Siyaset ve Ahlak
Ahlak
kelimesi, bir insanın yaradılışı gereği gerçekleştirdiği davranışı dile getiren
Arapça hulk’un çoğulu olup huylar, seciyeler anlamına gelir. İngilizcede moral,
morality bu anlamda kullanılır ve ahlak bilimine ethics, etik denir.
Ahlak;
“belli bir toplumun belli bir döneminde bireysel ve toplumsal davranış
kurallarını saptayan ve inceleyen bilimdir”.
Ahlak
kavramı en ilkel toplumlardan beri var olan bir kavramdır. Bu anlamda toplumsal
hayatın her alanında kendi kurallarını koyar. Ahlak, insan topluluklarında
bireylerin törelere uygun davranışlarını düzenleyen kuralların, yasaların
toplamıdır. Başka bir tanımda ise; bir kişinin, bir grubun, bir halkın, bir
toplumsal sınıfın, bir ulusun, bir kültür çevresinin vb. belli bir tarihsel
dönemde, yaşamına giren ve eylemlerini yönlendiren inanç, değer, norm, yasak ve
tasarımlar topluluğu ve ağıdır.
Etik kavramı ise 2500
yıllık bir geçmişe sahip felsefe disiplini olan, günümüzde tanımlanması en zor
terimlerin başında gelmektedir.
Felsefenin bir dalı olarak
baktığımızda Felsefe Terimleri Sözlüğü’nde ahlak felsefesi, Türk Dil Kurumu
Sözlüğü’nde ise töre bilimi, bir meslek grubunun uymak zorunda olduğu
davranışlar bütünü ve etik bilimi olarak ifade edilmektedir.
Yunanca’da gelenek ve
alışkanlığı ifade eden “ethos” sözcüğünden türetilen etik, “töre”,
“gelenek” anlamına geldiğinden törebilim olarak da adlandırılmaktadır.
Günümüz literatüründe
etikle ilgili çeşitli tanımlar yapılmıştır. Bir grup görüş “bir bireyin
izlemesi gereken ahlaki standartlar ve kurallar” şeklinde tanımlarken, sonraları
etik, “bireylerin doğru olarak nasıl davranacağını açıklayan ve tanımlayan
ilkeler, değerler ve standartlar sistemi” olarak ifade edilmiştir. Etik,
ahlakî standartların hayata uygulanışının ve mantıklı olup olmadıklarının
sorgulanması, akıl yürütme sürecidir.
Etik
ve ahlak kavramları arasındaki fark birçok kişi tarafından bilinmemektedir. İyi
ve kötü, doğru ve yanlışa ait ilkeler ahlakı oluştururken, insanların karar ve
hareketlerini yönlendiren ve bunların ahlaki bir temele göre iyi veya kötü ya
da doğru veya yanlış olup olmadığının belirlenmesi etik olarak tanımlanmaktadır
Ahlakı
sistematik biçimde inceleyen dal, felsefenin bir dalı olan etiktir. Tabii ki
her toplumda nasıl davranmamız gerektiği ile gerçekte nasıl davrandığımız
arasında bir ayrışma vardır; yani hipotetik bilgelik ile gerçek ahlak arasında
bir fark mevcuttur. Etik, çeşitli soru ve sorunları sorar ve bunları inceler.
Etikte ahlaki davranışların bilimsel
açıklaması vardır. Etik, ortaya çıkan olay ya da olguların nedenini, “niçin doğru”
şeklinde sorular yönelterek davranışlarımız üzerine ifadeler üreten, denetleyen
ve temellendiren bir felsefe alanıdır. Böylece etiksel tepkiler, bireysel ve
ortak davranışların bütün alanlarını kapsayarak, kendisini davranışların koşulu
olarak ortaya koyar”
Siyaset
-genel nitelikleriyle- iktidarı yani başkalarına emretme ve onların
davranışlarını kendi istek ve arzularına göre belirleme gücünü ele geçirme
çabasıdır. Bir toplumsal hayatta en üstün emretme gücünü ele geçirme amacına yönelen
eylemler bütünü olarak siyaset; temelde iktidarı elde etme, iktidarda mümkün
olduğu kadar daha uzun zaman tutunma ve iktidarı tüm toplum üyelerini
kapsayacak şekilde kullanma mücadelesi ve yöntemi olarak betimlenebilir
Siyaset
kavramı üzerine birçok değerlendirmeler yapılmakta, değişik yorumlarda
bulunulmaktadır. Bu bakış açılarından birine göre siyaset, toplumdaki farklı
sosyal sınıflar, çıkarlar ve taleplere sahip bireyler arasındaki paylaşım ve
bölüşüm mücadelesidir. Bunun nedeni toplumdaki kaynakların kıt olması ve
paylaşılma çabası bu çatışmanın nedenini oluşturmakta, paylaşımı
kolaylaştırmanın yolu ise iktidara sahip olmaktan geçmektedir.
Siyasetin insanı erdemli bir varlık düzeyine yükseltmek amacı güden ahlak
alanıyla yıldızının pek barışık olduğu söylenemez. Çünkü siyasetin doğası
vazife kavramı üzerinde değil menfaat kavramı üzerinde oturmaktadır. Ancak bu siyasetin ahlak dışı bir alan olduğu anlamına da gelmemektedir.
İnsan davranışları, hangi alana yönelik olursa olsun, temelde ahlak ve değer
bağımlı davranışlardır. Siyaset alanında bu bağımlılığın derecesi gevşemekte ve
toplum tarafından da kabul edilebilir olarak görülmektedir.
Etik ne ahlakileştirme, ne ideolojiye dönüştürme ne de
dünya görüşü ortaya koyma gibi bir amaca sahiptir. Konusuna yani ahlaki
eylemlere belirli bir yöntem kullanarak yaklaşmaktadır. Felsefenin alt dalı
olarak etik, nasıl yaşamalıyım, iyi nedir, kötü nedir gibi sorulara cevaplar
arar. Felsefenin bütünsel bakışı çerçevesinde bu sorular, tüm insani eylem
alanlarını, siyasal olanları da kapsayacak şekilde genişletilebilir. Bu açıdan,
birey ile müdahil olduğu tüm müşterek (kolektif) oluşumlar (toplum, topluluk,
dernek, ev, işyeri…) arasındaki ilişkide ortaya çıkan siyaset de, insani bir
eylem olması nedeniyle, etik ile iç içedir. Günümüz siyasal alanında, varlığını
inkâr edemediğimiz meseleler olarak sayabileceğimiz yabancılaşma, siyasetten
soğuma, kamusal alanın daralması gibi sorunların hepsi modern etik anlayışla
bağlantılıdır. Modern yaşamın kapsamındaki bireyselleşme, beraberinde etik
çeşitlenmeyi getirmiş ve bu çoğulluk, ekonomiden siyasete, toplumsal yaşamdan
zihniyete kadar çeşitli alanlarda kriz olarak tezahür etmiştir.
Siyasi
etikte en önemli siyasi görevi üstlenen siyasi liderin etik ilkeleri şu şekilde
sıralanabilir: dürüstlük, doğruluk, sözlerini tutmak ve güvenilirlik, bağlılık,
adaletlilik, diğer kişiler ile ilgilenmek, başkalarına saygı duymak, kanun
kurallarına uymak, üstünlüğe bağlılık, liderlik, sorumluluk.
SİYASÎ
TERCİHLERDEKİ DEĞİŞKENLER
1.
Makyavelizm,
2.
Idealizm,
3.
Rölativizm,
4.
Siyasi
etik ve siyasi duruş
5.
Demografik
(Nüfus bilimiyle ilgili) özellikler.
Makyavelizm, “bir
bireyin amaçlarına ulaşabilmesi noktasında diğerlerine hile karıştırarak ustaca
idare etmesinin en azından bir ya da daha fazla sayıda ahlak dışı yolunu ifade
eden olumsuz bir sıfat ya da tanıtıcı ifade” olarak tanımlanmaktadır. Bu
nedenle, tanıma bağlı kalındığında, bir kişi ne kadar fazla Makyavelist ise, o
kadar fazla etik dışıdır demek doğru bir yargı olacaktır.
İdealizm, hangi
davranış şeklinin gösterilmesi gerektiğinin belirlenmesi noktasında,
yaratılışın doğası geregi söz konusu davranış şeklinin doğru olup olmadığına
odaklanmaktadır. Rölativizm ise, genel kabul görmüş ahlaki ilkelerin yadsınması
olarak ele alınabilmekte ve davranışların olası sosyal sonuçlarına
odaklanmaktadır .
Etik konum, İdealizm ve
Görecelilik olmak üzere iki boyuttan oluşmaktadır. Kişisel etik felsefelerinden
idealizm, kişilerin etik yargılar geliştirirken genel kabul görmüş etik
kurallarına bağlı kalma düzeyini belirtirken, görecelilik ise kişilerin ahlaki
yargılar geliştirirken genel kabul görmüş etik kurallarını benimsememe düzeyini
belirterek, etik davranışları, durumsal ve kişilere göre değerlendirme eğilimi
göstermektedirler
Demografik özellikler insanların
yapısına ve sahip bir siyasî talepleri ile ciddi farklılıklar göstermektedir.
Aynı şekilde, eğitim seviyesi, düşük bir siyasî sunum ve stratejileri arasında
da tabii olarak bazı farklılaşmalar gözlenebilecektir.
İBN HALDÛN VE MACHİAVELLİ İLE REALİZM VE İDEALİZMİN
SENTEZİ
İbn Haldûn’un bir realist olduğu gerçek
olmakla birlikte, onda idealizmin hiç bulunmadığını söylemenin abartılı
olacağını savunan N. Schmidt’e göre, şayet o nun görüşlerinde idealist bir
boyut bulunmasaydı, daha yüksek bir ahlâkî düzene yapılan hiçbir atıfa, mevcut
kurumların “ideal” nitelikteki taleplerle olan uyumsuzluğuna tesadüfen bile
olsa yapılan hiçbir telmihe rastlanmaması gerekirdi. Oysa İbn Haldûn, mesela
köleliğin insanın onurunu alçalttığını ve “tabiata aykırı olduğunu”
söylemektedir. Gerçekten de, düşünüre göre, Allah tarafından yeryüzünde halife
olarak yaratılmış olmasından dolayı insan, tabiatı itibariyle, hâkim ve başkan
konumundadır.
Benzer şekilde İbn Haldûn’daki realizm ve
idealizm birlikteliğine işaret eden Baali ile Wardi’ye göre de, düşünürün
özgünlüğü, Machiavelli’in aksine, “ideal”in politik ve sosyal yaşamdaki önemini
gözardı etmemekle birlikte, siyasal ve toplumsal teorilerini geçmişin ya da
geleceğin idealine değil, yaşanan anın gerçekliğine dayandırmış olmasından
kaynaklanmaktadır. Bu hususun İbn Haldûn’la Machiavelli arasındaki gözardı
edilmemesi gereken temel bir fark olduğunu ileri süren Baali’ye göre,
Machiavelli realizm için idealizmi reddederken, İbn Haldûn ikisini de kabul
etmektedir. İbn Haldûn için, “olması gereken”, “olan” kadar geçerlidir; fakat
bu ikisi birbirine karıştırılmamalı, kendi alanları içinde
değerlendirilmelidir. Khalidi’ye göre ise, İbn Haldûn’un analizi “din” ile
“güc”ü bir araya getirmekte, bir başka deyişle realite ile normatif boyutu
birlikte içermektedir. Nitekim düşünür, bir devlet için refah ve zenginliğin
ancak uygarlığa özgü çalışmaların (imâret) gerçekleştirilmesiyle, bunun
da ancak yönetimin halka zulmetmemesi anlamına gelen adaletle (‘adl)
mümkün olacağını ileri sürmektedir.
F. Clement ile J. F. A.’ya göre de, İbn
Haldûn’un yaklaşımı çerçevesinde, “ideolojileri oluşturan ahlâkî alışkanlıklar
iktidarın tabiatını belirlemekte” ve “İbn Haldûn, ahlâkçı bir amacı
korumaktadır”. İbn Haldûn’da ahlâk fikri, onun toplum felsefesi ve görüşü
içinde yer alır ve tarihsel “gerçeklik”le ilişkilidir, felsefecilerde olduğu
gibi teorik bir soyutlama değildir. Nitekim İbn Haldûn, siyasetin temelinin
“adalet” olması gerektiğini, bir devletnin düzenini, istikrarını ve güvenliğini
en fazla tehdit eden hususun zulüm olduğunu vurgulamaktadır. Ona göre, çeşitli
haksızlıklar, dayanılmaz vergiler, angaryalar ve müsadereler, resmî kurumların
yozlaşmasına ve devletin güç kaybına uğramasına yol açar. Her halükârda zulüm,
umrânın (sosyal ve ekonomik düzenin) harap olmasına, gerilemesine ve
yıkılmasına yol açacağı gibi, yönetimin halka karşı aşırı sert ve baskıcı
politikalar izlemesi de devlet kurumuna zarar verir ve genellikle pekçok
siyasal ve idarî aksaklıklara yol açar. Yöneticilerin en temel görevi, yönetilenler
arasında adaleti sağlamaktır. Adalet birkaç anlama gelmektedir: Birincisi istikâmet
(doğruluk üzere olmak), ikincisi denge (muvâzene) ve eşitlik (musavat),
üçüncüsü ise gerçek ve doğru (hak) ile hükmetmektir. Üstün ahlâkî
hasletlerle devlet otoritesinin istikrarı ve sürekliliği arasında doğrudan bir
ilişki vardır; yerilmiş işleri yapmak devletin yıkılmasına yol açarken, övülen
işlerde yarışmak da devletin güçlenmesine katkıda bulunur.
Bununla birlikte, pekçok sosyal bilimci ve
Uluslararası İlişkiler uzmanının özellikle İbn Haldûn’un realizmine dikkat
çektikleri görülmektedir. Örneğin Kalpakian’a göre, İbn Haldûn’u belirli bir
sınıfa dahil etmek gerektiğinde, onu Modelski gibi bir realist, hatta
modern öncesi dönemin en sistematik ve kapsamlı realisti olarak görmek
mümkündür. Çünkü, İbn Haldûn’un herhangi bir hareketin dinsel doğruluğunu
değerlendirme standardı ya da ölçütü, onun askerî başarı ya da
başarısızlıklarıdır. Şayet isyana kalkışan ya da teşvik edilen kabile sonuçta
yenilmişse, İbn Haldûn’a göre onların çağrı ya da daveti hatalı ya da haksız
olmalıdır. Ancak bu değerlendirme, İbn Haldûn’un yaklaşımının bir bütünlük
halinde ele alınmamasından kaynaklanan bir yanlış anlamaya dayanmaktadır.
Düşünür, askerî başarı ya da başarısızlığı son tahlilde asabiyete
bağlamaktadır. Ona göre, dinî bir davet, bir başka deyişle dinî esaslara dayalı
bir siyasal propaganda ve faaliyet, haklı tezleri savunsa ve iyi niyet ve
samimiyete dayansa bile, asabiyetin gücünden yararlanmaksızın başarıya
ulaşamaz. Şayet etrafına topladığı insanlarla bir devlete karşı ayaklanan bir
şahıs haklı bir gerekçeye (davete, davaya) sahipse, asabiyete dayanmaması
durumunda kendisini sadece helâke sürüklemiş olur. Bu durumda başarısızlığının
nedeni “haksızlığı” ya da davetinin yanlış oluşu değil, asabiyete dayanmaktan
mahrum oluşu, bir başka deyişle güçsüzlüğüdür.
Bununla birlikte, düşünüre göre, bu
şekilde haklı bir dava iddiasıyla ortaya çıkanların gerçekte önemli bir
bölümünün asıl amacı baş olmak, makam ve mevki kapmaktır. Alışılagelmiş
yollardan bu emellerine ulaşmaktan âciz kaldıkları için böylesi yollara
başvurmakta, daha açık bir ifadeyle “çıkar”larını “ideal”lerle maskelemekte,
idealist söylemleri kamuflaj olarak kullanmaktadırlar. Bu şekilde hile
yapanlar, sahtekârlık ve zulümlerinin cezası olarak başarısız olmayı hak
etmektedirler; anarşi, kargaşa ve teröre yol açtıkları, kan dökülmesine (herc
ve fitne) sebep oldukları için de öldürülmek veya dövülmek suretiyle
cezalandırılmaları gerekir. Bu noktada düşünürün, realist Uluslararası
İlişkiler teorisyenlerinin bakış açısını tümden reddetmemekle birlikte,
bütünüyle onaylamaktan kaçındığı görülmektedir. Nitekim, “her çeşit politikanın
güç elde etme amacına yönelik olduğunu” savunan Morgenthau, haklı-haksız,
samimî-sahtekâr ayırımı yapmadan, ideolojilerin ve idealist söylemlerin güç
kazanma tutkusunu gerek “oyunculara” ve gerekse “seyircilere” psikolojik ve
moral açıdan daha kolay kabul edilebilir şekilde göstermeyi hedeflediklerini
ileri sürmektedir. Ona göre, ideoloji ile kamufle etmeksizin samimî bir şekilde
amacının kuvvet elde etmek olduğunu ve bu nedenle de diğer ulusların aynı
konudaki isteklerine karşı koyacağını açıklayan bir ulus (veya lider),
kendisini bu konuda büyük ve hatta ezici bir dezavantaj içinde bulacaktır. Ayrıca,
bu dürüstlük, söz konusu kitlenin, bahis mevzuu politikasını eskisi kadar
şevkle ve vicdan huzuru içinde izlemesine engel olabilir. Halkı belirli bir
politika veya hareketi desteklemeye çağırabilmek için, adalet gibi moral
ilkelere atıfta bulunan bir ideolojik söyleme ihtiyaç vardır. Bu noktada İbn
Haldûn, Morgenthau’nun dile getirdiği realist bakış açısını yadsımamakla
birlikte, yaklaşımında idealist bir boyutu bulundurmaya devam etmekte,
haklı-haksız, samimî- sahtekâr ayırımı yapmayı gerekli görmektedir. Ona göre,
haklı bir nitelik taşıdığı halde başarısızlıkla sonuçlanan siyasal hareket ya
da isyanlardan birini, Hz. Hüseyin’in Emevî halifesi Yezid’e karşı sergilediği
ayaklanma oluşturmaktadır. Düşünüre göre, Hz. Hüseyin, Yezid’e karşı isyan
etmenin, bunu yapmaya gücü yeten için bir görev olduğunu düşünmekte haklıydı.
Onun taşıdığı haslet ve vasıfların, kendi düşündüğünden daha iyi bir düzeyde
bulunduğu, bir başka deyişle haklı ve samimî olduğu bir gerçekti, fakat kişisel
“ehliyet”le gücü (şevket) karıştırdığı için yanılmıştı. Fakat bu,
dünyevî bir hata (galât) idi. Dinî (şer ’î) ya da hukukî açıdan
hüküm onun zannına (içtihadına) bağlıydı ve o, gücünün (kudret) buna
yeteceğini düşündüğü için dinî bakımdan hatalı değildi.
Böylece, son tahlilde realist bir yaklaşım
sergileyen İbn Haldûn’a göre, isyan etmek “insanın doğası”nda vardır; fakat bu,
savaşmayı gerektirir ve savaşta başarı için de öncelikle bir asabiyete
dayanılıyor olunması zorunludur. Düşünürün “insan doğası”na atıfta bulunması
önemlidir, çünkü günümüzde, belirli bir “insan doğası” anlayışının, toplum
teorileri açısından vazgeçilmez bir unsur olduğu öne sürülmektedir. Ancak İbn
Haldûn, insanın doğasına ilişkin görüşleriyle realistlerden “kısmen”
ayrılmaktadır. Düşünüre göre, insanın kesin olarak “iyi” ya da “kötü” bir
doğasından söz edilemez, fakat her insan, iyilik ya da kötülüğe yönelmesini
sağlayacak, bu ikisi arasından tercih yapmasına imkân veren bir doğaya
sahiptir. İnsan, ilk yaratılışı (fıtrat) üzere olmaya devam ettiği
sürece, iyiliği de, kötülüğü de benimsemeye elverişli halde kalır. Ancak İbn
Haldûn, insanın, “yaratılışının (fıtrat) aslı ve akıl ve mantığının gücü
sayesinde, hayırlı özelliklere kötü niteliklerden daha yakın” olduğunu
söylemektedir. İnsanda var olan “tecrübî akıl” ve düşünme özellikleri, onun
çirkin ve kötü şeyleri anlamasını ve kötülükler yerine iyilikleri, çirkin işler
yerine güzel davranışları tercih etmesini sağlar. Bununla birlikte, dinin
hükümlerine iktidâ suretiyle halini güzelleştirmek yerine doğasından
kaynaklanan alışkanlıklarına kendisini kaptırırsa kötülük ona daha yakın olur.
Baeck’in belirttiği gibi, İbn Haldûn’a göre, saf aklın egemenliği evrensel veya
kategorik olarak zorunlu değildir, doğal sınırlara sahiptir. İnsanı sadece
iyiliğin bilgisi değil, aynı zamanda güç arzusu ve refah tutkusu gibi maddî
emeller de harekete geçirir. Bununla birlikte hırs ve rekabet dürtüsü ile
konfor tutkusu, güç ve lükse yönelik ihtirasla birlikte, insanın ve toplumun
bütünüyle yıkımına yol açan bir dejenerasyona neden olur. “Bu, İbn Haldûn’un
‘realist’ felsefesinin çekirdeğidir”. Ancak bu, aynı zamanda, dejenerasyonun
nedenlerinin olumsuz ahlâkî özelliklerle ilişkilendirilmiş olması nedeniyle,
düşünürün realist felsefesinde normatif nitelikte ve idealizm anlamına gelen
bir boyut bulunduğunu göstermektedir.
Bununla birlikte, İbn Haldûn’un sosyal
konulardaki yaklaşımını salt “tabiat” ve “insanın tabiatı/doğası” kavramları
çerçevesinde ele almak, onun yaklaşımını indirgemeci bir bakış açısıyla
sınırlandırmak anlamına gelecektir. el-Husrî’nin ifade ettiği gibi, İbn Haldûn fıtrat,
hidayet ve ilham kavramlarını da kullanmakta ve bunlarla bugün
bazen “tabiat”, bazen de “içgüdü” dediğimiz özelliğe işaret etmektedir. Ancak,
bunların yanı sıra fikir ve siyaset kavramlarını da kullanmakta
ve böylece günümüzde “akıl” ve “zekâ” olarak isimlendirdiğimiz özelliklere de
dikkat çekmekte, toplumsal yaşam ve devlet egemenliği açısından insanla
hayvanlar arasında var olan farkları insanın tabiatına değil, fikir
faktörüne bağlamaktadır. Böylece İbn Haldûn fikre, akla ve “irade”ye dayanan
davranışlarla içgüdüye ve zorunluluğa dayanan davranışları birbirinden
ayırmaktadır. el-Husrî’ye göre, düşünür “İnsan davranışlarının kaynağı tabiat
değil, fikir ve muhakemedir” derken bu hususu vurgulamış olmaktadır.
Bu nokta, İbn Haldûn ile Machiavelli ve
Hobbes gibi Batılı düşünürler arasındaki temel farklılıklardan birini
oluşturmaktadır. Ancak, konu hakkında farklı bir kanaate sahip olan Arslan,
insanın doğası ile ilgili olarak İbn Haldûn’un, aynı düşünce geleneğini paylaştıklarını
ileri sürdüğü Hobbes ve Machiavelli kadar kötümser olduğunu ileri sürmektedir.
Çünkü İbn Haldûn şöyle demektedir: “İnsan zalimdir; nerede adil bir insan
görürsen aldanma, bunun mutlaka bir sebebi vardır.” Gerçekte bu ifade,
düşünürün, insanın doğası itibariyle içsel veya dışsal bir sebeple adil de
olabileceğini kabul ettiğini göstermesi itibariyle, onun iyimser bir bakış
açısını herşeye rağmen koruduğunu ve Hobbes ile Machiavelli gibi isimlerin
yaklaşımlarını bütünüyle benimsemediğini ortaya koymaktadır. İbn Haldûn için,
insanın doğası bütünüyle kötü değildir; insan iyiliğe de, kötülüğe de
yatkındır. Ona göre, insanın abiatında iyilik ve dürüstlüğü sevme ve arzulama
duygusu mevcuttur. Kötülükler, insanda mevcut olan hayvanî (canlılara özgü) kuvvetlerden
ileri gelir, fakat o, “insan” olduğu için aklı ve düşüncesi sayesinde iyiliğe
daha yakındır. Ayrıca insan, sahip olduğu “tecrübî akıl” ve düşünme özellikleri
sayesinde çirkin ve kötü şeyleri farkedebilmekte ve kötülükler yerine
iyilikleri, çirkin işler yerine güzel davranışları tercih edebilmektedir. Buna
karşılık, realizmin modern çağdaki ilk temsilcisi kabul edilen Machiavelli’e
göre genelde tabiat, özelde de insanın doğası değişmez. Tabiat güçleri hep aynı
kalır ve tabiatın düzeninde değişiklik görülmez. Benzer şekilde insanın tabiatı
da değişime açık değildir, insan sadece şartlar onu buna zorladığında değişmiş
gibi görünür. İbn Haldûn’a göre ise, tabiatın yasalarının değişmezliğine
karşılık, insandaki özellikler maddî ve manevî şartlara göre farklılık
gösterir. Bazen iyi, bazen da kötü hasletleri baskın hale gelebilir. Çünkü, İbn
Haldûn’a göre insan, son tahlilde tabiat ve mizacının değil, “imkânları ve
alışkanlıklarının çocuğu”dur. İnsanın alıştığı durumlar giderek onun tabiatı ve
karakterinin yerini alan birer huy, meleke ve âdet hâlini alır. Bununla
birlikte, zulüm ve düşmanlık, insanın özellikleri (ahlâku’l-beşer)
arasında yer almaktadır. Fiiliyatta insanların çok büyük bir çoğunluğunun (el-cemmu’l-ğafîr)
kötülüğe yakın olduğu görülür. Düşünürün, insanların “çok büyük bir
çoğunluğunun” kötülük üzere olduğunu söyleyerek “bütün insanlar”a kötülük isnat
ve izafe etmekten kaçınması, Machiavelli ile Hobbes’tan ayrıldığı noktayı
oluşturmaktadır. Anderson’a göre, İbn Haldûn’un insanı, ne tabiatın çocuğu ne
de kültürün efendisidir, dünyevî olanın yaratığı ve yaratıcısıdır. Böylece İbn
Haldûn’un yaklaşımında “insanın doğası” değişmez bir belirleyici faktör
olmaktan çıkmakta, değişebilir bir öğe olarak kendisini göstermektedir. Bu
anlayış, insan doğası gibi varsayımlara dayanmaksızın, uluslararası aktörlerin
amaçsal davrandıkları ve pragmatik bir bakış açısıyla yaptıkları analizler
sonucu uluslararası alanda stratejik seçimlerde bulundukları varsayımını
benimseyen “stratejik seçim” yaklaşımını akla getirmektedir.
Bununla birlikte İbn Haldûn’un, Fârâbî
(870-950) gibi filozoflar tarafından dile getirilen “medenî siyaset” (es-siyasetu’l-medeniyye)
ile ilgili eleştirilerinde tamamen realist bir yaklaşım sergilediği
görülmektedir. Düşünüre göre, medenî siyaset ile, her bireyin, kişisel
özellikleri ve ahlâkı bakımından toplum içinde nasıl olması gerekiyorsa
kendiliğinden öyle olması ve böylece siyasal otoriteye ihtiyaç duyulmaması
kastedilmektedir. Böyle bir toplumu “erdemli şehir”, orada riayet edilen
kanunları da “medenî siyaset” olarak adlandırmaktadırlar. Burada siyaset
kavramının içi boşalmaktadır, çünkü toplumun kamu yararına göre “yönetilmesini”
ifade etmemektedir. İbn Haldûn’a göre, “erdemli şehir” sadece bir farâziye
olarak konuşulan, ender gerçekleşecek veya hiç meydana gelmeyecek birşeydir.
Aynı mantıkla Fârâbî’nin yazdıklarının metafizikten başka birşey olmadığını
söyleyen Dimitri Gutas, İslâm dünyasında, Mukaddimemden önce Arapça
yazılmış bir siyaset felsefesi eseri bulunmadığını ileri sürmektedir.
Fârâbî’nin siyasal fikirlerinin spekülatif
karakterine dikkat çeken Walzer, İbn Haldûn’un gözleme dayanan gerçekçiliği
üzerinde durmaktadır. Bununla birlikte Walzer, İbn Haldûn’un güç (power)
vurgusunun Machiavelli’ninki ile karşılaştırılmasının konunun gerçek özünü
belirsiz hale getirmek olacağını savunur.
Çünkü, Hegel ve Morgenthau gibi
realistlerden farklı olarak, İbn Haldûn’un hiçbir yerde güce, gücün hatırı için
tapınmadığını akılda tutmak gerekir. Ne var ki, İbn Haldûn’un realizmine vurgu
yapan isimler, genellikle onu, siyasal realizmin “kurucu babası” olarak görülen
Machiavelli ile karşılaştırmaktan geri durmamışlardır. Mukaddime nin,
siyasal güç ile otoritenin mükemmel bir sosyolojik incelemesini ortaya
koyduğunu belirten Hudson, birçoklarının onu Machiavelli ile kıyaslamış
bulunmasına dikkat çekmekte ve ortak noktaları sıralamaktadır: Her ikisi de,
insan davranışının nesnel gerçekliğiyle ilgilinen birer pozitivisttir ve her
ikisi de, kendilerini, yürürlükteki teolojik bakış açılarından kurtarmayı başarmışlardır.
Onların yazıları XX. yüzyıl okuruna esrarlı bir modernlik duygusu verir.
Waardenburg ise, her iki düşünürün, daha önce büyük ölçüde keşfedilmemiş halde
bulunan yeni bir araştırma ve bilgi alanını, “politik bir varlık olarak insan”ı
keşfettiklerini ileri sürmektedir. Stowasser’ya göre de, İbn Haldûn’da görülen
realizm, politika bilimini insan deneyiminin gerçeklikleri temeline dayandıran
Machiavelli’in düşüncesinin de ayırıcı özelliğidir. Her ikisi de, tarihsel
durumları, bireylerin çatışması olmanın ötesinde onları buna sevkeden güçlerin
altını çizerek açıklamaya çalışmış, tarih bilimine, politik eylemin bir rehberi
olarak “fayda”sını gözönünde tuturak yönelmişlerdir. Ayrıca her iki düşünürün,
dinin grup ve milletlerin politik yazgıları üzerindeki etkisi ve rolüne ilişkin
yaklaşımları arasında açık benzerlikler vardır. E. Rosenthal de, dinin,
asabiyet olmaksızın tek başına insanları etkileme ve onların itaatlerini
sağlama gücünden yoksun olduğunu, siyasî işlerde olduğu gibi dinî meselelerde
de ancak fiilî güçle desteklenen bir otoritenin başarı sağlayabileceğini
belirten İbn Haldûn gibi Machiavelli’in de, Prens' de, “Sadece, yetenek
ve gücü olan fethe çıkmalıdır” demiş olmasına dikkat çekmektedir. Yine E.
Rosenthal’e göre, Machiavelli’in, “Bütün silahlı peygamberler zafer
kazanırlarken, silahsızlar ise ortadan kayboldular” şeklindeki sözü, İbn
Haldûn’un “Asabiyet olmadan davet (dinî çağrı ve siyasal propaganda) başarıya
ulaşmaz” şeklindeki düşüncesinin değişik bir ifadesidir. İki düşünürün “talih” konusundaki
görüşleri de aynı gerçekçiliği yansıtır. İbn Haldûn’a göre, talih ve şans,
tarihsel değişimi etkileyen hileler ve semâvî işler (beklenmeyen tabiat
olayları) gibi “gizli sebepler”dendir. Machiavelli’e göre de, insan
eylemlerinin yarısının efendisi talihdir, diğer yarısı da insanın bizzat kendi
gücününün otoritesi altındadır. Ona göre talih, “tahmin edilemeyen ve
öngörülemeyen tabiat” ve bilinmeyen güçlerin etkisinden başka birşey değildir.
Ancak, iki düşünürün yaklaşımlarındaki
realizm niteliği taşıyan benzerliği son derece olumsuz ifadelerle konu
edinenler de bulunmaktadır. İbn Haldûn’un “gerçekçi iyimserlik” değil,
“kötümser çıkarcılık” temeline dayanan bir teorinin kurucusu olduğunu ileri
süren Hüseyin Hatemi’ye göre, o, İslâm kültür çevresinin “daha kurnaz ve
bilgili” bir Machiavelli’idir. Uludağ’a göre ise, her ikisi de yapılan
mukaveleler ve kurulan dostluklar çerçevesinde ahde vefayı, hatır saymayı ve
sadâkatı pek tanımazlar. Bu gibi şeyler onlar için maksada ulaşmayı temin
ettiği sürece değer ifade eder. Kamu yararının gerekli kıldığı durumlarda,
olduğundan başka türlü görünmeyi caiz görür, ahlâkî kaidelerin elastikiyetine
inanırlar. Machiavelli aşırı, İbn Haldûn ise “mutedil bir şekilde ‘gaye
vasıtayı meşru kılar, maksat vesileyi mubah hale getirir’, diye düşünürler”.
Machiavelli’in “ahlâkı siyasetten ayırdığı” bilinmekle birlikte, İbn Haldûn söz
konusu olduğunda bütün bu değerlendirmelerin tamamen yanlış olduğu
görülmektedir. Nitekim E. Rosenthal, devlet çıkarına olan siyasî gereklilik (necessita)
fikrinin Machiavelli’i şiddet, ihanet, imandan dönme ve hatta cinayet gibi
ahlâken kınanan eylemlere göz yummaya sevk etmesine karşılık, İbn Haldûn’un
bütün bu tutumların kötülüğüne vurguda bulunduğunu ve yolaçacakları zararın
dönüp dolaşıp yalnızca faillere değil bir bütün olarak devlete geri geleceğini
savunduğunu hatırlatmaktadır. Machiavelli de “bu eylemlerin kötü olduğunu kabul
etmekle birlikte”, İtalya’nın birliğini sağlaması umuduyla öğüt veren bir
siyasî aktivist ve reformcu olarak onları “devlet için” yararlı ve bu sebeple
meşrû görmekte, buna karşılık İbn Haldûn ise sadece gözlem yapmakta, teşhiste
bulunmakta ve bir uygarlık tarihçisi olarak bunlardan sonuçlar çıkarmaktadır.
İbn Haldûn’un insanlığı bir toplumbilimci gözüyle değerlendirdiğini söyleyen
Ekber S. Ahmed de aynı görüşü dile getirmekte, düşünürün, sosyal evrene, kendi
içerisinde nasıl davranış göstermesi gerektiği yolunda herhangi bir şey salık
vermediğini ileri sürmektedir. İbn Haldûn için, düşünürün işi olanı anlamaktır,
değiştirmek değil; onun ne alacağı bir ders ve ne de tutacağı bir taraf vardır.
“Marx’ın bunun aksi yöndeki görüşü İbn Haldûn’u olsa olsa hayretler içinde
bırakırdı.”
Bu tespitler, Marx’taki determinizmi
gözardı etmesi bakımından sorunlu olduğu gibi, İbn Haldûn’un yaklaşımını da bir
ölçüde eksik ve hatta yanlış aksettirmektedir. Gerçekte Mukaddimemde
devlet adamları için öğüt anlamına gelebilecek ifadeler yeralmaktadır, ancak
düşünür, Machiavelli’den farklı olarak, yazarken belirli bir hükümdârın,
devletin veya siyasal projenin başarısına katkı sağlamayı hedeflemekten uzak
kalmıştır. A. A. Adıvar da, İbn Haldûn’un Machiavelli’in eserindekilere benzer
sonuçlara varmış olmakla birlikte, onun gibi ikiyüzlülüğü savunmadığına dikkat
çekmektedir. Tersine, İbn Haldûn “sadece realisttir” ve dini de “realitelerin
en başında tutan” bir düşünürdür. İ. H. İzmirli de aradaki farka dikkat
çekmekte, Machiavelli’in siyasete ilişkin görüşlerine değer verenlerin yanı
sıra, değerlendirmelerini baskı, zulüm ve hainlik gibi olumsuz araçlar üzerine
kurulduğu gerekçesiyle reddedenler de bulunduğunu, oysa İbn Haldûn’un eserinin
genel olarak herkesçe değerli kabul edildiğini belirtmektedir.
Bununla birlikte, düşünürün yaklaşımındaki
normatif boyutun ve ahlâka verdiği rolün, realizminin belirginliği ve açıklığı
karşısında genellikle gözden kaçması, bazı yazarların onunla ilgili yanlış
çıkarım ve genellemeler yapmalarına neden olmuş bulunmaktadır. Mesela, “İbn
Haldûn ahlâkî kanunun, tarihin açıklanmasıyla bir ilgisi olmadığını
düşünmektedir” diyen Farukî’ye göre, tarihsel gelişime yön veren tek etkili
faktör asabiyet, bir başka deyişle güçtür. Böylece İbn Haldûn,
idealizmden ve normatif boyuttan tamamen yoksun katı bir realizmin savunucusu
olarak gösterilmektedir. Gerçekte, İbn Haldûn’a göre siyasal otoritenin aslî
öğesini asabiyet oluşturmakta, buna karşılık onun sürekliliğini ve
mükemmelleşmesini, iyi ve güzel hasletler sağlamaktadır. O halde siyasal
otorite için asabiyet temel öğe, iyi ahlâkî hasletler ise tamamlayıcı
unsurdur. Sadece güce dayanan, iyilikleri önemsemeyen bir devleti düşünür,
âzâları kesilmiş ya da halkın içine çıplak çıkan bir insana benzetmektedir. Ona
göre devlet başkanı, halkın, siyasal otorite tarafından verilen emirlere,
yapılan yasal düzenlemelere ve karşı karşıya kaldıkları resmî taleplere bizzat
kendi rızalarıyla itaat etmelerini sağlayacak şekilde bir siyaset takip
etmelidir.
Yine düşünüre göre, halk üzerinde kesin
bir otorite kuramamış olan zayıf bir yönetim, kendisine itaat edilmesini
sağlamak için iki yola başvurabilir: Birincisi, halka maddî yardımda bulunmak,
ekonomik kaynak aktarmak ve onların özellikle zorunlu ihtiyaçlarını karşılamak
suretiyle, yönetime karşı “gönüllü” (tav’an) bir bağlılık göstermelerine
çalışmaktır. İbn Haldûn, bu seçeneğin uygulanabilmesi durumunda “umrân”ın, bir
başka deyişle sosyal ve ekonomik yapının sağlam ve düzenli hâle geleceğini
belirtir. İkinci olarak yönetim, insanların arasına tefrika sokma ve bir
kısmını diğerine karşı kullanma yolu da dâhil olmak üzere güç kullanmak
suretiyle onların istemeyerek de olsa (kerhen) boyun eğmelerini
sağlayabilir. Fakat düşünüre göre, yönetimin güzelliği ve mükemmelliği,
yumuşaklığa (rıfk) bağlıdır. Şayet yönetici zorba olur, sert cezalar
verir, halkın ayıplarını araştırır ve kusurlarını açığa dökerse, bu durumda
toplumu korku ve zillet hali kaplayacaktır. Bunun sonucunda da yalan ve hile
yoluna saparlar; bir süre sonra bu onların karakter özelliği haline gelir ve
devlete bağlılıkları zayıflar. Böylece siyasal otoritenin temelini oluşturan asabiyet
de zaafa uğrar. Buna karşılık yönetici halka karşı yumuşak olur ve onların
kusurlarını görmezden gelirse, insanlar onu sever ve düşmanlarına karşı onun
yanında yer alırlar. Görüldüğü gibi İbn Haldûn, Machiavelli’den farklı olarak,
kamu düzeni açısından hükümdârın hile ve güç kullanımı yerine ikna yöntemini
benimsemesini uygun bulmaktadır. Bu yüzden, Hourani’nin “İbn Haldûn’un
düşüncesinde ahlaki derecelendirmenin yeri oldukça nettir” şeklindeki
ifadesinde gerçeğe aykırı bir yan bulunmamaktadır. Mücahit de benzer görüşleri
dile getirmektedir: “İbn Haldûn, siyaset ile ahlakı birbirine sıkıca bağlar.
Bunun sonucunda, mülk ehli, asabiyetten ayrı olarak, övülen niteliklere ve
ahlaka dayanmalıdır.” Asaf Hüseyin’e göre ise, İbn Haldûn “adalet kavramını
kendi toplum teorisinin nirengi noktası yapmıştır”. Adalet kavramının normatif
yaklaşımların merkezî tema’sı olduğu dikkate alındığında, düşünürün
yaklaşımındaki idealist ve liberal boyutun gözardı edilmemesi gerektiği açıkça
anlaşılmaktadır.
Konuyu çok daha geniş boyutlarıyla
karşılaştırmalı biçimde ele alan Ashworth, İbn Haldûn’un zulüm ya da
acımasızlığı bir hanedanın/devletin çöküşünün belirtisi olarak görürken,
Tacituscular tarafından bunun önemsiz bir olumsuzluk olarak görüldüğüne dikkat
çekmektedir. Devlet; İbn Haldûn için hanedan, Machiavelli için cumhuriyet ve
prenslik, Tacitus ve Tacituscular için ise hanedan devleti veya cumhuriyeti
anlamına gelmektedir. Fikirler açısından bakıldığında, zaman, coğrafya ve din
farklılıklarına rağmen İbn Haldûn, Avrupalı hümanistleri kapsayan çok daha
geniş bir felsefî hareketin bir parçası olarak görünmektedir. İbn Haldûn zalim
bir yönetimin güç kaybetmesini ve yerini bir başkasına bırakmasını doğal ve
hatta gerekli gördüğü için, böyle bir yönetimin varlığını sürdürmesini
sağlayacak hiçbir öğütte bulunmaz ve çözüm önermezken, Tacituscular devlet
otoritesinin her ne pahasına olursa olsun varlığını sürdürmesi ve elde
tutulması için yönetimin mücadele etmesi gerektiğini savunurlar. İbn Haldûn gücün
herşeyden önce hanedan ile toplumu birbirine bağlayan grup duygusunun (asabiyet)
sebep olduğu dinamizme, ikinci olarak da paraya dayandığını söylerken, Cicerocu
hümanistler ise, bu ikisinden sadece birine odaklanmışlardır. Tacituscular
maddî varlığı ve zenginliği gücün kaynağı görürken, Machiavelli ise, bir
cumhuriyette medenî fazîletin bulunmasını veya bireysel virtu’yu (ability)
başarının can alıcı faktörü kabul etmiştir. İbn Haldûn ise, gücün tabiatı ve
kaynağı konusunda ne Cicerocular ne de Tacituscular’dan yanadır, Machiavelli’in
idealizmi (virtue) ile Tacitus’cuların maddeciliğini (maddî ve özellikle
finansal güç) kaynaştırmaktadır. Cicerocular devletin gücünün fazîletli
vadandaşlara dayanacağını ileri sürerken, Tacituscular’ın politika
anlayışlarının anahtar kavramları fiziksel güç ve “çıkar”dır. Böylece Ashworth,
düşünürün idealizm ile realizmi kaynaştırdığını söylemiş olmaktadır.
İbn Haldûn ile Machiavelli arasındaki
farklılık, ilkinin “hilafet”, ikincisinin ise İtalyan birliği konusundaki
tutumunda son derece belirgin hale gelmektedir. Laroui’ye göre, İbn Haldûn
halifelik idealini reddetmemekle birlikte, onu kurma amacına yönelik
hiçbir araçla ilgilenmez. Machiavelli’in ise en azından iki temel amacı vardır:
Floransa’nın özgürlüğü ve İtalyan birliği. Bu yüzden Machiavelli’in, insan
tabiatı ve siyasal toplumlar konusunda gerçekleri belirtirken bir realist
olmakla birlikte, aynı zamanda da bir “hayalperest” olduğu ileri sürülmüştür. Prens,
uygulanması bakımından gerçekçi temellere sahip olmayan bir gerçekçilik
(realizm) sunar. Ayrıca, sırf açıklamakla yetinmeyip öğüt vermesi itibariyle normatif
bir boyuta sahiptir. Fakat burada ahlâkî değerler değil, sahtekârlık
ögütlenmekte, ahlâk dışı eylemler bir norm olarak sunulmaktadır.
Hükümdâr, iyi gözükmeli, fakat iyi olmamalıdır; çıkarlar gerektirdiğinde
vaadini tutmamalı ve verdiği sözlere uygun hareket etmemelidir. Bununla
birlikte samimiyet ve doğruluk şöhretini kazanmaya da gayret etmelidir. Fakat
Machiavelli, yöneticilerin “birbirlerine taban tabana aykırı bu iki amaca aynı
anda nasıl erişebileceklerini söylememektedir”.
İbn Haldûn ile Machiavelli’in din olgusuna
siyaset açısından yaklaşım biçimleriyle ilgili yorum ve değerlendirmelerin de,
birbiriyle çelişecek ölçüde farklılık ve çeşitlilik gösterdikleri, kimi zaman
da yanlış oldukları görülmektedir. Örneğin Black’e göre, Machiavelli bazı dinî
değerlerin siyasal başarının önünde engel olduğunu düşünürken, İbn Haldûn dinî
değerleri kargaşa ve düzensizliğin önlenmesi ve devletin doğal seyrindeki
çöküşten uzak kalınması için bir araç olarak görmüştür. Çağdaş düşüncenin
Batı’da Machiavelli, Doğu’da ise İbn Haldûn’la başladığını öne süren C. Meriç
ise, bu düşünürlerin ortak yönlerinin, o zamana kadar teoloji ve ahlâkın
emrindeki sosyal ilimleri onların emrinden çıkarmaları, totem ve tabuları
yıkmaları olduğunu savunmaktadır. Bu yargının sadece İbn Haldûn için değil,
Machiavelli için bile aşırı olduğu bir gerçektir. Machiavelli’e göre, “sahip
olduğu dinin temellerini korumak, bir krallığın ya da cumhuriyetin kurucusunun
görevidir”. Öyle ki, “dinden yana ortaya çıkan ne varsa, yanlış oldukları
düşünülse bile, kabul görmeli ve büyütülmelidir”. Ancak İbn Haldûn’un, ilgili
bölümde işaret edildiği gibi, dine yaklaşım biçiminde de bir realizmin mevcut
bulunduğu ve yanlışlığı açık bir kurum veya uygulamayı, salt dinle bir şekilde
ilişkilendirilebildiği için savunma gibi bir tutum içine girmediği
görülmektedir. Nitekim, Machiavelli ile İbn Haldûn’un dinî ahlâka vurgu yapmak
yerine tarafsız bir analiz yapmaya yöneldiklerini belirten Gellner, adı çok
daha kötüye çıkmış olmakla birlikte Machiavelli’in, ara sıra
“değer-yansızlık”tan ayrılıp (Wertfreiheit) ahlâkî kaygılar ve
hayıflanmalar alanına kaçtığını belirtmektedir. İbn Haldûn’un yaklaşımı ise çok
daha karmaşıktır.[1]
İSLAM DÜNYASININ ZAYIFLAMASI VE OSMANLILAR
1500’lerle
birlikte Batı’nın yükselmesi ve 19. yüzyılın ortalarında dünya üstünlüğünü
eline geçirmesi İslam dünyasında ve genel olarak Asya’da bir “düşüş”
dönemidir. Hemen hemen dünyanın dört köşesi, Batı’nın siyasal, ekonomik ya
da kültürel üstünlüğü altına girdiğine göre, İslam dünyası ve onun en güçlü ve
belki de tek bağımsız devleti olan Osmanlılar da bu düşüşten nasiplerini
alacaklardır.
İslam Dünyasının Gerileme Nedenleri:
600-1000 yılları arasında en parlak dönemini Arap unsuruyla yaşayan
İslamiyet’in, 16. yüzyılın sonlarına kadar Türklerle en geniş sınırlarına
ulaştığı ve en güçlü dönemine girmiştir. Ancak, 16. yüzyılla birlikte İslam
dünyasının bu üstünlüğünün kalktığına, daha sonraki yüzyıllardaysa gerilediğine
tanık oluyoruz.
Neden?
Bu kadar geniş çaplı bir olayın nedenlerinin ne denli karmaşık ve
çok sayıda olabileceğini de görmüş bulunuyoruz. Burada, uzun vadede önemli
görülen nedenler genel birkaç kategori içinde verilmeye çalışılacaktır. İslam
dünyası 16. yüzyılda bazı iç ve dış sorunlarla karşılaştı. Genel olarak İslam
dünyası ve özel olarak Osmanlı Devleti bunların etkilerinden uzun süre
kurtulamayacaktır. Bazı ülkelerinse hâlâ kurtulmuş oldukları söylenemez.
İslam dünyasına karşı İberik yarımadasının 16. yüzyılda Akdeniz,
Atlantik ve Hint okyanuslarından gösterdiği tepki, uzun vadeli ve önemli
sonuçlar doğurmuştur. Daha önce de gördüğümüz gibi, Portekiz, 16. yüzyıldan
önce Batı ve Doğu Afrika kıyı şeridine egemen oldu ve sonra güney denizlerine
inerek bölgedeki İslam ticaretini baltalamaya başladı. İspanya ise, 1492’de
Granada’yı eline geçirdi ve 16. yüzyılın başında Kuzey Afrika’da Müslümanlarla
çatıştı. Ama 16. yüzyıl boyunca Akdeniz’de yine de Osmanlı donanması egemen
kaldı. Osmanlılar aynı başarıyı Hint Okyanusu’nda gösteremediler ve bölgede
Portekiz’in üstünlüğünü bozamadılar. Zamanla, Akdeniz ve Hint Okyanusu’nda
deniz egemenliği Hollanda, Fransa ve İngiltere’ye geçti.
Bu devletler denizlerdeki başarılarını bir bakıma Osmanlılara
borçlu sayılabilirler. Osmanlılar bu devletleri Portekiz ve İspanya’nın
yarattığı ani tehdide karşı birer denge unsuru olarak gördüklerinden, 16.
yüzyıldan başlayarak, özellikle Fransa ve İngiltere’ye çeşitli ticaret kolaylıkları
sağladılar. Ani askeri tehdit ortadan kaldırılıyordu, ama aynı zamanda uzun
vadede daha da yıkıcı olacak ekonomik tehdidin tohumu da atılıyordu. Fransa ve
İngiltere’yi bu ticaret anlaşmalarına iten ekonomik nedenlere daha önce
değinilmişti. Ayrı amaçlarla hareket eden devletlerin çıkarları bir noktada
birleşince, ortaya bir dizi anlaşma çıktı. 1535’te Fransa’ya ticaret
ayrıcalıkları sağlandı. İngiltere’nin “Levant” Ticaret Şirketi 1580’de benzer
ayrıcalıklar aldı. O dönemde belki “zararsız ve önemsiz” gibi
görünen ve bir Avrupa devletinin üstünlüğüne karşı koymak için başka bir
Avrupa devletine verilen bu ticari kolaylıklar (sonraki dönemlerin
kapitülasyonları) Avrupa’nın gelecek hâkimiyetinin temelini oluşturdu. 17.
yüzyılın sonlarına doğru Fransa, İngiltere ve Hollanda gemileri Osmanlı
limanlarından uzak mesafeli ticareti ellerine geçirmiş oldular. Bu olumsuz
sonucun oluşmasında, Osmanlı devletindeki tüccarların toplumsal yapı içindeki
olumsuz şartlardan etkilenmelerinin de payı vardır. Osmanlı tüccarları ticari
çıkarların gerektirdiği esnekliği anlamayan asker ve yöneticilere bağlı
durumdaydılar. Önce de görüldüğü gibi, Doğu toplumlarında merkezi otorite,
toprak sahiplerinin yanında tüccarlara da kendine bağlı birer hükümet uzantısı
gözüyle bakmıştır. Hem Batı Avrupalı tüccarın devletten gördüğü destek, hem de
Doğu’da ticaretin teşvik edilmesi gereken bir uğraş olarak devletin öncelikleri
listesinde ön sırayı bir türlü alamaması, Osmanlı tüccarlarını büyük çaplı ve
uzun mesafeli ticarette Avrupa ile rekabet edemez duruma getirdi. Üstelik,
16. yüzyılda İslam dünyasında “aracı”nın baharat ticaretinden elde
ettiği kâr da kaldırıldı. Bu ve uzun mesafeli ticaretin Avrupa devletlerinin
eline geçmesi, modern zamanlarda İslam dünyasının başarısızlığının temel
nedeni sayılmalıdır.
Ama,
1700’lerde, Avrupa ticaret gücünün uzun vadeli sonuçları kimse tarafından
açıkça görülemezdi. Çünkü, bu tarihlere gelindiğinde, Osmanlıların başarılı
deniz savaşları sonucu, Akdeniz’de îberik yarımadasının tehdidi ortadan
kaldırılmıştı. Ayrıca, Hint Okyanusu’nun hiç olmazsa kuzeybatı kıyılarında
aynı yarımadanın üstün duruma geçmesi kısa süreli olarak engellenebilmişti.
Üstelik, Batı Avrupa ticareti henüz Osmanlı devletinin iç bölgelerine
sokulamamıştı. Dolayısıyla, Osmanlılar, kendilerine şimdiye kadar güç vermiş
olan eski yönetim modeli ve anlayışından ayrılmayı, belki o dönemde, biraz da
haklı olarak düşünemediler. Eski yöntemler gelecekte de işleyebilirdi.
Ortaçağda Haçlı Seferleri nasıl uzun vadede başarısız olmuş, İslam gücü galebe
çalmışsa, şimdiki Batı “saldırısı” da başarısız olmuştu. Kısaca, paniğe
kapılmak, reform yapmak ve Müslümanların temel üstünlüğünden kuşku duymak için
neden yoktu. Osmanlı devleti bugününden memnun, yarınından ümitli bir
hareketsizlik içine girdi.
İslam dünyasının 16. yüzyılın sonlarıyla birlikte gerilemesi
üzerinde etkili olan ikinci faktör, Avrasya kıta kütlesinde Rusya’nın güçlü
bir devlet olarak ortaya çıkması ve bunun sonuçlarıdır. Rusya, 16. yüzyılın
ortalarında, bundan önceki kısımda görüldüğü gibi, Kazan ve Astragan
hanlıklarını eline geçirmişti. Bunun sonucunda tüm Volga bölgesi Rus yerleşim
ve ticaretine açıldı. Sonra, büyük sorun oluşturan Kazaklar da Rus denetimi
altına girince, Ruslar Ukrayna bölgesinde rahatladılar ve arkalarından emin
olarak Urallar’ı geçtiler. Öncü tüccar ve serüvenciler Rus gücünü Urallar’ın
doğusunda da yerleştirmeye başladılar. Ruslar, bölgenin zengin doğal
kaynaklarından yararlanarak, 1638’de Pasifik Okyanusu’na kadar dayandılar.
Rusya’nın Asya’daki bu başarılarının İslam dünyası açısından uzun
vadeli önemli sonuçları oldu. Çin sınırından başlayıp, bugünkü Pakistan,
Afganistan ve İran’dan geçerek, Osmanlılarla birlikte Tuna’ya kadar uzanan
İslam dünyasının kuzey sınırları 16. ve 17. yüzyıllarda önemli ölçüde daraldı
ve üstün Rus gücü karşısında zayıf kaldı. İşte, ilerde görüleceği gibi,
Hıristiyanlarla doğrudan temasta bulunulan Avrupa’da ve Akdeniz’de İslamiyet
zaferler kazanırken ya da en azından elinde bulunanı korurken, Doğu Avrupa ve
Asya’daki bu kayıplar, İslam dünyasının ilk gerileme işaretleri oldu.
SÜNNİ-Şİİ ÇATIŞMASI VE BUNUN UZUN VADELİ SONUÇLARI DA İSLAM
DÜNYASININ ZAYIFLAMASINA YOL AÇAN UNSURLAR ARASINDADIR.
Halifeliğin Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin damadı Hz. Ali’den geldiğini
savunan Şiilik ile Hz. Ebubekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman’ın meşruiyetini kabul
eden Sünnilik arasındaki bölünme, önceleri kitlesel ve açık bir çatışma
biçiminde değildi. Ayrıca, zamanla Sufilik gibi çok çeşitli bölüntülerin
ortaya çıkmasıyla, bu temel bölüntü çok karmaşık bir hale geldi ve keskinliğini
de yitirdi. 15. YÜZYILDA OSMANLILARDA SÜNNİLİK RESMİ DEVLET DİNİ OLDU.
Ama, önce de değinildiği gibi, kuruluş döneminin büyük hoşgörü havası içinde,
Osmanlılar hemen hemen hiçbir dinsel bölüntü ile ilişkilerini ve bağlarını
bozmamışlardı. Derviş cemaatleri gibi İslamiyet’in farklı yorumlarının coşkun
dinsel heves ve heyecanları, Osmanlıların kuruluş sağlamlığında ve
genişlemesinde çok etkili olmuştu.
16. yüzyılın hemen başında, İslam dünyasındaki bu dinsel ve
dolayısıyla siyasal denge bozulmaya başladı. 1500’de Hazar Denizi’nin güneyinde
bağnaz bir Şii topluluğu, İsmail Safavi’nin önderliğinde önemli bir güç
haline geldi. İsmail Safavi, savaşkan ve güçlü bir orduyla Tebriz’i ele
geçirerek kendini “İran Şahı” ilan etti. 1506’da tüm İran Platosu,
1510’da ise Bağdat ile bugünkü Irak’ın büyük bir bölümünü denetimi altına aldı.
Bu başarıların gizi, İsmail Safavi’nin çevresinde toplanan askerlerin,
kuşaklar boyu yeraltında Şii propagandası ile koşullandırılmaları sonucu elde
ettikleri dinsel bağnazlıktır. İŞTE, BU NOKTADAN SONRA İSLAM DÜNYASI İÇİNDE
ŞİİLER HESABA KATILMASI GEREKEN BİR GÜÇ HALİNE GELDİLER. O kadar ki, 1514’te
Şah İsmail’in kışkırtmaları sonucu Anadolu’da bile Osmanlılara karşı
ayaklanmalar başladı.
Bu tarihe kadar, sürekli batı yönünde Avrupa ve Akdeniz çevresine
seferler yapan ve Anadolu yarımadası dışındaki topraklara büyük bir ilgi
göstermeyen Osmanlıların dikkatlerinin bir bölümü doğuya çevrildi. Osmanlı
gücündeki bu bölünmenin ne gibi sonuçlar doğurduğunu ya da eğer bu
ayaklanmalarla Osmanlı gücü, enerjisi ve dikkati batıdan çevrilmemiş olsaydı
burada nereye kadar genişleyebileceklerini kesin çizgileriyle görmek
olanaksızdır. Ancak, Şii ayaklanmasının neden olduğunu söyleyebileceğimiz
doğu seferleri sonucu, Osmanlıların nüfus bileşimini değiştirmiştir. Belki,
devletin bünyesindeki bu değişiklik, Abbasilerden sonra çürümeye başlayan
Arap-İslam toplumsal dokusunun Osmanlıların yapısı içine girmesi ve
Osmanlıların şimdi hem batı hem de doğu yönünde genişlemeye başlaması, ilerde
karşılaşılacak güçlüklerin ilk belirtileri oldu.
Osmanlı Sultanı I. Selim’in (Yavuz), Şii ayaklanmasını bastırmak
ve doğudaki Şah İsmail tehdidini ortadan kaldırmak için büyük bir ordu
toplaması gerekti. Anadolu’daki ayaklanmaları bastırdıktan sonra, 1514’te
Çaldıran’da Osmanlı topçusunun gücü Safavi bağnazlığına galebe çaldı. Ama,
yeniçeriler arasındaki huzursuzluğun sonucu olarak Sultan, Şah İsmail’in gücünü
tam ortadan kaldırmadan geri dönmek zorunda kaldı. Böylece, 16. yüzyıl
boyunca Safavi devleti, İslam dünyasında rahatsız edici ve zayıflatıcı bir
unsur olarak kaldı. Hele, bölgenin kuzeyinde kendini giderek hissettiren
Rus gücüne karşı İslam’ın ortak hareketinin önem kazandığı bir dönemde bu
bölünmüşlük uzun vadede daha da zayıflatıcı oldu.
Tüm bu olumsuz gelişmelere rağmen, 17. yüzyılda, hangi ölçüte
vurulursa vurulsun, İslam dünyası 16. yüzyılda karşılaştığı güçlükleri yenmiş
gibi görünüyordu. Hıristiyan dünyasına karşı üstünlüğünü ya da en azından
denkliğini bir kez daha ortaya koymuş, dıştan ve içten gelen tehlikeler
ortadan kalkmıştı. Bu yanıltıcı düşüncenin en önemli sonucu, Avrupa’da
ortaya çıkan yeniliklere karşı bir tutuculuğun İslam âlemine ve Osmanlı
devletine egemen olmasıdır. İTALYAN RÖNESANSINA HÂKİM OLAN RUH, FATİH
SULTAN MEHMET’İN SARAYINDA DA VARDI. YAVUZ SULTAN SELİM VE KANUNİ SULTAN
SÜLEYMAN, BU GÜÇLÜ MİRAS ÜZERİNDE DEVLETİ 16. YÜZYILIN SONUNA KADAR İYİ
YÖNETTİLER VE GENİŞLETTİLER. Ama, yenilikçi anlayış da yavaş yavaş sönmeye
başlamıştı. Onlardan sonra gelen padişahlar zamanında, yani
16. yüzyılda, Avrupa’da modern bilim, edebiyat ve etkili devlet
yönetimini doğuran araştırıcı, yenilikçi akımlar ve anlayış, Osmanlı devletinde
görülemedi.
Bu sonucun yaratılmasında İslam dünyasının toplumsal yapısı da
etkili oldu. MÖ. 5000’lerden beri, büyük Mezopotamya uygarlıkları da dâhil,
kent insanının memur ve toprak sahiplerine sürekli baş eğmesi, tüccarların
işlerini gereğine uygun bir biçimde bağımsızca yürütememeleri, Ortadoğu
toplumlarının temel özelliği olmuştu. Köylü de asker ve devlet memurları
tarafından sürekli ve sıkı bir denetim altında tutulmaktaydı. Bu toplumsal
özellikler, ister istemez, şimdi tüm Ortadoğu bölgesinin tek egemeni olan
Osmanlı devletine de geçmiş ve devlet en görkemli dönemlerinde bile bu kalıba
uymuştur. Böyle bir ortamda ve özellikle 17. yüzyılın genel zayıflama
süreci içinde yeniliklerin ve yaratıcılığın yeşerecek toprak bulamayacağı
açıktır.
OSMANLI DEVLETİNİN ZAYIFLAMA NEDENLERİ:
Özel olarak Osmanlı devletinin önce duraklama ve sonra
gerilemesinin açıklanmasında, Kanuni Sultan Süleyman’dan sonra gelen
padişahların büyük bir çoğunluğunun yeteneksizliği, zevk ve sefa düşkünlüğü ve
kiminin de psikolojik bakımdan dengesizliği, önemli bir neden olarak
gösterilir. Bu, tümüyle doğru bir açıklama olamaz. Osmanlı
devletinin zayıflamasının asıl açıklayıcı
nedenleri, bir yanda genel olarak İslam dünyasının yukarda anlatılan
zayıflıklarında, öte yanda Osmanlı devletine özgü yapısal bozukluklarda aranmalıdır.
Batı Avrupa’nın güçlü devletlerinde, belki de Osmanlı tahtındakilerden daha
yeteneksiz ve daha dengesiz monarkların sayısı az değildir. Ama bu durum, o
devletlerin güçlenmelerini ya hiç etkilememiş ya da çok kısa süreli olarak
durdurmuştur. Bu bakımdan, şimdi yapılması gereken, İslam dünyasının gerileme
nedenlerine ek olarak, Osmanlı devletine özgü yapısal bozukluklar üzerinde durmaktır.
Böyle bir yaklaşım, büyük bir devletin zayıflamasının nedenlerini daha
açıklayıcı, öğretici, kısaca daha bilimsel bir temel üzerine oturtabilir.
Çünkü, büyük devletler bir iki yöneticinin kişiliği ya da davranışıyla değil,
çok temel tarihi, ekonomik, toplumsal ve siyasal güçler tarafından
yıkılırlar, “ölümleri” de hasta yatağında değil, büyük bir savaşın
sonunda olur. Osmanlı devleti bir istisna değildir. Karşı konulamaz güçler
zayıflatmışlar, 1. Dünya Savaşı da yıkmıştır.
Osmanlı devletinde başlayan uzun duraklama, gerileme ve
yıkılma dönemlerinin en belirgin göstergesi, Avrupa’da fetihlerin durmuş olmasıdır. Bu aynı zamanda zayıflama sürecine
girilmesinin en önemli nedenleri arasındadır. Osmanlılarda Avrupa içindeki
fetihler üç açıdan devletin güçlenmesini sağlamıştı. Her şeyden önce, Müslüman
güç olarak Hıristiyan Avrupa’ya karşı savaş, Osmanlılara bir amaç duygusu,
birlik ve beraberlik sağlamaktaydı. Devletin enerjisinin tümü bu yönde
kullanılmakta ve gelecek savaşlarda başarı kazanmak için devletin yönetimi
sıkı tutularak, hâzinenin dolu olmasına dikkat edilmekteydi. İkinci olarak,
fetihlerin durmasıyla Osmanlı hâzinesi yoksullaşmaya, ganimet gelirleri ve
yıllık vergiler de azalmaya başladı. Pek önem verilmeyen, ama en az ilk ikisi
kadar önemli bir başka unsur, yeni fethedilecek topraklar olmayınca, Osmanlı
devletinin o zamana kadar başarı ile sürdürdüğü nüfus yerleştirme politikasının
da durmasıdır. Bunun sonucu olarak Anadolu’da nüfus gereğinden çok artınca, kişiler
birbirlerini soymaya, gidecek yer olmayınca kentleri doldurmaya ve kırsal
bölgelerde karışıklıklar çıkarmaya başladılar.
Kanuni Sultan Süleyman’ın iyi niyetli toprak reformunun monarkın isteklerinin aksine sonuçlar
doğurması, zayıflamanın ikinci nedeni sayılabilir.
Osmanlı toprak sisteminin temel kurumlan olan has, zeamet ve tımar dağıtımı,
yerel düzeyde görülen aksaklıkların giderilmesi amacıyla yerel otoritelerden
alınıp merkezin tasarrufuna bırakıldı. Bu davranış, o dönemde Batı
Avrupa’da merkezi otoritenin güçlenmesi yolunda ve özellikle Fransa’da ortaya
çıkan merkezileşme süreciyle yakın bir benzerlik gösteriyordu. Bu bakımdan,
yenilikçi bir hareket olarak değerlendirilebilir. Ama, Osmanlı devletinde bu toprak
dağıtımı, zamanla iddiaların haklılığından çok, merkezde, Saray’da çevrilen
dolaplara konu oldu ve rüşvet alma gibi amaçlarla yapılmaya başlandı.
Böylece, Kanuni Sultan Süleyman’ın amacının aksine, Osmanlı devletinde büyük
toprak sahipliğinin ve bunun üzerinde de irsiyet ve miras hakkının doğduğu görülüyor.
Bu da, o tarihe kadar Osmanlı fetihlerini büyük ölçüde kolaylaştırmış bulunan
ve toprak sahiplerine büyük yararlar sağlayan Osmanlı toprak sisteminin ortadan
kalkmasına ve toprak sahibi köylünün büyük toprak sahipleri tarafından
sömürülmesine yol açmıştır. Böylece, artık Avrupa köylüsü Osmanlı’yı kurtarıcı
gözüyle görmemeye başlamış ve ağır vergi yükünün altında ezilmiştir.
Zayıflamanın
üçüncü nedeni, merkezdeki yönetici kadronun
bozulmasıdır. Daha önce
padişahın yönetici maiyeti, kökeni genellikle köylü olanlardan oluşmaktaydı ve
bunlar kırsal alanların sorunlarını çok iyi biliyorlardı. Ama, 16. yüzyılın
sonlarına doğru padişahın yönetici çevresi içine tümüyle kentlerde yaşayan
kişiler girmeye başladı. İşin daha da kötüsü, bunlar aile nüfuzu ya da parayla
bu yüksek yerlere geliyorlardı ve yerlerini ölmelerinden sonra oğulları
alıyordu. Bunun kaçınılmaz sonucu olarak Osmanlı devletinde “NEPOTİZM”
(yüksek devlet mevkilerinin akraba ya da çok yakın arkadaşlara bırakılmasını
sağlayan kayırma sistemi) uygulaması başladı. Bu koşullar altında, padişahların
devlet yönetimine sahip olamamaları, boşvermişlik, sorumlulukların dağıtılması
ve yönetim ilkelerine bağlılığın ortadan kalkması sonucunda, merkezi otorite
bozulmuş ve zayıflamıştır. Daha önce hükümdarın mutlak kişisel otoritesine
bağlı ve onun maiyeti tarafından etkili bir biçimde yönetilen devlet,
padişahların otoritelerinin sarsılmasıyla parçalanmaya, karışıklıklara ve
düzensizliğe uğramıştır.
Zayıflamanın salt
ekonomik nedenlerinin incelenmesinde şu
noktalar ağır basmaktadır. Birincisi, ekilen toprağın büyüklüğünde
herhangi bir değişiklik olmaksızın, nüfusun hızla artmış olmasıdır. İkincisi,
Yeni Dünya’dan İspanyol-Amerikan altını Avrupa’ya sokulunca fiyatlarda artış
olmasıdır. Bu da Osmanlı parasının değerinin düşmesine ve yüksek enflasyona
yol açtı. Avrupa’nın öteki devletlerinde de aynı enflasyonun varlığına daha
önce değinilmişti. Ama, bu devletler, şimdi gelişmiş olan ticaretleri ve Osmanlı
devletinkinden daha sağlam olan ekonomik yapılarıyla, enflasyonun etkilerini
kısa sürede geçiştirdiler ve belki de bu enflasyonist gidişten uzun vadede
yararlandılar. Osmanlı devleti bu ekonomik sıkıntıyı bir türlü atlatamadı.
1584 yılındaki devalüasyonla altın para % 50 oranında değer kaybetti ve
askerlerin maaşlarının verildiği gümüş sikkeler eritilerek daha ince bir
kalıpla basıldı, içindeki bakır oranı artırıldı.
16. yüzyıl boyunca Osmanlı nüfusu iki kat arttı ve Avrupa’da
genişleme olanağı kalmayınca bu nüfusu yerleştirecek toprak kıtlığı çekilmeye
başlandı. Toprak kıtlığı köylüleri ve özellikle gençleri başka yerlerde
yaşamlarını kazanmaya itti. Osmanlıların “lonca” sistemine dayanan
ekonomisi, toprak ürünlerinin dışında herhangi bir ekonomik kaynağın
gelişmesine de izin vermiyordu. Kıbrıs’ın alınması, sorunu biraz ertelemişti
ama özellikle Anadolu, işsiz, topraksız ve köksüz kişilerle doluydu ve bunlar
yerel haydutların paralı askerliği gibi buldukları her türlü işe girmeye
başladılar.
Hazine büyüyen açığı kapamak için vergileri artırarak yeni
kaynaklar arama yoluna gitti. Bunun yüküyse gerek merkezi, gerek yerel
yönetimler kanalıyla köylünün sırtına bindi. Enflasyonun yükü daha çok
sabit gelirlilerin yani asker, sivil ya da adli olsun, memurların üzerindeydi.
Bu ise onları rüşvete, kötü yola ve köylülerden hukuk dışı vergi istemeye itti.
Zayıflamanın askeri
nedenleri arasında, “yeniçeri ocağı”nın bozulması büyük önem taşıyor.
Topraksal genişlemenin durmasının bir başka sonucu da Hıristiyan kökenli asker
bulmanın artık imkansızlaşmasıdır. Bu, silahlı kuvvetlere çok sayıda Müslüman
nüfusun alınması sonucunu doğurmuştur. Böylece, devlet içindeki çeşitli askeri
ocakların bileşimi, dayanışma duygusu ve askeri disiplinleri bozulmuş oldu.
16. yüzyılın ortalarında yeterli sayıda seferin yapılmamasından
aylak kalan ve ekonomik durumun kötülüğünden dolayı maaşlarını düzenli
alamayan yeniçerilere zanaatkârlık yapma izin verilmiş ve böylece ticaret
hayatına atılan ve İstanbul tüccarlarıyla kaynaşan ocağın savaşma hevesi ve
disiplini kaybolmuştur. Ayrıca, Kanuni Sultan Süleyman döneminde
evlenmelerine izin verildiğinden, yeniçeri ocağı bir de babadan oğula geçen
bir niteliğe kavuşmuştur. Dolayısıyla, 16. yüzyılın sonlarına doğru
yeniçeriler karışıklık çıkaran ve yıkıcı isteklerde bulunan bir ocak biçimine
dönüştü. Örneğin, 1589’da değeri düşürülen parayla maaşları verilince
ayaklanarak Topkapı Sarayı’na kadar girdiler ve Divan toplantıdayken
padişahtan sorumlu yetkililerin kafalarını istediler. Bu isteğin yerine
getirildiğini söylemek, devletin içine düştüğü durumu anlamaya yeter.
Üstelik, 1593’te sipahiler ayaklandığı zaman bu isyan yeniçeriler tarafından
bastırılmış ve böylece iki ocak arasındaki rekabetten yararlanmak gelenek
halini almıştır. Bunun yıkıcı sonuçlarını söylemeye bile gerek yok.
Osmanlı devletinin zayıflama nedenleri arasına konan ve ne anlama
geldiği de pek belli olmayan bir “devletin doğal yayılma sınırlarına
kavuşması” olgusu vardır. 18. yüzyıldan bakıldığında Rusya’nın “doğal
sınırları”nın neresi olduğu iki aşağı üç yukarı belliydi. Bu devlet daha
sonraki yüzyıllarda Moğolistan, Afganistan’ın kuzeyi, Kafkasya’nın güneyi,
Polonya’nın doğu bölgesi ve Doğu Avrupa’nın geriye kalan yerlerinde genişleyip
güçlenirken, herhalde doğal sınırlarının ötesindeydi. Hele, 17. yüzyıla
gelinip, ilk denizaşırı sömürge imparatorlukları kurulduğunda, “doğal sınırlar”
kavramı, anlamını tamamen yitirdi. Örneğin, merkezi İstanbul olan bir “kara
devleti” için Viyana kenti, belki karadan ele geçirilmesi olanaksız olmasa bile
son derece zor bir işti. Ama, İtalyan yarımadasına denizden egemen olan bir
devlet için, bu denli zor olmasa gerek.
Fatih Sultan Mehmet gibi ufku çok geniş bir hükümdarın yapmak
istediği de belki buydu. İstanbul’dan sonra Roma’yı ele geçirmek ve İtalyan
yarımadasına egemen olduktan sonra, güneyden Avrupa’nın “emperyal kalbi”
Viyana’yı çevirmek istemesi, mantığa uygun düşüyor. Aksi halde, 1479’da İtalyan
yarımadasının güney ucundaki Otranto’yu eline geçirmesi ve gelecek saldırılar
için burada Gedik Ahmet Paşa gibi en iyi komutanının yönetiminde 20.000
asker bırakması nasıl açıklanabilir?
İtalya’nın dağınıklığını koruduğu, birçok kent-devletin birbirine
düştüğü bir dönemde, iyi planlanmış ve hevesle yürütülen bir hareketle bu iş
gerçekleşebilir, Roma ile Bizans’ın yıkılmasının doğurduğu büyük boşluk, dirik
ve güçlü bir devlet tarafından doldurulabilirdi. Ama, büyük Fatih’in
1481’de genç yaşta vefat etmesi, bu ihtiraslı ama gerçekçilikten pek uzak olmayan
planın uygulanmasını engelledi. ÜSTELİK, VEFATI ÜZERİNE OSMANLI DEVLETİNDE
İLK KEZ BAŞLAYAN TAHT KAVGASI SIRASINDA II. BEYAZIT’IN, KARDEŞİ CEM SULTAN’A
KARŞI KULLANMAK ÜZERE GEDİK AHMET PAŞA’YI VE OTRANTO’DAKİ KUVVETLERDEN BÜYÜK
BİR BÖLÜMÜNÜ GERİ ÇEKMESİ, OTRANTO’NUN HEMEN DÜŞMESİNE YOL AÇARAK PLANI TAM
ANLAMIYLA TARİHİN DERİNLİKLERİNE GÖMDÜ.
İngiltere, Hollanda, Portekiz gibi devletlerin deniz egemenliğinin
büyük önem kazandığı dönemde doğal genişleme alanının sınırları hangi ölçütle,
nasıl çizilebilir?
Bir Hindistan, bir Avustralya ve bir Amerika, çizilecek sınırın
temel mantığını soramamaktadır. Tüm bu düşüncelerin ışığı altında,
söylenebilecek olan, Osmanlı devletinin zayıflamasının temel nedenleri
arasına, devletin doğal yayılma alanlarının sınırlarına dayandığı varsayımından
çok, açık denizlere tam anlamıyla egemen olamamasını koymak gerektiğidir.
Kaynak:
Oral
SANDER, Siyasi Tarih-İlkçağlardan 1918’e kadar, İstanbul, 2003, s.119-132
[1] (Seyfi SAY, İbn Haldûn’un “Uluslararası İlişkileri
Etkileyen Unsurlar”a İlişkin Görüşlerinin Analiz Ve Değerlendirilmesi-2011)
s.464-478
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar