Print Friendly and PDF

SİYONİZM VE TÜRKİYE 1-



Hazırlayan Doç. Dr. Yaşar KUTLUAY

Siyonizm ve Siyonist kelimelerinin çok eski bir tarihi var­dır. İkibin yıla yakın zamandır kullanılan ve görünüşe göre daha da kullanılacak olan bu kelimelere verilen anlamlar bilhassa Türkçede çok değişik ve ekseriya da yanlıştır.
Siyonizm ve Siyonist’in ne olduğunu bilmek için önce «Si­yon» un ne olduğunu bilmek, bunun için de milattan 12 yüzyıl geriye giderek Mısır’da Hazreti Musa (İbrani dilinde Moşe) ve Firavun arasında başlayan mücadeleden itibaren Yahudi tari­hine kuş bakışı bir göz atmak lâzımdır.
Milattan önce 1200 yılları civarı, tamamen kesin olmamak­la birlikte, Hazreti Musa’nın bi’setinin yani peygamberliğinin başladığı yıllardır. O devirlerde İsrailoğulları Mısır’da esir ola­rak bulunuyorlar, çok daha önceden Hazreti Yakub ve oğlu Hazreti Yusuf’tan tevarüs ettikleri t e v h i d dinine sarıla­rak putperest mısırlılar arasında yaşıyorlardı. Gerek Ahdi Atik’te ve gerek Kur’ân-ı Kerîm’de oradaki hayatları hakkın­da pek çok şeyler anlatılmaktadır. Firavun’un gördüğü bir rü­ya üzerine, doğan bütün Yahudi erkek çocuklarının öldürülme­sini emretmesi, o sıralarda doğan Hazreti Musa’nın ise bizzat Firavunun sarayında büyütülmesi meşhurdur. Gençlik yılla­rında bir mısırlıyı kazaen öldürünce korkarak Mısır’dan kaçan Hazreti Musa Tûr-ı Sina’da İlâhî vahye mazhar olur ve kardeşi Harun ile beraber tekrar Mısır’a, Firavun’un diyarına onu hak dine davet etmek vazifesiyle gider. Bu vazifenin mahiyeti hakkında Kur’ân-ı Kerîm ile Ahd’i Atîk’in elimizde bulunan mensuh nüshasının ifadeleri arasında farklar vardır. Gayemiz iki din arasındaki görüş farklarını tespit olmadığı için burada ta­mamen Yahudi ananesindeki silsileye sadık kalarak olayların gelişmesini göreceğiz.
Hazreti Musa çeşitli mucizeler göstererek İsrailoğullarını Firavun’un elinden kurtarmış ve yine mucizevî bir şekilde Kızıldeniz’den geçirerek Mısır’dan çıkarmıştır. Bugün Sina dağı­nın bulunduğu çölde kavmi ile kırk yıl kadar dolaşan ve Tev­rat’ı tebliğ eden Hazreti Musa bu süreyi yeniden bir millet yaratmak için kullanmıştır denebilir. Köle hayatına alışmış bir kavme millet hüviyeti vermenin imkânsız olduğunu görünce gözlerini yeni nesle çevirmiş, onları belirli prensipler dairesin­de eğiterek âdeta yeniden yarattığı bir kavim ile kuzeye doğ­ru hareket etmiştir. Hedef kendilerine «Vadedilmiş Toprak». Arz-ı Mev’ûd yani bugünkü Filistindir. Hazreti Musa daha Şeria vadisinde iken, Filistine giremeden vefat edince halefi Yoşu’a kavmin başına geçmiş ve bu toprakların asıl sahipleri «Filistîleri» kovarak kendileri yerleşmişlerdir. Şilo şehri yakının­da Gerizim dağında kurbanlarını takdim edebilecekleri bir «Mezbah» inşa etmişlerdir. An’aneye göre dinî emir ve nehiylere hakkiyle riayet etmedikleri için Allah Filistîleri bunların başına musallat etmiş ve M.Ö. 1100 yıllarında Yahudiler yenil­mişler, memleketten kovulmuşlar ve mezbahları da yıkılmış­tır. Ahdi Atîk’in çeşitli yerlerinde Yahudilerin dinden uzaklaş­maları ve Allahtan başka ilah edindikleri için cezalandırıldık­ları anlatılır. O sıralarda gelen Samuel adlı nebileri bunları tekrar ıslah ile eski itikatlarına döndürür, birliği yeniden ku­rar. Saul’un riyasetinde bir krallık kurarlar. M.Ö. 1015 yılında tahta geçen Hazreti Davud (David) bugünkü Kudüs’ü başşe­hir yapar. Krallık en muhteşem devrini Hazreti Süleyman dev­rinde yaşar. Hârika kuvvetlerin sahibi olan Hazreti Süleyman başşehir Yeruşalaym’da (Kudüs) meşhur «Süleyman Mabed»i­ni «Siyon» Dağının üzerinde inşa ettirir. Bu mabede Yahudi an’anesinde «Beyt Hamikdaş» (Kutsal Ev) denilir.
Allah tarafından seçilmiş ve Hazreti Süleymana bildirilmiş olan yerde inşa edildiğine inanılan Mabed’in Yahudi dinindeki yeri pek büyük ve önemlidir. Bina edildiği yer bugünkü Ku­düs’te «Ömer Camii»nin bulunduğu sahadır ki zamanımıza an­cak bir tek «Batı Duvarı» intikal etmiş bulunmaktadır. Yahu­dilerin «Ağlama Duvarı» diye tanınan bu duvar halen durmak­ta ve ziyaret edilmektedir. Mukaddes kitapları olan Ahdi Atîk’de ve bunun ilk beş kitabını teşkil eden Tevrat’ta, yerine ge­tirilmesi sadece Mabed’in varlığına dayanan yüzlerce emir bulunmaktadır. Mabed, buradaki Başkohen ve Kohenlerin yani din adamlarının gerek kurbanlar, gerek diğer takdimeler ve bilhassa vergilerin toplanmasında görevleri bulunmaktadır. Belirli ibadetler ancak Mabed ve Başkohen’in varlığı ile müm­kün olabilmektedir. Dolayısiyle Mabed olmaksızın Yahudi di­ninin vecibelerinin ifasına imkân yoktur.
Bu Mabed M.Ö. 586 yılında Babil Kralının Filistini işgali sırasında yıkıldı ve Yahudiler esir olarak Babilonya’ya yani bugünkü Irak’a götürüldüler. Tarihteki meşhur «Babil Esareti Devri» budur. Yetmiş yıl devam etmiştir. İran’ın Babilin hâkimiyetine son vermesi ve İmparatorun Yahudilere lütufkâr davranması sonucu tekrar Filistine gelen Yahudiler 70 yıl sonra M.Ö. 516 yılında Mabed’i ikinci defa ayni yerde yeniden inşa ettiler. İlk Mabed’in o zamana kadar duran temelleri ve duvar­ları aynen muhafaza edildi.
Tarihte «İkinci Mabed Devri» diye tanınan bu devirde M.Ö. 332 yılında Büyük İskender’in Doğu Seferi sırasında ba­ğımsızlıklarını yeniden kaybettiler. İskender sadece siyasî hakimiyetlerine son vermiş fakat din işlerinde tamamen serbest bırakmıştı. Fakat ani ölümü üzerine bu bölgeye hâkim olan Ptoleme Soter idaresinde Yahudiler rahat durmayıp isyan etti­ler. Ptoleme Soter isyanı şiddetle bastırdı ve büyük bir kısmı­nı esir olarak Mısır’a götürüp İskenderiye şehrine yerleştirdi.
Sonra da din işlerinde yeniden serbesti tanıdı. İskenderiye’deki Yahudi cemaatinin düşünce tarihinde önemli bir yeri vardır. Yeni-Eflatuncu görüşün vatanı, Philo’nun yetiştiği muhit burasıdır.
Filistin bölgesinin yeni hâkimi İmparator Antiyokus Epifanes daha önceki müsaadeleri iptal edip, Yahudi dinini orta­dan kaldırarak yerine yunan dinini ipka faaliyetine girişti. Her şehre stadyumlar, tiyatrolar ve tapınaklar inşa ettirerek halkı yunan tanrılarına ibadete zorladı. Yahudilerin bir kısmı bu sı­rada «yunanlaş»makla beraber, dine sadakatla bağlı olanlar da vardı. Bunlar önceleri pasif mukavemete başladılar. Kâhin Matityahu ve oğullarının başa geçmesiyle isyan mahiyeti kazanan «Makabi harekâtı» M.Ö. 157 yılında başarı kazandı ve Makabi Devleti kuruldu. Halen dünyanın çeşitli yerlerinde Yahudiler tarafından kurulan Makabi Cemiyetleri ismini buradan almak­tadır. Bu hâkimiyet Roma İmparatorluğunun fetihleri sebebi ile pek uzun ömürlü olamadı ve M.Ö. 37 yılında sona erdi. Ro­ma, Herod’u başlarına kral tayin edip din işlerinde de serbesti tanıdı. Fakat Yahudilerin her fırsatta isyan etmeleri üzerine Titus kat’î harekete girişerek M.S. 70 yılında Mabed’i yerle bir etti, çoğunu kılıçtan geçirdi, kalanların çoğunu da dünyanın dört bucağına sevkederek esir pazarlarında sattırdı.
Mabed’in Babil Krallığı ve Romalılar tarafından tahripleri, calib-i dikkattir ki ayni ayın ayni gününde (9 Ab) vaki olmuş­tur. Bu gün Yahudi dininde en büyük yas günüdür.
Mabed’in ortadan kalkması ve birkaç şehirdeki küçük ce­maat hariç bütün Yahudilerin dağıtılmaları ile dinin de orta­dan kalkmasından endişe eden din bilginleri derhal Yohanan Ben Zekkay’ın başkanlığı altında Yavne şehrinde toplanarak bir okul açarlar ve öğretime başlarlar. Bu okul birkaç yüzyıl Yahudilerin dinî merkezi olarak hizmet görür. Bundan sonra dinî merkezlik Irak Yahudilerinin kurdukları akademilere ge­çer. Filistin’deki Talmud’dan sonra Babil Talmud’u burada tedvin edilir (499 yılı). Ahdi Atikten sonra dinin kaynağını bu kitaplar teşkil etmektedir. Bu arada eski bir Yahudi mezhebi tarafından kurulmuş olan Sinagog (Havra) müessesesi dinde Mabed’in yerine ikame edilir. Yabancı diyarlarda «Sürgün»de bulunulduğuna nazaran dinî emirlerin nasıl yerine getirilecek­leri hususunda kararlara varılır ve bugün yaşadığı şekliyle «Ortadoks Yahudilik» kurulur. İşte bu andan itibaren de Siyonizm ideali doğar.
Siyonizm, en geniş anlamı ile, Arzı Mev’ûd yani Filistin dışındaki bütün Yahudileri yine orada toplamak ve sonra da Süleyman Mabedini Siyon Dağı üzerinde yeniden inşa etmek idealidir şeklinde tarif edilebilir.
Tevrat ve Ahdi Atîk’in mahiyeti icabı, Yahudilikte din ile devleti kesinlikle biribirinden ayırmak imkânsız görünmekte­dir. Bu itibarla dinî bağımsızlıktan hemen sonra siyasî bağım­sızlık da şart bulunmaktadır. Daha Mabed romalılar tarafın­dan tahrip edilip dinî serbestîye son verilmezden önceki yıl­larda sahneye çıkan bazı kimseler «Mesih» olduklarını iddia ederek Yahudileri çevrelerinde birleşmeye çağırmış ve siyasî bağımsızlık için uğraşmışlardır.
Bu kimseler Ahdi Atîk’in çeşitli yerlerindeki Mesih görüşüne istinat etmekte idiler. Kitap’ta anlatılan bu görüş çok mübhem ve dolayısiyle her türlü tevile müsaittir.
Meselâ şöyle cümleler vardır: «İsrail üzerine hükümdar olacak adam bana senden çıkacaktır; onun çıkışı eski vakit­ten, ezelî günlerdendir».
«Ey Siyon Kızı! Büyük sevinçle coş, ey Yeruşalaym kızı bağır, işte kralın âdildir ve kurtarıcıdır, alçak gönüllü ve bir eşek üzerine, evet, eşek yavrusu üzerine binmiş sana geliyor». Burada geçen «Siyon Kızı» ve «Yeruşalaym Kızı» deyimleri İbrani dilinde İsrailoğulları anlamındadır.
Diğer bir ibare de şöyledir :
«îşte rabbin büyük ve korkunç günü gelmeden önce ben size Peygamber Eliyahu’yu göndereceğim». Büyük ve korkunç gün kıyamet günüdür.
Hıristiyanlara göre Ahdi Atîk’in Mika, Zekeriya ve Malaki kitaplarında bu şekilde anlatılan ve haber verilen Hazreti İsa’­dan başkası değildir. O, ananelerine göre, gerçekten bir beyaz eşek yavrusuna binerek zuhur etmiş, ama Yahudiler ona inan­mamışlardır. İddialarına göre Mabed’in tahribinden sonra hıristiyanlığı kabul eden bir kısım Yahudiler deliller göstererek İsanm Mesih olduğunu ispat etmişler ve Romanın zulmü ile Mabed’in tahribinin asıl sebebinin M e s i h ’i kabul et­memelerinden dolayı İlahî cezayı hak etmiş olmaları olduğu­nu söylemişlerdir.
Tarihî gerçek şudur ki, münferit vak’alar dışında Yahudiler genellikle İsa’yı «sahte mesih» saymışlar ve hiçbir zaman ka­bul etmemişlerdir. Bununla da kalmamışlar, hristiyan inancına göre, onun aleyhinde çalışmışlar ve sonunda çarmıha gerilme­sine sebep olmuşlardır. Onun için Yahudiler lânetlenmişlerdir. Bu lânetten sonra gelen nesiller de kurtulamamışlardır. Gün­lük ibadetlerde Yahudiler için okunagelen bu lânetleme beddu­aları şu son yıllarda Papanın emriyle dua mecmualarından çı­karılmaya başlanmıştır.
İsa’nın mesih olduğu hususu Yahudilerce kabul edilmeyin­ce «Mesih’in gelmesini bekleme»ye devam etmeleri tabii idi. Nitekim miladın 44. yılında Theudas’ın zuhur ettiğini görüyo­ruz. Roma valisinin gönderdiği süvariler tarafından kılıçtan ge­çirilen Theudas ve taraftarlarından sonra 55-60 kadar mesih id­diacısının bir yüzyıldan çok daha az zaman içinde zuhur ettiği eski kaynaklar tarafından bildirilmektedir.
Mabed’in tahribi ve Yahudilerin büyük çoğunluğunun sü­rülmesi üzerine mesihlerin de arası yarım yüzyıl ka­dar kesilmiştir. 132 yılında ortaya çıkan Bar Kohba Filistin’­de Roma’ya karşı giriştiği mücadeleden galip çıktı ve bağım­sız bir Yahudi Devleti kurmayı başardı. Dinî lider Rabbi Akiba, Tevrat’ın Sayılar kitabı ile Talmud’ta bulunan şu cümlele­rin Bar Kohba’ya işaret ettiğini, onun beklenen Kral-Mesih olduğunu ilân etti: «Yakuboğullarından (Yahudilerden) bir yıldız çıkacak ve İsrailden bir âsa kalkacak, bir uçtan bir uca kadar Moab’ı (düşman) vurup kıracak, bütün mütecavizleri ezecek», «Ben gökleri ve yeri sarsacak, dünyadaki kralların taçlarını yıkacağım». Bar Kohba devleti kurduktan üç yıl sonra romalılarla sa­vaşırken öldürülünce herşey bir kere daha sona ermiştir.
Bar Kohba hareketinin doğurduğu hayal sukutu tam üçyüz yıl devam etmiştir. Bütün gözler ufuklarda kendilerini yabancıların hakimiyetinden kurtaracak m e s i h ’i bekle­mektedir. Bu defa Filistin dışında, Girit adasındaki Yahudi ce­maati içerisinden Moşe zuhur etti.
Moşe, kendisinin vaktiyle İsrailoğullarmı mısırlıların esa­retinden kurtaran Moşe (Hazreti Musa) ile ayni şahıs olduğu­nu, Allahın kendisini İsrailoğullarmı yeniden kurtarmak üze­re gökten yeryüzüne indirdiğini, kavmi tıpkı Kızıldeniz’den geçirdiği gibi bu defa da yürütüp Akdenizden geçirip Filistine götüreceğini iddia ve vadediyordu.
Girit Adası Yahudileri derhal işlerini tasfiyeye girişmiş­ler ve Mesih’in hareket işaretini beklemeye başlamışlardı. «Me­sih Çağı» başlamak üzere olduğuna göre para ve altının lüzum ve değeri kalmıyordu. Belirli gün gelince Moşe adanın jssız bir burnunda kavmini toplamış ve oradan denize atlamalarını em­retmişti. Ellerindeki altın ve paraları mesihe teslim eden bü­yük bir çoğunluk emre uyarak atlayıp Akdenizin dalgaları arasında kaybolmuşlar, civardaki balıkçıların yardımı ile kur­tulan bir kısmı ise aldatıldıklarını anlayınca Moşe’nin kendi­lerini aldatmaya memur şeytan olduğuna hükmetmişlerdi. Zi­ra Moşe, bütün aramalara rağmen ele geçirilememiş, altınlar­la beraber kaybolmuştu.
Moşe tecrübesinden üç yüzyıl sonra çıkmaya başlayan bir sıra mesihin gayesi Yahudileri müslüman hâkimiyetinden kur­tararak Filistine götürüp orada devlet kurmak olarak görün­mektedir.
Emevi Halifesi İkinci Ömer’in (717-720) zamanında Suriye Yahudilerinden Serene faaliyete geçmiş, kavmini uçura­rak götürüp devleti Filistinde kuracağını vadetmişti. Yaka­lanıp Halifenin huzuruna götürüldüğünde «Sırf Yahudilerle eğ­lenmek için böyle hareket ettim» deyince cezalandırılmak üze­re kavmine teslim edilmişti.
Serene’den az sonra, Abbasî hâkimiyetinin ilk yıllarında devletin geçirdiği sarsıntı ve dahilî isyanları fırsat bilen îran Yahudilerinden Ebu İsa Isfahanî ve muakkibi Yudgân zuhur etmişler, ayni iddiaları ileri sürmüşler ve kılıçtan geçirilmiş­lerdir. Ebu İsa’nın çevresinde toplananların onbinleri aştığı bilinmektedir.
Bu mesihler arasında en enteresanı 1140-1160 yılları ara­sında ortaya çıkan David Alroy veya arapça ismiyle İbn erRuhî’dir.
İkinci haçlı seferi ile Doğu dünyasında meydana gelen kargaşalık, Filistinin hıristiyanlar tarafından zaptedilmiş ol­ması, Abbâsî hilâfetinin zayıflaması sırasında İbn er-Ruhî or­taya çıkınca Yahudiler de bu arada kurtulacaklarına inanmış ve ona dört elle sarılmışlardı.
İbn er-Ruhî Musul’da zuhur etmiş, fakat Irak’tan Azerbeycan’a kadar uzanan bölgedeki Yahudilere kendisini m e s i h olarak kabul ettirmişti. Plânına göre önce Musul ve çevresin­de bir devlet kuracak, ileride hâkimiyetini Filistine kadar ge­liştirecek ve komşu ülkelerdeki Yahudileri uçurarak gö­türecekti. Fakat daha plânın ilk safhasında, Musul’un yanın­daki Amadiye kalesini ele geçirme çabası sırasında yenilip öl­dürülmüştü. Ona büyük ümitlerle bağlanmış olan Yahudiler ölümünü kabul etmemişler ve birgün dönüp tekrar başlarına geçeceğini beklemeye başlamışlardı.
Bu «bekleme» durumundan faydalanan iki açıkgözün oy­nadıkları oyun hala hafızalarda yaşamaktadır :
İbn er-Ruhi’nin emriyle hareket ettiklerini bildirerek Bağdad Yahudileri ile temasa geçen iki kafadar onları uçurarak Kudüs’e göndereceklerini, orada m e s i h ’in kendilerini karşılayacağını ve «Mesih Çağı»nm başlayacağını ilan etmişlerdi. Şehirdeki Yahudiler bütün varlıklarını altına çevirerek ikisine teslim ile hareket emrini beklemeye başlamışlardı. İki açıkgöz mehtapsız bir gecenin ilerlemiş saatinde vaktin geldiğini söyleyip Yahudileri şehrin surları üzerinde toplamışlar ve yeşil el­biseler giydirerek aşağıya atlamalarını emretmişlerdi. Melek­lerin kanatlarına binerek uçmak hayali ile kadın-erkek, büyükküçük hepsi sabahın ilk ışıkları görünene kadar atlamaya de­vam etmişler, ancak o zaman vaziyet anlaşılmıştı. Lâkin altın­ları alan açıkgözleri ele geçirmek mümkün olmamıştı.
XI ve XII. yüzyıllarda mesihler zuhur etmeye devam et­miş, bunlardan yemenli olanı başı kesilse dahi ölmeyeceğini ileri sürmüş, San’a’nın müslüman valisi «Eğer dediğin doğru çıkarsa ecdad yâdigârı dinimizi bırakıp peşinden geliriz» de­miş, ama başı kesilince «yalancı» olduğu anlaşılmıştı.
XIII. Yüzyıldan itibaren «Kabalist mesihler»in ortaya çık­tığı görülmektedir.
Kabala hareketinin kökü Her nekadar çok eski devirlere da­yandırılmak istenirse de aslında İhvan-ı Safa risaleleri ve İslâmiyetin tesiri altında meydana gelmiş bir Yahudi tasavvuf hareketidir. XIII-XVII. Yüzyıllar arasında Abraham Abulafia, Nişim ben Abraham, Aşer Lemlein, David Reubeni, İzak Luria ve Hayim Vital mesihlik iddiasında bulunmuşlardır. Bunların sonuncusu ve ismi üzerinde en çok alaka toplayanı İzmirli Yahudi mesih Şabtay Sivi’dir. (Günümüzde Sabetay Sevi olarak yazılıyor. Metne sadık kalmak için değiştirmedim)
Şabtay Sivi (1626-1676) İzmirde, gördüğü rüyaları ilân ile işe başlamış, Filistin ve Mısır’a yaptığı seyahatlerinde büyük başarı ve taraftar kazanmıştı. Tam Yahudiler mesihin savaşa başlayıp devleti kurmasını beklerlerken kendisi İstanbul’da sorguya çekilmiş ve ihtida ederek müslüman olmuştur. Buna rağmen İzmir’e dönmesine müsaade edilmeyerek Arnavutlukta ikamete memur edilmiş ve orada ölmüştür.
Onun ölümü üzerine taraftarları üç büyük guruba ayrıl­mışlardır :
1— İzmirliler : Bunlar Şabtay’ın ölümünün gerçek değil sadece görünüşte olduğunu, ölmediği cihetle de birgün gizlen­diği yerden geriye döneceğini kabul ederler ve onu beklerler.
2— Yakubcular : Şabtay ölünce mesihlik onun üvey kar­deşi Yakub’a geçmiştir. İleride rücu edip başa geçecek olan da Yakubtur görüşünde olanlardır.
3— Dönmeler : Bunlara göre Şabtay Sivi müslümanlığı zahiren kabul etmiştir, aslında ise Yahudi dinine sadık kalmış­tır. Mesihin yolundan giderek bunlar da görünüşte müslüman gibi davranırlar, müslüman ismi alırlar, her türlü merasimi ifa ederler, fakat gizli gizli asıl dinlerine göre amel eder, emir ve nehiylere uyarlar. Meselâ cumartesi günleri çalışmak Yahudi dinine göre kesinlikle yasaktır, onlar da çalışmazlar. Bir yakın­ları öldüğünde gömleklerini yırtıp bir ay müddetle —Yahudi dini üzre— yerde otururlar v.s.
Bildiğimiz son mesih 1868 yılında Yemen’de zuhur eden Şukr el-Kuheyl’dir. Yemen Yahudilerine mesihliğini kabül et­tirmiş, rivayete göre onlara bazı mucizeler göstermiştir. Adam­larını silahlandırması üzerine San’a valisi üzerine asker şev­ketmiş, o da dağlara çekilerek mücadeleye girişmiştir. Şukr el-Kuheyl de yediyüzyıl önceki hemşehrisi gibi, başı kesilse dahi ölmeyeceğini, daha doğrusu ölümünün «görünüşte» bir ölüm olacağını, bir süre sonra «geri döneceğini» iddia ediyor­du. Yakalandığında başı kesilerek îstanbula gönderilmiş ve me­sele kapanmıştı. Fakat Yahudi cemaati kısmen onun «ölmediği­ne» kısmen de «döneceğine» inanmaya devam etmişlerdi.
Sadece dinî yönden hareketle mesihliklerini iddia dışında bazı kimseler de Avrupa ve dünyadaki Yahudi Meselesini hal­letmek için görüşler ortaya atmış, faaliyetlerde bulunmuşlar­dır. Bu faaliyetlerin başlangıcı XVII. yüzyılın son çeyreği ola­rak görünmektedir. Bu faaliyetler genellikle münferit ve mev­ziî karakterdedir.
1695 Yılında İngilterede Oliger Paulli Kral William III. a bir ariza vererek Filistinde bir Yahudi devleti kurulması hu­susunda yardımını talep etmiştir.
1714 de Fransız Yahudisi Langallerie Marki’si Hague şeh­rindeki Türkiye Sefiri ile ayni hususu müzakereye girişti. Son­raki faaliyetleri sırasında Viyana’da tevkif edilerek hapishane­de ölümüne kadar kaldı.
Saksonyalı Hermann Moritz (1696-1750) Yahudileri çevre­sinde toplayarak Güney Amerikada bir devlet kurmak ve kral olmak için çalıştı.
îtalya Yahudilerinin gidip toplu halde Filistine yerleşmek için Kudüs Valisi Ali Bey ile pazarlığa giriştikleri anlatılmak­tadır. Malî hususta anlaşma olmadan valinin ölmesiyle iş sonuçlanmadan kapanmıştır.
1798 yılında Fransa Yahudileri hükümete müracaat ederek himaye altında Filistinde bir devlet kurmalarına yardım edil­mesini istediler. Bundan bir yıl sonra 1799 Martında Mısır se­feri sırasında Napolyon Bonapart Eski Kudüsü ihya etmek is­teyen Yahudilerin bayrağı altında toplanmalarını ilân etti. Her iki teşebbüs de sonuç vermedi.
1820 Yılında Rus Yahudisi Albay Pestel, Pravda’da yazdı­ğı bir seri makalede Yahudilerin Küçük Asya’da (Anadolu) bir devlet kurmaları fikrini ortaya attı.
Amerikada Mordahay Noah 1825 de Yahudileri Niyağara çevresinde bir devlet kurmaya davet etti. Bundan yedi yıl son­ra alman B. Behrend Kuzey Amerikada satın alınacak bir kı­sım arazi üzerinde bir Yahudi kolonisi kurmak için faaliyete geçti.
1839 da İngiltere Yahudileri kendilerine Suriye ve Filistin’­de yerleşme hakkının verilmesi için büyük bir kampanya açtı­lar. İngiliz devlet adamlarından Lord Palmerston ve Lord Shaftesbury de bu kampanyaya katıldılar. İkibin yıl önce iş­lenmiş bir haksızlığın ancak Yahudilerin anavatanlarına dön­meleri ile düzeltilebileceğini beyan ettiler. İş Kraliçe Viktorya’ya intikal etti ve orada kaldı.
Meşhur bibliyografya bilgini Moritz Steinschneider 1840 da Viyana’da Filistinde Yahudi bağımsızlığının ihyasını gaye edi­nen bir dernek kurdu, birkaç şehirde arkadaşları vasıtası ile şube açtırdı. Ayni gaye ile İngilterede Albay Churchill, Amerikada Emma Lazarus faaliyete geçtiler. Yahudi çevreler hiç­birine iltifat etmedi.
Kırım savaşından sonra 1856 yılında Pariste toplanan sulh konferansında Yahudi Meselesinin ele alınması için girişilen kampanya sonuç vermedi. Ancak George Elliot «Daniel Deronda», Lazar Levy ve III. Napolyon’un hususi kâtibi Ernest Laharanne «Yahudi Milletinin Dirilişi», «Yahudi Milliyetinin Yeni­den Kuruluşu» gibi kitaplar yazdılar.
1891 Yılında Amerika Cumhurbaşkanı Benjamin Harrison’a bir ariza verildi. Bunda Başkan’ın nüfuzunu kullanarak Rusya, İngiltere, Almanya, Avusturya-Macaristan, İtalya ve Türkiye nezdinde teşebbüse geçmesi ve bir milletlerarası kon­feransın toplanmasını temin etmesi isteniyordu. Bu konferans halen dünyadaki Yahudilerin içinde bulundukları şartları ve bilhassa Filistinde yerleşme haklarının tespitini hedef tutacak­tı. Bu arizanın altmda John Rockfeller, Russel Sage, Başhâkim W. Fuller’in imzaları vardı.
Dünyadaki Yahudi cemaatinin büyük çoğunluğunca benim­senen ve Ortadoks Yahudilik dediğimiz büyük kitle bir m e s i h ’in gelip, onun liderliği altmda Filistin’de yeniden bir Yahudi Devleti kurulmasını beklerken XIX. Yüzyılda doğup gelişen yeni bir dinî cereyan bu görüşe kesin cephe aldı. Bu cereyan Reformist Yahudiliktir. Birçok dinî emir ve nehiylerde değişiklik yapan, bilhassa Cumartesi yasaklarının hududlarını çok darlaştıran Reformistler mesih görüşüne de cephe aldılar. «Gayemiz Filistinde bir devlet kurmak ve bütün Yahudileri orada toplamak değil, dünyadaki Yahudilerin Allahın birliği akidesine sarılmalarını ve diğer milletler arasında erimemele­rini temin etmektir» dediler. 1845 Yılında Frankfurtta toplanan reformcu din adamlarının görüşleri 1869 da Filadelfiya ve 1885 de Pittsburg’da yapılan toplantılarda teyid edildi. Sonuncu kongrenin açıklanan tebliğinde açıkça şöyle denilmekteydi: «Biz kendimizi hiçbir zaman bir millet olarak telakki etmiyo­ruz, biz dinî bir cemaatten ibaretiz. Bu sebeple ne Filistine dönmeyi, ne orada devlet kurmayı ve ne de bir Yahudi Dev­leti kurulmasına yol açacak hukukî düzeni isteriz».

Hemen hemen bütün Avrupa ve Amerika devletlerindeki Yahudilerin yukarıda bahsettiğimiz münferit faaliyetleri sonu­cunda çeşitli Yahudi cemaatleri, bilhassa Rusya Yahudileri ara­sında yeni bir fikir doğdu: Kolonizasyon. Önceleri reformist Yahudiliğin ilhamı ile dünyanın herhangi bir yerinde, başka devletlerin idaresine bağlı fakat Yahudilerin birarada yaşaya­bileceği bir veya birkaç koloni tesisi fikri yavaş yavaş gelişti. Koloninin yeri olarak Filistin seçildi.
Rusya’da P. Rabinovitz, Pinsker, H. Schapira’nın  liderlik­lerinde kurulan Hovevey Siy on cemiyeti Almanya, Fransa, İn­giltere ve Amerika Yahudileri arasında derhal yankı uyandır­dı. Londra’da Hovevey siy on, Amerikada Şavesiyon, Pariste Yişuv Eretz Yisrael cemiyetlerinin gayeleri hep ayni idi: Filistinde bir Yahudi kolonisi meydana getirmek. 1879 yılına kadar gözle görülür bir başarı gösteremeyen bu cemiyetler zengin Yahudilerin para yardımına da kavuşunca bu yıldan itibaren gönüllü idealist Yahudileri Rusya ve diğer Avrupa ülkelerin­den toplayıp Filistine sevketmeye başladılar. Wilna’da 1889 yı­lında yapılan bu cemiyetlerin federasyon toplantısında sayıla­rının otuzbeşe yükseldiği görülmektedir.
Hibbat Siyon veya Hovevey Siyon genel adı altında top­lanan bu cemiyetlerin zuhur sebebinin başında XIX yüzyılın ikinci yarısında Avrupada şiddetlenen Yahudi aleyhdarlığı gös­terilebilir. Getto denilen ve Yahudilere mahsus, etrafı duvar­larla çevrili mahallelerde yaşayan Yahudilere karşı uyanan nefret ve aleyhte gösterilerin sonu geleceği yerde tedricen art­maya başlaması, Rusya ve Galiçya’daki Yahudilerin zaman za­man kitle halinde hudut dışına çıkarılmaları ile düştükleri se­falet onları bir çıkar yol aramaya şevketti.
1878 Yılında Berlin’de toplanan sulh konferansına başvu­rarak Filistine dönme haklarının münakaşa edilmesini istedik­leri zaman, konferans başkanı Prens Otto von Bismarck’ın bu­nu şiddetle reddedip gündeme bile almamasını unutmazlar.
İşte bu karışık ve bir sürü cemiyetin çeşitli gayeler peşin­de koştukları günlerde sahneye Viyanalı bir Yahudinin çıktı­ğını görmekteyiz. Bu, hukuk tahsil etmiş, doktora yapmış, Viyana’da Neue Freie Press gazetesinin edebiyat ve siyaset ko­nularındaki yazılarını tertip ve tanzim eden genç bir adamdır: Theodor Herzl.
Önce en çok takibata maruz kalan Galiçya ve Rusya, son­ra da bütün dünya Yahudilerini Filistin’de toplayarak bir Ya­hudi Devleti kurma fikri diye tarif edebileceğimiz Politik Si­yonizm hareketinin kurucusu Dr. Theodor Herzl’dir. Avrupada uyanan Yahudi aleyhdarlığı ile ortaya çıkan «Yahudi Mese­lesine bir hal yolu bulmak için 1895 yılında, daha 35 yaşında iken harekete geçen Herzl, 1904 yılında ölümüne kadar bütün faaliyet ve düşüncelerini hatıra defterine geçirmiştir. Halen Kudüs’ün İsrali kesiminde Merkez Siyonist Arşivinde muhafa­za edilmekte olan bu hatıraların tamamı ikibin kitap sahifesi tutacak genişliktedir. Rusya, Almanya, Avusturya, İngiltere, Fransa, İtalya ve Türkiye devlet adamları ile giriştiği muhabe­reler, müzakereler, yaptığı teklifler ve aldığı sonuçlar gün be gün bu deftere işlenmiş bulunmaktadır.
Bu hatıraların yayınlanması Avrupa’da bazı skandallara sebebiyet verecek nitelikte olduğu için yayınlanırken bazı kı­sımları çıkarılmış ve ancak son on yıl içerisinde tamamı yayınlanmıştır.
Filistin’in sahibi olması hasebiyle, hatıralarda bir kısım yeri de Türkiye, Sultan Abdülhamid ve o zamanki devlet adamları almaktadır. Biz diğer bölümleri ihtisar ve hulasa edip Türkiyeye taalluk eden kısımları aynen vermeye çalıştık. Hatıraların tamamının çevrilmesi ve yayınlanması bilhassa si­yasî tarih bakımından son derece faydalı olacaktır kanaatin­deyiz.
Bundan sonraki sahifelerde Dr. Theodor Herzl’in hatırala­rını nakledecek, 1904 yılında onun ölümünden sonra meydana gelen gelişmeleri, Filistin’de Yahudi Devletinin kuruluşuna ka­dar olup bitenleri hatıraların sonunda anlatacağız.
Şavuot Bayramı, 1895-Paris
Son zamanlardaki vazifem gayet rahat ve tatminkâr, fakat şu anda bu vazifeye devam edip etmeyeceğimi bilmiyorum. Zihnimdekiler bana muazzam bir rüya gibi geliyor, ama gün­ler ve haftalardır şuuruma hâkim; nereye gitsem, ne yapsam peşimde, günlük muhabirlik ve gazetecilik görevimi yaparken dahi onunla meşgul oluyorum.
Neler olup biteceğini tahmin için henüz vakit çok erken, lâkin tecrübelerimle biliyorum ki bu bir rüya olsa dahi calibi dikkattir ve bu sebeple yazılmalıdır. Beşeriyet için bir hatıra olmazsa da, hiç değilse sonraki yıllara benim görüş ve hisleri­mi aksettirir. Bu iki ihtimal arasında belki de edebî bir eser olur. Düşündüklerim gerçekleşmezse bile faaliyetim bir roman meydana getirir.
Romanın başlığı: Arz-ı Mevûd (Vadedilmiş Vatan).
Gerçeği söylemek lâzımsa, bu benim aklıma sadece «ede­bî» bir roman konusu olarak gelmiş değildir. Bu, bir maksada hizmet edecektir.
Paris’e daha gelir gelmez edindiğim tecrübeleri ve bir ga­zeteye yazılması imkânsız müşahedeleri hatıra defterime yaz­maya başlamadığıma çok hayıflandım, bu yüzden çok şey kay­bettim. Fakat bir gazete muhabirinin tecrübeleri ile benim şim­diki çalıştığım konuyu bir mukayese etmeli! Ne rüyalar, düşün­celer, mektuplar, toplantılar ve faaliyetler olacak. Eğer herşey yolunda giderse ne korkunç mücadeleler yapılacak. Bütün bunlar not edilmeye değer.
Stanley, küçücük «Livingstone’u nasıl buldum» adlı seya­hat kitabı ile bütün dünyanın ilgisini çekti. Ve o, Siyah Kıt’ayı baştan başa geçerken, bütün dünyayı, bütün bir medeni dün­yayı teshir etti. Benimki ile mukayese edilince bütün bu kah­ramanlıklar ne kadar basit. Bugün yine söylüyorum: Benim rüyamla mukayese ediniz.
Ben «Yahudi Meselesi» ile bilfiil ne zaman meşgul olma­ya başladım? Muhtemelen bu mesele ortaya çıktığından beri, daha doğrusu Dühring’in [[1]] kitabını okuduğum günden itiba­ren.
Şimdi Viyana’da bir köşeye atılmış eski not defterlerimden birinde Dühring’in kitabı ve «Mesele» hakkındaki müşahede­lerim yazılıdır. O zamanlar, zannediyorum 1881 veya 1882 yı­lıydı, yazılarımı yayınlayabileceğim bir gazete yoktu. Fakat bugün bile o zaman yazdıklarımı tekrar tekrar söyleyebilirim. Yıllar geçtikçe bu «Yahudi Meselesi» içime işliyor, acı veriyor, beni perişan ediyor.
Gayet tabii, geçen her yıl düşüncelerimde değişiklik yapı­yor, bazı görüşlerimden ayrılıyorum. Bu yüzden aynada eski­sinden başka bir adam bana bakıyor. Ama değişen hususlar dı­şında şahıs ayni şahıstır. Yılların bıraktığı izlerle olgunlaştı­ğını görüyorum.
Önceleri «Yahudi Meselesi» beni çok acı yaraladı. Hıristi­yanlığa geçerek bundan kurtulmayı düşündüğüm zamanlar ol­du. Fakat bu, gençlikteki bir zaaftan başka birşey değildi, ama bu hatıralarda kendi kendime doğruyu söylemeliyim —zira kendime karşı riyakâr davranmam bu hatıraların kıymetini ortadan kaldırır—. Hiçbir zaman ciddi şekilde hıristiyan ol­mayı veya ismimi değiştirmeyi düşünmedim. Hele ikinci hu­susu teyid edecek bir de vesile oldu. Çok genç, müptedi bir ya­zar iken Viyanada Deutsche Wochenschrift’e bir makale gön­derdim, Dr. Friedjung bana, şimdiki Yahudi ismimden vaz ge­çip bir müstear ad kullanmamı tavsiye etti. Kat’iyetle reddet­tim, babamın adını taşımaya devam edeceğimi, gerekirse ma­kalemi geri alabileceğimi söyledim. Maamafih Dr. Friedjung makalemi kabul etti.
«Yahudi Meselesi» benim için tabiatiyle, her köşe bucakta mevcuttu. Bazan üzülüyor, bazan da eğleniyordum. Huzursuz­luk hissediyordum, Her nekadar buraya gelmezden önce Yahudiler hakkında bir roman yazmayı düşünmüşsem de bu beni tam sarmış değildi. Bunu 1891 yılında İspanya’ya gittiğim sı­rada düşünmüştüm. O zamanlar bu benim edebî bir projemdi. Romanın kahramanı, o yılın şubatında Berlin’de intihar eden aziz arkadaşım Heinrich Kana olacaktı. İlk müsvettede roma­nın adı «Samuel Kohn» idi. Buna ait notlarım da hep kaybol­muş olsa gerektir. Bunda bilhassa zavallı, fakir Yahudi kitle­lerinin zenginlere nazaran çektiklerini belirtmek istiyordum. Muhit Kana’nın zengin akrabalarına karşı koyup, yaşadığı mu­hitti.
«Neue Freie Presse» gazetesi (Viyana) beni Paris’e muha­bir olarak gönderdi. Bu vazifeyi kabul ettim, zira dünyayı ora­dan görmek istedim. Ama roman projemin bu sebeple akim kalmasına da hala hayıflanırım.
Paris’te, hiç değilse müşahit olarak, politikanın tam ortasındaydım. Dünyanın nasıl yürütüldüğünü gördüm. Burada Yahudi aleyhdarlığı olmadığı için meseleyi daha iyi tahlil ede­cek seviyeye yükseldim. Avusturya veya Almanya’da arkam­dan birisinin «Hep, Hep» [[2]] diye bağıracağından devamlı ola­rak endişe duyardım. Ama burada kalabalıkta hiç tanınmadan dolaşabiliyordum.
Şimdiye kadar «Hep» diye bağırılmaya iki defa hedef ol­dum. Birincisi 1888’de Mainz’den geçerken oldu. Bir akşam ucuz gece kulüplerinden birine gittim, bira içtim. Kalkıp ka­pıya yöneldiğim sırada, kalabalığın içinde, sigara dumanları arasında birisi bana «Hep, Hep» diye bağırdı. At kişnemesine benzer kahkahalar koptu. İkincisi Viyana yakınında Baden’de oldu. Tam arabaya bineceğim sırada birisi «Pis Yahudi» diye bağırdı.
*
*          *
Bir roman yazmak fikrinden nasıl olup da, bu romanı Yahudi meselesini halletmek, onları vatanlarına dön­dürmek faaliyetine çevirdiğim, her ne kadar son birkaç hafta içinde vaki oldu ise de, bu benim için tamamen bir sırdır, şuur dışı olmuş bir şeydir.
Belki bu fikirler pratik değildir, belki bunları ciddî ciddî anlatacağım kimselere alay mevzuu olacağım. Kendi romanım­da kendim bir karakter olabilir miyim?
Bir gün aniden Yahudiler için milyonlar harcamış olan Ba­ron Hirsch’e [[3]] bir mektup yazdım. Mektubu bitirdikten sonra tam ondört gün ondört gece bir kenara bıraktım. Bu kadar ara­dan sonra mektubu tekrar okudum. Bana manasız görünmedi ve postaladım, mektupta şöyle diyordum :
Muhterem Efendim,
Acaba sizi ziyaret şerefine ne zaman nail olabilirim? Ya­hudi Meselesini tartışmayı arzu ederdim. Sizinle ne gizli ne açık malî meseleler üzerinde röportaj veya münakaşa yapmak istemiyorum. Sadece sizinle Yahudi Siyaseti konularını konuş­mayı arzu ediyorum. Öyle bir mesele münakaşası ki, zamanla doğuracağı sonuçları ne siz ne de bendeniz görebileceğiz. Bu sebeple bana meseleyi rahatlıkla konuşabileceğimiz bir veya iki saatinizi hasredebileceğiniz bir zamanda karşılaşmamızı di­lerim. Benim için en uygunu Pazar günüdür. Bu, önümüzdeki pazar değil, sizin lütfedeceğiniz herhangi bir zamandır.
Düşüncelerim sizi ilgilendirecektir. Öyle olduğu halde bu mektupta fazla birşey söylemek istemiyorum. Lütfen bu mek­tubu dahi çevrenizdekilere —sekreterleriniz ve sair kimsele­re— göstermeyip gizli tutmanızı rica edeceğim.
Belki benim ismim sizin meçhulünüz değildir, herhalde bu­rada muhabiri olarak bulunduğum gazeteyi olsun tanırsınız.
Hürmetkârmız Dr. Herzl
Neue Freie Presse Muhabiri
Bu mektubun müsvettesi hala elimdedir. Temize çekerken üzerinde bazı değişiklikler yaptım. Bu gibi şeyleri o tarihlerde vesika olarak saklamayı henüz düşünmüyordum.
Birkaç gün geçti, cevap Londra’dan geldi:
Dr. Theodor Herzl, Paris.
Mektubunuzu iki ay kalacağım bu şehirde aldım. İstediği­niz ve benim de dünyanın en büyük arzusu ile istediğim ran­devuyu yerine getiremiyeceğim için son derece müteessirim. Acaba zarfın üzerine «ŞAHSİDİR» diye işaret koyarak bana, karşı karşıya geldiğimizde söyleyeceklerinizi bildiremez misi­niz?
Size cevabı sekreterimin el yazısı ile ve fransızca yazdı­ğım için özür dilerim. Fakat avda vuku bulan bir kaza sebebi ile sağ elimi kullanacak halde değilim.
Saygılarımla
M.de Hirsch
Bu mektuba şu cevabı yazdım:
Cambon Sokağı No. 37
24 Mayıs 1895
Muhterem Efendim,
Burada karşılaşamamamızdan ötürü son derece müteessi­rim.
Size anlatmak istediklerimi yazmak kolay değil, maamafih yazacağım. Yalnız, eski bir darbı meselin ifade ettiği gibi, şim­di kısa yazmak için vaktim müsait değil; tumturaklı söz ve ifa­delerle başınızı ağrıtmayacağım. Vakit bulur bulmaz size yeni Yahudi siyaseti konusunda bir plân takdim edeceğim.
Bütün arzum sizin dikkatinizi tam olarak çekebilmektir. Karşılıklı konuşmuş olsak bunu temin ederdim ama mektup­laşma ile yapmak çok daha güç; benim mektubum masanızdaki diğer mektuplar arasına karışıp kalacak; sizin hergün dilenci­lerden, merhamet istismarcılarından, asalaklardan, dolandırıcı ve sahtekârlardan pekçok mektup almakta olduğunuzu tahmin ederim. Bu sebeple benim mektubum size çift zarfla gelecek­tir, ikinci zarfın üzerinde şöyle yazılı olacaktır: «Dr. Herzl’den mektup».
Sizden ricam bu mektubu tam manası ile istirahat edip günlük meşgalenizden uzaklaşmadan açmamanızdır. Gerçekleş­meyen karşılıklı konuşma talebimin sebebi de esasen bu idi.
Hürmetkârmız
Dr. Herzl.
Bu mektubu temize çekerken zannederim birkaç yerinde ifadesini değiştirdim. Hirsch’in veya onun omuz başından bakıp okuyacak üçüncü bir şahsın beni bir para avcısı ve istismarcı zannetmesini istemiyordum.
Müteakip günler bir memorandum tuttum. Bir sürü kâğı­da notlar çıkardım. Yürürken, lokantada yemek yerken, tiyat­roda veya parlamentoda iken yazı yazdım.
Tam bu hazırlıkların ortasında iken Hirsch başka bir mek­tupla bana sürpriz yaptı:
Londra,
26 Mayıs 1895
Mösyö Herzl, 37 rue Cambon, Paris.
Dün değil evvelsi günkü mektubunuzu aldım. Eğer henüz uzun bir rapor hazırlamadı iseniz bu sıkıntıdan kurtuldunuz demektir. Birkaç güne kadar kırksekiz saat için Paris’e gelece­ğim. Gelecek Pazar, 2 Haziranda saat 10.30 da Elysee sokağı 2 numarada beni emre âmade bulacaksınız.
Saygılarımla,
M.de Hirsch
Bu mektup beni çok rahatlattı. Hakkımda yanlış kanaatlara saplanmamış olmasına memnun oldum. Notlarımın üzerine daha ciddiyetle eğildim, bunlar Şavuot’tan [[4]] önceki Cumar­tesi günü artık koca bir tomar olmuştu. Tasnif ettim ve muh­tevalarına göre üç bölüme ayırdım:
Giriş, Yahudi ırkının seçkinliği, Hicret.
Böylece tanzim ettikten sonra temiz bir kopyasını çıkar­dım, tam 22 sahife tuttu.
Beklenen Pazar sabahı son derece itina ile giyindim. Bir gün önce yeni satın aldığım eldivenin henüz alındığı belli ol­masın diye biraz hırpaladım. İnsan zengin kimselere karşı on­lardan çok farklı görünmemeli.
Rue de L’Elysee’ye gittim. Bir saray. Geniş bahçesi ve muhteşem girişi bana son derece tesir etti. Her yerde gerçek güzellik vardı. Eski tablolar, mermerler, sessiz duvarlar... Ha­rika.
Ben bilardo odasında yalnız beklerken Hirsch girdi, san­ki daha önceden tanışıklığımız varmış gibi acele elimi sıktı ve biraz beklememi söyleyip gözden kayboldu. Oturup cam mah­faza içindeki Tanagra figürlerini inceleyip Baron’un zevk sa­hibi bir kimse olduğunu düşünürken bitişik odadan sesler işit­tim. Konuşanın, Baron’un hayır işleri ile uğraşan ve kendisiy­le bir defa Viyana’da, bir iki fırsatta da burada konuştuğum birisi olduğunu anladım. Onun çıkarken beni görmesi hoşuma gitmeyecekti. Belki bunu bir maksatla Hirsch tanzim etmişti. Bu düşünce beni güldürdü, zira ben kendisine tamamen bağlı olmayı düşünmemiştim. Ona ya kendi arzumla meylederdim, yahut da vazifemi tam başaramadan terkederdim. Konuşmamız sırasında onun «Jewish Association»da [[5]] bir vazife almam hususundaki muhtemel teklifine bile cevabım hazırdı: «Sizin hizmetinize girmek mi? Hayır. Yahudilerin hizmetine mi? Evet.»
Az sonra iki adam dışarı çıktı. Önceden tanıdığımın elini sıktım. Baron’a, «Bana bir saatinizi ayırabilir misiniz? Eğer hiç değilse bir saat olmazsa konuşmaya başlamayayım daha iyi» dedim.
Gülümseyerek «Haydi bakalım, buyurun» dedi.
Notlarımı çektim, «Meseleyi vazıh olarak ortaya koyabil­mek için birkaç şey hazırlamıştım», telefonun çaldığı ana kadar ilk beş dakika güçlükle konuştum. Telefon ahizesini alarak, kim ve ne için ararsa arasın evde olmadığını söyledi. Plânımı ona şöyle anlattım:
«Size söyleyeceklerimin bir kısmını çok basit, bir kısmını da çok fantastik bulacaksınız. Fakat insanlar basit ve fantas­tik ile idare edilirler. Ben hiçbir zaman Yahudi Meselesini biz­zat halledebileceğimi düşünmedim. Siz de aslında Yahudilerin patronu olmayı plânlamış değilsiniz. Siz bir bankerdiniz ve bir yığın iş yaptınız, vaktinizi ve servetinizi Yahudiler için hasret­tiniz. Ayni şekilde, başlangıçta ben, Yahudiler hakkında bir dü­şüncesi olmayan bir yazar ve gazeteci idim. Fakat tecrübele­rim ve müşahedelerim, Yahudi aleyhdarlığmm büyümesi beni bu Mesele ile ilgilenmeye şevketti.
Kendimi bu kadar takdim yeter.
Her ne kadar konuya tarihten başlayacaksam da Yahudi ta­rihine girmeyeceğim, nasıl olsa malumdur, yalnız üzerinde du­racağım bir nokta var: Dağıtılmamızdan beri geçen ikibin yıl­dır bir siyasi liderden mahrum bulunuyoruz. Ben bunu^ bizim en büyük talihsizliğimiz olarak kabul ediyorum, Bu yoksun­luk, bizim için, tarihte uğradığımız bütün takibat ve işkence­lerden daha kötü olmuştur. Bizim içten içe dağılma, ve yokluğa gidişimizin sebebi budur. Çünkü hiç kimse bizi gerçek insan ol­ma yolunda eğitmemiştir, tam aksine hep aşağılık meşgalelere itilmiş, ghettolara [[6]] kapatılmış ve oralarda biribirimizi deje­nere etmeğe uğraşmışızdır. Ve onlar bizi dışan salıverdikleri zaman bizden birdenbire, hürriyete alışkın insanların vasıfla­rını haiz olmamızı beklemişlerdir.
Şimdi, eğer çevresinde birleşilmiş bir siyasî liderliğimiz olsaydı, ki bunun için daha fazla delil göstermeyeceğim ve bu hiçbir zaman gizli bir cemiyet demek değildir, böyle bir lider­liğe sahip olsaydık, Yahudi Meselesini yukarıdan, aşağıdan, her cihetten halle girişebilirdik.
Hedef, önce bir merkez kurmak ve bir baş bulmaktır.
İki istikamet de mümkündür: Ya bulunduğumuz yerlerde kalırız, ya da herhangi bir yere hicret ederiz.
Her halükârda kavmimizi eğitmek, yetiştirmek için müş­terek ölçülere muhtacız. Zira hicret etsek bile, Aız-ı Mev’ûd’a ulaşmamızdan önce uzun zaman geçecektir. Bu za­man Moşe’de kırk yıl tutmuştur [[7]]. Biz yirmi veya otuz yılda yapabiliriz. Her hâlükârda, gelecek yeni nesilleri kendi mak­satlarımıza uygun şekilde yetiştirmeliyiz.
Şimdi eğitim için sizin kullandığınızdan oldukça farklı metodlar teklif ediyorum.
Her şeyden önce, hayırseverlik prensibi üzerinde duralım. Ben bunun tamamen hatalı olduğu mütaleasmdayım. Siz bir sürü dilenci yetiştiriyorsunuz. Başka hiçbir kavim, Yahudilerde olduğu kadar hayır işlemeye ve bundan faydalanmaya meyil göstermemektedir. Bu iki fenomen arasında bir irtibat vardır, yani böyle sonunda dilenciliği terviç eden bir hayırseverlik bi­zim millî karakterimizi alçaltmaktadır».
Hirsch burada sözümü keserek: «Çok haklısınız» dedi, ben devam ettim:
«Yıllar önce işittiğime göre, sizin, Yahudileri Arjantin’de yerleştirme gayretiniz çok cüz’î sonuçlar verdi, yahut hiç ver­medi. Kulağıma çalınanların tartışmasını yapacak değilim, fa­kat şunu söylemek mümkün ki, herşey sizin düşündüğünüz şe­kilde olmadı. Olsa, olmuş olsa dahi yaptığınız nedir? Onbeş ve­ya yirmi bin Yahudiyi denizaşırı bir ülkede çiftçiliğe başlatmış olmak değil mi? Bunlardan daha çok sayıda Yahudi Leopoldstadt’ın bir tek sokağında oturmaktadır».
Hirsch, «Tenkid yeter, ne yapmalı?»
«Yahudiler ister bulundukları yerlerde kalsınlar, ister hic­ret etsinler, ırk bir defa bir istikamete sevkedilmelidir. Savaş için kuvvetlendirilmeli çalışmaya arzulu ve faziletli olmalıdır. Ondan sonra bırakın onları, zaruret varsa hicret etsinler ne yaparlarsa yapsınlar.
Bu gelişmeyi temin için, bugüne kadar yaptığınızdan baş­ka şekilde kaynaklarınızı kullanabilirsiniz.
Sizin yaptığınız gibi, Yahudileri teker teker satın almak yerine, belli başlı Yahudi aleyhdarı memleketlerde dikkati çe­kici, ahlâkî üstünlük konularında, san’at, ilim, salgın hastalık­larla mücadele, kahramanlık gösteren askerler v.s. v.s. büyük olan her konuda muazzam mükâfatlar tesis edersiniz. Bu mü­kâfatlar iki şey temin edecektir: Herkesin terakki etmesi ve reklâm. Anlıyorsunuz ya, mükâfat verilen olay sebebiyle her yerde konuşmalar olacaktır. Böylece insanlar iyi Yahudilerin de bulunduğunu öğreneceklerdir.
Fakat birinci sonuç daha önemlidir. Genel bir seviye yük­selmesi, terakki. Münferit olarak, mükâfatı kazanmış olanların önemi yok, beni alâkadar eden, mükâfat kazanmak için çalı­şacak olanlardır. Bu şekilde ahlâkî seviye yükselecektir».
Bu noktada sabırsızca sözümü kesti:
«Hayır, hayır, hayır! Ben genel seviyenin yükselmesini is­temem. Bizim bütün talihsizliğimiz Yahudilerin çok yüksekle­re tırmanmak istemesi vakıasından gelmektedir. Bizim lüzu­mundan fazla aydınımız var. Bence, asıl Yahudilerin bu ileri fırlamalarını durdurmalıdır. Böyle büyük hamleler yapmama­lıdırlar. Yahudilere olan bütün nefret bundan ileri gelmekte­dir. Benim Arjantindeki plânlarıma gelince. Başlangıçta bazı aksaklıkların olduğu doğrudur, fakat şimdi orada çok iyi insan­lar vardır. Eğer koloni başarı kazanırsa niyetim yüz kadar ga­zete muhabirini davet etmek —siz şimdiden davet edilmiş sa­yılırsınız— ve onları Arjantine götürmektir. Şüphesiz herşey mahsul durumuna bağlı, birkaç iyi yıldan sonra, dünyaya Yahudilerin iyi çiftçiler de olduklarını gösterebileceğim. Bundan sonra onların Rusya’da bile kalmalarına müsaade edilebilir».
Şöyle söyledim :
«Her ne kadar sözümü henüz bitirmediysem de, sizin sözü­nüzü kesmedim. Sizin kafanızdan geçenleri öğrenmek istedim. Fakat görüyorum ki fikirlerimi size anlatmanın faydası yok».
Bunun üzerine, sanki ben bankasında vazife isteyen bir adammışım gibi bir pozla ve yumuşak bir sesle :
«Sizin zeki bir insan olduğunuzu anlıyorum» dedi. Kendi kendime sadece tebessüm ettim. «Fakat çok fantastik fikirleri­niz var».
«Evet, size ya çok basit, ya çok fantastik geleceğini başlan­gıçta söylemiştim, siz gerçekten fantastiğin ne olduğunu bil­miyorsunuz» diye cevap verdim.
«Hicret yegâne hal şeklidir, satın alınabilecek geniş ve ye­terli arazi var» dedi. Ben, neredeyse bağırarak,
«Benim hicreti istemediğimi kim söyledi? Herşey bu not­ların içinde var. Alman Kayzer’ine gideceğim, o beni anlıyacaktır. Zira o büyük konularda hükmetmek için gelmiş bir kimsedir» dedim.
Bu sözlerimi Hirsch gözlerini kırpıştırarak dinledi. Acaba saygısız davranışım mı, yoksa Kayzer’le konuşma fikrim mi ona tesir etmişti? Belki her ikisi de. Notlarımı cebime koydum ve sözlerimi bağladım :
«Kayzer’e şöyle diyeceğim: Bizim kavmimizi bırak, biz bu­rada yabancıyız. Bizim diğer insanlara karışma, onlar arasın­da erime müsaademiz yok, zaten yapamayız da, gidelim! Bizim “Çıkış”ımızm [[8]] şekil ve manasını size anlatacağım. Öyle ki bizim ayrılmamızdan sonra arkamızda ne boşluk kalacak ne de herhangi bir ekonomik kriz olacaktır».
Hirsch: «Parayı nereden bulacaksın? Rotschild ancak 500 frank bağışta bulunacaktır».
Küstah bir gülüşle, «Para mı?» dedim «10 Milyar marklık bir Milli Yahudi İkraz Fonu» kuracağım».
Baron, «Bir fantezi» diye tebessüm etti «Zengin Yahudiler on para vermezler, zengin kişiler fakirlerin ıztırabını anlamaz­lar».
«Bir sosyalist gibi konuştunuz, Baron Hirsch!»
«Evet, diğerlerine de ayni şeyi yaptırmak uğruna her­şey imden vazgeçmeye hazırım».
Ayrılırken son sözleri: «Bu bizim son konuşmamız değil­dir. Londradan döner dönmez size haber vereceğim» oldu. Ay­ni yollardan geçerek çıktım ve hemen yazı masamın başına koştum.
*
*
Burada Dr. Theodor Herzl hatıralarını yazmaya sekiz ay kadar ara verir. Sadece tarih atarak kâğıtlar üzerine notlar alır. Bunlar yürürken, otururken, uzanırken, kahvede veya ga­zinoda iken, uyurken kalkıp oturarak aklına geldikçe yazdığı «Yahudi DEVLETİ» konusundaki düşünceleridir.
Bu düşünceler bazan bir roman malzemesi niteliğinde, bazan devlet sanki gerçekmiş de onun meselelerinin teferruatını ele alış şeklindedir. 3 Haziran 1895 tarihinde Paris’ten Baron Hirsch’e yazdığı mektupta onun kendisini sabırla, sonuna kadar dinlemediğinden yakınır. Konuşmasının daha birinci bölümü­nü anlattığı sırada vaktin gecikmesi veya bilmem hangi iş zi­yareti için kendisini başından savdığını söyler ve şöyle devam eder :
«Plânımı bütün ayrıntıları ile hazırlamış bulunuyorum, bü­tün plânı! Herşeyi etrafı ile biliyorum: Para, para ve yine pa­ra. Nakliye için para, büyük insan kitlelerinin nakli için para (ki şimdi Musa’nın zamanındaki gibi sadece yemek ve su insan­ların ihtiyaçlarını karşılamıyor). Bölümlerin organizesi, bazı devlet başkanları ile muhaceret anlaşmaları, diğerleriyle Yahudilerin geçişlerine müsaade ve bunların garantisi meselesi, ye­ni ve mükemmel yerler hazırlanması için para lazım. Bunlar­dan önce tesirli bir propoganda, fikrin gazeteler, kitaplar, risa­leler, konferanslar, resimler ve şarkılarla halka maledilmesi. Herşey bir merkezden idare edilecek ve maksat tahakkuk et­tirilecektir.
Nasıl bir bayrak çekeceğimi size söylerken, alay edercesi­ne “Bayrak mı, o da nedir, bir direk ve üzerinde bir bez parçası değil mi?” dediniz.
Hayır efendim, bayrak bundan çok daha fazla birşeydir. Bir bayrakla insan diğerlerinin önüne geçip onları istediği ye­re, hatta Mev’ûd Arza bile götürebilir. İnsan bayrak için ya­şar ve ölür. Eğer birisi onları eğitip yetiştirmişse, kitleler sa­dece ve sadece bayrak için ölüme koşa koşa giderler. Siz Al­man İmparatorluğunu neyin meydana getirdiğini bilir misiniz? Hayaller, şarkılar, fanteziler, siyah-kırmızı-sarı bir bez ve kı­sacık bir emir. Bismarck’ın yaptığı, daha önce idealistlerin dik­tiği ağacı sallayıp meyvesini toplamaktan ibarettir.
Ne! Siz gayr-ı makulu ve dini anlamaz mısınız? İsterseniz Yahudilerin ikibin senedir bu hayal uğruna çektiklerini düşü­nün. Evet, hayaller, yalnızca hayaller insanların ruhlarını kav­rarlar. Ve bunlara istikamet vermeyen herhangi bir kimse, belki mükemmel bir insandır, zengindir, çok geniş ölçüde ha­yırseverdir ama insanların lideri değildir ve ondan ileride hiçbirşey kalmayacaktır.
Görmüyor musunuz ki bir hamlede hem Yahudi sermayesi­ni hem işgücünü ve heyecanlarını maksadımız için bir araya getiriyorum.
Bunlar hiç şüphesiz kaba hatlardır. Fakat benim detayları hazırlamadığımı nereden biliyordunuz? Bana sözümü bitirme imkânını verdiniz mi?
Yahudiler için 10 milyar mark nedir? Onlar halen Fransanın 1871’deki durumundan daha zengindirler. Eğer mecburiyet varsa işe bir milyarla bile girişebiliriz. Zira bu bizim müstak­bel demiryollarımız, muhacirlerimizi taşıyacak filolarımız ve donanmamız için çalışan bir sermaye olacaktır. Onunla evler, oteller, işçi meskenleri, okullar, tiyatrolar, müzeler, devlet dai­releri, hapishaneler, hastaneler, kısaca şehirler inşa edecek ve bir yeni vatan yaratacağız, öyle bir vatan ki bu Mev’ûd Arza dönecektir...
Bütün samimiyetimle temin ederim ki konuşmamız pek sa­tıhta kalmış olsa bile enteresandı. “Gel beni gör” demenizi bek­leyeceğim.
Selâm ve saygılarımla,
Dr. T. Herzl».
Bundan sonra Dr. Herzl, yazdığı siyasi risale olan «Yahudi Devleti»nde anlattığı görüşlerin ana fikirlerini sıralıyor. Dev­lette bulunacak ana müesseseleri ve bunların nasıl çalışacakla­rını anlatıyor. Meselâ bir «Merkezi İş Bürosu» olacak ve mem­leketteki her türlü işçi ihtiyacını orası karşılayacak. Bütün çift­likler telefon şebekesi içine alınacak, «Filan güne 1000 tarla işçisi lâzım» diye bir çiftlikten talep geldiğinde, merkez asker­likte cepheye sevkiyat yapar gibi bu bin kişiyi ihtiyaç olan çiftliğe sevkedecek. Bunun yanında yardımcıya ihtiyacı olan bir terzinin veya kunduracının da istediğini bulup temin ede­cek.
Memleketin filan yerine bir şeker fabrikası kurulmalı, ve­ya falanca yerdeki maden işletilmeli, yahut filan yerde petrol araştırmaları yapılmalı şeklindeki kararları verebilecek selahiyetli bir ekip bulunmalı.
Sermaye hareketleri ve kredi meseleleri tek merkezden ve âmmenin menfaatine en uygun şekilde tek merkezden ayarlan­malı, ayarlanacak.
Bütün Yahudileri müştereken ilgilendiren hususlarda sırf kendi zengin olmak için çalışanların, çalışacak olanların vay haline. Bu gibiler en sert şekilde cezalandırılacaktır.
Biz, bütün Siyonistler birleşeceğiz.

Zorlu mücadeleler yapacağız: İnsafsız bir firavunla, düş­manlarla ve bilhassa kendi kendimizle. Altın Buzağı! [[9]]...
Temmuz ayının ilk haftasına ait notlarında artık Baron Hirsch’e önem vermemeye başladığını görüyoruz. Dr. Herzl ar­tık ondan çok daha zengin, milyarder bir Yahudiye yaklaşmayı düşünmektedir. Bu, servetleri ve yaşayışları dillere destan, Londra ve Paris’in en zengin ailesi, Rothscild âilesidir. Kendisi bu düşüncesini, meşhur kumandan Moltke’nin yüz bulmadığı Danimarkayı bırakıp Prusya’ya geçişine benzetmektedir. «Eğer ayni zamanda Rothschild’i kazanırsam artık zavallı Baron Hirsch’i bir kenara atmak istemem. Ona bir yerde ikinci baş­kanlık veririm. Bu, benim plânımla ilgilenmesi ve geçmişte Yahudilere yaptığı hizmetlerin mükâfatı olur. Onu ve diğer büyük Yahudileri bir çatı altmda toplamayı çok daha tercih ederim.
Önce «Cemiyet»in yüksek idare konseyi gelir, sonra bura­ya bağlı olarak Camondos ve Mendelsohn’un [[10]] başkanlıkla­rında alt komiteler kurulur.
Rothschild’leri ve diğer zengin Yahudileri tarihî vazifeleri­ne çağıracağım, bütün iyi niyetli insanları bir araya toplaya­cağım.
*
*          *
Viyanadan Paris’e gidip dönmem tarihî bir zaruretti. Bu şekilde hicret etmenin ne demek olduğunu öğrenmiş oldum. Güdemann [[11]] : Seni başşehrin başrahibi yapacağım. Eğer
Rotchild’ler istemezlerse, meseleyi bütün Yahudi camiasının önüne getireceğim. Bunun Rothcild’ler için de dezavantajı var, herkesin vaziyeti bilmesi fırtınalar yaratacaktır. Bunu muhak­kak başaracağım, zira kalemim bugüne kadar temiz kaldı ve bundan sonra da satılmayacaktır. Rotschildlere asla bağlı deği­lim, ben onları sadece bir odak noktası olarak kullanmayı ter­cih ederim. Zira lazım olan bütün parayı, sırf kalem kuvveti ile yarım günde toplayabilirim.
*
*          *
Hiçbir Yahudi dışarıda bırakılmaksızın, kabiliyet ve kapa­sitesine göre bir işte kullanılmalı.
Yirmi yıl içinde, erkekleri birer asker olarak yetiştirmeli­yim, fakat profesyonel bir ordu. Kuvvetli. Erkek nüfusun onda biri. Bundan daha aşağısı olmaz. Onlara hür olmayı, kuvvetli olmayı ve ihtiyaç vukuunda öncü olarak hizmete hazır olmayı öğreteceğim. Eğitim faaliyetleri sırasında onlara vatan şarkı­ları, Makabiler, din, kahramanlık öyküleri v.s. öğretilecektir. Goldmark, Brüll ve diğer Yahudi kompozitörleri tarafından po­püler şarkılar hazırlanacaktır.
Biz muhtemelen Venedik’in gittiği yoldan giderek devlet tesis edeceğiz, fakat onların tecrübelerinden faydalanıp ayni akıbete uğramıyacağız. Eğer Rothschild’ler bize iltihak ederler­se birinci «Doj» onlardan biri olacaktır. Ben asla ve kafa doj olmayacağım, ben devleti kendi şahsî hayatımdan tamamen ayrı tutacağım, vazife almayacağım.
Birinci nokta : Meseleyi Rothschild’ler olsa da olmasa da halledeceğim.
İkinci nokta : Eğer onlarla birlikte yapamazsam, onlara rağmen yine halledeceğim.
*
*          *
Tulieries’de büyük hukukçu ve devlet adamı Leon Gambettanın heykelinin önü. Yahudilerin benim için bundan daha gü­zelini yapacaklarını ümit ederim.
Bir toprak parçası için karar verip, onun şimdiki malik ve hâkimi ile anlaşma yapar yapmaz, bütün büyük kuvvetlerle tarafsızlık konusunda diplomatik faaliyete başlarız.
Alman Kayzer’i bana şöyle söylese : Eğer bu bize karışma­mış olan kavminin başına geçip onları buradan çıkarırsan sana müteşekkir olurum.
Bu bana otorite kazandırır ve Yahudiler üzerinde büyük te­sir bırakır.
İlk senatörümüz babam olacaktır.
Senatoya bizimle birlikte gelen bütün ileri gelen Yahudiler gireceklerdir.
*
*          *
Birinci adım : Rothschildler
İkinci adım : Orta derecedeki milyonerler
Üçüncü adım : Halk. Eğer bu mertebeye gelebilirsem, ilk ikidekiler bir günde iltihak ederler.
8 Haziran
Şehirlerimizi yaparken önce kanalizasyon, su, gaz v.s. yi halletmeliyiz. Sadece Paris, Floransa veya başka birini kopya etmemeliyiz, huzur ve hürriyet ifade eden bir Yahudi stili de ortaya koymalıyız. Kasabalar arasında boşluklar bırakılmalı, her kasaba büyük ve bakımlı bir bahçe içindeki büyük bir ev gibi görünmelidir.
Rothschild aile meclisine :
Siz bir fakire 100 frank verirsiniz. Benim hiçbir şeyim ol­masa bile ben ona bir iş veririm. En kötü ihtimal benim o yüz frangı kaybetmemdir, ama ben böylece faydalı bir varlık mey­dana getiririm, siz ise bu usulünüzle ancak bir dilenci yarat­mış olursunuz. Oysa ben bir iş vermekle ayni zamanda bir de pazar edinmiş olurum.
9 Haziran
Salo ve Güdemann [[12]] bana birer rapor hazırlıyacaklar. Güdemann moral ve politik bakımdan Yahudi aleyhdarlığı ko­nusunda bildiklerini bir araya getirecek. Salo ise Yahudilerin içinde bulundukları şartları, mülklerin ve servetlerin dağılışı­nı, Yahudilerin bulundukları devletlerdeki durumlarını, iş mu­hit ve merkezlerini tespit edecek.
10 Haziran
Rothschild aile meclisine :
Kavmimizin ananevi iç ağrısını dindirmek için bir hamle de ben yapıyorum. Onların başına geçip Mev’ûd Arza götüre­ceğim. Bunu bir fantezi zannetmeyiniz. Ben havada kale inşa eden bir mimar değilim. Ben gerçek bir ev inşa ediyorum. Bu­nun malzemesini gözlerinizle görebilir, ellerinizle dokunabilir­siniz.           
*
*          *
İstikbaldeki bir Avrupa savaşı bizim teşebbüsümüze bir zarar vermez, bilakis faydalı olur. Zira bütün Yahudiler bütün varlıkları ile karşı tarafa, emîn olan tarafa geçiverirler.
*
*          *
11 Haziran
Güney Amerikaya gidebiliriz. Orasının birçok avantajları var, üstelik silahlı ve mendebur Avrupadan da uzaktır. İlk dev­letimizin anlaşmaları da Güney Amerika cumhuriyetleri ile yapılır. Onlara bölgede bize verecekleri haklar ve garantilere karşılık borç verebiliriz.
Başlangıçta onların müsaadelerine muhtacız. Tedricen kuv­vetlenir ve ihtiyacımız olan herşeyi kendimiz temin eder ve kendi kendimizi de savunabiliriz.
Bir Güney Amerika ve bir de Avrupa politikamız olur.
Eğer Güney Amerikada olursak, orada kuracağımız devlet hayli uzun bir müddet Avrupa tarafından mütalea dahi edilmez-
*
*          *
Eğer Rothschildleri ve orta dereceli milyonerleri cezbedemezsem, bütün plânımı bir kitap halinde neşrederim: «Yahudi Meselesinin Halli» (The Solution of the Jewish Question). Gi­riş kısmında da Hirsch’ten itibaren bütün olup bitenleri Yahudi efkârına naklederim.
*
*          *
Hicret etmek? Ama nereye? İsviçreye mi? Yahudilere kar­şı dünyada ilk kanunu çıkaran memlekete mi?
Nereye? Bu soru beni içten içe perişan ediyor.
*
*          *
Tanınmış romancı A. Daudet, bu Yahudi kampanyamı bir roman haline koyup koymayacağımı sordu. Bana «Uncle Tom’s Cabin» adlı romanı misal gösterdi.
11 Haziran, Güdemann’a mektup
Aziz Doktor Güdemann,
Bu mektup sizi söylenenler ve söylenmeyenler bakımından iki cihetle şaşırtacaktır.
Ben, bütün Yahudilerin lideri olmaya karar verdim ve şimdi senden soruyorum, benim yardımcım olur musun olmaz mı­sın?
Birinci işiniz yalnız Viyadaki değil Avusturya-Macaristan, Almanya, Rusya, Romanya v.s. memleketlerdeki Yahudilerin halihazır moral ve politik durumları hakkında bir rapor hazırlamak olacaktır. Bu raporun çok dakik istatistiklere dayanarak hazırlanması şart değil, bu şekil çok uzun vaktinizi alır. Bana bir kaç gün içerisinde ana hatları ile bildirin, eksiklerini sonra telafi edersiniz. Siz bu mevzularla ötedenberi ilgilendiğiniz için hemen hazırlayabilirsiniz. Yalnız eğer bunu birisine dikte ederek yazdıracaksanız, aman o kimse bunun ne için yazıldığını bilmesin.
Size muhaberemizi son derece gizli tutmanızı rica edece­ğim. Konu son derece önemli ve ciddidir. Ciddiyeti şuradan an­layın ki ben ne ana babama ve ne de en yakın akrabama bu hususta tek kelime söylemiş değilim.
Yukarıda bahsettiğim raporu bana 18 Haziran Salı günü, Geneva (Cenevre) gölü yanındaki kahvede, tabii bana yardı­ma karar vermişseniz, verirsiniz. Caux kahvesinde göreceksi­niz ki benim bir dünya işleri ile bir de ahiret işleri ile meşgul iki yardımcıya ihtiyacım var. Dünyevî işler için Bay Salo’yu seçtim, zannederim kendisini çok iyi tanırsınız. Ona geçen Per­şembe, ayın altısında yazdım. Cevabının dün veya bugün gel­mesi lazımdı. Maamafih daha fazla bekleyecek değilim.
Kararınızı verir vermez lütfen bana telgraf çekiniz. Eğer cevabınız müsbet ise «Kabul», değilse «Müteessirim, imkânsız» şeklinde bildiriniz. Eğer Salo’dan ses çıkmazsa onun yerine bi­rini seçmeyi size bırakacağım. Eğer siz de katılmıyorsanız, o zaman babama danışacağım.
Caux’ta sizi bir vazife bekliyor. Bizim zavallı, talihsiz kar­deşlerimiz için büyük bir plânım var. Lütfen gelin.
Derin saygılarımın kabulü ricasiyle,
Hürmetkarınız Theodor Herzl 37, rue Cambon
*
*          *
11 Haziran
Hirsch’e yazdığım mektupta «Benim yaşım olan 35 içeri­sinde iken Fransa’da Napolyon İmparator olmuştu ve ayni yaş­ta kimseler başvekillik ediyorlardı» demiştim. Kullandığım ifa­denin kötü olduğunu ve bundan benim bir megaloman oldu­ğum sonucuna varılabileceğini düşünüyorum. Oysa ben sadece, benim de politikaya atılmaya ve böyle şeyleri düşünmeye hak­kım olduğunu ifade etmek istemiştim.
*
*          *
Fahişelik konusu :
Bu konunun derhal halledilmesi için bir yol görünmüyor. Pederşahi aile tipine gidilerek, erken evlenme teşvik ve bu gi­bilere tatminkâr ücretli iş temin edilirse, bunlara birer ev te­min edilirse... böylece ortadan kaldırılabilirler. Kadın pazarla­rına paydos demeliyiz.
*
*          *
14 Haziran
Mev’ûd Arz! Orada bizim bütün haklarımız olarak, hür in­sanlar olarak yaşayacak, kendi vatanımızda huzur içinde öle­ceğiz. «Yahudi!» hitabı bugünkü hakaret anlamını kaybedecek, «Alman» veya «İngiliz» yahut «Fransız» denildiği, kullanıldığı gibi kullanılacak.
Bayrağımız olacak. Belki şöyle bir bayrak, beyaz zemin üstünde yedi altın yıldız.. Beyaz zemin bizim yeni, temiz haya­tımızı, yedi yıldız da, günde yedi saat çalışma prensibini tem­sil edecek. Çalışma, içtihad etme sancağının altında Mev’ûd Arza gireceğiz.
*
*          *
[13] Haziran
Bugün Güdemann’dan telgraf aldım :
«Seyahat yapamam. Salo da Kuzey Cape’de, mektup pos­tada, Pazar günü Baden’e gidiyorum — Güdemann».
Evet, Yahudilerin alakalarını çekmek güç olacak, fakat ola­cak. Kendimde devlerin gücünü hissediyorum.
15 Haziran
Bugün terkedilmiş bir münzevi adamım, fakat belki yarın yüzbinlerin fikrî lideri olacağım.
Orta sınıf milyonerlere temsilcilerimi göndereceğim: Schiff, Goldmann, Wolf Schulmann.
Kalplerinde birazcık Yahudilik kalmış olan milyonerlerin bir rabbi [*] ile temas etmesini isteyeceğim. Rabbi onlara benim vaazımı okuyacaktır. Bizimle beraber olmak istemeyen rabbiler terkedilecektir, fakat program yürütülecektir.
Rabbiler benim düşündüğüm teşkilatın direkleri olacaklar­dır. Halkı onlar harekete geçirecek ve bilgiyi onlar verecekler­dir. Bu hizmetlerinin karşılığı olarak da ileride devlete bağlı ve daima himaye altında bulunan bir teşkilat haline getirilecek­lerdir.
16 Haziran, 1895
Bugünler birkaç defa aklımı kaçırıyorum zannettim ve bun­dan korktum. İnsanın düşündüklerini yapmasına bir ömür yet­mez ki. Fakat arkamda manevî bir miras bırakacağım. Kime? Bütün insanlara. İnsanlığın en büyük hayırhahları arasında sayılacağıma inanıyorum. Yoksa bu bile bir megalomani mi?
*
*          *
Paris’te Neue Freire Presse’in muhabiri bulunduğu sıra­larda Dr. Herzl daha pek çok faaliyet gösterir. Mektupla, ziya­retle, karşılıklı konuşma ile, araya başkalarını koyarak birçok kimseyi kendi fikrine meylettirir. Bunlar arasında rabbiler (haham), bankerler, banka müdürleri, kömür madenleri sa­hipleri, gazete sahipleri, diplomatlar, askerler vardır. Meselâ İngiliz Yahudilerinden Albay Goldsmith (ki kendisi İngilteredeki Hovevey Siyon cemiyetinin de kurucusudur) hemen gemi tedarik edilerek Filistin’in yeniden ele geçirilmesine girişilme­sini tavsiye eder.
Rothschildlerin davaya celbedilmesi için, kendisi reddedil­mek ihtimali olduğu için doğrudan doğruya harekete geçmez, fakat uzun, bir rapor hazırlar ve bir din adamı tarafından aile­nin reisi olan Albert Rothschild’e okunmasını temine uğraşır.
Viyanada belediye reisi seçimini çetin bir Yahudi düşmanı kazanır. Buna üzülür. Öte taraftan Avusturya başvekili Kont Badeni ile gizli temas kurar ve onu el altından desteklemeye söz verir. Doğrudan doğruya Prens Bismarck’a mektup yaza­rak Yahudilerin hicret etmeleri konusundaki fikirlerini anla­tır. Günlerce, heyecan içinde mektubuna cevap bekler, fakat bir türlü gelmez. Kasımda Viyanada, gazetesinde ve bu faali­yetler içinde iken ilk defa Türkiye hakkında bir görüşünü not eder.
Viyana, 10 Kasım 1895
Türkiyede telaş. Acaba Şark Meselesi Türkiyenin bölün­mesi suretiyle bir hal şekline bağlanamaz mı? Avrupa kongre­sinde mümkündür ki (Belçika veya İsviçre gibi) tarafsız fakat bize ait olacak bir toprak parçası da biz alalım.
Paris, 16 Kasım
Başhaham Zadoc Kahn ile konuştum. Ona plânım hakkında hazırladığım risaleyi okudum. Sonuna kadar dinledi veya öyle göründü. Sonra kendisinin de bir Siyonist olduğunu itiraf etti, ama Fransaya da bağlı olduğunu söyledi.
Evet, bir insan Siyon ile Fransa’dan birini seçmek zorun­dadır.
Baş Haham «küçük» bir Yahudi. Eğer ciddi bir yardımını görürsem doğrusu şaşarım.
17 Kasım
Bugün Nordau [[14]] ile konuştum.
Bizim gazetenin naşiri Benedikt’ten sonra, beni en iyi ola­rak anlayanların İkincisidir. Her zaman benimle beraber ola­cağına emin olduğum bir kimse. İleride devletimiz kurulduğu zaman iyi bir akademi başkanı ve Maarif vekili olabilir. Londraya gitmeyi düşündüğüm zaman bana Yahudi yazarların, artist­lerin devam ettikleri Maccabean kulübüne gitmemi tavsiye etti.
Londra, 23 Kasım
Tanınmış İngiliz Yahudisi, banker Sir Samuel Montagu’nun evindeyim. Evde herşey kitabın yazdığı şekilde yenilip içiliyor. Bana, kendisini bir ingilizden ziyade İsrailli hissettiği­ni ifade ile bütün ailesiyle Filistine yerleşeceğini söyledi. Eski devirlerde olduğundan çok daha geniş bir Filistin..
Kardif, 25 Kasım
Albay Goldsmith’le beraberim.
İstasyona vardığımda beni üniforma giymiş olarak karşı­ladı. Orta boylu, küçük siyah sakallı, kara gözlü, zeki, sempa­tik bir İngiliz Yahudisi.
İstasyonun arkasına bıraktığı tek atlı arabasına bindiğimiz zaman bana neş’eli bir ifadeyle: «İsrailin bağımsızlığı için uğ­raşacağız» dedi. Sonra bana Kardif ve civar bölgenin kuman­danı olduğunu söyleyip şehir hakkında izahat verdi.
Evde karısı ve Rahel ve Karmel adlı iki kızı ile tanıştım. Yemekten sonra Albay’a planımı okudum. Almancası mükem­mel olmadığı için bütün teferruatını anlamadı ama «Bu benim hayatımın fikridir» dedi.
Bulunduğu mevki itibariyle harekette herhangi bir lider­lik almasına imkân olmadığını, fakat hareket başladıktan son­ra Britanyayı terkederek Yahudi hizmetine girebileceğini be­lirtti. Konuşurken «Yahudi» yerine «İsrailli» demeye bilhassa dikkat ediyordu. Çünkü «İsrail» kelimesi bütün kabileleri içi­ne alıyordu. Bana «Hovevey Siyon» [[15]] un oniki kabileyi tem­sil eden oniki işaretli bayrağını gösterdi. Ben de ona yedi yıl­dızlı bayrak fikrim hakkında izahat verdim.
Tam anlaştık, ben onu, o da beni anladı. Harikulade bir insan. Başka albayların da bulunduğu akşam yemeğinden son­ra ikimiz bir odaya çekildik. Bana orada hayat hikayesini an­lattı :
«Benim adım Daniel Deronda’dır. Hıristiyan olarak doğ­dum. Annem ve babam hıristiyanlığa Yahudilikten dönmedir. Bunu Hindistanda iken öğrendim ve ecdadımın itikadına dön­meye karar verdim. O sırada teğmendim, tekrar Yahudi dinine intisap ettim. Şimdiki karım da Yahudi asıllı hıristiyandı. Onunla İskoçya’da medenî nikahla evlenmiştik. Sonra o da di­nini değiştirmeye karar verdi ve bir Sinagogta tekrar evlen­dik. Ben ortadoks Yahudiyim. Bu bana îngilterede hiçbir zor­luk çıkarmadı. Kızlarım da tam bir dini terbiye görüyor ve daha şimdiden ibranice öğreniyorlar.»
Onun Hirsch adına Güney Amerikaya gidişi de bir roman kadar renkli. Oraları ve şartlarını gördükten sonra vardığı so­nuç şu: Sadece Filistin bizim vatanımız olabilir. Kanaatine gö­re dindar ingilizler de biz Filistine gitmek istersek yardım ede­ceklerdir. Çünkü onlara göre Mesih, ancak Yahudilerin Filistine gitmelerinden sonra r ü c u edecektir.
Goldsmith ile kendimi birdenbire başka bir dünyada bul­dum. Tıpkı Mantagu gibi o da eskisinden daha büyük bir Fi­listin düşünüyor.
26 Kasım, Kardif
Albay Goldsmith’e elveda. Onu bir kardeş gibi tutacağım.
Ayni gün akşam Londra
«Jewish Chronicle» # gazetesinden Asher Myers, Hovevey Siyon sekreteri Dr. Hirsch ve ressam Solomon ile buluştum.
Myers bana «Ahdi Atikle münasebetiniz ne durumda?» diye sordu. Ben «Ben hür düşünceliyim ve kavmimiz de öyle olmalıdır. Bırakalım bu yolda herkes kendi kurtuluş yolunu bulsun» dedim.
Sonra konuşmalar dağıldı. Rothschild, Mocatta, Montefiore gibi büyük zenginlerin mutlaka elde edilmesi ileri sürüldü.
Myers: «Sen bu uğurda şehid olabilirsin. Dindar Yahudiler se­nin peşinden gelirler, ama sen son derecede kötü bir dindar­sın. Bunu düşünmen lazım. Sonra Yahudiler hiçbir zaman Arjantine gitmek istemezler, onların istedikleri yer F i 1 i s t i n ’dir» dedi.
Gazetesinde neşredilmek üzere fikirlerimin bir özetini yaz­mamı istedi. Bunlar iyi güzel şeyler ama, Londrada istediğim gibi bir merkez kuramadım. Maamafih Rev. Singer benim Londra temsilcim olarak kalacak.
Viyana, 18 Ocak 1896
Bugün Londradan Schidrowitz’den aldığım telgrafta Jewish Chronicle’de «Yahudi Meselesinin Halli» konusundaki ya­zımın çıktığı bildiriliyor. Halk efkârı arenasına ilk adım.
19 Ocak
Bugün naşir Breitenstein ile kontrat imzaladım. Nihayet bitirebildiğim metinden birkaç sahifeyi okuduğum zaman çok heyecanlandı. Kitabın başlığını değiştirdim: Der Judenstaat (Yahudi Devleti) yaptım.
Bugün vazifesini tamamlamış bir kimsenin huzurunu du­yuyorum. Büyük bir muvaffakiyet beklemiyorum. Şimdi ra­hatça edebî projelerime bakabilirim. Herşeyden önce «Ghetto» piyesim üzerinde yeniden çalışacağım.
22 Ocak
Makalenin akisleri gelmeye başladı. Prag’dan rabbi A. Kaminka beni Avusturyada bir millî Yahudi partisi kurmaya teş­vik ediyor. Ona, şahsen politikanın dışında kalmak kararında olduğum cevabını gönderdim.
24 Ocak
Mahalli Yahudi Cemaati sekreteri Dr. Lieben bugün dai­reme geldi. Jewish Chronicle’da intişar eden ütopyanın sahibi­nin ben olup olmadığım hususunda suale maruz kalmış. Karşı­lıklı konuştuk. Milliyetçi bir Yahudi olduğumu söylediğim za­man «Bu kendini inandırdığın birşey» dedi.
2 Şubat
Prater’de Güdemann ile karşılaştım. «Şimdi seni düşünü­yordum» dedi «Ne kadar büyük bir iş yaptığının sen farkında değilsin[16].
Bundan sonraki iki hafta, çalıştığı Neue Freie Presse gaze­tesi sahibi ile mücadele içinde geçer. Gazetenin sahipleri Yahudi olmakla beraber, Avusturyada liberallerin organı ve en çok satan bir gazete durumunda bulunduklarından Dr. Herzl’in «Yahudi Devleti» adlı kitabının tefrika edilmesi teklifine kar­şı koydukları gibi, onu bu kitabı neşretmekten de alıkoymak isterler. Böyle bir kitabın üstünde imzası bulunduğu için doğ­ması muhtemel mahzurlar ve reaksiyonlar sebebiyle gazete­nin zarar göreceğini söylerler. Vazgeçmesi için para verebileceklerini ima ederler. O, asla vazgeçmeyeceğini söyler.
Müsvetteleri verdiği naşir de kendisine müstakbel tehlike ve risklerden bahseder fakat yolundan döndüremez.
Bu arada Viyana’da bir bankanın müdürü olan Dessauer kitabın yayınlanmasında zarar değil fayda gördüğünü ifade ederek ona cesaret verir. Şehir parkında karlar üzerinde müs­takbel Yahudi D e v 1 e t ini hayal ederler. Bu devletin elli yıl içinde [*] kurulabileceğini, bunun büyük bir devlet olacağını, kuvvetinin, İngiltere misalinde olduğu gibi, nüfus fazlalığından değil zekâdan ileri geleceğini düşünürler. Yahu­dilerin istikbalde insanlık için neler yapabileceğini tahayyül ederler.
Bir salonda toplanan Yahudi öğrenciler Dr. Herzl’i davet ederler. Orada heyecanla karşılanır. Onlara bir saatten fazla zaman hitabeder, fikirlerini anlatır. Tam beklediği gibi büyük bir başarı kazanır. Öğrenciler kendisiyle beraber ve peşinde olduklarını ifade ederler.
Nihayet eser basılır ve ilk 500 nüsha paketlenmiş olarak eline geçer. Artık ok yaydan çıkmıştır. Hayatının bir dönüm noktasındadır. Eskiden tanıdığı bir balıkçının söylediği bir sözü hatırlar: «Calibi dikkattir, insan asla ümitsiz olmaz»...
Babası, kitabın vitrinlerde teşhir edildiği haberini getirir. Bütün dostlarının hemen ortadan kaybolduklarını farkeder. Herkes kitabın uyandıracağı yankıyı görüp ona göre davran­mak üzere bir kenara çekilmiştir. Yanında yalnız babası, bir kaya gibi sağlam ve dimdik durmakta ve ona destek olmak­tadır.
Neşri takibeden bir kaç gün içinde yankılar gelmeye baş­lar. Üniversite profesörlerinden Siegmund Feilbogen bu kita­bın Siyonist edebiyatının o zamana kadar görülen en dikkate değer eseri olduğunu ifade eder. Talebe ve esnaf teşekküllerin­den konuşma yapmak üzere davetler başlar. Yankıların büyük çoğunluğu müsbettir. Her Yahudi kitapta ortaya atılan fikrin azameti karşısında şaşırmaktadır. Dr. Landau [[17]] hareketin fik­riyatını yaymak ve Dr. Herzl’in organı olmak üzere haftalık bir mecmua çıkarılması teklifini ortaya atar.
Dr. Landau’nun «güzel» bir fikri vardır: Correspondance de L’est gazetesi naşiri Newlinsky [[18]] ile temas sağlamak. Bu zat türklerin sultanı Abdülhamid ile dost olduğuna göre, rüşvet karşılığı onlara üzerinde hükümran olacakları bir toprak par­çası temin edebilir.
23 Şubat
Halk tiyatrosu’nda birçok gazeteci ile konuştum. Şehir hep benim kitaptan bahsediyor. Bazıları tebessüm ediyor ve hatta gülüyorlar ama kitap genellikle bir tesir bırakmış görünüyor.
Hermann Bahr bana karşıt olarak yazı yazacağını söyledi, zira insanlar Yahudisiz edemezlermiş!
Dr. Landau burada idi. Yahudi Devleti’nde ziraat bölümü­nü ihmal ettiğim kanaatinde. Cevap basit: Elbette ziraat koope­ratiflerimiz ve küçük ziraî endüstrimiz olacak.
Sonra «dil» konusunu görüştük. Landau birçok siyonistler gibi müstakbel konuşma dilimizin «îbranice» olması fikrinde. Bence ana dil hiçbir zorlama olmadan kendisini kabül ettiren dil olmalıdır. Eğer biz bir Yeni-İbrani devleti kurarsak tıpkı yunanlılara benzeriz. Kendimizi linguistik bir ghetto içi­ne hapsetmemeliyiz, bütün dünya bizim olmalıdır.
Viyana’da bana takılıyorlar. Julius Bauer şöyle diyor: «Pe­kala Filistin’e gidelim, ama ben başında Büyük Herzl’in bulu­nacağı bir cumhuriyet istiyorum».
27 Şubat
Daily Chronicle gazetesinde benim «Yahudi Devleti» dolayısiyle ressam Holman Hunt ve milyoner Sir Samuel Montagu ile yapılmış bir röportaj yayınlandı.
Montagu’ye göre birisi Filistini Türklerin Sultanından iki milyon altına alabilir.
28 Şubat
Viyana Şehir Meclisi için dün yapılan seçimlerin sonuçları beni haklı çıkardı. Eylülden beri Yahudi aleyhdarı reyler ted­ricen artıyor. Heryerde, hatta liberallerin «kale»lerinde, İçşehir ve Leopoldstadt’da bile vaziyet ayni.
*
*          *
Viyana Yahudilerinden Dr. J. Gans-Ludassy, filozof Theodor Gomperz, «Yahudi Devleti» ile «Siyonizm» aleyhine belli başlı gazetelerde yayınlarda bulunurlarken, siyonist olarak ta­nınmış Birnbaum, J. Kohn, Landau gibi yakınları da biribirlerine düşerler. «Kadîma» cemiyeti, ayni gaye için kurulmuş «Gamala» aleyhine çalışır. Meselâ Birnbaum kendi sosyalist görüşleri etrafında birleşilmesi kanaatindedir. Filistinde sosya­list lider olmayı tahayyül eder. Dr. Herzl «Daha memleketi ele geçirmeden onu parçalamaya başlıyoruz» diye hayıflanır. Oysa adı geçen Birnbaum «Siyonizm» tabirini ilk defa ortaya atan, «Siyonizm»den önce «Hovevey Siyon» teşkilatını kuran, Ber­lin’deki meşhur «Siyon» (Zion) dergisini çıkaran kimsedir.
Mahallî siyonistler, Berlindeki «Genç İsrail» derneği ken­disini tartışmaya, görüşlerini savunmağa çağırırlar, reddeder. Öte yandan Sofya Baş Haham’ı Dr. Herzl’i Mesih olarak tanıdığını beyan eder. Büyük Yahudi topluluklarına bulgar ve İspanyol dillerinde onun yazıları ve fikirleri konusunda açık­lamalar yayınlar.
Bu sıralarda Viyanadaki İngiltere Sefarethanesi papazı William Hechler ile tanışır. Bu papaz eski metinlerden çıkar­dığı cümlelere ebced hesabı ile anlamlar verip sonuçlar çıkar­ması ile tanınmıştır. Ona göre Dr. Herzl beklenen adam dır. İkinci İslâm halîfesi Hazreti Ömer’in hilâfet yıl­larından (637-638) 42 nübüvvet ayı (yani 1260 yıl) geçince Fi­listin Yahudiler tarafından ele geçirilecektir ki bu tarih 1897 veya 1898 yılma tekabül etmektedir. Bu sebeple Herzl’in kita­bına ve onun Filistini kurtaracağına iman etmektedir. Onun Filistini ele geçirmesinin akabinde de hıristiyanların beklediği Mesih (yani Hz. İsa) rücü edecektir. Ona elinden gelen yardı­mı yapmaya âmadedir. Alman Kayzerinden veya Baden dü­künden hemen randevu alıp kendisini konuşturabilecek durum­dadır.
Yahudiler arasında Dr. Herzl için bir kaynaşma vardır. Bulgar Yahudileri kendisini m e s i h olarak selamlarken, Viyana Üniversitesi profesörlerinden bir «ırkdaşı» ona «Sahte Mesih Şabtay Sivi»den bahseder. Onun Yahudileri nasıl dolan­dırdığını, istismar ettiğini anlatır. Gerçekten Şabtay Sivi 17 nci asırda İzmir’de zuhur edip «mesihliğini» ilân ile Yahudilerin başına geçmiş, paralar toplamış, sonra Osmanlı İmparatorunun idam edeceği korkusu ile müslüman olmuş, Türkiye ve Balkan­larda ona bel bağlamış onbinlerce Yahudiyi yüz üstü bırakmış­tı. Halen Türkiyedeki «Dönmeler» onun — tabir caiz­se— yadigârıdır. Bir defa ağızları yanmış olan Yahudiler, ken­dilerini Filistine götüreceğini vadeden Herzl’i haklı olarak şüphe ile karşılamaktadırlar.
Viyana Siyon cemiyetinden Dr. Schnirer ve Dr. Kokesch ziyaretine gelirler ve faaliyetine gizli olarak ve cemiyet adına devam etmesi teklifini getirirler. Bütün dünyadaki Yahudi ay­dınları arasında irtibat kurulması ve bunun merkezi olarak da 15-20 kişilik bir ekip çıkarılması görüşündedirler. Bunların her biri diğer memleketlerdeki arkadaşları ile temas kuracak ve böylece binlerce «imza» biraraya getirilecektir. Bunu Dr. Herzl olumlu karşılar.
İngiliz sefarethanesi papazı W. Hechler nihayet Baden Grandükası ile konuşmuş ve Dr. Herzl için bir randevu almış­tır. Grandük Alman İmparatorluğunun kuruluşunda söz sahibi olmuş ve Kayzer’in müşavirlerinden başlıcası olmakla tanın­mıştır. Herzl’i makamında kabul eder, saatlerce konuşurlar. Yahudilerin ayrılması ile hasıl olacak krizlerden, halkın gös­tereceği reaksiyondan v.s. bahsederler. Herzl bu hususta Kayzer’in alakasını çekmesini ister. Eğer büyükleri bu konu üzerin­de meşgul ederse Yahudiler de kendi etrafında toplanacaklar ve çalışması çok daha kolay ve verimli olacaktır. Böylece bir yandan kendisini bütün Yahudilere kabul ettirmeye uğraşır­ken bir yandan da Filistini elde etme çarelerini aramaktadır. Akla ilk gelen hal çaresi dış borçlar ve mali imkânsızlıklar içe­risinde çırpınan Türkiye’ye birkaç milyon altın sarfederek Fi­listini almaktır. Grandükle konuşma şöyle devam eder:
Karlsruhe, 23 Nisan 1896
Grandük — Her halü kârda bu proje muvaffak olur, fakat bunu halka maletmek lazımdır.
Bundan sonra bana Türk sultanı ile bu hususta temasa ge­çip geçmediğimi sordu. Ben Newlinsky’yi düşünerek «Birisinin sultanla konuşacağını» söyledim. Bu noktada benim projemin
«Şark»a getireceği avantajları sayıp dökmeğe başladım. Eğer Türkiye eninde sonunda parçalanırsa Filistinde bir tampon devlet meydana getirilebilir. Maamafih Türkiyenin korunması için çok şey yapabiliriz. Sultan’ın (yani İkinci Abdülhamid) mali işlerini düzeltebilir ve bunun karşılığı olarak, onun için pek de mühim değeri olmayan bu bölgeye dönüp yerleşebiliriz.
Grandük önce Filistine birkaçyüzbin Yahudi gönderip, me­seleyi sonra ortaya atmanın daha iyi olup olmayacağını sor­du. Ben, bunun aleyhinde olduğumu ifade ettim. O takdirde bu Yahudiler Sultan tarafından âsi veya ihtilalci olarak kabul edileceklerdir. «Oysa ben herşey i apaçık ve tamamen hukuk kaideleri içinde yapmak, halletmek istiyorum» dedim.
Sonra Yahudi Devletinin Avrupaya sağlayacağı faydaları saymaya başladım. Biz şarkın fesat ocağını ıslah edebiliriz. Asyaya doğru demiryolları, karayolları inşa edebiliriz. Bu yollar hiçbir «Büyük Kuvvet »in elinde olmaz.
Grandük: «Bu Mısır problemini de halleder. İngiltere Hind yolu üzerinde olması sebebiyle Mısır üzerinde durmaktadır. Bu sebeple de Mısır ettiğinden daha pahalıya gelmektedir».
Burada Hechler söze karıştı: «Rusyanm Filistin üzerinde emelleri olabilir mi?»
Grandük: «Zannetmem. Daha uzun müddet Uzakdoğu Rusyaya yetecektir.»
Ben sordum: «Majesteleri bendenizin Çar tarafından kabul edilmekliğimi mümkün görürler mi?»
Aldığım son raporlara göre Çar sadece zaruret olduğu zamanlarda temas ettiği nazırlarından başka kimse ile görüş­memektedir. Maamafih birisi senin kitabını Çarın görmesini temin edebilir. Zannederim Çarın Yahudilere karşı bir düşman­lığı yoktur, ama tabii herşeyden önce kendi milletinin çıkar­larını düşünecektir. Bir imparator daima mutlak hareket et­mez.»
Grandükle konuşmamız ikibuçuk saatten fazla sürdü. Onu tamamen kazandığım kanaatindeyim. Ayrılırken «Hedefime ulaşmamı ve başarı kazanmamı» temenni etti.
Viyana, 26 Nisan 1896
Orient Ekspresle Hechlerle birlikte döndük. Trende hemen haritasını çıkardı ve müstakbel devlet üzerinde konuşmaya başladık. Kuzey hududu Kapadokyaya bakan (Kayseri civarı­nın eski adı) dağlar, güneyi Süveyş Kanalı. Slogan da şu ola­cak: Davud ve Süleyman’ın Filistini [[19]].
Budapeşte, 3 Mayıs 1896
İstanbul’da yayınlanan «Osmanische Post» gazetesinin edi­törü Dionys Rosenfeld beni buraya çağırdı [[20]].
Kendisinin aracı olduğunu bildirdi. Sultan Abdülhamid’in yakınlarından İzzet Bey ile arasının iyi olduğunu söyledi [[21]]. Ona birkaç cümle ile vaziyeti anlattım. Eğer Filistine sahip olursak Türkiyeye ve bu işte aracılık edenlere muazzam iyilik­lerimiz olacaktır. Asgari şartımız burasının müstakil bir mem­leket olmasıdır. Bunun karşılığında Türkiyenin malî meselele­rini tesviye ederiz.
memlekette Sultana ait olan toprakları kanunun hima­yesi altına alacağız.
Rosenfeld, zamanın son derece müsait olduğunu, zira Türkiyenin ciddî malî sıkıntılar içinde bulunduğunu söyledi. Maamafih kendisinin hükümranlıktan vazgeçilebileceğine kani ol­madığını, en iyisi Bulgaristan gibi bir statüye gidilmesi olaca­ğını ileri sürdü (Yani bir nevi muhtariyet). Ben bunu reddet­tim.
Rosenfeld İstanbul’a dönmekte acele ediyor. Benim için Sultan Abdülhamidden bu Mayıs’ın sonuna doğru bir randevu temin edebileceğini söylüyor. Göreceğiz.
Her halü kârda İstanbul’a geleceğimi, fakat İzzet Beyin be­nim Sultanla görüşmem hususunda garanti vermesini bildir­dim.
Viyana, 7 Mayıs 1896
Bugün telefonum üzerine Newlinsky beni görmeye geldi.
İstanbul’a son seyahatinden önce benim «Yahudi Devleti»ni okumuş, bu konuda Sultan Abdülhamid ile de konuştuğunu söyledi. Sultan Yeruşalaym’dan (Kudüs) asla ayrılmayacağı­nı, Ömer Camiinin daima müslümanlar elinde kalması gerek­tiğini ifade etmiş.
«Bu güçlüğü hallederiz. Orasını müşterek bölge haline ge­tiririz, bir kimsenin değil herkesin olur, bütün müminlerin ma­lı ve bir kültür ve ahlak merkezi olur» dedim.
Newlinskiye göre Sultan Abdülhamid bize Anadoluda bir yeri çok geçmeden verir. Onun için paranın önemi yoktur, pa­raya mutlak olarak hiç değer vermemektedir. Fakat Sultanı kazanacak başka bir yol vardır: Onu Ermeni Meselesinde des­teklemek.
Newlinsky şu anda bile Sultan adına Brüksel, Paris ve Londra’daki ermeni komiteleri ile temas için gizlice vazifelen­dirilmiş bulunmaktadır. Onları sultanın hâkimiyetini kabule ikna edecektir, öyle ki Sultan, «Büyük Kuvvetler»in tazyiki al­tında müsaade etmediği değişikliklere «rızası ile» muvafakat edecektir.
Newlinsky bana, ermeni meselesinde Yahudilerin yardım etmesi karşılığında, dönüşünde işlerinin hallinde Yahudilerden gördüğü yardımı Sultana anlatacağını ve bu konuda Sultanın lütufkâr davranacağını söyledi.
Bu fikir bana birdenbire mükemmel göründü. Fakat yar­dımı boşuna yapmayacağımızı, karşılığında Yahudi meselesin­de müsbet icraat görmek isteyeceğimizi bildirdim.
Bu konuda Newlinsky, ermenilerden bir mütareke temi­ninden fazlasını teklif etmiyor. Ermeni komiteleri temmuz içinde bir darbeye hazırlanmaktadırlar. Bir ay daha bekleme­ye ikna edilebilirler. Biz bu müddeti Sultan Abdülhamid ile müzakere hususunda kullanabiliriz. Newlinsky Yahudi mesele­sinde enteresan bir bölümü teşkil ediyor. Ermeni meselesini öyle ileri sürüyor ki, hem kendisi kazançlı çıkacak hem de bir mesele bir diğerini halledecek.
Şöyle dedim: «Yahudi meselesi size Ermenilerinkinden çok daha fazla menfaat sağlar. Para konusunda, emin olunuz, ben birşey yapacak durumda değilim, fakat sizi bizim zengin­lere tavsiye edebilirim».
Sultan’a yakınlığı ile maruf olan Newlinsky bu davranışla bizim başarı kazanacağımız kanaatinde. Fakat resmî diplomatik çevreler hiçbir şekilde araya girmemelidirler, hat­ta bu çevreler bizim yolumuza engeller çıkarırlarsa daha iyi olur. O zaman Sultan bizim arzularımızı nazarı dikkate alır.
*
*          *
Akşam karımın kuzeni bizde idi. Bana, Türkiyenin malî durumu hakkında geniş açıklamalarda bulundu.
Görüşüme göre malî plân şöyle olmalı: Biz (Yahudiler) Avrupa Kontrol Komisyonu’ndan [[22]] çekilmeli ve ödemeyi Yahudi çıkarları açısından ele almalıyız. Öyle ki Sul­tan bu küçük düşürücü kontrolün sıkıntısından kurtulsun ve bizden yeni ikrazlarda bulunsun.
*
*          *
Bugün Romadaki heykeltraş ve bana söylendiğine göre Si­yonist olan Moise Ezekiel’e mektup yazdım. Kendisi Kardinal Hohenlohe ile iyi tanışıyormuş.
10 Mayıs
Newlinsky Brüksel’e gitmeden önce bugün gelip veda etti.
Sultan Abdülhamid’in yanında her halü kârda bizim tarafımızdan çalışacak. Biz ermeni meselesinde herhangi bir hal çaresi bulmazsak bile, Sultan’a bizim kendisine yardım ettiğimizi ifade edecek.
Bize herhangi bir menfaat sağladığı zaman Yahudilerin cömert davranacaklarına inanıyor.
11 Mayıs
Nordau’dan mektup aldım. Araya Zadoc Kahn’ı koyarak milyarder Edmond Rothschild ile temas çaresi aradığını bildi­riyor.
Ona hemen ermeniler konusunu anlattım ve yardımını ri­ca ettim.
İngiltere sefareti papazı Hechler ile konuşup, Sultan’ın ya­rı resmî bir temsilcisinin Brüksel ve Londra’ya gittiğini, vazi­fesinin ermenileri yatıştırmak olduğunu Büyükelçi Monson’a haber vermesini söyledim. Monson bunu derhal Salisbury’ye [[23]] bildirecektir. Bu da Salisbury için büyük bir diplomatik başarı olacaktır.
12 Mayıs
Hechler burada idi. İngilizler ermeniler konusunda sulh arzuladıklarından verdiğim haber Büyükelçi Monson’un çok hoşuna gitmiş.
Büyük şeylerin sağlam temele ihtiyacı yoktur. Elma ma­sanın üzerine öyle yerleştirilmeli ki düşmemelidir. Unutma­malı ki dünya boşlukta dönmektedir.
Buna benzer olarak ben de Yahudi Devletini kurmalıyım.
13 Mayıs
Londra’da Newlinsky’ye mektup :
Muhterem Efendim,
Sizin için bazı işler yaptım, bunların sonuçlarını göreceği­nizi ümit ederim. Bilhassa Lord Salisbury’ye yakınlaşmayı te­min ettim, bana öyle geliyor ki o cihetten maslahata uygun davranışlar gelecektir. Dindaşlarıma gelince, onların da Paris ve Londra’da işe girişmelerini temin ettim. Fakat arkadaşla­rım arasında oldukça ciddi şekilde muhalefet edenler var. Prusya İmparatorunun işini yapmakla kendimizi büyük bir riske atıyoruz, bir defa anlaşma vuku bulacak olursa biz sürat­le unutuluruz fikrindeler. Bizim son derece müessir ve kudret­li arkadaşlarımızdan birisi bu hal şekline mutlak muhalif du­rumda. Ona göre bu büyük kuvvetin infisahı bizim için daha avantajlı olacaktır.
Maamafih size önce de ifade ettiğim gibi, ben sizin işaret ettiğiniz yolun doğru olduğuna kaniim. Ben halihazır kuvvet­leri muhafaza etmek ve daha da kuvvetlendirmek isterim, zira çok geçmeden biz bunlarla işbirliği yapacağız.
Eğer önemli bilgiler varsa bana yazınız, size muvaffakiyet­ler dilerim. Saygılarımla.
Dr. Th. Terzi
13 Mayıs
Nordau’dan tek kelimelik bir telgraf geldi: «Hayır».
Bunun anlamı ermeni meselesinde hiçbirşey yapamıyoruz demektir.
Tafsilat veren mektubunu sabırsızlıkla bekleyeceğim.


14 Mayıs
Benim «Yahudi Devleti»ni rusçaya çevirecek olan Yahudi gazeteci S. Klatschko burada idi.
Konuşurken bana kendisinin bir nihilist olduğunu ifade ederken ben ona ermeni komiteleri hakkında bir bilgisi olup olmadığını sordum.
Biliyor. Tiflis’teki lider Alawerdof, Klatschko’nun evinde oturan bir hanımın nişanlısı imiş. Ayrıca rus asıllı Zaikowski vasıtası ile Londra’daki lider Nikoladze ile de teması varmış.
Zaikoswki’ye şöyle yazmasını söyledim: Öğrendiğime göre Sultan Abdülhamid ermeni meselesinde bir mütarekeye taraf­tardır ve bunun için de müzakere istemektedir. Ermeniler giz­lice bunu kabul etmelidirler. Benim mütaleama göre bu sulh gerçek olabilir, fakat tabiatiyle müzakere için gelene benim öğrendiğimin mahiyeti sorulabilir. Ermeniler hiçbir şekilde riske girecek değillerdir. Eğer Sultan Abdülhamid verdiği sö­ze rağmen bahis konusu değişiklikleri yapmazsa aldatıldıkları­nı ve arada yapılan müzakereleri halk efkârına açıklarlar.
Klatscko bu konuyu derhal Londra’ya yazacağına dair söz verdi.
15 Mayıs
Newlinsky’ye mektup :
Muhterem Efendim,
Telgrafınızı şimdi aldım. Dün değil evvelsi gün size Berkeley Oteli adresine bir mektup yazmıştım. Lütfen mektubumu oradan alınız.
Kısaca yazdıklarımı arzedeyim. Sizin için Lord Salisbury nezdinde imkân hazırladım ve arkadaşlarıma ermeni hareketi temsilcileri ile temasa geçmelerini bildirdim. Zannederim Londrada bu konuda konuşulacak kimse Nikoladze’dir. Bir ar­kadaşım da Tiflis’teki rus komiteleri başkanı ile temasa geçe­cektir.
Ermenilerin endişelerini izale etmelisiniz. Ermenilerin li­derleri semeresiz bir inkıyadın bütün hareketi felce uğratacağı hususuna inanacaklardır. Dün gece aldığım haberlere göre her hangi zararlı bir sonuç meydana getirmeyecek bir mütareke müzakeresine girişebiliriz.
Tiflis lideri Viyana’ya gelebilir, onu göreceğim.
Saygılarımı sunarım.
Herzl
15 Mayıs
Newlinsky’ye ikinci mektup :
Muhterem Efendim,
Bir hata yaptım hemen tashih etmeliyim. Londradaki ha­reketin lideri Avetis Nazarbek’tir ve «Hutschak» gazetesini idare etmektedir. Birisi onunla temas kuracaktır.
Herzl
16 Mayıs
Nordau’dan bugün mektup aldım. «Hayır» diye çektiği telgrafın bende meydana getirdiği şoku izale ediyor. Bana yaz­dıktan biraz sonra Zadoc Kahn’ın aracılığı ile Edmond Rothschild ile görüşmüş. Anlattığına göre aralarındaki mülakat 63 dakika sürmüş, bunun 53 ünde Rothschild konuşmuş, ancak 10 dakikası da Nordau’ya düşmüş.
Rothschild meseleyi dinlemek bile istemiyor. Sultan Abdülhamid’den birşey elde edilebileceğine katiyen inanmıyor ve hiç bir şekilde de işbirliğine girişmiyor. Onun görüşüne göre ben çok tehlikeli bir oyun oynuyorum ve böylece de Filistin’de kurmakta olduğu Yahudi kolonisini de tehlikeye düşürüyo­rum [*].
Paristen gelen haberler sokaklarda Yahudiler ve bilhassa
[*] Edmond Rothschild’in işaret ettiği koloniler bu milyarder ailenin fi­nansmanı ile 1880 yılından itibaren yerli halktan satın alınan topraklara küçük guruplar halinde yerleştirilen Yahudilerdir. Önce «Rişon Letsiyon» diye tanınan ve bugün hayli büyük bir şehir olan yer ele alınmış, sonra yavaş yavaş diğer bölgelere yayılmışlardır. Safed, Nasıra ve Kudüs bunlardandır.
1897 yılından itibaren Beyrut’ta kilise tarafından çıkarılan «El-Maşrık» adlı arapça mecmuanın 1897 ve 98 yılı kolleksiyonlarında «Filistinde Yahudi Kolonileri» konusu işlenmekte ve istikbalde yaratacakları tehlike hususunda Sultanın dikkati çekilmektedir.


Rothschildler aleyhinde gösteriler yapıldığını bildiriyorlar. Te­sadüfe bakınız ki E. Rothschild’in Cuma günü arkadaşım Nordau’yu reddettiği Rue Laffitte’deki evin önünde, Pazar günü toplanmış bir kalabalık gösteri yapıyor ve «Kahrolsun Yahudiler» diye bağırıyordu.
19 Mayıs
Agliardi de Nuncio bugün saat 10 da kabul edeceğine dair haber gönderdi. Kendisi Papalık temsilcisidir.
Hemen konuya geldik. Ona genel hatları ile yapmayı dü­şündüklerimi anlattım. Kuracağımız «Yeni Krallığın durumu ve bilhassa Büyük Devletlere karşı tutumunun ne olacağını» ileri gelen Yahudilerin —Rothschildler gibi— bu konuda ne düşündüklerini v.s. sordu.
Krallık değil aristokratik bir cumhuriyet düşündüğümüzü, Büyük Devletlerin ve bilhassa Papalığın sadece rızasını talep ettiğimizi, bunları temin edersek Jerusalem (Kudüs) i beynel­milel kılıp bir devlet kuracağımızı, Sultan Abdülhamidin mâli­yesini de ıslah edeceğimizi söyledim. Gülümseyerek «Buna pek memnun olacaktır. Kudüs’ün yanısıra (Hıristiyanlarca mukad­des) Bethlehem ve Nasıra’yı da beynelmilel saymalısınız ve başşehri kuzeyde bir yere almalısınız» dedi, «Evet» diye cevap verdim. Fakat o Büyük Devletlerin buna muvafakat edecekle­rinden şüphesi olduğunu, bilhassa Rusyanın buna yanaşmıyacağını ifade etti. Sonra, bütün Yahudileri de alıp Filistine götür­menin imkânsızlığından bahsetti. Meselâ Viyanayı ele alalım. Buradaki 130 000 Yahudinin diyelim ki 100 000 ini götürdünüz, geri kalan 30 bin kişi Yahudi aleyhdarlığı için yeter. Bu sırada Fransız Büyükelçisinin ziyaret için beklemekte olduğu haberi geldi ve ben «tekrar görüşmek üzere» huzurdan ayrıldım.
Mülakattan çıkan sonuç: Bana göre Roma bizim aleyhimiz­de. Zira Yahudi Meselesinin Yahudi Devleti şeklinde bir sonu­ca varmasını istemiyor hatta bundan korkuyor.
21 Mayıs
Londra’dan Sylvia d’Avigdor’un bildirdiğine göre Samuel Montagu benim «Yahudi Devletinin İngilizce tercümesini sa­bık başvekli William Gladstone’a takdim etmiş ve mültefit bir mektup almış.
Pazar Günü
Yarın, önce Hirsch’i ziyaretle giriştiğim faaliyetin birinci yıldönümü. Eğer bu seneki kadar gelecek yıl da ilerleyebilir­sem, «Seneye Yeruşalaymda» oluruz [[24]].
Ayni Pazar
Newlinsky Londradan önce telgraf çekti arkasından da mektubu geldi, hiçbirşey yapamadığını söylüyor: Daily Telegram gazetesinden Lawson’a tavsiye edilmesini istiyor. Başveki­lin hiçbirşey yapmak istemediğini bildiriyor.
Telgrafla Daily Graphic gazetesinden Lucien Wolf ile gö­rüşmesini söyledim, Hechler’i de tekrar Monson’a yollayacağım. Newlinsky’ye gönderdiğim mektupta şunları yazdım: «Herşey çok kötü başladı ve hepsinin üstünde çok geç oldu». Hemen geri gelmesini, işi elime bizzat alacağımı ifade ettim.
26 Mayıs
Newlinsky telgraf çekiyor :
«S(alisbury) kabul etmeyi reddetti, elinden geleni yap».
Cevap verdim :
«Tavsiyem mümkün olduğu kadar çabuk memlekete dönmendir. Salisbury ile Haziran sonunda bizzat görüşeceğim. Ön­ce senin patrona (Sultan Abdülhamid) gidelim».
Rev.Singer’e mektup (cevap) :
Aziz Arkadaşım,
Ben Sir Samuel Montagu’ye doğrudan doğruya mektup yazmayacağım, zira İngilizce istediğimi tam anlamı ile ifade edemem. Bu sebeple sen gidip konuş, meseleyi enine boyuna anlat. Onun daha ne kadar yaşayacağını bilmeyiz. Ben bunu Baron Hirsch ile konuşurken düşünmüş fakat söyleyememiş­tim. Bugün, Yahudiler için bu kadar iyilik yapmış olan bu insan ölmüş bulunuyor. Hayırseverlik sadece dilenci yaratıyor. Mil­letimiz için ne yapabileceğini sor kendisine. Çok ciddi konuş. Ben kendisini hatırlı bir kudret sayıyorum. Mesele para sahibi olmasında veya bunu sarfetmesinde değil. Bir penny bile ver­meyebilir. Eğer bize iştirak etmezse yolumuza onsuz devam edeceğiz.
Temmuz başları benim için uygun değil. Buradan Hazira­nın ortalarından önce ayrılamam ve önce İstanbul’’a git­mek istiyorum. Maamafih bu seyahatim herhangi bir sebeple geri kalırsa hemen Londraya gelirim...
*
*          *
Rosenfeld İstanbul’dan yazdığı mektupta, temaslara giriş­meden önce, benim arkamda ne gibi malî kudretlerin bulundu­ğunu bilmesi gerektiğini, zira ermeniler konusu suya düşecek olursa başının tehlikeye gireceğini söylüyor. Rosenfeld ile da­ha Budapeşte’de ilk tanışmamızda benden para istemesinden beri fazla temasım olmamıştı. Bu sırada Londradan Newlinsky’den iyi haberler geldi. Kısa mektuplarından anladığıma göre ona itimat edilir. Haziran ortasında onunla birlikte İstanbul’a giderim.
*
*          *
Londra ermenileri arasındaki faaliyeti hakkında Klatscko’dan enteresan bir mektup aldım. Adamı Nazarbek ile konuş­muş, o Sultan’a itimad etmiyor fakat «Yahudi hareketi lideri­ne samimi alakasından dolayı teşekkür ediyor»muş.
6 Haziran
Newlinsky üç gündür burada ama henüz yüzünü göster­medi. «15 Haziranda hareket etmeyi düşünüyorum. Benimle birlik misin?» şeklinde bir mektup gönderdim.
7 Haziran
Bugün Baden’de iken Newlinsky geldi. Mesele şu, hala be­nimle birlik mi yoksa emniyetini kayıp mı etti?
Haziran
Bana biraz soğukluk intibaı vermiş olan Newlinsky’yi da­vet ettim. Halihazır durumun İstanbul’a seyahat için elverişli olmadığını, Sultan’ın Girit isyanından başka şeyle meşgul ol­madığını v.s. ifade etti.
Belki Londra’ya hareket etmezden önce bana söyledikleri­ni sırf benim kendisini orada desteklemem için söylemişti. Şim­di dönüşünde İstanbul’’a davetsiz olarak gidemiyeceğini söylüyor
9 Haziran
Bu sabah birbuçuk saat Newlinsky ile beraberdim. Onu davamıza tekrar kazanmak için uğraştım. Cesaretini açıkça Londrada ve burada yitirmişti. Son derece kuvvetle konuştum, kaynaklarımızı önüne serdim ve bize hizmet etmesini söyle­dim. Daha ilk günden büyük menfaatler sağlayacağını anlat­tım.
Gazete mahfillerinde, bunun sonucu olarak da diplomatik ve malî mahfillerde benim projemin bir ütopia olarak kabul edildiğini anlattı. Landerbank direktörü bunu bir fantazi, bi­zim gazetenin editörü Benedikt aptallık diye vasıflandırmalar­dı, gazeteciler de gülüşüyorlardı.
Şöyle cevap verdim: «Bütün bu ayak takımı bir sene son­ra benim pabuçlarımı yalacaklardır».
Fikrine göre bu sırada İstanbul’a gitmem doğru değildir. Simdi orada herkes sadece ve sadece Girit isyanını düşünmek­tedir.
Eğer bana katılmazsa oraya yalnız gideceğimi, orada Rosenfeld’in aracılığı ile İzzet Bey’in bana bir mülakatı nasıl ol­sa temin edeceğini söyledim.
Newlinsky Londra intibalarını nakletti. Oradaki halk Tür­kiyenin yıkılmasının yakın olduğu kanaatindedir. Halk oyunun karşı koyduğunu bile bile hiçbir başvekil Sultana yakınlık gösteremez. Bulgar Prensi Ferdinand’ı imparatorluğun varisi yapma düşüncesinde olanlar dahi mevcut. Newlinsky’ye göre Sul­tan için tek çıkar yol Makedonyalılar, Giritliler ve Ermeniler v.s. ile araları gayet iyi olan Jöntürklerle anlaşıp onların yar­dımı ile reformları gerçekleştirmektir. Bu tavsiyelerini bir rapor halinde Sultan Abdülhamide de vermiş.
Şimdi bu programa Yahudi yardımı hususunu da ekleyip yeniden vermesini teklif ettim. Sultan bize o toprak parçasını versin, bunun karşılığı olarak saltanatını kuvvetlendirelim, mâ­liyesini ıslah edelim ve dünya efkârı umumiyesini tamamen onun lehine çevirelim.
Newlinsky Viyana gazetelerinin bana karşıt olan tutumla­rını düşünerek bu sözlerimi şüphe ile karşıladı. Buna mukabil eğer istersem onların hepsini lahzada çevirebileceğimi söyle­dim.
Üçbin kişi tarafından imzalanan Siyonist deklarasyonu ile benim kastedildiğimi bu pazar öğrendiğimi ona naklettim.
Biraz çarpılmış ve yarı yarıya yeniden kazanılmış olarak benden ayrıldı. Sultana derhal yazması hususunda ısrar ettim o da söz verdi.
*
*          *
Avusturya Macaristan Dışişleri Bakanı Kont Goluchowsky bugün Türkiyeye ihtarlarla dolu bir konuşma yaptı. Bunun üzerine Newlinsky’ye derhal şunları yazdım :
Muhterem Efendim,
Budapeşte konuşması size İstanbul’a hemen tavsiyelerinizi yenilemek için müstesna bir fırsat yaratmış bulunuyor. Kulla­nabileceğimiz bütün fırsatlarda enerjik davranınız.
Eğer benimle seyahata karar verdiyseniz, yolda benim mi­safirim olmak şerefini bahşetmenizi rica edeceğim.
Derin saygılarımla.
Th. Herzl

15 Haziran
Gece trendeyim. Viyana’dan Orient Eksprese yalnız başı­ma bindim.
Newlinsky sabah saat 2 de Budapeşteden binecek.
Şimdi alelacele geçen haftanın olaylarını defterime geçir­meliyim. İntibalar daha zihnimde taze iken meşguliyetimden fırsat bulup maalesef yazamadım.
Londra dönüşü Newlinsky hiçbir şekilde benimle İstanbul’a  gitmek niyetinde değildi.
Birkaç uzun konuşma seansı bana mukavemet gösterdi. Belli idiydi ki benim hakkımda yaptığı tahkikatta kendisine benim taraftarım olanlar bazı şeyler söylemişlerdi. Bu gibi bir­kaç kişiden kendisinin benim hakkımda soruşturma yaptığını öğrendim.
İstanbul’a gitmeye kararlı olduğumu göstererek onu niha­yet kazandım. Beni takip ederse göreceği menfaatler sebebiyle böyle yaptı.
Cuma günü uzun bir müzakereden sonra 15 Haziranda İstanbul’a hareket konusunda düşünmek üzere mutabık kaldık: Ben İstanbul’a meseleyi onsuz götürüp götürmeyeceğimi yahut İstanbul’daki diğer adamlarım aracılığı ile gitmeyi o ise bana iltihak edip etmemeyi düşünecekti.
Cumartesi günü tekrar onu görmeye gittim. «Eh, gidiyor musun» diye sordu «Evet, gidiyorum» cevabını verdim. Benim kararlı olduğumu görünce o da benimle gelmeye hazır olduğu­nu söyledi.
Dün tekrar buluşarak ayrılmazdan önceki son hazırlıkları yaptık. Bugün öğleden sonra Peşte’ye gideceğini ve Eksprese oradan bineceğini söyledi.
Sorularının cevaplarını henüz tam hazırlamış değilim. Ma­lî planı ele alalım, en küçük teferruata kadar inmek gerekiyor ki ben henüz bunu yapmış değilim. Nekadar hazırlıksız olsam da Filistin için 20 Milyon altın verebileceğimizi tahayyül etti­ğimi söyledim (Maamafih Montagu Daily Chronicle’de sadece 2 milyon teklif ediyordu).
Daha sonra Baden’e gittim, orada karımın kuzeni Reichenfeld’e telefon ederek akşam gelip bana bazı hususlarda bilgi vermesini söyledim.
Baden’e saat 9 da geldi. Beni Osmanlı Devlet borçları ko­nusunda aydınlatmasını söyledim. O bana bu borçların statü­lerini anlatırken ben de mali portresini çıkardım.
Biz Türkiye mâliyesini düzeltmek için 20 Milyon Osmanlı lirası harcarız. Bu mikdara 2 milyon da Filistin için ilave ede­riz ki bu da halen 80 milyon lira olan borçların yıllık faizini karşılar. 18 Milyon sarfı ile de Türkiyeyi Avrupa Kontrol Ko­misyonundan kurtarırız...
Reichenfeld detayları ile ileri sürdüğüm bu plana şaşıp kaldı ve bana bunu hangi maliyecilerin hazırladıklarım sor­du. Ona esrarlı bir sükûtla cevap verdim.
Bugün Newlinsky için İstanbul’’a kadar bir bilet getirttim. Tutarı oldukça fazla. Bunun dışında Türk heyeti için meyve de aldırtmamı söylemişti, Hotel Sacher’den çilek, şeftali v.s. ki hepsi Fransadan ithal edilmişti, hazırlattım..
17 Haziran
Sabahın saat 6 sı, Orient Ekspres, Eski Baba istasyonu.
Seyahatin dünkü kısmı son derece enteresan geçti. Newlinsky trene gece saat 2 de Budapeşte’de bindi, trende birkaç Türk paşanın da bulunduğunu haber verdi, bilhassa Ziya Paşa’nın bulunduğunu söyledi, Moskova’daki taç giyme merasimine giden heyetin başkanı bulunuyormuş [[25]].
Dün sabah Newlinsky beni Ziya, Karatodori ve Tevfik Paşalara takdim etti. Tevfik Paşa halen Belgrad Sefiri imiş [[26]]. Daha sonra bana bu ekselansların en önemlisinin Ziya Paşa olduğunu ve benim İstanbul’a ne maksadla gitmekte olduğumu ona anlattığını söyleyerek başbaşa bıraktı. Ziya Paşa mesele ile hemen ilgilendi ve konuşmamızın gizli olması için yalnız kalmamızı temin etti.
Ziya Paşa ufak tefek, zarif, efendi, parisiyen tipli bir zat, insana hürmet telkin eden bir havası var. Ciddi bakışlı siyah gözleri, kısa siyah sakalı var. Burnu biraz kemerli.
Karatodori aksakallı, şişman, boyuna nükte yapan, çok gü­zel fransızca konuşan, Moskovadaki taç giyme merasiminin ih­tişamını anlata anlata bitiremiyen, her istasyonda oraya has meyveleri hemen oracıkta yıkayıp yiyen bir paşa.
Tevfik Paşa daha genç bir paşa, Neue Freie Presse gaze­tesinden sitayişle bahseden, eski sayılarında çıkmış yazılardan dahi söz edebilen bir kimse.
Öğleden sonra Karatodori Paşa lokantalı vagonun sigara içilen kısmına geçtiği sırada, vagonda yalnızca Ziya, Newlinsky ve ben kaldığımız zaman plânımı açıkladım. Ziya ciddiyet ve dikkatle dinledi.
Şöyle dedi: «Görüyorum ki herşeyi açık açık konuşuyor­sunuz» (Zira konuşmam sırasında Filistin’de tamamen bağım­sız bir devlet istediğimizi, eğer bunu elde edemezsek bu plan­dan tamamen vazgeçip Arjantin’e gideceğimizi söylemiştim). «Fikrinizi açıkça anlattınız» dedi «Fakat size hemen şunu söy­lemeliyim ki eğer siz bağımsız bir Filistinden söz açarsanız hiçkimse sizinle müzakereye girişmez. Para ve basın yoluyla destek şeklinde sağlayacağınız menfaatler gerçekten büyük ve önemli, ve teklifiniz gerçekten ilgi çekici, fakat bütün bunlar bizim vatanın herhangi bir köşesini satmama prensibimizle uyuşmuyor».
Şöyle cevap verdim: «Bu tarihte sayısız defalar olmuş birşeydir».
Newlinsky müdahale ederek, buna misal olarak sadece İngilizlerin Heligoland adasını almanlara vermeleri gösterilebilir dedi.
Ziya Paşa tekid etti: «Hiçbir şartla Filistini bağımsız bir devlet kurmak üzere ele geçiremezsiniz, belki Osmanlı hakimi­yetini kabul eden bir devlet olabilir».
Bu daha başlangıçta mürailiğe girişmek demek olur. Tâbi olarak kurulmuş olan bütün devletler, daha başlangıçtan iti­baren ne yapıp da tam bağımsızlığa kavuşmalı konusunu ele alacaklardır. Bunu mümkün olduğu kadar kısa zamanda elde edeceklerdir.
Konuşma Zaribrod’a kadar sürdü, orada Bulgar nazır Natchowitch Newlinsky’yi karşılamak üzere beklemekteydi.
Beni de Sofya Siyonistleri adına bir heyet karşıladı. Onlara hareketimi önceden telgrafla bildirmiştim.
Heyetten iki üye Siyonizm konusundaki çalışmalarımın na­sıl gittiğini sordu. Newlinsky ve Bulgar nazır ile vagonda bu­luşabilmek için onlara son derece kısa izahat verdim ve ayrıl­mak zorunda bulunduğumu anlattım.
Sofya’da dokunaklı bir manzara beni beklemekteydi. Tre­nimizin durduğu yerde beni karşılamaya gelmiş kadınlı erkek­li, çocuklu büyük bir kalabalık vardı. Sfaradîm, Eşkinazim [[27]], aksakallı ihtiyarlar, başlarında da Dr. Ruben Bierer. Bir çocuk gül ve karanfillerden mürekkep bir buket verdi. Bierer alman­ca bir konuşma yaptı, sonra Caleb fransızca bir hitabede bulun­du ve mümanaatıma rağmen elimi öptü. Konuşmalarda Önder, İsrailoğullarının kalbi gibi büyük vasıflarla tavsif edildim. Her­kes bu manzarayı alaka ile seyretti.
Veda makamında Bierer’i öptüm, elimi sıkmak için adeta yarışa girdiler. Halk «Leşana habaa biyeruşalaym» [[28]] diye bağırdılar. Tren yavaş yavaş hareket etti..
Newlinsky ve Ziya gösterilerin tesirinde benim tahminim­den az kalmışlardı. Yahut da ihtisaslarını gizliyorlardı. Newlinsky Bulgaristan kilisesi temsilcilerinden Gregory tarafından karşılanmıştı. Allah bilir geleceğini ona telle bildirmiş ve bana Bulgaristandaki nüfuzunu göstermek istemişti.
*
*                                    *
Akşam Newlinsky ile lokanta vagonunda başbaşa oturdu­ğumuzda ona 20 milyonluk projemi açtım. Türk Hükümetinin Avrupa Kontrol Komisyonundan 18 milyon karşılığında kurtarılabileceğini, 2 milyonun da Filistin için ayrıldığını anlattım.
Newlinsky buna şiddetle muhalefet etti. Kendisinin Ziya Paşa’ya benim aşağıdaki şekilde Avrupa Kontrol Komisyonun­dan kurtarmayı düşündüğümü anlatmış imiş :
Birinci üçte biri para olarak öderiz. İkinci üçte bir için ke' fil oluruz (veya eğer tâbi bir devlet olursak bu üçte biri haraç olarak veririz), üçüncü üçte biri de mevcut Komisyondan dev­ralarak itfa ederiz.
Newlinsky’ye göre biz Sultan Abdülhamide Filistin muka­bili 20 milyonu açıkça teklif edemeyiz. Bu sadece ticarî bir iş olur. Önceden de biraz prim vermek gerekir. Maamafih bazı şartlar ileri sürerek ek menfaatler gösterebiliriz, mesela bütün Türkiyeye raci bir «Elektrik enerjisi tekeli» v.s.den bahsedebi­liriz. Fakat, onun ifadesine göre, üçlü taksime gidiş nazarı iti­bara dahi alınmaz.
Bu konu üzerinde düşündüm taşındım ve Newlinsky’nin haklı olduğu sonucuna vardım. İşteki bu dönümden yeni avan­tajlar dahi çıkartabilirim. İstanbul’da şartların mutlak olarak gizli tutulmasını söyleyebilirim ve söyleyeceğim, zira herşeyi önce Komiteme anlatmak, onlara kabul ettirmek zorundayım. Bu şekilde Edmond Rotchild veya S. Montagu tarafından giri­şilebilecek herhangi bir karşı hareketi de önlemiş olurum.
Fakat Londraya Sultan tarafından teyid edilmiş olarak bir gelirsem işte o zaman her istediğimi yapabilirim.
Eğer zaruret olursa Barnato ile de temas kuracağım [[29]].
*
*          *
Bierer Sofyada iken bana, Edmond Rothschild’in bir tem­silcisini İstanbul’a gönderdiğini, Filistindeki koloni faaliyetine mani olmaması için Sultana para teklif edeceğini öğrendiğini söyledi.
Bu bana karşı düşünülmüş bir hamle olabilir mi?
18 Haziran, İstanbul’
Newlinsky bizim dava için son derece kıymetli bir koz. Onun maharet ve samimiyeti her türlü övgünün üzerinde doğ­rusu. Kendisine fevkalâde bir mükâfat verilecektir.
İstanbul’’a dün öğleden sonra vardık. İstasyonda Viyanalı Baron B. Popper [[30]] ve Newlinsky’nin tanıdığı iki gazeteci ta­rafından karşılandık. Ayni trende bulunan paşalar daha şehre varmadan merasim elbiselerini giymişler ve fazla gecikmeden Sultana gidebilmek için hazır olmuşlardı. İstasyonda onları ka­labalık bir halk kitlesi karşıladı.
Bu şaşılacak şekilde güzel ve pis şehirde yürüdük. Parlak güneş, rengârenk sefalet, bakımsız binalar. Royal Otelindeki penceremizden Halic’e kadar olan manzara uzanıyor.
Newlinsky’nin burada iyi bir şöhreti ve büyük tesiri var. Yol arkadaşlarımız Ziya ve Karatodori paşalar gibi birçok ileri gelen türkle gayet iyi münasebeti var.
Elbiselerini değiştirir değiştirmez Yıldız Sarayına gitti. Arabada ona refakat ettim. Sokaktaki hayat acaip şekilde sefa­let ve neşe aksettiriyor. Kafesli haremler cazip bir esrarlı man­zara teşkil ediyor. Arkasında, herhalde gireni hayal sukutu beklemektedir.
Beyaz Dolma Bahçe sarayının penceresinden Boğazın hari­kulade güzel bir görünüşü var.
Newlinsky Yıldız’da inince ben arabayı yamru yumru yol­lardan sürerek Beyoğlu’na çıktım, oradan aşağıya köprüye ka­dar geldim.
Newlinsky geç vakit, bozulmuş olarak döndü. Sultan Abdülhamid’in başkâtibi İzzet Bey bizim projemize karşı açık açık menfi davranmıştı. «Bu mevzuda bir sürü komisyoncu söz üs­tüne söz veriyor» demişti. Newlinsky’nin düşüncesine göre bu­rada birisi düşüncesiz bazı adımlar atmış bulunuyor. Önce bu­nu halletmemiz lazım ki hiç de kolay olacağa benzemiyor.
Diğer bir güçlük: Görünüşe göre Sultan hastadır. Newlinsky huzura kabul edilmemiştir. Sultanın hastalığının ne ol­duğu öğrenilememiştir. Baron Popperin kızkardeşinden duydu­ğuna göre viyanalı doktor Nothnagel’e buraya gelip gelemiyeceği sorulmuştur. Eğer bunlar benim mülakatıma mani olursa çok büyük talihsizlik demektir.
Akşam yemeğinden sonra, bir İtalyan opera kumpanyası­nın açık hava konseri verdiği Beyoğlunda bir bahçeye gittik. Konserin birinci kısmından sonra verilen arada Sadrazam Ha­lil Rifat Paşanın oğlu Cavid Beyin yanma gittik. Tanıştırılmış ve hemen derhal mevzuun ortasına daldırılmıştım [[31]]. Bir bah­çe kanepesine oturup karşılıklı konuşmaya başladığımız zaman sanatkârların şarkı sesleri artık bize uzaklardan geliyordu.
Onun muhalif kaldığı noktalar şunlardı: Mukaddes ma­kamlar, Kudüs mutlak surette Türk hâkimiyeti altında kalma­lıdır. Buralarının terkedilmesi halkın mukaddesat duyguları ile oynamak demektir. Ona geniş ölçüde bir ekstra territorialite söz verdim. Medenî dünyanın kabul ettiği mukaddes makam­lar hiçkimseye değil herkese ait olacaktır. Sonunda zannederim Kudüs’ün hali hazır statü içinde kalması hususunda mutaba­kata vardık. Cavid Bey müstakbel Yahudi Devleti ile Türkiye’­nin münasebetlerinin nasıl olacağı konusu üzerinde durdu. Tâ­bi bir devlet olması hususundaki fikirleri Ziya Paşanın fikir­lerine çok benziyor.
Ben, tam başarıyı bağımsızlıkta gördüğümü, fakat her halükârda Mısır veya Bulgaristan’ın durumu gibi, yıllık vergiye bağlanma şeklini de müzakere edebileceğimizi söyledim.
Sonunda Cavid Bey müstakbel hükümet şeklimizin ne ola­cağını sordu.
«Aristokratik bir cumhuriyet» cevabını verdim.
Cavid Bey şiddetle reddederek «Sakın “Cumhuriyet” keli­mesini Sultan’ın önünde telaffuz etme. Halk burada bunun öl­düreceğinden korkar. Bu ihtilalci devlet şeklinin bir vilayetten diğerine sari hastalık gibi bulaşacağından endişe ederler.»
Ona, zihnimde mesela Venedik’te olduğu gibi bir hükümet şekli düşünüp tasarladığımı anlattım.
Babası Sadrazam Halil Rifat Paşa’dan beni huzuruna kabul etmesi hususunda yardımını rica ettim.
Bu hususta bana söz verdi. Diğer hususlarda da tavsiye ve faaliyet şeklinde yardım etmeyi arzuladığını söyledi. Teklifle­rim hakkındaki sorusuna cevaben de, teferrut üzerinde ancak Sultan ile konuşabileceğimi söyledim.
18 Haziran
Bugün Newlinsky bana, Rusya’nın Yıldız Sarayında en mu­teber yeri almış olduğunu bildirdi. Rusya ile dost olduğu müd­detçe Türkiye hiçbir tehlikeye maruz kalmaz. İzzet’in de Rus­ya’ya meyilli olduğunu söyledi. Sadrazama ne söylesen o da Rusya’ya yönelecektir.
Bu sebeple Sadrazama gitmeden önce Rus Sefaretinin nü­fuzlu tercümanı Yakovlev ile konuşmak hususunda mutabık kaldık.
Yakovlev’e derhal bir tezkere yazarak randevu istedim. Sa­at bir için derhal muvafakat etti. Diplomatik çevrelerde benim gelişimle çıkan dedikodulardan haberi olduğu meydanda idi.
19 Haziran
Dün, sonu başarısız gelen hararetli bir gündü.
İlk durağım rus tercümanı Yakovlev idi. Bey oğlundaki konsoloshanede kalıyor. Türk stilinde yapılmış bir bina. Bahçe­de kavaslar, hizmetçiler dolaşıyorlar. Kartımı gönderdim. On dakika sonra kabul edildim.
Ona ziyaret maksadımı kısaca anlattım. Yapacağı şoka ha­zırlamak için önce Filistindeki kolonizasyon faaliyetinden bah­settim. Türk hükümeti ile temastan önce Rus Sefaretinden çağırıldığım hususunu not etmesini istedim. Ailesinden birisinin aracılığı ile Çar Hazretleri tarafından kabul edilmek ümid ve dileğinde olduğumu söyledim (Valler Prensini kastediyordum, ama adını zikretmedim).
Yakovlev bana cevap verirken, Kudüs’te Konsolos olarak bulunduğu sırada edindiği tecrübelerden bahsedeceğini söyle­yerek, Filistine gelen Yahudileri onlar rus vatandaşı oldukları halde sempati ile karşılayamadığım, konsolosluğa karşı hilekâr davrandıklarını, konsolosluğa vermeleri gereken vergileri ver­mekten kaçındıklarını, menfaatlerinden başkasını düşünmedik­lerini anlattı.
Irkdaşlarımın asırlardan beri uğradıkları takibat sonucu böyle davranmaya alıştıklarını, ahlaklarının sukutunda bir fev­kaladelik aramamak lazımgeldiğini söyledim, hak verdi.
Sonra planımdan biraz daha derin şekilde bahsetmeye gi­rişerek, bunun sadece basit bir kolonizasyon olmayıp, bölgede kendimizin olan bir yer istediğimizi anlattım.
Gittikçe artan bir dikkat ve sempati ile beni dinliyordu. «Bu fikrin bütün iyi insanlar tarafından paylaşılacağına ina­nıyorum» dedim.
Sonuç olarak, planın gerçekleşmesinin birçok on yıllar ala­cağına işaret etti. Ben belki bunun meyvelerini göremeyecek­tim, bununla beraber bana başarılar, kuvvet, sıhhat temennisin­de bulundu ve ayrıldım.
Vedalaşırken bana mahalli Rus Maslahatgüzarı ile temas etmemi tavsiye ve merdivenlere kadar teşyi etti. Sonra başlan­gıçtaki sözlerini tamir etmek istercesine şöyle dedi: «Kavmin arasında çok iyi ahlaklı olmayan belki yüzde yirmi bulacaksın, fakat bu diğer kavimler arasında da böyledir». «Evet» dedim «Bizim durumumuzda bu iki mislidir, öyle ki birisi yüzde kırk olduğuna inanabilir».
*
*          *
Yakovlev’den sonra Bâb-ı Âli’ye gittim. Önceden çağrılmış bulunuyordum. Tercümanım kırmızı fesli arabacının yanma oturdu.
İstanbul’un dolambaçlı ve pis sokakları. Bâb-ı Âlî eski, kir­li bir bina fakat son derece hareketli bir yer. Nizamiye nöbet­çileri giriş holünün yanındaki küçük yerlerde dikiliyorlardı. Sayısız vazifeli ve subay yukarı aşağı inip çıkıyorlardı.
İlk ziyaretim Sadrıazam’ın Umumî Kâtibi Hayreddin Beye­fendiye. İsimleri benim kulağıma geldiği gibi hıfzedip yazıyo­rum, doğru olup olmadıklarını bilmiyorum tabii. Mesela bugün öğrendiğime göre Sadrıazamın oğlunun adı Cavid değil galiba Cevad Bey imiş.
Hayreddin otuz yaşlarında, iyi görünüşlü, düz, soluk benizli, güzel siyah sakallı, iri kulaklı bir adam. Her sözünden son­ra tebessüm ediyor, arkadaşça davranıyor. Birkaç dakika sonra Sadrıazam tarafından çağırıldık. Bir antre ve iç içe birkaç oda­dan geçtik. Büyük bir salonda, sırtını duvara dönmüş olarak devletli Sadrıazam Halil Rifat Paşa duruyordu. Girdiğim za­man ayağa kalkıp bana elini uzattı. Uzun boylu, ak sakallı, bu­ruşuk ve kuru yüzlü bir zat. Masada, tam önünde iki takım teşbih duruyordu.
Kendisi oturdu ve bana yanındaki bir koltuğa oturmam için işaret etti. Hayreddin Bey de tercüman olarak kaldı ve bir iskemle de o çekti.
Bir sigara verdi, seyahatimin nasıl geçtiğini, ne zaman gel­diğimi ve ne kadar kalacağımı sordu. Sonra Neue Freie Presse hakkında iltifatkâr birkaç cümle söyledi. Hayreddin bunları ciddiyetle tercüme etti. Neue Freie Presse’in Türkiyeye tevec­cühü olduğunu, İmparatorluk hakkında iyi bir haber aldığı za­man daima memnun kaldığını anlattım. Verdiğimiz haberlerde belki bazan yanıldığımız olmuştur, ama daima doğru haber ver­meye çalıştığımızı da ekledim.
Sadrıazam, bizim muhabirimizin kendisini her zaman ara­yabileceğini ve kendisine herşeyi söyleyebileceğini bildirdi.
Bundan dolayı teşekkürlerimi arzettim.
Sonra tercümana Sadrıazam hazretlerinin benim seyahati­min maksadından haberdar olup olmadığını sormasını söyle­dim.
Teşbihlerle oynayarak cevap verdi: «Hayır».
Hazırladığım teklifleri sadrıazama nakletmek üzere Hay­reddin Beye verdim. Sadrıazam gayet soğukkanlılıkla dinledi. Şuna benzer sualler sordu: «Filistin büyüktür. Hangi kısmını düşünüyorsunuz ? »
Tercümana cevap verdim: «Bu bizim temin edeceğimiz menfaatin cesametine bağlı bir husus. Daha çok arazi için, daha büyük kurbanlar takdim edebiliriz».
Devletlileri bazı terimler üzerinde açıklamalar istediler.
Ben fazla teferruata girmediğim için itizar beyan ettim. Tekliflerimi teferruatlı olarak sadece Haşmetmeâb’a arzedebileceğimi söyledim. Bunlar acaba prensip olarak kabul edilebi­lir hususlar mıdır? Sir Samual Montagu bizim malî programı­mızı teklif olarak getirecektir.
Halil Rifat Paşa konuşma arasında uzun zaman susup du­raklıyor, teşbihi parmaklarının arasına alıyor, onu ağır ağır çe­kerken kelimeler de ağzından ayni zaman aralıkları ile çıkıyor.
Ayrılırkenki intibaıma göre o bu proje karşısında yalnız müstenkif değil ayni zamanda itimatsızdır.
Konuşma devamınca orada devamlı bir memur ve hizmetli akımı vardı. Yerlere kadar eğilerek bazı evrak getiriyorlar bı­rakıp geri geri giderek çıkıyorlardı.
Başka bir yaşlı adamın görünmesi üzerine Halil Rifat Paşa tercümana müzakerenin sona erdiğini bildirdi, yarım ayağa kalkıp elini uzattı.
Aradaki odada, dudaklarında arkadaşça bir tebessüm olan Hayreddin’e Sadrıazamın huzurunda yanlış bir hareket veya söz sarf edip etmediğimi sordum. O gülümseyerek «Hayır» dedi «O filozof adamdır, onun görüşlerine karşı senin kendi görüş­lerini ileri sürmenden memnun olur. Eğer Efendimiz Hazret­leri ile direkt temas kurabilirseniz iyi olur».
Hayreddin de bana Boğaziçi’nin muhteşem manzarasını, uzakta Dolma Bahçe ile birlikte seyrettirdi ve elimi neşe ile uzun uzun saktı.
Aşağıda birsürü koridorların, muhafızların, hademelerin ve memurların arasından geçip Hâriciye Nezâretine Nuri Beye götürüldüm [*].
[*] Reşat Bey Chateauneuf diye tanınan fransız asıllı bir babanın oğ­ludur. Sonradan müslüman olmuş, fransada ziraat tahsil etmiş, 1893 den itiba­ren hâriciyeye intisap ile 1908 de ölümüne kadar Hariciye Nezareti Başkâtipli­ğinde bulunmuştur.
Koyu kızıl saçlı, zarif, zeki kültürlü, Pariste uzun seneler kalmış olmasından ötürü parislileşmiş bir ermeni. Birkaç ya­bancı diplomat gelip gittiler. Biryerde haydutların eline düş­müş iki kadın için istenen fidye-i necat konusunda konuşmalar geçti. Bir sefaretten gelen ateşe de Nuri Beyden bütün mühim olmayan evrakı göndermeyi tecil etmesini, tatile gideceği için bunları başına sarmamasını rica etti. İnsan onun için mutlak olarak hiçbir önemli evrakın bulunmayacağını rahatlıkla söy­leyebilir.
Yalnız kaldığımız zaman Nuri Beye ne istediğimi söyledim. Gözlerini kırpıştırdı, meseleyi tam anladı.
Daha önce Sadrıazama da söylediğim gibi, Türkiyeyi Dü­yunu Umumiyeden kurtarmayı istediğimizi söylediğim zaman «Bu muhteşem birşey» dedi. Bu tekliften çok hoşlandı. Fakat Mukaddes makamlar hususunda büyük şüpheler içindeydi. «Onları kim yönetecek?» «Bu düzenlenebilir» dedim «Sadece bizim herkes için kıymetsiz olan bir maddenin alacaklısı oldu­ğumuzu düşünün, hem de en yüksek fiyatla alıcı».
Bunun üzerine Nuri Bey beni Davud Efendiye götürdü. Davud efendi bir Yahudi idi ama ayni zamanda Hariciye Neza­retinin baş tercümanı olduğu için Hariciye Nazırının sağ kolu ve bu nezarette sözü geçen bir kimse idi.
İçeri girenlerin eğilme nisbetlerinden onun durumunun üstünlüğünü müşahede ettim. Memurlar evrakı onun ayakları­nın yanma bırakıyorlardı, öyle ki boyuna eğilmiş duruyordu. Bir koltuğa oturarak çalışıyor, önünde masa olmadığı için de yazıyı kâğıdı elinin üzerine alarak yazıyordu.
Uzun boylu, şişman, kısa sakallı bir adam. Patlak gözleri­nin önünde kemerli burnunda gözlük taşıyor.
Önce beni anlayıp dinledi, fakat gözle görülür şekilde kork­tu. Türkiye için muazzam menfaati gördü, fakat bir Yahudi olarak son derece ihtiyatlı olmak durumunda.
«Bunda ciddi güçlükler ortaya çıkacaktır» dedi, gerçekte meselenin gayrı kabili tatbik olduğu kanaatinde. Çok geçmeden benimle kardeş gibi konuşmaya başladı. Hariciye Nazırına beni bir başkasının takdim etmesinin çok daha uygun olacağını, ken­disini bundan affetmemi rica etti ve İstanbul’dan ayrılmazdan önce tekrar görüşmemizi diledi.
Yahudilerin Türkiyede iyi çalıştıklarını ve iyi şartlar için­de yaşadıklarını söyledi.
Basın bürosu şefi Nişan Efendiyi de gördüm. Birkaç gaze­teciye Türkiyenin görüşlerini anlatmaya çalışıyordu.
Akşam Newlinsky kötü haberler ve asık bir suratla Yıldız Sarayından döndü.
Garsona —yas alameti olarak— yarım şişe şampanya ge­tirmesini emrettikten sonra iki kelime ile bana vaziyeti anlat­tı: «Hiçbirşey yapamadım. Zatı Şahane bu konuda hiçbirşey işitmek istemiyor».
«Sultan dedi ki: “Eğer Mr. Herzl senin benim arkadaşım olduğun gibi arkadaşın ise, ona söyle bu meselede ikinci bir adım atmasın. Ben bir karış dahi olsa toprak satamam, zira bu vatan bana değil milletime aittir. Milletim bu imparatorluğu kanlarını dökerek kazanmışlar ve yine kanlarıyla mahsuldar kılmışlardır. O bizden ayrılıp uzaklaşmadan tekrar kanlarımız­la örteriz. Benim Suriye ve Filistin alaylarımın efradı birer bi­rer Plevne’de şehid düşmüşlerdir, bir tanesi dahi geri dönme­mek üzere hepsi muharebe meydanında kalmışlardır. Türk İm­paratorluğu bana ait değildir, Türk Milletinindir, ben onun hiçbir parçasını veremem. Bırakalım Yahudiler milyarlarını saklasınlar. Benim imparatorluğum parçalandığı zaman onlar Filistini hiç karşılıksız ele geçirebilirler. Fakat yalnız bizim ce­setlerimiz taksim edilebilir. Ben canlı bir beden üzerinde ame­liyat yapılmasına müsaade edemem!»
Bundan sonra başka şeyler konuşmuşlar. Newlinsky ona, Jön-Türkleri devlet hizmetine almasını tavsiye etmiş.
Sultan istihza ile: «Bir Anayasa, sonra? Benim bildiğime göre Polonya anayasası sizin baba yurdunuzu parçalanmaktan kurtaramamıştır».
*
*          *
Sultan Abdülhamidin doğru ve büyük sözleri beni sarstı, bir zaman bütün ümitlerimi kırdı. Bu sonu ölüm ve parçalan­maya giden fatalizmde trajik bir güzellik var. Maamafih son nefese kadar, passif mukavemet şeklinde de olsa mücadele ede­ceğiz.
19 Haziran
Cuma Selamlığı.
Bu pırıl pırıl güneşli günde Yıldız Sarayına doğru araba­mızı sürdük. Yol merasim üniformalılarla dolu. Boğaz muhte­şem bir görünüş içinde.
Yıldızda, misafirlere ayrılan kısmın önünde Sultan’ın iki hizmetkârı tarafından karşılandık. Bir saatten az zaman içinde önümüzde en ihtişamlı manzaralar geçit resmi yaptı: Güneş ışığı altında beyaz Yıldız Sarayı, onun karşısında masmavi boğaziçi, uzaklarda sisler içerisinde Adalar. İyi giyimli, talimli, enerji dolu askerî birlikler. Sağ tarafta dağ tarafından inen kır­mızı serpuşlu süvariler, tam önümüzde yeşil ve kırmızı türbanlı hafif piyadeler. Borazanlar boruları ağızlarında çalmaya hazır bekliyorlar.
Paşalar merasim üniformaları içinde ya araba ya at ile bize doğru geliyorlar.
Din adamları ve müslüman halk son derece renkli elbise­leri ile camiyi dolduruyorlar.
Paşa çocukları da resmî elbiseler giyerek alaya katılmışlar.
Nihayet Sultan’ın maiyeti göründü. Önde sultanın oğlu ve diğer prensler. Yıldız tepesinin eteklerinde atlarından indiler, Halifenin görünmesini bekliyorlar. Prenslerin arasında iki tane kır sakallı subay duruyor, bunlar prenslerin askerlik hocaları.
Haremağası, iriyan, şişman bir hadım mağrur tavırlarla geçti. Orada kapalı kupalar içerisinde iyice örtünmüş saray ka­dınları yer aldılar.
Sonra iki sıralı saray muhafızlarının peşisıra tepeye bir merasim havası çöktü. Arkasından yarı yarıyaaçık bir saray arabası Sultan’ın landosu göründü.
Arabada Sultan oturuyor, karşısında Plevne kahramanı Müşir Gazi Osman Paşa var.
Minarede müezzin güzel bir sesle salatu selâm ve arkasın­dan ezan okudu. İkisi arasında askerî marşlar çalındı.
Birlikler yüksek sesle halîfeyi selâmladılar.
Sultan ince yapılı, hasta görünüşlü, iri kemerli burunlu, orta uzunlukta sakallı, sakalı kahverengine boyanmış hissini veriyor. Selâmlara selâmla mukabele etti.
Önünde bulunduğumuz kısımdan geçerken Newlinsky ve bana gayet keskin bir nazar atfetti.
Arabası camiin yanında durdu, sol taraftan hafif bir hare­ketle indi. Çevresindekileri yeniden selâmladı, bu defa yüzle­rini kendisinden tarafa çevirmiş muhafızların arasından cami­ye girdi.
Namaz takriben yirmi dakika kadar sürdü. Camiin avlu­sunda yere seccade sererek birçok kişi namaza iştirak ettiler.
Yakıcı güneş altında bekleyen askerlere su dağıtıldı.
Namazdan sonra Sultan camiden çıktı ve iki atlı bir ara­baya bindi ve kendisi sürerek gitti. Avluda paşalar ve kuman­danlar eğilerek kendisini selâmladılar. Prensler tekrar kendi atlarına bindiler.
Sultan ikinci defa önümüzden geçerken, çelik gibi sert bir bakışla beni süzdü.
Bir gurup muhafız acele peşinden gittiler. Ve bu peri masallarındakine benzeyen muhteşem merasim sona erdi.
*
*          *
Öğleden sonra, Sadrıazamm yakın dostu Margueritte ile beraberim. Take Margueritte bana yardım etmeyi teklif etti. İddiasına göre Sadrıazama her istediğini yaptırabilirmiş. Çok yakın zamanda İskenderun petrol kuyularının imtiyazını ala­cağını söyledi. Baron Popper’in başarısız ikraz hikâyesini an­lattı. Adı geçen Osmanlı bankasından üç milyon osmanlı lirası borç almak istemişti. Herşeyi hazırlamış, İzzet ve Tahsin bey­lerle diğer birkaç kişiyi ayarlamıştı. Sadrıazam hediye kabul etmezdi, fakat Popper onun karısına bir bilezik veya ona ben­zer şeyler takdim ediyordu... Margueritte’in söylediğine göre Popper şimdi İskenderiye-Şam demiryolunun imtiyazını alma­ya uğraşmaktadır. Bu öyle bir hattır ki, Asya’dan Süveyş ka­nalı yolu ile gelen trafiğin bir kısmını çekecektir.
Margueritte, dün gece Newlinsky’nin ona benim adıma
bana haber dahi vermeden— ricada bulunmuş olduğunu, meseleyi bildiğini ifade etti. Sadrıazamm oğlu Cavit Beyi bu işle ilgilendireceğine söz verdi. Ona göre Cavit beyle herşey «açıkça konuşulabilir».
20 Haziran
Newlinsky’ye Sultan’ın beni kabul etmesi için ne lazımsa yapmasını rica ettim. Eğer Sultan Abdülhamitle görüşemeden memlekete dönüp de «Olmadı» diyecek olursam onların bütün rüyalarım yıkmış olurum.
Maamafih Münir Paşa, İzzet Bey ve daha başkalarının önünde beni kabul etmeği reddettiğine göre, şüphesiz hiçkim­se beni açıktan açığa Sultana takdim edemez.
Bununla beraber İzzet Bey şunları tavsiye ediyor: Yahu­diler başka bir yeri tespit ve orasını daha ilâve şartlarla teklif etmelidirler.
Benim aklıma derhal Kıbrıs geldi.
İzzet Beyin fikri güzel ve bu gösteriyor ki bizimle beraber ve bizim için düşünüyor. Menfaatin bir kısmının şahsen ken­disine isabet etmesi temayülünde..
21 Haziran
Dün öğleden sonra, Newlinsky’nin yanından ayrılmasının akabinde Nuri Beyi tekrar gördüm. Bâb-ı Âlî’nin önünde, sı­cak bir ikindi vaktinde Newlinsky’nin çıkmasını bekledim. Bir saat sonra Newlinsky çıktı. Bu müddet içinde Sadrıazam ve Nuri Beyle bizim meselenin münakaşasını yapmış. Sadrıazam buna karşı, fakat Nuri Bey hararetle taraftar.
Nuri Bey beni son derece samimi kabul etti. Beni ziyaret­çilerin bekleştiği odadan başka tenha bir odaya aldı ve orada oldukça açık şekilde konuştu. Tamamen bizim tarafımızda ol­duğunu, fakat bazı odun kafalıların da hesaba katılmaları ge­rektiğini söyledi. «Bu kör insanların arasında ben tek gözü açık bir kimseyim» dedi. Gerçekten diğerlerine nazaran çok daha zeki bir insan.
Tavsiyeleri şunlar : Yahudiler Avrupadaki osmanlı bono­larını satın almalı ve böylece «Komisyon»un yerine geçmeli­dirler. Ona göre bu Komisyon kriz çıkan her yerde büyük te­sirleri haizdir.
Sonradan görüştüğümüzde bu fikri Newlinsky’ye de söy­lemiş olduğunu öğrendim. Newlinsky bunu derhal reddetmiş, zira bu tahakkuk ettiği takdirde şimdi Komisyona karşı duyu­lan nefret Yahudilere çevrilecektir.
Newlinsky, onun zekâsından bahsettiğim zaman, «Eğer bu teklifi Yahudi Meselesini uzlaşmaya bağlamak için yapmışsa gerçekten zeki olduğuna delalet eder» dedi.
Nuri Bey bilhassa, malî güçlükleri mesuliyeti altına almış olan Osmanlı Bankasına karşı girişeceğimiz bir harekette bizi dört elle destekleyeceğine söz verdi.
Tekrar Davud Efendi ileyim. Onun Yahudi olması ile ifti­har ediyorum. Ona göre Sultan kalben bizimle beraberdir ama bunu izhar etmemeye dikkat sarfetmektedir. Davut Efendi, bi­zim Osmanlıları metbû tanıyan bir devlet kurmamızın doğru olacağı kanaatinde, böylece bir gün içinde, yani İmparatorluk yıkıldığı anda gayeye ulaşmış oluruz.
Bugün Hariciye Nazırı Tevfik Paşayı ziyaret ederken ha­zır bulunacağına dair söz verdi. Yalnız onun yanında sanki biribirimizi tanımıyormuş gibi davranacağız.
Tekrar Davud Efendi ileyim. Onun Yahudi olması ile iftihar ediyorum. Ona göre Sultan kalben bizimle beraberdir ama bunu izhar etmemeye dikkat sarfetmektedir. Davut Efendi, bizim Osmanlıları metbû tanıyan bir devlet kurmamızın doğru olacağı kanaatinde, böylece bir gün içinde, yani İmparatorluk yıkıldığı anda gayeye ulaşmış oluruz.
Bugün Hariciye Nazırı Tevfik Paşayı ziyaret ederken hazır bulunacağına dair söz verdi. Yalnız onun yanında sanki biribirimizi tanımıyormuş gibi davranacağız.
Dün gece Newlinsky, beni İzzet Beyin (Başmabeynci) bu­gün kabul edeceğini haber verdi.
21 Haziran
Davut Efendiye, bu aralarda nâzır ile bizim mesele hak­kında hiçbirşey konuşmamasını tenbih eden bir tezkere yazdım.
*
*          *
Sultan dün Newlinsky’ye beni bir «Gazeteci» olarak kabul edemiyeceğini bildirmiş, zira bizim gazete Neue Freie Presse’de Bacher doğrudan doğruya Sultan Abdülhamidin şahsına hü­cum eden bir yazı yazmış.
Dün sabah İzzet Bey ile görüşmek üzere Newlinsky ile be­raber Yıldız Sarayına gittik. Konuşmaların sadece nezaket cümleleri hududu içinde kalması hususunda peşinen söz ver­dim.
Saat dokuzbuçukta artık bana tanıdık gelen ve muhteşem manzaralarla sefalet tablolarının çevrelediği Dolmabahçe yo­lundan Yıldıza gidiyorduk. Bir binanın tamiri faaliyetinin de­vam ettiği avluya girdik.
İzzet Bey avluda ayakta duruyordu, onu selâmladık ve be­raberce onun dairesinin bulunduğu kısma girdik. Oldukça fa­kir döşeli bir yer. Odalar plaj kabinelerine benziyor. İzzet Beyin odası bile bu kaidenin dışında değil. İzzet Beyin masası, biraz daha küçüğü kâtibi için, birkaç iskemle ve perdeli dört pencere. Hepsi bu kadar. Fakat pencere Yıldız Camii, Boğaziçi ve hatta Adalar’ı dahi içine alıyor.
İzzet Beyi bekleyen diğer ziyaretçi bir Yahudi kuyumcu idi. Sultanın siparişi üzerine gümüş bir sarkaçlı saat getirmiş­ti. Birkaç gün önce Sultanın bir çıbanını tedavi eden askerî doktora hediye olarak verilecekmiş.
İzzet Beye takdimimden sonra o kuyumcu ile meşgul oldu.
İzzet Bey kırk yaşlarında gösteren, orta ağırlıkta, narin bir adam. Buruşuk, yorgun fakat zeki ifadeli yüzü çirkince. Bü­yük bir burun, seyrek, orta boyda siyah bir sakal ve zekâ dolu gözler...
Bu büyük memleketin en dikkate değer siması ile görüş­meden burasını terketmeyi arzulamadığımı, eğer buna muvaf­fak olursam İstanbul’da edindiğim müspet intibaları gazetede yayınlayacağımı söyledim. Türkiyenin siyasî mahfilleri konu­sunda bir seri makale plânladığımı, böyle bir kabulle bunun tamamlanacağını ifade ettim.
İzzet Bey bütün bunları tebessüm ederek nazikâne dinledi ve «Sizi konuşturmaktan memnun kalacağım» dedikten bir çey­rek saat sonra kendisinden ayrıldık.
Newlinsky, çıkarken bütün hizmetkârlara bahşiş vermem gerektiğini söyledi. İkinci katta İzzet Beyin odasının bulunduğu koridora bakan hizmetkâr iki mecidiye, alt katta benim bas­tonumu almış olan bir mecidiye aldılar. Yıldızın çıkışında ko­mik bir şey oldu. Orada iki kapıcı dikiliyordu, ben elimi cebi­me atınca, ikisi birden avuçlarını uzatıp beklemeye başladılar. Herbirine bir mecidiye verdim.
Sonra arabamızı Boğaz boyunca Bebek’e doğru sürdük. Gü­neş ortalığı kavuruyor fakat boğazdan nefis bir meltem esi­yordu.
Ancak bundan sonra Newlinsky evvelsi gün Babıâli ve Sa­ray’da olup bitenleri anlatmaya geçti. Bunları bana mahsus an­latmamıştı ki İzzet Beyle konuşurken bir atıfta bulunmayayım.
Sadrıazam benim yaptığım tekliflerin karşısındadır (Oysa Sadrıazamın yakını Margueritte bana bunun aksini söyledi. Hangisi yalancı? Muhtemelen Sadrıazam beni elaltmda tutmak için Newlinsky ile konuşurken iki manâya gelecek sözler söyle­miş olsun).
Newlinsky Sadrıazam’a, aleyhte bulunsa bile bu hususta Sultan’a birşey söylememesi ricasında bulunmuş. Ona göre Sadrıazam, Sultanın bu meselede muhalif tutumda olduğunu bil­memektedir.
Newlinsky Cumartesi günü Yıldız Sarayında bana karşı olan tutumda değişiklikler olduğunu müşahede etmiş. Sultan Abdülhamid, Newlinsky’nin benim hakkımda konuşmasına müsaade bile etmiş. Benim Sultanın reddedişini hürmetle karşıla­dığımı anlatmış ve benim Türkiye’nin dostu olup Sultana hiz­met arzusunda bulunduğumu söylemiş. Sultan beni muhakkak kabul etmelidir.
Halife Abdülhamid bunu kabule temayül etti Neue Freie Presse temsilcisi Bacher tecrübesinden sonra beni bir gazete muhabiri sıfatı ile kabul edemez ve etmeyecektir. Zira Bacher’in mülakatından birkaç ay sonra bizim gazete Sultan hakkında İngiliz ve ermeni gazetelerinde bile görülemiyecek şiddette hü­cuma geçti. Hatta Sultan bu hususta Avusturya Sefiri Calice’e i Bacher’i kendisine takdim etmesinden dolayı tarizlerde buî lundu.
Diğer taraftan, kendisine hizmet etmek arzusunda bulun­duğumu bildirmemden ötürü beni pekâlâ bir arkadaş, dost ola­rak kabul edebilir ve etmelidir de. Onun benden isteyeceği hiz­met şudur: Bir kere ben ermeni meselesini bütün Avrupa mat­buatının Türklere karşı dostça ele almasını temin edecek ve bu matbuata (Londra, Paris, Berlin ve Viyana gazetelerine) tesir edecek kudretteyim. Bundan başka ben ermeni liderlerinin doğrudan doğruya Sultana inkıyadlarını ve onun bu konuda söyleyeceklerini kabul etmelerini temin edecek kimseyim...
Sultan Abdülhamid, Newlinsky ile konuşurken şairane bir ifade tarzı ile : «Bana göre emrim altındaki kavimler başka başka zevcelerimden doğmuş çocuklar gibidir. Onların hepsi benim çocuklarımdır. Kendi aralarında fikir ayrılıkları ve ge­çimsizlikler olabilir, fakat benimle asla...»
Newlinsky’ye hemen kampanyaya girişebileceğimi bildir­dim. Onlara ermeni meselesinin prağmatik bir takdimini yapa­lım : Londrada hangi şahıs elde edilecek, hangi gazete kazanı­lacak v.s. Sultan beni kabul edecek olursa işlerim hiç şüphesiz çok daha kolaylaşacaktır.
Newlinsky, «Seni bir müddet sonra, bazı hazırlıklardan sonra kabul edecek» dedi.
Ben, «Benim hazırlığa ihtiyacım yok. Bütün istediğim Sultan ile bir mülakattır. İlk adımda, şimdiki işimiz sadece budur» diye cevap verdim.
Bu şekilde konuşmaya Bebek’te bir sahil gazinosunda de­vam ettik. Sıcak bir günde, bir ağacın gölgesi altında otur­muştuk.
*
*          *
Bundan sonra tepeye tırmanarak Madam Gropler’in evine gittik. Bu asil ve şayan-ı dikkat hanımefendi, dışarıda kurulan Polonya Hükümetinin Türkiye temsilcisi Henryk Gropler’in zevcesi. Evleri bütün sürgün veya kaçak diplomatların, başları sıkışan san’atkârların sığınağı olmuş vaziyette.
Polonyalı bir kemancı, ev sahibemizin yeğeni, yemekten sonra bize bazı parçalar çaldı. Orada Reşid Bey —meşhur Reşid Paşanın oğlu ve Fuat Paşanın torunu— de vardı. Reşid Bey şişman, zeki, halâ genç kalmış bir kimse. -Viyanada ateşe olarak bulunmuş, iki küçük oğlu da almanca konuşuyorlar. Bi­ze güzel alman şarkıları söylediler.
Yemekten sonra Newlinsky benim projem konusunda Re­şid Beyle konuştu. Sultanın bu beye karşı teveccühü varmış. Reşid’in reaksiyonu sempatikti. Ayrılmazdan önce terasta onun­la birkaç dakika konuştum, bana yardım edeceğine dair söz verdi.
*
*          *
Newlinsky akşam Yıldız’dan yorgun ve kötü haberlerle döndü. İmparatorluğun her köşesinden berbat haberler geliyor­du : Girit kana bulanmıştı, Dürziler bir tabur askeri teker te­ker katletmişlerdi. Rusya hudutlarındaki Ermeniler başkaldırmış ve üçyüz müslümanı kılıçtan geçirmişlerdi.
Sultan Ermenilerle ne pahasına olursa olsun sulh yapacak­tır. İstikbale sıkıntı ile bakıp Newlinsky’ye şunları söylemiş: «Bu Türkiyeye karşı düzenlenmiş bir haçlı seferidir».
Güneş battıktan sonra küçük bir yatla Büyükdereye doğru yelken açtık.
Akşamın tülleri yavaş yavaş o güzel ve mağrur beyaz sa­rayları sarıyorlardı. O saraylar ki içlerinde önceki sultanın dul bıraktığı kadınlarla şimdikinin dul bıraktıkları yaşamaktadır­lar. Şimdikinin dul bırakmasına sebep onlarla yaşamamakta ol­masıdır.
22 Haziran
Newlinsky’nin siyasi deha ve ferasetine günden güne daha çok hayran oluyorum. Herşeyden önce benim sarayda bir pozis­yon almam ve ondan sonra şahsen —kimseyi aracı olarak kul­lanmadan, herşey kendi kendine olmuşçasına— Yahudilerin tekliflerini ileri sürmemi düşünüyor. Bu çok mükemmel bir fikir.
Her an bana bu mülakatı temin etmesi için Newlinsky’yi sıkıştırıyorum. Bunu temin etmeli ki Londradaki arkadaşlarım benim burada olduğuma inansınlar.
Eğer sultan «Evet» derse beni kabul etmesine lüzum dahi yok. Hemen şehri terkederdim ve herşey kendi kendine olurdu.
«Hayır» dediği sürece de beni kabul etmesi şart ki arka­daşlarım henüz herşeyin bitmemiş olduğunu anlasınlar, anla­yabilsinler.
23 Haziran
Dün pek fazla birşey cereyan etmedi. Take Margueritte Sadrıazam ile konuşup, benim kendisiyle bir köportaj yapmak istediğimi söyledi. Halil Rifat Paşa bunun üzerine beni kabul edeceğini bildirdi. Ben de bizim patron Benedikt’e telgraf çe­kip, Sadrıazamla umumi siyasi meseleler üzerinde konuşup bü­tün röportajı telle göndereceğimi, ancak gazetede neşredilirken benim burada gördüğüm hüsnü kabul ve teveccühün belirtil­mesinin şart olduğunu bildirdim.
Benedikt telgrafla cevap verdi: «İstediğin herşey yapıla­caktır». Benim de beklediğim zaten bu idi.
24 Haziran
Dün Sadrıazamla Neue Freie Presse adına birbuçuk saat süren bir röportaj yaptım. Hayreddin Bey yine mütebessim tercümanımızdı. Güneşli pencerenin önüne oturdum ve dizlerimin üzerinde yazdım. Güneş kâğıtları parlatıyor ve beni âdeta kör ediyordu. Son derece yorucu bir işti.
Tam bir şark manzarası: Halicin üzerindeki köprüden ge­çiyordum, bir dilenci çocuk kendisine birşeyler verdikten sonra dahi beni tacizden vazgeçmiyordu. Take Margueritte’e beni kurtarmasını söyledim. O zavallı çocuğun yüzüne bir şamar aşketti.
Yarım saat sonra otelde idik.
*
*          *
Newlinsky dün öğleden sonrayı İzzet ve Nuri Beylerle sa­rayda geçirmişti. Her ikisi üzerinde de son derece müspet tesir icra etmişim. İzzet Bey benim ilhama maruz bir kimse olduğu­mu söylemiş.
*
*          *
Sultan tarafından kabul edilmem meselesi tecrübe ile sabit ki olmuyor. Maamafih bu pek korkulacak bir şey değil, zira dün beraber yemek yediğimiz Szechenyi Paşa [[32]] on yıldır Sultan ile bir defa olsun konuşmamış fakat bir tek selâmlık merasimini dahi ihmal etmemiş ve bir süre önce rütbesi mü­şirliğe (mareşal) yükseltilmiş.
25 Haziran
Sultan Abdülhamid dün bana haber göndererek bugün ha­reket etmememi bildirdi. İstanbul’dan ayrılmamdan önce birşey söylemesi ihtimali var. Bu, pek emin değilim ama, bir başarı­dır.
Öğleden sonra küçük bir yatla Büyükdereye, Avusturya sefiri Baron Calic’i görmeye gittim.
Beni ilk defa olduğundan çok daha fazla iltifat göstererek
kabul etti. Sefarethanenin Büyükderedeki yazlığının büyük salonunda oturduk. Pencereden mavi Boğaziçi bütün güzelliği ile görünüyordu.
Calice bana durumu kendi anlayışına göre detayları ile anlattı. Tıpkı Gregor Samarow’un romanlarındaki diplomatlar gibi konuşuyordu. Durumu tıpkı bir satranç problemi gibi or­taya koydu. Bu oyunu bilen bir kimse yapılan hamlenin değe­rini anlayabilirdi. Rusyanın tesiri coğrafî durumu dolayısiyle büyüktü. İngiltere ise burada önemini kaybetmişti, zira Çanak­kale Boğazı konusunda pasif kalmıştı, diğer taraftan boğazlar Rusyaya açık bulunmaktaydı...
Türkiyenin durumuna gelince. Calice bunu ciddiyetle mü| talea ediyor, fakat bu İmparatorluğun hayatiyeti öyle isbat edilmiştir ki herşeye rağmen varlığını idame edebilir. Gayet tabii isyanlar, malî krizler tevali edebilir. Türkiyenin bir çıkar yol bulacağı ümidinde olmakla beraber bundan emin de değil.
O, ermeni meselesini de gerçekleri tahrif ederek açıklayan türklerden çok daha başka şekilde ortaya koyuyor. Şu anda, şüphesiz hiçbir yabancının müdahale etmesini istemiyorlar, reformları v.s. herşeyi kendileri yapmak istiyorlar. Fakat hadise bir defa geçiştirilirse üzerinde fazla durmazlar.
Ona göre Avusturya daima Türkiyeyi muhafaza edici bir siyaset takip etmektedir., v.s. v.s. Kısa söylemek gerekirse kı­sır, verimsiz bir konuşma yaptık. Sonra Boğaziçinde Petala’da yemek yedik. Deniz ve gece harikulade idi. Mehtapta yatla İstanbul’a döndük. Take Margueritte sarhoştu.
25 Haziran
Bugün Sadrıazamla yaptığım röportajı Orient Ekspreste giden bir yolcu vasıtası ile gönderdim.
Akşam üzeri Newlinsky Saray’dan döndü. Oradakilerin ba­na karşı tutumları menfi değil. Yahudi fikrini benimsiyor gö­rünüyorlar.
Şimdi para mevzuundaki tutumları fena. Maamafih mese­le daha başka bir şekilde ortaya atılabilirdi.
İzzet (hiç şüphesiz onun ağzıyla Sultan konuşuyor) yahut Sultan (yahut onun ağzıyla İzzet konuşuyor) eğer Filistin için uygun bir formül bulunursa kabul etmek temayülündeler. İş­ler onlar bakımından kötüye gidiyor, ama hiçbir toprak parça­sını da satamazlar. Ama Newlinsky’nin verdiği rapora göre be­nim fikrim de yavaş yavaş o muhitte ilerliyor, yerleşiyor.
Birkaç ay içerisinde, Yıldız’da oturanlar muhtemelen bu görüşe gelecekler. Görülüyor ki fikir onları hayli sarsmış.
Nuri Bey de bizim davaya sempati besliyor. Bugün Çar’ı kazanabileceğimizi ifade etti.
Bugün Anadoludan yine berbat haberler var. Van’da bir sürü insan katledilmiş.
26 Haziran
Yine Selâmlık merasimindeyim. Bir hafta önceki merasi­min tıpkısı tıpkısına ayni.
Newlinsky, Türklerin Filistini bize vermeyi arzu ettikleri kanaatinde. Bunu şuna benzetiyor: Bir adam avlamak istediği bir kadınla yemek yer, ama hiçbir zaman bu yemeğin ne mak­satla olduğunu hiçbirisi hiçbir zaman açıkça ifade etmez. «Ni­çin bilmiyorum fakat size onun bir fahişe olduğunu söylüyo­rum, bundan eminim» diyor Polonya kırması almancası ile.
Selâmlıktan sonra Tarabya’ya gittim. Sultan Newlinsky’yi orada kabul edecek.
Akşam dönüşte Sultanla konuşması hakkında bilgi verdi.
Sultan benden bahsedip Neue Freie Presse’e yazdığım ma­kaleden dolayı teşekkür etmiş. Sonra konu Filistin’e intikal et­miş. Meseleyi düşüncesiz bir şekilde ortaya atan Newlinsky’ye sitemlerde bulunmuş. Mahalli durumu bilen biri olmak itiba­riyle Newlinsky’nin bir ticaret metaı gibi Filistinin verilemiyeceğini takdir etmesi gerekirmiş. Fakat Sultan’ın işittiğine göre Bay Herzl’in arkadaşları mümkün bir mübadele şekli üzerinde düşünmekte imişler.
Bu «mübadele» fikrinin sahibi İzzet Beydir, ama öyle görü­nüyor ki bu fikir bizden gelmiş gibi Sultan Abdülhamide arzedilmiş bulunmaktadır. Bugün Newlinsky Sultan ile görüşür­ken, İzzet Bey de tercüman olarak hazır bulunmuş.
Newlinsky bu konuda hemen ne söyleyeceğini bilememiş. Buna ancak benim cevap verebileceğimi, ve en büyük arzumun da Haşmetmeâb tarafından kabul edilmek olduğunu bildirmiş.
Bunun üzerine Sultan «Göreceğim, her halü kârda Bay Herzl’i kabul edeceğim, bu şimdi veya sonra olabilir» demiş.
Newlinsky, benim temmuz başlarında Londrada olup ora­daki arkadaşlarımla konuşmak mecburiyetinde bulunduğumu arzedince de verdiği cevap kısa : «Göreceğim».
Demek ki herşeyden sonra kabul edilmem mümkün ola­cak.
Bundan sonra Sultan Newlinsky’yi şaşkına çeviren bir açıklama yapmış : Benim tekliflerime karşı tutumunun Büyük Kuvvetler tarafından duyulmuş olduğunu söylemiş.
Bunların hangi Büyük Kuvvetler olduğunu Newlinsky so­ramazdı tabii.
Sultan şöyle sormuş: «Yahudiler Filistini her ne pahasına olursa olsun alırlar mı?» «Başka bir bölgede yerleştirilemezler mi?»
Newlinsky’nin cevabı: «Filistin onların beşikleridir, dön­meyi istedikleri yer burasıdır».
Sultan: «Fakat Filistin diğer dinlere de beşiklik etmiştir».
Newlinsky : «Eğer Yahudiler Filistini alamazlarsa Arjantine gitmeye mecbur kalırlar».
Bundan sonra Sultan İzzet Beyle benim hakkımda türkçe konuşmaya başlamış. Newlinsky sadece benim adımın geçtiğini tespit edebilmiş, bir de İzzet Beyin benden arkadaşça bahset­tiğine kani olmuş.
Sonra Sultan Newlinsky’e başka bir sual tevcih etmiş : «Selânikte kaç Yahudi yaşamaktadır?» Newlinsky bu sualin cevabını bilmemektedir. Ben de bilmem.
Acaba bize Selanik civarını vermeyi mi kurmaktadır?
Sultan bundan sonra umumi duruma geçmiş. Bir gün önce Büyük Devletlerin (Düvel-i Muazzama) Van mezalimini pro­testo ettiklerini anlatmış, oysa Van’da olanların mahiyeti bam­başka, başkaldıran ermeniler ve katledilenler de müslümanlar. Fakat Büyüklerin davranışı sanki bunun tam zıttı olmuş gibi.
27 Haziran
Newlinsky Yıldız Sarayına dair hikâyeler anlatıyor. Ora­da rüyanın büyük rolü var. Sultanın maiyetinden bir Lutfi Ağa var ki boyuna rüya görür ve hergün de Sultanın çevresindedir, şahsını muhafaza eder ve boyuna onu bekler, üzerin­de de büyük tesiri var. Eğer Lutfi Ağa «şöyle şöyle bir rüya gördüm» dese, Sultan onun tesiri altında kalır. Meselâ Lutfi Ağa bir gün şöyle dese : «Rüyamda Yahudilerin Filistine gel­diklerini gördüm», bu bütün diplomatik korp’un hep birden çalışsa attıramıyacağı bir adımı attırabilir.
Bir peri masalına benziyor, ama Newlinsky’nin söyledikle­rini mutlak sır olarak muhafaza edeceğim.
Bulgaristan Prensi ile uzlaşma olduğu zaman Lutfi Ağanın rüyası büyük rol oynamış. Bedava rüya da görmüyor bu Lutfi Ağa. Bulgar Prensi Ferdinand Lutfi Ağanın niçin 20 000 frank­lık bir hediye kabul ettiğini hemen anlayamamış, fakat ayni Ferdinand «Müşir» rütbesini almasını Lutfi Ağanın rüyasına borçlu..
Diplomatik dedikodular..
Ben Avusturya Sefiri Calice’e demişim ki, Szechenyi Paşa Sultanın bizzat yazdığı bir mektupla Viyana’ya gidecek. Calice güldü ve «Küçük bir değişme» dedi.
Maamafih bunu kendisine bir sır olarak tevdi ettiğim hal­de, o dünkü selâmlık merasimi sırasında Szechenyi Paşanın önünde durup: «Dr. Herzl’in bana söylediğine göre siz İmpara­torumuz nezdinde özel bir vazife almışsınız» dedi. İstanbul it­faiyesini kuran ve yıllardır başında bulunan, bu sebeple de müşirliğe yükseltilmeyi bekleyen Paşa paniğe kapıldı, hayatı­nı, müşirliğini ve «vazifesini» kaybetmekten korktu, zira Calice onu kıskanıp aleyhinde çalışabilirdi.
*
*          *
Hariciye Nezaretinin en iyi düşünen kafası Nuri Beyin Sultan ile arası çok iyi ve görünüşe bakılırsa benim tekliflerim üzerinde Sultana uygun bir rapor da vermiş durumda. Nuri Bey tam benim fikirlerimin adamı. Sultanın davranışındaki dikkate değer değişmenin sebebi belki de Nuri Beydir.
îzzet Bey biraz bozulmuş, sinirlenmişti —ama bana de­ğil—, zira Nuri Bey bu raporu ondan habersiz vermişti.
Zahiren İzzet ve Nuri beyler arkadaşlar.
28 Haziran
Dün sabah Newlinsky’ye şunları söyledim :
«Eğer Sultan beni kabul etmeyecekse bile bana gözle görü­lür birşey vermelidir.. Londradaki arkadaşlarımla konuşurken, onun bana vereceği herhangi bir işarete son derece muhtacım».
Newlinsky bunu derhal İzzet Beye yazıp gönderdi, fakat bütün gün boyunca cevap gelmedi.
Bunun yerine öğleden sonra Sarayın protokol işlerine ba­kan Münir Paşa’dan «Bugün Sultanın hazine dairesi ve saray­larının bana gösterileceğini» haber veren bir mesaj geldi.
Ben bu davet karşısında hayal kırıklığına uğramıştım, fa­kat Newlinsky bu davetin bir şeref olduğunu söyledi. «Ben bu teveccüh karşısında gözü yaşaracak bir çikolata fabrikatörü değilim» dedim.
Newlinsky ayni kanaatte değildi, bu gibi teveccüh göste­rilerini minnetle kabul edebileceğini söyledi.
Bu gece Sofya’ya müteveccihen ayrılıyoruz.
Bu seyahat bana tam üçbin franka maloldu.
Bir daha geri gelmeyecek cinsten masraflar artıyor.
28 Haziran
İnsan görünce niçin bütün dünyanın İstanbul’u ele geçir­mek istediğini anlıyor.
Herkes onu ister ve bu da Türkiyenin varlığının devamı­nın bir garantisidir.
Korsanların hiçbiri bir diğerinin burasını ele geçirmesine göz yummaz ve ele geçirilemeden kalmaya devam eder.
29 Haziran, SOFYA
Dün öğleden sonra Sultanın yaverinin refakatinde Eski Sa­ray (Topkapı) hazine dairesini, Dolmabahçe ve Beylerbeyi sa­raylarını gezdim.
Yaver biraz fransızca biliyordu, fakat lüzumundan fazla da nazikti. Ne dersem «Evet efendim»den başka cevap vermi­yordu.
Saraylar muhteşemdi.
Bu sıcak fakat güzel seyahatten Royal Otel’e döndüğüm za­man Newlinsky mektup yazıyordu, «Bunu sana gönderdi» dedi, bir kutu verdi, içinde bir «Mecidiye Nişanı» vardı.
*
*          *
Margueritte ve arkadaşları ile yemekten sonra trene bindik ve İstanbul’dan hareket ettik.
Trende Newlinsky şunları anlattı:
«Ben bile istemediğim halde Sultan sara bir nişan verdi­ğini söyledi. Fakat seni bu ziyaretinde kubul edemezdi, zira planın gizli kalmadı ve hatta birkaç kişi o konuda raporlar ver­diler. Bunlar ismen söylenecek olursa Sadrıazam, Nuri Bey, Davut Efendi ve Cavit Beydir. Bu şartlar altında yapılacak bir konuşma malumu ilâmdan öteye geçemezdi ve bu sebepten Sultan senin tekliflerini hali hazır şekliyle reddetti, red­detmek zorunda kaldı. Hiç nazarı itibara almadı. Ama bana şöyle dedi: “Yahudiler zekidirler, kabule şayan bir formül, hal çaresi bulacaklardır”. Bundan şu sonucu çıkarabiliriz, Sultan sadece zevahiri kurtarmak istemiştir, sonunda kabul edeceğine ben şahsen eminim. İzzet Bey de senin tarafından çalışır görü­nüyor, yahut bende bıraktığı intiba öyle».
«Sadrıazam teklifler hakkında menfi bir raporla geldi. O plânı bir fantezi olarak kabul ediyor. Nuri Bey verdiği raporda müsbet ifade kullandıktan başka, diğerleri tarafından ileri sü­rülen mahzurları cevaplandırdı. Bilhassa o noktalar üzerinde durdu. Muhtemelen Nuri Bey, Sadrıazamm aleyhte olduğunu öğrenmişti. En akıllıca raporu Davut Efendi vermiş, plânı bü­tün detayları ile enine boyuna tahlil ettikten sonra kendisi bir Yahudi olduğu cihetle ne lehte, ne aleyhte bir mütalea serdedemiyeceğini ilave etmişti. Sadrıazamm oğlu Cavit Bey planın lehinde olduğunu, Sultanın himayesi altına girecek Yahudile­rin faydalı olacakları v.s. hususları üzerinde durmuştu. Sultan bu son rapor üzerine, Selânik valisinin bir raporunu hatırla­mıştı. Valinin raporuna göre Selânik Yahudileri biraz para sa­hibi olur olmaz hicret ediyorlardı. Bunun üzerine ben sultana Yahudilerin hicret edecekleri bir vatanları olmadığını, bir yer­den diğerine gitmelerinin tamamen günlük hâdiseler sebebiyle olduğunu arzettim».
«Sultan Abdülhamid şimdi sizden Ermeni meselesinde yar­dım bekliyor. Bundan fazla olarak fenerlerin geliri karşılığı ödenmek üzere biraz borç para bulmanızı arzu ediyor. Bu mak­satla size fransız maliyeci Collas ile bir kontrat gönderiyor. Borç tutarı yıllık 45.000 Osmanlı Lirası olacak ve borç yekûnu 2.000.000 liraya kadar yükselecek».
*
*          *
Sofya yolundayız. Yolda, bundan sonra atılacak adımları münakaşa ettik. Alman İmparatoru Bismarck bu mesele ile il­gilenecektir. Newlinsky’nin onunla da münasebeti var.
Trende Newlinsky bana diplomatik korp ve devlet adam­ları hakkında bir sürü hikâye anlattı. Bunlardan anlıyorum ki dünyayı idare edenlerin büyüklüğü, bizim onlar hakkında duy­duğumuz hürmetten ileri geliyor. Anlatılan her anekdot beni teyid ediyor. Meselâ Newlinsky’nin Bulgar Harbiye Nazırı Patrow hakkında anlattıklarını ele alalım. Sultan bu adama bir defa at hediye edeceğini söz vermiş. Ondan sonra adam her hafta İstanbul’daki Bulgar temsilciliğine mektup yazmaya başlamış «Nerede benim at?». Ve bu adam söz verilen atı alma­dığı için makedonyalı asilere tek kurşun atmamış.
30 Haziran
Sofya istasyonunda Siyonist Teşkilatından iki centilmen tarafından karşılandım. Filopopolis’ten benim gelmekte oldu­ğum kendilerine telefonla bildirilmişti.
Şehirde tam bir sansasyon var. Şapka ve bereler havalara atılıyor. Daha fazla merasim yapmamalarını rica zorunda kal­dım.
Siyonist Cemiyetinde konuşmalardan sonra, yüzlerce kişi­nin beni beklediği Sinagoga gittim. Gösterilerden kaçınmaları­nı, Yahudilerin aleyhinde tefsir edilebilecek her türlü davranış­tan sakınmalarını söyledim. Ben almanca ve fransızca konuş­tuktan sonra, söylediklerim bulgarca ve İspanyolca tekrar edi­liyordu.
Mihrabın yanında duruyor ve ibadet sırasında ne yapıp da orada duran Tevrat’a sırtımı dönmeyeceğimi düşünürken, ce­maatten birisi yüksek sesle şöyle söyledi: «Sen arkanı dönebi­lirsin, sen Tevrattan daha mukaddessin». Birkaç kişi elimi öp­mek istedi.
*
*          *
Akşam nazır Natchevitch’le yemek yedim. Oralı Yahudile­rin beşyüz senelik sinagoglarının çevresinin istimlak edileceği haberinin onları üzdüğünü anlattım. Nazır uygun bir hal şekli bulacağına söz verdi.
Liberal Bulgarlar Türklerden daha müsamahasız davranı­yorlar.
1 Temmuz Baden’de ebeveynimin yanında
Newlinsky trendeki seyahatimizin son gününde dahi teş­vikçiliğinden birşey kaybetmemişti. Şu fikirdedir :
Sultana Siyonist hareketini uhdesine alması ve Yahudilere Filistini kendilerine açık tuttuğunu, kendi himaye ve tebaiyetini kabul etmek şartiyle gelebileceklerini ilân etmesi hususu telkin edilmelidir. Buna karşılık olarak Yahudiler her yıl bir milyon haraç ödeyeceklerdir.
Bu fikri pek mükemmel buldum. îstanbulda buna benzer birşey düşünmüş ve fakat hakkında kimseyle konuşmaınıştım. Zira bu kabul edilebilir bir fikirdi, oysa ben kabul edilemiyecek tipte teklifler yapmak zorunda idim, zira Londradakilerle henüz tamamen anlaşmamıştım. Son dakikada beni terketmemeleri lazım.
Şimdi bu teklifleri Londraya götüreceğim. Orada biraz da sabırsızlıkla beklenmekteyim zannederim.
Newlinsky Bismarck’ın arkadaşı Sidney Whitmann’ın ara­cılığı ile dikkatinin bu konuya çekilebileceği kanaatinde. Whitmann Londra’dan çağrılmış ve Carlsbad’da Newlinsky’yi karşılayıp Friedrichsruh’a gitmek üzere çağrılmıştır. Bütün bu masraflar benim hesabıma... Bismarck Sultan Abdülhamid’e Newlinsky’nin trende ileri sürdüğü teklifleri mektup ile yaza­cak. Bunun sonucu Abdülhamid beni kabul edecek, bütün dün­yaya yayılmış olan Yahudileri çağırmakla beni görevlendirecek ve mesele böylece halledilmiş olacak.
Newlinsky diyor ki: «Eğer ermenileri pasifleştirme işinde başarı kazanırsan, fener gelirleri karşılığı iki milyonluk bir borç bulabilirsen ve bir de Bismarck’a mektup yazdırabilirsek sonucu bir hafta içinde alırız».
2 Temmuz
Dün gece ebeveynimin apartmanında Tiflis ermenileri li­deri Alawerdow ile konuştum, Klatscko da tercümanlık etti. Ermenilere arabuluculuk teklif ettiğimi bildirdim. Alawerdow rus ermenisi olduğu ve hükümetinden çekindiği için ko­nuşmadı. Keza bana da pek itimat etmiş görünmedi. Sonunda beni Londradaki ermeni çevrelerine bir dost olarak takdim et­mesi ve kendi çevresinde de pasifliği savunması hususunda mu­tabakata vardık.
*
*          *
İki milyonluk ikraz konusunda Union Bank müdürü Reichenfeld ile konuştum. Birisinin gidip bazı sorular sorması, araş­tırmalar yapması vesairden bahsetti, ben de tafsilât vermeyi reddettim.
*
*          *
Dün Hechler Karlsruhe’den telgraf çekerek Kayzer’den mü­lakat için söz alındığını, Grand Duke’ün aracılık, ettiğini bil­dirdi.
2 Temmuz
Karlsruhe yolunda, Orient Ekspresteyim.
Bu arada Bismarck’ın Newlinsky’nin arkadaşı Whitmann aracılığı sonunda Sultan Abdülhamid’e gönderdiği muhteşem mesajı not etmeyi unuttum.
Sultan Abdülhamid Bismarck’a içinde bulunduğu güçlük­lerle ilgili bir telgraf gönderir, Bismarck buna şu cevabı verir: «Tehdidlere kulak asmamak metanet, ahidlere sadakat göster­mek aydınlık verir». «Ahidlere sadakat» sözü harikulade.
«Newlinsky her zaman söyler: «Bismarck’ın siyasetten bah­settiğini dinlerken, piyanist Rubinstein’in piyanosunu dinliyo­rum zannederim».
*
*          *
Bu sabah istasyonda, beni görmelerini rica ettiğim Viyana Siyonist Teşkilatı başkanı Schnirer ile ayaküstü konuştum.
İstanbul seyahatimin müspet sonuçlarından bahsettim. Al­dığım Mecidiye nişanını gösterdiğim zaman yüzü karardı. He­men bu fırsattan istifade ile Edmond Rothschild’e benim liderlikten ayrılmamı ve kendisinin gelmesini teklif edeceğimi an­lattım.
Sh:5-100
Kaynak: SİYONİZM VE TÜRKİYE, Hazırlayan Doç. Dr. Yaşar KUTLUAY, A. Ü. İlâhiyat Fakültesi, SELÇUK YAYINLARI, 1967-KONYA


[1] Adı geçen yazar Eugen Kari Dühring’dir (1833-1901). Alman felsefe­cisidir. 1881 yılında «Die Judenfrage als Frage der Rassenschalichkeit für Existenz, Sitten und Kultur der Völker» «Milletlerin kültürü, ahlâkı ve varlığı için ırkî bir tehlike, Yahudi meselesi» adlı kitabmda Yahudi ırkına karşı mücadeleye girişilmesi lüzumunu ortaya atmış ve bu fikir birçok muhitlerde sem­pati ile karşılanmıştır.
[2] Almanya ve Avusturya’da Yahudilere hakaret olmak üzere söylenen bir küfürdür. Lâtince «Yeruşalaym elden gitti» anlamına gelen cümlenin baş harflerinden meydana getirildiği söylenir.
[3] Baron Maurice de Hirsch (1830-1896), Avrupa, bilhassa doğu Avrupa memleketlerinden sürülen Yahudileri Arjantine yerleştiren, onlara iş ve top­rak temin eden «Jewish Colonization Association» adlı teşkilâtı kuran ve 250 milyon Türk lirası sarfeden tanınmış Yahudi zenginidir.
[4] Şavuot haftalar anlamına gelen ibranice bir kelimedir. Pesah yani «hamursuz bayramından» itibaren yedinci haftanın son günü (yani ellinci gün) gelir. Hasat zamanı olduğundan «Biçme Bayramı» da denilir.
[5] Baron Hirsch’in, Yahudileri Arjantinde iskân etmek için kurduğu teşkilâtın adıdır.
[6] Avrupa’da bilhassa belli başlı şehirlerde, yalnız Yahudilerin oturma­larına mahsus mahallelere verilen isimdir. Bu mahaleler yüksek bir duvarla çevrilir, ancak belirli kapılardan şehre çıkılabilirdi. Bunların en tanınmışı, ikin­ci dünya savaşı sırasmda içindekilerle birlikte imha edilen Varşova ghettosu-
[7] Hazreti Musa (İbrani dilinde Moşe) İsrailoğullarını Mısır’dan Firavu­nun tasallutundan kurtarıp Kızıldeniz yoluyla çıkardığı zaman, onlar çok uzun yıllar esarette kalmış olduklarından bir millet olma vasfını kaybetmiş­lerdi. Sadece karınlarını doyuran bir efendiye bağlı olmak onlara kâfi geli­yor, ötesini düşünmüyorlardı. Sina yarımadası ve Necef çöllerinde kırk yıl müddetle dolaştıktan sonra Kuzeye çıkmışlar ve Arz-ı Mev’ûd’a (Filistin) gi­rerek devlet kurmuşlardı. Bu kırk yıllık dolaşmayı, Hazreti Musa’nın, esareti tanımayan, bilmeyen ve yeni ölçüler içinde bir millet yaratma gayesiyle yap­tığını kabul etmekte idiler. Dr. Herzl de 2000 seneye yakın zaman esir veya azınlık hayatı sürmüş ve hakir görülmüş Yahudileri eğitime tâbi tutarak, Hz. Musa gibi 40 yıl değil, fakat 20-30 senede bir millet haline getirmeyi ve Arz-ı Mev’uda öyle gitmeyi düşünmekteydi. «Zamanla doğuracağı sonuçları ne siz, ne de ben görebileceğiz» demesinin sebebi de budur.
[8] «Çıkış» veya «Huruç» Tevrat’ın ikinci kitabıdır. Başlarında peygam­ber Hazreti Musa olduğu halde, İsrailoğullarının Mısırdan çıkışlarını anlatır.
[9] Israiloğulları Mısır’dan Hz. Musa ile çıktıktan az sonra, onun bir ara yanlarından ayrılması üzerine, altından bir buzağı yapıp ona ibadete başlamış­lardı. Hz. Musa uzun çabalardan sonra tekrar yola sokabilmişti.
[10] Birincisi Venedikli, İkincisi alman iki büyük Yahudi iş adamı ve bankerdirler.
[11] Moritz Güdemann (1885-1918), Viyana’daki Yahudi cemaatinin baş rabbisi. Yazdığı kitaplar bütün doğu Avrupa Yahudi çocuklarına okutulmak­taydı.
[12] Baş Rabbi Güdemann’ın arkadaşı, zengin bir Viyanalı Yahudidir. Baş­langıçtan itibaren hareketin mürevviçlerinden ve Dr. Herzl’in yardımcılarındandır.
[13] Türkçede «Haham» dediğimiz din görevlisi.
[14] Max Nordau, Dr. Herzl’in yakın mesai arkadaşlarından olan Yahudi tabib, yazar ve bir alman gazetesinin Paris muhabiridir. 1923 yılında bir rus siyonisti tarafından vurularak öldürülmüştür. Katil, onu, Yahudilerin Uganda’­da yerleşmelerine çalıştığı için vurduğunu mahkemesi görülürken ifade etmiş-
[15] Hovevey Siyon (Siyonu Sevenler) 1870 yılında David Gordon tara­fından ortaya atılıp sonra bilhassa Rusya’da gelişen bir teşkilâttır. 1882 yılında organize hale gelmiştir. Bir gurup Yahudi genç Hovevey Siyon’un yardımı ile o yıllarda Filistine yerleştirilmiştir. Hareket tamamen millî bir Yahudi hare­ketidir. önceleri politik Siyonizm hareketine cephe almış ise de sonra Siyonist Teşkilâtı tarafından absorbe edilerek bünyesi içine alınmıştır.
[16] Bu tahmin gerçekten doğru çıkmış ve devlet 1948 yılında kurulmuştur.
[17] Leopold Landau Berlin Tıp Fakültesi profesörlerindendir. Tanınmış bir alman siyonistidir. Birçok faaliyette bulunmuştur.
[18] Michael de Newlinsky, aristokrat bir polonyalıdır. Petersburg (Lenin­grad) Üniversitesinde okumuş, Moskoya’da çeşitli dergilerde yazı hayatına atıl­mıştır. Sonra Macar ve Avusturya tabiyetine geçmiş, Hâriciyeye intisap ede­rek İstanbul’da Avusturya-Macaristan sefaretinde vazife almıştır. Daha başlan­gıçtan itibaren sultan ikinci Abdulhamid’in şahsî dostluğunu kazanmış ve Dr. Herzl’in doğrudan doğruya İstanbul ve Yıldız’la temasa geçmesinde kolaylıklar sağlamıştır.
[19] Filistinde kurulmuş olan Yahudi devleti en geniş hududlarına Hz. Davud ve Süleyman devirlerinde ulaşmıştır. O devirdeki hududların ihyası an­lamına bu slogan ortaya atılmaktadır.
[20] Bu zatın Yahudi iken önce ortadoks sonra katolikliğe geçtiği ve İstanbul’da almanca çeşitli gazeteler çıkardığı bilinmektedir, önce «Osmanische Post» olan gazetenin adı sonraları değişmiştir. Gayesi şarka ait her türlü fakat bilhassa İktisadî konularda bilgi vermek olduğu söylenebilir. Ne zaman ve ne­rede öldüğü bilinmemektedir.
[21] İzzet Bey tarihimizde «Arap İzzet Paşa» diye tanınan zattır. Şam’da doğmuş, saraya intisap etmiş ve Abdülhamid’in önce ikinci kâtipliğine getiril­miş, daha sonraları rütbesi vezirliğe yükseltilerek paşalığa nasbedilmiştir. Dev­let işlerinde söz ve nüfuz sahibi, zengin bir arabın oğlu olmasına rağmen para ve rüşvete düşkün bir kimse olarak bilinir. 1908 yılında meşrutiyet ilân edilin­ce İstanbul’’dan kaçmış, 1924 de ölmüştür.
[22] Osmanlı Devletine borç verilecek meblâğları tayin ve tespit eden komisyonun adıdır. Bunu günümüzde de ayni işle meşgul olan «Konsorsiyum»a benzetebiliriz.
[23] Müteaddit defalar Ingiltere Başvekilliği yapmış ünlü devlet adamıdır. Son Başvekilliği 1895-1902 yılları arasındadır.
[24] Leşana habaa biyeruşalaym cümlesi dış memleketlerdeki Yahudilerin çeşitli vesilelerle söyledikleri bir dua cümlesidir. İnşallah bu kutlamayı bir da­haki sene Yeruşalaymda yaparız, orada oluruz anlammadır.
[25] Adı geçen Yusuf Ziya Paşadır. Bestekâr olarak da meşhur olan Ziya Paşa 1864 yılında Hariciye Nezaretine memur olarak intisap etmiş, 1869 yılında Berlin Sefareti ikinci kâtipliğine tayin edilerek diplomasi mesleğine girmiş, Viyana, Atina ve Petersburg (Leningrad)’da sefir veya müsteşar olarak bulun­muştur. Paris sefiri iken Devlet Şurası azalığına getirilmiştir. 1908 Meşrutiye­tinden sonra Ticaret Nezaretine getirilmiş, bir ara Washington Sefiri, sonra Ayan (Senato) Meclisi üyesi, Maarif Nazırı olmuştur. 1929 yılında ölmüştür.
[26] Karatodori Paşa rum asıllıdır. Fransa ye Almanyada hukuk tahsil etmiş, devlet hizmetine girmiş, Roma sefaretinde, Berlin Kongresi murahhaslı­ğında bulunmuştur. Uzun yıllar Girit valiliği yapmıştır. 1896 yılında Sultan Abdülhamid’in baş tercümanı bulunuyordu.
Ahmed Tevfik Paşa son Osmanlı Sadrazamıdır. Birçok sefaretlerde, hari­ciye nazırlığında bulunmuştur. 1936 yılında ölmüştür.
[27] Dünyadaki yahudüer üç büyük guruba ayrılırlar. 1) Sfaradîm, 2) Eşkinazîm, 3) Mizrahîm. Birinciler İspanyadan sürülerek Osmanlı İmparatorluğu hududları içine II. Bayezid tarafından yerleştirilmiş olanlardır ki Türkiye, Bulgaristan ve Yunanistan ile bazı balkan ülkelerinde bulunurlar. İkinciler Avrupa ve Amerika Yahudileridir. Üçüncüler, şark ve ortaşark ülkelerindeki Yahudilerin adıdır.
[28] «Gelecek sene Yeruşalaymda» anlamına.
[29] İngiliz Yahudilerinden, bankacı ve Güney Afrikada mücevher ma­denleri işleticisi, şirketin kurucusu.
[30] Viyana Yahudilerinden bir zengin.
[31] Cavit Bey, 1895-1901 arasında Sadarette bulunmuş olan Halil Rifat Paşanın oğludur. Siyasî ilimler tahsilinden sonra devlet hizmetine girmiştir. İn­safsızlığı ve merhametsizliği ile ün yapmıştır. Galata köprüsü üzerinde bir arnavut tarafından katledilmiştir. Babasının onun acısına dayanamayarak öldüğü söylenir.
[32] Bir macar devlet adamının oğludur. 1873 yıllarında Îstanbula gelmiş, itfaiye teşkilâtını kurmuş ve başına geçmiş, sonra paşa ve müşirliğe yüksel­tilmiştir.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar