SİNDRELLA KOMPLEKSİ- THE CINDRELLA COMPLEX: Women's Hidden Çağdaş Kadında Bağımsızlık Korkusu
Hzl. Collette
Dowling,
Hastalığımı
başkalarından gizlemeye çalışarak, üçüncü kattaki evimizde, ateşler içinde
yalnız yatıyorum. Oda büyük ve soğuk, saatler geçtikçe, tuhaf bir şekilde
rahatsız edici gözüküyor. Çocukluğumu hatırlıyorum: hassas, çaresiz, küçük bir
kız. Karanlık çökene doğru, ateşten değil, kaygıdan tam anlamıyla -perişan
oluyorum. Burada ne yapıyorum, böylesine yalnız, böylesine bağsız, böylesi
ne...havada? diye soruyorum. Bu kadar rahatsız, ailemden, yoğun ve yorucu
işimden uzak...ilgisiz... olmak ne kadar garip...
Düşüncelerin akışında bir kesinti oluyor ve her zaman yalnız
olduğumu kavrıyorum. Kaçınmak için onca çaba harcadığım bu gerçek, uyarıda
bulunmaksızın karşıma çıkıyor. Yalnız olmaktan nefret ediyorum. Keseli
hayvanlar gibi, bir başkasının derisinin altında yaşamak isterdim. Emniyette olmayı,
sıcak, bakılıp gözetiliyor olmayı, havadan, hatta yaşamdan daha çok istiyorum.
Beni şaşırtan bu olgu yeni değildi, oradaydı, uzun bir süredir benim bir
parçamdı.
Yatakta geçirdiğim o günden sonra, belli bir tarzda
yetişen ve kendimizden, sadece kendimiz sorumlu olduğumuz yolundaki yetişkin
gerçekliğini göğüslemekten aciz olan benim gibi binlerce kadın olduğunu
öğrendim. Bu görüşler konusunda çokça çene
çalıyor olabiliriz, ama içerden bunu kabul etmeyiz. Yetişme tarzımıza ilişkin
her şey, bize, bir başkasının parçası olacağımızı; ölene kadar mutlu evlilikle
korunacağımızı, destekleneceğimizi, dibe batmaktan kurtarılacağımızı söyleyip
durdu.
Elbette
hepimiz kendimize özgü yollardan, bu vaaddeki yalanı gördük. Ama ancak Yetmişli
yıllardan sonraki kültürel değişmeler sonucunda kadınlara farklı bir gözle
bakıldı, düşünüldü, davranıldı. Artık kendimizden farklı şeyler bekliyoruz.
Şimdi bize, eski kızlık rüyalarımızın cılız ve onur duygusundan uzak olduğu,
yapılacak daha iyi şeyler -para, güç ve koşulların en ele avuca sığmaz olanı,
yani özgürlük-bulunduğu söyleniyor: Kendi hayatımızla ne yapacağımıza, nasıl
düşüneceğimize ve neyi önemli bulacağımıza karar verebilme becerisi. Özgürlüğün
güvenceden daha iyi olduğu söylendi: güvence sakat bırakır.
Ama
çok geçmeden, özgürlüğün ürkütücü olduğunu anladık. Özgürlük bize, üstesinden
gelmek için kendimizi yeterli hissetmediğimiz olasılıklar sunar: terfi,
sorumluluk, erkekler önden gitmeden tek başımıza yolculuk etme, kendimize ait
arkadaşlar edinme şansı. Çok hızlı bir şekilde her türlü fırsat kadınların
önüne serildi, ama ayrıca bu özgürlük yeni beklentiler yarattı: artık büyüyüp,
"daha güçlü" olduğunu düşünmeyi tercih ettiğimiz birisinin kanatları
altında gizlenmekten vazgeçmemiz; "kocaların, ya da ailelerin," veya
öğretmenlerin değerlerine değil, kendi değerlerimize dayalı kararlar almaya
başlamamız yolundaki beklentiler. Özgürlük, yürekten ve kendimize karşı dürüst
olmamızı gerektirir. Ve birdenbire, zor olan şeyin bu olduğunu gördük; artık
"iyi eş," veya "iyi kız evladı," veya "iyi
öğrenci" maskesinin arkasında yakayı sıyıramayız. Kendi ayaklarımızın
üstünde durmak için otorite figürlerinden kopma sürecine girince, öğretilen
değerlerin bize ait olmadığını keşfederiz. Bu değerler başkalarına -canlı,
her şeyi kapsayan bir geçmişten gelen canlı insanlara-aittir. Sonunda gerçeğin
kavrandığı an gelir: "Gerçekte hiç bir inancını yok." Gerçekten neye
inandığımı bilmiyorum."
Bu,
ürkütücü bir an olabilir. Bir zamanlar o kadar emin olduğumuz her şey, sanki
heyelanla aşağı yuvarlanan toprak gibi ufalanır, bu da hiç bir şeyden emin
olmamamıza ve dehşete kapılmamıza yol açar. Eski ve modası geçmiş bu destek
yapılarının -artık inanmadığımız inançların-sersemletici kaybını yaşamak,
gerçek özgürlüğün başlangıcı olabilir. Ama bunun ürkütücü olması telaşla geri
kaçmamıza, güvenli, tanıdık, bildik bir yere sığınmamıza neden olabilir.
İlerleme
fırsatımız varken neden geri çekilme eğilimi gösteriyoruz? Çünkü kadınlar,
korkuyu göğüsleyip aşmaya alışık değildir. Bizi korkutan şeylerden kaçınmaya,
küçük yaşlardan itibaren, sadece kendimizi rahat ve emniyette hissetmemizi
sağlayacak şeyler yapmaya özendirildik. Aslında özgürlük için değil, bunun tam
tersi olan bağımlılık için eğitildik.
Sorun çocuklukta başlıyor. Emniyette olduğumuz, her şeyin başkaları tarafından
yapıldığı, ne zaman ihtiyaç duysak anneciğimize, babacımıza güvenebildiğimiz
çocukluğumuz. Geceleri, kabuslar, uykusuzluk, huzursuzluk, o gün yaptığımız
kötü bir şey, ya da yapmadığımız iyi bir şey için hayıflanma nedir bilmezdik;
yatağa uzanır, uykuya dalıncaya kadar rüzgarın okşadığı yaprak seslerini
dinlerdik. Burada, evcilliğe yönelik kadınsı itkimizle, bilincin hemen altında
yatıyor gibi gözüken çocukluğa ilişkin rahatlatıcı dalıp gitme arasında bir
ilişki olduğunu öğrendim. Bu, bağımlılıkla ilgilidir: birisine yaslanma,
çocukluğa dönerek, bir başkası tarafından beslenme, tehlikelerden korunma,
gözetilme ihtiyacı. Bu ihtiyaçlar, yetişkinliğimize dek uzanıp, kendine yeterli
olma ihtiyacımızla atbaşı bir şekilde, doyum ister. Bir noktaya kadar
bağımlılık ihtiyaçları, hem kadın hem de erkek için oldukça normaldir. Ama
göreceğimiz üzere kadınlar, çocukluktan itibaren sağlıksız ölçüde bağımlı
olmaya özendirilmektedir. Kendi içine bakan her kadın, kendine bakma, kendini
koruma, kendini ortaya koyma konusunda kendini rahat hissetmesi yönünde hiç bir
zaman özendirilmediğini bilir. Olsa olsa, içten içe, doğallıkla kendine yeterli
gözükmeleri nedeniyle oğlanlara (ve daha sonra erkeklere) imrenerek,
bağımsızlık oyunu oynamıştır.
Erkeklere bu öz-yeterliliği bahşeden doğa
değildir; eğitimdir. Erkekler, doğdukları
günden itibaren bağımsızlık için eğitilir. Tam
tersine kızlara ise bir çıkış yolları olduğu, bir gün, bir şekilde
kurtarılacakları öğretilir. Sanki anne sütüyle içimize yansıttığımız masal,
yaşamın mesajı işte bu. Bir süre kendi başımıza girişimlerde bulunabiliriz.
Okula, işe, seyahate gidebiliriz; hatta iyi para kazanabiliriz, ama bunun
altında, bağımsızlığımız konusundaki duygularımıza ilişkin sonlu bir özellik
yatmaktadır. Sadece idare et, çocukluk masalını ola-bildiğince uzat, nasıl olsa
bir gün birisi gelip seni içtenlikli (otantik) yaşamın kaygısından
kurtaracaktır. (Tek kurtarıcının, yani oğlanın öğrendiği şey, kendisiyle
ilgilidir.)
Size
kadınlardaki bağımlılık konusuna ilişkin girişimin, hem kişisel
deneyimlerimden, hem de sadece son günlerdeki bir deneyimimden kaynaklandığını
söylemem gerek. Uzun süre, Gelişmiş ve sahte bir bağımsızlık maskesiyle
-başkalarının bana bakması yolundaki (ürkütücü) arzumu gizlemek için yıllardır
kurduğum bir maskeyle-kendimi ve başkalarını aptal yerine koydum. Kılıf
öylesine inandırıcıydı ki, öz-yeterliliğimin ince cilasında can sıkıcı bir
çatlak yaratan bir şey olmasaydı, sonsuza kadar buna inanabilirdim.
Bu
olay yirmi beş yaşımda başıma geldi. Bir dizi olay, daha önce beslediğimin
farkında bile olmadığım duygulan keşfetmeme neden olmuştu; bunlar, işler sapa
sardığı, yani yaşamın gereklerinin, sadece vaktinden önce gelişmiş bir kızın
oyunlarla durumu idare edebildiği bir dünyadaki akımları değil, gerçek, nedensel,
erişkin gerekleri gibi gözükmeye başladığı zaman durumu kontrol altına alması
için bir başkasını kullanmak için her şeyi yapabileceğim kadar güvenliğimi
tehdit eden derin ve gizli beceriksizlik duygularıydı.
1975
yılında, tek ebeveyn olarak hayatımızı kazanmak için tek başıma çalıştığım dört
yıllık bir mücadele dönemini ve New York'u terkederek çocuklarımla birlikte,
Manhattan'ın 150 km. kadar kuzeyinde, Hudson vadisinde küçük bir taşra köyünde
yaşamaya başladım. Kusursuz bir arkadaş gibi gözüken dengeli, zeki, son derece
neşeli bir erkekle tanıştım. Kendimize arazisi, bahçesi ve meyve ağaçları olan
büyük, güzel bir ev kiraladık. Yeni coşkunluğumun etkisiyle, bu küçük Rhinebeck
köyünde hayatımı kazanmak için yazmanın, Manhattan metropolünde olandan daha
zor olmayacağına inandım. Beklemediğim,
gömemediğim şeyse, evimi tekrar bir erkekle paylaşmaya başlar başlamaz hırsımın
şaşırtıcı bir şekilde çökmesiydi.
Bilinçli
bir karar vermeksizin, hatta farkında bile olmaksızın hayatım dramatik ölçüde
değişti. Eskiden, on yıl önce geliştirmeye başladığım bir kariyerde, günde
birkaç saat yazı yazardım. Rhinebeck'te ise zamanımın tamâmını evişleri -o
mutluluk dolu evişleri-alıyor gibiydi. Yıllarca, vakit bulamadığım için
alıştığım hazır yemekleri bir yana bırakıp tekrar yemek pişirmeye başladım.
Köye taşınışımızın altıncı ayında beş kilo almıştım. Değişiklikten memnun,
"sağlıklı," diyordum kendi kendime. "Hepimiz çok
rahatladık." Kumaş gömlekler, bol elbiseler giymeye başladım. Sürekli
oyalanıyordum: saksı ha-zırlıyor, ocak yakıyor, pencereden dışarıyı izliyordum.
Zaman uçuyor gibiydi. Tantanalı sonbahar günleri yerini kışa bırakınca ben de
bot ve palto giyip odun kırmaya başladım. Sabahları uyanmayı zor bulmama
rağmen, geceleri deliksiz uyuyordum. Beni yataktan kalkmaya zorlayan hiç bir
şey yoktu.
Ev
kadınlığına sığınışım, olduğundan -bir işaret-daha rahatsız edici olmalıydı.
Her şey bir yana, kendimi geçindirme becerisine sahiptim; aslında dört yıl
boyunca yaptığım da bu olmuştu. Ah, tehlikelerle dolu; her gün zorluklara göğüs
gerdiğim dört yıl. Çocuklarımın babası, destek olamayacak kadar hastaydı, bu
nedenle faturaları ben ödüyordum. Ama çoğunlukla
korkuyordum: beklenmedik bir şekilde artan fiyatlardan, ev sahibinden, her ay,
her yıl, ayakta kalıp hepimizi geçindirecek parayı kazanamamaktan korkuyordum. Becerilerim
konusundaki derin kuşkularım, bana ne garip ne de şaşırtıcı geliyordu. "Bekar
annelerin" çoğu böyle hissetmiyor muydu?
Bu
nedenle o görkemli, o bağbozumu sonbaharda köye taşınışımız, bulanık bir
şekilde, "mücadelem" dediğim şeyden rahatlatıcı bir kurtuluş gibi
geldi. Talihim beni çocukken yaşadığımdan pek farklı olmayan bir iç dünyaya
götürmüştü: çilekli pastalar, temiz yorganlar, ütülü yazlık giysiler. Şimdi ise
arazim ve çiçeklerim, yığınla odası, küçük ve rahat pencere önleri, tenha
köşeleri bulunan büyük bir evim vardı. Yıllardan beri ilk kez kendimi emniyette
hissederek, çocukluğun en olumlu yanlarına ilişkin bir tür "perde
anı" olarak varlığını sürdüren dingin bir evcil yaşamı kurmaya başladım.
Bulabildiğim en yumuşak tüylerle ve pamuklarla tecrit ederek kendime bir yuva
yaptım.
Ve
içine gizlendim.
Akşamları
gösterişli yemekler yapıp gerçek bir yemek odasının masasına gururla
seriyordum. Gündüzleri çamaşır yıkıyor, bahçede çalışıyordum. Geceleri ise
yardımcı rolü oynayarak Lowell'in yazılarını daktilo ediyordum. Gariptir, on
yıldır profesyonel olarak yazmama rağmen, sanki yapmam gereken şey bir
başkasının yazılarını daktilo etmekmiş gibi geliyordu. Doğru... geliyordu
(şimdi bununla güvenceyi ve rahatlığı kastettiğimi biliyorum). Aylarca böyle
sürdü. Lowell, oturma odasında şöminenin önündeki büyük masasında yazı yazıyor,
telefon görüşmeleri yapıyor ve işlerini yürütüyordu.
Bense
zamanımı kızımın yatak odasının duvarlarına dekoratif kağıtlar asmakla
dolduruyordum. Sık sık, kendi masama gidip birşeyler yazmaya çalışıyor, ama
kağıtlarla oynuyor, dalgın, gelişigüzel düşünüyordum. Yazı teklifleri için
ilişkilerimi kaybetmiş gibi olduğum için zaman zaman kendimi hayal kırıklığına
uğramış hissetsem de, "şansım dönecek," diyordum.
Oysa
bu bir şans sorunu değildi. Bilinç düzeyinde farkında olmamama rağmen, kendime
ilişkin görüşüm büyük ölçüde değişmişti. Lowell'e yönelik beklentilerim de.
Kafamda o tedarikçi olmuştu. Ben? Bense kendimden sorumlu olmak için kısmen
kendi irademe karşı mücadeleden yorgun düşmüş dinleniyordum. Özgür kadın bunu
hiç hayal etmiş miydi? Birisine yaslanma fırsatı yakaladığım an, ilerlemeyi
bırakmış, aslında yolun sonuna gelmiştim. Artık hiçbir karar vermiyor, hiçbir
yere gitmiyor, hatta arkadaşlarımla görüşmüyordum. Altı ay içinde kariyerimle
ilgili tek bir iş yapmamış, ya da bir yayıncıyla sözleşme yapmaya çalışırken
yaşanan türden bir mücadeleye girmemiştim. Elveda bile demeden, kadının
geleneksel yardımcı rolüne dönmüştüm. Ayak işçisi. Katip. Bir başkasının
rüyalarının daktilosu.
Çeyrek
yüzyıl önce Simone de Beauvoir'nın de ustaca gözlediği gibi, kadınlar,
"otantik (içtenlikli) varoluşa soyunmanın içerdiği gerilimden kaçınmak
için," boyun eğmeci bir rolü benimsemektedir. Bu stresten kaçış gizli
hedefim olmuştu. Geri çekilmiş, aslında daha kolay olması nedeniyle, gerçekte
büyük bir küvet dolusu ılık suya gömülmüştüm. Çünkü çiçek yastıkları
hazırlamak, alışveriş yapmak ve iyi (ve geçimi sağlanan) bir "partner"
olmak, kendi başının çaresine bakan yetişkin yaşamında olmaktan daha az kaygı
vericiydi.
Ama
Lowell "geleneksel erkek" denilebilecek birisi değildi, çünkü
bendeki bu gerilemeyi desteklemiyordu. Sanki giderek kalıcı bir eşitsizliğe
dönüşmesinden ötürü mutsuz (o faturaları ödüyor, bense yatakları yapıyordum)
olup konuyu bana açtı: eve hiç maddi katkıda bulunmadığımı söyledi. Mali açıdan
her şeyi o karşılıyordu (kendinin yanı sıra bana ve üç çocuğuma bakıyordu) ve
ben, bu eşitsizliğin farkındaymış gibi bile gözükmüyordum. Bunun kendisini
yaraladığını, onun yardımcı olma arzusunu kötüye kullanıyor gibi gözüktüğümü
söyledi.
Pazarlığın
bana düşen kısmını yerine getirmediğim iddiası beni çileden çıkardı. Daha önce
hiçbir erkek böyle bir iddiada bulunmamıştı. Onun için yaptığım onca şeyin,
çekip çevirdiğim evin, yaptığım o harika keklerin ve tortaların kadrini
bilmiyor muydu? Hafta sonu için arkadaşlar geldiği zaman yatak örtülerini
değiştirip konuk odalarını temizleyenin ben olduğumun farkında değil miydi?
Evdeki ayarlamada "boktan işlerin" çoğunu
benim yaptığım doğruydu. Ve
tartışmaya bile gerek kalmaksızın bu işleri gönüllü olarak üstlendiğim de
doğruydu. İçten içe, angarya işleri yapmayı istiyordum. Angarya işler sonsuz
ölçüde emniyetlidir. Buna karşılık olarak insafsız ölçüde yüksek bir bedel
alabilirsiniz: kadının istediği her şeyi.
Lowell’le
birlikte New York'tan ayrılıp taşrada bir yere taşınma kararı verirken,
anlaşmamız, herkesin kendini geçindirmeyi sürdürmesiydi. Bunu bozmak ne kadar
kolaydı. Dergi makaleleri ve kitaplar için öneri hazırlıkları yapıyordum, ama
duygusal olarak da entellektüel olarak da işimle ilgilenmiyordum. Şimdi geri
dönüp baktığımda, aslında çalışma ihtiyacı duymamış olmam beni şaşırtıyor.
Bunun yerine, bir eş olmanın lüksünün tadını çıkarıyordum. Lowell ise
"adil değil," diyordu. Ve ben, "Adil olmayan ne? Böyle olması
gerekmiyor mu?" diye düşünüyordum.
İçsel
bir dönüşüm gerçekleşmişti. Yalnızken ve çocuklarıma ve kendime bakma ihtiyacı
açık ve netken, kariyerimi sürdürmeyi ve en azından bağımsız davranmayı
başarmıştım; ama Lowell işin içine girince gerilemiştim. Tıpkı dokuz yıllık
evliliğim sırasında olduğu gibi bağımlı birisi gibi düşünüp, hissedip hareket
etmemden çok uzak değildi. Bunu farketmek gerçek bir darbe olmuştu. Kendi
bağımlılık duygularımdan nefret ettiğim için evliliğime son vermiştim. Hayatım
boğucu ve kısıtlayıcı olmuş, ben de özgürlüğü seçmiştim. Şimdi ise sil baştan
yaşıyordum, tek fark, durumu tatlılaştıran bahçe, şömine ve büyük bir evdi.
Durumun
ekonomisi, olup biten için belirleyiciydi. Bütün faturalarımızın ödenmesi
sorumluluğunu Lowell'in omuzlarına yıktığım için, hayat kazanmanın ne kadar
büyük bir kaygı içerebildiğinden kesinlikle habersizdim. Bunu şimdi bile kabul
etmek benim için zor, ama Lowell'i kullanıyordum. Kendi refahımdan sorumlu
olmanın içerdiği stresi istemiyordum. Ayrıca derinlerde bir yerde, sadece bir
erkek oluşu nedeniyle Lowell'in daha çok çalışması ve daha çok riske atılması
gerektiğine inanıyordum. En azından kısmen yaşamımı kolaylaştırması yüzünden, buna
inandım. İlişkinin sömürücü yanı burada devreye giriyor. (Ayrıca, sanki
yetişkin ekonomisinin ortak pazarına gerçekten dalıp orada kaldığım taktirde
kadınca olmaktan çıkacakmışım gibi, işe yönelik gerçek, yürekten bir katılımda
tamamen "kadınca" olmayan bir şeyler olduğuna inanıyordum. Sonunda
temelde irdelenmemiş olan bu küçük kuşku, bağımsızlık mücadelemde şaşırtıcı bir
rol oynayacaktı.)
Lowell,
ayda bir kere çek defterini çıkarıp kira, elektrik, su ve yakıt faturalarını
ödüyordu. Ayrıca arabayla ilgileniyordu. (Bu anlamda arabayı da o kullanıyordu;
araba kullanmaktan korkuyordum ve kullanmasını öğrenemiyor, öğrenmek de
istemiyordum.) Lowell'in çabalarında ona ne kadar destek olduğumu göstermek
için, eve kişisel hiç bir şey (makyaj malzemesi, giysi, takı) almıyordum.
Tavanarasında bulduğum eski şeylerden dekoratif süslemeler yaptığım içir
kendimle gurur duyuyordum. Parayla ilgili şeylere olan uzaklığım, temel bir
yoldan yaşamdan uzak kalmamı mümkün kılıyordu. "Çalışmak
isterdim," diyordum ısrarla Lowell'e. "Birisi bana bir iş
verdikten sonra, yazmaktan mutluluk duyarım. Fikirlerimin sonuçsuz kalması
benim suçum mu?"
"Böyle devam edersen ne olacak?" diye sordu bir yılın sonunda. "Ne olacak?"
Bu
"ne olacak?" sorusu iliklerimi dondurdu. Bu, bana yönelik duygularının
derin olmadığının bir kanıtı gibi geliyordu, yoksa niye beni böyle zorlasındı
ki? Bağımlılığımın kaba bir şekilde açıklık kazanması için, o yıl üç-dört ay
bir hausfrau (Alm. Evkadını, Ç.N.) rolü oynamam yetti. Mutluluk verici
evcilliğim bir gecede uçup gitti ve yerini, kışın gölün üzerini kaplayan buz
gibi, soğuk bir depresyon aldı. Her şeyden önce, çok az şeye hakkım olduğunu
hissettim. Farkında bile olmadan, her şey için Lowell'den izin almaya
başlamıştım. Bir arkadaşımı görmek için geç saatlere kadar Manhattan'da kalsam
rahatsız olur mu? Cuma akşamı sinemaya gidebilir miyiz?
Kaçınılmaz
olarak saygı gelişti: bana destek olan erkeğin beni yıldırdığını hissetmeye
başladım. Derken en aptalca şeylerden ötürü onu eleştirip suçlayarak onda hata
bulmaya başladım. Bu, kendimi ne kadar güçsüz hissettiğimin emin bir
göstergesiydi. Lowell'in insanlarla daha rahat olmasına, ister iş, ister sosyal
içerikli olsun, al-ver ilişkilerindeki ahenkli salınımına içerliyordum.
Lowell,
her köşe başında onu bekliyor gibi gözüken başanya doğru ileri atılırken, ben,
depresyon ve kaygı hissediyor, geceleri uyumakta güçlük çekiyordum. Seks için,
ya da daha kesin olmak gerekirse, seksin sağladığı temas için çırpınıyordum,
çünkü diğer her şeyle birlikte cinsel çekiciliğim konusunda da kuşku duymaya
başlamıştım. Bu dönem olsa olsa, öz-imajımın tamamının felce uğradığı bir dönem
olarak tanımlanabilir. Bir yazar olarak, dünyada kendi yolunu çizebilecek bir
insan ve -kaçınılmaz olarak-bir aşık olarak kendime güvenimi kaybetmiştim.
Belki
de en semptomatik olanı, kişinin olaylardaki mizahı görmesini mümkün kılan
perspektifi kaybetmemdi. Kısır bir döngü işliyordu; kendime saygımı
kaybetmiştim ve işleri yoluna koyamıyor gibiydim. Korkudan sinmiştim ve
doğrulmanın tek yolunun, birinin beni kaldırımsı olduğunu düşünüyordum.
Lowell'in, içinde bulunduğum çıkmazı görüp anlamasını istiyordum. Hayatımdaki
bütün olayların, bir gün kendi başıma ayakta durma olasılığına karşı harekete
geçtiğini görmesini istiyordum. Buna derinden inanıyor; sanki hayatım boyunca
beni etkileyecek bir şekilde sakatlanmışım gibi bir duygu taşıyordum.
"Ne yapayım böyle yetiştirilmişim," diyordum.
"Hiç kimse benden hayatımı kazanmamı beklemedi, şimdi bunu ben kendimden
nasıl bekleyebilirim?"
"Doğru
değil," diye karşılık veriyordu. "Yalnız olduğun onca yıl hayatını
çok iyi kazanıyordun. Şimdi benimle yaşıyorsun ve felçli gibisin. Bunda bir
terslik var."
En
kötü tarafı da, entellektüel olarak ikimizin de aynı şeye inanmamızdı. Her
ikimiz de kadınların kendilerinden sorumlu olması gerektiğine inanıyorduk. Bu
kadar hızlı nasıl geriledim? Bana ne oldu?
Öğrenecek
çok şeyim vardı. Yaşadığım güçlüklerin birçoğunun başlangıcı çocukluğuma dek
gidiyordu. Yine de bu noktada bırakamazdım. Nasıl olduysa, onca acıya ve
karışıklığa rağmen, şeylerin olduğu gibi kalmasında benim de parmağım olduğunu,
olaylara bakış açımda bazı çarpıtmalar bulunduğunu ve bu çarpıtmaları aktif
olarak koruduğumu farkettim.
Elbette
Lowell’le olan ilişkim de çarpıtılmıştı (o tedarikçiydi, ben de korunan).
Kendimle olan ilişkim de. Bir şekilde kendimi Lowell'den daha güçsüz, daha az
becerikli görüyordum. Bu, büyük bir çarpıtmaydı ve başka çarpıtmalara yol
açıyordu: Lowell bana bakmalıydı. Evet, bu, zayıfın ya da (kendini ısrarla
böyle görenlerin) çarpık ahlak anlayışıdır. Güçlü olan, bizi sürüklemekle
"yükümlüdür"; bunu yapmadıkları taktirde, sayısız yoldan, onlara
bunsuz yaşayamayacağımızı anlatıp dururuz.
Kendi
yaşamımın sorumluluğunu almak zorunda olduğum düşüncesine öfkelendiğimi, beni
"zorladığı" için Lowell'e kızdığımı farkedince kendimi utanmış ve
derinden yalıtılmış hissettim. Nasıl olur da bağımsızlıktan korkarım? Feminizm
söz konusu olduğu sürece, buz çağına dönmüştüm. Benim gibi, bağımlı olmayı
bağımsızlığa tercih eden başka kimler vardı ?
En
çok korktuğum ve yalnızlık hissettiğim o dönemlerde yazma itkisini duydum. Bu
kez istisna değildi. Belki yaşadıklarımı anlatırsam benim gibi başkalarının da
olduğunu öğrenirdim. Dünyada yalnız, çaresiz, bağımlı bir uyumsuz, bir anormal
olabileceğim düşüncesi ürkütücüydü.
Bu
duygulan yazmaya başlayıncaya kadar, bunları birisiyle tartışacak gücü
toplayamadım. Daha önce bu tür şeylerden söz edildiğini hiç duymamıştım.
Yazdığım makaleyi anlattığım zaman beni anlamamış gibi gözüken anlayışlı bir
editör beni hayal kırıklığına uğrattı. Derin bir nefes alıp tekrar denedim,
çünkü doğrusu bu vatandaş anlamadıktan sonra başka hangi editör anlardı,
bilmiyordum. Köye taşındıktan sonra yaşadıklarımı ve bunları neden yazmak
istediğimi baştan anlatmaya başlayınca tekrar aynı duygulara gömüldüm. Bir şey
öğrenmiştim, bir şey biliyordum ve bir başkasının görmediği bu şeyin gözardı
edilmesine izin vermeyecektim. Adama, yaşadığım ve öğrendiğim şeyin önemli
olduğunu anlattım. Göğüslediğim sorunları öğrenmek özellikle kadınlar için
önemliydi. Deneyimim, gerçek ve felç edici bir gerçeği, kadın hareketinin henüz
kavrayamadığı ruhsal bir olguyu ortaya çıkarmıştı: yayınlamasını istediğim
makale, kadınların, yaşamdaki bağımlı konumlarını korumaktan kazandığı şeyleri
(iyi şeyler, yani psikiyatristlerin "tali kazançlar" dedikleri
şeyleri) anlatıyordu.
"Sanırım
neden söz ettiğini anlamaya başladım,” dedi editör.
Bir
ay sonra New York dergisi makalemi, "Özgürleşmenin Ötesinde: Bağımlı bir
Kadının İtirafları" başlığıyla kapak konusu yaptı. Aldığım mektup yağmuru
bir vahiy gibiydi. Daha önce de okurlardan mektup alırdım, ama hiç birisi bunun
gibi bir bam teline dokunmamıştı. Nefes nefese bir rahatlamayla kendi
yaşadıklarını anlatmadan önce, "yalnız değilsin," diye yazıyorlardı.
Postacı
her gün yeni bir parti mektup getiriyor, bense bunları alıp evin arkasındaki
küçük balkonda okuyor, ağlıyordum. Mektuplar, ülkenin her tarafından, otuzlu,
ellili yaşlardan, kariyer sahibi, ya da kariyer sahibi olabilecek veya eskiden
kariyer sahibi olmuş kadınlardan geliyordu. Hepsi de aynı kaygıları yaşıyordu;
master programları, iyi işler, dolgun maaş yoluyla kendi bağımsızlıkları için
mücadele ediyor, yine de alttan alta içerleme duyuyorlardı. İçerleme, öfke ve
berbat, acı verici bir karışıklık, bir "gerçekten böyle mi yaşanması
gerekiyor?" duygusu.
"Bir
gazetede yıllarca çalıştıktan sonra, işimi bırakıp serbest çalışmaya karar
verdim," diye yazıyor Santa Monica'lı bir kadın. "Güvenebileceğim
kocamın maaşı vardı, haksız mıyım?"
En
azından potansiyel olarak iyi bir hareket, ama her şeyden önce bu hareketi
yapabilmek için içten içe yaslandığı erkeğe yönelik korkunç bir çatışma yaratan
bir hareket. O günden sonra, "ona yaslanmam konusunda tam bir suçluluk
duygusuyla, bu hakkı sorgulayabileceği konusundaki içsel bir öfke arasında
mekik dokudum," diye yazıyor.
Tek
başına ayakta durma arzusuyla, "duruma bağlı olarak" birisine
yaslanma arzusu arasındaki çatışma (Pazar günleri kiliseye gitme konusunda
çıkar yönelikli gizli bir güdülenimi olan bazı insanlarda olduğu gibi), kronik,
tüketici bir ikilik yaratır. Kendini "iki evlilikten tahliye olmuş"
birisi olarak tanımlayan, iki çocuk yetiştiren ve daha sonra hukuk öğrenimine
geri dönen otuz dört yaşındaki bir kadın, "aynı anda hem bağımlıktan hem
de bağımsızlıktan nefret edip korktuğu nevrotik bir çıkmaza" umutsuzca
takılı kaldığını görür. Kısa bir süre devlet dairesinde çalıştıktan sonra,
kendi işini kurmaya karar verir ve ondan daha tecrübesiz olan erkek bir ortakla
iş kurar. Sorumluluğa yönelik tutumları arasındaki farkın dikkate değer
olduğunu söylüyor. "Ta başından itibaren, yapılması gerekeni yapacağından
emindi. Benim için böyle bir netlik söz konusu değildi. Ne zaman yeni bir
durumla karşılaşsam, hâlâ, kaçıp beni koruyacak bir erkeğin kanatlarının altına
gizlenmenin hesabını yapıyorum. Ne kadar kolay düşülen bir tuzak. Ve ben, bu
şekilde kullanabileceğim birisi olduğu zaman ne kadar tembel ve bağımlı
oluyorum!"
Kurtarılma arzusu. Bunu her zaman bu hanım kadar net
algılamayabiliriz, hepimizin içinde vardır, en az beklediğimizde ortaya çıkar,
rüyalarımıza sızar, hırsımızı köreltir.
Kadının kurtarılma arzusunun, kadının ve çocukların vahşilerden korunması
için erkeğin fiziksel gücüne ihtiyaç duyulduğu mağara günlerine dek
götürülebilir. Ama bu arzu artık uygun veya yapıcı değildir. Kurtarılmaya
ihtiyacımız yok.
Bugünün
kadını, iki ateş arasında, eski ve yeni radikal sosyal görüşler arasında
kalmıştır, ama işin doğrusu artık eski "rolümüze" dönemeyiz. Bu
işlevsel olmadığı gibi gerçek bir seçenek de değil. Böyle olduğunu
düşünebiliriz, isteyebiliriz, ama değil. Artık beyaz atlı prensler yok. Mağara
adamı şimdi daha küçük ve daha zayıf. Aslında, çağdaş dünyada yaşamak için
gerekenler açısından, erkek gerçekten de bizden daha güçlü, daha zeki veya daha
cesur değil.
Ama
daha tecrübeli.
Tıpkı
volkanik değişmenin ateşi gibi, bu uğultular da uzun süredir alttan alta sürüp
gidiyordu. Toplumsal değişmeler bir gecede olmuyor. Kadınların
"rolü," kadının özgürleşme hareketine ad konmadan önce değişme
sürecine girmişti. Kadınların artık güvencede olmadığı, önümüzdeki yolun pek de
net olmadığı gerçeği, yetişmekte olan bizleri bildiğimizden daha çok korkutmuş
olabilir. Bir şeyler oluyordu, ama ne biz, ne de ailelerimiz ne olduğunu
bilmiyordu. Kırklı ve ellili yıllarda ailelerin çoğu, kızlarını yetiştirme
konusunda başarısızdı, çünkü ne için yetiştirdiklerini bilmiyorlardı. Elbette
bağımsızlık için yetiştirmiyorlardı.
Birçok
kız gibi ben de lise yıllarına kadar aldatıcı bir tür havailik maskesi
-psikiyatristlerin "karşı-fobik maske" olarak tanımakta zorluk
çekmeyeceği bir şey geliştirmiştim; bu, korkuyu ve güvenliksizliği saklamak
için geliştirilen bir tür kabuktu. Bir şeyler, kim olduğuma ve hayatımda ne
yapmak istediğime, genelde kızların ne işe yaradığına ilişkin bir karışıklık,
özgüvenimi sabote ediyordu. Ama bütün bunlar örtü altındaydı. Öğretmenlerime
karşı saygısız, erkeklere karşı alaycıydım. Üniversitede ustaca tartışmayı
öğrendim. Yıllar sonra, İnsan Gelişimi Hareketi ortaya çıktıktan sonra,[ Bir tür hümanistik grup terapisi ] kendi karşılaşım
grubumun yıldızı olmuştum; "dürüstlüğümde" katı, yüzleştirmeci,
neredeyse kabadayıydım. Sokaklarda yetişen ve on yedi yıl hapis yatan ve grupta
muhalif olan bir zenci, karşılaşım grubumuzun seanslarında kendisinin bile
benden korktuğunu söyledi. Ah, ne güç; ne nefes kesici özerklik.
Bu
"özerklik" çökmeye başlayınca, beni
tanıyanlar şaşkına dönmüştü. "Ama sen hep çok güçlü, çok sıkı
birisiydin," diyorlardı.
Evliliğim
yıkıldıktan sonra fobik olunca (kaygı ve vertigo nöbetleri yüzünden sokağın
öteki ucuna zor yürüyordum), eski görünürdeki gücümdeki bu ani değişme beni de
şaşırtmıştı. Güçlü değil miydim?. "Bütünleşmiş" değil miydim?
Yıllarca neredeyse tek başıma ailemi ayakta tutan ben değil miydim?
Geriye
dönüp bakınca, iç benliğimle dış benliğim arasında potansiyel olarak yıkıcı
olan bir tutarsızlığın belirtilerinin sürekli varolduğu şimdi bana açık
geliyor. Dış benliğim "güçlüydü, bağımsızdı" (özellikle de
kadınlardan beklenen şeyle kıyasla). iç benliğimse kuşkuya boğulmuştu;
öz-gizleyiciydi. Üniversitede tuhaf, olabildiğince çabuk unutmaya çalıştığım
bir olay olmuştu. Bir Pazar günü ayin sırasında birden kiliseden kaçma
dürtüsüne kapıldım. Debdebe, tütsü, törenin uzak resmiyeti, eşi görülmemiş bir
kaygı ve bunaltıyla terlememe neden olmuştu; bu, ilk "panik
nöbetimdi." Sersemletici dalgalar içimi dövdükçe, düşmemek için önümdeki
peykeye yaslanırken, bana ne olduğunu merak ediyordum.
Kiliseden
ayrılacak cesareti bulmam sanki asırlar aldı. Şimdi düşünüyorum da bu ayrılma
daha büyük bir ayrılışın, Katolizm törenlerinin, sığınmam için her zaman orda
olmayacağının içime doğmasının bir sembolüydü. Sığınabileceğim başka bir şe\j
olacak mıydı?
Bu
konuyu yıllarca düşünmemeye karar vermiştim. Hayatımın ilk erkeği, yani kocam,
bana bakabilecek durumda değildi, en azından duygusal açıdan. Kendi ruhsal
sorunları, bana özlediğim ve bir başkasından geleceğine inandığım içsel
güvenceyi sağlamak şöyle dursun, istikrarlı bir ilişkiye katkıda bulunma
yetisine bile engel oluyordu.
Hayatımdaki
ikinci erkek, yani Lowell ise, benim sorumluluğumu üstlenmeyecekti (daha
doğrusu geleneksel üstlenmiş gibi yapma rolünü oynamayacaktı). Kendi
sorumluluğunu üstlenen bir kadın istediği konusunda kafası çok netti, benimse
onu istediğim konusunda kafam netti. Ona bir erkeğin yapması gereken şeylere
ilişkin eski, önyargılı görüşlerimi benimsetemeyeceğim gerçeği, bazı yıkıcı
tutumlarımı değiştirmeme yol açan ruhsal bir çıkmaza yol açmıştı.
Yakın
gelecekte beni bekleyen şey, kendime olan inancımın ilk kaba temellerini bir
araya getirmekti. Bununla yetişmemek tuhaf geliyor, ama böyle yetişmedim.
Ayrıcalıklı bir toplumda üniversite profesörü olan bir babası ve mükemmel, hoş
bir annesi olan ayrıcalıklı bir kızın, böylesine keskin ve derin bir öz-aşağılama
mizacı geliştirmesi garip, ama böyleydi. Zekâmdan kuşkuluydum. Cinsel
çekiciliğimden kuşkuluydum. İşte gördüğünüz gibi o lanet olası çifte açmaza
girmiştim: kendi hayatımı kendi başıma yönlendirmek (yeni rol) için kendi
yeteneğime güvenim yoktu, ama ayrıca bir erkeği baştan çıkarıp kendine patron
ve koruyucu yapmak olan kadının eski rolünde başarılı olma yeteneğim konusunda
da yukarıdakine eşdeğerde kuşkuluydum. Çağdaş birçok kadının üstüne çullanan
cinsel kimlik karışıklığıyla eli kolu bağlı, farkına varmadan, yerimin ne
olduğunu hiçbir zaman bilemedim. "Doğru" şeyleri yapmakla,
üniversiteye gitmekle, bir derginin kadrosunda çalışmakla, işten ayrılıp çocuk
yapıp onları büyütmekle ve yavaş yavaş, çocukların uyku zamanlarında, uygun
olmayan saatlerde tekrar çalışmaya başlamakla geçen onca yıl, temelde
çatışmayla geçti. Dünyadaki "rolümü" görünürde rahat kabullenişimi
onaylayan akrabaların kafa sallamasına ve kek getirmesine rağmen, sadece
kadınların bildiği garip bir tür davranış yöntemiyle geçen onca yılda,
kendimden saklandım.
Nem
York makalesine yönelik tepkilerin de gösterdiği üzere, benim gibiler vardı:
kendilerini bağımlı, engellenmiş, kızgın hisseden kadınlar. Bağımsızlığı
özleyen, ama sonuçlarından korkan kadınlar. Aslında korku, özgürleşme çabasında
onları felç ediyordu. Sorun şuydu: neden kimse
bundan söz etmiyor? Daha kaç kadın bu sessiz karışıklığı yaşıyor? içsel bir özgürlük korkusu kadınlarda salgın bir hastalık
mı?
Hem
teorileri hem de gerçekleri istiyordum. Kadınların kendi yaşamlarından söz
ettiğini duymak istiyordum, çünkü şimdi özgür olmakta özgür olduğumuz
varsayılıyor. Sözü edilmeyen, ya da üzerine yazılmayan, makalelerde,
araştırmalarda eksik kalan bir şeyler olduğunu hissettim.
Bağımsızlıktan
kaçmaya yönelik ruhsal ihtiyaç ("kurtarılma arzusu"), bana önemli bir
konu gibi, belki de bugünün kadınının karşı karşıya olduğu en önemli konu gibi
geldi. Erkeğe bağımlı olacak ve erkeksiz kendimizi çıplak ve korkmuş hissedecek
şekilde yetiştirildik. Bize, kadınların tek başına ayakta duramayacağı, çok
hassas, çok kırılgan, korunması gereken cins olduğu öğretildi. Şimdi ise bu
aydınlanma günlerinde entellektüellerimiz kendi ayaklarımızın üstünde durmamızı
söylediği zaman, çözülmemiş coşkusal sorunlar bizi aşağı çekmektedir. Aynı anda
hem bağsız, özgür olmayı, hem de yaşamımızı bir başkasının üstlenmesini
özlüyoruz.
Kadının
bağımlılık eğilimleri çoğunlukla derinlere gömülüdür. Bağımlılık korkutucudur.
Bu bizi kaygılandırır, çünkü kökleri, gerçekten çaresiz olduğumuz
çocukluğumuzda yatar. Bu ihtiyaçları kendimizden saklamak için elimizden geleni
yaparız. Özellikle şimdi, bağımsızlığa yönelik sosyal destekli bu yeni
hareketle birlikte, bu parçamızı hapsetmeyi, susturmayı kışkırtıcı buluyoruz.
Derinlere
gömülen ve inkâr edilen bu parçamız, dert kaynağıdır. Bu parça, fantazilere ve
rüyalara sızar. Bazen fobi biçiminde ortaya çıkar. Kadınların (sadece
bazılarının değil, özünde hepsinin) düşünme, hareket etme ve konuşma tarzını
etkilemektedir. Gizli bağımlılık ihtiyaçları, elbise almak için kocasından izin
istemesi gereken korumalı ev-kadını için de, kocası kent dışında olduğu için
uyuyamayan dolgun maaşlı kariyer kadını için de sorun yaratmaktadır.
Bağımlılığı araştıran New York'lu bir psikiyatrist olan Alexandra Symonds,
bunun, tanıdığı kadınların çoğunu etkileyen bir sorun olduğunu söylüyor.
Dışarıdan son derece başarılı gözüken kadınların bile, "kendilerini
başkalarının egemenliğine bırakmaya, onlara bağımlı olmaya ve istemeden,
enerjilerinin çoğunu, zor, ya da meydan okuyucu veya düşmanca algılanan bir
dünyaya karşı sevgi, yardım, koruma arayışına adamaya" eğilim
gösterdiklerine inanıyor.
"Özgürleşmede"
tek gerçek hedefimiz vardır, o da kendimizi içerden özgürleştirmektir. Bu kitabın savı, kişisel, ruhsal bağımlılığın (başkalarının
bakımı ve gözetimi altında elmaya yönelik derin arzunun), bugünün kadınını
engelleyen temel güç olduğudur. Kadını, aklını ve yaratıcılığını tam olarak
kullanmaktan alıkoyan ve büyük ölçüde bastırılmış tutumlardan ve korkulardan
oluşan bu olguya, Sindrella Kompleksi diyorum. Sindrella gibi, bugünün kadını
da hâlâ dışarıdan bir şeylerin kendi yaşamlarını dönüştürmesini istiyor.
Kendi
kişisel deneyimimi bir sıçrama tahtası olarak kullanarak, bu kitabı kadınların
kendi öykülerine indirgeyen psikolojik ve psikanalitik teorileri işledim. (Bazı
yerlerde isimler ve bazı ayrıntılar değiştirilmiştir.) Bunu izleyen sayfalarda,
bekar kadınları, evli, ya da birlikte yaşayan kadınları bulacaksınız. Bazıları
kariyer sahibi, bazıları evlerinden çıkmaya hiç kalkışmamış, bazıları bunu
denemiş, ama sonunda geri dönmüş. Kitapta kentsoylu eğitimli kadınlar kadar
taşralı odun toplayan kadınlar da var; dullar, boşanmışlar ve boşanmak isteyip
de bu gücü bulamayan kadınlar da. Erkeklerini seven, ama kendi ruhlarının
ölmesinden korkan kadınlar var. Konuştuğum kadınların birçoğu eğitimli,
bazıları değildi; ama özünde hepsi de kendi doğal yeteneklerinin çok altında
işler yapıyor, kendi yarattıkları bir tür cinsel kimlik cehenneminde yaşıyordu.
Bekliyordu.
Bu
kitabın araştırma aşamasında görüştüğüm kadınlardan birkaçı,
"sorundan" habersizdi. İstedikleri tek şeyin özgürlük olduğunu
düşünüyorlardı. Ama coşkusal açıdan, derin ruhsal çatışmaların belirtilerini
yaşıyorlardı.
Diğerleri,
kendilerini kaygıya ve sık sık depresyona gömen şeyi anlık olarak yakalayarak,
ara ara mücadele veriyordu.
Yine başkaları ise, ilham almışçasına, derinlerdeki korunma ve
gözetilme arzusunu tam anlamıyla kavrayarak ve böylece kim olduklarına ve
gerçekte neyi başarabileceklerine ilişkin gerçekçi bir duyguyla, yeni bir güç
kazanarak, bir daha geri dönmemek üzere yola koyuluyordu. Bu kadınlar, bir
terapistin cesarete duyarlı dediği şey oluyordu. Bastırmadan ve inkardan oluşan
bir yaşamı sürdürmek yerine, kendi içsel benliklerinin gerçeğiyle yüzleşiyor,
sonunda da kendilerini eve kapatan korkulara karşı büyük bir zafer kazanıyordu.
Bunla gerçekten özgürlüğe çiçeklenen kadınlardır. Onlardan öğrenecek çok
şeyimiz var.
Bazen,
dışarıdan gelen bir meydan okumayı, bir krizi veya bir trajediyi göğüslemek,
içerden gelen meydan okumayı (riske atılma, gelişme zorunluluğunu)
göğüslemekten daha kolaydır.
Kendimi
her zaman bir kavgacı, savaşa çağrıldığı zaman gözünü kırpmadan ileri atılan
birisi olarak görmüşümdür. Cesaret ve korkusuzluk gerektiren dönemler olmuş,
bunların üstesinden gelebilmişimdir. Evliliğim çözüldükten hemen sonra,
çocukları geçindirme işi bana düştü. Kocam, duygusal açıdan rahatsızdı, manik
nöbetleri yüzünden hastaneye kaldırılmıştı. Dokuz yıl boyunca, ülserden
ölünceye kadar yılda bir kere hastaneye kaldırılıyordu. Nöbetler arasında,
lityum terapisiyle, nispeten dengeli oluyordu. Ama hastalığı onu öylesine
zayıflatmıştı ki çok zeki olmasına rağmen, ancak düşük maaşlı işlerde
çalışabiliyordu: barmen, bulaşıkçı, sonunda da hayatının son beş yılında kuriye
olarak çalışmıştı. Sonuçlan bazen zor olan iki karar vermiştim. Hastalığı
ağırlaştığı zaman onu terketmeyecektim ve fiilen manik ve halusinasyonlu olduğu
dönemlerin dışında çocukların onu ziyaret etmesine engel olmayacaktım.
Manik-depresiv
hastalık kaygandır, ele avuca gelmez. Manik nöbetler periyodik gibi gözükür,
ama başlangıcını önceden tahmin etmek mümkün değildir. Ed, sık sık, manik
nöbetin doruğunda, büyük bir ulusal seçimi kazanmak üzere olduğu inancıyla eve
koşuyordu. Daha sonra, haftalarca uyumamış, direncini sonuna kadar tüketmiş
olması yüzünden, sokaklarda sürünüyor, depresyon ve paranoyayla çöküşün eşiğine
geliyordu. Yalnızlık ve umutsuzluk kokan hastane kliniklerinde ziyaretine
giderdim. Eğer bir şey öğrendiysem, o da, bu dünyada üzerinde hiçbir kontrol
sahibi olmadığımız şeylerin bulunduğudur.
Aynı
zamanda, içimde gizli bir tarafım da kendim için üzülüyordu. Kısa bir yıl
içinde, korunup desteklenen "bir eş" olmaktan, yalnız, korumasız ve
hayatımızı kazanma yeteneğinden kuşkulu, üç çocuk annesi "bekâr bir
kadın" olmaya bu kadar çabuk geçişim, tam anlamıyla dehşet vericiydi. Tek
yapabildiğim yazmaktı, bunu da güç bela başarmış, 1971 yılında ancak
yazabildiğime inanmıştım. İlk önce, her ay kira ödeme gerçeği beni harekete
geçirmişti. Yaptığım şeye büyük bir destek vardı. Bir yıl içinde, tanıdığım
kadınların yarısı kocalarını terketmişti ve tıpkı benim gibi, çocuklu, benim
yaşadıklarıma benzer sorunlarıyla, kiralık büyük bloklarda yalnız yaşıyordu.
Çok yakınlaşmıştık. Birbirimizi her gün görüyor, her akşam telefon sohbetleri
yapıyorduk. Kuşkusuz bir destek ağı olmuştuk ve bu olmaksızın kaçımız ayakta
kalabilirdi, Tanrı bilir.
Ama
ayrıca gizleniyorduk da. Yeni bir şey kurmaktan ziyade, hayatımızı tıpkı baba
figürü ayrılmadan önceki gibi sürdürmeye çalışıyor gibiydik. Gerçekten herhangi
bir karar vermeden bu kadar uzun süre varolabilmem dikkate değer. Yalnız
kalmak, kendimi yalnız birisi olarak algılamak istemiyordum, bu nedenle
sorumluluklarımı her zamanki gibi paylaşmayı sürdürüyordum. Hiç birimiz
gerçekten kendi başına karar vermek istemiyordu. Hep birbirimize danışıyorduk,
özellikle de çocuklarla ilgili konularda. Birbirimize borç veriyor, sabahın
erken saatlerinde New York sokaklarında buluşuyorduk. Bazen sokağın ortasında durup
birbirimize yaslanarak ağlıyorduk. İçimizde
hissettiğimiz zayıflığı dışa-vurmaktan utanmıyorduk, ama ayrıca yeni yaşamımızı
da keyifli buluyorduk. Geç saatlere kadar şarap içiyor, esrar çekiyor ve
ergen kızlar gibi flört ediyorduk. Ne tür erkeklerin benimle ilgilendiğine veya
bana göre olup olmadığına aldırış etmiyordum. Erkeklerle bir ergen gibi
tanışıyor, çıkıyordum: birisini eğlenceli bulduğum için, ötekini ciddi ve
zorba, bir başkasını seksi, ama çok zorlayıcı bulduğum için. Erkeklerle çıkmak
beni ürkütüyordu. Kendimi, otuz üç yaşında bir kadının bedenine hapsolmuş on
dört yaşında bir kız gibi hissediyordum. Saçlarımı yapmaya, kaşlarımı boyamaya
ve nefesim konusunda kaygılanmaya başlamıştım.
Büyüyorduk:
olan buydu. Şehvet düşkünü, zeki, sadece Manhattan’da yaşamakla
kazanabileceğiniz ustaca bir kurnazlıkla cilalanmış olan bizler, gerçekte
birbirine tutunan ergen kızlardık. Evde bizi bekleyen bir erkek, bir koca
olmaması, bize kendi yüzümüzü gösterdi: korkmuş, güvensiz, hem zihinsel hem de
ruhsal olarak şaşırtıcı ölçüde azgelişmiş. Kafesten kurtulduğumuza memmunduk,
ama içten içe, kendi yaşamımızı idare etme konusunda yeni özgürlüğümüzden
kaçıyorduk. Önümüzde sadece, ormana giden karanlık, dikenli yollar vardı.
Gerçek
anlamda yetişkin dünyasına girme konusundaki gönülsüzlüğüm, para konusundaki
garip tutumumda kendini belli ediyordu. Daha çoğuna ihtiyacım vardı, ama bu
konuda kendimi çaresiz hissediyordum. Bir yazar olarak, aylık yaşıyor, sihirli
bir "dönüm noktasının" olmasını, talihin bana yardım etmesini
umuyordum. Kendime ait bu ilk yıllarda mali durumumun gerçeklerini kesinlikle
değerlendirmemiş, okula gitmeyi hiç düşünmemiş, beni düzlüğe çıkaracak planlar
yapmamıştım. Kafamı iyice kuma gömmüş, gözlerimi sıkıca kapamış, "işlerin
yoluna girmesini" umuyordum. Ödenmesi gereken aylık faturalar gibi bazı
katı gerçekler üstüme çullanıyordu, ama ben buna korkulu bir pasiflikle tepki
veriyordum. Hayatımın sorumluluğunu üstlenme yönünde ilerleme kaydetmiyordum;
tek yaptığım şey idam sehpasından kaçınmaktı.
Aynı
zamanda, tekrar evlenmek istemediğime epeyce inanmıştım. Evliyken, ezici
bağımlılık ihtiyaçlarıyla başa çıkabilecek gücüm yoktu; ama yalnızken buna
zorlanıyordum. Bir açıdan içgüdü doğru yoldaydı. Altta
yatan bağımlılığın, bekâr bir kadın olarak giriştiğim çılgınca mücadelenin
altında pusuda bekliyor olmasına karşın, en azından bir eşken yaptığım gibi
geçen her gün kendi çaresizliğimi pekiştirerek buna uygun davranmıyordum.
Öte
yandan gizli, bilinçsiz bir parçam ise tekrar kurtarılmak istiyordu. Bir ergen
gibi, yeni bulduğum özgürlüğün tadını çıkarıyordum, ama rahatsız edici bir şey
olduğu an, eski günlerin korumasını özlüyordum. İçten içe, gelişimi askıya
almıştım. Korkuyla, öğrenmeme, zihnimi geliştirmeme, gerçekte ne yapabileceğimi
keşfetmeme engel olan katı sınırların içinde yaşıyordum.
Ruhsal
açıdan olaylar, benim basit aşağılık ve ürkeklik duygumdan daha karmaşıktı.
Kendi yeteneğime ilişkin büyüklük hayalleriyle, en aşağılatıcı türünden
beceriksizlik duyguları arasında mekik dokuyordum. Bu çıkmazı iliklerimde
hissetmeme karşın, bundan nasıl çıkabileceğimi hayal bile edemiyordum. Janis Joplin'in de haykırdığı gibi, "kadınlar
kaybeden taraftı." Kadınların
baskı altında olduğu görüşü beni büyülüyordu. Ne yazık ki feminist hareketin
bazı yanları, kendi kişisel felçli durumumla kaynaşmış, bunu pekiştirmişti.
Feminizmi, olduğum yerde saymam için bir kılıf (ussallaştırma) olarak
kullanıyordum. Kendi gelişimim üzerinde yoğunlaşmak yerine, onların
[erkeklerin] üzerinde odaklaşıyordum. Beni "onlar" engelliyordu. Bu,
kadınlar yapamaz, çünkü erkekler yapmalarına izin vermez dönemiydi.
Tuhaf
bir şey oldu. Daha iyi yazmaya başladım, kariyerimde hızla yükseliyordum. Bu da
beni korkutuyordu ve kendimi aşıp zorlayamıyordum. Yazarlıktaki dönüm
noktasından memmun olmak yerine, çok zeki olmadığımı, sadece kurnaz ve
kullanıcı olduğumu düşünmeye başladım. Bir gazeteci olarak kendimi "idare
eden" birisi olarak görüyordum. Bir parça
ordan, bir parça burdan; ama bir gün benim de bildiğim gibi, nemenem bir
sahtekar olduğum ortaya çıkacaktı.
Bu
noktada kendim konusunda bu kadar negatif bir görüşü korumaktan bir kazancını
olduğunun aklıma gelmesi gerekirdi. Gerçekten başarılı olmak istemiyordum;
dünyanın, "kendime bakabileceğimi" bilmesini pek istemiyordum.
"Kendime bakabilirim." Bunu dile getirmek ve bunu kastetmek, bilerek
ve isteyerek frengiye yakalanmak gibi bir şeydi. Avantajı kullanmak varken.
"Kendime bakabilirim"! Ne anıtsal ve gereksiz bir gurur! Kader ve
Tanrılar için ne büyük bir kışkırtma! Bunu bir kere kabul ettikten sonra, havlu
atmış, çaresizliğin size kazandırdığı bütün haklardan vazgeçmişsiniz demektir.
Dolayısıyla
oynadığım örtülü oyun, "kendime bakabilirim... herhalde yani"ydi.
Ama ne yazık ki suya sabuna dokunmadan ilerleyemezsiniz. Yaşamım genleşmek
yerine daralıyordu. Kaçınmanın en ustaca yöntemlerini öğrenmiştim. Boş
zamanlarımın özünde tamamını (ve özünde boş olmayan zamanımın çoğunu)
insanlarla harcıyordum. Evliliğimin arkadaşsız geçen onca yılından sonra buna
ihtiyacım olduğunu söylüyordum kendi kendime. Belki de ihtiyacım vardı, ama
ayrıca kişisel bilincimin gelişmesinden (kendimi dinlemekten) kaçınmak için
insanları kullanıyordum. Sosyal bir kelebektim, West End Bulvarı’nın kraliçesi
olmuştum. Geç saatlere kadar çalışıyor, sabahları da geç kalkıyordum. Yazmak
bile bir tür emniyet supabı olup çıkmıştı. Yazmakla, volkanın merkezine küçük
bir delik açıyor, bir parça lav salıyor, sonra da aşağıda yıkıcı yangının
nedenini bir kere daha gözardı ederek, uykuya dalıyordum.
Kadınlar bunu bilmez, çünkü sadece birbirimizi desteklemek çok
radikal bir çaba gibi gözükür, ama kendi içinde buna takılı kalmak soylu bir
uğraş değildir. Bu yerinde saymaktır, su üstünde kalmaya çalışmaktır. Sonuçta
takılı kalmak meydan okumadan kaçmaktır. Kadınların daha fazlasını yapması
gerekir. Neden korktuğumuzu bilip bunu aşmamız gerekir.
Kendi başıma bir şey yapmak benim için çok zor.
Yerimin hep bir başkasının arkası olduğuna inandım.
Kusursuz bir abim vardı. Çoğu açıdan, onun gölgesinde büyümekten oldukça
memmundum. Orada emniyetteydim.
Özellikle San Fransisco'da, soğuk ve iç karartıcı
olduğunu bilmeme rağmen, evlenmemiş ve çocuksuz olmak, bende sık sık bir gayri
meşruluk duygusu yaratırdı. Ama böyle yetişmemiştim ve böyle olmak
istemiyordum. Bağımsız olmak istediğimi gerçekten hiç hissetmedim.
Yukarıdaki
bağımlılık itirafları, bekar, otuz iki yaşında, psikolojide doktora derecesi
almış başarılı bir psikoterapist hanımla yapılan görüşmenin bant kaydından
alınmıştır. California'da çalışan bu hanım bir feminist; ama söylediklerinin de
gösterdiği gibi, dünyadaki kendi rolü konusunda kafası karışmış; birisinin
arkasında emniyette olma ihtiyacıyla, başarılı, ön saflarda olma, kendi
ayakları üzerinde durma hırsı arasında keskin bir çelişki var.
"Hayat zorlaştığı an, pes edip
erkeğin korumasına girme şansı kadınlar için hâlâ geçerli; bu, bağımsız varolma
iradesiyle atbaşı gidiyor," diye yazıyor Judith Coburn
Mademoiselle'de. "Faturalar biriktiği, arabam bozulduğu, işler arapsaçına
döndüğü zaman, çevreme sinyaller yayıyorum: görüyorsunuz ya kendi başıma
yapamıyorum, beni kurtaracak birisine ihtiyacım var."1
Yetenekli
bir şarkı sözü yazarı olan ve kendini "militan bir feminist" olarak
gören bir başka hanım, gidip müzik endüstrisinde kendi işini kuracak enerjiyi
niye bulamadığını anlamaya çalışıyor. "Belki de istediğim tek şey, bir
erkeğin bana bakması," diyor.
Bugün
kadınlara kulak verdiğiniz an, "yeni kadının" gerçekte hiç de yeni
olmadığını, bir mutan olduğunu keşfedersiniz. Kadın, eski ile yeni olmak üzere
iki farklı değer grubu arasında mekik dokuyarak, bir tür Asla-Asla Ülkesi'nde
yaşar. Coşkusal olarak hiç birisiyle barışık değildir, ikisini birleştirmenin
bir yolunu da bulamamıştır. "Bütün kapılar açık," diyor Vogue’de
yazarı Anne Fleming Taylor, ama sorun hangi kapıdan geçeceğine karar vermektir.
"İyi bir anne olursak çalışabilir miyiz? İyi
çalışırsak sevebilir miyiz? Rekabet edecek miyiz, etmeyecek miyiz? Kendimizi
suçlu, yararsız, ve garip bir şekilde yaralı hissetmeksizin evde kalabilir
miyiz?"2
İçten
içe kafası karışık ve kaygılı olan kadınlar, yeteneklerinin ön saflarında dolu
dolu yaşamaktan kaçınmaktadır. Geçen yaz tanıştığım bir turizmci, Henüz iki
ayağımızın üstünde durup, 'Evet! bunu yapabilirim. Ben becerikliyim,' diyecek
durumda değiliz. Kadınlar hâlâ korkuyor," demişti.
Kadınlar
neden bu kadar korkuyor? Bu sorunun yanıtı Sindrella Kompleksinin temelinde
yatmaktadır. Bu tecrübeyle ilgili bir şeydir. Dışarı çıkıp birşeyler
yapmadığınız sürece sonsuza kadar dünyanın işlerinde korkacaksınız demektir.
Ama birçok kadın, meslekte belli oranda başarılı olmasına karşın, içten içe
güvensiz kalmaktadır. Aslında sonraki bölümlerde de göreceğimiz gibi, dışarıda
sanki birer güven kulesiymiş gibi hareket etmelerine karşın, günümüzde birçok
kadının içinde, gizli bir öz-kuşku kaynağını bulunması dikkate değer. Mevcut
psikolojik araştırmalarda, iç kuşkunun, bugünün kadınının tipik özelliği
olduğunu göstermiştir. "Her defasında kadını
erkekten ayıran değişkenlerin, pasiflik, bağımlılık ve her şeyden önemlisi de
öz-saygı yokluğu özellikleri olduğunu bulduk," diyor Michigan
Üniversitesi’nde yapılan araştırmalara değinen psikolog Judith Bardwick.3
Buna
inanmak için çok az kadın araştırmaya ihtiyaç duyar. Güvensizlik çocukluktan
itibaren sanki kendi başına bir varlıkmış gibi hissedilir bir şiddetle peşimizi
bırakmaz. New York’lu bir ressam olan Miriam Schapiro, hayatının tamamını,
içinde korumasız bir çocuk, "kırılgan, zırhsız, ürkek ve kendinden
kuşkulanan bir yaratık" yaşıyormuş duygusuyla geçirdiğini söylüyor. Sadece
resim yaptığı zaman içindeki çocuğun "hareketlerinde daha bir atılgan,
canlı...ve özgür olabildiğini" ekliyor.4
Yetişkinler gibi esnek, -güçlü ve özgür-yaşamak için ne kadar
canla başla çaba gösterirsek gösterelim, içimizdeki o kız çocuğu ayak direyerek
korkulu uyarılarını kulağımıza fısıldar. Bu
güvensizlik çok çeşitli etkilere sahiptir ve rahatsız edici bir toplumsal
olguya yol açar: Kadınlar genel olarak kendi doğal yeteneklerinin çok altında
çalışma eğilimi göstermektedir. Hem kültürel hem de ruhsal nedenlerden ayağa
kalkıp dünyayı göğüslemeye ilişkin kendi kişisel korkularımızla birlikte,
bizden gerçekte pek fazla bir şey beklemezken bir sistemden ötürü kadınlar
kendilerini geride tutmaktadır.
Her
şeyden önce, son yirmi yıllık ekonomik gelişmemizi ele alın. Altmışların ve
Yetmişlerin bilinçlenme sürecine karşın, kadınlar bugün eskinin tel çember
etekli günlerinden daha kötü durumda. Yirmi yıl öncekinden daha az para
kazanıyoruz (erkeklere kıyasla). 1956’da kadınların geliri, erkekler tarafından
kazanılan paranın yüzde 63'ünü oluşturuyordu. Şimdi ise erkeklerin kazancının
yüzde 60'mdan daha az kazanıyoruz. Kadını bilinçlendirme programlarına ve
siyasi kararlara rağmen, çoğumuz hâlâ düşük ücretli işlere giriyor ve ip
üzerindeki yengeç gibi yukarı -ya da yan yan-tırmanıyoruz. Çalışan kadınların
üçte ikisinin yıllık geliri 10,000 doların altında."5 Geleceğimizi güvence
altına almak şöyle dursun, bebek bakıcısının ücretini karşılamanın ötesinde çok
az şey kazanıyoruz. Sermaye girdileri, kâr paylaşımı, gösterişli emeklilik
planları, girişimcilerin, yani erkeklerin lüksüdür. Çalışan kadınların yarısı
emeklilik hakkına sahip değil. Öylesine büyük ve öylesine sabit kişilikli düşük
maaşlı bir işçiler güruhunu -görünüşte istekle-oluşturuyoruz ki, sosyal bilimciler
bize yeni bir ad takmaktan kendilerini alamadı: "Yüzde Seksen."
Burada "seksen," çok düşük maaşla kalifiyesiz veya yarı kalifiyeli
işlerde çalışan ve en azından ekonomik olarak yengeç sepetinin dibinde ezilen
kadınların yüzdesini göstermektedir.
Son
günlere kadar istatistikle uğraşanlar, sanki ülkeyi ele geçirmek üzere olan
Amazonlar ordusuymuşuz gibi, "işgücündeki kadınlar" ifadesini
tekrarlayıp duruyordu. Kadının filizlenen gücü ve hareketliliği görüşü, en az
çeyrek yüzyıldır gündemdeydi. Ama sosyologların sonunda farketmeye başladığı
gibi, "Her profesyonel kadına karşılık, 'işgücüne katilimi' her iş günü
sekiz saat operatör olarak çalışan bir kadın ve yatak yapan, temizlikçi olarak
çalışan bir başka kadın ve ayrıca Amerika bürokrasisinin kişilikdışı büyük
bürolarında akşama kadar daktilo yazıp dosya dolduran bir başka kadın
vardır." (Bu ifade, altı büyük ulusal anketten elde edilen bilgilerle,
evin dışında çalışan kadının işten aldığı doyumun, evde çalışandan daha fazla
olmadığı sonucuna varan Massachusetts Üniversitesi'nden James Wright'e aittir.6
İstatistiklerde, yüzde 80'i evin rahatını bırakıp düşük ücretle ve emeklilik
hakkı olmaksızın büro, raf temizliği gibi kalifiyesiz işlerde çalışan kadının
neden işinden doyum almadığının ortaya çıkmasını anlamak kolaydır.)
Sorun
yüzeyde sanki erkekle kadın için farketmiyormuş gibi gözükür: iki cinsten de
çok az insan ekonominin tepesine kadar yükselebilmektedir. Ama durum kadınlar
için farklıdır. Araştırmalarda tutarlı olarak, erkeklerde IQ (zeka katsayısı)
ile başarı arasında oldukça yakın bir ilişki bulunmasına karşın, bunun temelde
kadınların başarılarıyla hiçbir ilişkisi olmadığı ortaya çıkmıştır. Bu şoke
edici tutarsızlık ilk önce Standfor Yetenekli Çocuk Araştırması ile ortaya
çıkarılmıştı. California okullarında IQ'su 135'in üstünde olan 600’den fazla
çocuk (ki bu genel nüfusun üstten yüzde birine karşılık gelir) belirlenmiş, bu
çocuklar erişkinlik dönemlerine kadar izlenmiş. Çocukluk IQ'ları erkeklerle
aynı grupta olan yetişkin kadınlar çoğunlukla ayırdedilememiştir. Aslında IQ'su 170'irı üstünde bulunan ve dahi grubuna
giren kadınların üçte ikisinin, ev kadını veya büro işçisi olarak çalıştığı
gözlenmiş.
Kadınlarda
yetenek kaybı, ülkenin tamamını etkileyen bir kayıptır. Psikiyatristler sorunu
yakından incelemeye başlamıştır. Son yıllarda yardım için gelen
başarı-çatışmalı kadınların sayısından etkilenen Dr. Alexandria Symonds,
yetenekli kadınların, çoğu durumda, gerçek öz-yeterlilik konumuna geçmekten
tiksindiklerini söylüyor. Bu kadınlar terfiden kaçınmakta ya da bu konuda
gereksiz kaygılara kapılmaktadır. Birçoğu, güçlü erkeklerin zeki, ancak fark
edilmeyen destekçileri olarak çalışmayı tercih edip, hem kendi katkılarını hem
de bunun sorumluluğunu reddederek, akıl hocalarının çevresinde dönmektedir.
Terapide geri kalmışlığa sığınırlar. "Sağlıklı kendini ortaya koymaya
yönelik her adım bilinçli veya bilinçsiz direnmeye toslar," diyor
Symonds. "Bazı kadınlar başkalarının bakımı ve gözetiminde olmaktan
hoşlandıklarını açıkça söylemekte ve konumlarını değiştirmek için hiçbir arzu
duymamaktadır. Bazıları ise...görünürde ileri gelişme amacıyla gelmekte ama
sonuçta ayrılma ve yeniden ortaya çıkış yönündeki kaçınılmaz seçenekler içeren
gerçek değişmenin yol ayrımına geldikleri an paniğe kapılmaktadırlar."8
Manhattan'da
Dr. Svmonds, terapi uyguladığı birçok başarılı, üst mevkilere gelmiş kadında,
kendini kısıtlama sorununun yaygın olduğunu gözlemiş. Kendi doğal yetenekleri
açısından birçok kadın, sakatlanmış, potansiyellerini tam olarak gerçekleştirme
yetisinden yoksun gözükmektedir.
Neden? Bu kadınları geride tutan
şey nedir?
Korku",
diyor Dr. Svmonds. Kadınlar, gelişim sürecinde yapısal olan kaygıyı yaşamak
istemiyor. Bu, yetişme tarzıyla ilgili bir sorundur. Kız çocuklarına, kendini
ortaya koyucu ve bağımsız olmaları değil, gerçekten de geride kalmaları ve
bağımlı olmaları öğretilir. Şimdi sinyalin verilmiş olması ve
"bağımsız" olmalarına izin verilmesi, kadınları içsel bir kargaşaya
sürüklemiştir. Kız çocuklarının içine işlenen bu "bağımlılık
çekirdeğinin" çevresinde, "birbiriyle ilişkili olan ve birbirini
pekiştiren bir kişilik eğilimleri toplamı gelişir," diyor Symonds. Bu
eğilimlerin gelişmesi yıllar alır. "Oturmuş herhangi bir ki şilik
yapısında olduğu gibi, [bu kişilik özelliklerinden del kaygısız vazgeçilemez."
"Dolayısıyla
günümüz kadınının kendini bu kadar yıkık hissetmesine neden olan şey, kişilik
yapısının tamamından vazgeçilmesi ya da bunu yapma zorunluluğunun
algılanmasıdır. Bağımlılık yapısı, en etkili psikanalistler tarafından
"kadınca," kadınlığa uygun bir yapı olarak görülmüştür. Helene
Deutsch'un klasik kitabı The Psychology of Women’ dan alınan aşağıdaki pasaj,
oldukça garip, eski bir niteliğe sahiptir
(1944
yılında yayınlanmıştır), ama hatasızdır: bu yazı, ebeyvenlerimizle aynı
görüşleri yansıtmaktadır. Sonuçta Deutsch'un, kadının "ideal hayat
arkadaşı" olduğu görüşü, varlığımızın dokusunu oluşturmaktadır.
Deutsch,
dünyaya, kadınların, erkeklerine boyun eğdikleri anların en mutlu anları olduğu
konusunda güvence vermiştir.
Kolayca etkilenebilir gibi gözükmekte ve
kendilerini arkadaşlarına kolayca uyarlayıp onları anlayabilmektedirler.
Kadınlar, en sevimli ve en uysal yardımcılardır ve bu rolde kalmak isterler;
kendi hakları konusunda ısrar etmezler, tam tersine.
Kadının
özgün ve üretken olma kapasitesi konusunda Deutsch, manastırdaki Çömez Metresi
gibi konuşuyor:
... özveride bulundukları duygusuna
kapılmaksızın kendi başarılarından vazgeçmeye her zaman isteklidirler ve
arkadaşlarının başarısından kıvanç duyarlar...Dışa yönelik etkinliklere giriştikleri
zaman desteğe olağandışı ölçüde ihtiyaç duyarlar.
Bugün
aydın psikiyatristler, kendi sağlıklı dürtülerini boğmalarının beklendiği bir
çağda kadınlardan istenen cambazlığı anlamaktadır. Symonds'un da gözlediği
gibi, kadınlar "ideal" doğmaz," bunun için çok emek vermesi
gerekir. "Özveride bulunduğunuz duygusuna kapılmaksızın kendi
başarılarınızdan vazgeçebilmek için sürekli çaba harcamanız gerekir. Bir kadın,
sevgi dolu ve uysal olmak için, hayatı boyunca düşmanlık veya içerleme
dürtülerini bastırmak durumunda kalır. Bu nedenle sık sık kendi girişim
güçlerini bastırır, özlemlerinden vazgeçer ve ne yazık ki kendi yetenekleri ve
değerleri konusunda derin bir güvensizlik ve belirsizlik duygusuyla aşırı
bağımlı olup çıkarlar."9
Toplumun,
"uygun" kadınca davranış olarak değerlendirdiği şeylerdeki büyük
değişiklikleri dikkate alarak, kadının bugün işe ve paraya yönelik tutumlarına
dönelim. (Göreceğimiz gibi bu tutumlar, sosyal bilimcilerin "kadının
başarı uçurumu" dediği şey için hayati bir önem taşımaktadır.)
Yeni
ortaya çıkan (veya yeni kabul edilen) bazı eğilimler, kadınların sadece
ekonomik olarak bağımlı bırakılmadıklarım, kadınların kendilerinin de bu duruma
katkıda bulunmak için çok şey yaptıklarını açığa çıkarmıştır. Örneğin 1960 ila
1976 arasında üniversite mezunu kadın sayısı yüzde 400 kadar artmıştır.10 Yine
de ülkedeki liseli kızların yarısından fazlası hâlâ sadece üç kategoriden işler
istediklerini söylemeye özen gösteriyor: memurluk ve sekreterlik, eğitim ve
sosyal hizmetler, hemşirelik.11
"Piyasada
cinsiyet ayrımı yapıldığı bir gerçek, ama kadının iş üretkenliğinden yoksun
olmasının çok daha geçerli bir nedeni, uzun vadeli, profesyonel bir sorumluluk
üstlenmek istememeleridir," diye yazıyor Judith Bardwick The Psychology of
Women: A Study of Biocultural Conflicts adlı eserde. Ulusal İşgücü Konseyi,
Kadının Statüsü için Başkanlık Komisyonu ve Radcliffe Yükseköğrenim Kurulu
verilerine dayanan Bardwick şu sonuca varıyor: "Akademik
yeteneği olan kızlar, eşdeğerde zeki olan erkeklerden daha az sayıda üniversiteye
girmekte ve diploma almaktadır; doktora derecesi almaya ve bunu kullanmaya daha
az yatkındırlar; doktora derecesi almış, bekar kalmış ve tam gün çalışmayı
sürdürmüş de olsalar, erkeklerden daha az üretken olmaktadırlar."
Kadınlar, düşük ücretli kariyerler seçmeye devam ediyor.
1976
yılında kadınlara verilen bütün lisans derecelerinin yüzde 49'u, bütün master
derecelerinin yüzde 72’si ve bütün doktora derecelerinin yüzde 53'ü, geleneksel
"kadına özgü” ve düşük ücretli altı alanda toplanmıştır.12 "Kadınlar geleneksel,, kadın yoğunluklu meslekleri
seçmeye devam ederse,” diyor Long Island
Bölge Planlama Kurulu şef ekonomisti Pearl Kramer, "onlarla aynı işte
çalışan erkeklerin kazancı arasındaki uçurum sonsuza kadar sürecek."13
Kadının
ünlü "başarı uçurumu" işte budur. Kadınların, yetenekleri dahilinde
olan şeyleri başaramadığı uzun süredir bilinmekteydi. Anlaşılmayan şey, bit
uçununun sürmesinde kadınların kendilerinin oynadığı roldü. Sorun sadece
kadınların iktidar dışında tutulması değildir (bunun geçmişte sistematik
olmasına karşın). Kadınlar ayrıca iktidardan aktif olarak kaçınmaktadır. Çok
sayıda kadının evini bırakıp işe gittiğini görerek, "Bakın, ne kadar
bağımsız olduk!" diye gururlanıyoruz. Ama Nüfus İdaresi
istatistiklerinin aldatmaca yüzeyini kazıdığınız zaman, şu günlerde birçok
kadının çalışmayı gerçekten istemediğini görürsünüz. İşi bir yük olarak, hatta
bazen kötüye kullanılma olarak görürler. Yüreklerinin derinliklerinde, hâlâ,
geçinmek için kadınların gerçekten çalışmak zorunda olmaması gerektiğine
inanırlar. İşgücüne katılmak için mutfaklarının sıcaklığını ve güvenliğini
terkeden birçoğunu motive eden şey, kendilerine karşı bir sorumluluk veya
kocalarına yönelik bir adalet duygusundan çok, bir kriz duygusudur: Enflasyon
çiğrından çıktı ve Charlie'nin kazancı geçinmeye yetmiyor.
Ya
da Charlie diye birisi yoktur. Charlie yeniden evlenmiştir veya ölmüştür, ya da
gecenin karanlığında daha genç, daha az şey isteyen bir kadının kollarına
atılmıştır. Dul veya boşanmış, yalnız kadınların, kendilerini ve çocuklarını
geçindirecek yeterli parası olmaz. Bu şartlar altında "işe dönmeye"
yönelik duygu, düşündüğümüz kadar yapıcı veya zevkli değildir. Tıpkı bir
ergenin ilk maaş çekini aldığı zaman hissettiği heyecan gibi, iş de başlangıçta
heyecan verici olabilir, ama özgürlüğün heyecanı ürkütücü bir kuşkuyla boğulur:
bu iş sonsuza kadar sürebilir.
En
azından bazı kadınların, kendi ayakları üzerine durmak yerine, yeni özgürlüğe
tepki gösterdikleri, yani geriye dönüş yaptıkları yolunda belirtiler vardır.
Wall Street Journal'in yaptığı bir araştırmada, üreticilerin, şirketlerin
özellikle kadınlar için hazırladığı gelişme programlarına kadın çalışanları
sokamamaktan şikayetçi oldukları ortaya çıkmış. Bir General Motors yöneticisi, "Kadınları
sürükleyip dürtüklemek zorundayız," diyor. (Bir iş ilişkileri
direktörü, daha az tedirginlikle, ama aynı kendinden hoşnutlukla şu sonuca
varıyor: "Toplumsal şartlanma. Kadınlar daha önce bu işlere hiç heves
etmediler. Şimdi heves etmelerini sağlamaksa zor.")14
Bazı
kadınlar, işin, kaldırabileceklerinden daha büyük bir stres ve kaygı
yarattığını söyleyerek işi bırakmaktadır. "Sanki Büyük Amerikan Rüyasının
meşgul parmaklarının arasından kayıp gittiğini hissediyorlar," diye
yazıyor 300,000 okurun işe yönelik tepkisi konusunda yeni bir anket yapan
Better homes and Gardens.1") Çoğu evli ve çocuklu olan bu kadınlar, kendi
gelişimlerine ilişkin kaygıvı evde ona daha çok ihtiyaç olmasına aktarmaktadır.
Aslında iç ruhsal örgütlenmeleri için çok önemli olan "ihtiyaç
duyulma" duygusunu yitirmişlerdir ve bu kaybı yokluklarında ailelerin
"çöktüğü" duygusuna kapıldıkları inancına yansıtmaktadırlar.
Bocalayan ve kaygılı olan bu kadınlardan bazıları, kocaları tarafından, işi
bırakıp kendilerini aileye "yeniden adamak" istedikleri için daha
küçük evlere ve daha az arzu edilir semtlere taşınmaya ikna edildiklerini ve bu
kararın "çok büyük bir rahatlama" duymalarını sağladığını
söylemektedir.1'1
Bir
de "bir çocuk daha yap" sendromu söz konusudur; bu, evde kalmanın
(veya eve geri dönmenin) toplumca kabul edilen bir yoludur. Columbia Üniversitesi öğretim kadrosunda feminist bir
psikiyatrist olarak çalışan Ruth Moulton’a göre, üstün yetenekli kadınlar bile,
serpilen kariyerleri konusundaki kaygıdan kaçınmak için hamile kalmaktadır.17
Beş yıl arayla iki kere "kazara" hamile kalan tanıdığı bir sanatçının
tipik bir olay olduğunu söylüyor; sanatçı, kendisine eserlerini tek-kadınlık
bir sergide biraraya getirme fırsatı her verilişinde, bunun yerine hamileliği
"seçiyormuş." Bunun sonucundaysa, bu çalışmaları, "yeteneğini
geliştirebileceği ve tanıtabileceği zamanı daraltan” ellili yaşlardan sonraya
kadar ertelemiş.18
Son
yıllardaki hasta listesine bakan Dr. Moulton, kırk ila altmış yaşları arasında,
dış dünyadan kaçınmak için hamileliği kullanan yirmi kadın rahatlıkla
bulabileceğini saptamış. "Bu olayların en az yarısında, büyük çocuk
ortaokula veya liseye başladığı ve anne işe daha çok enerji ayırabilecek duruma
geldiği an, üçüncü veya dördüncü çocuğa hamile kalmıyordu," diyor.
Moulton
bu sentroma, yapısal doyum için değil, dış dünyadaki eylemin yerine konan bir
şey olarak iş görmesi için annelik yapma anlamında "zorlanımlı çocuk
yetiştirme" diyor. (Gerçekten de, "Ordudaki Kadınlar üzerine bir
Değerlendirme" başlıklı 1977 raporundan M. Kathleen Carpenter, kadınların
ordudan "kurtulmak için hamileliği bir silah olarak kullandığı"
alıntısını yapıyor.)
"Stresten kaçınmak için hamilelik olgusunun" kurumların en kutsalı, yani Amerikan aile yaşamı
üzerinde olumlu hiçbir etkisi olmadığına kuşku yok. Kadın, kişisel gelişime
eşlik eden kaygıdan kaçınmak için çocuk yaptığı zaman yıkıcı bir döngü
sabitleşmiş olur. Bu kadınlar, çıkış yolu olarak seçmiş oldukları dar,
kısıtlayıcı role içerler ve bazen fobik ve hipokondrik olurlar. Belki en
önemlisi de bağımsız çocuklar yetiştirmemeleridir. Bağımlı kadının kendi
çocuklarına bağımlılığı, ilgili herkesin bağımsız gelişimine ve bireyleşmesine
engel olur, diyor Moulton.
Şu
günlerde ortaya konulan güçlü bir görüş (ki herkese -feministlere, feminist
olmayanlara, erkeklere-sesleniyor gibi gözükmektedir), kadına her şeyden önce
seçme şansı verilmesi gerektiği yolundadır. Örneğin, çalışıp çalışmayacakları,
tam gün ücret isteyip istemeyecekleri, evde oturup "kendilerini ailelerine
adayıp adamayacakları" konusunda seçim yapabilmeleri gerekir. Hiç kimse,
"şunu yapıp bunu yapmayacağımızı" söyleyerek bizi itip kakmamalıdır. Feministler,
kadınların, evde kalarak sorumluluktan kaçtığını varsaymanın, çalışmak
istemelerine rağmen evde kalmalarında ısrar etmek kadar keyfi olduğunu
söylüyor. Çocuklarla evde kalmak, evi temizlemek, dışarı gidip ekmek kazanmanın
içerdiği kaygılarla başa çıkabilmesi için kocayı beslemek: bunların, her
kadının haklı olarak gurur duyabileceği önemli toplumsal katkılar olduğu
varsayılır. Ama kendi geçimimizi sağlayıp sağlamama konusundaki bu "seçme
hakkı," kadındaki başarı uçurumuna çok büyük bir katkıda bulunmuştur. Evde
kalmak gibi bir toplumsal seçeneğe sahip olmaları nedeniyle kadınlar, kendi
sorumluluklarını üstlenmekten kaçınabilirler; ki sık sık görülen de budur.
İşin
gerçeği, kocaları onları desteklemeye istekli ve yeterli olduğu için çalışmak
zorunda olmayan birçok kadın çalışmayacaktır. Çalışan kadınların sayısındaki
artış, önemli ölçüde, bozulan evliliklerim artmasıyla ilgilidir. Çalışan bütün
kadınların yüzde 42’si ev reisidir.19 Günümüzde şaşırtıcı olan şey, evli olup
da kocasıyla yaşayan kadınların yarısının, evde kalmayı yüiretken istiyor
olmasıdır.20
Burada
bir sorun var. Bu ülkedeki kadınların içinde bulunduğu tehlikeli ekonomik duruma
baktığınız an görmeye, yani aradaki bağlantıyı kurmaya başlarsınız. Herkesin
seçenekten söz etmesine karşılık, "Yaşlandığı zaman kadına kim
bakacak?" diye sormamız daha yararlı olabilir. Cevap elbette hiç
kimse. Yaşlı kadın ilk çocuk destek sistemi çoktan çöktüğü için, kadının
saçlarına ak düştüğü an yalnızlık tehlikesi baş gösterir. Erkek ölünce
gerçekliğin darbesi ağır olur. En son devlet istatistikleri, Birleşik
Devletler'deki ortalama dulluk yaşının 55 olduğunu göstermektedir. İki kadından
birisi, altmış beş yaşına kadar dul kalmayı bekleyebilir. Erişkin yaşamında
çalışan kadınlar bile yaşlılıkta korumasızdır: bunların dörtte biri yoksul
(aynı yaştaki erkeklerden çok daha yoksul) olacaktır. 1977 yılında, bütün yaşlı
kadınların ortalama geliri haftada 59 dolardır, bu da yaşlı erkeğin ortalama
gelirinin neredeyse yarısıdır. (Çalışan kadının yaşlılıkta bu kadar düşük bir
emeklilik almasının başlıca nedeni, Sosyal Güvenliğin maaş sistemine bağlı
olması ve daha önce de belirtildiği gibi kadının, erkeğin kazancının sadece
yüzde 60'ı kadar kazanmasıdır.)
Hâlâ
romantik, hâlâ aşık, hâlâ kadınların başkalarının gözetiminde ve bakımında
olacağı rüyasıyla yaşayan genç kadınların sırtını döndüğü acı gerçek işte
budur. İnanılan mitse, kadınların güvenliğinin, tıpkı yumuşakçaların kabuğuna
yapışık olması gibi, kadının sonsuza kadar "aileye" bağlı, bağımlı
kalmasında yattığı yolundadır. Ama bu kadınlar yaşlanınca neyle karşı karşıya
olduklarını öğrenmeye zaman bulamadan kendilerini temel ekonominin dışında bulmakta
ve haklarından yoksun kalmaktadır. Sindrella
kompleksinin, en yıkıcı olmasa bile, en acıklı sonucu, yaşlılıktaki
terkedilmişliktir. Sürdürdüğümüz bu kör nokta, yani bir eş olmaya bağladığımız
sahte güvenceyle, yaşlı, çoğu durumda dul kadının yalnızlığı ve yoksulluğu
arasındaki bu bağlantıyı görememek (veya görmeyi reddetmek), bir hastalığa
eşdeğerdedir. Bir başkasının bize bakacağına, kendi refahımızdan sorumlu
olmak zorunda kalmayacağımıza öylesine umutsuzca inanmak istiyoruz ki!
Bu
mit özellikle orta sınıf kadınları arasında yaygın. Pembe gözlük takan bu
kadınlar, bir tür deneme, neredeyse bir oyun gibi, iş aramaya devam ederler.
Part-time işlerde; "ufuklarını genişletecek," ya da evden kurtulup
yeni insanlarla tanışmalarını sağlayacak işlerde heder olup giderler. Bir tür
genç, üst orta sınıf kadını vardır ki, önündeki fırsatlarla ne yapacağından
emin değildir, olabildiğince uzun süre güzel kalmaya kararlıdır, çünkü parlak
ışıklarıyla ufukta beliren gelecek onun için çekimden çok korku içermektedir.
Georgia, Atlanta'da küçük bir yemek partisinde bu türden bir grup kadınla
tanışma fırsatım oldu.
Hepsi
de otuzlarında, cilalı, çekici ve canlıydı. Kocaları başarılı erkeklerdi:
borsacı, Devlet Bakanlığında bir bürokrat, bir psikoloji profesörü. Paley diye
anacağım kadınlardan birisi, arsız Güneyli Asi kız imajına hâlâ uyuyordu. Bir
diğeri, Helen, Cambridge'e güneyden yeni taşınmış. Lynann otuz yıl boyunca
Atlanta'da mutlu bir yaşam sürmüş. Bu kadınlar, yaşamlarında belli bir
düşkırıklığı duygusundan söz ediyordu (çocuklar okula başlamış veya başlamak
üzeredir), ama işe yönelik düşünceleri uyuşukçaydı. Kolay, yani iyi para
getiren birkaç saatlik işlerden söz ediyorlardı. Biriçten sıkılmaya
başladıklarını (briç kulüplerine üyeliklerini sürdürmelerine karşın) söylüyorlardı.
İçlerinden
sadece Paley gerçekte bir işte karar kılmıştı. "Evimizin bulunduğu sokağın
altındaki küçük bir sağlıklı yemek restoranında çalışıyorum," dedi. "Haftada sadece birkaç gün bir iki saat sürüyor, ama
bahşişleri de ekleyince saat ücretim kocamınkinden fazla oluyor!"
Diğerleri
güldü. Paley’in yaşamında para hiçbir zaman gerçek bir sorun olmamış. Herkesin
herkesi tanıdığı ve herkesin
çalıştığı
küçük bir Georgia kasabasında yetişmiş. Şimdi Atlanta'da yaşıyor ve hâlâ eski
Georgia E yal Ari'ndeki kolej yıllarındaki kadar "çılgın."
Yemekten
sonra hava değişir gibi oldu. Kadınlar, Şipendal tarzı yemek salonunda oturan
erkeklerden ayrılıp oturma odalarından birisinde toplandı ve yaşamlarındaki
olaysızlıktan söz etmeye başladı. Öz—bilinçli bir şekilde, tartıştıkları tek
şeyin "döşeme cilası ve gerdanlıklar" olduğunu söyleyip şakalaştılar.
Bu kadınlar, Betty Friedan'ın yirmi yıl önce Kuzeydoğunun kenar mahallelerinde
aklını oynatan Smith College mezunlarına ilişkin araştırmasında keşfettiği
kadınların aynısı olabilirdi. Aradaki tek fark, artık 1960'larda değil,
1980’lerde olmamızdı. Ve bu kadınlar hayal kırıklığından ötürü oynatma
noktasına henüz gelmemişti. Tek dertleri, son derece konforlu yaşamalarıydı:
Kulüp yemekleri, son model arabalar, bitmek bilmeyen partiler ve bir Zamanlar
kendilerini farklı gördüklerini; özgür ve enerjik olduklarını; bir zamanlar bir
şeyler yapma konusunda hayal kurduklarını hatırlatacak eski kolej günlerinden
kalan bölük pörçük anılar.
Evlilik
yaşamlarının konforu, bu kadınların merdivenin birinci basamağından başlama
zorunluluğunu kabul etmelerini zorlaştırmıştı. Hizmetçi gibi çalışmak
istemediğini düşünen ve işinde yeterince ilerlediğini söyleyen Lyann,
"Birisi için çalışmak bana göre değil," dedi. Üst düzey yöneticisi
olmak isterim. İşleri yürüten kişi olmak isterim." (diğer kadınlar
gülüşüyor.)
Rüyasını
gerçekleştirmek için lisansüstü bir programa gidip iş idaresinde master
derecesi almak ister miydi? Hayır, pek değil. Hakkında bir şeyler duyduğu, ona
"sanki 'ekiymişim gibi gözükmemi sağlayacak kendimi sunma
yöntemlerini" öğretecek şu küçük kursla ilgileniyordu. (Daha çok gülüşme.)
Paley,
sosyal statüleri konusunda kör değildi. "Atlanta'daki birçok kadın için
gurur konusu hâlâ kocalarının ne kadar para kazandığı ve size nasıl baktığıdır,"
dedi. "Önemli olan şunlar: sana hangi marka arabayı alabilir? Çocuklar ve
ev işleri konusunda yardımcı oluyor mu? Seyehate gidebiliyor musunuz?"
Yine
de olaysızlık sorunu söz konusuydu. Alışveriş veya çocukları okula götürüp
getirmenin dışındaki boş saatlerini doldurmak için ne yapıyorlar? Pembe dizi
okuyorlar. Şimdi ise şaka yollu, popüler pembe dizi romanların yazarlarının
edebi yeteneğine puan veriyorlardı (çünkü daha iyisini biliyorlardı). Herkes
oyuna balıklama atlamıştı.
"Gerçekte
bu kitapları okumak için ne kadar zaman harcıyorsunuz?" diye sordum.
Kıvırcık
saçlı, parmakları ojeli, ayaklarında fantazi ayakkabılar ve muhtemelen çok zeki
olan Paley şunları söyledi: "Durmadan okuyorum. Bir oturuşta kolayca
saatlerce okuyorum. Kendimi öylesine kaptırıyorum ki küçük kızım çıkıp gitse
haberim olmaz. Ağladığında duymadığım bile oluyor."
Bunlar
korunan kadınlar: genç, çekici, arsız ve güvende. Kadın olarak, mali
bağımlılıklarının hakları olduğunu varsayıyorlar. Karşılık olarak da
kendilerini ev işlerine adıyor, temizlik yapma, evi düzene sokma, çocuk
yetiştirme ve eğlenme becerileriyle gurur duyuyorlar. Ama içten içe, bilincinde
olmasalar da, kendilerine bir gündem belirlemişler: neredeyse törenci bir
tarzla, yaşamlarının ne kadar riskli olduğunu farketmekten kaçınıyorlar.
Evliliklerinin çökmesi halinde ne olacağını düşünmüyorlar. Boşanmalar elbette
oluyor. Bunu ve kadın kurbanlarını görüyor ve yaşamlarının kaçan iplerini
yakalama çabasında çok cesur olduklarını düşünüyorlar. Ama boşanmanın güzel
kadınlar için geçerli olduğunu gerçekten düşünmezsiniz. Boşanma başkaları
içindir, ...pek şanslı olmayan kadınlar için.
Kanser gibi. Ya da ölüm.
Doğrudan
doğruya Atlanta'dakine benzer kadınların kafa karışıklığından kaynaklanan ve
nispeten yeni olan kültürel bir olgu ortaya çıktı: "evsiz ev-hanımı."
Dul kalan veya kocaları tarafından terkedilen ve kendilerini geçindirecek bir
beceriden yoksun olan evsiz ev hanımları, duygusal açıdan sakatlanmış 25 milyon
kadından oluşan bir sınıftır.22 Toplumun, iyi ev hanımı ve anne olup ocağı
tüttürmenin ödüllendirileceğini öğrettiği bu kadınlar, gerçekten de, evlilik
ahlakındaki sismik kaymayla birlikte köklerinden koparılmış, "ortada
kalmışlardır." Yıllar önce, okul sıralarında geliştirdikleri yetenekleri
çoktan köreldiği için, yetersiz, yeteneksiz olduklarına inanırlar. Kasları da,
kafaları da kullanılmamıştır. Yaşamlarını, erkeklerin onlara destek olmak için
her zaman hazır olacağı yolundaki Sindrella mitine inanarak harcamışlardır.
Maryland'daki bir Evsiz Ev-hanımları Merkezinden alman istatistikler bıınun ne
kadar acımasız bir rüya olduğunu göstermektedir. Merkezin hizmet verdiği
kadınların sadece yüzde 17'si eski kocasından nafaka alıyormuş. Üçte ikisi
yoksulluk içinde yaşıyormuş2'' Ve bu kadınlar yaşlı değildir. Yaşlan otuz ila
elli beş arasında değişmektedir.
Şöyle
veya böyle boşanmayı destekleyen -ve aynı zamanda da yeni çalışan anne görüşünü
destekleyen-toplum, anılan kadınların güvenliğini çökertmiştir. Sonuç olarak,
Evsiz Ev-hanımları örgütünün kurucusu ve California, Oakland'daki merkezin
başkanı olan Milo Smith'e göre, yardım etmeye çalıştığı kadınlar öfkeliymiş. Bu
kadınlar, her şeyin birdenbire değiştiği görüşünden hoşlanmıyor, evlerinden
ayrılma, beceri kazanma ve işe gitme zorunluluğuna içerliyormuş.
Ayrıca
depresyon içindedirler. "En büyük sorunumuz intihar,” dedi Bayan
Smith. "Bu yıl merkezde dört intihar girişimi oldu."
Bu
merkezi ziyaret ettiğim gün (ki ülkede bunun gibi bir düzine daha var), yardıma
gelen kadınların saçları yapılıydı, parlak kırmızı ruj sürmüşlerdi. Kendileri
de evsiz ev-hanımı olan görevliler tarafından anlayışla karşılanan bu hanımlara
görüşme için beklerken kahve ikram ediliyordu. Eski hücre arkadaşları gibi,
eskiden merkezce desteklenenler de birbirine yardım etmeye çalışıyordu. Yeni
gelenlerin gözlerinde ışıltı vardı ve karşılarındakini hoşnut etmeye
heveslilerdi. Güvensizlik gözlerinde sıtma ateşi gibi parlıyordu.
Birkaç
yıl öncesine kadar kendisi de becerisiz, ürkek bir dul olduğu için bu işe
başlayan altmışlarında bir kadın olan Bayan Smith, "Birçoğu pislik içinde
geliyor," dedi. "Yasal uyuşturucu
bağımlıları gibiler. Doktorları tarafından bu hale sokulan Valium
bağımlıları."
Kocalarının
gidişiyle birlikte yasa boğulan, sadece kocalarını değil, kimlik duygusu veren yaşam
biçimlerini de yitirmiş olma duygusuyla yıkılan bu kadınlar, bir doktorun
verebileceğinin çok çok ötesinde bir ihtiyaçla aile doktorunun kapısını çalıp,
bunun yerine hap almışlardır. Evsiz ev-hanımlarının umutsuzluğu hissedilir bir
olgu. Toplum onlarla ne yapacağını bilmiyor; doğup yetiştirildikleri raison
detre'yi (Fr. varoluş nedenini, Ç.N.) kaybeden bu kadınlar da kendileriyle ne
yapacağını bilmiyor. Öz-saygıları bir gecede uçup gitmiş gibidir. Merkezin
girişini gösteren Bn. Smith, "Özünde bu kapıdan içeri adım atan her kadın,
artık çirkin, yaşlı, şişko, yararsız bir yaratık olduğu görüşünü içe
yansıtmaktadır," dedi.
Daha
da kötüsü, sanki bu yeni kirlenen öz-imajı, kendilerine yapılan bir kötülükmüş
gibi hissedip, kin duymalardır. "Bu kadınlar, her şeyi intikam almaya
yönelik olumsuz bir Çabaya çevirerek enerjilerini tüketiyor," dedi Bn.
Smith. "Son derece katılar. Bu ise depresyon tablosunun bir parçası. Siz
onları kendileri için bir şey yapmaları için gönderiyorsunuz, onlar bahanelerle
geri dönüyor. Tipik evsiz ev-hanımı, ona yararı olacağını düşündüğünüz bir şeyi
yapmama konusunda, sizin bulacağınız her bahaneye karşılık elli bahane
bulabilir. Tek nedeni de korku."
Kadınlara
ilişkin yeni birçok araştırmada ortaya çıkan "ürkütücü boyutlardaki depresyona,"
kadınlar (özellikle de genç kadınlar) arasındaki intihar girişimlerinde görülen
patlamaya ve duygusal acı için aşırı hap kullanma olaylarına dikkati çeken
Maggie Scarf, "Depresyondaki kadın kaybetmiş bir insandır," diyor.
NIMH (Ruh Sağlığı Enstitüsü) tarafından yürütülen ve 70'lerin başlarında
tamamlanan bir araştırmada, 30-44 yaş grubundaki bütün kadınların üçte birinin,
ruhsal durumlarını düzeltmek için reçeteli ilaç kullandığı ortaya çıkmış. Bu
kadınların yüzde 85'i psikiyatriste hiç gitmediğini beyan etmiş.24
Peki
depresyondaki kadının kaybettiği şey nedir? "Hayati bir şekilde bağlandığı
bir şey," diyor Scarf. "Şaşırtıcı bir düzenlilikle ortaya çıkan şey,
söz konusu 'kaybın' belirleyici ölçüde önemli ve çoğu kez kadının kendini
tanımladığı bir duygusal ilişkidir."
Kadınlar,
tanım (kimlik duygusu) için başkalarına yönelir. Kendilerini, bir başkasının
gözünde görme derecesi öyle yüksektir ki, söz konusu başka kişiye bir şey
olması (ölmesi veya ayrılması, hatta belirgin bir şekilde değişmesi) halinde,
kendilerini artık göremezler. Üç yıllık sevgilisini kaybeden bir kadın (ki
milyonlarcasıın duygularını dile getirdiğine kuşkum yok), "Sanki
varolmamışım gibi bir duygu," diyor.
"Başkasına"
yönelik bu ihtiyaç ve bağımlılık, kadının üretken bir şekilde çalışmasını
(özgün, heyecanlı olmasını ve kendini işine vermesini) birçok açıdan
engellemektedir. Kurtuluşumuzun başkasına bağlanmaktan geçtiğini söyleyen mit,
aynca, sonsuza kadar çalışmamız gerekmeyeceği yolundaki gizli bir mesajı da
birlikte taşımaktadır. Birdenbire çalışmayı zorunlu kılan bir durumun ortaya
çıkması halinde birçoğu keskin bir iç öfkenin kucağına düşer. Her nasılsa,
çalışmak zorunda olmak, bir kadın olarak başarısız olduklarının bir göstergesi
olup çıkar.
Ya da belki de bu, rüyanın kendisinin sadece bir yalan
olduğunun bir göstergesidir.
"Bir
firkete fabrikasının montaj hattında işimden haz alarak çalışıyor da
olabilirdim," diyor otuz bir 'yaşlarında, bekar bir müze müdürü.
Washington, DC'nin sanat dünyasında gösterişli bir işi olan bu hanım için, bir
zamanlar heyecan verici gözüken her şey birdenbire zevksiz, heyecansız olup
çıkıyor. Otuz birinci yaş gününde ona birşeyler oluyor, çünkü bu gün, onun
bağımsızlıktan kurtuluş için kendi içinde kendine koyduğu vade sonudur.
İçindeki bir ses, "çok geç," diyor. "Artık çalışmak zorunda
olmaman gerekirdi. Senin yaştaki kadınlar çalışmama seçeneğine sahip olmalı; evde oturup resim yapabilmeli, ya da hayır işleriyle
uğraşmalı, veya çocuk büyütmeli."
Sanki
hayatının fırsatını kaçırmış gibi bir duyguya kapılır; belki aptalca, ama bu
onu öfkelendirir ve ölgünleştirir. Her gün, sanki bir makine gibi, işlerini
mekanik bir şekilde yaptığını farkeder. Kendi yaratıcılığını yaşayıp eyleme
aktarma heyecanını kaybetmiştir. Birkaç yıl sonra şunları söyleyecektir: "Sanki yükümlülükten başka bir şey olmayan sonsuz
bir zevksiz işler serisiyle boğuşuyormuşum gibi boşunalık duygusuna kapıldım.
Verimim yarıya düştü diyebilirim. Anında rezil bir başka iş karşına çıkacakken
neden elindeki işi bitiresin ki?"
Tanıdığım
üniversite eğitimli bir kadın, New York'ta evlerde temizlikçi olarak
çalışmasının nedenini şöyle açıklıyor; "kalıcı bir şeyde çalıştığım,
'Tamam, yapacağın iş bu, kendini böyle geçindireceksin’ diyen bir şeyi seçtiğim
duygusunu yaşamak istemiyorum."
Bu
kadın yirmi dört yaşında ve olağanüstü zeki. Hizmetçiliğin yanısıra, serbest
olarak doğrudan postalamalı reklam metinleri yazıyor, hem de ustaca. Patronu
onun müthiş olduğunu düşünüyor, ki öyle de (her iki üç ayda bir işleri
arapsaçına çevirip geciktirmesini saymazsak). "Bloke olmuştur." Tek
kelime yazamaz. Greenwich Village'deki tek odalık minik dairesinin aylık
kirasını ve elektrik su faturalarını ödemek için ihtiyaç duyduğundan daha
fazlasını kazandığı an, çalışamaz hale geliyor. "Con Edison'un elektriğimi
kesmek üzere olduğunu hissetmediğim sürece, sanki yaşamım gerçek değilmiş gibi
hissediyorum," diyor. Aydan aya idare etmek için çalışmak zorunda olmak
bir şeydir. Yetişkinlerin yaptığı bir şey olduğu için çalışmak zorunda olmak,
işte hayatın böyle olacak... Buna katlanamam. Bu tamamen çocuksu ve
nevrotik, ama derinlerde bir yerde, kendi geçimimi sürdürmek istemiyorum; bunu
bir başkasının yapmasını istiyorum."
İşe
yönelik çarpık tutumlarının bir sonucu olarak kadınların işlevsel sorunlar
yaşadığını gösterir bir dizi tehlike işareti vardır. Bazıları, yıllarca ölesiye
sıkıldıkları işlerde kalır. Bazıları ise "erkeğin iş dünyasının
rekabetini" protesto ederek buna katılmayı "reddettiklerini" söyler.
Yine de aynı kadınlar sık sık, yapamayacaklarına, ya da aşırı ölçüde zor
olduğuna inandıkları işleri yapan erkeklere imrenmektedir. Örneğin pazarlık
etmek gibi. Kendi projelerine başlamak, para isteyip almak gibi.25 Kısaca,
kendi iyilikleri için aktif bir rol almak. Burada, semptomları kadın bir iş
aramaya ya da bir mesleğe girmeye çalışıncaya kadar örtülü kalan tam bir ruhsal
sorunlar yumağı söz konusudur. Sonra, birdenbire, bum!
Örneğin
sınav kaygısı, kadınlarda erkeklerdekinden rahatsız edici ölçüde daha
yüksektir.26 Bir mesleğe girmek, kariyer değiştirmek, ya da terfi etmek için
sınav gerektiği zaman, bu, kadının planlarını altüst eder. (Bazı kadınlar,
ister üniversite giriş sınavı olsun, ister ehliyet veya emlakçılık için
komisyoncu ruhsatı olsun, her tür sınavdan ölesiye korkar.)
Kadınlar
için halk önünde konuşmak da zordur. Columbia'da 200 lisansüstü öğrenci
arasında yapılan bir ankette bir profesör, erkeklerdeki yüzde 20'lik orana
kıyasla, kadınların yüzde 50'sinin halk içinde konuşamadığını gözlemiş.
Bazılarında kaygı öyle yüksekmiş ki, sersemlik ve bayılma nöbetleri
gözlenmiş.27
Öz-saygısı
düşük olan ve bir başkası tarafından geçindirilme arzusu besleyen kadınlar için
iletişim genelde zordur. Bazılarının kafası karışır, söylemek istediklerini
unutur, doğru sözcükleri bulamaz, karşısındakinin gözünün içine bakamaz. Veya
terler, kekeler, ya da sesi çatallaşır. Ya da birisi görüşlerine karşı çıktığı
an tartışmanın akışını korumakta zorluk çeker. Özellikle karşı çıkan bir
erkekse, telaşa kapılabilir, ağlayabilir.
Konuştuğum
bir dizi kadın, bağlantı duygularının, bildiklerini biliyor olma duygusunun,
otoritelerinin, konuşmanın ibresi onlardan erkeğe doğru yöneldiği an azaldığını
anlattı.
Bütün
bunlar gerçekte performans kaygısının çeşitli türleridir ve bu da dünyada
kendini yetersiz ve savunmasız hissetme duygusuyla ilgili daha genel korkularla
bağlantılıdır: Karşı çıkılan birisinin misilleme yapacağı yanlış bir şey
yaptığı için eleştirilme, "hayır" deme, kendi ihtiyaçlarını doğrudan
doğruya, manipulasyona gerek kalmaksızın açıkça ortaya koyma korkuları. Bunlar,
kendimizi geçindirmenin ve kendimizi ortaya koymanın, kadınca olmadığı
inancıyla yetiştirildiğimiz için, özellikle kadınları etkileyen türden
korkulardır. Erkekler için çekici, yani uysal, tatlı, "kadınsı"
olmayı şiddetle arzularız. Bu arzu ise kadınların yaşamlarında ulaşabilecekleri
coşkuyu ve üretkenliği sakat bırakır.
Hiç
bir şey bizi alıklar gibi davranmaktan alıkoymaz.
Amerikan
Psikanaliz Akademisi'nin Beverly Hills'teki bir toplantısında Alexandra
Symonds, şaşkın meslektaşlarına şöyle diyor: "Bir banka yöneticisinin,
yaptığı bir şey üstü tarafından eleştirildi diye gözyaşlarına boğulması doğru
değil. Yılda 30,000 dolar kazanan bir yardımcı editörün, planları reddedilince
arsızca ve baştan çıkarıcı davranması; bir üniversite profesörünün yetersiz bir
program verildi diye Dekanın bunu farkedip değiştirmesini umarak küsüp suratını
asması doğru değildir. Bunlar, özerk hareket eden özgür kadından çok,
"Babasının küçük kızına" uygun davranış yapılarıdır.28
Dr.
Symonds, tartışma için bir dizi yüksek maaşlı Babacağının kızı uydurmuş değil.
Bu "başarılı" profesyoneller, ona yardım arayışıyla gelen kadınlar
(bağımlılık duyguları konusunda derin çatışmalar yaşayan "süper
kadınlar") arasındadır.
Kadınlar,
iş ve mesleki merdivenleri tırmanırken, bazı yapay davranışlar ve kuralcılık,
göstermeye çalıştıkları güvenin kofluğunu ortaya çıkarır. Aslında, içlerindeki "babasının
küçük kızı" olma savından vazgeçmeyen kadınlar, birlikte iş yaptıkları
meslektaşlarına ve insanlara son derece kafa bulandırıcı mesajlar verebilir.
Tıpkı yeniden hortlayan iffetçilikle Cosmopolitan'ın en son Scavullo kapağı
arasındaki yeni "başarı için giyime" benzer bir şekilde, içten içe
bağımlı olan kariyer kadınlarının kendilerini sunuşunda da çoğu durumda şizoid
bir şeyler vardır. Çok sağlam gözükürler: ta ki gözleri sulanıp ve genelde
çaresiz ve baştan çıkarıcı davranmaya başlayıncaya kadar.
Bu,
bu kadınların birlikte iş yaptıkları erkeklerin her zaman taktir etmedikleri
bir davranıştır. Son günlerde, bir ekonomi muhabiri, bir Wall Street
komisyoncusu ve bir reklamcı oturup bana kadınların iş yaparken nasıl
gözüktüklerine ve davrandıklarına ilişkin izlenimlerini anlattılar. İşte
konuşmadan birkaç alıntı:
MUHABİR: Birkaç ay önce New York
Borsasında önemli bir mevkisi olan bir kadınla röportaj yapmıştım. Beyaz bir
ipek bluz giymiş, tonla makyaj yapmıştı, tırnakları çok uzun ve boyalıydı,
kulağında şangırdayıp duran altın küpeler vardı. Üstünde o kadar çok şey vardı ki,
ona bakmakta zorlanıyordum. Konuşurken tarzını sürekli değiştiriyordu. Bir süre
son derece ciddi ve güvenli gözüküyordu. Derken gerileyip mimik yapıyor,
omuzlarını çekiyor, kafa sallıyordu.
KOMİSYONCU: Bunu birlikte çalıştığım
kadınlarda ben de gözlüyorum. Sanki bir sonraki an ne tür bir insan
olacaklarını bilmiyormuşsunuz gibi tuhaf bir duyguya kapılıyorsunuz. Büyük
Değişmenin tekrar ne zaman olacağını merak ederek, işaretler aramaya
başlıyorsunuz.
MUHABİR: Diksiyonu (söylemi) süper
yavaştı. Nasıl konuştuğu, nasıl gittiği konusunda aşırı kaygılı, sözcükleri
seçmekte çok dikkatliydi. Sonra işleri iyi olan birçok kadında gördüğüm şeyi
yaptı. Bu kadınlar cümlelerini, sözcükleri yumuşatarak ve yumuşarken kafalarını
sallayarak bitirirler.
REKLAMCI: Bunu duymuştum. Bir tür hava
basma; cümlelerini havalı bir çalımla bitiriyorlar. Hava atmak zorunda
oldukları şeyi gizliyorlar, çünkü gerçekten "yutturmaya çalışıyor"
gibi gözükmek istemiyorlar.
MUHABİR: Sanki gerçekte bir cümlenin
gücünü kazanmaktan korkuyorlar. Konuşuyorlar, konuşuyorlar ve gerçekten de
etkili oluyorlar ve birdenbire, sanki etkili olduklarını görüp geri çekilmek
zorunda kalıyorlar. Sanırım güçlü olmaktan korkuyorlar.
KOMİSYONCU: Kafa sallamayla birlikte ses
tonundaki bu düşüş ve yumuşama çok yaygın.
REKLAMCI: Kafa sallamanın amacı kabul
etmenizi sağlamak.
KOMİSYONCU: Doğru.
REKLAMCI: İş kadınlarının sohbette salınım
gösterdiklerine hiç rastlamadım. "Deli misin?" ya da bunun gibi bir
şey söylediklerini duymazsınız. Erkeklerin, iş yaşamında kişiliklerinin özgürce
uçup kürkremesine izin verdiklerini sık sık görürüsünüz. Erkekler işleri böyle
yürütür. Nasıl birisi olmaları gerektiğine aldırış etmezler. Sadece yaparlar.
Kadınlar nazik ve resmi. Kuralların önde olmasını istiyorlar. Bana ortaokul
birde birinci olan kızları hatırlatıyorlar.
KOMİSYONCU: Kadınların müşteri ilişkileri
gibi işlerde çok iyi olmalarının nedeni de işte bu. İnsanlar gelip bağırıp
çağırabilir, ortalığı birbirine katabilir, onlarsa sadece geriye yaslanıp
dinler. Bir anlamda gerçekten uzak kalmışlar. Gelenekler, yapı ve kadınlık
engel oluyor.
MUHABİR: Genç kızın erkeğin arabasında
erkeğe uyduğu eştipik bir ergenlik yaşantısı vardır. Bu görüş yaşam boyu
sürüyor gibi. Kadın, erkeğin dünyasında yolculuk ediyor. Kadın erkeğin
arabasına bindiği zaman (ki bu erkeğin kurumudur) erkeğe uyar. Direksiyona
geçmeye, işleri kendince yürütmeye, değişiklikler getirmeye çalışmaz. Hatta güç
aramaya bile çalışmaz. Bu bağımlılık gerçek bir "idare et" niteliğine
sahiptir. "İdare et" Jane.
Kadınlar
dostoğru olma, yani istediklerini doğrudan isteme, özellikle de başkalarımı
kanılarını geçersiz kılmak anlamına geldiği zaman, inandıkları şeyi kabul
ettirme gibi konularda kendilerini rahat hissetmez. Bazen en olmayacak anlarda,
masum rolüne, baştan çıkarıcı, ya da küçük uz rolüne dönme kışkırtması
duyarlar. Muhabirin de dediği gibi, bunu yapmaları için "küçük bir kafa
sallama, ya da küçük bir omuz çekme," şöyle bir bakış veya mimik yeterli.
VJomen,
Money and Power adlı çalışmasında psikolog Phyllis Chesler, kadınların, arka
koltukta rahatça yolculuk etmeyi sürdürmek için bunu, her zaman bilinçli olmasa
da, kasıtlı olarak yaptıklarını söylüyor. "Evde ya da halk arasında, her
sınıftan kadınlar, saygı, önemsizlik, çaresizlik... başkalarını rahatlatacağı
ve erkeklere üstünlük' duygusu vereceği varsayılan bir tavır mesajı iletmek
için temel beden dilini kullanmaktadır."
Kadınların,
erkeklerin veya kendi dışındaki herhangi birisinin kendisini "üstün
hissetmesini" sağlamak için kullandığı başka yöntemler de vardır. Kadınların
konuşma ve dil yapılarına ilişkin yeni ve akademik bir çalışma, korku ve
güvensizliğin, kadının konuşma tarzını -yönelim veya sözcüklerin seçimi, ses
tonu, akıcılık, hatta sesin tınısı (ki yardım çağrısındaki kadınlarda bu tını
yükselir ve kızlara özgü bir özelliğe bürünür)şekillendirdiğini göstermektedir.
Dilbilimci Robin Lakoff, aşağıdaki özelliklerin kadınların konuşmasında tutarlı
bir şekilde bulunduğunu gözlemlemiş:
Pek anlam ifade etmeyen ve şişirici bir etki yaratan boş
sıfatların (fevkalde, ilahi, müthiş, vs.) kullanılması. Konuşmaları boş
sıfatlarla yüklü olan insanlar genellikle ciddiye alınmaz.
Bir bildirim cümlesinden sonra onay cümlelerin
kullanılması. ("Hava gerçekten çok sıcak, değil mi?")
Cümlenin sonunda, ifadenin etkisini azaltan yumuşatıcı
veya sorgulayıcı bir ses tonunun kullanılması.
Konuşmaya tereddütlü, tarafsız bir özellik katan
Yumuşatıcı veya değiştirici ifadelerin (gibi, benzer, sanırım, vs.)
kullanılması.
"Aşırı doğru" ve aşırı nazik bir konuşma
tarzının seçilmesi (örneğin çelişki yaratmama, ya da argo konusunda aşırı
sakınımlı olma gibi).
Başlangıçta çok tartışmalı olan Lakoffun bulguları,
akademisyenler arasında ülke çapında bir araştırma furyasına yol açar.29 Yeni
bulguların çoğu Lakoffun gözlemlerini destekler: kadınların konuşma tarzı
gerçekten de tereddütlüdür. Cornell Üniversitesi'nden Sally Genet, güçlü,
yumuşatılmamış ifadelerden kaçınmaya yönelik bu sarsak eğilimimizi tanımlamak
için "çekingen bildirimci" (diffident declarative) terimini
kullanıyor.
Başkalarıyla olan etkileşimlerdeki etkililik
terimleriyle, kadınların bu şekilde konuşarak birşeylerin olmasını (ya da
olmamasını) sağladıkları kesin. Psikolog Today'in yönetici psikologlarından
birisi olan Mary B. Parlee şöyle diyor: "Konuşma sadece güç farklarını yansıtmakla
kalmayabilir, bu farkın doğmasına yardımcı da olabilir." 30
Başka bir deyişle, "çekingen bildirimci"
konuşma tarzına güvenen kariyer kadınları, Fortune 500'ün yönetim kurullarına
uzun süre giremeyebilir.
Kadınlık konusunda yeni bir kriz, neyin
"kadınca" olup neyin olmadığı konusunda yeni bir çatışma söz
konusudur, bu da birçok kadını mutlu, bütünleşmiş bir şekilde yaşamaktan
alıkoymaktadır. Kadınlık, yıllarca bağımlılıkla birleştirilmiş, hatta
özdeşleştirilmiştir. Benim "Cinsel Kimlik Paniği" dediğim şeye yenik
düşen kadınlar, bağımsız davranışın kadınca olmadığından korkmaktadır (bkz.
VI.Bl.). Bunun erkeğe özgü olduğunu düşünmüyor olabiliriz, ama aynı zamanda
kadınca olduğuna da inanmıyoruz. Bu yeni cinsel kimlik paniğini canlı bir
şekilde ifade eden genç bir borsa komisyoncusu şöyle dedi: "Sanırım birisi
(erkek veya kadın) bana erkek gibi olmayı, iş dünyasında erkek gibi para
kazanmayı ve erkek gibi kendine güvenli ve üretken olmayı öğretecek. Bu
gerçekleştikten sonra tekrar bir kadın gibi olacağım. Çocuk yapıp altı yedi yıl
bebeğimle evde kalacağım. Sonra tekrar bir erkek olmak için geri
döneceğim."
Kadınların
kafasının kadınlık konusunda böylesine karışık olması, annelerimiz gibi
yaşamamaya karar vermemizle yakından ilişkilidir. Psikiyatristler, annelerimiz
ne kadar kısıtlı ve bağımlıysa, bizim de farklı doğrultularda ilerleme
konusunda o kadar kaygılı olacağımızı ortaya çıkarmıştır. "Öz-gizleyici,
sessizce acı çeken anne (kazına Benim gibi olma; bir şey ol.' dese de) kızının
aynı rol modelini benimsememsine karşı içerleme duyar ve bundan korkar,"
diyor Symonds.’31
İçerleme
dolu bir anne kızda üç tipik yapıdan birini yaratma eğilimi gösterir. Bunlardan
ilki, kronik, düşük düzeyli bir depresyondur (hep var gibi gözüken bir hüzün
veya depresyon altakımı). Dr. Symonds bunun, kendini işine kaptıran ve
başkalarına çok şey veren, ancak kendisi duygusal açlık çeken bir kadının tipik
özelliği olduğunu söylüyor.
Annelerinin
yaşam tarzına sırtını dönen kadınlarda ortaya çıkma eğilimi gösteren ikinci
sendrom, kadın kimliği alanındaki güvensizliktir (genç borsa komisyoncusunda
görülen cinsel kimlik karışıklığı). Bağımsız yaşamaya çalışan kadınların
kültürel beklentilere bu güne kadar açıkça direndiğine dikkati çeken Dr.
Symonds, "Bu kadınların, kendi kişiliklerinin, erkeksi olarak
değerlendirdikleri yanları karşısında duydukları panik, hatta dehşet beni
şaşırttı," diyor.
Üçüncüsü,
bu kadınların yıllarca inkar ettiği, çoğu kez oldukça inandırıcı bir
öz-yeterliliğin arkasına gizlediği gizli bağımlılıktır. Sözde (sahte) bağımsız
kadın tam gün çalışabilir, bir aileye bakabilir, hazır yemek yerine pişirmeyi
tercih edebilir ve genelde hem evde hem de işte "süper" olmaya
yönelik zorlanımlı bir ihtiyaç sergileyebilir. Buna karşılık kocası evde yokken
geceleri ağlayabilir.
Son
günlerde kadınlarda, dışsal şeyleri değiştirerek (evlenerek veya evlenmeyerek,
iş değiştirerek, taşınarak, sendikaya üye olarak veya kadın hakları için
mücadele ederek) kendi sorunlarına çözüm bulmaya yönelik güçlü bir eğilim var.
Ama işin gerçeği, çözülmemiş bağımsızlık çatışmalarıyla kösteklendiği sürece,
"doğru" erkeği, "doğru" işi, "doğru" yaşam
biçimini bulmasının sonucu olarak kesinlikle değişmeyecektir. Kadın hakları
mücadelesinde yerini alması kişisel yalıtım (tecrit edilmişlik) duygusunu
hafifletebilir. Ama bu dışsal değişmelerin hiç birisi onu altta yatan kafa
karışıklığından ve özyıkıcı tutumlardan kurtarmayacaktır.
Kendini
daha iyi hissetmek isteyen kadın, içinde olup bitenleri görerek işe
koyulmalıdır. Ülkenin çeşitli bölgelerindeki psikoterapistlerle ve
psikiyatrislerle konuştuktan, kadınlarla görüştükten ve çevremdeki kadınların
yaşamını gözlemledikten sonra şu sonuca vardım: kadınların kavraması gereken
ilk şey, korkunun yaşamlarına ne ölçüde yön verdiğidir.
Usdışı
ve kaprisli olan, yeteneklerle, hatta gerçekle hiç bir ilişkisi olmayan korku,
günümüz kadınlarında salgın halini almıştır. Bağımsızlık korkusu (ki bu
yalnız kalmamız ve kimsenin bizi geçindirmemesi anlamına gelirdi); bağımlılık
korkusu (ki bu baskıcı birisini tarafından tüketilmek anlamına gelirdi);
yaptığımız işte becerikli ve iyi olma korkusu (ki bu yaptığımız şeyde
sürekli iyi olmak zorunda kalmamız anlamına gelirdi); beceriksizlik korkusu
(ki bu da kendimizi ezik, çökmüş ve ikinci sınıf hissetmemiz anlamına
gelirdi).
Kadın,
ergenliğe girip de erkekleri çekmeyi istediği andan itibaren (belki bir erkeği
olmaz; ama olursa, yaşamının sonuna kadar tuzağa düşmüş ve kısıtlanmış
olacaktır) yaşamının her aşamasında, korku açmazıyla karşı karşıyadır.
Terkedilen evsiz ev kadınlarında da, kocaları ölünce kendilerini yaşamla başa
çıkma konusunda yetersiz hisseden dullardan da korku hissedilir bir yapı
kazanır. Bu korku, meslek edinmeye çalışan kadınların içindedir, evlilikten
kurtulmaya çalışan ama adım atmaya korkan kadınların, kurtulup da kendi
başlarına kalma olasılığı karşısında kendilerini hepten felç olmuş hisseden
kadınların içindedir.
Belki
de en acı olanı, mesleklerinde tepeye kadar tırmanan ve bu sorunu yendiklerini
sanan, ama sonuna kadar gitmek istedikleri taktirde kaçınılmaz olan gerçek
bağımsızlık hareketinin gerektiren kariyerlerinin X noktasında kaygının altında
ezilen ve bir adım daha atamayan kadınlarda da bu korkuların bulunmasıdır.
Fobiler, kadının yaşamına, gizli bir veba gibi sızmıştır. Bu, uzun yıllar süren
toplumsal koşullandırmayla ortaya çıkmıştır ve bugün çok daha sinsidir, çünkü
öylesine baştan aşağı yabancı değerlere gömülmüşüz ki bize ne olduğunun farkına
bile varmıyoruz.
Kadınlar,
korkmaktan vazgeçmedikleri sürece özgür olmayacaktır. Kendimizi becerikli ve
bütün hissetmemize engel olan kaygıları aşma sürecine (neredeyse beyin yıkamayı
tersine çevirerek) başlayıncaya kadar, yaşamımızda gerçek bir değişme, gerçek
bir özgürleşme olmayacaktır.
Kadınların Mücadeleden Kaçışı
Notları:
1.Bu
ve sonraki alıntılar, Coburn'un Mademoiselle'de yayınlanan (1979)
"Self-Sabotage: Women's Fear of Success" başlıklı makalesinden
alınmıştır.
2.Vogue'de
(1978) Anne T. Fleming adıyla yayınlanan "Can I Stay at Home Without
Loosing My İdentity?" başlıklı makaleden alıntı.
3.Psychology
of YJomaen: Stııdy of Biocııltııral Conflicts (1971) adlı çalışmadan
4.Yirmi
üç kadın yazar, sanatçı, bilimci ve akademisyenin, kendi yaşatılarını ve
işlerini anlattıkları aydınlatıcı bir kitap olan Workiııg it Oiff'tan (1977)
alıntı (derleyen Sara Ruddick ve Pamela Daniels).
5.ABD
Çalışma Bakanlığı verilerinden.
6.Wright’in,
Journal of Marriage and t he Family'de (1978) yayınlanan "Are YVomcn
Really More Satisfied? Evidence from Several National Surveys" başlıklı
makalesinden alıntı.
7.Terman
ve Ogden tarafından yürütülen bu ünlü araştırmanın ilk verileri 1947 yılında
yayınlanmıştır. Araştırmaya konu edilen yetenekli çocuklar sonraki yıllarda da
izlenmiş. Bu grup üzerinde yapılan en son izleme araştırmasında (P.S. Sears ve
M.H. Odom tarafından yürütülmüş ve Eleanor Maccoby ve Carol Jacklin’in The
Psychology of Sex Differences adlı kitabına alınmıştır), çocukken yetenekli
olup da orta yaşa gelen kadınların, çocuklukta aynı ölçüde yetenekli olan
erkeklere göre yaşamlarında daha çok acı ve hayalkırıklığı hissettikleri ortaya
çıkmıştır. Maccoby ve Jacklin'e göre, "Bu erkekler, ev alanının
dışındaki kişisel başarıları anlamında önemli ölçüde daha "başarılı"
olmuştur, buna karşılık kadınlar geri dönüp baktıklarında, artık kaçan
fırsatlar diye niteledikleri şeyler için biraz pişmanlık hissetme eğilimi
göstermektedir."
Maccoby
ve Jacklin, 1971 yılında yayınlanan bir başka araştırmada, kadınların ego
yeterliliğinde ve karmaşıklığında 18 ila 26 yaşları arasında bir diişnıe
görüldüğünden, buna karşılık erkeklerde bu bağlamda artış gözlendiğinden söz
ediyor.
Sosyolog
Alice Rossini, toplumun, "erkeklerden yeteneklerine uygun en yüksek
mesleki prestiji sağlayan işlere yönelmesini beklediğine" dikkati çeker.
"Gerçekten de erkeğin işi yeteneklerini geliştirici olmalı, aksi taktirde
yeterince 'kamcılayıcı’ olmayacaktır. Bir erkek yeteneklerinin altında bir işte
karar kıldığı zaman 'toplumsal bir sorun,' 'kayıp bir yetenek' olarak
değerlendirilir.. .Bunun tersine, yeteneklerinin altındaki işlerde çalışma
konusunda kadınlara göz yummakla kalmayız, onları teşvik de ederiz, çünkü bu,
kadının aile içindeki merkezi rol i için yeterli enerjiye sahip olmasını
sağlar. (Bu alıntı, Judith Bardwick tarafından derlenen Readings on tlıe
Psydıology of Womeıı adlı kitapta yınlanan "The Roots of Ambivalence in
American YVomen" başlıklı makaleden yapılmıştır.)
Rossini,
ekonomik bağımsızlığı hedeflemek yerine gelirlerini ailenin. "ekstra"
harcamalarına yatıran kadınları anlatmak için "pasta kazananlar"
terimini kullanmıştır.
8.Symonds'ın,
Journal of tlıe American Academy of Psychoanalysis'te (1976) yayınlanan
"Neurotic Dependency in Successful Women" başlıklı makalesinden
alıntı.
9.Agy.
10."The
Liberated women: Healthy and neurotic," Journal of the American Academy of
Psychoanalysis (1976).
11.Bu
bilgi, American College Testing Program tarafından 1973 yılında ülke çapında
200 okulda 32.000 öğrenci üzerinde yapılan bir araştırmaya dayanmaktadır.
12.Nüfus
Sayım Dairesi'ne göre bu alanlar şunlardır : eğitim, İngilizce ve gazetecilik,
güzel sanatlar, uygulamalı sanatlar, yabancı diller ve edebiyat, hemşirelik ve
kütüphanecilik. 1966 yılında kadınlara verilen bütün lisans diplomalarının
yüzde 65'i, master derecelerinin yüzde 76'sı ve doktora derecelerinin yüzde
47’si bu alanlardaydı. Bu istatistikleri Neıo York Times a (11 Mayıs 1980)
aktaran Frances Cerra, "Başka bir deyişle," diyor, "1966 ile
1976 yılları arasında kadınlara verilen doktora derecelerindeki artışın yüzde
70'i geleneksel kadın alanlarında gerçekleşmiştir."
13.Pearl
Kramer’e yapılan atıfın kaynağı, Columbia Üniversitesi dergisi Columbia’da
yayınlanan "Wmen's Education and Careers: Is There Stili a Sex Link?”
başlıklı maledir (1980).
14.13
Eylül 1978 tarihli Wall Street Journal'de yer alan "Çalışan Kadınların
Sorunları" başlıklı makaleden alıntı, bu sayıda aynca General Motors'ta
çalışan 68.000 kalifiye işçi arasında sadece 58 kadın olduğu da yazıyor.
15.Better
Homes and Gardens anketini hazırlayan Kathy Keating, "Are Working Mothers
Attemting Too Much?" (Ekim 1978) başlıklı makalesinde, çalışmayan ev kadınlarının
"mutlaka gül bahçesinde yaşamadığına" dikkati çekiyor. Temelde bu
kadınlar ota yaşlı arkadaşları arasında sıkça görülen boşanma konusunda
kaygılıdır. Ama, diyor Keating, "en yoğun düşmanlıkla en çok dile
getirilen kaygı, kadın haklan hareketinin, tam gün annelerin rolünü küçümsediği
yolundadır."
Öyle
gözüküyor ki bu kadınlar, işsizlik, bağımlılık ve artan boşanma oranının
yarattığı rahatsızlık arasındaki ilişkiyi kuramıyor. Kendilerini tehlikede
hisseden bu kadınlar, hissettikleri öfkeyi kadın hareketine yöneltmektedir.
(Ankette yer alan "çalışan anneler yapamayacakları bir işin altına mı
giriyor?" sorusu öylesine etkileyici oluyor ki Better Homes'da yer alan
anket formuna 30.000 okur bir de mektup iliştiriyor.)
16.Aileyle
evde geçirilen zamandan sonra dışarı çıkmak şoke edici olabilir ve genellikle
böyle de olur. Evdeki kadınlar, "tekrar dış dünyaya girmeye"
kalkışıncaya kadar ne kadar korunduklarının ve acemi olduklarının farkına
varmazlar. Evde, diyor Ruth Moulton, "kadın, aileye bakıyormuş gibi gözükse
de, esas itibarıyla çocuksu ve bağımlı kalabilmektedir. Ancak dışarı çıkmaya
çalıştığı zaman gerçekte ne kadar fobik, dar, bilgisiz ve hazırlıksız olduğunu
keşfeder." "Women with Double Lives," Journal of Coııtemporary
Psychoanalysis (1977).
17."Kaçınma
amaçlı hamilelik," çokça görülen bir olgudur. Judith Bardwick, çocukları
küçük olan kolej eğitimli annelerin sık sık evde kendilerini nasıl boğuluyor
hissettiklerinden şikayetçi olmalarına ve okula geri dönüp "kendi
potansiyellerini gerçekleştirecekleri" günü iple çektiklerini
söylemelerine dikkati çekiyor. "Lafta kolay," diyor Bard\vick,
"ama muhtemel başarısızlığı ve öz-saygı kaybını göze almak zor. Çocukları
büyüyüp de bir mesleğe girme olasılığı bir gerçekliğe dönüşünce, ilgileri
azalır. İş dünyasına girmelerine engel olan mantıklı ve belirgin mekanizma,
yeni bir 'kazara' evliliktir" (The Psychology of Womett).
18.Bu
ve bunu izleyen alıntı, Ruth Moulton imzalı ve yayınlanmamış "Ambivalence
About Motherhood in Career Women" başlıklı makaleden alınmıştır.
19.Bu
istatistik, Coalition of Labor Union Women'in başkanı Joyce Miller tarafından
Neıvsıueek'in 19 Mayıs 1980 tarihli sayısında yer alan "The Süper Woman
Scjueeze" başlıklı bir r\akalede verilmiştir.
20.
Bu rakam, ABD Nüfus İdaresinin rakamıdır.
21.
Bu rakamlar, 1980 sonbaharında Des moines'de Beyaz Saray tarafından düzenlenen
yaşlı kadınlar konulu bir konleransta açıklanmış ve New York Times’ın 10 Ekim
1980 tarihli nüshasında yer alan "If Your Face lsn't young: Women Confront
Problems of Aging" adlı makalede yayınlanmıştır.
22.
Amerikan Üniversiteli Kadınlar Derneği Başkanı Marjorie Bell Chambers, diğer
şeylerin arasında, evsiz evhanımların sayısının büyük bir hızla arttığını
gösteren bir araştırma yapmıştır. Söz konusu kadınlar, otuz beş ila altmış dört
yaş grubundan olup da boşanma, ayrılık veya kocanın ölümü nedeniyle kendilerini
geçindirmek zorunda kalan kadınlardır. Birleşik devletlerde 1976 yılında bu
gruba giren kadınların sayısı 9.5 milyondan fazladır, bu, 1950 yılında
kayıtlara geçen rakamın iki katıdır. Milo Snıith'e göre bu rakam bugün 25
milyona ulaşmıştır. (Bkz. Institute for Socioeconomic Studies tarafından
yayınlanan Journal'deki Marjoire Bell Chambers imzalı "The Displaced
homemaker Victim of Socioeconomic Change Affecting the American Family"
başlıklı makale. Ayrıca, Devlet Basımevi, Washington, DC tarafından yayınlanan
"A statistical portrait of Women in the United States.")
23.Nafaka
öylesine düştü ki evliliğin çökmesi halinde hiç bir kadın bunu güvenilir bir
gelir olarak değerlendiremez. McCall's'm 1979 Mart ayında yayınlanan ve 9000
boşanmış okuru kapsayan bir araştırmasında, sdece yüzde 10'unun nafakadan eline
birşeyler geçtiğini ortaya çıkarmış. Araştırmada ayrıca, kadın ve kocasının
yıllık ortak kazancı 40.000 dolar veya üzerindeyse veya kadın elli yaşını
aşmışsa, yirmi yıllık evliyse, ya da üç veya daha fazla çocuğu varsa kadının
nafaka alma ihtimalinin çok yüksek olduğu bulunmuş.
24.
Alıntı ve rakamlar, Psychology Today'in Nisan 1979 sayısında yer alan "The
More Sorrowful Sex" başlıklı makaleden alınmıştır.
25.Journal
of Personality and Social Psychology'de (1973) A. A. Benton tarafından
yayınlanan bir testte, karşıt cinsten çiftlere, biri fikirleriyle mali bir
sözleşme için pazarlık etmeleri söylenir. Testin kuralına göre, çiftlerden
birisi diğerinden daha fazla para kazanmak zorundadır. Kadınların, pazarlık
başlamadan önce erkeklerden daha az para kazanma ve pazarlık görüşmelerinde
daha az becerikli ve aktif olma beklentisi içinde oldukları ortaya çıkmış.
26.
Kadınlardaki sınav kaygısının erkeklerdekinden daha yüksek olduğunu gösteren
araştırmalar, Bardwick ve Martina Horner tarafından yayınlanmıştır. (Horner
için, VI. Bolüm notlarına bakın.)
27.Ruth
Moulton bu araştırmayı, birçok becerikli kadının, fobik olduğu için ders
vermediğini gözledikten sonra yapmış. Columbia Üniversitesi lisans üstü
öğrencileri üzerinde yaptığı gözlemler, Amerikan Psikanaliz Akademisi ile
Amerikan Psikiyatri Birliği'nin 1976 yılında ortaklaşa düzenlediği konferansta
sunulan "Some Effects of the New Feminism" başlıklı makalesinde yer
almıştır.
28.Dr.
Symonds'un 4 Mayıs 1975 tarihli konuşması daha sonra "Neurotic Dependency
in Successful women" başlığı altında Journal of tlıe American Acadcmy of
Psyclıoanalysis'te (1976) yayınlanmıştır.
29.
Robin Lakoff, "Language and Woman’s Place," Language in Society, Vol.
2,1973, sf. 45-79.
30.
"Conversational politics"ten alıntı (Mayıs 1979).
31.
New York Times, 28 Ocak 1978 tarihli sayısındaki "Women and Success: Why
Some Find It So Painful" başlıklı makaleden alıntı.
Sh:
7-69
Evliliğim
bittikten sonra tekrar kendi başıma yaşarken, tuhaf, çelişkili rahatsızlık
belirtileri yüzeye çıkmaya çoktan başlamıştı bile. Aşın yorgunluk
hissediyordum; uyuyamadığım dönemlerde ağlama nöbetleri geçiriyordum. Yine de, nedensiz
yere ortaya çıkan ve neredeyse manik olan sevinçli anlarımda yaşadığım
açıklanması zor sevinç ve enerji kırıntıları bu depresyon semptomlarını
dengeliyordu.
En
güzel anlarım, bir gün gerçekten tanınacağımı hayal ettiğim anlardı. Bununla
neyi kastettiğimden emin değildim, ancak bir tür kurtarılmaya eşdeğerdi.
"Onlar" beni bulacak, içsel kişiliğimi, gizli yeteneklerimi
keşfedecek ve beni büyük, boş, cansız dairemden alıp, bilinmez doyumların
beklediği nefes kesen ufuklara götüreceklerdi. Bazen, gecenin geç saatlerinde
çakırkeyif olduğum anlarda aynanın karşısında kendi kendime dans ediyordum.
Üzerimde sadece uzun, çarpıcı bir kuştüyü bulunan bir fötr şapka oluyordu. Bu
imajı korumamın bir nedeni, bunun, öteki yanımla (geri kalmış ölçüde utangaç,
genç, deneyimsiz, güvensiz öğrenci kız yanımla) keskin bir karşılık
oluşturmasıydı. Bu, geride kalmak, sadece yakayı sıyırmakla yetinmek isteyen
tarafımdı. O, kira, telefon faturası ödendiği zaman mutlu olan büzülmeci
yanımdı. Bir parça ekmek, bir parça sıcaklıktan başka ne isteyebilirdim ki?
Yaşamımdaki
bu dönemin sonuna doğru elektrik süpürgesi arızalandı. Tamir ettirmek için
hiçbir şey yapmamam semptomatikti. Her gün evi süpürürken, "çalı süpürgesi
neyine yetmiyor," diyordum kendi kendime. "Kadınlar elektrik süpürgesinden
önce çalı süpürgesi kullanıyordu."
Ne
kadar ürkektim ve yaşamım ne kadar dar ve kısıtlıydı. Bedava tiyatro bileti
bulduğum, ya da bale konusunda bir şeyler yazmam istendiği zaman minnet
duygusuyla gidip New York Devlet Tiyatrosu'nun balkonundan oyun izliyordum.
Orada kusursuzluğun peşinden koşan, Stravinsky'nin keskin, mağrur müziğiyle
bedenini yarıştıran genç bir dansçıyı izlerken, gözlerim faltaşı gibi
açılıyordu. Dansçı kızı sihirbaz olarak görmeyi tercih ediyordum. Vücudundan
boşalan terle, ya da dans arasında, sırtı izleyicilere dönükken, yüzündeki
ifadeyle, kumsala vurmuş balık gibi nefes almak için bir anlık çırpınışıyla,
sahnedeki performansının görkemini bağdaştıramıyordum. Kök salmış gibi
gözüküyordu; yine de kendini tamamen yayma çabasıyla bitkin, duyarlıydı.
Sanatının görkemiyle, bunu başarmak için ortaya koymak zorunda olduğu
bitiresiye emek arasındaki bağlantıyı görmek istemiyordum. Tiyatro balkonundan
gördüğüm bu sahne bana bir gerçeği göstermişti: kısa bir an için de olsa kontrolünü
kaybetmiş, nefes nefese, bakmaya korkan bir kadın. Gösterdiği çaba kendi görkem
fantazilerime acı bir karşıtlık oluşturuyordu; farkında bile olmadığım bu
fantazilerimin kinci bir yanı vardı: tanınmak (ün yapmak) için çalışmak zorunda
kalmamalıyım. Başarı, omuzlarımın üzerine konan ipekli manto gibi çabasız
kaçınılmalı.
Burada
güçlü altakımlar devredeydi. Kendime biçtiğim değer acı verici ölçüde düşükken,
kendime ilişkin fantazilerimden ihtişam akıyordu. Başarı için kendimi gerçekten
ortaya koymam gerektiği düşüncesi küçük düşürücüydü; bu sanki kendime ilişkin
diğer korkunç görüşü doğrular gibiydi: varoluşunun tek nedeni ocağın tütmesini
sağlamak olan ürkek üvey kızkardeş Sindrella gibi ben de bir iyilik perisini,
bir prensi -bana bir çıkar yol gösterecek herhangi bir insanı-bekliyordum.
İstenen
tek şey güvenlik olunca kişi kısır ve dar bir yaşamla yetinir. Ben
yetinmiyordum. 1973 kışında o büyük, boş yatağımda kalorifer tesisatının
uğultusu kulaklarımda, radyatörden yükselen sıcak havanın buğulandırdığı camlara
bakarak otururken zihnim, güçlü, kafası net, kaygıdan korkmayan bir insan
olmanın nasıl bir şey olduğuna ilişkin hayallerle çiçekleniyordu. Yirmi yedi
yaşında üç küçük çocukla küçük bir daireye tıkılmışken, üzerimde mini etekle
altımda parlak kırmızı bir Honda ile Beşinci Cadde'den uçarcasına geçtiğime
ilişkin fantaziler kurardım. Şimdi ise başka şeylerin, güçlü ve özgürce
yazmanın hayalini kuruyordum: .gece yarısında yatağımda uyanık yatarken, yoğun
şiir kırıntıları yakalıyordum. O zamanlar bunları yazmak için kullanmıyordum,
ama bunlar, iç yaşamımın ne kadar yoğun olduğunu gösteriyordu. Ayrıca seyehate,
kendimle yeni, coşkulu bir bağ kurmuş olmanın eminliğiyle yeni arkadaşlarla ve
sevgililerle tanıştığıma ilişkin hayaller de kuruyordum.
Birden
ve hayatımda ilk kez, istediğimi kavradım. Sanki elde edemezmişim gibi bir
duyguya sahip olmama karşın, içimden bir ses, istiyorum, istiyorum, istiyorum
diye haykırıyordu. Sanki saydam, ama sağlam bir zarın içinde yaşıyordum.
Dışarısını görebiliyor, ama çıkamıyordum. İstediğimi farkettiğim şeyler nesnel
değil, duygusaldı, nicel değil, büyüleyici şekilde ele avuca gelmez şeylerdi:
daha fazla ışık, daha fazla hava, okyanus kıyısında aylar, banliyöde bir ev
gibi şeylere yönelik özlemle sembolize edilen bir şey yapmak ve olmak için
özgürlük.
Hem
özgür hem de emniyette olma yönündeki çatışan arzularım olduğum yere çakılıp
kalmama neden olmuştu. Geziyor, dans ediyor, ağlıyordum. Altımdaki toprak
kayıyordu. Bunlar işe yarayacaktı. Birkaç yıl ve birkaç arkadaş daha gelip
geçecek; insanlar değiştiğimi söyleyecekti. Farklı bir insan olacaktım. Kaygı
ortadan kalkacak, ama aynanın karşısında hülyalı hülyalı dans etmek de
bitecekti. Beni bölen ruh iyileşecekse, vazgeçmem gereken çok şey vardı. Artık
güvenliğin konforu da, sadece kendi kafasında yaşayan kişinin hayal edebileceği
ihtişam da olmayacaktı.
Bağımlılıkla
bağımsızlık arasındaki iç ruhsal çatışma algılanıp, tanımlanıp, gündelik
yaşamın dokusundan tecrit edildikten sonra korkunun küçük, boğucu mahzeninden,
özgürlüğün açık ovalarına giden o belirleyici adım atılabilir mi?
Bu
kadar değil. Bir süreç gerekiyor. Terapistler buna "tepeden tırnağa
inceleme, elden geçirme" diyor. Çatışmayı nasıl tepeden tırnağa elden
geçireceğinizi öğrenmek için formel terapiyle uğraşmanız gerekmez. Sistematik
ve ısrarlı olmanız gerekir. Çatışma içinde olduğunuzu bulanık, genel bir
şekilde farketmeniz pek bir şey sağlamaz. Ama çalışmak sağlar. Ama hareketsiz
stasis tahtarevallisinden kurtulmak istediğiniz taktirde ruhsal çatışmanın
düğümlerini bulup çözmek için bilinçli, iradi bir çaba ortaya koymanız gerekir.
Özgür
olmayı istemekle koruma altında olmayı istemek arasındaki çatışma, sinsi bir
çatışmadır, çünkü gizli bir kazanç içerir. Bu çatışma, olduğumuz yerde kalmamızı
mümkün kılar. Bağımsızlık istediğimiz düşüncesi, yine çok istediğimiz, ancak
kabul edemediğimiz bağımlılık (rahatlatıcı, ilkel güvenlik ihtiyacı) için bir
kılıf işlevi görür. Bu iki karşıt arzu bizi limbo'da bırakır.[
Katolik dininde, cennete girmeye hak kazanamayan, ama cehenneme girecek bir
suçu da olmayan, özellikle vaftiz edilmeden ölen çocukların ruhlarının
bulunduğu yer ] Limbonun kendine göre avantajları
da vardır. Çok sıcak olmayabilir, ana soğuk da değildir. Heyecan verici
değildir, ama ölmüş olmakla aynı da değildir.
Eğer,
tanımlayamazsanız bağımlılığı tepeden tırnağa elden geçiremezsiniz; bu açık. O
zaman eğilimin belirlenmesi üstesinden gelinmesinde ilk adımdır. Bilinçli
olarak belirti aramanız gerekir. Tüylü şapkamla dans ettiğim sıralarda ayrıca
yazar olarak para kazanamayışıma gerekçe olarak "onların"
(editörlerin ve yayıncıların) biz yazarlara haksızlık ettiğini düşünüp
yakınıyordum. Yaşayan bütün sömürülen yazarlarla kendimi rahatlatarak, kendimi
kurban konumuna sokmuştum. İdeallerimle uzlaşma anlamına gelebilecek şeyleri
yapmayı "reddederek," sistemi lanetliyor ve kolayıma geldiği için her
zaman yaptığım işi sürdürüyordum. Yeni şeyler denemekte korkuyor olabileceğim,
şansımı deneyecek, bilinenin ötesine geçecek gücü kendimde bulamadığım düşüncesi
aklıma bile gelmemişti. Ben şikâyet etmeyi sürdürürken, sorunlarım da
rahatlatıcı bir şekilde örtü altında kalıyordu.
Çatışmanın
engellediği tek şey iş yaşamım değildi. Sevilme ihtiyacımla, bunun kadar güçlü
olan bu ihtiyacı reddetme arzum arasında kaldığım için, sevgi yaşamım da darbe
yemiş, karman çorman olmuştu. Gece yarısı ayna karşısındaki görünen narsizmim,
gün ışığında kendime baktığım zaman hissettiğim şeyle keskin bir karşıtlık
içeriyordu. Aynada yüzümde yeni kırışıklık izleri ararken, "Yaşlanıyorsun,"
diyordum kendi kendime. "Artık iyi gözükmüyorsun." Yaşlanma, kısaca
kendimi olumsuz hissetmemi sağlayan her şeye yönelik saplantım bir belirtiydi.
O
zamanlar evli bir erkekle kısıtlı, doyumsuz bir ilişkim vardı. Geceleri ayna
karşısında kibirli bir edayla dans ederken, gün ışığında uzaklığının büyüsüne
kapıldığım bu adamı "elimde tutamamaktan" korkuyordum. Diğer
tarafımın ihtiyaç duyduğu sevgiyi alamayınca, benimle delice, tutkulu bir
ilişkiye kendini bırakacak cesareti olmadığı için adamı sığlıkla suçluyordum.
Bu elbette saf ve basit bir yansıtmaydı. Cesaretsiz olan bendim. Bu adamla yıl
boyunca haftada birkaç kere buluşmayı sürdürdüm, böylece kendimi emniyete
almış, ama perişanlığımı da perçinlemiştim.
Özetle,
hem iş hem de aşk yaşamımda her türden ketlemenin altında eziliyordum. Uzun,
baskıcı bir evlilikten çıkan yeni doğmuş bir kadının kaçınılmaz korkularını
yaşadığımı düşünüyordum. Kısmen doğru olabilir, ama hepsi bu değildi. Geride
kalma itkisi güçlüydü ve bir o kadar güçlü olan serpilme, üstün olma, "kendime
bir isim yapma" itkisiyle çatışıyordu. Biri taşkın, diğeri kısıtlayıcı
bu iki itki birbirini dengeleyerek teni ortada bırakmış gibiydi. Bacayı saran
kurum gibi, yaşamıma yorgunluk çökmüştü. Çalışmaya devam ediyordum, ama p>ek
bir şey bitirdiğim yoktu. Kendi yavaşlığım için kendimi cezalandırıyordum.
Tırnaklarımı yiyordum.
Temelde
bölünmüş olan kadınların kişiliklerinin bütün yanları gölgelenmiş olabilir,
çünkü enerjilerinin çoğu, temel çatışmanın şu ya da bu yanını bastırmaya (veya
inkar etmeye) gider. Bu yolla ruhsal bütünlüğe ulaşmaya çalışırız. Örneğin, ben
sürekli bağımlılık itkimi, inkar etmeye çalışıyordum. Karen Horney'in de dediği
gibi, bastırmaya çalıştığımız parçamız, "araya girecek kadar aktiftir, ama
yapıcı olarak kullanılamaz." Horney, bu sürecin, "başka türlü kendini
ortaya koyma, işbirliği, ya da iyi insan ilişkileri kurma doğrultusunda
kullanılabilecek enerjilerin kaybolmasına yol açtığını" söylüyor.1
Bu
enerji yokluğu, gizli bağımlılığın içerdiği çatışmanın bir başka belirtisidir. Enerji
kaybı, kararsızlıkta ve eylemsizlikte kendini gösterir. Çatışmalı kadın
sonsuzda salınır. Şu işe mi yoksa bu işe mi girmeliyim? Evde mi kalmalıyım,
okula mı gitmeliyim? Onu sevmeli mi yoksa terk mi etmeliyim? Bu ileri geri
salınım, pencereleri açık bir evde yanan soba gibi enerji kaybına yol açar.
Kararlar önemsiz de, önemli de olabilir, ama süreç aynıdır: konular bulanır.
Erteleme, kendini cezalandırmaya, bir tür amaçsız, öfkeli engellemeye yol açar.
Böylesine
bölünmüş bir ruhsal durum bizi tüketir, işlerliğimizi sakatlar. Örneğin, basit
bir rapor yazmak, ya da lavaboyu temizlemek, ya da bir menü tasarlamak saatler
alabilir. Çatışmadaki kadın için, en basit işler bile olağandışı ölçüde çaba
gerektiriyor gibidir.
İç
ruhsal gerilimden kaynaklanan etkisizlik, insanlarla ilişkimizde de kendini
belli eder. Örneğin, bir kadın hem kendini ortaya koymak hem de boyun eğmek
istiyorsa, tereddütlü hareket edecektir.
Bir
şey isteme ihtiyacı duyuyor, ama ayrıca bunu emretmesi gerektiğine inanıyorsa,
diktatörce davranacaktır.
Seks
istediği zaman içinde eşini engelleme arzusu duyuyorsa, orgazma ulaşmakta
zorlanacaktır. Sorunlarının suçunu çok fazla çalışmasına, az uyumasına,
"düşük dirence," vb. bağlayabilir, ama durumu belki de içerde savaşan
çatışmanın alt akımlarıyla daha çok ilgilidir.
Çatışmanın
üstesinden gelmek, bölünmemize neden olan küçük çatlakları, sıyrıkları
bandajlamanın ötesinde çalışma gerektirir. Bu, bölünmüş olma ihtiyacını ortadan
kaldırmak için kökendeki nedenlerin peşine düşmek anlamına gelir.
Bu
nasıl yapılır? Dikkatinizi özenli bir şekilde kendinizde toplayarak.
Güdülerinizi, tutumlarınızı, düşünce tarzınızı incelerken el değmedik taş
bırakmayarak. Bir ipucu (kişiliğinizin geri kalanıyla uyuşmadığını
farkettiğiniz garip bir tutum veya davranış kırıntısı) bulduğunuz zaman, peşini
bırakmayın. "Bu kişiliğimdeki sadece küçük bir tutarsızlık; bu ben demek
değil," diye düşünmeyin. Bu gerçekten sizsiniz. Ve peşinden gidip
ayrıntılarıyla incelediğiniz taktirde, tutarsızlıklarınız sizi altta yatan
çatışmanın ana kaynağına götürecektir.
Örneğin,
iki karşıt uç olduğunu (örneğin kendinize karşı katı olmakla kendinizi
şımartmak) arasında gidip geldiğinizi fark edebilirsiniz. Başkalarını
küçümsemekle, gizliden gizliye üstün olduklarına inanmak arasında gidip
geldiğinizi algılayabilirsiniz. Ya da kendinizi geride tutma ihtiyacının,
başarılı bir şekilde rekabet etmenizi engellediğini, aynı zamanda da başkaları
karşısında zafer kazanma ihtiyacınızın, kazanmayı sürükleyici bir zorunluluk
yaptığını görebilirsiniz. Özellikle kendinize her türlü hakkı tanımakla dünyada
hiçbir şeye hakkınız olmadığını hissetmek arasında nasıl mekik dokuduğunuza
dikkat edin. (Hiç hakkınız olmadığı duygusuyla kendinize acımak yerine, kendinize
her türlü hakkı tanımanızdan kuşkulanın. Kendinize her türlü hakkı tanımanız,
kendi yolunuzu seçmek zorunda olmanızla aynı şeydir; bu, bağımlı kişilikteki
çıkmaz yoldur.)
Unutulmaması
gereken nokta şu: kişiliğinizdeki "tuhaflıklar" önemsiz sapmalar olmayabilir;
kişiliğinizdeki önemli bölünmeleri yansıtabilir. Kusursuz olmadığınız için
suçluluk duygusuyla kendinizi yere çalmak yerine, soğukkanlı, nesnel bir
şekilde bunları incelemeniz, kişiliğinizin önceden bilinmeyen önemli alanlarını
görmenizi sağlayacaktır. Bu, gizli kalmış yanlarınızı görerek ve kabul ederek,
sonunda yeni, bütünleşmiş, güçlü bir öz (benlik) keşfedeceksiniz.
Benim
durumumda, paraya yönelik tutumumdaki garip tutarsızlıklar, başkalarıyla
ilişkilerimde büyük çarpıtmalar olduğunu gösterdi. Size, para sorunum
konusundaki ipuçlarını, merkezi bir kişilik bozukluğunun (zoru bir başkasına
bırakma ve kurtarılma arzusu) çevresine yıllarca dolanmış olan dev yumağı
keşfedene kadar nasıl izlediğimi anlatacağım.
I.
Bölümde anlattığım gibi, evliliğimin çöküşünden beş yıl (ve Lowell ile yaşamaya
başladıktan bir yıl) sonra, parayla ilgili hiçbir şey yapmak istemediğimi fark
ettim. Bulabilseydim, harçlıkla yaşamaktan mutlu olabilirdim. Aslında,
neredeyse iki yıl boyunca aynen böyle yaşadım. Faturaların tamamını Lowell
ödüyordu; bense derin bir tedirginlik içinde, özünde hiç kazanmıyordum. Banka
hesabım hemen her zaman boştu. (Böylece öz-saygı kaynağım da giderek
tükeniyordu.)
Sorun
buydu: bir yandan, ayakkabılarımı tamir ettirmek için her paraya ihtiyaç duyduğumda
Lowell'e gitmeyi alçaltıcı buluyordum; öte yandan ise bu durumdan hoşlanan
tarafım, nefret eden tarafımdan daha ağır basıyordu (bu, keşfetmek için uzun
süre üzerinde çalışmak zorunda olduğum bir sorundu).
Lowell'in
bana söylediklerini duymaya ve kabul etmeye hazır olmak için çokça yüzleşme
gerekti: hem kendimin hem onun pahasına sırtımı ona dayadığımı, beş kişiyi
beslemek yerine enerjisini daha doyurucu şeylere yöneltebileceğini söylüyordu.
Sonunda bu şikâyetin doğruluğunu artık gözardı edemez olmuştum.
Ama
beni çatışmaya iten sadece Lowell'in baskısı değildi. Kendi refahımın
sorumluluğunu daha çok ona bıraktıkça, kendimi de daha kötü hissediyordum.
İçten
içe ezildikten, onca öfkeyi yaşadıktan sonra, sonunda kendimi bu çukurdan
çıkarabildim ve üretken çalışmaya başlayabildim. Önceden kazandığımdan daha çok
para kazanmaya başladım. Ama yeni kazancımı idare ediş (daha doğrusu idare
etmeyiş) tarzım, hâlâ bir başkasının bana bakmasını arzuladığımı gösteriyordu.
Her zaman, yeterince param olduğu taktirde parayı idare etme derdinden
kurtulacağımı düşünürdüm. Bu tipik bir tutumdur. Yeterince param olsaydı,
kendimi kesinlikle sorumlu tutmak zorunda kalmazdım, diye düşünüyordum!
Kesinlikle işleri kontrol etmek, bilincinde, farkında olmak; her şeyin ne kadar
gerçek olduğunu görmek zorunda kalmazdım.
Yaptığım
büyük hile, çek hesabımda ne kadar para olduğunu hiçbir zaman kontrol
etmemekti. Böylece ne kadar param olduğunu hiç bilmiyordum. Borçlarımı düşmeyi
ihmal ettikçe, yaşam tablomun tamamı da bulanıklaşıyordu. Belli bir anda ne
kadar param olduğunu bilmeyerek, çaresizlik duygumu sürdürebiliyordum. Yeni bir
çift ayakkabı alıp alamayacağımı, ya da yaşam sigortası yaptırıp
yaptıramayacağımı nasıl hesaplayabilirdim ki? Taşıdığım zihinsel tablo, her
zaman için, hesabıma yatırdığım son yüklü meblağdı (serbest çalıştığım için
düzensiz de olsa yatırdığım meblağ büyük olurdu). O günden sonra ne kadar çek
yazmış olursam olayım, kafamda hâlâ ilk yatırdığım para (örneğin beş bin Dolar)
vardı.
Sonunda
gecenin bir yarısında yaşama içgüdüsü dürtüyordu: "Hesap çıkarsan iyi
olur." Genellikle, hesap çıkarana kadar geride kalan para, çocuğa verilen
şeker parası kadar oluyordu. Minik hâzineme bakmak, paramı korumak, emin bir
yere koymak, sadece ihtiyaç olduğunda almak yerine, değişmez bir şekilde aynı
şey oluyordu: kalan üç beş kuruşa bakıp merak ediyordum. "Onca para nereye
gitti?"
Parayı
idare etmeyi reddetmem, hem çaresizliğimin bir sembolü, hem de nedeniydi.
Kaynaklarımın azaldığını hiç fark etmemiştim, bu nedenle tükenişi her zaman şok
yaratıyordu. Kafamı kuma gömmeme neden olan bu kronik reddedişin nedeni neydi?
Yaşamım boyunca parasal kaynaklarımı tekrar tekrar tazelemeyi sürdürmek zorunda
olduğum gerçeğini görmek istemiyordum.
Acı
ve karışıklıkla geçen aylardan sonra, bir karar verdim: "Böyle
hissetmene neden olan şeyi görmek için çek defterinin hesabını tut."
"Böyle
hissetmemin" nedeni beceriksizlikti. Kum saatimin kumu sürekli aşağı
akıyordu. Hiç kazanmıyor, hep kaybediyordum. Girenle çıkan arasında bir denge
kurmayı hiç başaramayacaktım.
Bir
süre sonra, bütçe dengeleme operasyonunun tamamının bir benzetme (metafor)
olduğunu görmeye başladım. Mali açıdan planlama yapmamak, bir tür kaçınmaydı.
Bulunduğum noktayı bilmek istemiyordum, çünkü böylece davranışlarımın
sonuçlarından kendimi sorumlu tutmuyordum. Sık sık, çocuklarımın dişçi
faturalarını bir kenara bırakıp, umutsuzca, "Bu ay yeterince paramız
yok!" diyordum. Yine de benden az kazandığını bildiğim başkaları
faturalarını zamanında ödüyordu. Tanıdığım ve daha az para kazandığını bildiğim
insanların, sağlık sigortası, emeklilik planları -malüllük sigortası-vardı;
bunlar, çocukların korunması ve yaşlılık için yetişkinlerin yaptığı sıkıcı, ama
gerçekçi düzenlemelerdi. Her nasılsa, bu tür şeylerden muaf olduğuma, sadece
yeterince uzun süre idare edebildiğim -kirayı, telefon faturalarını, borçlarımı
yeterince ödeyebildiğim-taktirde, sonunda bu iğrenç, acı, çok şey gerektiren
yaşamın iniş çıkışlarından kurtulacağıma, kurtarılacağıma inanarak, bu
gerçeklerden kaçınmaya devam ediyordum.
Denk
bir bütçe yapmak, iyi bir mali politika değildir; iyi bir duygusal politikadır.
Bu, yaşamla günü gününe, hatta anı anma temas halinde olmak anlamına gelir. Bu,
çocuklara, ya da birlikte yaşadığım erkeğe karşı içimde yoğun kızgınlık
tepkileri gelişmesine izin vermemem demektir. Bu, depresyonlu olduğum zaman bir
şelfler in ellerimin arasından akıp gitmesine izin vermemek, bunun yerine
oturup durumu kontrol etmek anlamına gelir: Neler oluyor? Enerjim nereye
gidiyor? Doyumum nerden geliyor? Enerji çıkışıyla kazanılan doyum arasında bir
denge var mı? Kazandığımdan daha çok mu harcıyorum ve eğer böyleyse daha
fazlasını nasıl alabilirim?
Bu
türden sorular, kendini dengeleme sürecinin bir parçasıdır. Kendi doktorum
olmaya çalışırım. Sorumluluğu başkasının üstüne atmak yerine kendi
mutluluğumdan veya mutsuzluğumdan sorumlu olurum. Ruhsal muhasebemin hesabını
tutmam, olaylara ilişkin gerçekdışı, çarpık bir tablo oluşturmamı engellememe
yardımcı olur. Yeteneklerimin de, sınırlarımın da farkında olurum. Bu gerçeklikler
temelinde kendime anlamlı hedefler koymamı, önceliklerimi belirlememi, gerçekçi
bir şekilde bugünde yaşamamı mümkün kılar. Dengeli bir bütçe tutmak, yaşamdaki
fırsatları görmek, "birşeylerin olmasını" beklemek yerine kendi
değişim ve gelişimini harekete geçirmek, öz olarak kendi prensi olmak demektir.
Bazen
çaresizlik ve engellenme duygularımız sadece rüyalarımızda ortaya çıkar.
Perişanlıkla geçen on sekiz yıllık bir evliliğe son verme cesaretini toplamaya
çalışan elli yaşlarında genç ruhlu, çekici bir kadın, bana, "balık
akvaryumu rüyası" dediği şeyin canlılığını ve kazandırdığı şeyleri
anlattı. Bu rüyayı, ayrılık anlaşmasını imzalamadan tam bir yıl önce görmüş ve
anında uyanmış. Rüyası şöyle:
Dev bir camdan akvaryum içinde bir ölü gibi yüzüyor ve
konuşmaya çalışıyordum, ancak kendimi anlatamıyordum. Jim [kocası] akvaryumun
yanında duruyor ve "ölü" benle konuşmaya çalışıyordu.
"Canlı" ben ise akvaryumun dışında, Jim'in karşısında duruyor,
bağırıyordu. "Onunla konuşma! Onun gerçek ben olmadığını görmüyor musun?
Buraya, bana bak! Ben gerçek benim."
Rüyanın
ortaya çıkardığı acı gerçek, kocasının onu hiç görmediğidir. Daha da önemlisi
rüya, kadının "gerçek benini" gizlemek için aktif bir uğraş verdiğini
göstermesidir. Rüyanın gerçek anlamı bu dur ve bunu algılayınca, gecenin bir
yarısında yatağa oturup hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlar. Saklandığı sadece
"o" (sevgisiz koca) değildir. Yakın ve doyurucu bir ilişki
kurabileceği herkesten saklanır. Bir ilişkiyi çok istese de, bunu ölesiye
özlese de, bu onun için kaybedilmiştir; "gerçek ben"in ortaya
çıkmasına izin vermek onun için çok fazla yaralayıcıdır.
Dr. Alexandra Symonds, depresyon duygusu nedeniyle
tedaviye gelen bir hastanın öyküsünü anlatır.
Terapiye başladıktan kısa bir süre sonra kadın bir rüya görür: rüyasında,
apartmanın dışında, sokağın üstünde, tırnaklarıyla umutsuz bir şekilde pencere
kenarlarına tutunmuş, asılı durmaktadır. Kocası içerdedir ve pencerenin önünden
geçer. Kadın pencereden imdat diye bağırmak ister, ama yapabildiği tek şey
fısıldamak olur. Kocası onu duymaz.
Dr. Symonds'a göre bu türden rüyalardaki güçlü sembolizm,
profesyonel yaşamlarında son derece başarılı olmalarına karşın, derinden
korktukları bilinçsiz başkasının bakımı altında olma ihtiyaçları olan kadınlar
kategorisini temsil etmektedir. Rüyalar acı dosttur. Bazıları için rüyalar,
birşeylerin yanlış olduğuna ilişkin ilk ipuçlarını verebilir.
Rüyalar ayrıca eski yapıların yıkıldığını, değiştiğini de
gösterebilir. Kendini ortaya koymakta zorluk çeken bir hanım profesör
rüyasında, bir arabada yolcu koltuğunda oturduğunu ve şoföre yapması
gerekenleri anlatmaya çalıştığını görür. Birkaç ay sonra, kendi yaşamında daha
çok kontrol sahibi olması gerektiğini anlamaya başlayınca, rüyasında, şoför
koltuğu boş ve hareket halindeki bir arabanın yolcu koltuğunda oturduğunu
görür.
Böyle
bir rüya can sıkıcı olabilir, ama ayrıca bu olayda olduğu gibi, ilerleme
olduğunu da gösterebilir. Kadın, şoförsüz arabada yolcu koltuğunda oturduğunu
görerek, dünyada yalnız ve korumasız olduğunu algılamaya başlamıştır. (Bu
gerçekle yüzleştikten sonra, şoför koltuğuna oturmaya pekâlâ karar
verebilirsiniz.)
Rüyalar
ayrıca ün veya talihten değil, belli bir içsel (ruhsal) çözüme ulaşmış olmaktan
kaynaklanan yeni bir dünyanın parlak müjdecisi de olabilir. Birkaç yıl boyunca
psikanalize gittikten sonra, o günden bu yana "Harlem rüyası" dediğim
bir rüya gördüm. Rüyamda Harlem, yaşamın kendisi için bir benzetmeydi:
sürprizle, hoşnutlukla, potansiyel tehlikelerle dolu garip, karışık bir dünya.
Rüyam şöyleydi:
Harlem’de, muhtemelen Yedinci Cadde'de iki kız
arkadaşımla birlikte yürüyorum. İçimde, uzun süredir Harlem’e hiç gelmediğim
duygusu var. Acı verici, ama aynı zamanda da o kadar da acı olmadığını
hissediyorum. "Başa çıkabilmeliyim," diyorum kendi kendime.
"Harlem'de başa çıkmanın yolları var. Harlem'de işleri idare etmek bir
kader sorunu değil."
Sokaklardaki hareket ve karmaşa -kalabalık, gürültü,
gidip gelen araçlar-beni rahatsız ediyor. Bir balıkçı lokantasının önünde durup
vitrine bakarken emniyette olup olmadığımı merak ediyorum. Arkadaşlarım doğruca
içeri giriyor, ama ben, seçilebilecek şeylerin çokluğu karşısında şaşkına
dönmüş, dışarıda felçli gibi çakılıp kalıyorum. Sonunda sadece hareket etmenin
bile, içeri girdiğimde seçmeme yardımcı olacağını umarak, içeri giriyorum, daha
doğrusu kendimi içeri itekliyorum.
İçerde tezgahın üzerinde iç gıcıklayın şeyler var: beş
cent'e ızgara pecten, büyük avokado parçaları. Birden, yeterince param
olmayabileceğini düşündüm. Ceplerimi karıştırdım ve 35 cent bulunca rahatladım.
"İki istiridye rica ediyorum,’' dedim tezgahın arkasındaki uzun boylu
siyah adama. Adamın üzerinde beyaz bir şef önlüğü var; kafasında ise büyük bir
kadın şapkası. İstiridyeleri bana uzatırken, gözlerinde kuşkulu, kötü bir.
bakış yakaladım. Elimdeki bozukluklarla ürkek bir tavırla oynarken, omuzuma
vurdu. "Ne yaptığını gördüm!" diye bağırdı. "Nikeli (5 cent)
çeyrek diye (25 cent) yutturmaya çalışıyordun."
"Hayır," diye karşı çıktım kızarak.
"Sadece kafam karıştı." istiridyeleri alıp dükkândan çıktım.
Beşinci Caddenin ortasında bazı erkekler, ellerindeki
kablo gibi bir iple bir sokak oyunu oynuyordu. Onlara baktım, kimseye zarar
vermek istemediklerini, sadece ip atladıklarını düşündüm; ama beni
uyarmadıkları için kız arkadaşlarıma kızdım. "Hey!" diye bağırdım.
"Sokağa çıkmadan önce beni neden uyarmadınız?"
Omuz silktiler. "Belki de buluttan nem kapıyorum.
Belki hareketli, telaşeli bir caddeden geçmek, yapmak zorunda olduğum bir
şey," diye düşündüm.
Caddeyi karşıya geçip bekleyen arkadaşlarımın yanına
gittim. Kaldırımdaki insan kalabalığı artık tehditkar gözükmüyordu. Harlem'de
Cumartesi öğlen sonrasıydı. Hava güneşliydi. Kaldırım boyunca yapraklı ağaçlar
uzanıyordu. Durup kaldırımda oyun oynayan küçük kızları izledik.
Bir
rüyadan birşeyler öğrenmeye çalışırken, gösterdiğini düşündüğüm şeye ilişkin
duygu ve düşüncelerime dikkat ederim. Rüya, garip bir yerdeki kaygı ve
rahatsızlık duygumla başlıyor. Daha sonra, bana, çok isteyip de
ulaşamayacakmışım gibi gelen seçeneklerle karşılaşıp, kendi adıma hareket
edemez durumda kalıyorum. Dönüp rüyayı düşününce, bunun acıklı yapısı neredeyse
dayanılmaz. Elde edebileceğim güzel şeyler var, ama ben bu doğrultuda hareket
edemiyorum. Bir şey kaldırıma çakılıp kalmama neden oluyor.
Derken,
rüyada belirleyici bir an ortaya çıkıyor. İçimdeki ses, "Ne olursa olsun
hareket et," diyor. "Burada böyle kalamazsın." O anda, içimdeki
bir şey hareket etmeye karar verdi. Lokantaya girdikten sonra kendimi kafası
karışmış ve güvensiz hissettim. Cebimdeki bozuklukları tekrar tekrar kontrol
etmek zorunda kaldım. Yemeğin parasını ödemek için doğru parayı çıkarmak beni
epeyce uğraştırdı. Sonunda tezgahın arkasındaki adam tarafından haksız, hatta
mantıksız yere suçlandım. Hem yanılıyordu, hem de bana karşı kesinlikle ve
bilerek kötü niyetliydi.
Olsun.
Bu tür bir çılgınlık artık bana dokunamazdı. Erkeklerin kötülüğü, keyfiliği
onların problemiydi. Bana saygılı davranmasalar da, artık kendime bakabildiğim
için, sonunda yürüyüp gitmekte özgürdüm. Ve böyle yaptım. Adama yanılldığını
söyleyip dükkandan çıktım.
Sokakta
korktum, ama karşıya geçtim.
Beni
korumadıkları için kız arkadaşlarıma kızdım, ama aptalca davrandığımı anladım.
Karşıya
geçmek, yani yürümek, gelip geçen taşıtlara dikkat etmek, kargaşa arasından
kendi yolumu bulmak, kendi başıma yaptığım bir şeydi.
Karşıya
geçtikten sonra kendimi daha iyi, daha az hassas, gerçekten de o öğlen
sonrasından zevk alır bulmuştum. Caddeyi yaralanmadan karşıya geçmiştim.
İstiridyelerimi almıştım (iyice pişmiş, ikisi 35 cent'e). Başında siyah kadın
şapkası olan adamın gözümü korkutmasına izin vermedim. Kaygı yerine haz duydum.
Oyun oynayan küçük kızları izlemekten zevk aldım. Sırtımı yakan güneşi
hissettim.
Tek
kelimeyle kendimi bir bütün hissettim.
İçimdeki
benin "yürü!" dediği anın, iradeyle hiçbir ilgisi olmadığını söylemem
gerek, ezici çatışma karşısında "kendi başına ayağa kalkmak," hareket
etmek mümkün değildir. Cevap irade olsaydı bu kitabı yazmış olmazdım. iç
benliğin (özün) ileri atılımı, uzun ve anlamlı bir sürecin, içimdeki çelişkileri
belirleyip en ince ayrıntısına kadar analiz etme sürecinin sonucunda ortaya
çıkar.3 İradeye iş yapması için emir verilemez. Kafanız net ve çatışmasız
olduğunuz zaman iradeniz otomatik olarak çalışır.
Öte
yandan, karşıt duygulara ve tutumlara gömülüyseniz iradeniz işlemez hale gelir.
Bu, yaşamda yaptığınız şeyleri seçme konumunda olmadığınız; sadece o şekilde
hareket etmeye itildiğiniz için hareket ettiğiniz anlamına gelir. Aynı sıkıcı
işte çalışmanızın nedeni bu işi severek seçmeniz, ya da bazı kadınların söylediği
gibi "işin aile kadar önemli olmaması" değildir. Avukat Vivian
Knowlton gibi siz de bu işte kalırsınız, çünkü kendinizi geri planda tutma
ihtiyacınızla başarma ihtiyacınız birbirine ters düşer ve siz bu iki ihtiyaç
arasında pasif, verimsiz kalırsınız.
Sevgi
alanında eşinizi, kendinizi bir başkasıyla paylaşmanın coşkusunu yaşamak için
seçmezsiniz. Çatışmalıysanız, Caroline Burkhardt'ın yaptığı gibi, sevilmeye,
istenilmeye, onaylanmaya, bakılmaya yönelik zorlanımlı, ayrım gözetmeyen
ihtiyacınız yüzünden evlenirsiniz.
Dünyada
herkesin hoş ve güvenilir olmadığı gerçeğini görmemenize ve birisi kötü veya
düşmanca olduğu zaman yıkılmanıza neden olan şey de aynı ihtiyaçtır.
Tartışmalardan,
karşı çıkmadan, sert bakışlardan kaçınmak için elinizden geleni yapmanızın nedeni
de bu ihtiyaçtır.
Son
olarak, kendinizi geri planda tutmanıza, suçu otomatik olarak üstlenmenize
neden olan da bu ihtiyaçtır. Bu noktadan "zavallı küçük ben"
sendromuna geçmek için küçük bir adım yeterlidir. İkinci planda kalma
zorlanımıyla güdülenen kadınlar aslında kendi kapasitelerini zayıflatır. Bir
anlamda, olmaya itildiğiniz şey olup çıkarsınız: güvensiz, aşırı hassas,
kuşkulu.
"Saygılı
kız" yaşamını terkedip Paris'e özgürlüğüne koşan Simone de Beauvoir,
kısa bir süre sonra, 1929 sonbaharında, yaşamı boyunca arkadaşı, akıl hocası ve
sevgilisi olacak erkekle tanışır: Jean-Paul Sartre. Her ikisi de
yirmilerindedir, Sartre yaşça biraz daha büyüktür. Birçok açıdan bu adama hızlı
ve sıkı bir şekilde bağlanması, ergenlik yıllarında kendini kısıtlayan aile
bağlarını koparmasını mümkün kılmıştır. Bu, en egzotik entellektüel alanlara
uçuştur, ilk günden itibaren bu iki aşık özünde bütün zamanlarını birlikte
geçirmiş, aynı kitapları okumuş, aynı dostları aramış ve genelde görüşlerini
öylesine karşılıklı bağımlılık içindeki bir ortaklaşmayla geliştirmişlerdir ki,
Simone anılarında "düşündük," "görüşümüz" gibi ifadeler
kullanmıştır.
The
Prime of Life'ı (bu kitap, Beauvoir'nın hayatını, Memories of a Dutiful
Daughter'da bıraktığı noktadan alıyor) okumaya başlayınca, Sartre ile olan
ilişkisinde tanımladığı kaynaşmanın derecesi beni şaşkına çevirdi. Sartre'ın
duyarlılığına öylesine gömülmüş gibidir ki, bir gün kendi başına inceltilmiş
bir entellektüel ve yaratıcı başarı kazanmasına yetecek kadar kendini nasıl
kurtarabildiğini hayal etmek zordur. Sartre'ın bir deha olduğu doğrudur; yine
de bu zeki, heyecanlı kadın özünde onun esareti altındadır. "Kendi
kaderini kendi eline aldığı için ona hayrandım," diye yazıyor. "Onun
üstünlüğü karşısında utanmak bir şöyle dursun, bu bana büyük bir rahatlık
veriyordu."4
Beauvoir
sadece yirmi bir yaşındadır ve o yaştaki herkes kadar romantiktir. Yine de,
Sartre ile olan ilişkisinde açıkça oluşmaya çıkan yıkıcı yapıdan kurtulma
yolundaymış, bunun için köklü şeyler yapacakmış gibi gözükür. "Ona
güvenim öylesine tamdı ki," diye yazıyor, "bana bir zamanlar
ailemden, ya da Tanrı'dan aldığım o mutlak, şaşmaz güvenliği sağlamıştı."
Paris
sokaklarında birlikte dolaşırlar, bitmek bilmeyen sohbetler yaparlar, sabahın
saat ikilerine kadar barlarda içerler. Beauvoir kendini sanki bir mutluluk
hezeyanında yüzüyor gibi hisseder. "En derin özlemlerim artık
gerçekleşmişti," diye yazıyor. "Bu muhteşem mutluluk hiç
bitmesin deyişimin dışında, arzuladığım bir şey kalmamıştı."
Bu
esirikçe [Sarhoş, mest. * Azgın, kızgın. * Zayıf, hasta, hâlsiz, dermansız,
tâkatsiz ] mutluluk bir yıldan fazla sürer: ta ki rahatsız edici bir şey
kusursuz mutluluğuna gölge düşürene kadar. Beauvoir, kendinden temel bir
parçadan vazgeçtiğinden kuşkulanmaya başlar. Paris'te duyusal ve entellektüel
anlamda yaşadıkları onda parçalayıcı bir etki yaratmaya başlar. Kurgu yazma
denemeleri isteksizcedir, inandırıcılıktan yoksundur. "Bazen sanki okul
ödevi yapıyormuşum, sanki taklit yapıyormuşum gibi hissediyordum,"
diye yazıyor.
On
sekiz ay boyunca de Beauvoir, akut bir çatışma yaşar. "Hâlâ dünyadaki
iyi şeylerin arkasından hevesle koşmama karşın, bunların beni gerçek işimden
alıkoyduğunu düşünmeye başlamıştım: kendine ihanet ve kendini yıkma yolunda
ilerliyordum." Her zaman saplantıyla okuduğu kitapları artık
dikkatsiz, gelişigüzel, gerçek entellektüel bir hedeften yoksun bir ruh haliyle
okuduğunu farkeder. Günlüğüne arada bir yazar. Çatışma ve her şeye sahip olma
arzusu, onu felç edici bir ağa düşürür. "Hiç bir şeyden
vazgeçemiyordum," diye yazıyor "ve bu nedenle seçimimi
yalamıyordum."
Simone
öz-kuşkuya gömülür. Pasifliği ne kadar uzun sürse (entellektüel ve duygusal
açıdan Sartre'ın hegomanyası altındadır), kendi sıradan birisi olduğuna da o
kadar çok inanır. "Vazgeçtiğim kesindi," diye yazıyor sonradan.
Sartre ile olan ilişkisinde onun bir uzantısı olarak yaşamak, ona sahte bir iç
huzur, bir tür mutlu, kaygısız ruhsal durum sağlamıştır ve ondan zeki bir
arkadaş olmanın ötesinde hiçbir şey beklenmez.
Kaçınılmaz
olarak zekiliği de törpülenmeye başlar. "Kafan küçük şeylerle doluydu
Beaver," diyor Sartre ona takma adıyla seslenerek. (Sartre, "içe
kapanık kadınlardan birisi" olmaması için onu uyarmaya devam ediyor.)
Olgunluk
yılları açısından de Beauvoir, bir genç kadın olarak, ondan "daha
büyüleyici" olan bir başkasının uzantısı halinde yaşamanın kendisi için ne
kadar kolay olduğunu kavrar: Saygı duyabileceği, putlaştırabileceği ve
gölgesinde kendini küçük ve emniyette hissedebileceği birisi.
Kuşkusuz
bunun bir bedeli vardır. Cılız, öz-gizleyici bir ses genç kadının bilincine
sızar: "Ben bir hiçim," der. "Kendi başıma varolmaktan
çıkmıştım, artık sadece bir parazittim," diye yazıyor de Beauvoir.
Feministlerin,
onu çağdaş feminizmin öncülerinden birisi olarak değerlendirmesine karşın de
Beauvoir, sorununun çözümünü salt
kültürel olarak değerlendirmez. Sorunu düşünme tarzının bile kadın
oluşuyla ilgili olduğunu kavramasına karşın, "çözmeye çalıştığım şey
bireysel bir sorundu," diyor.
Simone,
ani bir kararla, Sartre'dan, Paris’ten uzakta, Marsilya'da bir yıl öğretmenlik
yapmaya karar verir. Yalnızlığın, "iki yıldır kaçındığım vazgeçme
kışkırtmasına karşı" kendini güçlendirmesini umar.
Marsilya'da
bağımlı olma itkisiniden yakayı kurtarmak için dikkate değer, çetin ve
saplantılı bir etkinliğe girişir. Marsilya'ya vardığı hafta, eğlenmeye veya
gezmeye çıkan birisinin ruh haliyle değil, ağır bir handikapın üstesinden
gelmeye çalışan birisinin inadıyla yürüyüşe çıkar. Eskilerini giyip eline küçük
bir piknik sepeti alarak yola koyulur; her tepeye çıkarak, her dereye inerek,
"her vadiyi, her patikayı, her koyuğu" keşfederek macerasını
sürdürür.
Gücü
ve dayanıklılığı arttıkça katettiği yol da artar. Başlangıçta sadece beş altı
saat yürür, ama kısa bir süre sonra dokuz on saat alan yürüyüşler yapar.
Zamanla günde kırk kilometreden fazla yol yürür. "Büyüklü küçüklü
kasabaları, köyleri, manastırları, şatoları geziyordum... İnatla, şeyleri
bilinmezlikten kurtarma misyonumu yeniden keşfediyordum."
Eskiden
"başkalarına yakından bağlıyken," ona kuralları ve hedefleri
göstermeleri için onlara güvenirken, artık hiç yardım almadan, bir günden
ötekine kendi yolunu bulmak zorundadır. Yolun en sıkıcı kısımlarından kurtulmak
için kamyon şoförlerine otostop yapar. Yaptığı şey konusunda aktif, saldırganca
bir tavır alır. "Kayalıklara, dağlara tırmanırken, ya da aşağı doğru
kayarken, kestirme yollar buluyordum, böylece her bir gezi kendi içinde bir
sanat eseri oluyordu."
Yıl
boyunca onu korkutan üç şey olur. Birisinde yalnızken bir köpek peşine takılır
ve günün ilerleyen saatlerinde susayınca iyice huysuzlaşır. (Köpek sonunda
küçük bir dereye atlar.) Bir başka seferinde bindiği kamyonun şoförü, aniden
ana yoldan çıkar ve bölgedeki ıssız bir yola sapar. Simone olan biteni
farkedince, hızlı bir plan yapar. Kamyon bir engeli aşmak için yavaşlar
yavaşlamaz, kapıyı açar ve şoförü, kamyon hareket halindeyken atlamakla tehdit
eder. Yazdığına göre, "çok utanan" adam kamyonu durdurup onu bırakır.
Üçüncü
olay, güneşli bir öğlen sonrasında kurtulmaya çalışdığı bir dizi derin hendekle
ilgilidir. Yol giderek zorlaşır ve Simone geldiği yoldan dönmenin imkânsız
olduğunu düşünerek devam eder. "Sonunda," diye yazıyor, "kayadan
bir duvar ilerlememi engelledi ve bir havzadan ötekine gerilemek zorunda
kaldım. Sonunda kayalıkta atlamaya cesaret edemediğim bir çatlağa geldim."
Burada
kuşkusuz gerçek bir geçiş töreni (çok az kadının bilerek kalkışabileceği bir
durumla) karşı karşıyadır. "Kuru taşların arasından gelen yılan
ıslıklarından başka ses yoktu. Bu geçitten yaşayan hiçbir ruh geçmemiştir:
bacağımın kırıldığını ya da bileğimin burkulduğunu düşünün; bana ne olurdu?
Bağırdım, ama karşılık alamadım. On beş dakika boyunca vardım istedim,
sessizlik ürkütücüydü."
Simone,
yaşamını kaybetme riskini göze almaksızın vazgeçemeyeceği bir durum yaratır.
Peki ne yapar? Yapabileceği tek şeyi. Cesaretini toplayıp "sapa sağlam
aşağı atlar."
Kaygılanan
arkadaşları bu yalnız gezilerin tehlikeli olduğunu söyler. Özellikle otostop
yapmaktan vazgeçmesi için yalvarırlar. Ama onun misyonu, çevresindeki
insanların kavrayabildiğinden çok daha keskindir. Tutkulu bir tek yanlılıkla,
kendi ruhunu gün ışığına çıkarmaktadır.
Kişinin
kendisi olması ne demektir? Bu, kendi varoluşunun sorumluluğunu almak demektir.
Kendi yaşamını yaratmak, kendi programını yapmak. De Beauvoir'nın otostop
yapması, bir birey olarak yeniden doğuşunun hem yöntemi hem de benzeştirmesi
(metaforu) olmuştur. "Alnımı, şapkamı aşağıdaki vadiye yuvarlayan şiddetli
rüzgârlara vererek, Sainte-Victorie'nin doruklarını kaplayan sislerin içinde
bir başıma yürüdüm, Pilon de Roi sırtlarında dolaştım. Yine yalnız başıma
Luberon merası üzerindeki bir dağ geçidinde kayboldum. Olanca sıcaklığıyla,
yumuşaklığıyla ve öfkesiyle bu tür anlar, başka hiç kimsenin değil, sadece
benimdi."
14
Temmuz Bastil Gününe kadar, Paris'e dönmeye hazırdır, ama temel anlamda artık
farklı bir insandır. Sadece kendi başına arkadaşlar edinmiş, insanları
değerlendirmiştir. Yalnızlıktan haz almıştır. O yıl öğrendiklerini
değerlendirirken şöyle yazıyor: "Pek okumuyordum, yazdığım roman
değersizdi. Öte yandan seçtiğim meslekte yürektenlikle çalışıyordum ve yeni
sevinçler kişiliğimi zenginleştirmişti. Yaşadığım deneyimlerden zaferle
çıkıyordum; ayrılık ve yalnızlık iç huzurumu yok etmemişti."
Derken
sıkı mücadeleden sonraki o nihai dönüm noktası gelir: "Artık kendime
güvenebileceğimi biliyordum."
Kendi
zayıflığımıza ve duyarlılığımıza ne ölçüde katkıda bulunduğumuzu, gerçekte
ruhsal bağımlılığımızı nasıl besleyip savunduğumuzu görmeye başlayınca, yavaş
yavaş kendimizi daha güçlü hissetmeye de başlarız. "Kendi
çatışmalarımızla yüzleşip kendi çözümlerimizi aradıkça," diye yazıyor
Karen Horney, "daha çok iç özgürlük ve güç kazanırız." Ağırlık
merkezinin, başkasından öze yönelik belirleyici kayma göstermesi, kendi
sorunlarımızın sorumluluğunu aldığımız zaman başlar. Bu noktada önemli bir şey
olur. Kişiliğimizin, kabul edilemez veya ürkütücü bulduğumuz yanlarını
bastırmak için tükettiğimiz enerjimizin daha büyük bir bölümü kullanılabilir
hale gelir. Bir kere savunma ve koruma ihtiyacından kurtulduktan sonra, aynı
enerji daha olumlu çabalara yönelir. Düzenli olarak, daha az ketlenmiş, daha az
korkulu ve kaygılı, özaşağılamanın altında daha az canından bezmiş oluruz. Uzun
süre birlikte yaşadığımız eski Cinsel Kimlik paniği ortadan kalkar.
Başkalarından daha az korkarız. Kendimizden daha az korkarız.
Nihai
hedef coşkusal kendiliğindenliktir: yaptığımız her şeye, her işe, her sosyal
karşılaşmaya, her sevgi ilişkisine yayılan bir canlılık. Bu, "Yaşamımdaki
birinci güç benim" inancından kaynaklanır ve Karen Horney'in yürektenlik
dediği şeyle, yani, "aldatmacasız olma, duygusal açıdan samimi olma,
kendini tamamıyla işine, duygularına, inançlarına verebilme" yetisiyle
sonuçlanır.5
Tanıdığım
bu yürek tenliğe sahip kadınları düşünüyorum. Bazıları karmaşık, yaratıcı, son
derece yetenekli tipler; diğerleri ise basit, görünürde daha az dramatik bir
yaşam sürüyor. Ama ister birden çok yeteneği bulunan kentsoylu kadın olarak
yaşasın, ister taşralı köylü kadını, "özgürlüğe uyanmış olma"
özelliği inkâr edilemez. Bu tip kadınların yaşamı, özgürlüğe uyanmamış
olanlarınkinden niteliksel olarak farklıdır: daha zengin, daha az
kestirilebilir, kurallarla ve kurumlaşmış sınırlarla daha az kısıtlı. Kendi
yaşantılarını ifade etine tarzları bile farklıdır.
Koreograf
Pearl Primus, antropolojide doktora yapmaya nasıl yöneldiğini şöyle anlatıyor:
Yaşamım, bir ırmakta akıntıya karşı kürek çekmek gibi
olmuştur. Her an bir köşe başında bir şarkı duyarım ve her köşe başında yaşama
dönerim. Belki yıllar geçer ve ben, "Oh Tanrım, doktora derecesini almam
gerek," derim. Böylece, doktora derecesi için çalışma sırasında, birçok
ırmak ve birçok insan yaşadım. Antropoloji, üstüme bindirilen bir şey yerine,
benim bir parçam oldu.6
Haftalarca,
hatta aylarca süren, ama çoğu kez, dişlilerin birbirinden ayrılması gibi
çatışmayı yaratan kişilik durumlarının çözüldüğü, kadının onu hareketsiz tutan
hücrenin açıldığı belli bir an olarak algılanan "ruhsal bir an” vardır. Bu
gerçekleştiği zaman her şey olabilir. Kişi daha önce hayal bile etmediği bir
şekilde işini değiştirebilir, taşınabilir, yeni ilişkiler arayabilir, yaratıcı
uğraşlara yönelebilir.
Özgürlüğe
uyanan kadınlar, birdenbire, kendilerini bir şeylere bağlanma enerjisiyle dolu
bulurlar. Yaşamın iniş çıkışlarının ritmine kendilerini bırakarak, inatla
yaşama sarılırlar. Kişinin, seçenekleri denemek ve kendi gerçek özünün
arzularına göre kabul etmekte veya reddetmekte çok daha özgür olduğu yeni bir
oyunculuk, tam anlamıyla canlı olma yaşantısı söz konusudur.
Gerçekten
kendi senaryolarını yaşayanları güçlü coşkusal deneyimler bekler. Kırk
yaşlarında, evli ve kocasını hâlâ seven
Chicago'lu
bir kadın, aynca birlikte çalıştığı bir erkekle de yoğun bir duygusal ilişki
içindedir. Adam da evlidir, bu nedenle birlikte geçirdikleri süre kısıtlıdır.
Yılda birkaç kere birlikte çıkmayı başardıkları iş gezilerini iple çekerler.
Bunlardan birisinde kadın, birkaç gün sonra, kayağa gitmeye karar verir. Adam
kayakçı değildir ve ayrıca Boston'da işi vardır. "Kendi başıma gitmeye
karar verdim," dedi. "Öğlenden sonra otobüse atladım. Vermont
dağlarına tırmanırken yağmur yağmaya başladı. Greyhound otobüsünde oturup
pencereden, geçtiğimiz küçük kasabaların ışıklarını izlediğimi hatırlıyorum.
Kendim olabileceğimin, istediğimi yapabileceğimin ve sevilebileceğimin
bilinciyle kendimi o kadar iyi hissettim ki ağlamaya başladım."
Özgürlüğe
uyanan kadında coşkusal hareketlilik vardır. Onun için doyurucu olan şeylere
yönelme ve doyurucu olmayan şeylerden uzaklaşma yetisine sahiptir.
Ayrıca,
başarmakta da, yani hedefler belirlemekte ve başarısız olacağı korkusuna
kapılmaksızın bu hedeflere ulaşmaya yönelik adımlar atmakta da özgürdür.
Kendine güveni, hem yeteneklerini hem de sınırlarını gerçekçi bir şekilde
değerlendirmesinden kaynaklanır. Başarmakta özgür olarak tanıdığım en ilham
verici örneklerden birisi, Jean Auel'dir. (İlk romanı The Clan of the Cave
Bear, çıkar çıkmaz bestseller olmuştu.) Burada, yaşamının dışsal olaylar
tarafından belirlenmesine izin vermeyi reddeden birisiyle karşı karşıyayız. Bunun
yerine, kendi yaşamını şekillendirme (ona bağımlı başkaları olmasına rağmen)
sorumluluğunu üstlenmiştir.
Jean,
on sekiz yaşında evlenir. Yirmi beş yaşına kadar beş çocuk yapar. Ev işlerine
ek olarak Oregon, Portland daki evine yakın bir Tektronix tesisinde veri giriş
operatörü olarak çalışmasının yanısıra, gece okuluna devam eder ve iş idaresi
üzerine master derecesi alır. (Lisans derecesi yoktur.) Bu master derecesiyle,
Tektronix'te, 8 milyon dolar alacak hesabından sorumlu mali direktörlüğüne getirilir.
Ve kırkıncı yaş gününden birkaç ay sonra işi bırakır: bir roman yazmaya karar
vermiştir.
Proje,
kendini ilkel Neanderthals toplumunda bulan genç bir Cro-Magnon kızının öyküsü
konusunda bir gece aklına gelen bir düşünceyle başlar. Jean Auel, elliden fazla
kitap okuyarak ilkel insanlara ilişkin bilgi toplar. Daha sonra 450.000
kelimelik ilk taslağı yazar. Bunu yaparken bir şey öğrenir: roman yazma
konusunda pek bir şey bilmiyordur. Bu nedenle tipik olarak kendini bu konuda
okumaya kaptırır. Kızının kurgu yazma konulu ders kitabıyla başlar. Romanını
tekrar tekrar yazar. Yayıncılar tarafından tekrar tekrar reddedildikten sonra,
Portland yazarlar atölyesinde tanıştığı New York'lu bir menajere mektup yazar.
Sekiz hafta sonra The Clan of the Cave Bear için 130.000 Dolarlık bir
sözleşmeye imza atar.7
Burada, değişme rüzgârlarının yaşamı boyunca esmesine
izin veren bir kadınla karşı karşıyayız.
O, çalışmaktan, kendini acemi olduğu (onun için
bilinmez, garip, yeni olan) alanlarda denemekten korkmayan bir kadındır. O,
kendine inanan bir kadındır ve kendine inanmak herşeyin temelidir.
Öğrendiğim
bir şey varsa o da, özgürlüğün ve bağımsızlığın, başkalarından (genelde
toplumdan, ya da erkeklerden) alınamayacağı, sadece, yoğun emekler sonucu
içeriden geliştirilebileceğidir. Buna ulaşmak için, kendimizi emniyette
hissetmek amacıyla kelepçe gibi kullandığımız her türlü bağımlılıktan vazgeçmek
zorundayız. Yine de bu alışveriş o kadar tehlikeli değil. Kendine inanan kadın,
yetenekleri dışındaki şeylere ilişkin boş hayallerle kendini aptal yerine
koymak zorunda değil. Aynı zamanda, usta ve hazırlıklı olduğu işlerle
karşılaşınca geri de çekilmeyecektir. Böyle bir kadın gerçekçidir, ayaklan yere
basar, kendini sever. Sonunda, başkalarını sevmekte de özgürdür, çünkü kendini
sevmektedir. Bütün bunlar, özgürlüğe uyanan kadının bir özelliğidir.
Özgürlüğe
Uyanış Notları:
1.Bu
son bölüm, Karen Horney'in, nevrozun çekirdeğinde çatışmanın (karşıt itkilerin
birbiriyle çatışması) yattığı teorisine dayanmaktadır. Örneğin öz-gizleyiciliğe
ve aşırı sevgi ihtiyacına yönelik bir eğilim, taşkın, rekabetçi ve insanlardan
uzak olmaya yönelik karşıt itkiyle çatışma halinde olabilir. Bana öyle geliyor
ki bugün kadınların kendilerini içinde bulduğu durum kesinlikle budur.
2.Yine
öyle gözüküyor ki Karen Horney’in kadına ilişkin psikanalitik görüşleri
değiştirmek için çaba harcadığı Otuzlu ve Kırklı yıllarda da kadınlar bu
durumdaydı. Horney, uluslararası düzeyde Freud'un kadın psikolojisi teorisine
karşı çıkan ve bireyi ve toplumu, içsel ve dışsal güçleri, geçmiş ve şimdiki
güçlerin belli bir etkileşimle (savunmalarıyla ve semptomlarıyla) kişiliği
etkilediği holistik-dinamik bir teori geliştiren ilk saygın psikanalisttir
(bkz. Horney'in Kadın Psikolojisi adlı kitabı).
1934
yılında yayınlanan "Sevginin Gözde Büyütülmesi" başlıklı makalesinde
[bkz. Kadın Psikolojisi] Horney, kendisine gelen kadın hastalardan elde ettiği
bulguların ışığında, "ataerkil bir toplumdaki" çağdaş kadının
sorunlarını inceler. Birçok kadının, zorlanımlı ve aşırı boyutlarda "bir
erkeği sevme ve onun tarafından sevilme" arzusuna sahip olduğunu farkeder.
Bu kadınların, erkeklerle sağlıklı ve kalıcı ilişkileri yoktur, iş yaşamında
ketlenme yaşarlar, ilgileri zayıflamıştır ve birçok durumda kendilerini
kaygılı, yetersiz, hatta çirkin hissederler. Bazı durumlarda zorlanımlı başan
itkileri geliştirirler, ama bu itkiye uygun çabalar ortaya koymak yerine, bu
hırsı birlikte olduklan erkeğe yansıtırlar.
"Nevrotik
Sevgi ihtiyacı" başlıklı bir makalesinde ise (Kadın Psikolojisi' nde)
Horney, bu görüşleri geliştirerek, sağlıklı ve kendiliğinden sevgi ihtiyacıyla
zorlanımlı sevgi ihtiyacı arasındaki farkları inceler.
Feministler
Karen Horney'e kucak açmıştır, çünkü Horney, Freud'un penise imrenme teorisini
sorgulamıştır. Ayrıca, nevrozun nedenleri söz konusu olduğu ölçüde, eski
çocuksu itkilerin zemin hazırladığı mevcut yaşam durumlanna ve yıkıcı tutumlara
daha büyük bir ağırlık vermiştir. Sonuçta Horney'in nevroz teorisi, Freud'un
teorisinden çok daha yapıcı ve iyimserdir. Nevrozun ortaya çıkmasının da,
devamının da nedeni kendimiziz, bu nedenle hepimizin içinde, bundan kurtulacak
araçlar ve güç mevcuttur. (Bkz. Nevrozlar ve insan Gelişimi: Öz-Gerçekleştirme
Kavgası adlı son kitabı.)
2.Horney,
çatışmalar çözülmediği taktirde kişiliğin çeşitli "zayıflamalara"
maruz kaldığını göstermiştir: bir gerilim duygusu; ahlak bütünlüğündeki bir
bozulma (ve bunun yerini sevgi aldatmacası, iyilik, gerçek sorumluluk
aldatmacası gibi bilinçsiz aldatmacaların korunmasını sağlayan "düzmece
ahlakın" alması); ve umutsuzluk duygusu. Burada umutsuzluk, kişinin,
dışsal koşulların değişmesinin gerçekte işe yaramayacağını bir anlamda
bilmesinden kaynaklanmaktadır. Kişinin kendini çatışmalardan kurtarması
imkansız gibi gözükür. Umutsuzluk, devam eden bir kronik karamsarlık, depresyon,
ya da hayal kırıklığına karşı aşırı duyarlılık olarak algılanır.
3.Nevrotik
bir çatışmanın tepeden tırnağa analiz edilmesi sürecinin içerdiği aşamalar,
Horney’in Ruhsal Çatışmalarımız adlı kitabında adım adım anlatılmıştır.
4.Simone
de Beauvoir’nın yaşamının bu dönemine ait öykü ve notlar, The Prime of Life'tan
(1976) alınmıştır.
5.Horney,
Ruhsal Çatışmalarımız.
6.Pearl
Primus alıntısı, 18 Mart 1979 tarihli Nezu York Times'ta yayınlanan bir köşe
yazısından alınmıştır.
7.Gerald
Jonas, "Behind the Best Sellers," New York Times Book Reviezv, 26
Ekim 1980.
Sh: 226-253
Kaynak: Collette Dowling, THE CINDRELLA COMPLEX: Women's Hidden Fear of
Independence, Türkçesi: Selçuk Budak, 1992, Ankara.
Diğer Kaynak: Dişilik Kompleksi / Colette Dowling; haz. Yıldıran Bozkurt ;
çev. Sevin Okyay
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar