SİMYA (ALŞİMİ)
Simya (alşimi), hem doğanın ilkel yollarla araştırılmasına hem de erken
dönem bir ruhani felsefe disiplinine işaret eden bir terimdir. Simya; kimya,
metalurji, fizik, tıp, astroloji, semiotik, mistisizm, spiritüalizm ve sanatı
bünyesinde barındırır.
Simya ile en az 2500 yıldır uğraşıldığı bilinmektedir. Simya ile ilk olarak
Mezopotamya, Eski Mısır, İran, Hindistan ve Çin'de uğraşılmıştır. Klasik Yunan
döneminde Yunanistan'da, Roma İmparatorluğu'nun hüküm sürdüğü coğrafyada,
önemli İslam başkentlerinde ve daha sonra 19. yüzyıla kadar Avrupa'da simyaya
ilgi duyulmuştur.
İLK DEFA MART
1953’DE BİR SİMYA cıyla tanıştım. Simya ve simyacılar konusunda, o güne kadar,
sadece halk ağzı söylentilerinden, edinilmiş ilkel bilgilere sahiptim ve hâlâ
simyacılar bulunduğunu hiç mi hiç bilmiyordum. Karşımda oturan adam ise genç ve
şık giyimliydi. Güçlü bir klâsik öğrenim görmüş, kimya da okumuştu. Şimdi ise
geçimini ticaretten sağlıyor ve gerek sanatçılarla, gerekse tanınmış kişilerle
düşüp kalkıyordu. Otuz beş yaşlarında kadar vardı. Davranışları son derece
nazik bir insan izlenimi bırakıyordu. Gene de sanki zamanın dışında yaşıyormuş
gibi görünen bu yüzün ardında bir sfenks* vardı sanki. Anlaşılması güç biri
olduğu kesindi.
* Sfenks, kafası
koç, kuş, veya insan, gövdesi ise uzanan bir aslan şeklini alan heykel. İlk
önce Eski Mısır'da rastlanan Sfenks, eski Yunan mitolojisinde büyük kültürel
önem taşımıştır ve ismini buradan almıştır (Yunanca: Σφιγξ,
"boğucu"). Sözcüğün Mısırca’daki orijinal biçimi kepes ankh ya da
“yaşayan heykel” anlamında şeşep (sheshep) ankh'tır. Sfenkslerin en tanınmışı
Büyük Gize Sfenksi'dir.
Ona simya üzerine
sorular sordum. Bu sorular herhalde son derece budalaca gelmiş olmalıydı ama
hiç belli etmeden, karşılıksız bırakmamaya çalıştı:
“Maddeden başka
bir şey değil. Sadece maddeyle ilişki kurmak, madde üzerinde çalışmak,
elleriyle çalışmak.” Bu nokta üzerinde çok duruyordu :
«Bahçeyle
uğraşmayı sever misiniz? İşte size bir başlangıç, simya da az çok bahçıvanlığa
benzer.»
«Balık tutmayı
sever misiniz? Simyanın balık avıyla, da ortak bir yönü vardır.»
Kadın işi, çocuk
oyuncağı.
Simya,
öğretilemezmiş, Yüzyılları aşmış bütün büyük edebi eserler, bu eğitimi
taşırlarmış. Bu eserler, olgun kişilerin malıymış, erişkin bilginin yasalarına
uyarak çocuklara seslenen gerçekten olgun kişilerin. Ne var ki kimi ilkeleri ve
bu bilgiye giden yol, gizli tutulmalıymış. Bu arada, ön sıradaki
araştırmacıların da birbirlerine yardımcı olmak, görevleriymiş! Sonra ekledi :
«Sabır, umut,
çalışma. Ve çalışmanın konusu ne olursa olsun, hiçbir zaman yeterli derecede
çalışılmaz.»
«Umut : Simyada
umut, bir amaç bulunduğu güvenine dayanır. Eğer bana bu amacın varlığını ve şu
hayatta ona erişebilme imkânı bulunduğunu açıkça ispatlama muş olsalardı, bu
işe hiç girişmezdim,» dedi.
İşte benim simya ile
ilk ilişkim böyle oldu. Eğer onunla tanışmam rastgele bir yerde ve rastgele
şartlar altında olsaydı, üzerinde araştırma zahmetine katlanmazdım. Çünkü
yaradılışım gereği yapmaya değil anlamaya eğilimim varıdır benim. Ve
çağdaşlarınım çoğu gibi de zamanı kıt, aceleci bir insanlım. Oysa benim simya
ile ilişkim, son derece modern bir yerde, Paris’in pek tanınmış bir kahvesinde
oldu. Sonra da Bergier ile karşılaştım. Tam bu yüzyılın adamı olan,
laboratuvarlardan ve haber-alma bürolarından çıkmayan bir araştırmacıdır o, ve
o da simya yolunda bir şeyler arıyordu. Onun peşine takıldım ve çok geçmeden
anladım ki, geleneksel simya ile öncü bilim arasında sakı ilişkiler vardır. Zekânın,
bu iki âlem arasına bir köprü attığını gördüm. Bu köprüye çıktım ve anladım ki
sağlammış. Simyacının binlerce yıllık fizikötesi anlayışı, aslında XX. Yüzyılda
hemen hemen anlaşılır bir teknik gizliyormuş demek. Bugünümüzün korkunç
teknikleri ise, eski zamanlarınkine neredeyse benzeyen bir fizikötesine
açılmaktaymış. Ve inandım ki insanlar çok uzak bir geçmişte madde ve enerjinin
sırlarını 'çökmüşlerdi. Yalnız düşünce yoluyla değil, el işlemi yoluyla da.
Yalnız dinsel yoldan değil, teknik olarak: da.
Ve o zaman gördü ki,
binlerce yıllık «sağduyu» ile çağdaş «çılgınlık» arasındaki karşıtlık,
fazlasıyla ağır ve zayıf olan akılın bir icadı, çağının gerektirdiği kadar
hızlanamayan aydının bir karşı denge ürünüdür.
Temel bilgiye
ulaşabilmenin birkaç yolu vardır. Bizim çağımızın kendi yolları var, eski
uygarlıkların da kendi yolları vardı. Sadece kurama ait teorik bilgi
istemiyorum.
Ve gene gördüm ki
günümüzün teknikleri, dünün tekniklerinden daha güçlü dür ve eskilerle aynı
noktaya gerçi ulaşıyoruz ama, çok daha yüksek bir derecede. Eskilerin
sağduyusunu kınamak da, gerçek bilginin bizim uygarlığımızla başladığını iddia
etmek de doğru değildir. Çeşitli görünümler altında, aynı ışık noktasından
geçerek döne döne yükselen akıl gücüne hayran olmak, onu saygıyla karşılamak
gerektir. Sevmek her şeydir: Hem dinlenme, hem eylemdir sevmek.
Simya üzerine
yaptığımız araştırmaların sonucunu burada sizlere çök kısa olarak sunmak
istiyoruz. Bize göre simya, (algimi), yok olmuş bir uygarlığın, bir tekniğinin,
bir biliminin ve bir felsefesinin en önemli talimatlarından biri olabilir.
Böylesine ince, karmaşık ve dakik, bir tekniğin gökten inivermiş olmasına,
tanrısal esinle geldiğine inanmıyoruz biz Gerçi dinsel açıklamanın da hiç rolü
olmadığını iddia edecek değiliz. Ama Tanrı’nın insanlara teknik dille
seslendiğine : «Potanı kutuplanmış ışığın üzerine
yerleştir ey kulum! Maden köpüğünü üç kez damıtılmış suda yıka,» dediğine hiçbir
büyük sırrın, büyük ermişin kitabında rastlamadık!
Simyacının tekniğine
el yordamıyla, bilgisizce yaptığı ufak tefek kimyasal işlemler sonucu
ulaştığına da inanamıyoruz. Bizce simya, yok olmuş bir bilimin anlatılması ve
kullanılması güç kalıntılarını kapsar. Gerçi bu kalıntıdan el yordamıyla
hareket edilebilmiştir ama belirli bir doğrultuda. Teknik, ahlâksa! ve dinsel
yorumlar da rol oynamıştır.
Uygarlığımızın,
belki de bizden önce gelen bir uygarlığın başka şartlar altında, başka bir
anlayış içerisinde erişmiş olduğu bu bilgiyi ciddilikle ele alıp incelemesinin,
ilerisi için bir yarar sağlayabileceği kanısındayız.
Simyacı, madde üzerindeki çalışmasının bitiminde, içerisinde de bir değişme
olduğunu sezinlermis. Potasında olup bitenler onda da olunmuş. Hâl
değişikliğine uğrarmış. Bütün büyük metinler bu noktayı ısrarla belirtir,
«Büyük Eser»in tamamlandığında simyacının da “uyanmış adam” haline geldiğini
söylerler. Bana öyle geliyor ki
bu eski metinler böylelikle madde ve enerji yasalarına erişmenin ve
teknik bilginin sonunu belirliyorlar. Bizim uygarlığımız da bu bilgi yolunda
hızla ilerlemektedir. İnsanların nispeten yakım bir gelecekte, efsadeki simvacı
gibi «hal değiştirmesi» bize hiç akla aykırı
gelmiyor. Meğerki uygarlığımız, amacına erişmeden bir saniye önce, öteki
uygarlıkların yok olduğu gibi silinip gitsin. Gene de, aklımızın başımızda
olduğu son an, umutsuzluğa kapılmayalım ve düşünelim ki eğer aklın bu serüveni
tekrarlanacak olursa, her defasında burgunun bir yükseğine çıkabilmektedir. Bu
serüveni son noktasına kadar ulaştırmayı, başka binyıllara bırakalım o zaman ve
umut içinde yok olup gidelim.
http://www.alchimia-magazine.com/images-alchimie/symbole.gif
SİMYA ÜZERİNE
YAZILMIŞ YÜZBİNİ aşkın el yazması ve kitap bilinmektedir. Ama nedense geçmişte
dinsel, günümüzde akılcı olan egemen düşünce, bu metinleri küçümsemiş ve
bilgisizlikle suçlaya gelmiştir. Bu yüzbin kitap ve el yazması belki de enerji
ile maddenin sırlarından birkaçını kapsıyordu. Böyle olmasa bile biç olmazsa bu
iddiadadır. Öteden beri, uzak ülkelere sayısız araştırma heyeti gönderilmiş,
giderleri devlet kasasından karşılanmıştır. Bu heyetlerin düzenlediği raporları
ise bir simya kitaplığında toplatıp incelemek hiçbir zaman kimsenin aklına
gelmemiştir. İşte inanılmayacak bir ihmâl örneği. Bizimki gibi hiç olmazsa görünüşte uygarlaşmış insan toplumlarının «Hazine»
etiketi taşıyan yüz bin kitap ve el yazmasını tavan arasında unutması, işte en
kuşkucuları bile tam bir düş dünyasında yaşadığımıza inandıracak bir örnek.
Simya üzerine
yapılmış pek seyrek araştırmalar ya tinsel davranışlarının doğrulamasını
metinlerde arayan esrarcıların, ya da bilim ve teknikle bütün ilişkilerini
kesmiş tarihçilerin eseridir.
Simyacılar İksir’i
hazırlamakta kullanılacak suyun binlerce kez damıtılması gerektiğini öne
sürerler. Bir tarihçinin, bunun çılgınlık olduğunu
söylediği kulağımıza geldi. Ağır su ve basit suyu ağır suyu haline getirmek
için uygulanan yöntemler hakkında hiçbir şey bilmiyordu. Bugün ise
transistor üzerindeki çalışmalar sayesinde bir madeni tümüyle katıksız hale
getirdikten sonra dikkatle seçilmiş yabancı maddelerden gramın milyonda biri
kadar eklemekte maddeye yepyeni nitelikler kazandırılacağını öğrenmiş
durumdayız. Bunun içindir ki Simya üzerinde girişilecek derin bir araştırmanın
ilerisi için yararlı olacağı kanısındayız.
Yüzyılımızın simya
kitaplarında, nükleer fiziğin son buluşlarına üniversite eserlerine oranla daha
sık rastlanıyor. Ve yarın kaleme alınacak simya eserlerinin ise, en soyut fizik
ve matematik kuramlarından söz etmesi muhtemeldir.
Simya ile dalgalar
ve ışınları, resmi bilimin buluşundan sonra, yayınlarına katmış olan radyestezi
gibi sahte bilimler arasında belirgin bir başkalık vardır. Bizce simya,
geleceğin maddenin yapışma dayandırılmış bilgilerine ve tekniklerine önemli
katkıda bulunabilir.
Öte yandan, simya
edebiyatında sayıları oldukça kabarık öyle metinler de bulduk ki bunların aklı
başında kimselerce kaleme alınmış olması imkânsızdı. Bunun içindir ki, teknik
metinlerle sağduyu metinleri yanında bu delice metinleri de öylece benimsemeyi
uygun bulduk. Ve bu çılgınlığın da açıklamasını yapabileceğimizi sanıyoruz. Simyacılar sık sık cıva kullanırlardı. Cıvanın buharı ise
zehirlidir ve bu süreğen (müzmin) zehirlenme, deliliğe yol açabilir. Gerçi kuramsal
olarak kullanılan kaplar, potalar sımsıkı kapalıydı ama. bu kapatmanın sırrı
rastgele her simyacıya açıklanmıyordu ve bir çok «kimya filozofunun» aklını
kaçırmış olduğu anlaşılıyor
Simya edebiyatının
bizi şaşırtan başka bir yönü de, şifrelere dayanması oldu. Bugün, kurulmasını
istediğimiz o araştırma ekiplerine şifre çözme uzmanları da eklemek, katmak
gerekecek sanıyoruz.
Geçmişte ne kadar
gerilere gidilirse gidilsin simya eserlerine, yazmalarına rastlanır. Hattâ XV.
yüzyılda, enerjinin açığa çıkartılması bilinmezliklerin ve tekniklerinin
yazıdan bile Önce varolduğunu öne sürenler çıkmıştır. Mimarlık da yazıdan
öncedir ve belki de bir yazı türü sayılabilir. Öte yandan simya ile mimarlık
arasında sıkı bir ilişki de görmekteyiz. Kimi Ortaçağ yapılarının, insanlığın
pek pek eski çağlarından gelme simya mesajlarını ilettiğini de söyleyenler
vardır.
Newton, çok eski
zamanlardan beri maddenin değişimine ve dağılmasına eşit sırları bilen bir
simyacılar zincirinin uzanıp geldiğine inanırdı. Ve şöyle yazıyordu: «Eğer Büyük Ustalar övünmüyorlar ise mutlaka madenlerin değişime
uğramasından da daha büyük sırlar olmalı. Ne var ki bu sırları yalnız Büyük
Ustalar biliyor.»
Newton’un değindiği
bu Büyük Ustalar hangi geçmişten geliyorlar ve bilimlerini hangi geçmişten
alıyorlardı?
Newton diyor ki : «Eğer bu kadar yükseğe çıkabildimse, devlerin omuzlarına bastığım
içindir.»
Fulcaneili’ye göre
simya, binyıllardan beri silinip gitmiş ve arkeologların bilmezlikten geldiği
uyarlıklar bile kurulan bağlantıdır. Hiç kuşkusuz hiçbir ciddi arkeolog ya da
tarihçi, geçmişte bizim bilim ve tekniğimizden üstün bilim ve teknik sahibi
uygarlıkların varlığını kabul edemez. Ne var ki ileri bilim ve teknik,
gereçleri son derece basitleştirir ve belki bunların kalıntıları gözümüzün
önündedir de biz anlayamıyoruz. Hiçbir ciddi arkeolog ve tarihçi, ileri
bilimsel eğitim görmediğinde, bu konuda bize ışık tutacak araştırmalara,
kazılara da girişmez. Akıllara durgunluk verecek çağdaş ilerlemenin bir gereği
olan düzencelerin (disiplinlerin) kendi içine kapanması belki de bizden
geçmişin çok büyük ve şaşırtıcı şeylerini saklıyor.
Volta’dan on
yüzyıl önce, Sasaniler hanedanı zamanında yapılmış elektrik pillerinin, Bağdat
altyapı tesislerini kurmakla görevli bir alman mühendisi tarafından, kent
müzesinde «din eşyası» gibi belirsiz bir başlık altında toplanmış öteberi
arasından bulunup çıkartıldığını unutmayalım..
Arkeoloji yalnız arkeologlar tarafından uygulandığı sürece, “geçmişin
gecesi”nin karanlık mı yoksa aydınlık mı olduğunu hiçbir zaman öğrenemeyeceğiz.
http://upload.wikimedia.org/wikipedia/commons/thumb/d/dc/Johann_Friedrich_Schweitzer.png/220px-Johann_Friedrich_Schweitzer.png
Wilhelms Von
Oranien’in özel doktoru Jean Frederick Helvetius (sakın onu Fransız filozof
Clade-Arien Helvetius ile karıştırmayın) simya alanında ismi en çok geçen
insanlardan biridir. Daha 1776 yılının başlarında transmutasyon (maddenin değişimi)
hakkında ayrıntılı bir rapor hazırlamış ve yayınlaşmıştı. Onun bu bilimsel
makalesi bu gün bile itibar görmektedir. Ancak ona maddenin değişimi konusunda
asıl ününü kazandıran kendi çalışmalarından çok başka birinin yaptığı bir
çalışmanın güvenilir Tanığı olmasıdır..
Simyanın şiddetle
karşısında olan Jean Frederic Schweitzer ya da Helvetius’a, 27 aralık 1666
Sabahı dürüst ve ciddi görünüşlü, basit giyimli bir yabancı geldi. Felsefe
taşına inanıp inanmadığını sordu. Olumsuz karşılık alınca ”küçük bir fildişi
kutuyu aştı, «içinde cam ya da panzehir taşı (opal) nı andıran üş parça vardı.
Yabancı bunun o ünlü taş olduğunu ve bu kabarcığıyla bile yirmi ton altın elde
edebileceğini söyledi.
Helvetius eline bir
parça taş aldı ve ziyaretçiden bunu kendisine vermesini rica etti. Simyacı buna
yanaşmadı ve Helvetius bütün servetini bağışlasa bile bu mineralin en ufacık
bir parçacığından bile vazgeçemeyeceğini söyledi. Nedenini açıklamaya izinli
değildi. Üç hafta sonra gene gelip Helvetius’a şaşacağı bir şey göstereceğine
de söz verdi. Tam dediği günde geldi ama söylediklerini ispatlayacak gösteriyi
yapmasına izin verilmediği gerekçesiyle Helvetius’a taşın «hardal tanesi
kadar ufacık» bir parçasını verdi. Ve ev sahibi bu kadar bir şeyin en ufak
bir etki bile yaratamayacağını söyleyince, verdiği parçacığı da ikiye böldü,
varışını attı ve öteki yarısını uzatırken : «Bu bile size yeter,» dedi.
http://upload.wikimedia.org/wikipedia/commons/thumb/3/3a/William_Fettes_Douglas_-_The_Alchemist.jpg/250px-William_Fettes_Douglas_-_The_Alchemist.jpg
O zaman Helvetius
yabancıya bir açıklamada bulunmak zorunluğunu duydu: İlk gelişinde taşın birkaç
parçacığını ele geçirmişti ama bunlar kurşunu altına değil cama dönüştürmüştü,.
Simyacı : «Ganimetinizi sarı balmumunda saklamalıydınız kurşuna işlemesinde ve onu
altına dönüştürmekte yardımcı olacaktı,» dedi. Ertesi sabah saat dokuzda gelerek
mucizeyi gerçekleştirmeye söz verdi ama gelmedi. Bunun üzerine Helvetius’un
karısı kocasını değişimi kendisi denemesi için kandırdı. Helvetius üç dirhem
kurşun eritdi, taşı balmumuna sararak sıvı madenin içine attı. Maden altına
dönüşmüştü! Hemen kuyumcuya götürdüler, kuyumcu, bu kadar katıksız altın
görmediğini söyleyerek dirhemine elli florin teklif etti. Helvetius, bunları
yazdıktan sonra, altın külçesini, madde değişiminin delili olarak sakladığını
ekliyor.
http://saklisite.files.wordpress.com/2009/10/spinoza.jpg?w=614
Bu havadis yıldırım
hızlıyla yayıldı. Hiç de saf diyemeyeceğimiz filozof Spinoza, işin içyüzünü
öğrenmek istedi. Altını ine eleyen kuyumcuya gitti. Olumlu karşılık aldı.
Üstelik, ergime sırasında, karışımın içinde bulunan gümüş bile altına dönüştü.
Kuyumcu rastgele biri değil, Orange dük asının para basıcısı Brechtel idi.
İşinin ustasıydı kuşkusuz. Yanıldığına yada Spinoza’yı aldatmaya kalkıştığına
ihtimal verilemezdi. Spinoza bundan sonra Helvetius’a giderek hem altını, hem
de işlemde kullanılan potayı gördü. Değerli maden parçacıkları, kabın içine
yapışmıştı; ötekiler gibi Spinoza da maddenin gerçekten değişime uğradığına
yürekten inandı.
Simyacı için
maddenin değişimi ikinci derecede bir olaydır, sadece gösteri olarak
gerçekleştirilen. Helvetius’un ki gibi kimi gözlemler her ne kadar şaşırtıcı
geliyorsa da, bu değişimlerin gerçekliği konusunda bir yargıya varmak güçtür.
Hokkabazlık sanatının sınırı olmadığı söylenebilir, peki o halde dörtbin yıllık
araştırmalar ve yüzbin cilt kitap ve el yazması, hepsi de bir aldatmaca uğruna
mı meydana gelmiş?
http://indigodergisi.com/wp-content/uploads/2014/01/sf_concept_1.jpg
Az sonra görüleceği
gibi, biz başka bir çözüm yolu öneriyoruz ve çekinerek öneriyoruz, çünkü
edinilmiş olan bilimsel kanının yükü pek ağırdır. Simyacının çalışmasını
yakından inceleyecek olursak görürüz ki, kimi işlemlerinin yorumu, maddenin
yapısı hakkında bugün yerleşmiş bilgilerle çatışmaktadır. Ama nükleer olaylar
üzerine bilgimizin kusursuz ve kesin olduğu söylenemez ki! Özellikle kataliz
(kimi cisimlerin kendileri hiçbir değişmeye uğramadan başka cisimlerin
bileşimleri üzerine yaptığı etki) bu olaylarda bizim için beklenmedik bir
biçimde rol oynamış olabilir.
Kimi tabii
karışımların, kozmik ışınların etkisi altında, geniş ölçüde nükleo-katalitik
tepkilere yol açması ve elementlerde geniş çapta değişim yaratması imkânsız
değildir. Simyanın anahtarlarından biri belki de budur ve simyacının aynı
işlemleri defalarca, kozmik şartların bir araya geleceği ana kadar tekrarlaması
da belki bundandır.
Karşı çıkanlar şöyle
diyor: Eğer bu türden madde değişimleri olabiliyor idiyse, açığa çıkan enerji
nerede ya? Birçok simyacının hem oturdukları kenti, hem de çevrede on binlerce
metre karelik bir alanı havaya uçurtmuş olmaları gerekmez miydi ?
Simyacılar karşılık
veriyorlar: işte pek uzak geçmişte bu gibi felâketler meydana geldiği içindir
ki, maddenin içindeki korkunç enerjiden korkarız ve bilimimizi gizli tutarız.
Ayrıca, «Büyük Eser» aşamalarla gerçekleştirilir ve yıllar ve yıllarca süren işlemler ve
çekilen çileler sonucu nükleer güçleri harekete geçirmeyi öğrenen kişi, elbette
tehlikeyi önlemek için ne gibi tedbirler alınması gerektiğini de öğrenmiş
olacaktır.
http://www.isfikirleri-girisimcilik.com/wp-content/uploads/2014/07/anti-madde.jpg
Geçerli bir savunma
mı? Belki de. Günümüz fizikçileri, kimi şartlarda, bir nükleer değişimin
enerjisinin, nötrinolar veya antinötrinolar denilen özel parçacıklar tarafından
yutulabileceğini de kabul ediyorlar. Hâtta nötrinonun varlığı İkimi yerde
ispatlanmış gibidir. Belki deaz enerji açığa çıkartan ve çıkan enerjinin de
nötrinolar biçiminde dağılıp gittiği madde değişimleri vardır,, Dostumuz
Bergier şöyle yazıyordu. «Simyacılara bir noktada, gizlilik
konusunda hak vermemek elden gelmiyor. Eğer bir mutfak ocağı üzerinde hidrojen
bombası yapmaya imkân sağlayacak yöntem var ise, bu yöntemin herkese
açıklanmaması en doğrusu kuşkusuz.»
http://upload.wikimedia.org/wikipedia/commons/thumb/6/6e/Correc%C3%A7%C3%A3o_img258.jpg/220px-Correc%C3%A7%C3%A3o_img258.jpg
Eugène Canseliet, ki
günümüzün en iyi simya uzmanlarındandır, buna şöyle karşılık vermiştir «Bu söylenenleri şaka sanmamalı.
Haklısınız, alelade ve ucuz bir mineralden hareketle atomu parçalamak mümkündür
Bu iş için bir kömür ocağı, birkaç Meker brülörü ile dört şişe bütan gazı
gereklidir ve yeter.»
http://www.alchemywebsite.com/images/canseliet_symposium.jpg
Nükleer fizikte
bile, basit araçlarla önemli sonuçlar elde etme imkânı her zaman vardır. Sütün
bilimin ve tekniğin geleceği buna yönelmiştir.
http://upload.wikimedia.org/wikipedia/commons/thumb/8/8a/Roger-bacon-statue.jpg/200px-Roger-bacon-statue.jpg
Roger Racon : «Bildiğimizden fazlasını
yapabiliyoruz?» diyor ve bu sözlere bir simya vecizesi olabilecek şu cümleyi ekliyor: “Her seye izin yoktur ama her şey mümkündür.” Unutulmamalıdır ki
simyacı için madde ve enerji üzerinde güç sahibi olmak, ancak ikinci derecede
bir gerçektir. Belki de, silinmiş bir uygarlığın malı, pek eski bir bilimin
kalıntısı olan simya işlemlerinin asıl amacı, simyacının kendisinin değişime
uğraması, üstün bilinç düzeyine erişebilmesidir. Maddesel meseleler, tinsel
olan sonucun vaatlerinden de bir şey değildir. Her şey insanın kendi kendisinin
değişime uğramasına, belirli tanrısal enerjiye erişmesine yönelmiştir ki,
maddenin bütün enerjisi de bu tanrısal enerjiden doğar. Simya, Rabelais’nin
sözünü ettiği o «bilinçli» bilimidir.
Bir simya ustası da
şöyle yazıyordu : «Bu Sanatı inceleyenler, şunu hepiniz
iyi biliniz ki, Akıl, her şeydir ve eğer bu Akılda benzeri bir Akıl daha gizli
değilse, her şey hiçbir şeyden yararlanamaz.
DAHA 1933 YILINDA,
EN BÜYÜK Fransız kimyacılarından olan bir profesör, öğrencisine nükleer enerji
konusunda şunları söylüyordu:
«Boş lâf bunlar
canım, bırakın, İlkel ve çocuksu şeyler bunlar. Fizikçilerin nükleer enerji
adını verdikleri şey, sadece denklemlerinde kalmaya mahkûmdur. Felsefi bir
kavramdır bu. İnsanların belli başlı yol göstericisi bilinçtir. Ama
lokomotifleri çalıştıran, bilinç değildir, değil mi? Bu yüzden, nükleer enerji
ile çalışacak bir makine hayal etmek... Yok, oğlum yok. Bırakın bu düşleri de
geleceğinizi düşünün siz. Şimdilik, biliyorum, sizi çeken şey, insanın o en
eski düşlerinden biri, simya düşü. Size bir baba öğüdü vereyim mi? Bunları
bırakıp da bir an önce endüstriye girerek çalışmaya başlasanız çok iyi
edersiniz. »
http://magie-amerindienne.voila.net/imaBergier.jpg
Ne var ki
karşısındaki öğrenci, yani dostum Jacques Bengier, inatçı bir gençti. Kendi
kendine gerçi bu konuşmadan yararlanması gerektiğini, ama gene de balın
şekerden iyi olduğunu söylüyordu. Atom çekirdeği meselesini incelemesini
sürdürecekti. Ve simya üzerinde de belgeler edinmeye çalışacaktı.
İşte dostum Bergier
böylece, yararsız denilen öğrenimini sürdürmeye karar verdi.. Ne var ki geçim
sıkıntısı, savaş ve toplama kampları onu nükleonik alanından azçok uzaklaştırdı.
Gene de uzmanlarca değer verilen kimi katkılarda bulunmadı değil.
https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEh4jyly0qBqYRbM-ZG_QciZ3clRZHSybxOK1rE6OYywAs5H1s-XhHL1zbER6pN6xifwpitN-e5-SVPwJM5BdW9FJ_z-MF8vNtDzZRx15J9sG4_oHffnpYpqJmJk-5dNI-33UKbp1eUwTfv5/s1600/CouvMNHMoreau.jpg
1934 ile 1940
arasında Bergier, çağımızın ilgi çekici insanlarından biri olan Halbronner ile
işbirliği yaptı. Mart 1944’de Naziler tarafından Buchenwald toplama kampında
öldürülen Helbronner, Fransa’da, kimya-fizik öğreten ilk fakülte profesörü
olmuştur. İki düzence (disiplin) arasındaki bu sınır bilim, o zamandan beri
birçok başka bilimi de doğurmuştur: Elektronik, nükleonik, stereotroniık
(enerjinin katı haline dönüşmesini inceleyen yepyeni bir bilim dalının uygulama
alanlarından biri, transistordur) gibi. Profesör Helbronner, gazların
sıvılaşmasıyla, aeronotik ile ve morötesi ışınlarla da ilgilenmişti.
http://www.infocenters.co.il/gfh/multimedia/GFH/0000099213/0000099213_1_web.jpg
1934’de nükleer
fizik ile uğraşıyordu ve nükleonik araştırma laboratuvarı kurmuş, 1940’a kadar
önemli sonuçlara ulaşmıştı. Aynı samanda da elementlerin değişimine ilişkin
bütün davalarda bilirkişi olarak çağrılıyordu. Böylece Jacques Bergier, birkaç
sahte simyacı, dolandırıcı ve meczup ile tanıştı bu arada bir de gerçek usta
simyacı tanıdı. Ama onun asıl adını hiçbir zaman öğrenemedi. Ancak, Fulcanelli [1]takma adı altında, Felsefi konutlar ve Katedrallerin
Sırrı adında iki önemli kitap veren yazar olduğunu tahmin ediyor.
http://hermetism.free.fr/images/Fulcanelli%201.jpg
Simya üzerine yazılı
ve sağduyunun kanıtıdır. Bu arada, Helbronner’in isteği üzerine bir deneme
laboratuvarında buluştuğu Bergier’ye şunları söylemişti.
«Anladığıma göre,
hocanız Helbronner ile başarıya pek yaklaşmış bulunuyorsunuz. Birkaç çağdaş
bilgin de öyle. Ama izninizle sizli uyarmak isterim. Uğraşlarınız, sizin ve
sizin gibilerin giriştiği çalışmalar, son derece tehlikelidir. Yalnız kendinizi
tehlikeye atmakla kalmıyor, bütün insanlığı da birlikte sürüklüyorsunuz.
Nükleer enerjinin açığa çıkartılması, sandığınızdan da daha kolaydır. Ve
meydana gelen yapay radyoaktivite birkaç yıl içinde gezegenin atmosferini
zehirleyebilir Üstelik, birkaç gram madenden bile atom patlayıcıları
yapılalabilir ve kentleri yerle bir eder. Açıkça söyleyeyim mi size? Simyacılar
bunu uzun zamandan ben biliyorlardı. Simdi ne karşılık vereceğinizi tahmin ediyorum.
Simyacılar çekirdeğin yapısından habersizdiler, elektriği bilmiyorlardı,
radyoaktiviteyi saptayıcı araçlardan yoksundular. Bunun içindir ki maddede
değişim yaratamamış hiçbir zaman nükleer enerjiyi açığa çıkartamamışlardır,
diyeceksiniz. Burada söyleyeceklerimi ispatlamaya kalkışacak değilim: Sadece
sizden şunları aynen Halbronner’e tekrarlanmanızı rica ediyorum. Son derece
katıksız malzemenin geometrik dizilmesi, atom gücünü açığa çıkartmak için
yeter, elektrik ya da boşluk tekniği gibi yollara başvurma gereği doğmaksızın
Ve öyle sanıyorum ki, geçmişte, enerji ile atomu tanımış ve bu enerjiyi kötü
kullandıkları için tümüyle silinmiş uygarlıklar vardı. Bu arada kimi
tekniklerin süregeldiğini de kabul etmelisiniz. Şurayı da unutmayınız ki,
simyacılar, araştırmalarını ahlaksal ve dinsel kaygıların ışığı altında
sürdürürlerdi. Modern fizik ile XVIII. yüzyılda birkaç soylu kişinin eğlencesi
olarak doğmuştur. Bilinçsiz bilim... Şurada burada araştırmacıları uyarmakla
yerinde bir iş yaptığımı sanıyorum ama bu uyarımın meyve vereceğini hiç ummam.
Ummasamda olur zaten.»
Bu madeni ve ciddi
ses Bergier’nin kulaklarından hiç silinmedi. Ancak bir soru sormayı uygun
buldu:
Mademki siz de
simyacısınız, bayım, vaktinizi altın yapmaya çalışmakla geçirdiğinize kesinlikle
inanmam. Ama bir yıldır simya üzerine bilgi edinmeye çabalıyorum, bana hayal
gibi gelen yorumlarla karşılaştım. Acaba, araştırmalarınızın konusunun ne
olduğunu bana söyleyebilir misiniz?
—Benden dört dakika
içerisinde dört bin yıllık felsefenin ve bütün ömrümün çabalarının bir özetini
istiyorsunuz. Ayrıca, alelade dille anlatılamayacak kavramları anlatmamı
istiyorsunuz. Yalnız şu kadarını söyleyebilirim: Çağdaş resmi bilimde
gözlemcinin rolünün gittikçe önem kazandığını bilirsiniz. Simyanın sırrı budur:
Madde ile enerjiyi yoğurmanın öyle bir yordamı vardır ki sonunda, çağdaş
bilginlerin bir güç alanı diye adlandırdıkları şey ortaya çıkar. Bu güç alanı
gözlemci üzerinde etki yaparak onu evren karşısında ayrıcalıkla bir duruma
getirir. Bu ayrıcalıklı noktadan, zaman ile mekânın, madde ile enerjinin
genellikle biz den" gizledikleri gerçeklere ulaşıla bilinir. İşte “Büyük Ecer” diye
adlandırdığımız, budur.
-Peki, ya felsefe
taşı? Ya altın yapmak?
Bunlar ancak
uygulamalardan, özel durumlardan ibarettir. Olan,
madenlerin değişime uğraması değil, denemecinin değişime uğramasıdır. Bu, bir
yüzyılda bir kaç kişinin erişebildiği eski bir sırdır.
— Peki, o zaman ne olur?
Belki bir gün
gelecek, ben de öğreneceğim.
Dostum, Bergier
Fulcanelli adı altında silinmez bir iz bırakmış bulunan bu adamla bir daha hiç
karşılaşmadı. Onun hakkında bildiğimiz tek şev, savaştan sağ çıktığı ve ortadan
yok olduğudur. Bir daha izine rastlanamadı)
1945 Temmuz ayının
bir sabahındayız şimdi de. Toplama kampından yeni çıkmış Jacques Bergier, hâlâ
iskelet kadar zayıf ve soluk, hâkiler giyinmiş, bir kasayı matkapla delmeye
uğraşıyor. Bir angarya daha; şu son yıllarda birbiri ardından casusluk,
tedhişçilik ve siyasal sürgünlük oyunu oynamıştı. Kasa, Konstanz gölü kıyısında
güzel bir villâda bulunuyor. Burası eskiden büyük bir alman fabrikatörüne
aitmiş. Kasa açılınca içinde son derece ağır bir toz bulunan bir şişe ortaya
çıkıyor. Etiketinde : «Atom uygulamaları için uranyum» yazılı. Bu, Almanya’da katıksız uranyum
kullanmayı gerektirecek kadar ilerlemiş bir atom bombası taslağının varlığının
ilk kanıtı. Goebbels; bombalanmakta olan sığınağından, Berlin’in harabeye
dönmüş sokaklarında gizli silâhın «istilâcılar» in suratına neredeyse
patlayacağı söylentisini yaymakta haksız değilmiş meğer. Bergier, bulduğunu
müttefik makamlarıma açıkladı. Amerikalılar kuşkucu davrandılar ve nükleer
enerji konusundaki bütün çalışmaların önemsiz olduğunu ifade ettiler. Böyle
görünüyorlardı ama aslında onların ilk bombası Alamogardo’da patlamıştı bile ve
fizikçi Goudsmith’in yönetimindeki bir heyet, tam o sırada Almanya’da profesör
Heisenberg’in Reidı’in yıkılmasından önce yapmış olduğu atom pilini
aramaktaydı. Fransa’da ise, henüz resmen bir şey bilinmiyordu ama,
Amerikalıların simyaya, ilişkin tüm el yakmalarını ve belgeleri ateş pahasına
satın almaları, uyanık kişilerin gözünden kaçmıyordu.
Bergier, geçici
Fransız hükümetine, gerek Almanya’da, gerekse Birleşik Amerika’da, nükleer
patlayıcılar konusunda araştırmalar yapıldığı ihtimalini bildirdiyse de raporu
herhalde çöp sepetini boyladı. Ve dostum da elindeki şişeyi yetkililerin
suratına sallayarak bağırıyordu: «Şunu görüyor musunuz şunu? Paris’in
havaya uçması için bu şişenin içine bir nötronun girmesi yeter.». Hadi canımı, şu
ufak tefek adamcık herhalde şakadan pek hoşlanıyor olmalıydı ama şaşılacak
şeydi doğrusu, Mauthausen toplama kampından henüz kurtulmuş bir tutuklunun da
hâlâ şaka edecek halinin kalmış olması! Ne var ki şaka, Hiroşima sabahı
birdenbire bütün tadını yitiriverdi, Bergıer’nin telefonu aralıksız çalmaya
başladı. Çeşitli yetkili makamlar raporun kopyelerini istiyordu. Amerikan
haber-alma servisleri ünlü şişeyi elinde bulunduran baydan, en kısa zamanda,
adını vermek istemeyen bir binbaşıyla buluşmasını rica ediyorlardı. Başka
yetkililer de şişenin derhal Paris’ten uzaklaştırılmasını istiyorlardı. Bergier
boşuna bu şişede herhalde katıksız uranyum 235 bulunmadığını ve bulunsa bile,
tehlikeli miktarın altında olacağını anlatmaya çabaladı. Yoksa çoktan patlamış
olurdu. Oyuncağını elinden aldılar, bir daha da o şişeden haber çıkmadı.
Avutmak için de ona, «İnceleme ve araştırma genel müdürlüğünün bir raporunu
gönderdiler. Fransız gizli servisine bağlı olan bu örgütün nükleer enerji üzerine bütün
bilgileri bu rapordaydı. Üzerinde üç damga vardı: «Gizli», «Kişiye Özel»,
«Yayılmayacak», içinde ise sadece Bilim ve Hayat dergisinden kesikler
bulunuyordu, hepsi o kadar.
Böylece Bergier
için, merakını gidermek amacıyla, adsız binbaşıyı bulmaktan başka çare kalmamış
demekti. Bu binbaşı sözde Amerikan askerlerinin mezarlarını araştırmakla
görevlendirilmişti. Her şeyden önce Bergier’nin Alman nükleer taşanları
hakkında bütün bildiklerini ya da tahmin ettiklerini öğrenmek istedi. Ama
müttefik davası ve binbaşının terfii için hepsinden de önemlisi, Fulcanelli adıyla tanınan Eric Edward Dutt’un bir an önce bulunması şarttı.
Dutt, pek eski el
yazmalarını eline geçirdiğini söyleyen bir hindu idi. Buradan madenlerin
değişime uğraması yöntemlerinden bazılarını öğrendiğini ve bir tungstan borür
iletkeni aracılığıyla altın elde ettiğini öne sürüyordu .
Ne yazık ki Bergier,
özgür dünyaya da, müttefik davasına da, binbaşının terfiine de yardımcı
olamadı. Edward Dutt, Kuzey Afrika’daki Fransız karşı casusluk örgütü
tarafından kurşuna dizilmişti Fulcanelli ise ortadan kesinlikle yok olmuştu.
Bununla birlikte
binbaşı, teşekkür olarak Bergier’ye, Atom enerjisinin askerlik alanında
uygulaması konusunda hazırlanmış bir raporu, daha yayınlanmadan önce sundu. Bu
konu üzerinde ilk belge olan bu raporda, simyacının 1937’de söylediklerini doğrulayacak
kanıtlar bulunmaktaydı. Gerçekten de bombanın yapımı için en önemli araç olan
atom pili, salt «son derece katıksız maddelerin geometrik bir düzenlenmesiyle»
oluşuyordu. Prensip olarak bu araç, Fulcanelli'nin dediği gibi, ne elektrikten,
ne de boşluk tekniğinden yararlanmaktaydı. Rapor, zehirli ışınlardan,
gazlardan, son derece zehirli radyoaktif tozlardan da söz ediyor ve bunların
bol bol hazırlanmasının nispeten kolay olacağını belirtiyordu. Simyacı da bütün
gezegenin zehirlemenin mümkün olacağından söz etmemiş miydi?
Tanınmadık, yalnız
çalışan, gizemci bir araştırmacı nasıl oluyor da bütün bunları öngörebiliyor,
bilebiliyordu? «Bu nereden geliyor sana, ey insan ruhu, nereden geliyor sana?»
Büyük Albert de, De
Alehima (Simya Üzerine) adlı kitabında şunları yazmamış mıydı? : «Eğer prenslerin
ve kralların huzuruna çıkma talihsizliğine uğrayacak olursan, sana durmadan
soracaklardır : «Eh, söyle bakalım Üstad. Eser nasıl gidiyor? Ne zaman iyi bir
sonuca varabileceğiz?» diye. Ve sabırsızlanarak sana haydut, semeri diyecekler
ve başına türlü iş açacaklardır. Ve iyi bir sonuca ulaşamaz isen öfkelerine
oyuncak olursun. Tersine, başarırsan da, seni yanlarından ayırmazlar, kendi
hesaplarına çalıştırmak için sürekli tutsak ederler.»
Acaba bunun için
midir ki Fulcanelli ortadan yokoldu ve ötederiberi simyacılar gizemlerini büyük
bir kıskançlıkla koruya geldiler?
Harris papirüsünün
verdiği ilk ve son öğüt şu idi; «Kapattın ağızlarınızı! Mühürleyin
ağızlarınızı!»
Hiroşima’dan yıllar
sonra., 17 ocak 1955’de, Oppenheimer şöyle diyecekti: «Hiçbir ucuz gülünçlüğün bilemeyeceği derin bir anlamda, biz bilginler
günah işledik.»
Ve ondan bin yıl
önce, bir Çinli simyacı, şöyle yazıyordu: «Sanatının
sırlarını askere açıklamak pek büyük bir günah olurdu! Çalıştığın odada bir tek
böcek bile bulunmasın sakın!»
MODERN SİMYACI,
NÜKLEER FİZİK kitaplarını okuyan bir adamdır. Tek başına araştırma anlayışına
çağdaş simyacılarda da rastlamaktayız. Bu, çağımız için çok değerli bir
anlayıştır. Gerçekten de, bir gün geldi, bilimde ilerlemenin kalabalık ekipler,
dev gibi araçlar, büyük yatırımlar olmadan gerçekleşemeyeceğine yürekten
inandık. Oysa sözgelimi radyoaktivite ya da dalgalanma mekaniği gibi önem ve
temel buluştan, tek tek çalışan kişilerin eseridir. Kalabalık ekipler ve geniş imkânlar
ülkesi olan Amerika bile bugün, özgün zekâya sahip kişileri bulsam diye
dünyanın dört bir yanına ajanlarını gönderiyor. Sadece ortak çalışmaya
güvenmenin zararlı olduğuna, özgün düşünceler sahibi ve yalnız başına çalışan
insanlara başvurmak gereğine inanıyor artık. Rutherford, maddenin yapısı
üzerine birinci derecede önem taşıyan çalışmalarını, konserve kutularıyla ve ip
parçalarıyla yürütmüştü. Savaştan önce Jean Perrin ile Madam Curie, pazar günleri
çalışma arkadaşlarını Bit Pazarına gönderirlerdi, biraz malzeme bulsunlar diye.
Gerçi kuşkusuz güçlü araçlarla donatılmış laboratuvarlar gereklidir ama, bu
laboratuvarlar ve bu ekiplerle tek başına çalışan özgün düşünceli kişiler
arasında iş birliği kurmak da çok önemlidir. Bununla birlikte simyacılar böyle
bir çağırıya gelmeyeceklerdir. Onların kuralı, gizliliktir. Amaçları tinsel
niteliktedir. Simya eğer bir bilimi kapsıyorsa,, bu, bilim bilince varmanın
yolundan başka bir şey değildir. Bunun içindir ki, dışarıya yayılmaz çünkü
dışarıda bir amaç haline dönüşecektir.
Simyacının malzemesi
nedir? Yüksek ısıda mineral kimya araştırmalarına gerekli malzeme; Fırınlar,
potalar, terziler, ölçü araçları ki bugün bunlara nükleer ışınları saptayacak
modern ve herkesçe sağlanabilir araçlar da eklenmiştir: Geiger sayacı, parıltı
ölçen, v.b. gibi. Bu malzeme üstünkörü olamaz. Katıksız bir fizikçi, basit ve
uçsuz araçlarla nötronlar çıkartan bir katod yapabilme imkânını hiç bir zaman
kabul edemez. Doğru ise,” simyacılar bunu başarırlar. Elektronun maddenin
dördüncü hali sayıldığı zamanlarda, elektronik akımlar yaratabilmek için son
derece pahalı ve karmaşık düzenler bulunmuştu. Bundan sonra, 1910’da,
gösterildi1 ki kirecin koyu kırmızı hale gelinceye kadar titreştiği, normal
ışığın ise bir eksen çevresinde 'bütün yönlerde titreştiği biliniyor.
Simyacı daha sonra sıvıyı buharlaştırır ve katıyı yeniden kireçlendirir. Bu
işlemi yıllar boyu, binlerce kez yenileyecektir. Neden ? Bilmiyoruz. Belki de
kozmik ışınlar, dünya manyetizması ve bu gibi en iyi şartların bir araya geleceği
beklenildiğinden henüz bilmediğimiz
derin yapıları içinde maddenin «yorulmasını,» sağlamak için Simyacı «kutsal sabır» dan, ve “evrensel
ruh»un âgır ağır yoğunlaşmasından söz eder. Hiç kuşkusuz bu varı dinsel dilin
ardında başka şeylerde gizlidir!
Böylesine, aynı
işlemi sonsuza kadar tekrarlama, çağdaş bir kimyacıya çılgınlık gibi gelebilir.
Çünkü ona, ancak tek bir deney yönteminin geçerli olduğu öğretilmiştir: Claude
Bernard yöntemi. Bu yöntemde, gerçi her deney binlerce defa tekrarlanır ama her
defasında etkenlerin biri değiştirilerek: Yani ya temel elementlerden birinin
oranı, ya ısı, ya basınç, ya katalizör v.b. değiştirilmek yoluyla. Elde edilen
sonuçlar not edilir ve bundan, olayı yöneten yasalar çıkartılır. Bu,
ispatlanmış bir yöntemdir ama tek değildir. Simyacı ise, işlemini, hiçbir şeyi
değiştirmemizin, olağanüstü bir şey meydana gelinceye kadar tekrarlayarak
sürdürür. Aslında o, Jung’un dostu fizikçi Pauli’nin öne sürdüğü «ayıklama
ilkesi»ne pek benzeyen bir doğal yasaya inanır. Pauli’ye göre, belirli bir
sistemde (atom ile molekülleri) iki tanecik (elektron, proton, nötron) aynı
durumda olamaz. Doğada, her şey tek ve benzersizdir. Bunun içindir ki
hidrojenden helyuma, helyumdan lityuma ansızın aracısız geçilmektedir. Bir
sisteme ne bir Tanecik (partikül) eklendiğinde bu tanecik, sistemin içinde
varolan durumların hiçbirini almaz. Yepyeni bir durum alır ve zaten varolan
taneciklerle karışmasından yepyeni ve benzersiz bir sistem ortaya çıkar.'
Simyacı için, nasıl
birbirinin eşi iki ruh, birbirinin eşi iki yaratık, birbirinin eşi iki bitki
olamazsa birbirinin eşi iki deney de olamaz. Bir deney binlerce defa
tekrarlanırsa, sonunda mutlaka olağanüstü bir şeyler meydana gelecektir. Bizler
ise bu konuda onu haklı veya haksız görecek derecede yeterli bilgiye sahip
değiliz. Yalnız şu kadarını belirtmekle yetinelim ki çağdaş bir bilim, kozmik
boşlukta ısıtmakta yeter . Maddenin bütün yasalarını bilmiyoruz ki!
Eğer simya,
bizimkinden ileri bir bilgi dalı ise, bizimkinden daha basit araçlar kullanıyor
demektir. Fransa’da birkaç, ve Birleşik Amerika’da iki simyacı tanıyoruz.
İngiltere, Almanya, İtalya'da da var; hattâ Fas’ta bile varmış, Prag’dan bize
yazan üç simyacı biliyoruz. Sovyet bilim basını, bugün simyaya büyük önem
veriyor ve bu konuda tarihsel araştırmalara girişiyor.
Şimdi, öyle
sanıyoruz ki ilk kez olarak, simyacının laboratuvarında ne yaptığım anlatmaya
çalışalım. Ne var ki burada, simyanın amacının kendisinin değişime uğraması
olduğunu unutuyor değiliz. Yaptığı işlemler sadece «aklın kurtuluşu»
yolunda atılan adımlardır. Biz bu işlemler üzerine yeni bilgiler
vermeye çalışalım.
Herşeyden önce
simyacı yıllar boyu eski metinlerin şifrelerini büyük bir, sabırla
çözmeye çalışmıştır. Sonunda bu metinleri anlayabilecek düzeye erişince,
gerçekten simya denemesine başlayabilecektir. Burada bilmediğimiz bir unsur
var. Simyacının laboratuvarında olup bitenleri biliyoruz amâ ruhunda olan
bitenden habersiziz. Belki bunlar birbirine bağlıdır. Belki tinsel enerji,
simyanın fizik ve kimya işlemlerinde rol oynamaktadır. Belki de simya
«çalışmasının başarılı olabilmesi için tinsel enerjiyi edinme, biriktirme ve
yöneltmenin "apayrı bir yöntemi“ vardır. Böylesine ince bir konuda ancak
Dante’nin şu sözlerine değinebiliriz: “Görüyorum ki bunlara, sana söylediğim
için inanıyorsun ama nedenini bilmiyorsun, demek gizli kalmaları,
inanılmalarına engel değil.”
Bizim simyacı, üç
ana maddeden? oluşmuş bir karışımla işe başlar. % 95 oranında katılan birinci
madde bir maden filizidir, İkincisi bir madendir, üçüncüsü ise organik bir
asittir. Bu temel maddeleri beş altı ay eliyle yoğurup karıştırır. Sonra tümünü
de bir potada ısıtır. Isıyı giderek arttırır ve işlemi on gün kadar sürdürür.
Tedbir almayı unutmamalıdır. Zehirli gaflar çıkar çünkü: Cıva buharı ve
arsenikli hidrojen ki birçok simyacıyı daha çalışmalarının başında öteki
dünyaya göndermişti.
Sonra potanın
içindekini bir çökende çözer. İşte bu çözgeni ararken geçmişin simyacıları,
asetik asit, nitrik asit, ve sülfürik asidi bulmuşlardır. Bu çözme işi
kutuplanmış bir ışık altında yapılmalıdır. Bugün kutuplanmış (polarize) ışığın
tek bir yönde (acunsa!) ışınlar bilimi de simyacınınkine benzer bir yöntemi
benimsemiştir
Bu bilim
yıldızlardan gelen pek büyük enerji taneciklerinin bir bulucu âlete (detektöre)
ya da bir levhaya çarpmasından ortaya çıkan olayları inceler. Bu olaylar
istendikçe yaratılamaz, beklemek gerekir. Kimi zaman olağanüstü bir olay da
kaydedilir. Böylece sözgelimi 1957 yazında, şimdiye kadar hiç kaydedilmemiş pek
büyük bir enerjiye sahip, belki de bizim Samanyolu’ndan başka bir gökadadan
(galaksiden)" gelme bir tanecik, sekiz kilometre karelik bir "alan içerisinde 1500 sayıcıyı aynı
anda etkilemiş ve yolu üzerinde muazzam bir atom kalıntıları yığını bırakmıştı Böylesine bir
enerji yaratabilecek bir makine hayal bile edilemez. Bilginlerin hatırladığı
kadarıyla böyle bir olay hiçbir zaman geçmemiştir ve yeniden gelip geçemeyeceği
de bilinmemektedir. İşte anlaşılan bizim simyacının da beklediği böyle
olağanüstü. kaynağı dünya ya da uzay olan, yollara başvurarak bekleyişini
kısaltabilir ve o zaman işlemini haftada birkaç kez değil saniyede birkaç
milyar kez tekrarlayarak deneyin basarisi için gerekli olan «olay»ı yakalama
ihtimallerini arttırabilir. Ne var ki günümüzün simyacısı da dünün simyacısı
gibi gizli çalışmakta, yokluk içinde çalışmakta ve bekleyişi bir erdem
saymaktadır.
Biz hikâyemizi
sürdürelim: Gece gündüz hiç değişmeden sürüp giden, yıllarca sürüp giden bir
çalışmanın sonunda, bizim simyacı, birinci aşamanın tamamlandığı kanısına
varır. O zaman karışımına bir oksitleyici, sözgelimi potasyum hitrat ekler.
Potasında ise, maden filizinden gelme kükürt ile organik asitten gelme kömür
bulunmaktadır. Kükürt kömür ve nitrat: işte bu işlem sırasındadır ki eski simyacılar
barutu bulmuşlardır.
(Gene bir işaret
bekleyerek, aylar ve yıllar boyu, çözmeye ve yeniden kireçleştirmeye
başlayacaktır. Bu işaretin niteliği üzerinde, simya eserleri ayrılık
gösterirler ama belki olabilecek birkaç olay vardır. Bu işaret çözülme anında
ortaya çıkar. Kimi simyacılara göre, eriyiğin yüzeyinde yıldız biçiminde
kristallerin belirmesi demektir. Kimi simyacılara göre ise, eriyiğin yüzeyi de
bir oksit katmanı belirir sonra parçalanarak aydınlık bir madeni ortaya
çıkartır, bu madenin içinde kimi zaman Samanyolu, kimi zaman takımyıldızlar,
ufak ölçüde yansır gibi olur)
Bu işareti alınca
simyacı, karışımını potadan alarak havadan ve rutubetten uzakta, gelecek
ilkbaharın ilk gününe kadar «olgunlaşmaya» bırakır. Yeniden başladığı zaman
işlemleri, eski metinlerdeki deyimiyle «karanlıklara hazırlanmayı» amaç
güdecektir.
Karışım bu kez kaya
kristalinden, sımsıkı kapalı, saydam bir kaba yerleştirilir. Şimdi iş, bu kabı,
ısıları son derece titizlikle ayarlayarak ısıtmaktan ibarettir. Kapalı kap
içerisindeki karışımda gene kükürt, kömür ve nitrat vardır. Bu karışımı
patlatmadan, belirli bir akkor derecesine getirmek söz konusudur şimdi.
Tehlikeli derecede yanmış ya da ölmüş simyacı pek çoktur. Böylece meydana gelen
patlamalar özellikle şiddetlidir ve beklenmedik yükseklikte ısı çıkartır.
Güdülen amaç, kabın
içerisinde, simyacıların kimi zaman «¡karga kanadı» adını verdikleri bir
«esansı»nın, bir «sıvı»nın elde edilmesidir. Açıklayalım. Bu işlemin çağdaş fizik ve
kimyada, karşılığı yoktur. Ama benzeri var sayılır. Sıvı amonyak gazı,
içerisinde bakır gibi bir maden eritildiği zaman siyaha çalar bir koyu mavi
renk elde edilir. Simyacıların elde ettiği sıvının aldığı bu «karga kanadı»
mavisinin «elektronik gaz» rengi olması muhtemeldir. Nedir «elektronik gaz»
Çağdaş bilginlere göre, bir madeni oluşturan ve ona mekanik, elektrik ve termik
niteliklerini kazandıran serbest elektronlar bütünüdür. Bugünün terim
düzeninde, simyacının madenlerin «ruhu» ya da «özü» diye adlandırdığı şeyin
karşılığıdır. İşte simyacının sımsıkı kapatılmış ve sabırla ısıtılmış kabından
çıkan da bu «ruh» ya da bu «öz»dür.
Isıtır, yeniden
soğutur, yeniden ısıtır hem de aylar ve yıllar boyu, kaya kristalinden, «simya
yumurtası» diye de adlandırılan o şeyin oluşumunu gözleyerek. Bu, mavi siyah
bir sıvıya dönen karışımdır. Sonunda karanlıkta, yalnızca bu bir çeşit
flüoresanlı sıvının ışığında kabını açar. Havayla temas edince bu flüorışı,
katılaşır ve ayrışır.
Böylece simyacı,
doğada bilinmeyen yepyeni ve katıksız kimyasal elementlerin bütün niteliklerine
sahip yani kimya imkânlarıyla ayrıtırılamaz yepyeni maddelere ulaşacaktır/
Çağdaş simyacılar böylelikle çok miktarda ve yepyeni kimyasal elementler elde
ettiklerini öne sürerler. Elementlerin çoğu, işlem başına iki yeni element
veriyormuş. Böyle bir iddia laboratuvarcıyı inandıramaz. Öte yandan bizim
elimizdeki tekniklere oranla simyacının teknikleri pek üstünkörü ve ilkel kalır
ve onun sonunda ulaştığı herhalde maddenin hal değiştirmesi değil, yeni bir
madde yaratmak ya da hiç olmazsa, maddenin değişik bir ayrışım ve oluşumunu
sağlamaktır. Atom ve çekirdek hakkındaki bütün bilgilerimiz Nagosaka ile
Rutherford ’un «Venüs» örneğine dayandırılmıştır: çekirdek ve çevresindeki
elektron halkası. Gelecekte başka bir kuramın, şu anda düşünemediğimiz yeni hal
değişimlerine ve kimyasal elementlerin yeni ayrışımına götürmesi de ihtimal
dahilindedir?
Evet, ne diyorduk,
bizim simyacı, kaya kristalinden kabını açtı ve flüor ışınlı sıvının havayla
temasıyla soğuması üzerine, bir ya da birkaç yeni element elde etti. Geriye
maden köpükleri kalır. Bu maden köpüklerini aylar ve aylarca üç kez damıtılmış
suyla yıkayacaktır. Sonra da bu suyu ışık ve hava değişimlerinden uzak bir
yerde saklayacaktır. Bu suda sözde olağanüstü kimyasal ve tıbbi nitelikleri
varmış. Bu, evrensel çözgen ve geleneksel hayat iksiri, Faust’un iksiriymiş.
Bu arada şunu da
belirtelim ki Birleşik Amerikalı Profesör Farley, kimi biyoloji
bilginlerinin, yaşlanmanın organizmada ağır su birikmesinden ileri geldiğine
dikkat çekiyor. Simyacıların hayat
iksiri de bir çeşit ağır su sayılır. Bu suyun ana maddesi su buharında vardır.
Belirli bir işlem uygulanmış sıvı suda niye olmasın? Ama böylesine bir buluşun
yayılması tehlikeli değil midir?
Prof. Farley, yüzyıllardan beri var olagelen ve kendi içerisinde çoğalan
bir ölümsüzler ve yarı ölümsüzler toplumu hayal ediyor. Politika karışmayan ve
insanların işine hiç burnunu sokmayan böyle bir topluluk pekâlâ göze batmış
olabilirdi.
Demek oluyor ki
bizim simyacının elinde şimdi, doğaca bilinmeyen kimi basit maddeler ile
dokuların gençleştirilmesi yoluyla yaşamını epeyce uzatabilecek nitelikte bir
simya suyundan birkaç şişe bulunmaktadır. Şimdi de elde ettiği basit
elementleri yeniden birleştirmeyi deneyecektir. Bunları havanda döverek
karıştırır sonra alçak ısıda eritir, bu iş de yıllar sürecektir. Ne var ki, simya
çalışmasında ilerlendikçe metinlerin çözülmesi de güçleşmektedir. Söylendiğine
göre böylece, bilinen maddelere, özellikle iyi ısı ve elektrik iletkeni olan
maddelere çok benzeyen, simya balkırı, simya gümüşü, simya altını gibi maddeler
elde ediyormuş. Ama bunların, bilinen madenlerden ayrı, yepyeni ve şaşırtıcı
nitelikleri de varmış. Sözgelimi, görünüşte bilinen bakıra,
benzeyen ama pek başka olan simya balkırı, son derece düşük elektrik direncine
sahipmiş ve böyle bir bakır eğer kullanılabilirse, elektrokimyayı altüst edecek
nitelikte imiş
Simya
işlemlerinden elde edilen daha da şaşırtıcı başka maddelerin de varlığından söz
ediliyor: Bunlardan biri camda ve camın erimesinden önce alçak ısıda
çözülebilirmiş. Bu madde, hafifçe yumuşamış cama değince içinde yayılır, ona
yakut kırmızısı, karanlıkta mor flüorışını saçan bir renk verirmiş. İşte
«felsefe taşı» veya «ışın saçan taş» bu değişime uğramış camın akik havanda
dövülmesiyle elde edilen tozmuş. Bu taş sözde, kimi adi madenleri altına,
platine ve gümüşe dönüştürebilirmiş ama bu, gücünün sadece bir yönüymüş.
Aslında felsefe taşı, bir tür ertelenmiş, istendiğinde kullanılabilir nükleer
enerji deposuna benziyor anlaşılan.
Simyacıların
işlemlerinin aydın çağdaş in sana getirdiği meselelere ileride döneceğiz,
şimdilik işte, «büyük eser» tamamlandı. Simyacı da bu metinlerin belirttiği ama
bizlerin anlayamadığımız bir tür değişime uğramış bulunuyor. Giderek ya da
ansızın, uzun çalışmasının anlamını kavrayıveriyor. Madde enerjisinin sırları
artık ona açılmıştır ve aynı zamanda.
Hayatin sonsuz ufuklarını da görüvermiştir. Evren mekanizmasının anahtarı
elindedir. Demek oluyor ki ateşle kimi maddelerle uğraşmak, yalnız elementlerin
değil, deneycinin de değinmesi sonucunu yaratabiliyor. Yaşamı uzuyor, zekâsı ve
algıları yükse düzeye çıkıyor. Uyandığını kendisi de seziyor ve bütün öteki
insanlar ona hâlâ uyuyor gibi geliyor. Alleau şöyle "Der ki “Böylece
felsefe taşı, insanın Mutlak’a çıkmasına yardım edecek olan ilk basamaktır.
Ötesinde bilinmezlik başlar. Bu yanda ise isteklerimizin ve özellikle
gururumuzun gölgesinden başka bir şey yoktur. Simya, izdaşlarını büyük sır ile
karşı karşıya bırakır... Bize sadece şu kadarını öğretir ki eğer bilgisizlikten
kurtulmak için sonuna kadar savaşacak olursak, gerçek de bizim için savaşacak
ve sonunda herşeyi yenecektir. O zaman belki de asıl fiziıkötesi
başlayacaktır.”
ESKİ SİMYA
METİNLERİ, MADDENİN anahtarlarının Satürn’de bulunduğunu kesinlikle söyler.
"Garip bir rastlantı, bugün nükleer fizikte bütün bilinenler de «satürn» tipi
atom tanımlamasına dayanır Nagasoka ile Rutherford’ a göre atom "bir
çekimi olan ve çevresinde dönen elektronlar çemberi bulunan bir merkezi
kitledir”.
http://upload.wikimedia.org/wikipedia/commons/thumb/b/b4/Saturn_%28planet%29_large.jpg/480px-Saturn_%28planet%29_large.jpg
“Dünyanın bütün
bilginleri atomun bu «satürn» biçimi kavramını mutlak bir gerçek olarak değil
de, en etkin çalışma varsayımı olarak benimsemişlerdir. Belki de geleceğin
fizikçilerine pek saflık gibi görünecektir bu tutum. Çekirdeği yöneten yasalar
bilinmemektedir. Nükleer güçler üzerine kesinlikle bilinen bir şey yoktur.
Bunlar ne elektrik ne manyetik yer çekimsel niteliktedir. Son benimsenen
varsayım, bu güçleri, notrön ve pröton anısında aracı taneciklere bağlar ve bu
taneciklere “mesonlar” denir.
http://regenerating-universe-theory.org/images/Meson.gif
http://regenerating-universe-theory.org/images/RadioGalaxy.jpg
Ama bu ancak bir
bekleyiş sayılır, iki, belki de on yılda, varsayımlar herhalde başka yönler
alacaktır. Herhalde şurasını belirtmelidir ki, bilginlerin nükleer fizik
yapmaya, ne zaman, ne de hak buldukları bir çağda yaşıyoruz. Temel araştırma
arka plâna atılmıştır. Önemli ve acele olan, eldeki bilinenlerden en çok yararı
sağlamaktır. Yapabilmek, bilmekten daha önemli geliyor. İşte simyacıların her
zaman bu yapabilme oburluğundan uzak tutmaya çabaladıkları anlaşılıyor.
Nereye varmış
bulunuyoruz?
Nötronlarla ilişki,
tüm elementleri radyoaktif hale getiriyor. Nükleer patlama deneyleri gezegenin
atmosferini zehirliyor. Geometrik artış gösteren bu zehirlenme, ölü doğmuş
çocukların, kanserin, löseminin, sayısını çılgınca arttıracak, bitkileri
bozacak, iklimleri altüst edecek, hilkat garibeleri yaratacak, sinirlerimizi
yıpratacak, bizi boğacaktır. Hükümetler ister totaliter, ister demokrat
olsunlar, vazgeçmeyeceklerdir, fiti nedenle vazgeçmeyeceklerdir: Birincisi,
kamuoyunun sorunu anlayamamasıdır. Kamuoyu, tepki gösterebilecek dünya
bilincine erişememiştir ki! İkinci neden ise, hükümet olmayışı, onun yerine
insan kapitaline sahip, tarih yaratmakla değil, tarihsel kaderin çeşitli
yönlerini ifade etmekle görevli adsız toplulukların bulunuşudur.
Oysa mademki
tarihsel kadere inanıyoruz, onun insanlığın tinsel yazgısının ancak bir biçimi
olduğuna ve bu kaderin de güzel olduğuna inanıyoruz demektir. Yani insanlığın
binlerce felâkete uğrasa bile dünya yüzünden silinmeyeceğine, ama çektiği
sonsuz ve korkunç acılardan sonra, «ilerlemekte» olduğunu sezince sevinçle
doğacağına ya da yeniden doğacağına inanıyoruz demektir.
Acaba iktidara
yöneltilmiş nükleer fizik, insanlığın genetik kapitalini boşu boşuna harcayıp
tüketecek mi? Belki de evet, birkaç yıl için. Ama bilimin, atmış olduğu
kördüğümü çözmeyi başaracağına inanmamak da elimizden gelmiyor.
Bugün bilinen
maddenin değiştirilmesi yöntemleri enerji ile radyoaktiviteyi boyunduruk altına
almaya yeterli değil. Bunlar dar sınırlara sıkıştırılmış ve dolayısıyla zararlı
sonuçlara, sınırsız olan değişimlerdir. Eğer
simyacılar yanılmıyorsa, kitle halinde değişim yaratmanın basit, ekonomik ve tehlikesiz
yolları vardır. Bugünkü fizik buna inanmıyor. Ne var ki nükleer güçlerin
niteliği ve çekirdeğin yapısı konusundaki bilgisizliğimiz, bizi köklü
olanaksızlıklardan söz etmemeye zorluyor. Eğer simyanın öne sürdüğü madde
değişimi bir gerçekse, çekirdeğin bizce bilinmeyen özellikleri var demektir. Bu
konu, simya edebiyatının ciddilikle incelenmesini gerektirecek derecede
önemlidir. Bu inceleme yadsınamaz gerçeklerin gözlemine götürmezse bile, hiç
olmazsa yeni düşünceler getirme ihtimali vardır ya... Ve zaten, iktidarın
iştihasına kurban olmuş, malzemenin büyüklüğü altında ezilip uykuya dalmış
nükleer fiziğin bugünkü durumunda eksikliğini duyduğu şey de düşüncedir.
Proton ile nötronun içerisinde sonsuz derecede karmaşık yapılar sezilmeye
başlıyor kimi temel yasalar çekirdeğe uygulanamıyor. Bir “antimadde”
den “karşıt – madde” den, görülebilen
evrenimizin içeriğinde birkaç evrenin bir arada yaşaması olasılığından söz
edilmeye başlanıyor ki böylelikle gelecekte her şey mümkün olabilir demektir.
Su da simyanın bir çeşit öç alması olacaktır.
Her şeyin zamanı vardır hatta zamanların birbirine karışmasının bile zamanı
vardır.
Kaynak: PAUWELS/BERGlER, EVRENİN
SAHİPLERİ (Le Matin Des Magiciens), Fransızca aslından çeviren; Nihal ÖNOL 1.
Baskı: Mart 1974
Açıklayıcı not:
http://upload.wikimedia.org/wikipedia/commons/thumb/d/d4/Frontispice_du_Myst%C3%A8re_des_cath%C3%A9drales.jpg/482px-Frontispice_du_Myst%C3%A8re_des_cath%C3%A9drales.jpg
[1] 20. yüzyılın başlarında yaşadığı tahmin
edilen fransız simyacı ve yazarın takma adıdır. gerçek adı bilinmemekle beraber
1922 yılında yazdığı Le Mystère Des Cathédrales isimli kitapla dünya
çapında pek çok kimyacının dikkatini çekmiştir. kendisinin öğrencisi olan
Eugène Canseliet'in bu kitaptan faydalanarak ustasından almış olduğu felsefe
taşını kullanıp 100 gram kurşunu altına çevirmeyi başardığı iddia
edilmiştir. Fulcanelli 1926 yılında
yaşadığı paris'ten ayrılmış ve 1936 yılına kadar onu gören kimse olmamıştır.
ikinci dünya savaşı sırasında alman gestapo
ajanları tarafından tüm Fransa’da didik didik aransa da izine ulaşılamamıştır.
"taş önce ağaç'a ve akabinde yıldız'a
nasıl dönüşür?" bilmecesiyle başlayan magnum opusu "katedrallerin
sırrı" isimli kitabında simyanın yanı sıra atomu parçalamaktan ve nükleer
enerjiden de bahsetmiştir.
1945 yılında Amerikan g-2generali, savaştan
önce nükleer enerjinin tehlikeleri üzerine Fulcanelli ile görüştüğü tahmin
edilen sovyet asıllı fransız kimyacı jacques Bergier ile konuşmuş ancak
Fulcanelli'nin yeri ile ilgili tatmin edici bir cevap alamamışlardır.
1953'te Fulcanelli'nin öğrencisi canseliet,
İspanya’da eski ustası ile görüştüğünü iddia etmiş ve 1926'daki son
görüşmelerinde 80'li yaşlarında olan Fulcanelli'nin en fazla 50 yaşında
göstermekte olduğunu vurgulamıştır. Fulcanelli'nin kimya konusunda eğitim
aldığı ustasının kim olduğu bilinmemekle birlikte; canseliet, en azından teorik
eğitimini 15. yüzyılda yaşamış alman kimyacı basil valentine'dan almış
olabileceğini iddia etmiştir. bir diğer iddia da kendisi gibi kimyacı olan
eşiyle birlikte çalışmış olabileceğidir.
1937 yılında Paris’te Bergier ile görüşen
Fulcanelli, nükleer enerjinin çok dikkatli kullanılması gerektiği konusunda
Bergier'nin asistanlığını yapmakta olduğu atom mühendisi André Helbronner'i
uyarmasını istemiş ve nükleer silahlanmanın gezegene verebileceği hasarlardan
da bahsetmiştir. Bergier'in felsefe taşıyla ilgili sorusunu da "asıl hedef
metallerin yapısını değiştirmektir lakin deneyi yapan kişinin de yapısı
değişir. bu, zaman içerisinde birkaç kişi tarafından tekrar tekrar
keşfedilebilen kadim bir sırdır. ne yazık ki sadece bir avuç insan bunda
başarılı olabildi." şeklinde yanıtlamıştır.
Brezilya'lı şarkı sözü yazarı paulo
coelho'nun 1986'da yazdığı ve eleştirmenler tarafından "bir fenomen"
olarak nitelendirilen simyacı* isimli kitabı Fulcanelli'nin öğretilerini baz
almaktadır.
Fulcanelli'yi canlı olarak gören son
insanlardan jacques Bergier 1978'de paris'te, Eugène Canseliet de 1982'de
savignies'de hayatını kaybetmiştir.
Fulcanelli'yi 1953'ten sonra gördüğünü
iddia eden kimse olmamış ve Fulcanelli, gerçek ismi de dâhil olmak üzere pek
çok sırla birlikte ortadan kaybolmuştur.
Canseliet'in öğrencilerinden biri olan
patrick rivière'e göre ise Fulcanelli 1923'te ölen fransız kimyager ve mucit
Jules Violle'nin takma adıdır.
Aralarında Fulcanelli'nin öğrencilerinden
eugène canseliet, Jean-Julien Champagne ve Jules Boucher gibilerinin de
bulunduğu heliopolis kardeşliği isimli, Fulcanelli'nin öğretilerini merkez alan
bir gizli örgütün vril topluluğu'nun bir kolu olarak çalışmalarına devam ettiği
söylenmektedir.
Biraz daha ayrıntılı bir bilgi için:
http://en.wikipedia.org/wiki/Fulcanelli
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar