Print Friendly and PDF

SİNDRELLA KOMPLEKSİ- THE CINDRELLA COMPLEX: Women's Hidden Çağdaş Kadında Bağımsızlık Korkusu

Bunlarada Bakarsınız



Hzl. Collette Dowling,
Hastalığımı başkalarından gizlemeye çalışarak, üçüncü kattaki evimizde, ateşler içinde yalnız yatıyorum. Oda büyük ve soğuk, saatler geçtikçe, tuhaf bir şekilde rahatsız edici gözüküyor. Çocukluğumu hatırlıyorum: hassas, çaresiz, küçük bir kız. Karanlık çökene doğru, ateşten değil, kaygıdan tam anlamıyla -perişan oluyorum. Burada ne yapıyorum, böylesine yalnız, böylesine bağsız, böylesi ne...havada? diye soruyorum. Bu kadar rahatsız, ailemden, yoğun ve yorucu işimden uzak...ilgisiz... olmak ne kadar garip...
Düşüncelerin akışında bir kesinti oluyor ve her zaman yalnız olduğumu kavrıyorum. Kaçınmak için onca çaba harcadığım bu gerçek, uyarıda bulunmaksızın karşıma çıkıyor. Yalnız olmaktan nefret ediyorum. Keseli hayvanlar gibi, bir başkasının derisinin altında yaşamak isterdim. Emniyette olmayı, sıcak, bakılıp gözetiliyor olmayı, havadan, hatta yaşamdan daha çok istiyorum. Beni şaşırtan bu olgu yeni değildi, oradaydı, uzun bir süredir benim bir parçamdı.
Yatakta geçirdiğim o günden sonra, belli bir tarzda yetişen ve kendimizden, sadece kendimiz sorumlu olduğumuz yolundaki yetişkin gerçekliğini göğüslemekten aciz olan benim gibi binlerce kadın olduğunu öğrendim. Bu görüşler konusunda çokça çene çalıyor olabiliriz, ama içerden bunu kabul etmeyiz. Yetişme tarzımıza ilişkin her şey, bize, bir başkasının parçası olacağımızı; ölene kadar mutlu evlilikle korunacağımızı, destekleneceğimizi, dibe batmaktan kurtarılacağımızı söyleyip durdu.
Elbette hepimiz kendimize özgü yollardan, bu vaaddeki yalanı gördük. Ama ancak Yetmişli yıllardan sonraki kültürel değişmeler sonucunda kadınlara farklı bir gözle bakıldı, düşünüldü, davranıldı. Artık kendimizden farklı şeyler bekliyoruz. Şimdi bize, eski kızlık rüyalarımızın cılız ve onur duygusundan uzak olduğu, yapılacak daha iyi şeyler -para, güç ve koşulların en ele avuca sığmaz olanı, yani özgürlük-bulunduğu söyleniyor: Kendi hayatımızla ne yapacağımıza, nasıl düşüneceğimize ve neyi önemli bulacağımıza karar verebilme becerisi. Özgürlüğün güvenceden daha iyi olduğu söylendi: güvence sakat bırakır.
Ama çok geçmeden, özgürlüğün ürkütücü olduğunu anladık. Özgürlük bize, üstesinden gelmek için kendimizi yeterli hissetmediğimiz olasılıklar sunar: terfi, sorumluluk, erkekler önden gitmeden tek başımıza yolculuk etme, kendimize ait arkadaşlar edinme şansı. Çok hızlı bir şekilde her türlü fırsat kadınların önüne serildi, ama ayrıca bu özgürlük yeni beklentiler yarattı: artık büyüyüp, "daha güçlü" olduğunu düşünmeyi tercih ettiğimiz birisinin kanatları altında gizlenmekten vazgeçmemiz; "kocaların, ya da ailelerin," veya öğretmenlerin değerlerine değil, kendi değerlerimize dayalı kararlar almaya başlamamız yolundaki beklentiler. Özgürlük, yürekten ve kendimize karşı dürüst olmamızı gerektirir. Ve birdenbire, zor olan şeyin bu olduğunu gördük; artık "iyi eş," veya "iyi kız evladı," veya "iyi öğrenci" maskesinin arkasında yakayı sıyıramayız. Kendi ayaklarımızın üstünde durmak için otorite figürlerinden kopma sürecine girince, öğretilen değerlerin bize ait olmadığını keşfederiz. Bu değerler başkalarına -canlı, her şeyi kapsayan bir geçmişten gelen canlı insanlara-aittir. Sonunda gerçeğin kavrandığı an gelir: "Gerçekte hiç bir inancını yok." Gerçekten neye inandığımı bilmiyorum."
Bu, ürkütücü bir an olabilir. Bir zamanlar o kadar emin olduğumuz her şey, sanki heyelanla aşağı yuvarlanan toprak gibi ufalanır, bu da hiç bir şeyden emin olmamamıza ve dehşete kapılmamıza yol açar. Eski ve modası geçmiş bu destek yapılarının -artık inanmadığımız inançların-sersemletici kaybını yaşamak, gerçek özgürlüğün başlangıcı olabilir. Ama bunun ürkütücü olması telaşla geri kaçmamıza, güvenli, tanıdık, bildik bir yere sığınmamıza neden olabilir.
İlerleme fırsatımız varken neden geri çekilme eğilimi gösteriyoruz? Çünkü kadınlar, korkuyu göğüsleyip aşmaya alışık değildir. Bizi korkutan şeylerden kaçınmaya, küçük yaşlardan itibaren, sadece kendimizi rahat ve emniyette hissetmemizi sağlayacak şeyler yapmaya özendirildik. Aslında özgürlük için değil, bunun tam tersi olan bağımlılık için eğitildik.
Sorun çocuklukta başlıyor. Emniyette olduğumuz, her şeyin başkaları tarafından yapıldığı, ne zaman ihtiyaç duysak anneciğimize, babacımıza güvenebildiğimiz çocukluğumuz. Geceleri, kabuslar, uykusuzluk, huzursuzluk, o gün yaptığımız kötü bir şey, ya da yapmadığımız iyi bir şey için hayıflanma nedir bilmezdik; yatağa uzanır, uykuya dalıncaya kadar rüzgarın okşadığı yaprak seslerini dinlerdik. Burada, evcilliğe yönelik kadınsı itkimizle, bilincin hemen altında yatıyor gibi gözüken çocukluğa ilişkin rahatlatıcı dalıp gitme arasında bir ilişki olduğunu öğrendim. Bu, bağımlılıkla ilgilidir: birisine yaslanma, çocukluğa dönerek, bir başkası tarafından beslenme, tehlikelerden korunma, gözetilme ihtiyacı. Bu ihtiyaçlar, yetişkinliğimize dek uzanıp, kendine yeterli olma ihtiyacımızla atbaşı bir şekilde, doyum ister. Bir noktaya kadar bağımlılık ihtiyaçları, hem kadın hem de erkek için oldukça normaldir. Ama göreceğimiz üzere kadınlar, çocukluktan itibaren sağlıksız ölçüde bağımlı olmaya özendirilmektedir. Kendi içine bakan her kadın, kendine bakma, kendini koruma, kendini ortaya koyma konusunda kendini rahat hissetmesi yönünde hiç bir zaman özendirilmediğini bilir. Olsa olsa, içten içe, doğallıkla kendine yeterli gözükmeleri nedeniyle oğlanlara (ve daha sonra erkeklere) imrenerek, bağımsızlık oyunu oynamıştır.
Erkeklere bu öz-yeterliliği bahşeden doğa değildir; eğitimdir. Erkekler, doğdukları günden itibaren bağımsızlık için eğitilir. Tam tersine kızlara ise bir çıkış yolları olduğu, bir gün, bir şekilde kurtarılacakları öğretilir. Sanki anne sütüyle içimize yansıttığımız masal, yaşamın mesajı işte bu. Bir süre kendi başımıza girişimlerde bulunabiliriz. Okula, işe, seyahate gidebiliriz; hatta iyi para kazanabiliriz, ama bunun altında, bağımsızlığımız konusundaki duygularımıza ilişkin sonlu bir özellik yatmaktadır. Sadece idare et, çocukluk masalını ola-bildiğince uzat, nasıl olsa bir gün birisi gelip seni içtenlikli (otantik) yaşamın kaygısından kurtaracaktır. (Tek kurtarıcının, yani oğlanın öğrendiği şey, kendisiyle ilgilidir.)
Size kadınlardaki bağımlılık konusuna ilişkin girişimin, hem kişisel deneyimlerimden, hem de sadece son günlerdeki bir deneyimimden kaynaklandığını söylemem gerek. Uzun süre, Gelişmiş ve sahte bir bağımsızlık maskesiyle -başkalarının bana bakması yolundaki (ürkütücü) arzumu gizlemek için yıllardır kurduğum bir maskeyle-kendimi ve başkalarını aptal yerine koydum. Kılıf öylesine inandırıcıydı ki, öz-yeterliliğimin ince cilasında can sıkıcı bir çatlak yaratan bir şey olmasaydı, sonsuza kadar buna inanabilirdim.
Bu olay yirmi beş yaşımda başıma geldi. Bir dizi olay, daha önce beslediğimin farkında bile olmadığım duygulan keşfetmeme neden olmuştu; bunlar, işler sapa sardığı, yani yaşamın gereklerinin, sadece vaktinden önce gelişmiş bir kızın oyunlarla durumu idare edebildiği bir dünyadaki akımları değil, gerçek, nedensel, erişkin gerekleri gibi gözükmeye başladığı zaman durumu kontrol altına alması için bir başkasını kullanmak için her şeyi yapabileceğim kadar güvenliğimi tehdit eden derin ve gizli beceriksizlik duygularıydı.
1975 yılında, tek ebeveyn olarak hayatımızı kazanmak için tek başıma çalıştığım dört yıllık bir mücadele dönemini ve New York'u terkederek çocuklarımla birlikte, Manhattan'ın 150 km. kadar kuzeyinde, Hudson vadisinde küçük bir taşra köyünde yaşamaya başladım. Kusursuz bir arkadaş gibi gözüken dengeli, zeki, son derece neşeli bir erkekle tanıştım. Kendimize arazisi, bahçesi ve meyve ağaçları olan büyük, güzel bir ev kiraladık. Yeni coşkunluğumun etkisiyle, bu küçük Rhinebeck köyünde hayatımı kazanmak için yazmanın, Manhattan metropolünde olandan daha zor olmayacağına inandım. Beklemediğim, gömemediğim şeyse, evimi tekrar bir erkekle paylaşmaya başlar başlamaz hırsımın şaşırtıcı bir şekilde çökmesiydi.
Bilinçli bir karar vermeksizin, hatta farkında bile olmaksızın hayatım dramatik ölçüde değişti. Eskiden, on yıl önce geliştirmeye başladığım bir kariyerde, günde birkaç saat yazı yazardım. Rhinebeck'te ise zamanımın tamâmını evişleri -o mutluluk dolu evişleri-alıyor gibiydi. Yıllarca, vakit bulamadığım için alıştığım hazır yemekleri bir yana bırakıp tekrar yemek pişirmeye başladım. Köye taşınışımızın altıncı ayında beş kilo almıştım. Değişiklikten memnun, "sağlıklı," diyordum kendi kendime. "Hepimiz çok rahatladık." Kumaş gömlekler, bol elbiseler giymeye başladım. Sürekli oyalanıyordum: saksı ha-zırlıyor, ocak yakıyor, pencereden dışarıyı izliyordum. Zaman uçuyor gibiydi. Tantanalı sonbahar günleri yerini kışa bırakınca ben de bot ve palto giyip odun kırmaya başladım. Sabahları uyanmayı zor bulmama rağmen, geceleri deliksiz uyuyordum. Beni yataktan kalkmaya zorlayan hiç bir şey yoktu.
Ev kadınlığına sığınışım, olduğundan -bir işaret-daha rahatsız edici olmalıydı. Her şey bir yana, kendimi geçindirme becerisine sahiptim; aslında dört yıl boyunca yaptığım da bu olmuştu. Ah, tehlikelerle dolu; her gün zorluklara göğüs gerdiğim dört yıl. Çocuklarımın babası, destek olamayacak kadar hastaydı, bu nedenle faturaları ben ödüyordum. Ama çoğunlukla korkuyordum: beklenmedik bir şekilde artan fiyatlardan, ev sahibinden, her ay, her yıl, ayakta kalıp hepimizi geçindirecek parayı kazanamamaktan korkuyordum. Becerilerim konusundaki derin kuşkularım, bana ne garip ne de şaşırtıcı geliyordu. "Bekar annelerin" çoğu böyle hissetmiyor muydu?
Bu nedenle o görkemli, o bağbozumu sonbaharda köye taşınışımız, bulanık bir şekilde, "mücadelem" dediğim şeyden rahatlatıcı bir kurtuluş gibi geldi. Talihim beni çocukken yaşadığımdan pek farklı olmayan bir iç dünyaya götürmüştü: çilekli pastalar, temiz yorganlar, ütülü yazlık giysiler. Şimdi ise arazim ve çiçeklerim, yığınla odası, küçük ve rahat pencere önleri, tenha köşeleri bulunan büyük bir evim vardı. Yıllardan beri ilk kez kendimi emniyette hissederek, çocukluğun en olumlu yanlarına ilişkin bir tür "perde anı" olarak varlığını sürdüren dingin bir evcil yaşamı kurmaya başladım. Bulabildiğim en yumuşak tüylerle ve pamuklarla tecrit ederek kendime bir yuva yaptım.
Ve içine gizlendim.
Akşamları gösterişli yemekler yapıp gerçek bir yemek odasının masasına gururla seriyordum. Gündüzleri çamaşır yıkıyor, bahçede çalışıyordum. Geceleri ise yardımcı rolü oynayarak Lowell'in yazılarını daktilo ediyordum. Gariptir, on yıldır profesyonel olarak yazmama rağmen, sanki yapmam gereken şey bir başkasının yazılarını daktilo etmekmiş gibi geliyordu. Doğru... geliyordu (şimdi bununla güvenceyi ve rahatlığı kastettiğimi biliyorum). Aylarca böyle sürdü. Lowell, oturma odasında şöminenin önündeki büyük masasında yazı yazıyor, telefon görüşmeleri yapıyor ve işlerini yürütüyordu.
Bense zamanımı kızımın yatak odasının duvarlarına dekoratif kağıtlar asmakla dolduruyordum. Sık sık, kendi masama gidip birşeyler yazmaya çalışıyor, ama kağıtlarla oynuyor, dalgın, gelişigüzel düşünüyordum. Yazı teklifleri için ilişkilerimi kaybetmiş gibi olduğum için zaman zaman kendimi hayal kırıklığına uğramış hissetsem de, "şansım dönecek," diyordum.
Oysa bu bir şans sorunu değildi. Bilinç düzeyinde farkında olmamama rağmen, kendime ilişkin görüşüm büyük ölçüde değişmişti. Lowell'e yönelik beklentilerim de. Kafamda o tedarikçi olmuştu. Ben? Bense kendimden sorumlu olmak için kısmen kendi irademe karşı mücadeleden yorgun düşmüş dinleniyordum. Özgür kadın bunu hiç hayal etmiş miydi? Birisine yaslanma fırsatı yakaladığım an, ilerlemeyi bırakmış, aslında yolun sonuna gelmiştim. Artık hiçbir karar vermiyor, hiçbir yere gitmiyor, hatta arkadaşlarımla görüşmüyordum. Altı ay içinde kariyerimle ilgili tek bir iş yapmamış, ya da bir yayıncıyla sözleşme yapmaya çalışırken yaşanan türden bir mücadeleye girmemiştim. Elveda bile demeden, kadının geleneksel yardımcı rolüne dönmüştüm. Ayak işçisi. Katip. Bir başkasının rüyalarının daktilosu.
Çeyrek yüzyıl önce Simone de Beauvoir'nın de ustaca gözlediği gibi, kadınlar, "otantik (içtenlikli) varoluşa soyunmanın içerdiği gerilimden kaçınmak için," boyun eğmeci bir rolü benimsemektedir. Bu stresten kaçış gizli hedefim olmuştu. Geri çekilmiş, aslında daha kolay olması nedeniyle, gerçekte büyük bir küvet dolusu ılık suya gömülmüştüm. Çünkü çiçek yastıkları hazırlamak, alışveriş yapmak ve iyi (ve geçimi sağlanan) bir "partner" olmak, kendi başının çaresine bakan yetişkin yaşamında olmaktan daha az kaygı vericiydi.
Ama Lowell "geleneksel erkek" denilebilecek birisi değildi, çünkü bendeki bu gerilemeyi desteklemiyordu. Sanki giderek kalıcı bir eşitsizliğe dönüşmesinden ötürü mutsuz (o faturaları ödüyor, bense yatakları yapıyordum) olup konuyu bana açtı: eve hiç maddi katkıda bulunmadığımı söyledi. Mali açıdan her şeyi o karşılıyordu (kendinin yanı sıra bana ve üç çocuğuma bakıyordu) ve ben, bu eşitsizliğin farkındaymış gibi bile gözükmüyordum. Bunun kendisini yaraladığını, onun yardımcı olma arzusunu kötüye kullanıyor gibi gözüktüğümü söyledi.
Pazarlığın bana düşen kısmını yerine getirmediğim iddiası beni çileden çıkardı. Daha önce hiçbir erkek böyle bir iddiada bulunmamıştı. Onun için yaptığım onca şeyin, çekip çevirdiğim evin, yaptığım o harika keklerin ve tortaların kadrini bilmiyor muydu? Hafta sonu için arkadaşlar geldiği zaman yatak örtülerini değiştirip konuk odalarını temizleyenin ben olduğumun farkında değil miydi?
Evdeki ayarlamada "boktan işlerin" çoğunu benim yaptığım doğruydu. Ve tartışmaya bile gerek kalmaksızın bu işleri gönüllü olarak üstlendiğim de doğruydu. İçten içe, angarya işleri yapmayı istiyordum. Angarya işler sonsuz ölçüde emniyetlidir. Buna karşılık olarak insafsız ölçüde yüksek bir bedel alabilirsiniz: kadının istediği her şeyi.
Lowell’le birlikte New York'tan ayrılıp taşrada bir yere taşınma kararı verirken, anlaşmamız, herkesin kendini geçindirmeyi sürdürmesiydi. Bunu bozmak ne kadar kolaydı. Dergi makaleleri ve kitaplar için öneri hazırlıkları yapıyordum, ama duygusal olarak da entellektüel olarak da işimle ilgilenmiyordum. Şimdi geri dönüp baktığımda, aslında çalışma ihtiyacı duymamış olmam beni şaşırtıyor. Bunun yerine, bir eş olmanın lüksünün tadını çıkarıyordum. Lowell ise "adil değil," diyordu. Ve ben, "Adil olmayan ne? Böyle olması gerekmiyor mu?" diye düşünüyordum.
İçsel bir dönüşüm gerçekleşmişti. Yalnızken ve çocuklarıma ve kendime bakma ihtiyacı açık ve netken, kariyerimi sürdürmeyi ve en azından bağımsız davranmayı başarmıştım; ama Lowell işin içine girince gerilemiştim. Tıpkı dokuz yıllık evliliğim sırasında olduğu gibi bağımlı birisi gibi düşünüp, hissedip hareket etmemden çok uzak değildi. Bunu farketmek gerçek bir darbe olmuştu. Kendi bağımlılık duygularımdan nefret ettiğim için evliliğime son vermiştim. Hayatım boğucu ve kısıtlayıcı olmuş, ben de özgürlüğü seçmiştim. Şimdi ise sil baştan yaşıyordum, tek fark, durumu tatlılaştıran bahçe, şömine ve büyük bir evdi.
Durumun ekonomisi, olup biten için belirleyiciydi. Bütün faturalarımızın ödenmesi sorumluluğunu Lowell'in omuzlarına yıktığım için, hayat kazanmanın ne kadar büyük bir kaygı içerebildiğinden kesinlikle habersizdim. Bunu şimdi bile kabul etmek benim için zor, ama Lowell'i kullanıyordum. Kendi refahımdan sorumlu olmanın içerdiği stresi istemiyordum. Ayrıca derinlerde bir yerde, sadece bir erkek oluşu nedeniyle Lowell'in daha çok çalışması ve daha çok riske atılması gerektiğine inanıyordum. En azından kısmen yaşamımı kolaylaştırması yüzünden, buna inandım. İlişkinin sömürücü yanı burada devreye giriyor. (Ayrıca, sanki yetişkin ekonomisinin ortak pazarına gerçekten dalıp orada kaldığım taktirde kadınca olmaktan çıkacakmışım gibi, işe yönelik gerçek, yürekten bir katılımda tamamen "kadınca" olmayan bir şeyler olduğuna inanıyordum. Sonunda temelde irdelenmemiş olan bu küçük kuşku, bağımsızlık mücadelemde şaşırtıcı bir rol oynayacaktı.)
Lowell, ayda bir kere çek defterini çıkarıp kira, elektrik, su ve yakıt faturalarını ödüyordu. Ayrıca arabayla ilgileniyordu. (Bu anlamda arabayı da o kullanıyordu; araba kullanmaktan korkuyordum ve kullanmasını öğrenemiyor, öğrenmek de istemiyordum.) Lowell'in çabalarında ona ne kadar destek olduğumu göstermek için, eve kişisel hiç bir şey (makyaj malzemesi, giysi, takı) almıyordum. Tavanarasında bulduğum eski şeylerden dekoratif süslemeler yaptığım içir kendimle gurur duyuyordum. Parayla ilgili şeylere olan uzaklığım, temel bir yoldan yaşamdan uzak kalmamı mümkün kılıyordu. "Çalışmak isterdim," diyordum ısrarla Lowell'e. "Birisi bana bir iş verdikten sonra, yazmaktan mutluluk duyarım. Fikirlerimin sonuçsuz kalması benim suçum mu?"
"Böyle devam edersen ne olacak?" diye sordu bir yılın sonunda. "Ne olacak?"
Bu "ne olacak?" sorusu iliklerimi dondurdu. Bu, bana yönelik duygularının derin olmadığının bir kanıtı gibi geliyordu, yoksa niye beni böyle zorlasındı ki? Bağımlılığımın kaba bir şekilde açıklık kazanması için, o yıl üç-dört ay bir hausfrau (Alm. Evkadını, Ç.N.) rolü oynamam yetti. Mutluluk verici evcilliğim bir gecede uçup gitti ve yerini, kışın gölün üzerini kaplayan buz gibi, soğuk bir depresyon aldı. Her şeyden önce, çok az şeye hakkım olduğunu hissettim. Farkında bile olmadan, her şey için Lowell'den izin almaya başlamıştım. Bir arkadaşımı görmek için geç saatlere kadar Manhattan'da kalsam rahatsız olur mu? Cuma akşamı sinemaya gidebilir miyiz?
Kaçınılmaz olarak saygı gelişti: bana destek olan erkeğin beni yıldırdığını hissetmeye başladım. Derken en aptalca şeylerden ötürü onu eleştirip suçlayarak onda hata bulmaya başladım. Bu, kendimi ne kadar güçsüz hissettiğimin emin bir göstergesiydi. Lowell'in insanlarla daha rahat olmasına, ister iş, ister sosyal içerikli olsun, al-ver ilişkilerindeki ahenkli salınımına içerliyordum.
Lowell, her köşe başında onu bekliyor gibi gözüken başanya doğru ileri atılırken, ben, depresyon ve kaygı hissediyor, geceleri uyumakta güçlük çekiyordum. Seks için, ya da daha kesin olmak gerekirse, seksin sağladığı temas için çırpınıyordum, çünkü diğer her şeyle birlikte cinsel çekiciliğim konusunda da kuşku duymaya başlamıştım. Bu dönem olsa olsa, öz-imajımın tamamının felce uğradığı bir dönem olarak tanımlanabilir. Bir yazar olarak, dünyada kendi yolunu çizebilecek bir insan ve -kaçınılmaz olarak-bir aşık olarak kendime güvenimi kaybetmiştim.
Belki de en semptomatik olanı, kişinin olaylardaki mizahı görmesini mümkün kılan perspektifi kaybetmemdi. Kısır bir döngü işliyordu; kendime saygımı kaybetmiştim ve işleri yoluna koyamıyor gibiydim. Korkudan sinmiştim ve doğrulmanın tek yolunun, birinin beni kaldırımsı olduğunu düşünüyordum. Lowell'in, içinde bulunduğum çıkmazı görüp anlamasını istiyordum. Hayatımdaki bütün olayların, bir gün kendi başıma ayakta durma olasılığına karşı harekete geçtiğini görmesini istiyordum. Buna derinden inanıyor; sanki hayatım boyunca beni etkileyecek bir şekilde sakatlanmışım gibi bir duygu taşıyordum.
"Ne yapayım böyle yetiştirilmişim," diyordum. "Hiç kimse benden hayatımı kazanmamı beklemedi, şimdi bunu ben kendimden nasıl bekleyebilirim?"
"Doğru değil," diye karşılık veriyordu. "Yalnız olduğun onca yıl hayatını çok iyi kazanıyordun. Şimdi benimle yaşıyorsun ve felçli gibisin. Bunda bir terslik var."
En kötü tarafı da, entellektüel olarak ikimizin de aynı şeye inanmamızdı. Her ikimiz de kadınların kendilerinden sorumlu olması gerektiğine inanıyorduk. Bu kadar hızlı nasıl geriledim? Bana ne oldu?
Öğrenecek çok şeyim vardı. Yaşadığım güçlüklerin birçoğunun başlangıcı çocukluğuma dek gidiyordu. Yine de bu noktada bırakamazdım. Nasıl olduysa, onca acıya ve karışıklığa rağmen, şeylerin olduğu gibi kalmasında benim de parmağım olduğunu, olaylara bakış açımda bazı çarpıtmalar bulunduğunu ve bu çarpıtmaları aktif olarak koruduğumu farkettim.
Elbette Lowell’le olan ilişkim de çarpıtılmıştı (o tedarikçiydi, ben de korunan). Kendimle olan ilişkim de. Bir şekilde kendimi Lowell'den daha güçsüz, daha az becerikli görüyordum. Bu, büyük bir çarpıtmaydı ve başka çarpıtmalara yol açıyordu: Lowell bana bakmalıydı. Evet, bu, zayıfın ya da (kendini ısrarla böyle görenlerin) çarpık ahlak anlayışıdır. Güçlü olan, bizi sürüklemekle "yükümlüdür"; bunu yapmadıkları taktirde, sayısız yoldan, onlara bunsuz yaşayamayacağımızı anlatıp dururuz.
Kendi yaşamımın sorumluluğunu almak zorunda olduğum düşüncesine öfkelendiğimi, beni "zorladığı" için Lowell'e kızdığımı farkedince kendimi utanmış ve derinden yalıtılmış hissettim. Nasıl olur da bağımsızlıktan korkarım? Feminizm söz konusu olduğu sürece, buz çağına dönmüştüm. Benim gibi, bağımlı olmayı bağımsızlığa tercih eden başka kimler vardı ?
En çok korktuğum ve yalnızlık hissettiğim o dönemlerde yazma itkisini duydum. Bu kez istisna değildi. Belki yaşadıklarımı anlatırsam benim gibi başkalarının da olduğunu öğrenirdim. Dünyada yalnız, çaresiz, bağımlı bir uyumsuz, bir anormal olabileceğim düşüncesi ürkütücüydü.
Bu duygulan yazmaya başlayıncaya kadar, bunları birisiyle tartışacak gücü toplayamadım. Daha önce bu tür şeylerden söz edildiğini hiç duymamıştım. Yazdığım makaleyi anlattığım zaman beni anlamamış gibi gözüken anlayışlı bir editör beni hayal kırıklığına uğrattı. Derin bir nefes alıp tekrar denedim, çünkü doğrusu bu vatandaş anlamadıktan sonra başka hangi editör anlardı, bilmiyordum. Köye taşındıktan sonra yaşadıklarımı ve bunları neden yazmak istediğimi baştan anlatmaya başlayınca tekrar aynı duygulara gömüldüm. Bir şey öğrenmiştim, bir şey biliyordum ve bir başkasının görmediği bu şeyin gözardı edilmesine izin vermeyecektim. Adama, yaşadığım ve öğrendiğim şeyin önemli olduğunu anlattım. Göğüslediğim sorunları öğrenmek özellikle kadınlar için önemliydi. Deneyimim, gerçek ve felç edici bir gerçeği, kadın hareketinin henüz kavrayamadığı ruhsal bir olguyu ortaya çıkarmıştı: yayınlamasını istediğim makale, kadınların, yaşamdaki bağımlı konumlarını korumaktan kazandığı şeyleri (iyi şeyler, yani psikiyatristlerin "tali kazançlar" dedikleri şeyleri) anlatıyordu.
"Sanırım neden söz ettiğini anlamaya başladım,” dedi editör.
Bir ay sonra New York dergisi makalemi, "Özgürleşmenin Ötesinde: Bağımlı bir Kadının İtirafları" başlığıyla kapak konusu yaptı. Aldığım mektup yağmuru bir vahiy gibiydi. Daha önce de okurlardan mektup alırdım, ama hiç birisi bunun gibi bir bam teline dokunmamıştı. Nefes nefese bir rahatlamayla kendi yaşadıklarını anlatmadan önce, "yalnız değilsin," diye yazıyorlardı.
Postacı her gün yeni bir parti mektup getiriyor, bense bunları alıp evin arkasındaki küçük balkonda okuyor, ağlıyordum. Mektuplar, ülkenin her tarafından, otuzlu, ellili yaşlardan, kariyer sahibi, ya da kariyer sahibi olabilecek veya eskiden kariyer sahibi olmuş kadınlardan geliyordu. Hepsi de aynı kaygıları yaşıyordu; master programları, iyi işler, dolgun maaş yoluyla kendi bağımsızlıkları için mücadele ediyor, yine de alttan alta içerleme duyuyorlardı. İçerleme, öfke ve berbat, acı verici bir karışıklık, bir "gerçekten böyle mi yaşanması gerekiyor?" duygusu.
"Bir gazetede yıllarca çalıştıktan sonra, işimi bırakıp serbest çalışmaya karar verdim," diye yazıyor Santa Monica'lı bir kadın. "Güvenebileceğim kocamın maaşı vardı, haksız mıyım?"
En azından potansiyel olarak iyi bir hareket, ama her şeyden önce bu hareketi yapabilmek için içten içe yaslandığı erkeğe yönelik korkunç bir çatışma yaratan bir hareket. O günden sonra, "ona yaslanmam konusunda tam bir suçluluk duygusuyla, bu hakkı sorgulayabileceği konusundaki içsel bir öfke arasında mekik dokudum," diye yazıyor.
Tek başına ayakta durma arzusuyla, "duruma bağlı olarak" birisine yaslanma arzusu arasındaki çatışma (Pazar günleri kiliseye gitme konusunda çıkar yönelikli gizli bir güdülenimi olan bazı insanlarda olduğu gibi), kronik, tüketici bir ikilik yaratır. Kendini "iki evlilikten tahliye olmuş" birisi olarak tanımlayan, iki çocuk yetiştiren ve daha sonra hukuk öğrenimine geri dönen otuz dört yaşındaki bir kadın, "aynı anda hem bağımlıktan hem de bağımsızlıktan nefret edip korktuğu nevrotik bir çıkmaza" umutsuzca takılı kaldığını görür. Kısa bir süre devlet dairesinde çalıştıktan sonra, kendi işini kurmaya karar verir ve ondan daha tecrübesiz olan erkek bir ortakla iş kurar. Sorumluluğa yönelik tutumları arasındaki farkın dikkate değer olduğunu söylüyor. "Ta başından itibaren, yapılması gerekeni yapacağından emindi. Benim için böyle bir netlik söz konusu değildi. Ne zaman yeni bir durumla karşılaşsam, hâlâ, kaçıp beni koruyacak bir erkeğin kanatlarının altına gizlenmenin hesabını yapıyorum. Ne kadar kolay düşülen bir tuzak. Ve ben, bu şekilde kullanabileceğim birisi olduğu zaman ne kadar tembel ve bağımlı oluyorum!"
Kurtarılma arzusu. Bunu her zaman bu hanım kadar net algılamayabiliriz, hepimizin içinde vardır, en az beklediğimizde ortaya çıkar, rüyalarımıza sızar, hırsımızı köreltir. Kadının kurtarılma arzusunun, kadının ve çocukların vahşilerden korunması için erkeğin fiziksel gücüne ihtiyaç duyulduğu mağara günlerine dek götürülebilir. Ama bu arzu artık uygun veya yapıcı değildir. Kurtarılmaya ihtiyacımız yok.
Bugünün kadını, iki ateş arasında, eski ve yeni radikal sosyal görüşler arasında kalmıştır, ama işin doğrusu artık eski "rolümüze" dönemeyiz. Bu işlevsel olmadığı gibi gerçek bir seçenek de değil. Böyle olduğunu düşünebiliriz, isteyebiliriz, ama değil. Artık beyaz atlı prensler yok. Mağara adamı şimdi daha küçük ve daha zayıf. Aslında, çağdaş dünyada yaşamak için gerekenler açısından, erkek gerçekten de bizden daha güçlü, daha zeki veya daha cesur değil.
Ama daha tecrübeli.
Tıpkı volkanik değişmenin ateşi gibi, bu uğultular da uzun süredir alttan alta sürüp gidiyordu. Toplumsal değişmeler bir gecede olmuyor. Kadınların "rolü," kadının özgürleşme hareketine ad konmadan önce değişme sürecine girmişti. Kadınların artık güvencede olmadığı, önümüzdeki yolun pek de net olmadığı gerçeği, yetişmekte olan bizleri bildiğimizden daha çok korkutmuş olabilir. Bir şeyler oluyordu, ama ne biz, ne de ailelerimiz ne olduğunu bilmiyordu. Kırklı ve ellili yıllarda ailelerin çoğu, kızlarını yetiştirme konusunda başarısızdı, çünkü ne için yetiştirdiklerini bilmiyorlardı. Elbette bağımsızlık için yetiştirmiyorlardı.
Birçok kız gibi ben de lise yıllarına kadar aldatıcı bir tür havailik maskesi -psikiyatristlerin "karşı-fobik maske" olarak tanımakta zorluk çekmeyeceği bir şey geliştirmiştim; bu, korkuyu ve güvenliksizliği saklamak için geliştirilen bir tür kabuktu. Bir şeyler, kim olduğuma ve hayatımda ne yapmak istediğime, genelde kızların ne işe yaradığına ilişkin bir karışıklık, özgüvenimi sabote ediyordu. Ama bütün bunlar örtü altındaydı. Öğretmenlerime karşı saygısız, erkeklere karşı alaycıydım. Üniversitede ustaca tartışmayı öğrendim. Yıllar sonra, İnsan Gelişimi Hareketi ortaya çıktıktan sonra,[ Bir tür hümanistik grup terapisi ] kendi karşılaşım grubumun yıldızı olmuştum; "dürüstlüğümde" katı, yüzleştirmeci, neredeyse kabadayıydım. Sokaklarda yetişen ve on yedi yıl hapis yatan ve grupta muhalif olan bir zenci, karşılaşım grubumuzun seanslarında kendisinin bile benden korktuğunu söyledi. Ah, ne güç; ne nefes kesici özerklik.
Bu "özerklik" çökmeye başlayınca, beni tanıyanlar şaşkına dönmüştü. "Ama sen hep çok güçlü, çok sıkı birisiydin," diyorlardı.
Evliliğim yıkıldıktan sonra fobik olunca (kaygı ve vertigo nöbetleri yüzünden sokağın öteki ucuna zor yürüyordum), eski görünürdeki gücümdeki bu ani değişme beni de şaşırtmıştı. Güçlü değil miydim?. "Bütünleşmiş" değil miydim? Yıllarca neredeyse tek başıma ailemi ayakta tutan ben değil miydim?
Geriye dönüp bakınca, iç benliğimle dış benliğim arasında potansiyel olarak yıkıcı olan bir tutarsızlığın belirtilerinin sürekli varolduğu şimdi bana açık geliyor. Dış benliğim "güçlüydü, bağımsızdı" (özellikle de kadınlardan beklenen şeyle kıyasla). iç benliğimse kuşkuya boğulmuştu; öz-gizleyiciydi. Üniversitede tuhaf, olabildiğince çabuk unutmaya çalıştığım bir olay olmuştu. Bir Pazar günü ayin sırasında birden kiliseden kaçma dürtüsüne kapıldım. Debdebe, tütsü, törenin uzak resmiyeti, eşi görülmemiş bir kaygı ve bunaltıyla terlememe neden olmuştu; bu, ilk "panik nöbetimdi." Sersemletici dalgalar içimi dövdükçe, düşmemek için önümdeki peykeye yaslanırken, bana ne olduğunu merak ediyordum.
Kiliseden ayrılacak cesareti bulmam sanki asırlar aldı. Şimdi düşünüyorum da bu ayrılma daha büyük bir ayrılışın, Katolizm törenlerinin, sığınmam için her zaman orda olmayacağının içime doğmasının bir sembolüydü. Sığınabileceğim başka bir şe\j olacak mıydı?
Bu konuyu yıllarca düşünmemeye karar vermiştim. Hayatımın ilk erkeği, yani kocam, bana bakabilecek durumda değildi, en azından duygusal açıdan. Kendi ruhsal sorunları, bana özlediğim ve bir başkasından geleceğine inandığım içsel güvenceyi sağlamak şöyle dursun, istikrarlı bir ilişkiye katkıda bulunma yetisine bile engel oluyordu.
Hayatımdaki ikinci erkek, yani Lowell ise, benim sorumluluğumu üstlenmeyecekti (daha doğrusu geleneksel üstlenmiş gibi yapma rolünü oynamayacaktı). Kendi sorumluluğunu üstlenen bir kadın istediği konusunda kafası çok netti, benimse onu istediğim konusunda kafam netti. Ona bir erkeğin yapması gereken şeylere ilişkin eski, önyargılı görüşlerimi benimsetemeyeceğim gerçeği, bazı yıkıcı tutumlarımı değiştirmeme yol açan ruhsal bir çıkmaza yol açmıştı.
Yakın gelecekte beni bekleyen şey, kendime olan inancımın ilk kaba temellerini bir araya getirmekti. Bununla yetişmemek tuhaf geliyor, ama böyle yetişmedim. Ayrıcalıklı bir toplumda üniversite profesörü olan bir babası ve mükemmel, hoş bir annesi olan ayrıcalıklı bir kızın, böylesine keskin ve derin bir öz-aşağılama mizacı geliştirmesi garip, ama böyleydi. Zekâmdan kuşkuluydum. Cinsel çekiciliğimden kuşkuluydum. İşte gördüğünüz gibi o lanet olası çifte açmaza girmiştim: kendi hayatımı kendi başıma yönlendirmek (yeni rol) için kendi yeteneğime güvenim yoktu, ama ayrıca bir erkeği baştan çıkarıp kendine patron ve koruyucu yapmak olan kadının eski rolünde başarılı olma yeteneğim konusunda da yukarıdakine eşdeğerde kuşkuluydum. Çağdaş birçok kadının üstüne çullanan cinsel kimlik karışıklığıyla eli kolu bağlı, farkına varmadan, yerimin ne olduğunu hiçbir zaman bilemedim. "Doğru" şeyleri yapmakla, üniversiteye gitmekle, bir derginin kadrosunda çalışmakla, işten ayrılıp çocuk yapıp onları büyütmekle ve yavaş yavaş, çocukların uyku zamanlarında, uygun olmayan saatlerde tekrar çalışmaya başlamakla geçen onca yıl, temelde çatışmayla geçti. Dünyadaki "rolümü" görünürde rahat kabullenişimi onaylayan akrabaların kafa sallamasına ve kek getirmesine rağmen, sadece kadınların bildiği garip bir tür davranış yöntemiyle geçen onca yılda, kendimden saklandım.
Nem York makalesine yönelik tepkilerin de gösterdiği üzere, benim gibiler vardı: kendilerini bağımlı, engellenmiş, kızgın hisseden kadınlar. Bağımsızlığı özleyen, ama sonuçlarından korkan kadınlar. Aslında korku, özgürleşme çabasında onları felç ediyordu. Sorun şuydu: neden kimse bundan söz etmiyor? Daha kaç kadın bu sessiz karışıklığı yaşıyor? içsel bir özgürlük korkusu kadınlarda salgın bir hastalık mı?
Hem teorileri hem de gerçekleri istiyordum. Kadınların kendi yaşamlarından söz ettiğini duymak istiyordum, çünkü şimdi özgür olmakta özgür olduğumuz varsayılıyor. Sözü edilmeyen, ya da üzerine yazılmayan, makalelerde, araştırmalarda eksik kalan bir şeyler olduğunu hissettim.
Bağımsızlıktan kaçmaya yönelik ruhsal ihtiyaç ("kurtarılma arzusu"), bana önemli bir konu gibi, belki de bugünün kadınının karşı karşıya olduğu en önemli konu gibi geldi. Erkeğe bağımlı olacak ve erkeksiz kendimizi çıplak ve korkmuş hissedecek şekilde yetiştirildik. Bize, kadınların tek başına ayakta duramayacağı, çok hassas, çok kırılgan, korunması gereken cins olduğu öğretildi. Şimdi ise bu aydınlanma günlerinde entellektüellerimiz kendi ayaklarımızın üstünde durmamızı söylediği zaman, çözülmemiş coşkusal sorunlar bizi aşağı çekmektedir. Aynı anda hem bağsız, özgür olmayı, hem de yaşamımızı bir başkasının üstlenmesini özlüyoruz.
Kadının bağımlılık eğilimleri çoğunlukla derinlere gömülüdür. Bağımlılık korkutucudur. Bu bizi kaygılandırır, çünkü kökleri, gerçekten çaresiz olduğumuz çocukluğumuzda yatar. Bu ihtiyaçları kendimizden saklamak için elimizden geleni yaparız. Özellikle şimdi, bağımsızlığa yönelik sosyal destekli bu yeni hareketle birlikte, bu parçamızı hapsetmeyi, susturmayı kışkırtıcı buluyoruz.
Derinlere gömülen ve inkâr edilen bu parçamız, dert kaynağıdır. Bu parça, fantazilere ve rüyalara sızar. Bazen fobi biçiminde ortaya çıkar. Kadınların (sadece bazılarının değil, özünde hepsinin) düşünme, hareket etme ve konuşma tarzını etkilemektedir. Gizli bağımlılık ihtiyaçları, elbise almak için kocasından izin istemesi gereken korumalı ev-kadını için de, kocası kent dışında olduğu için uyuyamayan dolgun maaşlı kariyer kadını için de sorun yaratmaktadır. Bağımlılığı araştıran New York'lu bir psikiyatrist olan Alexandra Symonds, bunun, tanıdığı kadınların çoğunu etkileyen bir sorun olduğunu söylüyor. Dışarıdan son derece başarılı gözüken kadınların bile, "kendilerini başkalarının egemenliğine bırakmaya, onlara bağımlı olmaya ve istemeden, enerjilerinin çoğunu, zor, ya da meydan okuyucu veya düşmanca algılanan bir dünyaya karşı sevgi, yardım, koruma arayışına adamaya" eğilim gösterdiklerine inanıyor.
"Özgürleşmede" tek gerçek hedefimiz vardır, o da kendimizi içerden özgürleştirmektir. Bu kitabın savı, kişisel, ruhsal bağımlılığın (başkalarının bakımı ve gözetimi altında elmaya yönelik derin arzunun), bugünün kadınını engelleyen temel güç olduğudur. Kadını, aklını ve yaratıcılığını tam olarak kullanmaktan alıkoyan ve büyük ölçüde bastırılmış tutumlardan ve korkulardan oluşan bu olguya, Sindrella Kompleksi diyorum. Sindrella gibi, bugünün kadını da hâlâ dışarıdan bir şeylerin kendi yaşamlarını dönüştürmesini istiyor.
Kendi kişisel deneyimimi bir sıçrama tahtası olarak kullanarak, bu kitabı kadınların kendi öykülerine indirgeyen psikolojik ve psikanalitik teorileri işledim. (Bazı yerlerde isimler ve bazı ayrıntılar değiştirilmiştir.) Bunu izleyen sayfalarda, bekar kadınları, evli, ya da birlikte yaşayan kadınları bulacaksınız. Bazıları kariyer sahibi, bazıları evlerinden çıkmaya hiç kalkışmamış, bazıları bunu denemiş, ama sonunda geri dönmüş. Kitapta kentsoylu eğitimli kadınlar kadar taşralı odun toplayan kadınlar da var; dullar, boşanmışlar ve boşanmak isteyip de bu gücü bulamayan kadınlar da. Erkeklerini seven, ama kendi ruhlarının ölmesinden korkan kadınlar var. Konuştuğum kadınların birçoğu eğitimli, bazıları değildi; ama özünde hepsi de kendi doğal yeteneklerinin çok altında işler yapıyor, kendi yarattıkları bir tür cinsel kimlik cehenneminde yaşıyordu. Bekliyordu.
Bu kitabın araştırma aşamasında görüştüğüm kadınlardan birkaçı, "sorundan" habersizdi. İstedikleri tek şeyin özgürlük olduğunu düşünüyorlardı. Ama coşkusal açıdan, derin ruhsal çatışmaların belirtilerini yaşıyorlardı.
Diğerleri, kendilerini kaygıya ve sık sık depresyona gömen şeyi anlık olarak yakalayarak, ara ara mücadele veriyordu.
Yine başkaları ise, ilham almışçasına, derinlerdeki korunma ve gözetilme arzusunu tam anlamıyla kavrayarak ve böylece kim olduklarına ve gerçekte neyi başarabileceklerine ilişkin gerçekçi bir duyguyla, yeni bir güç kazanarak, bir daha geri dönmemek üzere yola koyuluyordu. Bu kadınlar, bir terapistin cesarete duyarlı dediği şey oluyordu. Bastırmadan ve inkardan oluşan bir yaşamı sürdürmek yerine, kendi içsel benliklerinin gerçeğiyle yüzleşiyor, sonunda da kendilerini eve kapatan korkulara karşı büyük bir zafer kazanıyordu. Bunla gerçekten özgürlüğe çiçeklenen kadınlardır. Onlardan öğrenecek çok şeyimiz var.
Bazen, dışarıdan gelen bir meydan okumayı, bir krizi veya bir trajediyi göğüslemek, içerden gelen meydan okumayı (riske atılma, gelişme zorunluluğunu) göğüslemekten daha kolaydır.
Kendimi her zaman bir kavgacı, savaşa çağrıldığı zaman gözünü kırpmadan ileri atılan birisi olarak görmüşümdür. Cesaret ve korkusuzluk gerektiren dönemler olmuş, bunların üstesinden gelebilmişimdir. Evliliğim çözüldükten hemen sonra, çocukları geçindirme işi bana düştü. Kocam, duygusal açıdan rahatsızdı, manik nöbetleri yüzünden hastaneye kaldırılmıştı. Dokuz yıl boyunca, ülserden ölünceye kadar yılda bir kere hastaneye kaldırılıyordu. Nöbetler arasında, lityum terapisiyle, nispeten dengeli oluyordu. Ama hastalığı onu öylesine zayıflatmıştı ki çok zeki olmasına rağmen, ancak düşük maaşlı işlerde çalışabiliyordu: barmen, bulaşıkçı, sonunda da hayatının son beş yılında kuriye olarak çalışmıştı. Sonuçlan bazen zor olan iki karar vermiştim. Hastalığı ağırlaştığı zaman onu terketmeyecektim ve fiilen manik ve halusinasyonlu olduğu dönemlerin dışında çocukların onu ziyaret etmesine engel olmayacaktım.
Manik-depresiv hastalık kaygandır, ele avuca gelmez. Manik nöbetler periyodik gibi gözükür, ama başlangıcını önceden tahmin etmek mümkün değildir. Ed, sık sık, manik nöbetin doruğunda, büyük bir ulusal seçimi kazanmak üzere olduğu inancıyla eve koşuyordu. Daha sonra, haftalarca uyumamış, direncini sonuna kadar tüketmiş olması yüzünden, sokaklarda sürünüyor, depresyon ve paranoyayla çöküşün eşiğine geliyordu. Yalnızlık ve umutsuzluk kokan hastane kliniklerinde ziyaretine giderdim. Eğer bir şey öğrendiysem, o da, bu dünyada üzerinde hiçbir kontrol sahibi olmadığımız şeylerin bulunduğudur.
Aynı zamanda, içimde gizli bir tarafım da kendim için üzülüyordu. Kısa bir yıl içinde, korunup desteklenen "bir eş" olmaktan, yalnız, korumasız ve hayatımızı kazanma yeteneğinden kuşkulu, üç çocuk annesi "bekâr bir kadın" olmaya bu kadar çabuk geçişim, tam anlamıyla dehşet vericiydi. Tek yapabildiğim yazmaktı, bunu da güç bela başarmış, 1971 yılında ancak yazabildiğime inanmıştım. İlk önce, her ay kira ödeme gerçeği beni harekete geçirmişti. Yaptığım şeye büyük bir destek vardı. Bir yıl içinde, tanıdığım kadınların yarısı kocalarını terketmişti ve tıpkı benim gibi, çocuklu, benim yaşadıklarıma benzer sorunlarıyla, kiralık büyük bloklarda yalnız yaşıyordu. Çok yakınlaşmıştık. Birbirimizi her gün görüyor, her akşam telefon sohbetleri yapıyorduk. Kuşkusuz bir destek ağı olmuştuk ve bu olmaksızın kaçımız ayakta kalabilirdi, Tanrı bilir.
Ama ayrıca gizleniyorduk da. Yeni bir şey kurmaktan ziyade, hayatımızı tıpkı baba figürü ayrılmadan önceki gibi sürdürmeye çalışıyor gibiydik. Gerçekten herhangi bir karar vermeden bu kadar uzun süre varolabilmem dikkate değer. Yalnız kalmak, kendimi yalnız birisi olarak algılamak istemiyordum, bu nedenle sorumluluklarımı her zamanki gibi paylaşmayı sürdürüyordum. Hiç birimiz gerçekten kendi başına karar vermek istemiyordu. Hep birbirimize danışıyorduk, özellikle de çocuklarla ilgili konularda. Birbirimize borç veriyor, sabahın erken saatlerinde New York sokaklarında buluşuyorduk. Bazen sokağın ortasında durup birbirimize yaslanarak ağlıyorduk. İçimizde hissettiğimiz zayıflığı dışa-vurmaktan utanmıyorduk, ama ayrıca yeni yaşamımızı da keyifli buluyorduk. Geç saatlere kadar şarap içiyor, esrar çekiyor ve ergen kızlar gibi flört ediyorduk. Ne tür erkeklerin benimle ilgilendiğine veya bana göre olup olmadığına aldırış etmiyordum. Erkeklerle bir ergen gibi tanışıyor, çıkıyordum: birisini eğlenceli bulduğum için, ötekini ciddi ve zorba, bir başkasını seksi, ama çok zorlayıcı bulduğum için. Erkeklerle çıkmak beni ürkütüyordu. Kendimi, otuz üç yaşında bir kadının bedenine hapsolmuş on dört yaşında bir kız gibi hissediyordum. Saçlarımı yapmaya, kaşlarımı boyamaya ve nefesim konusunda kaygılanmaya başlamıştım.
Büyüyorduk: olan buydu. Şehvet düşkünü, zeki, sadece Manhattan’da yaşamakla kazanabileceğiniz ustaca bir kurnazlıkla cilalanmış olan bizler, gerçekte birbirine tutunan ergen kızlardık. Evde bizi bekleyen bir erkek, bir koca olmaması, bize kendi yüzümüzü gösterdi: korkmuş, güvensiz, hem zihinsel hem de ruhsal olarak şaşırtıcı ölçüde azgelişmiş. Kafesten kurtulduğumuza memmunduk, ama içten içe, kendi yaşamımızı idare etme konusunda yeni özgürlüğümüzden kaçıyorduk. Önümüzde sadece, ormana giden karanlık, dikenli yollar vardı.
Gerçek anlamda yetişkin dünyasına girme konusundaki gönülsüzlüğüm, para konusundaki garip tutumumda kendini belli ediyordu. Daha çoğuna ihtiyacım vardı, ama bu konuda kendimi çaresiz hissediyordum. Bir yazar olarak, aylık yaşıyor, sihirli bir "dönüm noktasının" olmasını, talihin bana yardım etmesini umuyordum. Kendime ait bu ilk yıllarda mali durumumun gerçeklerini kesinlikle değerlendirmemiş, okula gitmeyi hiç düşünmemiş, beni düzlüğe çıkaracak planlar yapmamıştım. Kafamı iyice kuma gömmüş, gözlerimi sıkıca kapamış, "işlerin yoluna girmesini" umuyordum. Ödenmesi gereken aylık faturalar gibi bazı katı gerçekler üstüme çullanıyordu, ama ben buna korkulu bir pasiflikle tepki veriyordum. Hayatımın sorumluluğunu üstlenme yönünde ilerleme kaydetmiyordum; tek yaptığım şey idam sehpasından kaçınmaktı.
Aynı zamanda, tekrar evlenmek istemediğime epeyce inanmıştım. Evliyken, ezici bağımlılık ihtiyaçlarıyla başa çıkabilecek gücüm yoktu; ama yalnızken buna zorlanıyordum. Bir açıdan içgüdü doğru yoldaydı. Altta yatan bağımlılığın, bekâr bir kadın olarak giriştiğim çılgınca mücadelenin altında pusuda bekliyor olmasına karşın, en azından bir eşken yaptığım gibi geçen her gün kendi çaresizliğimi pekiştirerek buna uygun davranmıyordum.
Öte yandan gizli, bilinçsiz bir parçam ise tekrar kurtarılmak istiyordu. Bir ergen gibi, yeni bulduğum özgürlüğün tadını çıkarıyordum, ama rahatsız edici bir şey olduğu an, eski günlerin korumasını özlüyordum. İçten içe, gelişimi askıya almıştım. Korkuyla, öğrenmeme, zihnimi geliştirmeme, gerçekte ne yapabileceğimi keşfetmeme engel olan katı sınırların içinde yaşıyordum.
Ruhsal açıdan olaylar, benim basit aşağılık ve ürkeklik duygumdan daha karmaşıktı. Kendi yeteneğime ilişkin büyüklük hayalleriyle, en aşağılatıcı türünden beceriksizlik duyguları arasında mekik dokuyordum. Bu çıkmazı iliklerimde hissetmeme karşın, bundan nasıl çıkabileceğimi hayal bile edemiyordum. Janis Joplin'in de haykırdığı gibi, "kadınlar kaybeden taraftı." Kadınların baskı altında olduğu görüşü beni büyülüyordu. Ne yazık ki feminist hareketin bazı yanları, kendi kişisel felçli durumumla kaynaşmış, bunu pekiştirmişti. Feminizmi, olduğum yerde saymam için bir kılıf (ussallaştırma) olarak kullanıyordum. Kendi gelişimim üzerinde yoğunlaşmak yerine, onların [erkeklerin] üzerinde odaklaşıyordum. Beni "onlar" engelliyordu. Bu, kadınlar yapamaz, çünkü erkekler yapmalarına izin vermez dönemiydi.
Tuhaf bir şey oldu. Daha iyi yazmaya başladım, kariyerimde hızla yükseliyordum. Bu da beni korkutuyordu ve kendimi aşıp zorlayamıyordum. Yazarlıktaki dönüm noktasından memmun olmak yerine, çok zeki olmadığımı, sadece kurnaz ve kullanıcı olduğumu düşünmeye başladım. Bir gazeteci olarak kendimi "idare eden" birisi olarak görüyordum. Bir parça ordan, bir parça burdan; ama bir gün benim de bildiğim gibi, nemenem bir sahtekar olduğum ortaya çıkacaktı.
Bu noktada kendim konusunda bu kadar negatif bir görüşü korumaktan bir kazancını olduğunun aklıma gelmesi gerekirdi. Gerçekten başarılı olmak istemiyordum; dünyanın, "kendime bakabileceğimi" bilmesini pek istemiyordum. "Kendime bakabilirim." Bunu dile getirmek ve bunu kastetmek, bilerek ve isteyerek frengiye yakalanmak gibi bir şeydi. Avantajı kullanmak varken. "Kendime bakabilirim"! Ne anıtsal ve gereksiz bir gurur! Kader ve Tanrılar için ne büyük bir kışkırtma! Bunu bir kere kabul ettikten sonra, havlu atmış, çaresizliğin size kazandırdığı bütün haklardan vazgeçmişsiniz demektir.
Dolayısıyla oynadığım örtülü oyun, "kendime bakabilirim... herhalde yani"ydi. Ama ne yazık ki suya sabuna dokunmadan ilerleyemezsiniz. Yaşamım genleşmek yerine daralıyordu. Kaçınmanın en ustaca yöntemlerini öğrenmiştim. Boş zamanlarımın özünde tamamını (ve özünde boş olmayan zamanımın çoğunu) insanlarla harcıyordum. Evliliğimin arkadaşsız geçen onca yılından sonra buna ihtiyacım olduğunu söylüyordum kendi kendime. Belki de ihtiyacım vardı, ama ayrıca kişisel bilincimin gelişmesinden (kendimi dinlemekten) kaçınmak için insanları kullanıyordum. Sosyal bir kelebektim, West End Bulvarı’nın kraliçesi olmuştum. Geç saatlere kadar çalışıyor, sabahları da geç kalkıyordum. Yazmak bile bir tür emniyet supabı olup çıkmıştı. Yazmakla, volkanın merkezine küçük bir delik açıyor, bir parça lav salıyor, sonra da aşağıda yıkıcı yangının nedenini bir kere daha gözardı ederek, uykuya dalıyordum.
Kadınlar bunu bilmez, çünkü sadece birbirimizi desteklemek çok radikal bir çaba gibi gözükür, ama kendi içinde buna takılı kalmak soylu bir uğraş değildir. Bu yerinde saymaktır, su üstünde kalmaya çalışmaktır. Sonuçta takılı kalmak meydan okumadan kaçmaktır. Kadınların daha fazlasını yapması gerekir. Neden korktuğumuzu bilip bunu aşmamız gerekir.
Kendi başıma bir şey yapmak benim için çok zor.
Yerimin hep bir başkasının arkası olduğuna inandım. Kusursuz bir abim vardı. Çoğu açıdan, onun gölgesinde büyümekten oldukça memmundum. Orada emniyetteydim.
Özellikle San Fransisco'da, soğuk ve iç karartıcı olduğunu bilmeme rağmen, evlenmemiş ve çocuksuz olmak, bende sık sık bir gayri meşruluk duygusu yaratırdı. Ama böyle yetişmemiştim ve böyle olmak istemiyordum. Bağımsız olmak istediğimi gerçekten hiç hissetmedim.
Yukarıdaki bağımlılık itirafları, bekar, otuz iki yaşında, psikolojide doktora derecesi almış başarılı bir psikoterapist hanımla yapılan görüşmenin bant kaydından alınmıştır. California'da çalışan bu hanım bir feminist; ama söylediklerinin de gösterdiği gibi, dünyadaki kendi rolü konusunda kafası karışmış; birisinin arkasında emniyette olma ihtiyacıyla, başarılı, ön saflarda olma, kendi ayakları üzerinde durma hırsı arasında keskin bir çelişki var.
"Hayat zorlaştığı an, pes edip erkeğin korumasına girme şansı kadınlar için hâlâ geçerli; bu, bağımsız varolma iradesiyle atbaşı gidiyor," diye yazıyor Judith Coburn Mademoiselle'de. "Faturalar biriktiği, arabam bozulduğu, işler arapsaçına döndüğü zaman, çevreme sinyaller yayıyorum: görüyorsunuz ya kendi başıma yapamıyorum, beni kurtaracak birisine ihtiyacım var."1
Yetenekli bir şarkı sözü yazarı olan ve kendini "militan bir feminist" olarak gören bir başka hanım, gidip müzik endüstrisinde kendi işini kuracak enerjiyi niye bulamadığını anlamaya çalışıyor. "Belki de istediğim tek şey, bir erkeğin bana bakması," diyor.
Bugün kadınlara kulak verdiğiniz an, "yeni kadının" gerçekte hiç de yeni olmadığını, bir mutan olduğunu keşfedersiniz. Kadın, eski ile yeni olmak üzere iki farklı değer grubu arasında mekik dokuyarak, bir tür Asla-Asla Ülkesi'nde yaşar. Coşkusal olarak hiç birisiyle barışık değildir, ikisini birleştirmenin bir yolunu da bulamamıştır. "Bütün kapılar açık," diyor Vogue’de yazarı Anne Fleming Taylor, ama sorun hangi kapıdan geçeceğine karar vermektir. "İyi bir anne olursak çalışabilir miyiz? İyi çalışırsak sevebilir miyiz? Rekabet edecek miyiz, etmeyecek miyiz? Kendimizi suçlu, yararsız, ve garip bir şekilde yaralı hissetmeksizin evde kalabilir miyiz?"2
İçten içe kafası karışık ve kaygılı olan kadınlar, yeteneklerinin ön saflarında dolu dolu yaşamaktan kaçınmaktadır. Geçen yaz tanıştığım bir turizmci, Henüz iki ayağımızın üstünde durup, 'Evet! bunu yapabilirim. Ben becerikliyim,' diyecek durumda değiliz. Kadınlar hâlâ korkuyor," demişti.
Kadınlar neden bu kadar korkuyor? Bu sorunun yanıtı Sindrella Kompleksinin temelinde yatmaktadır. Bu tecrübeyle ilgili bir şeydir. Dışarı çıkıp birşeyler yapmadığınız sürece sonsuza kadar dünyanın işlerinde korkacaksınız demektir. Ama birçok kadın, meslekte belli oranda başarılı olmasına karşın, içten içe güvensiz kalmaktadır. Aslında sonraki bölümlerde de göreceğimiz gibi, dışarıda sanki birer güven kulesiymiş gibi hareket etmelerine karşın, günümüzde birçok kadının içinde, gizli bir öz-kuşku kaynağını bulunması dikkate değer. Mevcut psikolojik araştırmalarda, iç kuşkunun, bugünün kadınının tipik özelliği olduğunu göstermiştir. "Her defasında kadını erkekten ayıran değişkenlerin, pasiflik, bağımlılık ve her şeyden önemlisi de öz-saygı yokluğu özellikleri olduğunu bulduk," diyor Michigan Üniversitesi’nde yapılan araştırmalara değinen psikolog Judith Bardwick.3
Buna inanmak için çok az kadın araştırmaya ihtiyaç duyar. Güvensizlik çocukluktan itibaren sanki kendi başına bir varlıkmış gibi hissedilir bir şiddetle peşimizi bırakmaz. New York’lu bir ressam olan Miriam Schapiro, hayatının tamamını, içinde korumasız bir çocuk, "kırılgan, zırhsız, ürkek ve kendinden kuşkulanan bir yaratık" yaşıyormuş duygusuyla geçirdiğini söylüyor. Sadece resim yaptığı zaman içindeki çocuğun "hareketlerinde daha bir atılgan, canlı...ve özgür olabildiğini" ekliyor.4
Yetişkinler gibi esnek, -güçlü ve özgür-yaşamak için ne kadar canla başla çaba gösterirsek gösterelim, içimizdeki o kız çocuğu ayak direyerek korkulu uyarılarını kulağımıza fısıldar. Bu güvensizlik çok çeşitli etkilere sahiptir ve rahatsız edici bir toplumsal olguya yol açar: Kadınlar genel olarak kendi doğal yeteneklerinin çok altında çalışma eğilimi göstermektedir. Hem kültürel hem de ruhsal nedenlerden ayağa kalkıp dünyayı göğüslemeye ilişkin kendi kişisel korkularımızla birlikte, bizden gerçekte pek fazla bir şey beklemezken bir sistemden ötürü kadınlar kendilerini geride tutmaktadır.
Her şeyden önce, son yirmi yıllık ekonomik gelişmemizi ele alın. Altmışların ve Yetmişlerin bilinçlenme sürecine karşın, kadınlar bugün eskinin tel çember etekli günlerinden daha kötü durumda. Yirmi yıl öncekinden daha az para kazanıyoruz (erkeklere kıyasla). 1956’da kadınların geliri, erkekler tarafından kazanılan paranın yüzde 63'ünü oluşturuyordu. Şimdi ise erkeklerin kazancının yüzde 60'mdan daha az kazanıyoruz. Kadını bilinçlendirme programlarına ve siyasi kararlara rağmen, çoğumuz hâlâ düşük ücretli işlere giriyor ve ip üzerindeki yengeç gibi yukarı -ya da yan yan-tırmanıyoruz. Çalışan kadınların üçte ikisinin yıllık geliri 10,000 doların altında."5 Geleceğimizi güvence altına almak şöyle dursun, bebek bakıcısının ücretini karşılamanın ötesinde çok az şey kazanıyoruz. Sermaye girdileri, kâr paylaşımı, gösterişli emeklilik planları, girişimcilerin, yani erkeklerin lüksüdür. Çalışan kadınların yarısı emeklilik hakkına sahip değil. Öylesine büyük ve öylesine sabit kişilikli düşük maaşlı bir işçiler güruhunu -görünüşte istekle-oluşturuyoruz ki, sosyal bilimciler bize yeni bir ad takmaktan kendilerini alamadı: "Yüzde Seksen." Burada "seksen," çok düşük maaşla kalifiyesiz veya yarı kalifiyeli işlerde çalışan ve en azından ekonomik olarak yengeç sepetinin dibinde ezilen kadınların yüzdesini göstermektedir.
Son günlere kadar istatistikle uğraşanlar, sanki ülkeyi ele geçirmek üzere olan Amazonlar ordusuymuşuz gibi, "işgücündeki kadınlar" ifadesini tekrarlayıp duruyordu. Kadının filizlenen gücü ve hareketliliği görüşü, en az çeyrek yüzyıldır gündemdeydi. Ama sosyologların sonunda farketmeye başladığı gibi, "Her profesyonel kadına karşılık, 'işgücüne katilimi' her iş günü sekiz saat operatör olarak çalışan bir kadın ve yatak yapan, temizlikçi olarak çalışan bir başka kadın ve ayrıca Amerika bürokrasisinin kişilikdışı büyük bürolarında akşama kadar daktilo yazıp dosya dolduran bir başka kadın vardır." (Bu ifade, altı büyük ulusal anketten elde edilen bilgilerle, evin dışında çalışan kadının işten aldığı doyumun, evde çalışandan daha fazla olmadığı sonucuna varan Massachusetts Üniversitesi'nden James Wright'e aittir.6 İstatistiklerde, yüzde 80'i evin rahatını bırakıp düşük ücretle ve emeklilik hakkı olmaksızın büro, raf temizliği gibi kalifiyesiz işlerde çalışan kadının neden işinden doyum almadığının ortaya çıkmasını anlamak kolaydır.)
Sorun yüzeyde sanki erkekle kadın için farketmiyormuş gibi gözükür: iki cinsten de çok az insan ekonominin tepesine kadar yükselebilmektedir. Ama durum kadınlar için farklıdır. Araştırmalarda tutarlı olarak, erkeklerde IQ (zeka katsayısı) ile başarı arasında oldukça yakın bir ilişki bulunmasına karşın, bunun temelde kadınların başarılarıyla hiçbir ilişkisi olmadığı ortaya çıkmıştır. Bu şoke edici tutarsızlık ilk önce Standfor Yetenekli Çocuk Araştırması ile ortaya çıkarılmıştı. California okullarında IQ'su 135'in üstünde olan 600’den fazla çocuk (ki bu genel nüfusun üstten yüzde birine karşılık gelir) belirlenmiş, bu çocuklar erişkinlik dönemlerine kadar izlenmiş. Çocukluk IQ'ları erkeklerle aynı grupta olan yetişkin kadınlar çoğunlukla ayırdedilememiştir. Aslında IQ'su 170'irı üstünde bulunan ve dahi grubuna giren kadınların üçte ikisinin, ev kadını veya büro işçisi olarak çalıştığı gözlenmiş.
Kadınlarda yetenek kaybı, ülkenin tamamını etkileyen bir kayıptır. Psikiyatristler sorunu yakından incelemeye başlamıştır. Son yıllarda yardım için gelen başarı-çatışmalı kadınların sayısından etkilenen Dr. Alexandria Symonds, yetenekli kadınların, çoğu durumda, gerçek öz-yeterlilik konumuna geçmekten tiksindiklerini söylüyor. Bu kadınlar terfiden kaçınmakta ya da bu konuda gereksiz kaygılara kapılmaktadır. Birçoğu, güçlü erkeklerin zeki, ancak fark edilmeyen destekçileri olarak çalışmayı tercih edip, hem kendi katkılarını hem de bunun sorumluluğunu reddederek, akıl hocalarının çevresinde dönmektedir. Terapide geri kalmışlığa sığınırlar. "Sağlıklı kendini ortaya koymaya yönelik her adım bilinçli veya bilinçsiz direnmeye toslar," diyor Symonds. "Bazı kadınlar başkalarının bakımı ve gözetiminde olmaktan hoşlandıklarını açıkça söylemekte ve konumlarını değiştirmek için hiçbir arzu duymamaktadır. Bazıları ise...görünürde ileri gelişme amacıyla gelmekte ama sonuçta ayrılma ve yeniden ortaya çıkış yönündeki kaçınılmaz seçenekler içeren gerçek değişmenin yol ayrımına geldikleri an paniğe kapılmaktadırlar."8
Manhattan'da Dr. Svmonds, terapi uyguladığı birçok başarılı, üst mevkilere gelmiş kadında, kendini kısıtlama sorununun yaygın olduğunu gözlemiş. Kendi doğal yetenekleri açısından birçok kadın, sakatlanmış, potansiyellerini tam olarak gerçekleştirme yetisinden yoksun gözükmektedir.
Neden? Bu kadınları geride tutan şey nedir?
Korku", diyor Dr. Svmonds. Kadınlar, gelişim sürecinde yapısal olan kaygıyı yaşamak istemiyor. Bu, yetişme tarzıyla ilgili bir sorundur. Kız çocuklarına, kendini ortaya koyucu ve bağımsız olmaları değil, gerçekten de geride kalmaları ve bağımlı olmaları öğretilir. Şimdi sinyalin verilmiş olması ve "bağımsız" olmalarına izin verilmesi, kadınları içsel bir kargaşaya sürüklemiştir. Kız çocuklarının içine işlenen bu "bağımlılık çekirdeğinin" çevresinde, "birbiriyle ilişkili olan ve birbirini pekiştiren bir kişilik eğilimleri toplamı gelişir," diyor Symonds. Bu eğilimlerin gelişmesi yıllar alır. "Oturmuş herhangi bir ki şilik yapısında olduğu gibi, [bu kişilik özelliklerinden del kaygısız vazgeçilemez."
"Dolayısıyla günümüz kadınının kendini bu kadar yıkık hissetmesine neden olan şey, kişilik yapısının tamamından vazgeçilmesi ya da bunu yapma zorunluluğunun algılanmasıdır. Bağımlılık yapısı, en etkili psikanalistler tarafından "kadınca," kadınlığa uygun bir yapı olarak görülmüştür. Helene Deutsch'un klasik kitabı The Psychology of Women’ dan alınan aşağıdaki pasaj, oldukça garip, eski bir niteliğe sahiptir
(1944 yılında yayınlanmıştır), ama hatasızdır: bu yazı, ebeyvenlerimizle aynı görüşleri yansıtmaktadır. Sonuçta Deutsch'un, kadının "ideal hayat arkadaşı" olduğu görüşü, varlığımızın dokusunu oluşturmaktadır.
Deutsch, dünyaya, kadınların, erkeklerine boyun eğdikleri anların en mutlu anları olduğu konusunda güvence vermiştir.
Kolayca etkilenebilir gibi gözükmekte ve kendilerini arkadaşlarına kolayca uyarlayıp onları anlayabilmektedirler. Kadınlar, en sevimli ve en uysal yardımcılardır ve bu rolde kalmak isterler; kendi hakları konusunda ısrar etmezler, tam tersine.
Kadının özgün ve üretken olma kapasitesi konusunda Deutsch, manastırdaki Çömez Metresi gibi konuşuyor:
... özveride bulundukları duygusuna kapılmaksızın kendi başarılarından vazgeçmeye her zaman isteklidirler ve arkadaşlarının başarısından kıvanç duyarlar...Dışa yönelik etkinliklere giriştikleri zaman desteğe olağandışı ölçüde ihtiyaç duyarlar.
Bugün aydın psikiyatristler, kendi sağlıklı dürtülerini boğmalarının beklendiği bir çağda kadınlardan istenen cambazlığı anlamaktadır. Symonds'un da gözlediği gibi, kadınlar "ideal" doğmaz," bunun için çok emek vermesi gerekir. "Özveride bulunduğunuz duygusuna kapılmaksızın kendi başarılarınızdan vazgeçebilmek için sürekli çaba harcamanız gerekir. Bir kadın, sevgi dolu ve uysal olmak için, hayatı boyunca düşmanlık veya içerleme dürtülerini bastırmak durumunda kalır. Bu nedenle sık sık kendi girişim güçlerini bastırır, özlemlerinden vazgeçer ve ne yazık ki kendi yetenekleri ve değerleri konusunda derin bir güvensizlik ve belirsizlik duygusuyla aşırı bağımlı olup çıkarlar."9
Toplumun, "uygun" kadınca davranış olarak değerlendirdiği şeylerdeki büyük değişiklikleri dikkate alarak, kadının bugün işe ve paraya yönelik tutumlarına dönelim. (Göreceğimiz gibi bu tutumlar, sosyal bilimcilerin "kadının başarı uçurumu" dediği şey için hayati bir önem taşımaktadır.)
Yeni ortaya çıkan (veya yeni kabul edilen) bazı eğilimler, kadınların sadece ekonomik olarak bağımlı bırakılmadıklarım, kadınların kendilerinin de bu duruma katkıda bulunmak için çok şey yaptıklarını açığa çıkarmıştır. Örneğin 1960 ila 1976 arasında üniversite mezunu kadın sayısı yüzde 400 kadar artmıştır.10 Yine de ülkedeki liseli kızların yarısından fazlası hâlâ sadece üç kategoriden işler istediklerini söylemeye özen gösteriyor: memurluk ve sekreterlik, eğitim ve sosyal hizmetler, hemşirelik.11
"Piyasada cinsiyet ayrımı yapıldığı bir gerçek, ama kadının iş üretkenliğinden yoksun olmasının çok daha geçerli bir nedeni, uzun vadeli, profesyonel bir sorumluluk üstlenmek istememeleridir," diye yazıyor Judith Bardwick The Psychology of Women: A Study of Biocultural Conflicts adlı eserde. Ulusal İşgücü Konseyi, Kadının Statüsü için Başkanlık Komisyonu ve Radcliffe Yükseköğrenim Kurulu verilerine dayanan Bardwick şu sonuca varıyor: "Akademik yeteneği olan kızlar, eşdeğerde zeki olan erkeklerden daha az sayıda üniversiteye girmekte ve diploma almaktadır; doktora derecesi almaya ve bunu kullanmaya daha az yatkındırlar; doktora derecesi almış, bekar kalmış ve tam gün çalışmayı sürdürmüş de olsalar, erkeklerden daha az üretken olmaktadırlar."
Kadınlar, düşük ücretli kariyerler seçmeye devam ediyor.
1976 yılında kadınlara verilen bütün lisans derecelerinin yüzde 49'u, bütün master derecelerinin yüzde 72’si ve bütün doktora derecelerinin yüzde 53'ü, geleneksel "kadına özgü” ve düşük ücretli altı alanda toplanmıştır.12 "Kadınlar geleneksel,, kadın yoğunluklu meslekleri seçmeye devam ederse,” diyor Long Island Bölge Planlama Kurulu şef ekonomisti Pearl Kramer, "onlarla aynı işte çalışan erkeklerin kazancı arasındaki uçurum sonsuza kadar sürecek."13
Kadının ünlü "başarı uçurumu" işte budur. Kadınların, yetenekleri dahilinde olan şeyleri başaramadığı uzun süredir bilinmekteydi. Anlaşılmayan şey, bit uçununun sürmesinde kadınların kendilerinin oynadığı roldü. Sorun sadece kadınların iktidar dışında tutulması değildir (bunun geçmişte sistematik olmasına karşın). Kadınlar ayrıca iktidardan aktif olarak kaçınmaktadır. Çok sayıda kadının evini bırakıp işe gittiğini görerek, "Bakın, ne kadar bağımsız olduk!" diye gururlanıyoruz. Ama Nüfus İdaresi istatistiklerinin aldatmaca yüzeyini kazıdığınız zaman, şu günlerde birçok kadının çalışmayı gerçekten istemediğini görürsünüz. İşi bir yük olarak, hatta bazen kötüye kullanılma olarak görürler. Yüreklerinin derinliklerinde, hâlâ, geçinmek için kadınların gerçekten çalışmak zorunda olmaması gerektiğine inanırlar. İşgücüne katılmak için mutfaklarının sıcaklığını ve güvenliğini terkeden birçoğunu motive eden şey, kendilerine karşı bir sorumluluk veya kocalarına yönelik bir adalet duygusundan çok, bir kriz duygusudur: Enflasyon çiğrından çıktı ve Charlie'nin kazancı geçinmeye yetmiyor.
Ya da Charlie diye birisi yoktur. Charlie yeniden evlenmiştir veya ölmüştür, ya da gecenin karanlığında daha genç, daha az şey isteyen bir kadının kollarına atılmıştır. Dul veya boşanmış, yalnız kadınların, kendilerini ve çocuklarını geçindirecek yeterli parası olmaz. Bu şartlar altında "işe dönmeye" yönelik duygu, düşündüğümüz kadar yapıcı veya zevkli değildir. Tıpkı bir ergenin ilk maaş çekini aldığı zaman hissettiği heyecan gibi, iş de başlangıçta heyecan verici olabilir, ama özgürlüğün heyecanı ürkütücü bir kuşkuyla boğulur: bu iş sonsuza kadar sürebilir.
En azından bazı kadınların, kendi ayakları üzerine durmak yerine, yeni özgürlüğe tepki gösterdikleri, yani geriye dönüş yaptıkları yolunda belirtiler vardır. Wall Street Journal'in yaptığı bir araştırmada, üreticilerin, şirketlerin özellikle kadınlar için hazırladığı gelişme programlarına kadın çalışanları sokamamaktan şikayetçi oldukları ortaya çıkmış. Bir General Motors yöneticisi, "Kadınları sürükleyip dürtüklemek zorundayız," diyor. (Bir iş ilişkileri direktörü, daha az tedirginlikle, ama aynı kendinden hoşnutlukla şu sonuca varıyor: "Toplumsal şartlanma. Kadınlar daha önce bu işlere hiç heves etmediler. Şimdi heves etmelerini sağlamaksa zor.")14
Bazı kadınlar, işin, kaldırabileceklerinden daha büyük bir stres ve kaygı yarattığını söyleyerek işi bırakmaktadır. "Sanki Büyük Amerikan Rüyasının meşgul parmaklarının arasından kayıp gittiğini hissediyorlar," diye yazıyor 300,000 okurun işe yönelik tepkisi konusunda yeni bir anket yapan Better homes and Gardens.1") Çoğu evli ve çocuklu olan bu kadınlar, kendi gelişimlerine ilişkin kaygıvı evde ona daha çok ihtiyaç olmasına aktarmaktadır. Aslında iç ruhsal örgütlenmeleri için çok önemli olan "ihtiyaç duyulma" duygusunu yitirmişlerdir ve bu kaybı yokluklarında ailelerin "çöktüğü" duygusuna kapıldıkları inancına yansıtmaktadırlar. Bocalayan ve kaygılı olan bu kadınlardan bazıları, kocaları tarafından, işi bırakıp kendilerini aileye "yeniden adamak" istedikleri için daha küçük evlere ve daha az arzu edilir semtlere taşınmaya ikna edildiklerini ve bu kararın "çok büyük bir rahatlama" duymalarını sağladığını söylemektedir.1'1
Bir de "bir çocuk daha yap" sendromu söz konusudur; bu, evde kalmanın (veya eve geri dönmenin) toplumca kabul edilen bir yoludur. Columbia Üniversitesi öğretim kadrosunda feminist bir psikiyatrist olarak çalışan Ruth Moulton’a göre, üstün yetenekli kadınlar bile, serpilen kariyerleri konusundaki kaygıdan kaçınmak için hamile kalmaktadır.17 Beş yıl arayla iki kere "kazara" hamile kalan tanıdığı bir sanatçının tipik bir olay olduğunu söylüyor; sanatçı, kendisine eserlerini tek-kadınlık bir sergide biraraya getirme fırsatı her verilişinde, bunun yerine hamileliği "seçiyormuş." Bunun sonucundaysa, bu çalışmaları, "yeteneğini geliştirebileceği ve tanıtabileceği zamanı daraltan” ellili yaşlardan sonraya kadar ertelemiş.18
Son yıllardaki hasta listesine bakan Dr. Moulton, kırk ila altmış yaşları arasında, dış dünyadan kaçınmak için hamileliği kullanan yirmi kadın rahatlıkla bulabileceğini saptamış. "Bu olayların en az yarısında, büyük çocuk ortaokula veya liseye başladığı ve anne işe daha çok enerji ayırabilecek duruma geldiği an, üçüncü veya dördüncü çocuğa hamile kalmıyordu," diyor.
Moulton bu sentroma, yapısal doyum için değil, dış dünyadaki eylemin yerine konan bir şey olarak iş görmesi için annelik yapma anlamında "zorlanımlı çocuk yetiştirme" diyor. (Gerçekten de, "Ordudaki Kadınlar üzerine bir Değerlendirme" başlıklı 1977 raporundan M. Kathleen Carpenter, kadınların ordudan "kurtulmak için hamileliği bir silah olarak kullandığı" alıntısını yapıyor.)
"Stresten kaçınmak için hamilelik olgusunun" kurumların en kutsalı, yani Amerikan aile yaşamı üzerinde olumlu hiçbir etkisi olmadığına kuşku yok. Kadın, kişisel gelişime eşlik eden kaygıdan kaçınmak için çocuk yaptığı zaman yıkıcı bir döngü sabitleşmiş olur. Bu kadınlar, çıkış yolu olarak seçmiş oldukları dar, kısıtlayıcı role içerler ve bazen fobik ve hipokondrik olurlar. Belki en önemlisi de bağımsız çocuklar yetiştirmemeleridir. Bağımlı kadının kendi çocuklarına bağımlılığı, ilgili herkesin bağımsız gelişimine ve bireyleşmesine engel olur, diyor Moulton.
Şu günlerde ortaya konulan güçlü bir görüş (ki herkese -feministlere, feminist olmayanlara, erkeklere-sesleniyor gibi gözükmektedir), kadına her şeyden önce seçme şansı verilmesi gerektiği yolundadır. Örneğin, çalışıp çalışmayacakları, tam gün ücret isteyip istemeyecekleri, evde oturup "kendilerini ailelerine adayıp adamayacakları" konusunda seçim yapabilmeleri gerekir. Hiç kimse, "şunu yapıp bunu yapmayacağımızı" söyleyerek bizi itip kakmamalıdır. Feministler, kadınların, evde kalarak sorumluluktan kaçtığını varsaymanın, çalışmak istemelerine rağmen evde kalmalarında ısrar etmek kadar keyfi olduğunu söylüyor. Çocuklarla evde kalmak, evi temizlemek, dışarı gidip ekmek kazanmanın içerdiği kaygılarla başa çıkabilmesi için kocayı beslemek: bunların, her kadının haklı olarak gurur duyabileceği önemli toplumsal katkılar olduğu varsayılır. Ama kendi geçimimizi sağlayıp sağlamama konusundaki bu "seçme hakkı," kadındaki başarı uçurumuna çok büyük bir katkıda bulunmuştur. Evde kalmak gibi bir toplumsal seçeneğe sahip olmaları nedeniyle kadınlar, kendi sorumluluklarını üstlenmekten kaçınabilirler; ki sık sık görülen de budur.
İşin gerçeği, kocaları onları desteklemeye istekli ve yeterli olduğu için çalışmak zorunda olmayan birçok kadın çalışmayacaktır. Çalışan kadınların sayısındaki artış, önemli ölçüde, bozulan evliliklerim artmasıyla ilgilidir. Çalışan bütün kadınların yüzde 42’si ev reisidir.19 Günümüzde şaşırtıcı olan şey, evli olup da kocasıyla yaşayan kadınların yarısının, evde kalmayı yüiretken istiyor olmasıdır.20
Burada bir sorun var. Bu ülkedeki kadınların içinde bulunduğu tehlikeli ekonomik duruma baktığınız an görmeye, yani aradaki bağlantıyı kurmaya başlarsınız. Herkesin seçenekten söz etmesine karşılık, "Yaşlandığı zaman kadına kim bakacak?" diye sormamız daha yararlı olabilir. Cevap elbette hiç kimse. Yaşlı kadın ilk çocuk destek sistemi çoktan çöktüğü için, kadının saçlarına ak düştüğü an yalnızlık tehlikesi baş gösterir. Erkek ölünce gerçekliğin darbesi ağır olur. En son devlet istatistikleri, Birleşik Devletler'deki ortalama dulluk yaşının 55 olduğunu göstermektedir. İki kadından birisi, altmış beş yaşına kadar dul kalmayı bekleyebilir. Erişkin yaşamında çalışan kadınlar bile yaşlılıkta korumasızdır: bunların dörtte biri yoksul (aynı yaştaki erkeklerden çok daha yoksul) olacaktır. 1977 yılında, bütün yaşlı kadınların ortalama geliri haftada 59 dolardır, bu da yaşlı erkeğin ortalama gelirinin neredeyse yarısıdır. (Çalışan kadının yaşlılıkta bu kadar düşük bir emeklilik almasının başlıca nedeni, Sosyal Güvenliğin maaş sistemine bağlı olması ve daha önce de belirtildiği gibi kadının, erkeğin kazancının sadece yüzde 60'ı kadar kazanmasıdır.)
Hâlâ romantik, hâlâ aşık, hâlâ kadınların başkalarının gözetiminde ve bakımında olacağı rüyasıyla yaşayan genç kadınların sırtını döndüğü acı gerçek işte budur. İnanılan mitse, kadınların güvenliğinin, tıpkı yumuşakçaların kabuğuna yapışık olması gibi, kadının sonsuza kadar "aileye" bağlı, bağımlı kalmasında yattığı yolundadır. Ama bu kadınlar yaşlanınca neyle karşı karşıya olduklarını öğrenmeye zaman bulamadan kendilerini temel ekonominin dışında bulmakta ve haklarından yoksun kalmaktadır. Sindrella kompleksinin, en yıkıcı olmasa bile, en acıklı sonucu, yaşlılıktaki terkedilmişliktir. Sürdürdüğümüz bu kör nokta, yani bir eş olmaya bağladığımız sahte güvenceyle, yaşlı, çoğu durumda dul kadının yalnızlığı ve yoksulluğu arasındaki bu bağlantıyı görememek (veya görmeyi reddetmek), bir hastalığa eşdeğerdedir. Bir başkasının bize bakacağına, kendi refahımızdan sorumlu olmak zorunda kalmayacağımıza öylesine umutsuzca inanmak istiyoruz ki!
Bu mit özellikle orta sınıf kadınları arasında yaygın. Pembe gözlük takan bu kadınlar, bir tür deneme, neredeyse bir oyun gibi, iş aramaya devam ederler. Part-time işlerde; "ufuklarını genişletecek," ya da evden kurtulup yeni insanlarla tanışmalarını sağlayacak işlerde heder olup giderler. Bir tür genç, üst orta sınıf kadını vardır ki, önündeki fırsatlarla ne yapacağından emin değildir, olabildiğince uzun süre güzel kalmaya kararlıdır, çünkü parlak ışıklarıyla ufukta beliren gelecek onun için çekimden çok korku içermektedir. Georgia, Atlanta'da küçük bir yemek partisinde bu türden bir grup kadınla tanışma fırsatım oldu.
Hepsi de otuzlarında, cilalı, çekici ve canlıydı. Kocaları başarılı erkeklerdi: borsacı, Devlet Bakanlığında bir bürokrat, bir psikoloji profesörü. Paley diye anacağım kadınlardan birisi, arsız Güneyli Asi kız imajına hâlâ uyuyordu. Bir diğeri, Helen, Cambridge'e güneyden yeni taşınmış. Lynann otuz yıl boyunca Atlanta'da mutlu bir yaşam sürmüş. Bu kadınlar, yaşamlarında belli bir düşkırıklığı duygusundan söz ediyordu (çocuklar okula başlamış veya başlamak üzeredir), ama işe yönelik düşünceleri uyuşukçaydı. Kolay, yani iyi para getiren birkaç saatlik işlerden söz ediyorlardı. Biriçten sıkılmaya başladıklarını (briç kulüplerine üyeliklerini sürdürmelerine karşın) söylüyorlardı.
İçlerinden sadece Paley gerçekte bir işte karar kılmıştı. "Evimizin bulunduğu sokağın altındaki küçük bir sağlıklı yemek restoranında çalışıyorum," dedi. "Haftada sadece birkaç gün bir iki saat sürüyor, ama bahşişleri de ekleyince saat ücretim kocamınkinden fazla oluyor!"
Diğerleri güldü. Paley’in yaşamında para hiçbir zaman gerçek bir sorun olmamış. Herkesin herkesi tanıdığı ve herkesin
çalıştığı küçük bir Georgia kasabasında yetişmiş. Şimdi Atlanta'da yaşıyor ve hâlâ eski Georgia E yal Ari'ndeki kolej yıllarındaki kadar "çılgın."
Yemekten sonra hava değişir gibi oldu. Kadınlar, Şipendal tarzı yemek salonunda oturan erkeklerden ayrılıp oturma odalarından birisinde toplandı ve yaşamlarındaki olaysızlıktan söz etmeye başladı. Öz—bilinçli bir şekilde, tartıştıkları tek şeyin "döşeme cilası ve gerdanlıklar" olduğunu söyleyip şakalaştılar. Bu kadınlar, Betty Friedan'ın yirmi yıl önce Kuzeydoğunun kenar mahallelerinde aklını oynatan Smith College mezunlarına ilişkin araştırmasında keşfettiği kadınların aynısı olabilirdi. Aradaki tek fark, artık 1960'larda değil, 1980’lerde olmamızdı. Ve bu kadınlar hayal kırıklığından ötürü oynatma noktasına henüz gelmemişti. Tek dertleri, son derece konforlu yaşamalarıydı: Kulüp yemekleri, son model arabalar, bitmek bilmeyen partiler ve bir Zamanlar kendilerini farklı gördüklerini; özgür ve enerjik olduklarını; bir zamanlar bir şeyler yapma konusunda hayal kurduklarını hatırlatacak eski kolej günlerinden kalan bölük pörçük anılar.
Evlilik yaşamlarının konforu, bu kadınların merdivenin birinci basamağından başlama zorunluluğunu kabul etmelerini zorlaştırmıştı. Hizmetçi gibi çalışmak istemediğini düşünen ve işinde yeterince ilerlediğini söyleyen Lyann, "Birisi için çalışmak bana göre değil," dedi. Üst düzey yöneticisi olmak isterim. İşleri yürüten kişi olmak isterim." (diğer kadınlar gülüşüyor.)
Rüyasını gerçekleştirmek için lisansüstü bir programa gidip iş idaresinde master derecesi almak ister miydi? Hayır, pek değil. Hakkında bir şeyler duyduğu, ona "sanki 'ekiymişim gibi gözükmemi sağlayacak kendimi sunma yöntemlerini" öğretecek şu küçük kursla ilgileniyordu. (Daha çok gülüşme.)
Paley, sosyal statüleri konusunda kör değildi. "Atlanta'daki birçok kadın için gurur konusu hâlâ kocalarının ne kadar para kazandığı ve size nasıl baktığıdır," dedi. "Önemli olan şunlar: sana hangi marka arabayı alabilir? Çocuklar ve ev işleri konusunda yardımcı oluyor mu? Seyehate gidebiliyor musunuz?"
Yine de olaysızlık sorunu söz konusuydu. Alışveriş veya çocukları okula götürüp getirmenin dışındaki boş saatlerini doldurmak için ne yapıyorlar? Pembe dizi okuyorlar. Şimdi ise şaka yollu, popüler pembe dizi romanların yazarlarının edebi yeteneğine puan veriyorlardı (çünkü daha iyisini biliyorlardı). Herkes oyuna balıklama atlamıştı.
"Gerçekte bu kitapları okumak için ne kadar zaman harcıyorsunuz?" diye sordum.
Kıvırcık saçlı, parmakları ojeli, ayaklarında fantazi ayakkabılar ve muhtemelen çok zeki olan Paley şunları söyledi: "Durmadan okuyorum. Bir oturuşta kolayca saatlerce okuyorum. Kendimi öylesine kaptırıyorum ki küçük kızım çıkıp gitse haberim olmaz. Ağladığında duymadığım bile oluyor."
Bunlar korunan kadınlar: genç, çekici, arsız ve güvende. Kadın olarak, mali bağımlılıklarının hakları olduğunu varsayıyorlar. Karşılık olarak da kendilerini ev işlerine adıyor, temizlik yapma, evi düzene sokma, çocuk yetiştirme ve eğlenme becerileriyle gurur duyuyorlar. Ama içten içe, bilincinde olmasalar da, kendilerine bir gündem belirlemişler: neredeyse törenci bir tarzla, yaşamlarının ne kadar riskli olduğunu farketmekten kaçınıyorlar. Evliliklerinin çökmesi halinde ne olacağını düşünmüyorlar. Boşanmalar elbette oluyor. Bunu ve kadın kurbanlarını görüyor ve yaşamlarının kaçan iplerini yakalama çabasında çok cesur olduklarını düşünüyorlar. Ama boşanmanın güzel kadınlar için geçerli olduğunu gerçekten düşünmezsiniz. Boşanma başkaları içindir, ...pek şanslı olmayan kadınlar için.
Kanser gibi. Ya da ölüm.
Doğrudan doğruya Atlanta'dakine benzer kadınların kafa karışıklığından kaynaklanan ve nispeten yeni olan kültürel bir olgu ortaya çıktı: "evsiz ev-hanımı." Dul kalan veya kocaları tarafından terkedilen ve kendilerini geçindirecek bir beceriden yoksun olan evsiz ev hanımları, duygusal açıdan sakatlanmış 25 milyon kadından oluşan bir sınıftır.22 Toplumun, iyi ev hanımı ve anne olup ocağı tüttürmenin ödüllendirileceğini öğrettiği bu kadınlar, gerçekten de, evlilik ahlakındaki sismik kaymayla birlikte köklerinden koparılmış, "ortada kalmışlardır." Yıllar önce, okul sıralarında geliştirdikleri yetenekleri çoktan köreldiği için, yetersiz, yeteneksiz olduklarına inanırlar. Kasları da, kafaları da kullanılmamıştır. Yaşamlarını, erkeklerin onlara destek olmak için her zaman hazır olacağı yolundaki Sindrella mitine inanarak harcamışlardır. Maryland'daki bir Evsiz Ev-hanımları Merkezinden alman istatistikler bıınun ne kadar acımasız bir rüya olduğunu göstermektedir. Merkezin hizmet verdiği kadınların sadece yüzde 17'si eski kocasından nafaka alıyormuş. Üçte ikisi yoksulluk içinde yaşıyormuş2'' Ve bu kadınlar yaşlı değildir. Yaşlan otuz ila elli beş arasında değişmektedir.
Şöyle veya böyle boşanmayı destekleyen -ve aynı zamanda da yeni çalışan anne görüşünü destekleyen-toplum, anılan kadınların güvenliğini çökertmiştir. Sonuç olarak, Evsiz Ev-hanımları örgütünün kurucusu ve California, Oakland'daki merkezin başkanı olan Milo Smith'e göre, yardım etmeye çalıştığı kadınlar öfkeliymiş. Bu kadınlar, her şeyin birdenbire değiştiği görüşünden hoşlanmıyor, evlerinden ayrılma, beceri kazanma ve işe gitme zorunluluğuna içerliyormuş.
Ayrıca depresyon içindedirler. "En büyük sorunumuz intihar,” dedi Bayan Smith. "Bu yıl merkezde dört intihar girişimi oldu."
Bu merkezi ziyaret ettiğim gün (ki ülkede bunun gibi bir düzine daha var), yardıma gelen kadınların saçları yapılıydı, parlak kırmızı ruj sürmüşlerdi. Kendileri de evsiz ev-hanımı olan görevliler tarafından anlayışla karşılanan bu hanımlara görüşme için beklerken kahve ikram ediliyordu. Eski hücre arkadaşları gibi, eskiden merkezce desteklenenler de birbirine yardım etmeye çalışıyordu. Yeni gelenlerin gözlerinde ışıltı vardı ve karşılarındakini hoşnut etmeye heveslilerdi. Güvensizlik gözlerinde sıtma ateşi gibi parlıyordu.
Birkaç yıl öncesine kadar kendisi de becerisiz, ürkek bir dul olduğu için bu işe başlayan altmışlarında bir kadın olan Bayan Smith, "Birçoğu pislik içinde geliyor," dedi. "Yasal uyuşturucu bağımlıları gibiler. Doktorları tarafından bu hale sokulan Valium bağımlıları."
Kocalarının gidişiyle birlikte yasa boğulan, sadece kocalarını değil, kimlik duygusu veren yaşam biçimlerini de yitirmiş olma duygusuyla yıkılan bu kadınlar, bir doktorun verebileceğinin çok çok ötesinde bir ihtiyaçla aile doktorunun kapısını çalıp, bunun yerine hap almışlardır. Evsiz ev-hanımlarının umutsuzluğu hissedilir bir olgu. Toplum onlarla ne yapacağını bilmiyor; doğup yetiştirildikleri raison detre'yi (Fr. varoluş nedenini, Ç.N.) kaybeden bu kadınlar da kendileriyle ne yapacağını bilmiyor. Öz-saygıları bir gecede uçup gitmiş gibidir. Merkezin girişini gösteren Bn. Smith, "Özünde bu kapıdan içeri adım atan her kadın, artık çirkin, yaşlı, şişko, yararsız bir yaratık olduğu görüşünü içe yansıtmaktadır," dedi.
Daha da kötüsü, sanki bu yeni kirlenen öz-imajı, kendilerine yapılan bir kötülükmüş gibi hissedip, kin duymalardır. "Bu kadınlar, her şeyi intikam almaya yönelik olumsuz bir Çabaya çevirerek enerjilerini tüketiyor," dedi Bn. Smith. "Son derece katılar. Bu ise depresyon tablosunun bir parçası. Siz onları kendileri için bir şey yapmaları için gönderiyorsunuz, onlar bahanelerle geri dönüyor. Tipik evsiz ev-hanımı, ona yararı olacağını düşündüğünüz bir şeyi yapmama konusunda, sizin bulacağınız her bahaneye karşılık elli bahane bulabilir. Tek nedeni de korku."
Kadınlara ilişkin yeni birçok araştırmada ortaya çıkan "ürkütücü boyutlardaki depresyona," kadınlar (özellikle de genç kadınlar) arasındaki intihar girişimlerinde görülen patlamaya ve duygusal acı için aşırı hap kullanma olaylarına dikkati çeken Maggie Scarf, "Depresyondaki kadın kaybetmiş bir insandır," diyor. NIMH (Ruh Sağlığı Enstitüsü) tarafından yürütülen ve 70'lerin başlarında tamamlanan bir araştırmada, 30-44 yaş grubundaki bütün kadınların üçte birinin, ruhsal durumlarını düzeltmek için reçeteli ilaç kullandığı ortaya çıkmış. Bu kadınların yüzde 85'i psikiyatriste hiç gitmediğini beyan etmiş.24
Peki depresyondaki kadının kaybettiği şey nedir? "Hayati bir şekilde bağlandığı bir şey," diyor Scarf. "Şaşırtıcı bir düzenlilikle ortaya çıkan şey, söz konusu 'kaybın' belirleyici ölçüde önemli ve çoğu kez kadının kendini tanımladığı bir duygusal ilişkidir."
Kadınlar, tanım (kimlik duygusu) için başkalarına yönelir. Kendilerini, bir başkasının gözünde görme derecesi öyle yüksektir ki, söz konusu başka kişiye bir şey olması (ölmesi veya ayrılması, hatta belirgin bir şekilde değişmesi) halinde, kendilerini artık göremezler. Üç yıllık sevgilisini kaybeden bir kadın (ki milyonlarcasıın duygularını dile getirdiğine kuşkum yok), "Sanki varolmamışım gibi bir duygu," diyor.
"Başkasına" yönelik bu ihtiyaç ve bağımlılık, kadının üretken bir şekilde çalışmasını (özgün, heyecanlı olmasını ve kendini işine vermesini) birçok açıdan engellemektedir. Kurtuluşumuzun başkasına bağlanmaktan geçtiğini söyleyen mit, aynca, sonsuza kadar çalışmamız gerekmeyeceği yolundaki gizli bir mesajı da birlikte taşımaktadır. Birdenbire çalışmayı zorunlu kılan bir durumun ortaya çıkması halinde birçoğu keskin bir iç öfkenin kucağına düşer. Her nasılsa, çalışmak zorunda olmak, bir kadın olarak başarısız olduklarının bir göstergesi olup çıkar.
Ya da belki de bu, rüyanın kendisinin sadece bir yalan olduğunun bir göstergesidir.
"Bir firkete fabrikasının montaj hattında işimden haz alarak çalışıyor da olabilirdim," diyor otuz bir 'yaşlarında, bekar bir müze müdürü. Washington, DC'nin sanat dünyasında gösterişli bir işi olan bu hanım için, bir zamanlar heyecan verici gözüken her şey birdenbire zevksiz, heyecansız olup çıkıyor. Otuz birinci yaş gününde ona birşeyler oluyor, çünkü bu gün, onun bağımsızlıktan kurtuluş için kendi içinde kendine koyduğu vade sonudur. İçindeki bir ses, "çok geç," diyor. "Artık çalışmak zorunda olmaman gerekirdi. Senin yaştaki kadınlar çalışmama seçeneğine sahip olmalı; evde oturup resim yapabilmeli, ya da hayır işleriyle uğraşmalı, veya çocuk büyütmeli."
Sanki hayatının fırsatını kaçırmış gibi bir duyguya kapılır; belki aptalca, ama bu onu öfkelendirir ve ölgünleştirir. Her gün, sanki bir makine gibi, işlerini mekanik bir şekilde yaptığını farkeder. Kendi yaratıcılığını yaşayıp eyleme aktarma heyecanını kaybetmiştir. Birkaç yıl sonra şunları söyleyecektir: "Sanki yükümlülükten başka bir şey olmayan sonsuz bir zevksiz işler serisiyle boğuşuyormuşum gibi boşunalık duygusuna kapıldım. Verimim yarıya düştü diyebilirim. Anında rezil bir başka iş karşına çıkacakken neden elindeki işi bitiresin ki?"
Tanıdığım üniversite eğitimli bir kadın, New York'ta evlerde temizlikçi olarak çalışmasının nedenini şöyle açıklıyor; "kalıcı bir şeyde çalıştığım, 'Tamam, yapacağın iş bu, kendini böyle geçindireceksin’ diyen bir şeyi seçtiğim duygusunu yaşamak istemiyorum."
Bu kadın yirmi dört yaşında ve olağanüstü zeki. Hizmetçiliğin yanısıra, serbest olarak doğrudan postalamalı reklam metinleri yazıyor, hem de ustaca. Patronu onun müthiş olduğunu düşünüyor, ki öyle de (her iki üç ayda bir işleri arapsaçına çevirip geciktirmesini saymazsak). "Bloke olmuştur." Tek kelime yazamaz. Greenwich Village'deki tek odalık minik dairesinin aylık kirasını ve elektrik su faturalarını ödemek için ihtiyaç duyduğundan daha fazlasını kazandığı an, çalışamaz hale geliyor. "Con Edison'un elektriğimi kesmek üzere olduğunu hissetmediğim sürece, sanki yaşamım gerçek değilmiş gibi hissediyorum," diyor. Aydan aya idare etmek için çalışmak zorunda olmak bir şeydir. Yetişkinlerin yaptığı bir şey olduğu için çalışmak zorunda olmak, işte hayatın böyle olacak... Buna katlanamam. Bu tamamen çocuksu ve nevrotik, ama derinlerde bir yerde, kendi geçimimi sürdürmek istemiyorum; bunu bir başkasının yapmasını istiyorum."
İşe yönelik çarpık tutumlarının bir sonucu olarak kadınların işlevsel sorunlar yaşadığını gösterir bir dizi tehlike işareti vardır. Bazıları, yıllarca ölesiye sıkıldıkları işlerde kalır. Bazıları ise "erkeğin iş dünyasının rekabetini" protesto ederek buna katılmayı "reddettiklerini" söyler. Yine de aynı kadınlar sık sık, yapamayacaklarına, ya da aşırı ölçüde zor olduğuna inandıkları işleri yapan erkeklere imrenmektedir. Örneğin pazarlık etmek gibi. Kendi projelerine başlamak, para isteyip almak gibi.25 Kısaca, kendi iyilikleri için aktif bir rol almak. Burada, semptomları kadın bir iş aramaya ya da bir mesleğe girmeye çalışıncaya kadar örtülü kalan tam bir ruhsal sorunlar yumağı söz konusudur. Sonra, birdenbire, bum!
Örneğin sınav kaygısı, kadınlarda erkeklerdekinden rahatsız edici ölçüde daha yüksektir.26 Bir mesleğe girmek, kariyer değiştirmek, ya da terfi etmek için sınav gerektiği zaman, bu, kadının planlarını altüst eder. (Bazı kadınlar, ister üniversite giriş sınavı olsun, ister ehliyet veya emlakçılık için komisyoncu ruhsatı olsun, her tür sınavdan ölesiye korkar.)
Kadınlar için halk önünde konuşmak da zordur. Columbia'da 200 lisansüstü öğrenci arasında yapılan bir ankette bir profesör, erkeklerdeki yüzde 20'lik orana kıyasla, kadınların yüzde 50'sinin halk içinde konuşamadığını gözlemiş. Bazılarında kaygı öyle yüksekmiş ki, sersemlik ve bayılma nöbetleri gözlenmiş.27
Öz-saygısı düşük olan ve bir başkası tarafından geçindirilme arzusu besleyen kadınlar için iletişim genelde zordur. Bazılarının kafası karışır, söylemek istediklerini unutur, doğru sözcükleri bulamaz, karşısındakinin gözünün içine bakamaz. Veya terler, kekeler, ya da sesi çatallaşır. Ya da birisi görüşlerine karşı çıktığı an tartışmanın akışını korumakta zorluk çeker. Özellikle karşı çıkan bir erkekse, telaşa kapılabilir, ağlayabilir.
Konuştuğum bir dizi kadın, bağlantı duygularının, bildiklerini biliyor olma duygusunun, otoritelerinin, konuşmanın ibresi onlardan erkeğe doğru yöneldiği an azaldığını anlattı.
Bütün bunlar gerçekte performans kaygısının çeşitli türleridir ve bu da dünyada kendini yetersiz ve savunmasız hissetme duygusuyla ilgili daha genel korkularla bağlantılıdır: Karşı çıkılan birisinin misilleme yapacağı yanlış bir şey yaptığı için eleştirilme, "hayır" deme, kendi ihtiyaçlarını doğrudan doğruya, manipulasyona gerek kalmaksızın açıkça ortaya koyma korkuları. Bunlar, kendimizi geçindirmenin ve kendimizi ortaya koymanın, kadınca olmadığı inancıyla yetiştirildiğimiz için, özellikle kadınları etkileyen türden korkulardır. Erkekler için çekici, yani uysal, tatlı, "kadınsı" olmayı şiddetle arzularız. Bu arzu ise kadınların yaşamlarında ulaşabilecekleri coşkuyu ve üretkenliği sakat bırakır.
Hiç bir şey bizi alıklar gibi davranmaktan alıkoymaz.
Amerikan Psikanaliz Akademisi'nin Beverly Hills'teki bir toplantısında Alexandra Symonds, şaşkın meslektaşlarına şöyle diyor: "Bir banka yöneticisinin, yaptığı bir şey üstü tarafından eleştirildi diye gözyaşlarına boğulması doğru değil. Yılda 30,000 dolar kazanan bir yardımcı editörün, planları reddedilince arsızca ve baştan çıkarıcı davranması; bir üniversite profesörünün yetersiz bir program verildi diye Dekanın bunu farkedip değiştirmesini umarak küsüp suratını asması doğru değildir. Bunlar, özerk hareket eden özgür kadından çok, "Babasının küçük kızına" uygun davranış yapılarıdır.28
Dr. Symonds, tartışma için bir dizi yüksek maaşlı Babacağının kızı uydurmuş değil. Bu "başarılı" profesyoneller, ona yardım arayışıyla gelen kadınlar (bağımlılık duyguları konusunda derin çatışmalar yaşayan "süper kadınlar") arasındadır.
Kadınlar, iş ve mesleki merdivenleri tırmanırken, bazı yapay davranışlar ve kuralcılık, göstermeye çalıştıkları güvenin kofluğunu ortaya çıkarır. Aslında, içlerindeki "babasının küçük kızı" olma savından vazgeçmeyen kadınlar, birlikte iş yaptıkları meslektaşlarına ve insanlara son derece kafa bulandırıcı mesajlar verebilir. Tıpkı yeniden hortlayan iffetçilikle Cosmopolitan'ın en son Scavullo kapağı arasındaki yeni "başarı için giyime" benzer bir şekilde, içten içe bağımlı olan kariyer kadınlarının kendilerini sunuşunda da çoğu durumda şizoid bir şeyler vardır. Çok sağlam gözükürler: ta ki gözleri sulanıp ve genelde çaresiz ve baştan çıkarıcı davranmaya başlayıncaya kadar.
Bu, bu kadınların birlikte iş yaptıkları erkeklerin her zaman taktir etmedikleri bir davranıştır. Son günlerde, bir ekonomi muhabiri, bir Wall Street komisyoncusu ve bir reklamcı oturup bana kadınların iş yaparken nasıl gözüktüklerine ve davrandıklarına ilişkin izlenimlerini anlattılar. İşte konuşmadan birkaç alıntı:
MUHABİR: Birkaç ay önce New York Borsasında önemli bir mevkisi olan bir kadınla röportaj yapmıştım. Beyaz bir ipek bluz giymiş, tonla makyaj yapmıştı, tırnakları çok uzun ve boyalıydı, kulağında şangırdayıp duran altın küpeler vardı. Üstünde o kadar çok şey vardı ki, ona bakmakta zorlanıyordum. Konuşurken tarzını sürekli değiştiriyordu. Bir süre son derece ciddi ve güvenli gözüküyordu. Derken gerileyip mimik yapıyor, omuzlarını çekiyor, kafa sallıyordu.
KOMİSYONCU: Bunu birlikte çalıştığım kadınlarda ben de gözlüyorum. Sanki bir sonraki an ne tür bir insan olacaklarını bilmiyormuşsunuz gibi tuhaf bir duyguya kapılıyorsunuz. Büyük Değişmenin tekrar ne zaman olacağını merak ederek, işaretler aramaya başlıyorsunuz.
MUHABİR: Diksiyonu (söylemi) süper yavaştı. Nasıl konuştuğu, nasıl gittiği konusunda aşırı kaygılı, sözcükleri seçmekte çok dikkatliydi. Sonra işleri iyi olan birçok kadında gördüğüm şeyi yaptı. Bu kadınlar cümlelerini, sözcükleri yumuşatarak ve yumuşarken kafalarını sallayarak bitirirler.
REKLAMCI: Bunu duymuştum. Bir tür hava basma; cümlelerini havalı bir çalımla bitiriyorlar. Hava atmak zorunda oldukları şeyi gizliyorlar, çünkü gerçekten "yutturmaya çalışıyor" gibi gözükmek istemiyorlar.
MUHABİR: Sanki gerçekte bir cümlenin gücünü kazanmaktan korkuyorlar. Konuşuyorlar, konuşuyorlar ve gerçekten de etkili oluyorlar ve birdenbire, sanki etkili olduklarını görüp geri çekilmek zorunda kalıyorlar. Sanırım güçlü olmaktan korkuyorlar.
KOMİSYONCU: Kafa sallamayla birlikte ses tonundaki bu düşüş ve yumuşama çok yaygın.
REKLAMCI: Kafa sallamanın amacı kabul etmenizi sağlamak.
KOMİSYONCU: Doğru.
REKLAMCI: İş kadınlarının sohbette salınım gösterdiklerine hiç rastlamadım. "Deli misin?" ya da bunun gibi bir şey söylediklerini duymazsınız. Erkeklerin, iş yaşamında kişiliklerinin özgürce uçup kürkremesine izin verdiklerini sık sık görürüsünüz. Erkekler işleri böyle yürütür. Nasıl birisi olmaları gerektiğine aldırış etmezler. Sadece yaparlar. Kadınlar nazik ve resmi. Kuralların önde olmasını istiyorlar. Bana ortaokul birde birinci olan kızları hatırlatıyorlar.
KOMİSYONCU: Kadınların müşteri ilişkileri gibi işlerde çok iyi olmalarının nedeni de işte bu. İnsanlar gelip bağırıp çağırabilir, ortalığı birbirine katabilir, onlarsa sadece geriye yaslanıp dinler. Bir anlamda gerçekten uzak kalmışlar. Gelenekler, yapı ve kadınlık engel oluyor.
MUHABİR: Genç kızın erkeğin arabasında erkeğe uyduğu eştipik bir ergenlik yaşantısı vardır. Bu görüş yaşam boyu sürüyor gibi. Kadın, erkeğin dünyasında yolculuk ediyor. Kadın erkeğin arabasına bindiği zaman (ki bu erkeğin kurumudur) erkeğe uyar. Direksiyona geçmeye, işleri kendince yürütmeye, değişiklikler getirmeye çalışmaz. Hatta güç aramaya bile çalışmaz. Bu bağımlılık gerçek bir "idare et" niteliğine sahiptir. "İdare et" Jane.
Kadınlar dostoğru olma, yani istediklerini doğrudan isteme, özellikle de başkalarımı kanılarını geçersiz kılmak anlamına geldiği zaman, inandıkları şeyi kabul ettirme gibi konularda kendilerini rahat hissetmez. Bazen en olmayacak anlarda, masum rolüne, baştan çıkarıcı, ya da küçük uz rolüne dönme kışkırtması duyarlar. Muhabirin de dediği gibi, bunu yapmaları için "küçük bir kafa sallama, ya da küçük bir omuz çekme," şöyle bir bakış veya mimik yeterli.
VJomen, Money and Power adlı çalışmasında psikolog Phyllis Chesler, kadınların, arka koltukta rahatça yolculuk etmeyi sürdürmek için bunu, her zaman bilinçli olmasa da, kasıtlı olarak yaptıklarını söylüyor. "Evde ya da halk arasında, her sınıftan kadınlar, saygı, önemsizlik, çaresizlik... başkalarını rahatlatacağı ve erkeklere üstünlük' duygusu vereceği varsayılan bir tavır mesajı iletmek için temel beden dilini kullanmaktadır."
Kadınların, erkeklerin veya kendi dışındaki herhangi birisinin kendisini "üstün hissetmesini" sağlamak için kullandığı başka yöntemler de vardır. Kadınların konuşma ve dil yapılarına ilişkin yeni ve akademik bir çalışma, korku ve güvensizliğin, kadının konuşma tarzını -yönelim veya sözcüklerin seçimi, ses tonu, akıcılık, hatta sesin tınısı (ki yardım çağrısındaki kadınlarda bu tını yükselir ve kızlara özgü bir özelliğe bürünür)şekillendirdiğini göstermektedir. Dilbilimci Robin Lakoff, aşağıdaki özelliklerin kadınların konuşmasında tutarlı bir şekilde bulunduğunu gözlemlemiş:
Pek anlam ifade etmeyen ve şişirici bir etki yaratan boş sıfatların (fevkalde, ilahi, müthiş, vs.) kullanılması. Konuşmaları boş sıfatlarla yüklü olan insanlar genellikle ciddiye alınmaz.
Bir bildirim cümlesinden sonra onay cümlelerin kullanılması. ("Hava gerçekten çok sıcak, değil mi?")
Cümlenin sonunda, ifadenin etkisini azaltan yumuşatıcı veya sorgulayıcı bir ses tonunun kullanılması.
Konuşmaya tereddütlü, tarafsız bir özellik katan Yumuşatıcı veya değiştirici ifadelerin (gibi, benzer, sanırım, vs.) kullanılması.
"Aşırı doğru" ve aşırı nazik bir konuşma tarzının seçilmesi (örneğin çelişki yaratmama, ya da argo konusunda aşırı sakınımlı olma gibi).
Başlangıçta çok tartışmalı olan Lakoffun bulguları, akademisyenler arasında ülke çapında bir araştırma furyasına yol açar.29 Yeni bulguların çoğu Lakoffun gözlemlerini destekler: kadınların konuşma tarzı gerçekten de tereddütlüdür. Cornell Üniversitesi'nden Sally Genet, güçlü, yumuşatılmamış ifadelerden kaçınmaya yönelik bu sarsak eğilimimizi tanımlamak için "çekingen bildirimci" (diffident declarative) terimini kullanıyor.
Başkalarıyla olan etkileşimlerdeki etkililik terimleriyle, kadınların bu şekilde konuşarak birşeylerin olmasını (ya da olmamasını) sağladıkları kesin. Psikolog Today'in yönetici psikologlarından birisi olan Mary B. Parlee şöyle diyor: "Konuşma sadece güç farklarını yansıtmakla kalmayabilir, bu farkın doğmasına yardımcı da olabilir." 30
Başka bir deyişle, "çekingen bildirimci" konuşma tarzına güvenen kariyer kadınları, Fortune 500'ün yönetim kurullarına uzun süre giremeyebilir.
Kadınlık konusunda yeni bir kriz, neyin "kadınca" olup neyin olmadığı konusunda yeni bir çatışma söz konusudur, bu da birçok kadını mutlu, bütünleşmiş bir şekilde yaşamaktan alıkoymaktadır. Kadınlık, yıllarca bağımlılıkla birleştirilmiş, hatta özdeşleştirilmiştir. Benim "Cinsel Kimlik Paniği" dediğim şeye yenik düşen kadınlar, bağımsız davranışın kadınca olmadığından korkmaktadır (bkz. VI.Bl.). Bunun erkeğe özgü olduğunu düşünmüyor olabiliriz, ama aynı zamanda kadınca olduğuna da inanmıyoruz. Bu yeni cinsel kimlik paniğini canlı bir şekilde ifade eden genç bir borsa komisyoncusu şöyle dedi: "Sanırım birisi (erkek veya kadın) bana erkek gibi olmayı, iş dünyasında erkek gibi para kazanmayı ve erkek gibi kendine güvenli ve üretken olmayı öğretecek. Bu gerçekleştikten sonra tekrar bir kadın gibi olacağım. Çocuk yapıp altı yedi yıl bebeğimle evde kalacağım. Sonra tekrar bir erkek olmak için geri döneceğim."
Kadınların kafasının kadınlık konusunda böylesine karışık olması, annelerimiz gibi yaşamamaya karar vermemizle yakından ilişkilidir. Psikiyatristler, annelerimiz ne kadar kısıtlı ve bağımlıysa, bizim de farklı doğrultularda ilerleme konusunda o kadar kaygılı olacağımızı ortaya çıkarmıştır. "Öz-gizleyici, sessizce acı çeken anne (kazına Benim gibi olma; bir şey ol.' dese de) kızının aynı rol modelini benimsememsine karşı içerleme duyar ve bundan korkar," diyor Symonds.’31
İçerleme dolu bir anne kızda üç tipik yapıdan birini yaratma eğilimi gösterir. Bunlardan ilki, kronik, düşük düzeyli bir depresyondur (hep var gibi gözüken bir hüzün veya depresyon altakımı). Dr. Symonds bunun, kendini işine kaptıran ve başkalarına çok şey veren, ancak kendisi duygusal açlık çeken bir kadının tipik özelliği olduğunu söylüyor.
Annelerinin yaşam tarzına sırtını dönen kadınlarda ortaya çıkma eğilimi gösteren ikinci sendrom, kadın kimliği alanındaki güvensizliktir (genç borsa komisyoncusunda görülen cinsel kimlik karışıklığı). Bağımsız yaşamaya çalışan kadınların kültürel beklentilere bu güne kadar açıkça direndiğine dikkati çeken Dr. Symonds, "Bu kadınların, kendi kişiliklerinin, erkeksi olarak değerlendirdikleri yanları karşısında duydukları panik, hatta dehşet beni şaşırttı," diyor.
Üçüncüsü, bu kadınların yıllarca inkar ettiği, çoğu kez oldukça inandırıcı bir öz-yeterliliğin arkasına gizlediği gizli bağımlılıktır. Sözde (sahte) bağımsız kadın tam gün çalışabilir, bir aileye bakabilir, hazır yemek yerine pişirmeyi tercih edebilir ve genelde hem evde hem de işte "süper" olmaya yönelik zorlanımlı bir ihtiyaç sergileyebilir. Buna karşılık kocası evde yokken geceleri ağlayabilir.
Son günlerde kadınlarda, dışsal şeyleri değiştirerek (evlenerek veya evlenmeyerek, iş değiştirerek, taşınarak, sendikaya üye olarak veya kadın hakları için mücadele ederek) kendi sorunlarına çözüm bulmaya yönelik güçlü bir eğilim var. Ama işin gerçeği, çözülmemiş bağımsızlık çatışmalarıyla kösteklendiği sürece, "doğru" erkeği, "doğru" işi, "doğru" yaşam biçimini bulmasının sonucu olarak kesinlikle değişmeyecektir. Kadın hakları mücadelesinde yerini alması kişisel yalıtım (tecrit edilmişlik) duygusunu hafifletebilir. Ama bu dışsal değişmelerin hiç birisi onu altta yatan kafa karışıklığından ve özyıkıcı tutumlardan kurtarmayacaktır.
Kendini daha iyi hissetmek isteyen kadın, içinde olup bitenleri görerek işe koyulmalıdır. Ülkenin çeşitli bölgelerindeki psikoterapistlerle ve psikiyatrislerle konuştuktan, kadınlarla görüştükten ve çevremdeki kadınların yaşamını gözlemledikten sonra şu sonuca vardım: kadınların kavraması gereken ilk şey, korkunun yaşamlarına ne ölçüde yön verdiğidir.
Usdışı ve kaprisli olan, yeteneklerle, hatta gerçekle hiç bir ilişkisi olmayan korku, günümüz kadınlarında salgın halini almıştır. Bağımsızlık korkusu (ki bu yalnız kalmamız ve kimsenin bizi geçindirmemesi anlamına gelirdi); bağımlılık korkusu (ki bu baskıcı birisini tarafından tüketilmek anlamına gelirdi); yaptığımız işte becerikli ve iyi olma korkusu (ki bu yaptığımız şeyde sürekli iyi olmak zorunda kalmamız anlamına gelirdi); beceriksizlik korkusu (ki bu da kendimizi ezik, çökmüş ve ikinci sınıf hissetmemiz anlamına gelirdi).
Kadın, ergenliğe girip de erkekleri çekmeyi istediği andan itibaren (belki bir erkeği olmaz; ama olursa, yaşamının sonuna kadar tuzağa düşmüş ve kısıtlanmış olacaktır) yaşamının her aşamasında, korku açmazıyla karşı karşıyadır. Terkedilen evsiz ev kadınlarında da, kocaları ölünce kendilerini yaşamla başa çıkma konusunda yetersiz hisseden dullardan da korku hissedilir bir yapı kazanır. Bu korku, meslek edinmeye çalışan kadınların içindedir, evlilikten kurtulmaya çalışan ama adım atmaya korkan kadınların, kurtulup da kendi başlarına kalma olasılığı karşısında kendilerini hepten felç olmuş hisseden kadınların içindedir.
Belki de en acı olanı, mesleklerinde tepeye kadar tırmanan ve bu sorunu yendiklerini sanan, ama sonuna kadar gitmek istedikleri taktirde kaçınılmaz olan gerçek bağımsızlık hareketinin gerektiren kariyerlerinin X noktasında kaygının altında ezilen ve bir adım daha atamayan kadınlarda da bu korkuların bulunmasıdır. Fobiler, kadının yaşamına, gizli bir veba gibi sızmıştır. Bu, uzun yıllar süren toplumsal koşullandırmayla ortaya çıkmıştır ve bugün çok daha sinsidir, çünkü öylesine baştan aşağı yabancı değerlere gömülmüşüz ki bize ne olduğunun farkına bile varmıyoruz.
Kadınlar, korkmaktan vazgeçmedikleri sürece özgür olmayacaktır. Kendimizi becerikli ve bütün hissetmemize engel olan kaygıları aşma sürecine (neredeyse beyin yıkamayı tersine çevirerek) başlayıncaya kadar, yaşamımızda gerçek bir değişme, gerçek bir özgürleşme olmayacaktır.
Kadınların Mücadeleden Kaçışı Notları:
1.Bu ve sonraki alıntılar, Coburn'un Mademoiselle'de yayınlanan (1979) "Self-Sabotage: Women's Fear of Success" başlıklı makalesinden alınmıştır.
2.Vogue'de (1978) Anne T. Fleming adıyla yayınlanan "Can I Stay at Home Without Loosing My İdentity?" başlıklı makaleden alıntı.
3.Psychology of YJomaen: Stııdy of Biocııltııral Conflicts (1971) adlı çalışmadan
4.Yirmi üç kadın yazar, sanatçı, bilimci ve akademisyenin, kendi yaşatılarını ve işlerini anlattıkları aydınlatıcı bir kitap olan Workiııg it Oiff'tan (1977) alıntı (derleyen Sara Ruddick ve Pamela Daniels).
5.ABD Çalışma Bakanlığı verilerinden.
6.Wright’in, Journal of Marriage and t he Family'de (1978) yayınlanan "Are YVomcn Really More Satisfied? Evidence from Several National Surveys" başlıklı makalesinden alıntı.
7.Terman ve Ogden tarafından yürütülen bu ünlü araştırmanın ilk verileri 1947 yılında yayınlanmıştır. Araştırmaya konu edilen yetenekli çocuklar sonraki yıllarda da izlenmiş. Bu grup üzerinde yapılan en son izleme araştırmasında (P.S. Sears ve M.H. Odom tarafından yürütülmüş ve Eleanor Maccoby ve Carol Jacklin’in The Psychology of Sex Differences adlı kitabına alınmıştır), çocukken yetenekli olup da orta yaşa gelen kadınların, çocuklukta aynı ölçüde yetenekli olan erkeklere göre yaşamlarında daha çok acı ve hayalkırıklığı hissettikleri ortaya çıkmıştır. Maccoby ve Jacklin'e göre, "Bu erkekler, ev alanının dışındaki kişisel başarıları anlamında önemli ölçüde daha "başarılı" olmuştur, buna karşılık kadınlar geri dönüp baktıklarında, artık kaçan fırsatlar diye niteledikleri şeyler için biraz pişmanlık hissetme eğilimi göstermektedir."
Maccoby ve Jacklin, 1971 yılında yayınlanan bir başka araştırmada, kadınların ego yeterliliğinde ve karmaşıklığında 18 ila 26 yaşları arasında bir diişnıe görüldüğünden, buna karşılık erkeklerde bu bağlamda artış gözlendiğinden söz ediyor.
Sosyolog Alice Rossini, toplumun, "erkeklerden yeteneklerine uygun en yüksek mesleki prestiji sağlayan işlere yönelmesini beklediğine" dikkati çeker. "Gerçekten de erkeğin işi yeteneklerini geliştirici olmalı, aksi taktirde yeterince 'kamcılayıcı’ olmayacaktır. Bir erkek yeteneklerinin altında bir işte karar kıldığı zaman 'toplumsal bir sorun,' 'kayıp bir yetenek' olarak değerlendirilir.. .Bunun tersine, yeteneklerinin altındaki işlerde çalışma konusunda kadınlara göz yummakla kalmayız, onları teşvik de ederiz, çünkü bu, kadının aile içindeki merkezi rol i için yeterli enerjiye sahip olmasını sağlar. (Bu alıntı, Judith Bardwick tarafından derlenen Readings on tlıe Psydıology of Womeıı adlı kitapta yınlanan "The Roots of Ambivalence in American YVomen" başlıklı makaleden yapılmıştır.)
Rossini, ekonomik bağımsızlığı hedeflemek yerine gelirlerini ailenin. "ekstra" harcamalarına yatıran kadınları anlatmak için "pasta kazananlar" terimini kullanmıştır.
8.Symonds'ın, Journal of tlıe American Academy of Psychoanalysis'te (1976) yayınlanan "Neurotic Dependency in Successful Women" başlıklı makalesinden alıntı.
9.Agy.
10."The Liberated women: Healthy and neurotic," Journal of the American Academy of Psychoanalysis (1976).
11.Bu bilgi, American College Testing Program tarafından 1973 yılında ülke çapında 200 okulda 32.000 öğrenci üzerinde yapılan bir araştırmaya dayanmaktadır.
12.Nüfus Sayım Dairesi'ne göre bu alanlar şunlardır : eğitim, İngilizce ve gazetecilik, güzel sanatlar, uygulamalı sanatlar, yabancı diller ve edebiyat, hemşirelik ve kütüphanecilik. 1966 yılında kadınlara verilen bütün lisans diplomalarının yüzde 65'i, master derecelerinin yüzde 76'sı ve doktora derecelerinin yüzde 47’si bu alanlardaydı. Bu istatistikleri Neıo York Times a (11 Mayıs 1980) aktaran Frances Cerra, "Başka bir deyişle," diyor, "1966 ile 1976 yılları arasında kadınlara verilen doktora derecelerindeki artışın yüzde 70'i geleneksel kadın alanlarında gerçekleşmiştir."
13.Pearl Kramer’e yapılan atıfın kaynağı, Columbia Üniversitesi dergisi Columbia’da yayınlanan "Wmen's Education and Careers: Is There Stili a Sex Link?” başlıklı maledir (1980).
14.13 Eylül 1978 tarihli Wall Street Journal'de yer alan "Çalışan Kadınların Sorunları" başlıklı makaleden alıntı, bu sayıda aynca General Motors'ta çalışan 68.000 kalifiye işçi arasında sadece 58 kadın olduğu da yazıyor.
15.Better Homes and Gardens anketini hazırlayan Kathy Keating, "Are Working Mothers Attemting Too Much?" (Ekim 1978) başlıklı makalesinde, çalışmayan ev kadınlarının "mutlaka gül bahçesinde yaşamadığına" dikkati çekiyor. Temelde bu kadınlar ota yaşlı arkadaşları arasında sıkça görülen boşanma konusunda kaygılıdır. Ama, diyor Keating, "en yoğun düşmanlıkla en çok dile getirilen kaygı, kadın haklan hareketinin, tam gün annelerin rolünü küçümsediği yolundadır."
Öyle gözüküyor ki bu kadınlar, işsizlik, bağımlılık ve artan boşanma oranının yarattığı rahatsızlık arasındaki ilişkiyi kuramıyor. Kendilerini tehlikede hisseden bu kadınlar, hissettikleri öfkeyi kadın hareketine yöneltmektedir. (Ankette yer alan "çalışan anneler yapamayacakları bir işin altına mı giriyor?" sorusu öylesine etkileyici oluyor ki Better Homes'da yer alan anket formuna 30.000 okur bir de mektup iliştiriyor.)
16.Aileyle evde geçirilen zamandan sonra dışarı çıkmak şoke edici olabilir ve genellikle böyle de olur. Evdeki kadınlar, "tekrar dış dünyaya girmeye" kalkışıncaya kadar ne kadar korunduklarının ve acemi olduklarının farkına varmazlar. Evde, diyor Ruth Moulton, "kadın, aileye bakıyormuş gibi gözükse de, esas itibarıyla çocuksu ve bağımlı kalabilmektedir. Ancak dışarı çıkmaya çalıştığı zaman gerçekte ne kadar fobik, dar, bilgisiz ve hazırlıksız olduğunu keşfeder." "Women with Double Lives," Journal of Coııtemporary Psychoanalysis (1977).
17."Kaçınma amaçlı hamilelik," çokça görülen bir olgudur. Judith Bardwick, çocukları küçük olan kolej eğitimli annelerin sık sık evde kendilerini nasıl boğuluyor hissettiklerinden şikayetçi olmalarına ve okula geri dönüp "kendi potansiyellerini gerçekleştirecekleri" günü iple çektiklerini söylemelerine dikkati çekiyor. "Lafta kolay," diyor Bard\vick, "ama muhtemel başarısızlığı ve öz-saygı kaybını göze almak zor. Çocukları büyüyüp de bir mesleğe girme olasılığı bir gerçekliğe dönüşünce, ilgileri azalır. İş dünyasına girmelerine engel olan mantıklı ve belirgin mekanizma, yeni bir 'kazara' evliliktir" (The Psychology of Womett).
18.Bu ve bunu izleyen alıntı, Ruth Moulton imzalı ve yayınlanmamış "Ambivalence About Motherhood in Career Women" başlıklı makaleden alınmıştır.
19.Bu istatistik, Coalition of Labor Union Women'in başkanı Joyce Miller tarafından Neıvsıueek'in 19 Mayıs 1980 tarihli sayısında yer alan "The Süper Woman Scjueeze" başlıklı bir r\akalede verilmiştir.
20. Bu rakam, ABD Nüfus İdaresinin rakamıdır.
21. Bu rakamlar, 1980 sonbaharında Des moines'de Beyaz Saray tarafından düzenlenen yaşlı kadınlar konulu bir konleransta açıklanmış ve New York Times’ın 10 Ekim 1980 tarihli nüshasında yer alan "If Your Face lsn't young: Women Confront Problems of Aging" adlı makalede yayınlanmıştır.
22. Amerikan Üniversiteli Kadınlar Derneği Başkanı Marjorie Bell Chambers, diğer şeylerin arasında, evsiz evhanımların sayısının büyük bir hızla arttığını gösteren bir araştırma yapmıştır. Söz konusu kadınlar, otuz beş ila altmış dört yaş grubundan olup da boşanma, ayrılık veya kocanın ölümü nedeniyle kendilerini geçindirmek zorunda kalan kadınlardır. Birleşik devletlerde 1976 yılında bu gruba giren kadınların sayısı 9.5 milyondan fazladır, bu, 1950 yılında kayıtlara geçen rakamın iki katıdır. Milo Snıith'e göre bu rakam bugün 25 milyona ulaşmıştır. (Bkz. Institute for Socioeconomic Studies tarafından yayınlanan Journal'deki Marjoire Bell Chambers imzalı "The Displaced homemaker Victim of Socioeconomic Change Affecting the American Family" başlıklı makale. Ayrıca, Devlet Basımevi, Washington, DC tarafından yayınlanan "A statistical portrait of Women in the United States.")
23.Nafaka öylesine düştü ki evliliğin çökmesi halinde hiç bir kadın bunu güvenilir bir gelir olarak değerlendiremez. McCall's'm 1979 Mart ayında yayınlanan ve 9000 boşanmış okuru kapsayan bir araştırmasında, sdece yüzde 10'unun nafakadan eline birşeyler geçtiğini ortaya çıkarmış. Araştırmada ayrıca, kadın ve kocasının yıllık ortak kazancı 40.000 dolar veya üzerindeyse veya kadın elli yaşını aşmışsa, yirmi yıllık evliyse, ya da üç veya daha fazla çocuğu varsa kadının nafaka alma ihtimalinin çok yüksek olduğu bulunmuş.
24. Alıntı ve rakamlar, Psychology Today'in Nisan 1979 sayısında yer alan "The More Sorrowful Sex" başlıklı makaleden alınmıştır.
25.Journal of Personality and Social Psychology'de (1973) A. A. Benton tarafından yayınlanan bir testte, karşıt cinsten çiftlere, biri fikirleriyle mali bir sözleşme için pazarlık etmeleri söylenir. Testin kuralına göre, çiftlerden birisi diğerinden daha fazla para kazanmak zorundadır. Kadınların, pazarlık başlamadan önce erkeklerden daha az para kazanma ve pazarlık görüşmelerinde daha az becerikli ve aktif olma beklentisi içinde oldukları ortaya çıkmış.
26. Kadınlardaki sınav kaygısının erkeklerdekinden daha yüksek olduğunu gösteren araştırmalar, Bardwick ve Martina Horner tarafından yayınlanmıştır. (Horner için, VI. Bolüm notlarına bakın.)
27.Ruth Moulton bu araştırmayı, birçok becerikli kadının, fobik olduğu için ders vermediğini gözledikten sonra yapmış. Columbia Üniversitesi lisans üstü öğrencileri üzerinde yaptığı gözlemler, Amerikan Psikanaliz Akademisi ile Amerikan Psikiyatri Birliği'nin 1976 yılında ortaklaşa düzenlediği konferansta sunulan "Some Effects of the New Feminism" başlıklı makalesinde yer almıştır.
28.Dr. Symonds'un 4 Mayıs 1975 tarihli konuşması daha sonra "Neurotic Dependency in Successful women" başlığı altında Journal of tlıe American Acadcmy of Psyclıoanalysis'te (1976) yayınlanmıştır.
29. Robin Lakoff, "Language and Woman’s Place," Language in Society, Vol. 2,1973, sf. 45-79.
30. "Conversational politics"ten alıntı (Mayıs 1979).
31. New York Times, 28 Ocak 1978 tarihli sayısındaki "Women and Success: Why Some Find It So Painful" başlıklı makaleden alıntı.
Sh: 7-69
Evliliğim bittikten sonra tekrar kendi başıma yaşarken, tuhaf, çelişkili rahatsızlık belirtileri yüzeye çıkmaya çoktan başlamıştı bile. Aşın yorgunluk hissediyordum; uyuyamadığım dönemlerde ağlama nöbetleri geçiriyordum. Yine de, nedensiz yere ortaya çıkan ve neredeyse manik olan sevinçli anlarımda yaşadığım açıklanması zor sevinç ve enerji kırıntıları bu depresyon semptomlarını dengeliyordu.
En güzel anlarım, bir gün gerçekten tanınacağımı hayal ettiğim anlardı. Bununla neyi kastettiğimden emin değildim, ancak bir tür kurtarılmaya eşdeğerdi. "Onlar" beni bulacak, içsel kişiliğimi, gizli yeteneklerimi keşfedecek ve beni büyük, boş, cansız dairemden alıp, bilinmez doyumların beklediği nefes kesen ufuklara götüreceklerdi. Bazen, gecenin geç saatlerinde çakırkeyif olduğum anlarda aynanın karşısında kendi kendime dans ediyordum. Üzerimde sadece uzun, çarpıcı bir kuştüyü bulunan bir fötr şapka oluyordu. Bu imajı korumamın bir nedeni, bunun, öteki yanımla (geri kalmış ölçüde utangaç, genç, deneyimsiz, güvensiz öğrenci kız yanımla) keskin bir karşılık oluşturmasıydı. Bu, geride kalmak, sadece yakayı sıyırmakla yetinmek isteyen tarafımdı. O, kira, telefon faturası ödendiği zaman mutlu olan büzülmeci yanımdı. Bir parça ekmek, bir parça sıcaklıktan başka ne isteyebilirdim ki?
Yaşamımdaki bu dönemin sonuna doğru elektrik süpürgesi arızalandı. Tamir ettirmek için hiçbir şey yapmamam semptomatikti. Her gün evi süpürürken, "çalı süpürgesi neyine yetmiyor," diyordum kendi kendime. "Kadınlar elektrik süpürgesinden önce çalı süpürgesi kullanıyordu."
Ne kadar ürkektim ve yaşamım ne kadar dar ve kısıtlıydı. Bedava tiyatro bileti bulduğum, ya da bale konusunda bir şeyler yazmam istendiği zaman minnet duygusuyla gidip New York Devlet Tiyatrosu'nun balkonundan oyun izliyordum. Orada kusursuzluğun peşinden koşan, Stravinsky'nin keskin, mağrur müziğiyle bedenini yarıştıran genç bir dansçıyı izlerken, gözlerim faltaşı gibi açılıyordu. Dansçı kızı sihirbaz olarak görmeyi tercih ediyordum. Vücudundan boşalan terle, ya da dans arasında, sırtı izleyicilere dönükken, yüzündeki ifadeyle, kumsala vurmuş balık gibi nefes almak için bir anlık çırpınışıyla, sahnedeki performansının görkemini bağdaştıramıyordum. Kök salmış gibi gözüküyordu; yine de kendini tamamen yayma çabasıyla bitkin, duyarlıydı. Sanatının görkemiyle, bunu başarmak için ortaya koymak zorunda olduğu bitiresiye emek arasındaki bağlantıyı görmek istemiyordum. Tiyatro balkonundan gördüğüm bu sahne bana bir gerçeği göstermişti: kısa bir an için de olsa kontrolünü kaybetmiş, nefes nefese, bakmaya korkan bir kadın. Gösterdiği çaba kendi görkem fantazilerime acı bir karşıtlık oluşturuyordu; farkında bile olmadığım bu fantazilerimin kinci bir yanı vardı: tanınmak (ün yapmak) için çalışmak zorunda kalmamalıyım. Başarı, omuzlarımın üzerine konan ipekli manto gibi çabasız kaçınılmalı.
Burada güçlü altakımlar devredeydi. Kendime biçtiğim değer acı verici ölçüde düşükken, kendime ilişkin fantazilerimden ihtişam akıyordu. Başarı için kendimi gerçekten ortaya koymam gerektiği düşüncesi küçük düşürücüydü; bu sanki kendime ilişkin diğer korkunç görüşü doğrular gibiydi: varoluşunun tek nedeni ocağın tütmesini sağlamak olan ürkek üvey kızkardeş Sindrella gibi ben de bir iyilik perisini, bir prensi -bana bir çıkar yol gösterecek herhangi bir insanı-bekliyordum.
İstenen tek şey güvenlik olunca kişi kısır ve dar bir yaşamla yetinir. Ben yetinmiyordum. 1973 kışında o büyük, boş yatağımda kalorifer tesisatının uğultusu kulaklarımda, radyatörden yükselen sıcak havanın buğulandırdığı camlara bakarak otururken zihnim, güçlü, kafası net, kaygıdan korkmayan bir insan olmanın nasıl bir şey olduğuna ilişkin hayallerle çiçekleniyordu. Yirmi yedi yaşında üç küçük çocukla küçük bir daireye tıkılmışken, üzerimde mini etekle altımda parlak kırmızı bir Honda ile Beşinci Cadde'den uçarcasına geçtiğime ilişkin fantaziler kurardım. Şimdi ise başka şeylerin, güçlü ve özgürce yazmanın hayalini kuruyordum: .gece yarısında yatağımda uyanık yatarken, yoğun şiir kırıntıları yakalıyordum. O zamanlar bunları yazmak için kullanmıyordum, ama bunlar, iç yaşamımın ne kadar yoğun olduğunu gösteriyordu. Ayrıca seyehate, kendimle yeni, coşkulu bir bağ kurmuş olmanın eminliğiyle yeni arkadaşlarla ve sevgililerle tanıştığıma ilişkin hayaller de kuruyordum.
Birden ve hayatımda ilk kez, istediğimi kavradım. Sanki elde edemezmişim gibi bir duyguya sahip olmama karşın, içimden bir ses, istiyorum, istiyorum, istiyorum diye haykırıyordu. Sanki saydam, ama sağlam bir zarın içinde yaşıyordum. Dışarısını görebiliyor, ama çıkamıyordum. İstediğimi farkettiğim şeyler nesnel değil, duygusaldı, nicel değil, büyüleyici şekilde ele avuca gelmez şeylerdi: daha fazla ışık, daha fazla hava, okyanus kıyısında aylar, banliyöde bir ev gibi şeylere yönelik özlemle sembolize edilen bir şey yapmak ve olmak için özgürlük.
Hem özgür hem de emniyette olma yönündeki çatışan arzularım olduğum yere çakılıp kalmama neden olmuştu. Geziyor, dans ediyor, ağlıyordum. Altımdaki toprak kayıyordu. Bunlar işe yarayacaktı. Birkaç yıl ve birkaç arkadaş daha gelip geçecek; insanlar değiştiğimi söyleyecekti. Farklı bir insan olacaktım. Kaygı ortadan kalkacak, ama aynanın karşısında hülyalı hülyalı dans etmek de bitecekti. Beni bölen ruh iyileşecekse, vazgeçmem gereken çok şey vardı. Artık güvenliğin konforu da, sadece kendi kafasında yaşayan kişinin hayal edebileceği ihtişam da olmayacaktı.
Bağımlılıkla bağımsızlık arasındaki iç ruhsal çatışma algılanıp, tanımlanıp, gündelik yaşamın dokusundan tecrit edildikten sonra korkunun küçük, boğucu mahzeninden, özgürlüğün açık ovalarına giden o belirleyici adım atılabilir mi?
Bu kadar değil. Bir süreç gerekiyor. Terapistler buna "tepeden tırnağa inceleme, elden geçirme" diyor. Çatışmayı nasıl tepeden tırnağa elden geçireceğinizi öğrenmek için formel terapiyle uğraşmanız gerekmez. Sistematik ve ısrarlı olmanız gerekir. Çatışma içinde olduğunuzu bulanık, genel bir şekilde farketmeniz pek bir şey sağlamaz. Ama çalışmak sağlar. Ama hareketsiz stasis tahtarevallisinden kurtulmak istediğiniz taktirde ruhsal çatışmanın düğümlerini bulup çözmek için bilinçli, iradi bir çaba ortaya koymanız gerekir.
Özgür olmayı istemekle koruma altında olmayı istemek arasındaki çatışma, sinsi bir çatışmadır, çünkü gizli bir kazanç içerir. Bu çatışma, olduğumuz yerde kalmamızı mümkün kılar. Bağımsızlık istediğimiz düşüncesi, yine çok istediğimiz, ancak kabul edemediğimiz bağımlılık (rahatlatıcı, ilkel güvenlik ihtiyacı) için bir kılıf işlevi görür. Bu iki karşıt arzu bizi limbo'da  bırakır.[ Katolik dininde, cennete girmeye hak kazanamayan, ama cehenneme girecek bir suçu da olmayan, özellikle vaftiz edilmeden ölen çocukların ruhlarının bulunduğu yer ] Limbonun kendine göre avantajları da vardır. Çok sıcak olmayabilir, ana soğuk da değildir. Heyecan verici değildir, ama ölmüş olmakla aynı da değildir.
Eğer, tanımlayamazsanız bağımlılığı tepeden tırnağa elden geçiremezsiniz; bu açık. O zaman eğilimin belirlenmesi üstesinden gelinmesinde ilk adımdır. Bilinçli olarak belirti aramanız gerekir. Tüylü şapkamla dans ettiğim sıralarda ayrıca yazar olarak para kazanamayışıma gerekçe olarak "onların" (editörlerin ve yayıncıların) biz yazarlara haksızlık ettiğini düşünüp yakınıyordum. Yaşayan bütün sömürülen yazarlarla kendimi rahatlatarak, kendimi kurban konumuna sokmuştum. İdeallerimle uzlaşma anlamına gelebilecek şeyleri yapmayı "reddederek," sistemi lanetliyor ve kolayıma geldiği için her zaman yaptığım işi sürdürüyordum. Yeni şeyler denemekte korkuyor olabileceğim, şansımı deneyecek, bilinenin ötesine geçecek gücü kendimde bulamadığım düşüncesi aklıma bile gelmemişti. Ben şikâyet etmeyi sürdürürken, sorunlarım da rahatlatıcı bir şekilde örtü altında kalıyordu.
Çatışmanın engellediği tek şey iş yaşamım değildi. Sevilme ihtiyacımla, bunun kadar güçlü olan bu ihtiyacı reddetme arzum arasında kaldığım için, sevgi yaşamım da darbe yemiş, karman çorman olmuştu. Gece yarısı ayna karşısındaki görünen narsizmim, gün ışığında kendime baktığım zaman hissettiğim şeyle keskin bir karşıtlık içeriyordu. Aynada yüzümde yeni kırışıklık izleri ararken, "Yaşlanıyorsun," diyordum kendi kendime. "Artık iyi gözükmüyorsun." Yaşlanma, kısaca kendimi olumsuz hissetmemi sağlayan her şeye yönelik saplantım bir belirtiydi.
O zamanlar evli bir erkekle kısıtlı, doyumsuz bir ilişkim vardı. Geceleri ayna karşısında kibirli bir edayla dans ederken, gün ışığında uzaklığının büyüsüne kapıldığım bu adamı "elimde tutamamaktan" korkuyordum. Diğer tarafımın ihtiyaç duyduğu sevgiyi alamayınca, benimle delice, tutkulu bir ilişkiye kendini bırakacak cesareti olmadığı için adamı sığlıkla suçluyordum. Bu elbette saf ve basit bir yansıtmaydı. Cesaretsiz olan bendim. Bu adamla yıl boyunca haftada birkaç kere buluşmayı sürdürdüm, böylece kendimi emniyete almış, ama perişanlığımı da perçinlemiştim.
Özetle, hem iş hem de aşk yaşamımda her türden ketlemenin altında eziliyordum. Uzun, baskıcı bir evlilikten çıkan yeni doğmuş bir kadının kaçınılmaz korkularını yaşadığımı düşünüyordum. Kısmen doğru olabilir, ama hepsi bu değildi. Geride kalma itkisi güçlüydü ve bir o kadar güçlü olan serpilme, üstün olma, "kendime bir isim yapma" itkisiyle çatışıyordu. Biri taşkın, diğeri kısıtlayıcı bu iki itki birbirini dengeleyerek teni ortada bırakmış gibiydi. Bacayı saran kurum gibi, yaşamıma yorgunluk çökmüştü. Çalışmaya devam ediyordum, ama p>ek bir şey bitirdiğim yoktu. Kendi yavaşlığım için kendimi cezalandırıyordum. Tırnaklarımı yiyordum.
Temelde bölünmüş olan kadınların kişiliklerinin bütün yanları gölgelenmiş olabilir, çünkü enerjilerinin çoğu, temel çatışmanın şu ya da bu yanını bastırmaya (veya inkar etmeye) gider. Bu yolla ruhsal bütünlüğe ulaşmaya çalışırız. Örneğin, ben sürekli bağımlılık itkimi, inkar etmeye çalışıyordum. Karen Horney'in de dediği gibi, bastırmaya çalıştığımız parçamız, "araya girecek kadar aktiftir, ama yapıcı olarak kullanılamaz." Horney, bu sürecin, "başka türlü kendini ortaya koyma, işbirliği, ya da iyi insan ilişkileri kurma doğrultusunda kullanılabilecek enerjilerin kaybolmasına yol açtığını" söylüyor.1
Bu enerji yokluğu, gizli bağımlılığın içerdiği çatışmanın bir başka belirtisidir. Enerji kaybı, kararsızlıkta ve eylemsizlikte kendini gösterir. Çatışmalı kadın sonsuzda salınır. Şu işe mi yoksa bu işe mi girmeliyim? Evde mi kalmalıyım, okula mı gitmeliyim? Onu sevmeli mi yoksa terk mi etmeliyim? Bu ileri geri salınım, pencereleri açık bir evde yanan soba gibi enerji kaybına yol açar. Kararlar önemsiz de, önemli de olabilir, ama süreç aynıdır: konular bulanır. Erteleme, kendini cezalandırmaya, bir tür amaçsız, öfkeli engellemeye yol açar.
Böylesine bölünmüş bir ruhsal durum bizi tüketir, işlerliğimizi sakatlar. Örneğin, basit bir rapor yazmak, ya da lavaboyu temizlemek, ya da bir menü tasarlamak saatler alabilir. Çatışmadaki kadın için, en basit işler bile olağandışı ölçüde çaba gerektiriyor gibidir.
İç ruhsal gerilimden kaynaklanan etkisizlik, insanlarla ilişkimizde de kendini belli eder. Örneğin, bir kadın hem kendini ortaya koymak hem de boyun eğmek istiyorsa, tereddütlü hareket edecektir.
Bir şey isteme ihtiyacı duyuyor, ama ayrıca bunu emretmesi gerektiğine inanıyorsa, diktatörce davranacaktır.
Seks istediği zaman içinde eşini engelleme arzusu duyuyorsa, orgazma ulaşmakta zorlanacaktır. Sorunlarının suçunu çok fazla çalışmasına, az uyumasına, "düşük dirence," vb. bağlayabilir, ama durumu belki de içerde savaşan çatışmanın alt akımlarıyla daha çok ilgilidir.
Çatışmanın üstesinden gelmek, bölünmemize neden olan küçük çatlakları, sıyrıkları bandajlamanın ötesinde çalışma gerektirir. Bu, bölünmüş olma ihtiyacını ortadan kaldırmak için kökendeki nedenlerin peşine düşmek anlamına gelir.
Bu nasıl yapılır? Dikkatinizi özenli bir şekilde kendinizde toplayarak. Güdülerinizi, tutumlarınızı, düşünce tarzınızı incelerken el değmedik taş bırakmayarak. Bir ipucu (kişiliğinizin geri kalanıyla uyuşmadığını farkettiğiniz garip bir tutum veya davranış kırıntısı) bulduğunuz zaman, peşini bırakmayın. "Bu kişiliğimdeki sadece küçük bir tutarsızlık; bu ben demek değil," diye düşünmeyin. Bu gerçekten sizsiniz. Ve peşinden gidip ayrıntılarıyla incelediğiniz taktirde, tutarsızlıklarınız sizi altta yatan çatışmanın ana kaynağına götürecektir.
Örneğin, iki karşıt uç olduğunu (örneğin kendinize karşı katı olmakla kendinizi şımartmak) arasında gidip geldiğinizi fark edebilirsiniz. Başkalarını küçümsemekle, gizliden gizliye üstün olduklarına inanmak arasında gidip geldiğinizi algılayabilirsiniz. Ya da kendinizi geride tutma ihtiyacının, başarılı bir şekilde rekabet etmenizi engellediğini, aynı zamanda da başkaları karşısında zafer kazanma ihtiyacınızın, kazanmayı sürükleyici bir zorunluluk yaptığını görebilirsiniz. Özellikle kendinize her türlü hakkı tanımakla dünyada hiçbir şeye hakkınız olmadığını hissetmek arasında nasıl mekik dokuduğunuza dikkat edin. (Hiç hakkınız olmadığı duygusuyla kendinize acımak yerine, kendinize her türlü hakkı tanımanızdan kuşkulanın. Kendinize her türlü hakkı tanımanız, kendi yolunuzu seçmek zorunda olmanızla aynı şeydir; bu, bağımlı kişilikteki çıkmaz yoldur.)
Unutulmaması gereken nokta şu: kişiliğinizdeki "tuhaflıklar" önemsiz sapmalar olmayabilir; kişiliğinizdeki önemli bölünmeleri yansıtabilir. Kusursuz olmadığınız için suçluluk duygusuyla kendinizi yere çalmak yerine, soğukkanlı, nesnel bir şekilde bunları incelemeniz, kişiliğinizin önceden bilinmeyen önemli alanlarını görmenizi sağlayacaktır. Bu, gizli kalmış yanlarınızı görerek ve kabul ederek, sonunda yeni, bütünleşmiş, güçlü bir öz (benlik) keşfedeceksiniz.
Benim durumumda, paraya yönelik tutumumdaki garip tutarsızlıklar, başkalarıyla ilişkilerimde büyük çarpıtmalar olduğunu gösterdi. Size, para sorunum konusundaki ipuçlarını, merkezi bir kişilik bozukluğunun (zoru bir başkasına bırakma ve kurtarılma arzusu) çevresine yıllarca dolanmış olan dev yumağı keşfedene kadar nasıl izlediğimi anlatacağım.
I. Bölümde anlattığım gibi, evliliğimin çöküşünden beş yıl (ve Lowell ile yaşamaya başladıktan bir yıl) sonra, parayla ilgili hiçbir şey yapmak istemediğimi fark ettim. Bulabilseydim, harçlıkla yaşamaktan mutlu olabilirdim. Aslında, neredeyse iki yıl boyunca aynen böyle yaşadım. Faturaların tamamını Lowell ödüyordu; bense derin bir tedirginlik içinde, özünde hiç kazanmıyordum. Banka hesabım hemen her zaman boştu. (Böylece öz-saygı kaynağım da giderek tükeniyordu.)
Sorun buydu: bir yandan, ayakkabılarımı tamir ettirmek için her paraya ihtiyaç duyduğumda Lowell'e gitmeyi alçaltıcı buluyordum; öte yandan ise bu durumdan hoşlanan tarafım, nefret eden tarafımdan daha ağır basıyordu (bu, keşfetmek için uzun süre üzerinde çalışmak zorunda olduğum bir sorundu).
Lowell'in bana söylediklerini duymaya ve kabul etmeye hazır olmak için çokça yüzleşme gerekti: hem kendimin hem onun pahasına sırtımı ona dayadığımı, beş kişiyi beslemek yerine enerjisini daha doyurucu şeylere yöneltebileceğini söylüyordu. Sonunda bu şikâyetin doğruluğunu artık gözardı edemez olmuştum.
Ama beni çatışmaya iten sadece Lowell'in baskısı değildi. Kendi refahımın sorumluluğunu daha çok ona bıraktıkça, kendimi de daha kötü hissediyordum.
İçten içe ezildikten, onca öfkeyi yaşadıktan sonra, sonunda kendimi bu çukurdan çıkarabildim ve üretken çalışmaya başlayabildim. Önceden kazandığımdan daha çok para kazanmaya başladım. Ama yeni kazancımı idare ediş (daha doğrusu idare etmeyiş) tarzım, hâlâ bir başkasının bana bakmasını arzuladığımı gösteriyordu. Her zaman, yeterince param olduğu taktirde parayı idare etme derdinden kurtulacağımı düşünürdüm. Bu tipik bir tutumdur. Yeterince param olsaydı, kendimi kesinlikle sorumlu tutmak zorunda kalmazdım, diye düşünüyordum! Kesinlikle işleri kontrol etmek, bilincinde, farkında olmak; her şeyin ne kadar gerçek olduğunu görmek zorunda kalmazdım.
Yaptığım büyük hile, çek hesabımda ne kadar para olduğunu hiçbir zaman kontrol etmemekti. Böylece ne kadar param olduğunu hiç bilmiyordum. Borçlarımı düşmeyi ihmal ettikçe, yaşam tablomun tamamı da bulanıklaşıyordu. Belli bir anda ne kadar param olduğunu bilmeyerek, çaresizlik duygumu sürdürebiliyordum. Yeni bir çift ayakkabı alıp alamayacağımı, ya da yaşam sigortası yaptırıp yaptıramayacağımı nasıl hesaplayabilirdim ki? Taşıdığım zihinsel tablo, her zaman için, hesabıma yatırdığım son yüklü meblağdı (serbest çalıştığım için düzensiz de olsa yatırdığım meblağ büyük olurdu). O günden sonra ne kadar çek yazmış olursam olayım, kafamda hâlâ ilk yatırdığım para (örneğin beş bin Dolar) vardı.
Sonunda gecenin bir yarısında yaşama içgüdüsü dürtüyordu: "Hesap çıkarsan iyi olur." Genellikle, hesap çıkarana kadar geride kalan para, çocuğa verilen şeker parası kadar oluyordu. Minik hâzineme bakmak, paramı korumak, emin bir yere koymak, sadece ihtiyaç olduğunda almak yerine, değişmez bir şekilde aynı şey oluyordu: kalan üç beş kuruşa bakıp merak ediyordum. "Onca para nereye gitti?"
Parayı idare etmeyi reddetmem, hem çaresizliğimin bir sembolü, hem de nedeniydi. Kaynaklarımın azaldığını hiç fark etmemiştim, bu nedenle tükenişi her zaman şok yaratıyordu. Kafamı kuma gömmeme neden olan bu kronik reddedişin nedeni neydi? Yaşamım boyunca parasal kaynaklarımı tekrar tekrar tazelemeyi sürdürmek zorunda olduğum gerçeğini görmek istemiyordum.
Acı ve karışıklıkla geçen aylardan sonra, bir karar verdim: "Böyle hissetmene neden olan şeyi görmek için çek defterinin hesabını tut."
"Böyle hissetmemin" nedeni beceriksizlikti. Kum saatimin kumu sürekli aşağı akıyordu. Hiç kazanmıyor, hep kaybediyordum. Girenle çıkan arasında bir denge kurmayı hiç başaramayacaktım.
Bir süre sonra, bütçe dengeleme operasyonunun tamamının bir benzetme (metafor) olduğunu görmeye başladım. Mali açıdan planlama yapmamak, bir tür kaçınmaydı. Bulunduğum noktayı bilmek istemiyordum, çünkü böylece davranışlarımın sonuçlarından kendimi sorumlu tutmuyordum. Sık sık, çocuklarımın dişçi faturalarını bir kenara bırakıp, umutsuzca, "Bu ay yeterince paramız yok!" diyordum. Yine de benden az kazandığını bildiğim başkaları faturalarını zamanında ödüyordu. Tanıdığım ve daha az para kazandığını bildiğim insanların, sağlık sigortası, emeklilik planları -malüllük sigortası-vardı; bunlar, çocukların korunması ve yaşlılık için yetişkinlerin yaptığı sıkıcı, ama gerçekçi düzenlemelerdi. Her nasılsa, bu tür şeylerden muaf olduğuma, sadece yeterince uzun süre idare edebildiğim -kirayı, telefon faturalarını, borçlarımı yeterince ödeyebildiğim-taktirde, sonunda bu iğrenç, acı, çok şey gerektiren yaşamın iniş çıkışlarından kurtulacağıma, kurtarılacağıma inanarak, bu gerçeklerden kaçınmaya devam ediyordum.
Denk bir bütçe yapmak, iyi bir mali politika değildir; iyi bir duygusal politikadır. Bu, yaşamla günü gününe, hatta anı anma temas halinde olmak anlamına gelir. Bu, çocuklara, ya da birlikte yaşadığım erkeğe karşı içimde yoğun kızgınlık tepkileri gelişmesine izin vermemem demektir. Bu, depresyonlu olduğum zaman bir şelfler in ellerimin arasından akıp gitmesine izin vermemek, bunun yerine oturup durumu kontrol etmek anlamına gelir: Neler oluyor? Enerjim nereye gidiyor? Doyumum nerden geliyor? Enerji çıkışıyla kazanılan doyum arasında bir denge var mı? Kazandığımdan daha çok mu harcıyorum ve eğer böyleyse daha fazlasını nasıl alabilirim?
Bu türden sorular, kendini dengeleme sürecinin bir parçasıdır. Kendi doktorum olmaya çalışırım. Sorumluluğu başkasının üstüne atmak yerine kendi mutluluğumdan veya mutsuzluğumdan sorumlu olurum. Ruhsal muhasebemin hesabını tutmam, olaylara ilişkin gerçekdışı, çarpık bir tablo oluşturmamı engellememe yardımcı olur. Yeteneklerimin de, sınırlarımın da farkında olurum. Bu gerçeklikler temelinde kendime anlamlı hedefler koymamı, önceliklerimi belirlememi, gerçekçi bir şekilde bugünde yaşamamı mümkün kılar. Dengeli bir bütçe tutmak, yaşamdaki fırsatları görmek, "birşeylerin olmasını" beklemek yerine kendi değişim ve gelişimini harekete geçirmek, öz olarak kendi prensi olmak demektir.
Bazen çaresizlik ve engellenme duygularımız sadece rüyalarımızda ortaya çıkar. Perişanlıkla geçen on sekiz yıllık bir evliliğe son verme cesaretini toplamaya çalışan elli yaşlarında genç ruhlu, çekici bir kadın, bana, "balık akvaryumu rüyası" dediği şeyin canlılığını ve kazandırdığı şeyleri anlattı. Bu rüyayı, ayrılık anlaşmasını imzalamadan tam bir yıl önce görmüş ve anında uyanmış. Rüyası şöyle:
Dev bir camdan akvaryum içinde bir ölü gibi yüzüyor ve konuşmaya çalışıyordum, ancak kendimi anlatamıyordum. Jim [kocası] akvaryumun yanında duruyor ve "ölü" benle konuşmaya çalışıyordu. "Canlı" ben ise akvaryumun dışında, Jim'in karşısında duruyor, bağırıyordu. "Onunla konuşma! Onun gerçek ben olmadığını görmüyor musun? Buraya, bana bak! Ben gerçek benim."
Rüyanın ortaya çıkardığı acı gerçek, kocasının onu hiç görmediğidir. Daha da önemlisi rüya, kadının "gerçek benini" gizlemek için aktif bir uğraş verdiğini göstermesidir. Rüyanın gerçek anlamı bu dur ve bunu algılayınca, gecenin bir yarısında yatağa oturup hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlar. Saklandığı sadece "o" (sevgisiz koca) değildir. Yakın ve doyurucu bir ilişki kurabileceği herkesten saklanır. Bir ilişkiyi çok istese de, bunu ölesiye özlese de, bu onun için kaybedilmiştir; "gerçek ben"in ortaya çıkmasına izin vermek onun için çok fazla yaralayıcıdır.
Dr. Alexandra Symonds, depresyon duygusu nedeniyle tedaviye gelen bir hastanın öyküsünü anlatır. Terapiye başladıktan kısa bir süre sonra kadın bir rüya görür: rüyasında, apartmanın dışında, sokağın üstünde, tırnaklarıyla umutsuz bir şekilde pencere kenarlarına tutunmuş, asılı durmaktadır. Kocası içerdedir ve pencerenin önünden geçer. Kadın pencereden imdat diye bağırmak ister, ama yapabildiği tek şey fısıldamak olur. Kocası onu duymaz.
Dr. Symonds'a göre bu türden rüyalardaki güçlü sembolizm, profesyonel yaşamlarında son derece başarılı olmalarına karşın, derinden korktukları bilinçsiz başkasının bakımı altında olma ihtiyaçları olan kadınlar kategorisini temsil etmektedir. Rüyalar acı dosttur. Bazıları için rüyalar, birşeylerin yanlış olduğuna ilişkin ilk ipuçlarını verebilir.
Rüyalar ayrıca eski yapıların yıkıldığını, değiştiğini de gösterebilir. Kendini ortaya koymakta zorluk çeken bir hanım profesör rüyasında, bir arabada yolcu koltuğunda oturduğunu ve şoföre yapması gerekenleri anlatmaya çalıştığını görür. Birkaç ay sonra, kendi yaşamında daha çok kontrol sahibi olması gerektiğini anlamaya başlayınca, rüyasında, şoför koltuğu boş ve hareket halindeki bir arabanın yolcu koltuğunda oturduğunu görür.
Böyle bir rüya can sıkıcı olabilir, ama ayrıca bu olayda olduğu gibi, ilerleme olduğunu da gösterebilir. Kadın, şoförsüz arabada yolcu koltuğunda oturduğunu görerek, dünyada yalnız ve korumasız olduğunu algılamaya başlamıştır. (Bu gerçekle yüzleştikten sonra, şoför koltuğuna oturmaya pekâlâ karar verebilirsiniz.)
Rüyalar ayrıca ün veya talihten değil, belli bir içsel (ruhsal) çözüme ulaşmış olmaktan kaynaklanan yeni bir dünyanın parlak müjdecisi de olabilir. Birkaç yıl boyunca psikanalize gittikten sonra, o günden bu yana "Harlem rüyası" dediğim bir rüya gördüm. Rüyamda Harlem, yaşamın kendisi için bir benzetmeydi: sürprizle, hoşnutlukla, potansiyel tehlikelerle dolu garip, karışık bir dünya. Rüyam şöyleydi:
Harlem’de, muhtemelen Yedinci Cadde'de iki kız arkadaşımla birlikte yürüyorum. İçimde, uzun süredir Harlem’e hiç gelmediğim duygusu var. Acı verici, ama aynı zamanda da o kadar da acı olmadığını hissediyorum. "Başa çıkabilmeliyim," diyorum kendi kendime. "Harlem'de başa çıkmanın yolları var. Harlem'de işleri idare etmek bir kader sorunu değil."
Sokaklardaki hareket ve karmaşa -kalabalık, gürültü, gidip gelen araçlar-beni rahatsız ediyor. Bir balıkçı lokantasının önünde durup vitrine bakarken emniyette olup olmadığımı merak ediyorum. Arkadaşlarım doğruca içeri giriyor, ama ben, seçilebilecek şeylerin çokluğu karşısında şaşkına dönmüş, dışarıda felçli gibi çakılıp kalıyorum. Sonunda sadece hareket etmenin bile, içeri girdiğimde seçmeme yardımcı olacağını umarak, içeri giriyorum, daha doğrusu kendimi içeri itekliyorum.
İçerde tezgahın üzerinde iç gıcıklayın şeyler var: beş cent'e ızgara pecten, büyük avokado parçaları. Birden, yeterince param olmayabileceğini düşündüm. Ceplerimi karıştırdım ve 35 cent bulunca rahatladım. "İki istiridye rica ediyorum,’' dedim tezgahın arkasındaki uzun boylu siyah adama. Adamın üzerinde beyaz bir şef önlüğü var; kafasında ise büyük bir kadın şapkası. İstiridyeleri bana uzatırken, gözlerinde kuşkulu, kötü bir. bakış yakaladım. Elimdeki bozukluklarla ürkek bir tavırla oynarken, omuzuma vurdu. "Ne yaptığını gördüm!" diye bağırdı. "Nikeli (5 cent) çeyrek diye (25 cent) yutturmaya çalışıyordun."
"Hayır," diye karşı çıktım kızarak. "Sadece kafam karıştı." istiridyeleri alıp dükkândan çıktım.
Beşinci Caddenin ortasında bazı erkekler, ellerindeki kablo gibi bir iple bir sokak oyunu oynuyordu. Onlara baktım, kimseye zarar vermek istemediklerini, sadece ip atladıklarını düşündüm; ama beni uyarmadıkları için kız arkadaşlarıma kızdım. "Hey!" diye bağırdım. "Sokağa çıkmadan önce beni neden uyarmadınız?"
Omuz silktiler. "Belki de buluttan nem kapıyorum. Belki hareketli, telaşeli bir caddeden geçmek, yapmak zorunda olduğum bir şey," diye düşündüm.
Caddeyi karşıya geçip bekleyen arkadaşlarımın yanına gittim. Kaldırımdaki insan kalabalığı artık tehditkar gözükmüyordu. Harlem'de Cumartesi öğlen sonrasıydı. Hava güneşliydi. Kaldırım boyunca yapraklı ağaçlar uzanıyordu. Durup kaldırımda oyun oynayan küçük kızları izledik.
Bir rüyadan birşeyler öğrenmeye çalışırken, gösterdiğini düşündüğüm şeye ilişkin duygu ve düşüncelerime dikkat ederim. Rüya, garip bir yerdeki kaygı ve rahatsızlık duygumla başlıyor. Daha sonra, bana, çok isteyip de ulaşamayacakmışım gibi gelen seçeneklerle karşılaşıp, kendi adıma hareket edemez durumda kalıyorum. Dönüp rüyayı düşününce, bunun acıklı yapısı neredeyse dayanılmaz. Elde edebileceğim güzel şeyler var, ama ben bu doğrultuda hareket edemiyorum. Bir şey kaldırıma çakılıp kalmama neden oluyor.
Derken, rüyada belirleyici bir an ortaya çıkıyor. İçimdeki ses, "Ne olursa olsun hareket et," diyor. "Burada böyle kalamazsın." O anda, içimdeki bir şey hareket etmeye karar verdi. Lokantaya girdikten sonra kendimi kafası karışmış ve güvensiz hissettim. Cebimdeki bozuklukları tekrar tekrar kontrol etmek zorunda kaldım. Yemeğin parasını ödemek için doğru parayı çıkarmak beni epeyce uğraştırdı. Sonunda tezgahın arkasındaki adam tarafından haksız, hatta mantıksız yere suçlandım. Hem yanılıyordu, hem de bana karşı kesinlikle ve bilerek kötü niyetliydi.
Olsun. Bu tür bir çılgınlık artık bana dokunamazdı. Erkeklerin kötülüğü, keyfiliği onların problemiydi. Bana saygılı davranmasalar da, artık kendime bakabildiğim için, sonunda yürüyüp gitmekte özgürdüm. Ve böyle yaptım. Adama yanılldığını söyleyip dükkandan çıktım.
Sokakta korktum, ama karşıya geçtim.
Beni korumadıkları için kız arkadaşlarıma kızdım, ama aptalca davrandığımı anladım.
Karşıya geçmek, yani yürümek, gelip geçen taşıtlara dikkat etmek, kargaşa arasından kendi yolumu bulmak, kendi başıma yaptığım bir şeydi.
Karşıya geçtikten sonra kendimi daha iyi, daha az hassas, gerçekten de o öğlen sonrasından zevk alır bulmuştum. Caddeyi yaralanmadan karşıya geçmiştim. İstiridyelerimi almıştım (iyice pişmiş, ikisi 35 cent'e). Başında siyah kadın şapkası olan adamın gözümü korkutmasına izin vermedim. Kaygı yerine haz duydum. Oyun oynayan küçük kızları izlemekten zevk aldım. Sırtımı yakan güneşi hissettim.
Tek kelimeyle kendimi bir bütün hissettim.
İçimdeki benin "yürü!" dediği anın, iradeyle hiçbir ilgisi olmadığını söylemem gerek, ezici çatışma karşısında "kendi başına ayağa kalkmak," hareket etmek mümkün değildir. Cevap irade olsaydı bu kitabı yazmış olmazdım. iç benliğin (özün) ileri atılımı, uzun ve anlamlı bir sürecin, içimdeki çelişkileri belirleyip en ince ayrıntısına kadar analiz etme sürecinin sonucunda ortaya çıkar.3 İradeye iş yapması için emir verilemez. Kafanız net ve çatışmasız olduğunuz zaman iradeniz otomatik olarak çalışır.
Öte yandan, karşıt duygulara ve tutumlara gömülüyseniz iradeniz işlemez hale gelir. Bu, yaşamda yaptığınız şeyleri seçme konumunda olmadığınız; sadece o şekilde hareket etmeye itildiğiniz için hareket ettiğiniz anlamına gelir. Aynı sıkıcı işte çalışmanızın nedeni bu işi severek seçmeniz, ya da bazı kadınların söylediği gibi "işin aile kadar önemli olmaması" değildir. Avukat Vivian Knowlton gibi siz de bu işte kalırsınız, çünkü kendinizi geri planda tutma ihtiyacınızla başarma ihtiyacınız birbirine ters düşer ve siz bu iki ihtiyaç arasında pasif, verimsiz kalırsınız.
Sevgi alanında eşinizi, kendinizi bir başkasıyla paylaşmanın coşkusunu yaşamak için seçmezsiniz. Çatışmalıysanız, Caroline Burkhardt'ın yaptığı gibi, sevilmeye, istenilmeye, onaylanmaya, bakılmaya yönelik zorlanımlı, ayrım gözetmeyen ihtiyacınız yüzünden evlenirsiniz.
Dünyada herkesin hoş ve güvenilir olmadığı gerçeğini görmemenize ve birisi kötü veya düşmanca olduğu zaman yıkılmanıza neden olan şey de aynı ihtiyaçtır.
Tartışmalardan, karşı çıkmadan, sert bakışlardan kaçınmak için elinizden geleni yapmanızın nedeni de bu ihtiyaçtır.
Son olarak, kendinizi geri planda tutmanıza, suçu otomatik olarak üstlenmenize neden olan da bu ihtiyaçtır. Bu noktadan "zavallı küçük ben" sendromuna geçmek için küçük bir adım yeterlidir. İkinci planda kalma zorlanımıyla güdülenen kadınlar aslında kendi kapasitelerini zayıflatır. Bir anlamda, olmaya itildiğiniz şey olup çıkarsınız: güvensiz, aşırı hassas, kuşkulu.
"Saygılı kız" yaşamını terkedip Paris'e özgürlüğüne koşan Simone de Beauvoir, kısa bir süre sonra, 1929 sonbaharında, yaşamı boyunca arkadaşı, akıl hocası ve sevgilisi olacak erkekle tanışır: Jean-Paul Sartre. Her ikisi de yirmilerindedir, Sartre yaşça biraz daha büyüktür. Birçok açıdan bu adama hızlı ve sıkı bir şekilde bağlanması, ergenlik yıllarında kendini kısıtlayan aile bağlarını koparmasını mümkün kılmıştır. Bu, en egzotik entellektüel alanlara uçuştur, ilk günden itibaren bu iki aşık özünde bütün zamanlarını birlikte geçirmiş, aynı kitapları okumuş, aynı dostları aramış ve genelde görüşlerini öylesine karşılıklı bağımlılık içindeki bir ortaklaşmayla geliştirmişlerdir ki, Simone anılarında "düşündük," "görüşümüz" gibi ifadeler kullanmıştır.
The Prime of Life'ı (bu kitap, Beauvoir'nın hayatını, Memories of a Dutiful Daughter'da bıraktığı noktadan alıyor) okumaya başlayınca, Sartre ile olan ilişkisinde tanımladığı kaynaşmanın derecesi beni şaşkına çevirdi. Sartre'ın duyarlılığına öylesine gömülmüş gibidir ki, bir gün kendi başına inceltilmiş bir entellektüel ve yaratıcı başarı kazanmasına yetecek kadar kendini nasıl kurtarabildiğini hayal etmek zordur. Sartre'ın bir deha olduğu doğrudur; yine de bu zeki, heyecanlı kadın özünde onun esareti altındadır. "Kendi kaderini kendi eline aldığı için ona hayrandım," diye yazıyor. "Onun üstünlüğü karşısında utanmak bir şöyle dursun, bu bana büyük bir rahatlık veriyordu."4
Beauvoir sadece yirmi bir yaşındadır ve o yaştaki herkes kadar romantiktir. Yine de, Sartre ile olan ilişkisinde açıkça oluşmaya çıkan yıkıcı yapıdan kurtulma yolundaymış, bunun için köklü şeyler yapacakmış gibi gözükür. "Ona güvenim öylesine tamdı ki," diye yazıyor, "bana bir zamanlar ailemden, ya da Tanrı'dan aldığım o mutlak, şaşmaz güvenliği sağlamıştı."
Paris sokaklarında birlikte dolaşırlar, bitmek bilmeyen sohbetler yaparlar, sabahın saat ikilerine kadar barlarda içerler. Beauvoir kendini sanki bir mutluluk hezeyanında yüzüyor gibi hisseder. "En derin özlemlerim artık gerçekleşmişti," diye yazıyor. "Bu muhteşem mutluluk hiç bitmesin deyişimin dışında, arzuladığım bir şey kalmamıştı."
Bu esirikçe [Sarhoş, mest. * Azgın, kızgın. * Zayıf, hasta, hâlsiz, dermansız, tâkatsiz ] mutluluk bir yıldan fazla sürer: ta ki rahatsız edici bir şey kusursuz mutluluğuna gölge düşürene kadar. Beauvoir, kendinden temel bir parçadan vazgeçtiğinden kuşkulanmaya başlar. Paris'te duyusal ve entellektüel anlamda yaşadıkları onda parçalayıcı bir etki yaratmaya başlar. Kurgu yazma denemeleri isteksizcedir, inandırıcılıktan yoksundur. "Bazen sanki okul ödevi yapıyormuşum, sanki taklit yapıyormuşum gibi hissediyordum," diye yazıyor.
On sekiz ay boyunca de Beauvoir, akut bir çatışma yaşar. "Hâlâ dünyadaki iyi şeylerin arkasından hevesle koşmama karşın, bunların beni gerçek işimden alıkoyduğunu düşünmeye başlamıştım: kendine ihanet ve kendini yıkma yolunda ilerliyordum." Her zaman saplantıyla okuduğu kitapları artık dikkatsiz, gelişigüzel, gerçek entellektüel bir hedeften yoksun bir ruh haliyle okuduğunu farkeder. Günlüğüne arada bir yazar. Çatışma ve her şeye sahip olma arzusu, onu felç edici bir ağa düşürür. "Hiç bir şeyden vazgeçemiyordum," diye yazıyor "ve bu nedenle seçimimi yalamıyordum."
Simone öz-kuşkuya gömülür. Pasifliği ne kadar uzun sürse (entellektüel ve duygusal açıdan Sartre'ın hegomanyası altındadır), kendi sıradan birisi olduğuna da o kadar çok inanır. "Vazgeçtiğim kesindi," diye yazıyor sonradan. Sartre ile olan ilişkisinde onun bir uzantısı olarak yaşamak, ona sahte bir iç huzur, bir tür mutlu, kaygısız ruhsal durum sağlamıştır ve ondan zeki bir arkadaş olmanın ötesinde hiçbir şey beklenmez.
Kaçınılmaz olarak zekiliği de törpülenmeye başlar. "Kafan küçük şeylerle doluydu Beaver," diyor Sartre ona takma adıyla seslenerek. (Sartre, "içe kapanık kadınlardan birisi" olmaması için onu uyarmaya devam ediyor.)
Olgunluk yılları açısından de Beauvoir, bir genç kadın olarak, ondan "daha büyüleyici" olan bir başkasının uzantısı halinde yaşamanın kendisi için ne kadar kolay olduğunu kavrar: Saygı duyabileceği, putlaştırabileceği ve gölgesinde kendini küçük ve emniyette hissedebileceği birisi.
Kuşkusuz bunun bir bedeli vardır. Cılız, öz-gizleyici bir ses genç kadının bilincine sızar: "Ben bir hiçim," der. "Kendi başıma varolmaktan çıkmıştım, artık sadece bir parazittim," diye yazıyor de Beauvoir.   
Feministlerin, onu çağdaş feminizmin öncülerinden birisi olarak değerlendirmesine karşın de Beauvoir, sorununun çözümünü salt  kültürel olarak değerlendirmez. Sorunu düşünme tarzının bile kadın oluşuyla ilgili olduğunu kavramasına karşın, "çözmeye çalıştığım şey bireysel bir sorundu," diyor.
Simone, ani bir kararla, Sartre'dan, Paris’ten uzakta, Marsilya'da bir yıl öğretmenlik yapmaya karar verir. Yalnızlığın, "iki yıldır kaçındığım vazgeçme kışkırtmasına karşı" kendini güçlendirmesini umar.
Marsilya'da bağımlı olma itkisiniden yakayı kurtarmak için dikkate değer, çetin ve saplantılı bir etkinliğe girişir. Marsilya'ya vardığı hafta, eğlenmeye veya gezmeye çıkan birisinin ruh haliyle değil, ağır bir handikapın üstesinden gelmeye çalışan birisinin inadıyla yürüyüşe çıkar. Eskilerini giyip eline küçük bir piknik sepeti alarak yola koyulur; her tepeye çıkarak, her dereye inerek, "her vadiyi, her patikayı, her koyuğu" keşfederek macerasını sürdürür.
Gücü ve dayanıklılığı arttıkça katettiği yol da artar. Başlangıçta sadece beş altı saat yürür, ama kısa bir süre sonra dokuz on saat alan yürüyüşler yapar. Zamanla günde kırk kilometreden fazla yol yürür. "Büyüklü küçüklü kasabaları, köyleri, manastırları, şatoları geziyordum... İnatla, şeyleri bilinmezlikten kurtarma misyonumu yeniden keşfediyordum."
Eskiden "başkalarına yakından bağlıyken," ona kuralları ve hedefleri göstermeleri için onlara güvenirken, artık hiç yardım almadan, bir günden ötekine kendi yolunu bulmak zorundadır. Yolun en sıkıcı kısımlarından kurtulmak için kamyon şoförlerine otostop yapar. Yaptığı şey konusunda aktif, saldırganca bir tavır alır. "Kayalıklara, dağlara tırmanırken, ya da aşağı doğru kayarken, kestirme yollar buluyordum, böylece her bir gezi kendi içinde bir sanat eseri oluyordu."
Yıl boyunca onu korkutan üç şey olur. Birisinde yalnızken bir köpek peşine takılır ve günün ilerleyen saatlerinde susayınca iyice huysuzlaşır. (Köpek sonunda küçük bir dereye atlar.) Bir başka seferinde bindiği kamyonun şoförü, aniden ana yoldan çıkar ve bölgedeki ıssız bir yola sapar. Simone olan biteni farkedince, hızlı bir plan yapar. Kamyon bir engeli aşmak için yavaşlar yavaşlamaz, kapıyı açar ve şoförü, kamyon hareket halindeyken atlamakla tehdit eder. Yazdığına göre, "çok utanan" adam kamyonu durdurup onu bırakır.
Üçüncü olay, güneşli bir öğlen sonrasında kurtulmaya çalışdığı bir dizi derin hendekle ilgilidir. Yol giderek zorlaşır ve Simone geldiği yoldan dönmenin imkânsız olduğunu düşünerek devam eder. "Sonunda," diye yazıyor, "kayadan bir duvar ilerlememi engelledi ve bir havzadan ötekine gerilemek zorunda kaldım. Sonunda kayalıkta atlamaya cesaret edemediğim bir çatlağa geldim."
Burada kuşkusuz gerçek bir geçiş töreni (çok az kadının bilerek kalkışabileceği bir durumla) karşı karşıyadır. "Kuru taşların arasından gelen yılan ıslıklarından başka ses yoktu. Bu geçitten yaşayan hiçbir ruh geçmemiştir: bacağımın kırıldığını ya da bileğimin burkulduğunu düşünün; bana ne olurdu? Bağırdım, ama karşılık alamadım. On beş dakika boyunca vardım istedim, sessizlik ürkütücüydü."
Simone, yaşamını kaybetme riskini göze almaksızın vazgeçemeyeceği bir durum yaratır. Peki ne yapar? Yapabileceği tek şeyi. Cesaretini toplayıp "sapa sağlam aşağı atlar."
Kaygılanan arkadaşları bu yalnız gezilerin tehlikeli olduğunu söyler. Özellikle otostop yapmaktan vazgeçmesi için yalvarırlar. Ama onun misyonu, çevresindeki insanların kavrayabildiğinden çok daha keskindir. Tutkulu bir tek yanlılıkla, kendi ruhunu gün ışığına çıkarmaktadır.
Kişinin kendisi olması ne demektir? Bu, kendi varoluşunun sorumluluğunu almak demektir. Kendi yaşamını yaratmak, kendi programını yapmak. De Beauvoir'nın otostop yapması, bir birey olarak yeniden doğuşunun hem yöntemi hem de benzeştirmesi (metaforu) olmuştur. "Alnımı, şapkamı aşağıdaki vadiye yuvarlayan şiddetli rüzgârlara vererek, Sainte-Victorie'nin doruklarını kaplayan sislerin içinde bir başıma yürüdüm, Pilon de Roi sırtlarında dolaştım. Yine yalnız başıma Luberon merası üzerindeki bir dağ geçidinde kayboldum. Olanca sıcaklığıyla, yumuşaklığıyla ve öfkesiyle bu tür anlar, başka hiç kimsenin değil, sadece benimdi."
14 Temmuz Bastil Gününe kadar, Paris'e dönmeye hazırdır, ama temel anlamda artık farklı bir insandır. Sadece kendi başına arkadaşlar edinmiş, insanları değerlendirmiştir. Yalnızlıktan haz almıştır. O yıl öğrendiklerini değerlendirirken şöyle yazıyor: "Pek okumuyordum, yazdığım roman değersizdi. Öte yandan seçtiğim meslekte yürektenlikle çalışıyordum ve yeni sevinçler kişiliğimi zenginleştirmişti. Yaşadığım deneyimlerden zaferle çıkıyordum; ayrılık ve yalnızlık iç huzurumu yok etmemişti."
Derken sıkı mücadeleden sonraki o nihai dönüm noktası gelir: "Artık kendime güvenebileceğimi biliyordum."
Kendi zayıflığımıza ve duyarlılığımıza ne ölçüde katkıda bulunduğumuzu, gerçekte ruhsal bağımlılığımızı nasıl besleyip savunduğumuzu görmeye başlayınca, yavaş yavaş kendimizi daha güçlü hissetmeye de başlarız. "Kendi çatışmalarımızla yüzleşip kendi çözümlerimizi aradıkça," diye yazıyor Karen Horney, "daha çok iç özgürlük ve güç kazanırız." Ağırlık merkezinin, başkasından öze yönelik belirleyici kayma göstermesi, kendi sorunlarımızın sorumluluğunu aldığımız zaman başlar. Bu noktada önemli bir şey olur. Kişiliğimizin, kabul edilemez veya ürkütücü bulduğumuz yanlarını bastırmak için tükettiğimiz enerjimizin daha büyük bir bölümü kullanılabilir hale gelir. Bir kere savunma ve koruma ihtiyacından kurtulduktan sonra, aynı enerji daha olumlu çabalara yönelir. Düzenli olarak, daha az ketlenmiş, daha az korkulu ve kaygılı, özaşağılamanın altında daha az canından bezmiş oluruz. Uzun süre birlikte yaşadığımız eski Cinsel Kimlik paniği ortadan kalkar. Başkalarından daha az korkarız. Kendimizden daha az korkarız.
Nihai hedef coşkusal kendiliğindenliktir: yaptığımız her şeye, her işe, her sosyal karşılaşmaya, her sevgi ilişkisine yayılan bir canlılık. Bu, "Yaşamımdaki birinci güç benim" inancından kaynaklanır ve Karen Horney'in yürektenlik dediği şeyle, yani, "aldatmacasız olma, duygusal açıdan samimi olma, kendini tamamıyla işine, duygularına, inançlarına verebilme" yetisiyle sonuçlanır.5
Tanıdığım bu yürek tenliğe sahip kadınları düşünüyorum. Bazıları karmaşık, yaratıcı, son derece yetenekli tipler; diğerleri ise basit, görünürde daha az dramatik bir yaşam sürüyor. Ama ister birden çok yeteneği bulunan kentsoylu kadın olarak yaşasın, ister taşralı köylü kadını, "özgürlüğe uyanmış olma" özelliği inkâr edilemez. Bu tip kadınların yaşamı, özgürlüğe uyanmamış olanlarınkinden niteliksel olarak farklıdır: daha zengin, daha az kestirilebilir, kurallarla ve kurumlaşmış sınırlarla daha az kısıtlı. Kendi yaşantılarını ifade etine tarzları bile farklıdır.
Koreograf Pearl Primus, antropolojide doktora yapmaya nasıl yöneldiğini şöyle anlatıyor:
Yaşamım, bir ırmakta akıntıya karşı kürek çekmek gibi olmuştur. Her an bir köşe başında bir şarkı duyarım ve her köşe başında yaşama dönerim. Belki yıllar geçer ve ben, "Oh Tanrım, doktora derecesini almam gerek," derim. Böylece, doktora derecesi için çalışma sırasında, birçok ırmak ve birçok insan yaşadım. Antropoloji, üstüme bindirilen bir şey yerine, benim bir parçam oldu.6
Haftalarca, hatta aylarca süren, ama çoğu kez, dişlilerin birbirinden ayrılması gibi çatışmayı yaratan kişilik durumlarının çözüldüğü, kadının onu hareketsiz tutan hücrenin açıldığı belli bir an olarak algılanan "ruhsal bir an” vardır. Bu gerçekleştiği zaman her şey olabilir. Kişi daha önce hayal bile etmediği bir şekilde işini değiştirebilir, taşınabilir, yeni ilişkiler arayabilir, yaratıcı uğraşlara yönelebilir.
Özgürlüğe uyanan kadınlar, birdenbire, kendilerini bir şeylere bağlanma enerjisiyle dolu bulurlar. Yaşamın iniş çıkışlarının ritmine kendilerini bırakarak, inatla yaşama sarılırlar. Kişinin, seçenekleri denemek ve kendi gerçek özünün arzularına göre kabul etmekte veya reddetmekte çok daha özgür olduğu yeni bir oyunculuk, tam anlamıyla canlı olma yaşantısı söz konusudur.
Gerçekten kendi senaryolarını yaşayanları güçlü coşkusal deneyimler bekler. Kırk yaşlarında, evli ve kocasını hâlâ seven
Chicago'lu bir kadın, aynca birlikte çalıştığı bir erkekle de yoğun bir duygusal ilişki içindedir. Adam da evlidir, bu nedenle birlikte geçirdikleri süre kısıtlıdır. Yılda birkaç kere birlikte çıkmayı başardıkları iş gezilerini iple çekerler. Bunlardan birisinde kadın, birkaç gün sonra, kayağa gitmeye karar verir. Adam kayakçı değildir ve ayrıca Boston'da işi vardır. "Kendi başıma gitmeye karar verdim," dedi. "Öğlenden sonra otobüse atladım. Vermont dağlarına tırmanırken yağmur yağmaya başladı. Greyhound otobüsünde oturup pencereden, geçtiğimiz küçük kasabaların ışıklarını izlediğimi hatırlıyorum. Kendim olabileceğimin, istediğimi yapabileceğimin ve sevilebileceğimin bilinciyle kendimi o kadar iyi hissettim ki ağlamaya başladım."
Özgürlüğe uyanan kadında coşkusal hareketlilik vardır. Onun için doyurucu olan şeylere yönelme ve doyurucu olmayan şeylerden uzaklaşma yetisine sahiptir.
Ayrıca, başarmakta da, yani hedefler belirlemekte ve başarısız olacağı korkusuna kapılmaksızın bu hedeflere ulaşmaya yönelik adımlar atmakta da özgürdür. Kendine güveni, hem yeteneklerini hem de sınırlarını gerçekçi bir şekilde değerlendirmesinden kaynaklanır. Başarmakta özgür olarak tanıdığım en ilham verici örneklerden birisi, Jean Auel'dir. (İlk romanı The Clan of the Cave Bear, çıkar çıkmaz bestseller olmuştu.) Burada, yaşamının dışsal olaylar tarafından belirlenmesine izin vermeyi reddeden birisiyle karşı karşıyayız. Bunun yerine, kendi yaşamını şekillendirme (ona bağımlı başkaları olmasına rağmen) sorumluluğunu üstlenmiştir.
Jean, on sekiz yaşında evlenir. Yirmi beş yaşına kadar beş çocuk yapar. Ev işlerine ek olarak Oregon, Portland daki evine yakın bir Tektronix tesisinde veri giriş operatörü olarak çalışmasının yanısıra, gece okuluna devam eder ve iş idaresi üzerine master derecesi alır. (Lisans derecesi yoktur.) Bu master derecesiyle, Tektronix'te, 8 milyon dolar alacak hesabından sorumlu mali direktörlüğüne getirilir. Ve kırkıncı yaş gününden birkaç ay sonra işi bırakır: bir roman yazmaya karar vermiştir.
Proje, kendini ilkel Neanderthals toplumunda bulan genç bir Cro-Magnon kızının öyküsü konusunda bir gece aklına gelen bir düşünceyle başlar. Jean Auel, elliden fazla kitap okuyarak ilkel insanlara ilişkin bilgi toplar. Daha sonra 450.000 kelimelik ilk taslağı yazar. Bunu yaparken bir şey öğrenir: roman yazma konusunda pek bir şey bilmiyordur. Bu nedenle tipik olarak kendini bu konuda okumaya kaptırır. Kızının kurgu yazma konulu ders kitabıyla başlar. Romanını tekrar tekrar yazar. Yayıncılar tarafından tekrar tekrar reddedildikten sonra, Portland yazarlar atölyesinde tanıştığı New York'lu bir menajere mektup yazar. Sekiz hafta sonra The Clan of the Cave Bear için 130.000 Dolarlık bir sözleşmeye imza atar.7
Burada, değişme rüzgârlarının yaşamı boyunca esmesine izin veren bir kadınla karşı karşıyayız. O, çalışmaktan, kendini acemi olduğu (onun için bilinmez, garip, yeni olan) alanlarda denemekten korkmayan bir kadındır. O, kendine inanan bir kadındır ve kendine inanmak herşeyin temelidir.
Öğrendiğim bir şey varsa o da, özgürlüğün ve bağımsızlığın, başkalarından (genelde toplumdan, ya da erkeklerden) alınamayacağı, sadece, yoğun emekler sonucu içeriden geliştirilebileceğidir. Buna ulaşmak için, kendimizi emniyette hissetmek amacıyla kelepçe gibi kullandığımız her türlü bağımlılıktan vazgeçmek zorundayız. Yine de bu alışveriş o kadar tehlikeli değil. Kendine inanan kadın, yetenekleri dışındaki şeylere ilişkin boş hayallerle kendini aptal yerine koymak zorunda değil. Aynı zamanda, usta ve hazırlıklı olduğu işlerle karşılaşınca geri de çekilmeyecektir. Böyle bir kadın gerçekçidir, ayaklan yere basar, kendini sever. Sonunda, başkalarını sevmekte de özgürdür, çünkü kendini sevmektedir. Bütün bunlar, özgürlüğe uyanan kadının bir özelliğidir.
Özgürlüğe Uyanış Notları:
1.Bu son bölüm, Karen Horney'in, nevrozun çekirdeğinde çatışmanın (karşıt itkilerin birbiriyle çatışması) yattığı teorisine dayanmaktadır. Örneğin öz-gizleyiciliğe ve aşırı sevgi ihtiyacına yönelik bir eğilim, taşkın, rekabetçi ve insanlardan uzak olmaya yönelik karşıt itkiyle çatışma halinde olabilir. Bana öyle geliyor ki bugün kadınların kendilerini içinde bulduğu durum kesinlikle budur.
2.Yine öyle gözüküyor ki Karen Horney’in kadına ilişkin psikanalitik görüşleri değiştirmek için çaba harcadığı Otuzlu ve Kırklı yıllarda da kadınlar bu durumdaydı. Horney, uluslararası düzeyde Freud'un kadın psikolojisi teorisine karşı çıkan ve bireyi ve toplumu, içsel ve dışsal güçleri, geçmiş ve şimdiki güçlerin belli bir etkileşimle (savunmalarıyla ve semptomlarıyla) kişiliği etkilediği holistik-dinamik bir teori geliştiren ilk saygın psikanalisttir (bkz. Horney'in Kadın Psikolojisi adlı kitabı).
1934 yılında yayınlanan "Sevginin Gözde Büyütülmesi" başlıklı makalesinde [bkz. Kadın Psikolojisi] Horney, kendisine gelen kadın hastalardan elde ettiği bulguların ışığında, "ataerkil bir toplumdaki" çağdaş kadının sorunlarını inceler. Birçok kadının, zorlanımlı ve aşırı boyutlarda "bir erkeği sevme ve onun tarafından sevilme" arzusuna sahip olduğunu farkeder. Bu kadınların, erkeklerle sağlıklı ve kalıcı ilişkileri yoktur, iş yaşamında ketlenme yaşarlar, ilgileri zayıflamıştır ve birçok durumda kendilerini kaygılı, yetersiz, hatta çirkin hissederler. Bazı durumlarda zorlanımlı başan itkileri geliştirirler, ama bu itkiye uygun çabalar ortaya koymak yerine, bu hırsı birlikte olduklan erkeğe yansıtırlar.
"Nevrotik Sevgi ihtiyacı" başlıklı bir makalesinde ise (Kadın Psikolojisi' nde) Horney, bu görüşleri geliştirerek, sağlıklı ve kendiliğinden sevgi ihtiyacıyla zorlanımlı sevgi ihtiyacı arasındaki farkları inceler.
Feministler Karen Horney'e kucak açmıştır, çünkü Horney, Freud'un penise imrenme teorisini sorgulamıştır. Ayrıca, nevrozun nedenleri söz konusu olduğu ölçüde, eski çocuksu itkilerin zemin hazırladığı mevcut yaşam durumlanna ve yıkıcı tutumlara daha büyük bir ağırlık vermiştir. Sonuçta Horney'in nevroz teorisi, Freud'un teorisinden çok daha yapıcı ve iyimserdir. Nevrozun ortaya çıkmasının da, devamının da nedeni kendimiziz, bu nedenle hepimizin içinde, bundan kurtulacak araçlar ve güç mevcuttur. (Bkz. Nevrozlar ve insan Gelişimi: Öz-Gerçekleştirme Kavgası adlı son kitabı.)
2.Horney, çatışmalar çözülmediği taktirde kişiliğin çeşitli "zayıflamalara" maruz kaldığını göstermiştir: bir gerilim duygusu; ahlak bütünlüğündeki bir bozulma (ve bunun yerini sevgi aldatmacası, iyilik, gerçek sorumluluk aldatmacası gibi bilinçsiz aldatmacaların korunmasını sağlayan "düzmece ahlakın" alması); ve umutsuzluk duygusu. Burada umutsuzluk, kişinin, dışsal koşulların değişmesinin gerçekte işe yaramayacağını bir anlamda bilmesinden kaynaklanmaktadır. Kişinin kendini çatışmalardan kurtarması imkansız gibi gözükür. Umutsuzluk, devam eden bir kronik karamsarlık, depresyon, ya da hayal kırıklığına karşı aşırı duyarlılık olarak algılanır.
3.Nevrotik bir çatışmanın tepeden tırnağa analiz edilmesi sürecinin içerdiği aşamalar, Horney’in Ruhsal Çatışmalarımız adlı kitabında adım adım anlatılmıştır.
4.Simone de Beauvoir’nın yaşamının bu dönemine ait öykü ve notlar, The Prime of Life'tan (1976) alınmıştır.
5.Horney, Ruhsal Çatışmalarımız.
6.Pearl Primus alıntısı, 18 Mart 1979 tarihli Nezu York Times'ta yayınlanan bir köşe yazısından alınmıştır.
7.Gerald Jonas, "Behind the Best Sellers," New York Times Book Reviezv, 26 Ekim 1980.
Sh: 226-253
Kaynak: Collette Dowling, THE CINDRELLA COMPLEX: Women's Hidden Fear of Independence, Türkçesi: Selçuk Budak, 1992, Ankara.
Diğer Kaynak: Dişilik Kompleksi / Colette Dowling; haz. Yıldıran Bozkurt ; çev. Sevin Okyay

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar