıstırap olmadan imkânsızdır.
Zıtların bağlantısı kopmadır. Özel bir şeye bağlanma ancak aykırı bir bağlanma
tarafından yokedilebilir. İşte bu nedenle: "Düşmanlarınızı seviniz...
Babasından ve annesinden nefret etmeyen insanı..."
Ya zıtlara boyun
eğdirilir, ya da zıtlara boyun eğilir.
Kaynakça
Simone Weil, La pesanteur et la grâcc;
Yerçekimi ve Tanrı'nın Lütfu, trc. Mehmet Mukadder Yakupoğlu, Mor Yayınları,
Ankara, 1999.
Not: Gustave THIBON, Şubat 1947, kitap
için hazırladığı metinlerde, İslâmî Literatüre nisbeten uygunluk sağlanmış ve
kısaltmalara gidilmiştir.
[1] Amor Fati, Friedrich Nietzsche'nin
eserlerinde sıklıkla kullandığı bir terimdir. Türkçe'ye, çevirmenler tarafından
genellikle kader sevgisi olarak çevrilir. Hayatın en üst düzeyde olumlanması,
Nietzsche'nin deyimiyle 'evet'lenmesi anlamına gelir.
[2] Bununla birlikte İsa aleyhisselam “Ağlayanlar mutludur” demiştir.
Ama Simone Weil burada yalnızca geçici şeflerden yoksun kalmadan kaynaklanan ve
insanın kendisi için döktüğü gözyaşlarını suçlamaktadır.
BÜYÜK HAYVAN
SİMONE WEİL- “YERÇEKİMİ VE
TANRI'NIN LÜTFU” İSİMLİ ESERDEN
Büyük hayvan[1] tek
puta tapma nesnesidir, Tanrı'nın yerine geçirilen bir şeydir. Bu benden sonsuzca
uzak olan ve ben olan bir nesnenin tek taklididir.
Bencil
olunabilseydi, bu çok hoş olurdu. Bu dinginlik olurdu. Ama tam anlamıyla bunu
yapmak olanaksızdır.
Ne kendimi amaç
olarak almam ve ne de benzerim olarak almam mümkün değildir. Ne de maddi bir
şeyi, çünkü madde hedef ve maksat içerme konusunda insanlardan da daha
geridedir.
Bu dünyada tek
bir şey amaç olarak alınabilir, çünkü o insan varlığı karşısında bir tür
aşkınlığa sahiptir: bu, kolleftiftir. Kollektif, her puta tapmanın konusudur,
çünkü bizi dünyaya bağlayan odur.
Cimrilik: altın toplumsaldır.
Tutku: iktidar toplumsaldır. Bilim, sanat da öyledir. Ve
aşk? Aşk az veya çok bir istisna oluşturur; işte bu nedenle Tanrı'ya cimrilik
veya tutkuyla değil de aşkla gidilebilir. Ama buna rağmen toplumsallık aşkta
eksik değildir (prenslerin, ünlü insanların, saygınlığı olan herkesin
uyandırdığı tutkular...).
Aynı adla ama
birbirlerinden kökten farklı iki iyilik vardır: kötülüğün zıttı olan iyilik ve
mutlak olan iyilik. Mutlağın zıttı yoktur. Görece mutlağın zıttı değildir;
görece mutlaktan yer değiştiremez bir ilişkiyle türer, istediğimiz şey, mutlak
iyiliktir.
Ulaşabildiğimiz
şey, kötülükle bağlantılı olan iyiliktir. Evin
hanımı yerine hizmetçiyi sevmeye hazırlanan Prens gibi, biz de bu iyiliğe
yanlışlıkla kapılıyoruz.
Yanlışlığa neden
olan giysilerdir. Görece üzerine mutlağın rengini atan toplumsaldır. Çare,
ilişki fikrinin içindedir, ilişki toplumsaldan zorla çıkar, ilişki bireyin
tekelindedir. Toplum mağaradır, çıkış yalnızlıktır.
İlişki yalnız ruha aittir. Hiçbir kalabalık ilişkiyi göremez. Bu, falan kişiye
filan ölçüler içinde iyidir veya kötüdür. Böyle bir şey toplumsalın dışında
kalır. Bir kalabalık toplama yapamaz.
Toplumsal yaşamın
üzerinde olan kişi istediği zaman bu yaşamın içine girer, altında olan kişi
bunu yapamaz. Bu durum her şey için aynıdır. En iyi ve en az iyi arasındaki
yeri değiştirilemeyen ilişki.
Bitkisel ve toplumsal, iyiliğin girmediği iki alandır.
Toplumsal,
indirgenemez bir şekilde bu dünyanın prensinin alanıdır. Toplumsal karşısında
kötülüğü sınırlamaya çalışmaktan başka bir görev yoktur (Richelieu:
devletlerin kurtuluşu ancak bu dünyadadır).
Kilise gibi
tanrısal bir iddiası olan bir toplum belki de onu kirleten kötülükten çok
iyiliğin taklidiyle daha tehlikelidir.
Toplumsalın
üzerindeki tanrısal bir etiket: her serbestliği içeren esritici bir karışım.
Kılık değiştirmiş şeytan.
Bilinç toplumsal
tarafından kötüye kullanılmıştır. Ek (hayali) enerji büyük bir oranda
toplumsala asılıdır. Onu oradan ayırmak gerekir. Bu, en zor ayırmadır.
Toplumsal
mekanizma üzerine olan meditasyon bu bakımdan birinci derecede önemli bir
arınmadır.
Toplumsalı temaşa
etmek dünyadan elini eteğini çekmek kadar iyidir, işte bu nedenle, bu kadar
uzun süre politikaya yakın olmakta hatalı değildim.
Ancak aşkına,
doğaüstüne, gerçek ruhanî ve dinle girişle insan toplumsaldan üstün hale
gelir. Buraya kadar, aslında ve insan ne yaparsa yapsın toplumsal, insana
aşkındır.
Doğaüstü olmayan
düzlemde, toplum sanki bir duvar gibi kötülükten (kötülüğün bazı biçimlerinden)
ayıran şeydir; bir suçlular veya kötüler topluluğu birkaç kişiden de oluşsa, bu
duvarı yok eder.
Ama böyle bir
topluma girmeye zorlayan nedir?
Ya zorunluluk,
ya hafiflik ya da çoğu zaman ikisinin karışımıdır; bağlanıldığı düşünülmez,
çünkü doğaüstünün dışında, yalnızca toplumun kötülüklerin veya suçların en
korkunç biçimlerine doğal olarak geçmeyi engellediği bilinmiyor. Başka biri
haline gelineceği bilinmiyor, çünkü dıştan değiştirilebilir olanın alanının
kendi içinde nereye kadar gittiği bilinmiyor. Her zaman bilinmeden
bağlanılıyor.
Roma, yalnızca kendini beğenen, tanrıtanımaz,
materyalist olan büyük bir hayvandır, İsrail ise dindar olan büyük bir hayvandır.
İkisi de hoş değiller. Büyük hayvan her zaman iticidir.
Yalnızca yerçekiminin
egemen olduğu bir toplum yaşayabilir mi veya bir parça doğaüstü yaşamsal bir
zorunluluk mudur?
Roma'da belki yalnızca yerçekimi egemendir.
Yahudilerde de
belki aynı durum vardır. Tanrıları çok ağırdı.
Belki de hiç
mistiği olmayan tek antik halk Romalılardır. Hangi gizemli yolla? İsrail gibi kaçaklardan meydana gelen yapay
bir site.
Platon'un büyük hayvanı. Doğru olduğu sürece Marksizm tamamen Platon'un büyük hayvan üzerine
yazdığı sayfada bulunmaktadır ve bu sayfada bu kuramın çürütülmesi de vardır.
TOPLUMSALIN GÜCÜ
Birçok insan
arasındaki anlaşma bir gerçeklik duygusunu içerir. Aynı zamanda bir ödev
duyugusunu da içerir. Bu anlaşmadan sapma bir günah gibi görünür. Buradan,
bütün dönüşlerin mümkün olduğu ortaya çıkar. Bir uygunluk durumu lütfun bir
taklididir.
Toplumsalın
gücünü andıran eşsiz bir gizemle, meslek ortalama insanlara, o meslekle ilgili
konular için, yaşamın bütün durumlarına yayılsalardı o insanları kahraman veya
aziz yapacak erdemler verir.
Ama toplumsalın
gücü bu erdemlerin doğal olmasını sağlar. Bu erdemler aynı zamanda
ödünlemelere gereksinim duyarlar.
Fariziler:
"Gerçekten, diyorum size, ücretlerini aldılar." Bunun tersine, İsa
aşarcılar ve fahişeler için şöyle konuşabilirdi: gerçekten, diyorum size, onlar
cezalarını toplumun ayıplaması gördüler. Cezalarını gördükleri ölçüde, gizli
olan Tanrı onları cezalandırmaz. Buna karşın, toplumsal kınamanın eşlik etmediği
günahlar ise gizli olan Baba tarafından uygun cezayı görmektedirler. Böylece
toplumsal kınama yazgının bir lütfu olmaktadır. Ama bu kınama, bu kınamanın
baskısıyla içinde serbest olduklan garip bir toplumsal ortamı yaratanlar için
kötülüğe dönüşmektedir. Suçluların, eşcinsellerin, vs. topluluğu.
Sahte Tanrı'ya
(nasıl biçim altında olursa olsun toplumsal hayvana) yapılan hizmet dehşeti yok
ederek kötülüğü saflaştırır. Hizmet edilene, hizmetteki eksiklikler dışında
hiçbir şey kötü görünmez. Ama gerçek Tanrı'ya hizmet kötülükten duyulan dehşetin
varlığını sürdürmesini sağlar ve hatta daha yoğun hale getirir. Dehşet duyulan
bu kötülük, aynı zamanda Tanrı'nın iradesininden gelen bir şey olarak sevilir.
Bugün
rakiplerinden birinin iyilik tarafında olduğunu zannedenler aynı zamanda onun
zafere ulaşacağına inanırlar. Bu şekliyle sevilen ve olayların gidişatıyla mahkum
olan bir iyiliğe bakmak katlanılamaz bir ıstıraptır.
Artık varolmayan
şeyin iyilik olabileceği fikri üzücüdür ve bu nedenle kafadan atılır. Bu, büyük
hayvana boyun eğmedir.
Komünistlerin
ruhsal gücü, yalnızca iyi olduğunu zannetttikleri şeye değil de aynı zamanda
yakında kaçınılmaz olarak meydana geleceğine inandıkları şeye doğru
gitmelerinden kaynaklanmaktadır. Böylece onlar, aziz olmadan, yalnızca bir azizin
adalet için katlanabileceği tehlikelere ve ıstıraplara katlanabiliyorlar.
Bazı bakımlardan komünistlerin
ruhsal durumu ilk Hıristiyanların ruhsal durumuna çok benzemektedir.
Bu eskatolojik
propaganda, ilk dönemin zulümlerini çok iyi açıklamaktadır.
"Çok az şey verilen kişi az sever." Burada, toplumsal erdemin büyük bir yer tuttuğu kişi sözkonusudur. Lütuf
kendine çok az alan bulabilir. Büyük hayvana itaat iyiliğe benzer, işte bu
toplumsal erdemdir.
Büyük hayvana itaat ederek erdemli olan bir insan
farizidir.
Merhamet, bütün
ülkelerde, bireylerin ruhanî ve dinî gelişim koşulu olan her şeyi, yani bir
taraftan kötü bile olsa karışıklıktan daha az kötü olan toplumsal düzeni, diğer
taraftan dili, törenleri, adetleri, güzele katkıda bulunan her şeyi, bir
ülkenin yaşamını içine alan bütün şiiri sevebilir ve sevmelidir.
Ama böyle bir
ulus doğaüstü aşkın konusu olamaz. Onun ruhu yok. Bu ulus büyük bir hayvandır.
Ve buna rağmen bir site...
Ama bu toplumsal
değildir: bu, artık yalnızca solunan havasının bilincinde olunan insani bir
çevredir. Doğayla, geçmişle, gelenekle temas.
Kökleşme toplumsaldan farklı bir şeydir.
Vatanseverlik. Merhametten başka bir sevginin olmaması
, gerekir. Bir ulus merhamet konusu olamaz. Ama bir ülke, ebedi geleneklerin
taşıyıcısı olarak merhametin konusu olabilir. Bütün ülkeler de olabilir.
METAXU
Yaratılan bütün
şeyler benim için amaç olmayı reddediyorlar. Benim açımdan Tanrı'nın en uç
bağışlaması budur. Ve bu da kötülüktür. Kötülük
bu dünyada Tanrı'nın bağışlamasının aldığı biçimdir.
Bu dünya kapalı
kapıdır. Bir engeldir. Ve aynı zamanda geçiştir.
Yan yana zindanlarda duvara vurulan darbelerle iletişim kuran iki tutsak. Duvar
onları ayıran ve aynı zamanda onlara iletişim kurma imkânı veren şeydir. Biz
ile Tanrı arasındaki durum da böyledir. Her ayırım bir bağlantıdır.
Bütün iyilik
arzumuzu bir şeyin içine yerleştirerek, bu şeyi varoluşumuzun koşulu imline
getiriyoruz. Ama onu aynı oranda bir iyilik haline getiremiyoruz. Her zaman
varolmaktan öte bir şeyi istiyoruz.
Yaratılan
şeylerin özü, aracılar olmalarıdır. Bir şeylerden diğer şeylere doğru
aracıdırlar ve bunun bir amacı yoktur. Tanrı'ya doğru olan aracılardır. Onları
böyle hissetmek gerekir.
Yunanlıların
köprüleri. Onları miras olarak
devraldık. Artık onları nasıl kullanacağımızı bilmiyoruz. Oralarda ev yapmak
için bu köprülerin yapıldığını zannettik. Bu anlayışla gökdelenler yaptık ve
onlara hiç durmadan katlar ekledik. Artık bunların köprüler olduğunu, üzerinden
geçilmesi için yapılan şeyler olduğunu ve buradan Tanrı'ya gidildiğini
bilmiyoruz.
Tanrı'yı yalnızca
doğaüstü bir aşkla seven kişi araçlara sadece araçlar olarak bakabilir.
Güç (ve para,
gücün şu her şeyi açan maymuncuğu) saf araçtır. Bu nedenle de, anlamayan herkes
için en üst amaçtır.
Zorunluluk alanı
olan bu dünya bize araçlardan başka hiçbir şey vermez. İsteğimiz, bir bilardo
topu gibi hiç durmadan bir araçtan diğerine gider gelir.
Bütün istekler
yiyecek isteği gibi çelişiktir. Sevdiğim insanın beni sevmesini isterim. Ama
eğer kendini bana tamamen adarsa, artık varolmaz ve onu sevmem biter. Ve
kendini bana tamamen adamadığı sürece de beni yeteri kadar sevmiyordun Açlık ve
doyma.
Arzu kötü ve
yalancıdır ama buna rağmen arzu olmadan gerçek mutlak, gerçek sonsuzluk
aranmayacaktır. Buradan geçmek gerekiyor. Yorgunluğun, arzunun kaynağı olan bu
ek enerjiyi yok ettiği varlıklara ne yazık.
Aynı zamanda da arzunun kör ettiği varlıklara da ne
yazık.
Arzuyu kutupların eksenine asmak gerekir.
Yoketme günahı nedir?
Alçak olan değil,
çünkü bunun önemi yok. Yüksek olan değil, çünkü istesek de ona dokunamayız. Metaxular.
Metaxular iyiliğin ve kötülüğün bulunduğu alandır.
Hiçbir varlığı,
ruhu ısıtan ve besleyen ve onlarsız, azizliğin dışında, bir insanın yaşamının
mümkün olmadığı, metaxular'dan, yani görece ve karışık mülklerden (yuva,
vatan, gelenekler, kültür, vs.) yoksun bırakmamak gerekir.
Gerçek dünyevi
mülkler metaxular’dır. Ancak insanın kendisinin sahip
olduklarını metaxular olarak görmesi ölçüsünde başkasının metaxular’ına saygı gösterilebilir. Bu da onlardan
vazgeçebilme noktasına doğru giden bir yolda olunduğunun belirtisidir. Örneğin,
yabancı vatanlara saygı göstermek için, kendi vatanını bir put değil de,
Tanrı'ya doğru giden yolda bir basamak yapmak gerekir.
Bir ilkesinden
itibaren serbestçe ve birbirine karışmadan etkili olan bütün yetiler. Bu,
mikrokozmostur, dünyanın taklididir. Aziz Thomas'a göre İsa, Devlet'in Adil'i.
Platon uzmanlaşmadan sözettiği zaman, insanların uzmanlaşmasından değil de,
insandaki yetilerin uzmanlaşmasından sözediyordu; aynı durum hiyerarşi için de
sözkonusudur. Ancak ruhanî ve dinî için
ve ruhanî ve dinî tarafından anlamı olan ama ruhanî ve din ile karışmayan
geçicilik. Geçiciliği nostaljiyle, ötesine geçmeyle götürmek. Bu, köprü olarak,
metaxu olarak geçiciliktir.
Yunanlılar'ın
uygarlığı.
Güce hiçbir tapma
yoktur. Geçicilik yalnızca bir köprüydü. Ruh durumları içinde, yoğunluk yerine
saflık aranıyordu.
Kaynakça
Simone Weil, La pesanteur et la grâcc;
Yerçekimi ve Tanrı'nın Lütfu, trc. Mehmet Mukadder Yakupoğlu, Mor Yayınları,
Ankara, 1999.
[1]Bu mitin kökeni için
bkz. Platon, Devlet, VI. kitap. - “Büyük hayvan”a tapmak, gerçeğin ve iyiliğin
kişisel araştırmasının zararına, kalabalığın önyargılarına ve reflekslerine
uygun olarak düşünmek ve hareket etmektir. (Thibon'un notu.)
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar