SİYONİZM VE TÜRKİYE 1-
Hazırlayan Doç. Dr. Yaşar KUTLUAY
Siyonizm ve Siyonist kelimelerinin çok eski bir tarihi vardır. İkibin yıla
yakın zamandır kullanılan ve görünüşe göre daha da kullanılacak olan bu kelimelere
verilen anlamlar bilhassa Türkçede çok değişik ve ekseriya da yanlıştır.
Siyonizm ve Siyonist’in ne olduğunu bilmek için önce «Siyon» un ne
olduğunu bilmek, bunun için de milattan 12 yüzyıl geriye giderek Mısır’da
Hazreti Musa (İbrani dilinde Moşe) ve Firavun arasında başlayan mücadeleden
itibaren Yahudi tarihine kuş bakışı bir göz atmak lâzımdır.
Milattan önce 1200 yılları civarı, tamamen kesin olmamakla birlikte,
Hazreti Musa’nın bi’setinin yani peygamberliğinin başladığı yıllardır. O
devirlerde İsrailoğulları Mısır’da esir olarak bulunuyorlar, çok daha önceden
Hazreti Yakub ve oğlu Hazreti Yusuf’tan tevarüs ettikleri t e v h i d dinine
sarılarak putperest mısırlılar arasında yaşıyorlardı. Gerek Ahdi Atik’te ve
gerek Kur’ân-ı Kerîm’de oradaki hayatları hakkında pek çok şeyler
anlatılmaktadır. Firavun’un gördüğü bir rüya üzerine, doğan bütün Yahudi erkek
çocuklarının öldürülmesini emretmesi, o sıralarda doğan Hazreti Musa’nın ise bizzat Firavunun sarayında büyütülmesi meşhurdur.
Gençlik yıllarında bir mısırlıyı kazaen öldürünce korkarak Mısır’dan kaçan
Hazreti Musa Tûr-ı Sina’da İlâhî vahye mazhar olur ve kardeşi Harun ile beraber
tekrar Mısır’a, Firavun’un diyarına onu hak dine davet etmek vazifesiyle gider.
Bu vazifenin mahiyeti hakkında Kur’ân-ı Kerîm ile Ahd’i Atîk’in elimizde
bulunan mensuh nüshasının ifadeleri arasında farklar vardır. Gayemiz iki din
arasındaki görüş farklarını tespit olmadığı için burada tamamen Yahudi
ananesindeki silsileye sadık kalarak olayların gelişmesini göreceğiz.
Hazreti Musa çeşitli mucizeler göstererek İsrailoğullarını Firavun’un
elinden kurtarmış ve yine mucizevî bir şekilde Kızıldeniz’den geçirerek
Mısır’dan çıkarmıştır. Bugün Sina dağının bulunduğu çölde kavmi ile kırk yıl
kadar dolaşan ve Tevrat’ı tebliğ eden Hazreti Musa bu süreyi yeniden bir
millet yaratmak için kullanmıştır denebilir. Köle hayatına alışmış bir kavme
millet hüviyeti vermenin imkânsız olduğunu görünce gözlerini yeni nesle
çevirmiş, onları belirli prensipler dairesinde eğiterek âdeta yeniden
yarattığı bir kavim ile kuzeye doğru hareket etmiştir. Hedef kendilerine
«Vadedilmiş Toprak». Arz-ı Mev’ûd yani bugünkü Filistindir. Hazreti Musa daha
Şeria vadisinde iken, Filistine giremeden vefat edince halefi Yoşu’a kavmin
başına geçmiş ve bu toprakların asıl sahipleri «Filistîleri» kovarak kendileri
yerleşmişlerdir. Şilo şehri yakınında Gerizim dağında kurbanlarını takdim
edebilecekleri bir «Mezbah» inşa etmişlerdir. An’aneye göre dinî emir ve
nehiylere hakkiyle riayet etmedikleri için Allah Filistîleri bunların başına
musallat etmiş ve M.Ö. 1100 yıllarında Yahudiler yenilmişler, memleketten
kovulmuşlar ve mezbahları da yıkılmıştır. Ahdi Atîk’in çeşitli yerlerinde
Yahudilerin dinden uzaklaşmaları ve Allahtan başka ilah edindikleri için
cezalandırıldıkları anlatılır. O sıralarda gelen Samuel adlı nebileri bunları
tekrar ıslah ile eski itikatlarına döndürür, birliği yeniden kurar. Saul’un
riyasetinde bir krallık kurarlar. M.Ö. 1015 yılında tahta geçen Hazreti Davud
(David) bugünkü Kudüs’ü başşehir yapar. Krallık en muhteşem devrini Hazreti
Süleyman devrinde yaşar. Hârika kuvvetlerin sahibi olan Hazreti Süleyman
başşehir Yeruşalaym’da (Kudüs) meşhur «Süleyman Mabed»ini «Siyon» Dağının
üzerinde inşa ettirir. Bu mabede Yahudi an’anesinde «Beyt Hamikdaş» (Kutsal Ev)
denilir.
Allah tarafından seçilmiş ve Hazreti Süleymana bildirilmiş olan yerde inşa
edildiğine inanılan Mabed’in Yahudi dinindeki yeri pek büyük ve önemlidir. Bina
edildiği yer bugünkü Kudüs’te «Ömer Camii»nin bulunduğu sahadır ki zamanımıza
ancak bir tek «Batı Duvarı» intikal etmiş bulunmaktadır. Yahudilerin «Ağlama
Duvarı» diye tanınan bu duvar halen durmakta ve ziyaret edilmektedir. Mukaddes
kitapları olan Ahdi Atîk’de ve bunun ilk beş kitabını teşkil eden Tevrat’ta,
yerine getirilmesi sadece Mabed’in varlığına dayanan yüzlerce emir
bulunmaktadır. Mabed, buradaki Başkohen ve Kohenlerin yani din adamlarının
gerek kurbanlar, gerek diğer takdimeler ve bilhassa vergilerin toplanmasında
görevleri bulunmaktadır. Belirli ibadetler ancak Mabed ve Başkohen’in varlığı
ile mümkün olabilmektedir. Dolayısiyle Mabed olmaksızın Yahudi dininin
vecibelerinin ifasına imkân yoktur.
Bu Mabed M.Ö. 586 yılında Babil Kralının Filistini işgali sırasında yıkıldı
ve Yahudiler esir olarak Babilonya’ya yani bugünkü Irak’a götürüldüler.
Tarihteki meşhur «Babil Esareti Devri» budur. Yetmiş yıl devam etmiştir.
İran’ın Babilin hâkimiyetine son vermesi ve İmparatorun Yahudilere lütufkâr
davranması sonucu tekrar Filistine gelen Yahudiler 70 yıl sonra M.Ö. 516 yılında
Mabed’i ikinci defa ayni yerde yeniden inşa ettiler. İlk Mabed’in o zamana
kadar duran temelleri ve duvarları aynen muhafaza edildi.
Tarihte «İkinci Mabed Devri» diye tanınan bu devirde M.Ö. 332 yılında Büyük
İskender’in Doğu Seferi sırasında bağımsızlıklarını yeniden kaybettiler.
İskender sadece siyasî hakimiyetlerine son vermiş fakat din işlerinde tamamen
serbest bırakmıştı. Fakat ani ölümü üzerine bu bölgeye hâkim olan Ptoleme Soter
idaresinde Yahudiler rahat durmayıp isyan ettiler. Ptoleme Soter isyanı
şiddetle bastırdı ve büyük bir kısmını esir olarak Mısır’a götürüp İskenderiye
şehrine yerleştirdi.
Sonra da din işlerinde yeniden serbesti tanıdı. İskenderiye’deki Yahudi
cemaatinin düşünce tarihinde önemli bir yeri vardır. Yeni-Eflatuncu görüşün vatanı,
Philo’nun yetiştiği muhit burasıdır.
Filistin bölgesinin yeni hâkimi İmparator Antiyokus Epifanes daha önceki
müsaadeleri iptal edip, Yahudi dinini ortadan kaldırarak yerine yunan dinini
ipka faaliyetine girişti. Her şehre stadyumlar, tiyatrolar ve tapınaklar inşa
ettirerek halkı yunan tanrılarına ibadete zorladı. Yahudilerin bir kısmı bu sırada
«yunanlaş»makla beraber, dine sadakatla bağlı olanlar da vardı. Bunlar önceleri
pasif mukavemete başladılar. Kâhin Matityahu ve oğullarının başa geçmesiyle isyan
mahiyeti kazanan «Makabi harekâtı» M.Ö. 157 yılında başarı kazandı ve Makabi
Devleti kuruldu. Halen dünyanın çeşitli yerlerinde Yahudiler tarafından kurulan
Makabi Cemiyetleri ismini buradan almaktadır. Bu hâkimiyet Roma
İmparatorluğunun fetihleri sebebi ile pek uzun ömürlü olamadı ve M.Ö. 37
yılında sona erdi. Roma, Herod’u başlarına kral tayin edip din işlerinde de
serbesti tanıdı. Fakat Yahudilerin her fırsatta isyan etmeleri üzerine Titus
kat’î harekete girişerek M.S. 70 yılında Mabed’i yerle bir etti, çoğunu
kılıçtan geçirdi, kalanların çoğunu da dünyanın dört bucağına sevkederek esir
pazarlarında sattırdı.
Mabed’in Babil Krallığı ve Romalılar tarafından tahripleri, calib-i
dikkattir ki ayni ayın ayni gününde (9 Ab) vaki olmuştur. Bu gün Yahudi dininde
en büyük yas günüdür.
Mabed’in ortadan kalkması ve birkaç şehirdeki küçük cemaat hariç bütün
Yahudilerin dağıtılmaları ile dinin de ortadan kalkmasından endişe eden din
bilginleri derhal Yohanan Ben Zekkay’ın başkanlığı altında Yavne şehrinde toplanarak
bir okul açarlar ve öğretime başlarlar. Bu okul birkaç yüzyıl Yahudilerin dinî
merkezi olarak hizmet görür. Bundan sonra dinî merkezlik Irak Yahudilerinin
kurdukları akademilere geçer. Filistin’deki Talmud’dan sonra Babil Talmud’u
burada tedvin edilir (499 yılı). Ahdi Atikten sonra dinin kaynağını bu kitaplar
teşkil etmektedir. Bu arada eski bir Yahudi mezhebi tarafından kurulmuş olan
Sinagog (Havra) müessesesi dinde Mabed’in yerine ikame edilir. Yabancı
diyarlarda «Sürgün»de bulunulduğuna nazaran dinî emirlerin nasıl yerine
getirilecekleri hususunda kararlara varılır ve bugün yaşadığı şekliyle
«Ortadoks Yahudilik» kurulur. İşte bu andan itibaren de Siyonizm ideali doğar.
Siyonizm, en geniş anlamı ile, Arzı Mev’ûd yani Filistin dışındaki bütün
Yahudileri yine orada toplamak ve sonra da Süleyman Mabedini Siyon Dağı
üzerinde yeniden inşa etmek idealidir şeklinde tarif edilebilir.
Tevrat ve Ahdi Atîk’in mahiyeti icabı, Yahudilikte din ile devleti
kesinlikle biribirinden ayırmak imkânsız görünmektedir. Bu itibarla dinî
bağımsızlıktan hemen sonra siyasî bağımsızlık da şart bulunmaktadır. Daha
Mabed romalılar tarafından tahrip edilip dinî serbestîye son verilmezden
önceki yıllarda sahneye çıkan bazı kimseler «Mesih» olduklarını iddia ederek
Yahudileri çevrelerinde birleşmeye çağırmış ve siyasî bağımsızlık için
uğraşmışlardır.
Bu kimseler Ahdi Atîk’in çeşitli yerlerindeki Mesih görüşüne istinat
etmekte idiler. Kitap’ta anlatılan bu görüş çok mübhem ve dolayısiyle her türlü
tevile müsaittir.
Meselâ şöyle cümleler vardır: «İsrail üzerine hükümdar olacak adam bana
senden çıkacaktır; onun çıkışı eski vakitten, ezelî günlerdendir».
«Ey Siyon Kızı! Büyük sevinçle coş, ey
Yeruşalaym kızı bağır, işte kralın âdildir ve kurtarıcıdır, alçak gönüllü ve
bir eşek üzerine, evet, eşek yavrusu üzerine binmiş sana geliyor». Burada geçen «Siyon Kızı» ve «Yeruşalaym Kızı» deyimleri İbrani dilinde
İsrailoğulları anlamındadır.
Diğer bir ibare de şöyledir :
«îşte rabbin büyük ve korkunç günü gelmeden önce ben size Peygamber Eliyahu’yu
göndereceğim». Büyük ve korkunç gün kıyamet günüdür.
Hıristiyanlara göre Ahdi Atîk’in Mika, Zekeriya ve Malaki kitaplarında bu
şekilde anlatılan ve haber verilen Hazreti İsa’dan başkası değildir. O,
ananelerine göre, gerçekten bir beyaz eşek yavrusuna binerek zuhur etmiş, ama
Yahudiler ona inanmamışlardır. İddialarına göre Mabed’in tahribinden sonra
hıristiyanlığı kabul eden bir kısım Yahudiler deliller göstererek İsanm Mesih
olduğunu ispat etmişler ve Romanın zulmü ile Mabed’in tahribinin asıl sebebinin
M e s i h ’i kabul etmemelerinden dolayı İlahî cezayı hak etmiş olmaları
olduğunu söylemişlerdir.
Tarihî gerçek şudur ki, münferit vak’alar dışında Yahudiler genellikle
İsa’yı «sahte mesih» saymışlar ve hiçbir zaman kabul etmemişlerdir. Bununla da
kalmamışlar, hristiyan inancına göre, onun aleyhinde çalışmışlar ve sonunda
çarmıha gerilmesine sebep olmuşlardır. Onun için Yahudiler lânetlenmişlerdir.
Bu lânetten sonra gelen nesiller de kurtulamamışlardır. Günlük ibadetlerde
Yahudiler için okunagelen bu lânetleme bedduaları şu son yıllarda Papanın
emriyle dua mecmualarından çıkarılmaya başlanmıştır.
İsa’nın mesih olduğu hususu Yahudilerce kabul edilmeyince «Mesih’in
gelmesini bekleme»ye devam etmeleri tabii idi. Nitekim miladın 44. yılında
Theudas’ın zuhur ettiğini görüyoruz. Roma valisinin gönderdiği süvariler
tarafından kılıçtan geçirilen Theudas ve taraftarlarından sonra 55-60 kadar
mesih iddiacısının bir yüzyıldan çok daha az zaman içinde zuhur ettiği eski
kaynaklar tarafından bildirilmektedir.
Mabed’in tahribi ve Yahudilerin büyük çoğunluğunun sürülmesi üzerine
mesihlerin de arası yarım yüzyıl kadar kesilmiştir. 132 yılında ortaya çıkan
Bar Kohba Filistin’de Roma’ya karşı giriştiği mücadeleden galip çıktı ve bağımsız
bir Yahudi Devleti kurmayı başardı. Dinî lider Rabbi Akiba, Tevrat’ın Sayılar
kitabı ile Talmud’ta bulunan şu cümlelerin Bar Kohba’ya işaret ettiğini, onun
beklenen Kral-Mesih olduğunu ilân etti: «Yakuboğullarından (Yahudilerden) bir
yıldız çıkacak ve İsrailden bir âsa kalkacak, bir uçtan bir uca kadar Moab’ı
(düşman) vurup kıracak, bütün mütecavizleri ezecek», «Ben gökleri ve yeri
sarsacak, dünyadaki kralların taçlarını yıkacağım». Bar Kohba devleti kurduktan
üç yıl sonra romalılarla savaşırken öldürülünce herşey bir kere daha sona
ermiştir.
Bar Kohba hareketinin doğurduğu hayal sukutu tam üçyüz yıl devam etmiştir.
Bütün gözler ufuklarda kendilerini yabancıların hakimiyetinden kurtaracak m e s
i h ’i beklemektedir. Bu defa Filistin dışında, Girit adasındaki Yahudi cemaati
içerisinden Moşe zuhur etti.
Moşe, kendisinin vaktiyle İsrailoğullarmı mısırlıların esaretinden
kurtaran Moşe (Hazreti Musa) ile ayni şahıs olduğunu, Allahın kendisini
İsrailoğullarmı yeniden kurtarmak üzere gökten yeryüzüne indirdiğini, kavmi
tıpkı Kızıldeniz’den geçirdiği gibi bu defa da yürütüp Akdenizden geçirip
Filistine götüreceğini iddia ve vadediyordu.
Girit Adası Yahudileri derhal işlerini tasfiyeye girişmişler ve Mesih’in
hareket işaretini beklemeye başlamışlardı. «Mesih Çağı» başlamak üzere
olduğuna göre para ve altının lüzum ve değeri kalmıyordu. Belirli gün gelince
Moşe adanın jssız bir burnunda kavmini toplamış ve oradan denize atlamalarını
emretmişti. Ellerindeki altın ve paraları mesihe teslim eden büyük bir
çoğunluk emre uyarak atlayıp Akdenizin dalgaları arasında kaybolmuşlar,
civardaki balıkçıların yardımı ile kurtulan bir kısmı ise aldatıldıklarını
anlayınca Moşe’nin kendilerini aldatmaya memur şeytan olduğuna hükmetmişlerdi.
Zira Moşe, bütün aramalara rağmen ele geçirilememiş, altınlarla beraber
kaybolmuştu.
Moşe tecrübesinden üç yüzyıl sonra çıkmaya başlayan bir sıra mesihin gayesi
Yahudileri müslüman hâkimiyetinden kurtararak Filistine götürüp orada devlet
kurmak olarak görünmektedir.
Emevi Halifesi İkinci Ömer’in (717-720) zamanında Suriye Yahudilerinden
Serene faaliyete geçmiş, kavmini uçurarak götürüp devleti Filistinde
kuracağını vadetmişti. Yakalanıp Halifenin huzuruna götürüldüğünde «Sırf Yahudilerle eğlenmek için böyle
hareket ettim» deyince cezalandırılmak üzere kavmine teslim edilmişti.
Serene’den az sonra, Abbasî hâkimiyetinin ilk yıllarında devletin geçirdiği
sarsıntı ve dahilî isyanları fırsat bilen îran Yahudilerinden Ebu İsa Isfahanî
ve muakkibi Yudgân zuhur etmişler, ayni iddiaları ileri sürmüşler ve kılıçtan
geçirilmişlerdir. Ebu İsa’nın çevresinde toplananların onbinleri aştığı
bilinmektedir.
Bu mesihler arasında en enteresanı 1140-1160 yılları arasında ortaya çıkan
David Alroy veya arapça ismiyle İbn erRuhî’dir.
İkinci haçlı seferi ile Doğu dünyasında meydana gelen kargaşalık,
Filistinin hıristiyanlar tarafından zaptedilmiş olması, Abbâsî hilâfetinin
zayıflaması sırasında İbn er-Ruhî ortaya çıkınca Yahudiler de bu arada
kurtulacaklarına inanmış ve ona dört elle sarılmışlardı.
İbn er-Ruhî Musul’da zuhur etmiş, fakat Irak’tan Azerbeycan’a kadar uzanan
bölgedeki Yahudilere kendisini m e s i h olarak kabul ettirmişti. Plânına göre
önce Musul ve çevresinde bir devlet kuracak, ileride hâkimiyetini Filistine
kadar geliştirecek ve komşu ülkelerdeki Yahudileri uçurarak götürecekti.
Fakat daha plânın ilk safhasında, Musul’un yanındaki Amadiye kalesini ele
geçirme çabası sırasında yenilip öldürülmüştü. Ona büyük ümitlerle bağlanmış
olan Yahudiler ölümünü kabul etmemişler ve birgün dönüp tekrar başlarına geçeceğini
beklemeye başlamışlardı.
Bu «bekleme» durumundan faydalanan iki açıkgözün oynadıkları oyun hala
hafızalarda yaşamaktadır :
İbn er-Ruhi’nin emriyle hareket ettiklerini bildirerek Bağdad Yahudileri
ile temasa geçen iki kafadar onları uçurarak Kudüs’e göndereceklerini, orada m
e s i h ’in kendilerini karşılayacağını ve «Mesih Çağı»nm başlayacağını ilan
etmişlerdi. Şehirdeki Yahudiler bütün varlıklarını altına çevirerek ikisine
teslim ile hareket emrini beklemeye başlamışlardı. İki açıkgöz mehtapsız bir gecenin
ilerlemiş saatinde vaktin geldiğini söyleyip Yahudileri şehrin surları üzerinde
toplamışlar ve yeşil elbiseler giydirerek aşağıya atlamalarını emretmişlerdi.
Meleklerin kanatlarına binerek uçmak hayali ile kadın-erkek, büyükküçük hepsi
sabahın ilk ışıkları görünene kadar atlamaya devam etmişler, ancak o zaman
vaziyet anlaşılmıştı. Lâkin altınları alan açıkgözleri ele geçirmek mümkün
olmamıştı.
XI ve XII. yüzyıllarda mesihler zuhur etmeye devam etmiş, bunlardan
yemenli olanı başı kesilse dahi ölmeyeceğini ileri sürmüş, San’a’nın müslüman
valisi «Eğer dediğin doğru çıkarsa ecdad
yâdigârı dinimizi bırakıp peşinden geliriz» demiş, ama başı kesilince «yalancı» olduğu anlaşılmıştı.
XIII. Yüzyıldan itibaren «Kabalist mesihler»in ortaya çıktığı görülmektedir.
Kabala hareketinin kökü Her nekadar çok eski devirlere dayandırılmak
istenirse de aslında İhvan-ı Safa risaleleri ve İslâmiyetin tesiri altında
meydana gelmiş bir Yahudi tasavvuf hareketidir. XIII-XVII. Yüzyıllar arasında Abraham Abulafia, Nişim ben Abraham,
Aşer Lemlein, David Reubeni, İzak Luria ve Hayim Vital mesihlik iddiasında bulunmuşlardır. Bunların sonuncusu ve ismi üzerinde en
çok alaka toplayanı İzmirli Yahudi mesih Şabtay
Sivi’dir. (Günümüzde Sabetay Sevi olarak yazılıyor. Metne sadık kalmak için
değiştirmedim)
Şabtay Sivi (1626-1676) İzmirde, gördüğü rüyaları ilân ile işe başlamış, Filistin ve Mısır’a
yaptığı seyahatlerinde büyük başarı ve taraftar kazanmıştı. Tam Yahudiler
mesihin savaşa başlayıp devleti kurmasını beklerlerken kendisi İstanbul’da
sorguya çekilmiş ve ihtida ederek müslüman olmuştur. Buna rağmen İzmir’e
dönmesine müsaade edilmeyerek Arnavutlukta ikamete memur edilmiş ve orada
ölmüştür.
Onun ölümü üzerine taraftarları üç büyük
guruba ayrılmışlardır :
1— İzmirliler : Bunlar Şabtay’ın ölümünün gerçek değil sadece görünüşte
olduğunu, ölmediği cihetle de birgün gizlendiği yerden geriye döneceğini kabul
ederler ve onu beklerler.
2— Yakubcular : Şabtay ölünce mesihlik onun üvey kardeşi Yakub’a
geçmiştir. İleride rücu edip başa geçecek olan da Yakubtur görüşünde
olanlardır.
3— Dönmeler : Bunlara göre Şabtay Sivi müslümanlığı zahiren kabul etmiştir, aslında ise
Yahudi dinine sadık kalmıştır. Mesihin yolundan giderek bunlar da
görünüşte müslüman gibi davranırlar, müslüman ismi alırlar, her türlü merasimi
ifa ederler, fakat gizli gizli asıl dinlerine göre amel eder, emir ve nehiylere
uyarlar. Meselâ cumartesi günleri çalışmak Yahudi dinine göre kesinlikle
yasaktır, onlar da çalışmazlar. Bir yakınları öldüğünde gömleklerini yırtıp bir
ay müddetle —Yahudi dini üzre— yerde otururlar v.s.
Bildiğimiz son mesih 1868 yılında Yemen’de zuhur eden Şukr el-Kuheyl’dir.
Yemen Yahudilerine mesihliğini kabül ettirmiş, rivayete göre onlara bazı
mucizeler göstermiştir. Adamlarını silahlandırması üzerine San’a valisi
üzerine asker şevketmiş, o da dağlara çekilerek mücadeleye girişmiştir. Şukr
el-Kuheyl de yediyüzyıl önceki hemşehrisi gibi, başı kesilse dahi ölmeyeceğini,
daha doğrusu ölümünün «görünüşte» bir ölüm olacağını, bir süre sonra «geri döneceğini»
iddia ediyordu. Yakalandığında başı kesilerek îstanbula gönderilmiş ve mesele
kapanmıştı. Fakat Yahudi cemaati kısmen onun «ölmediğine» kısmen de
«döneceğine» inanmaya devam etmişlerdi.
Sadece dinî yönden hareketle mesihliklerini iddia dışında bazı kimseler de
Avrupa ve dünyadaki Yahudi Meselesini halletmek için görüşler ortaya atmış,
faaliyetlerde bulunmuşlardır. Bu faaliyetlerin başlangıcı XVII. yüzyılın son
çeyreği olarak görünmektedir. Bu faaliyetler genellikle münferit ve mevziî
karakterdedir.
1695 Yılında İngilterede Oliger Paulli Kral William III. a bir ariza
vererek Filistinde bir Yahudi devleti kurulması hususunda yardımını talep
etmiştir.
1714 de Fransız Yahudisi Langallerie Marki’si Hague şehrindeki Türkiye
Sefiri ile ayni hususu müzakereye girişti. Sonraki faaliyetleri sırasında
Viyana’da tevkif edilerek hapishanede ölümüne kadar kaldı.
Saksonyalı Hermann Moritz (1696-1750) Yahudileri çevresinde toplayarak
Güney Amerikada bir devlet kurmak ve kral olmak için çalıştı.
îtalya Yahudilerinin gidip toplu halde Filistine yerleşmek için Kudüs
Valisi Ali Bey ile pazarlığa giriştikleri anlatılmaktadır. Malî hususta
anlaşma olmadan valinin ölmesiyle iş sonuçlanmadan kapanmıştır.
1798 yılında Fransa Yahudileri hükümete
müracaat ederek himaye altında Filistinde bir devlet kurmalarına yardım edilmesini
istediler. Bundan bir yıl sonra 1799 Martında Mısır seferi sırasında Napolyon
Bonapart Eski Kudüsü ihya etmek isteyen Yahudilerin bayrağı altında
toplanmalarını ilân etti. Her iki teşebbüs de sonuç vermedi.
1820 Yılında Rus Yahudisi Albay Pestel, Pravda’da yazdığı bir seri
makalede Yahudilerin Küçük Asya’da (Anadolu) bir devlet kurmaları fikrini
ortaya attı.
Amerikada Mordahay Noah 1825 de Yahudileri Niyağara çevresinde bir devlet
kurmaya davet etti. Bundan yedi yıl sonra alman B. Behrend Kuzey Amerikada
satın alınacak bir kısım arazi üzerinde bir Yahudi kolonisi kurmak için
faaliyete geçti.
1839 da İngiltere Yahudileri kendilerine Suriye ve Filistin’de yerleşme
hakkının verilmesi için büyük bir kampanya açtılar. İngiliz devlet
adamlarından Lord Palmerston ve Lord Shaftesbury de bu kampanyaya katıldılar.
İkibin yıl önce işlenmiş bir haksızlığın ancak Yahudilerin anavatanlarına dönmeleri
ile düzeltilebileceğini beyan ettiler. İş Kraliçe Viktorya’ya intikal etti ve
orada kaldı.
Meşhur bibliyografya bilgini Moritz Steinschneider 1840 da Viyana’da
Filistinde Yahudi bağımsızlığının ihyasını gaye edinen bir dernek kurdu,
birkaç şehirde arkadaşları vasıtası ile şube açtırdı. Ayni gaye ile İngilterede
Albay Churchill, Amerikada Emma Lazarus faaliyete geçtiler. Yahudi çevreler hiçbirine
iltifat etmedi.
Kırım savaşından sonra 1856 yılında Pariste toplanan sulh konferansında
Yahudi Meselesinin ele alınması için girişilen kampanya sonuç vermedi. Ancak
George Elliot «Daniel Deronda», Lazar Levy ve III. Napolyon’un hususi kâtibi
Ernest Laharanne «Yahudi Milletinin Dirilişi», «Yahudi Milliyetinin Yeniden
Kuruluşu» gibi kitaplar yazdılar.
1891 Yılında Amerika Cumhurbaşkanı Benjamin Harrison’a bir ariza verildi.
Bunda Başkan’ın nüfuzunu kullanarak Rusya, İngiltere, Almanya,
Avusturya-Macaristan, İtalya ve Türkiye nezdinde teşebbüse geçmesi ve bir
milletlerarası konferansın toplanmasını temin etmesi isteniyordu. Bu konferans
halen dünyadaki Yahudilerin içinde bulundukları şartları ve bilhassa Filistinde
yerleşme haklarının tespitini hedef tutacaktı. Bu arizanın altmda John
Rockfeller, Russel Sage, Başhâkim W. Fuller’in imzaları vardı.
Dünyadaki Yahudi cemaatinin büyük çoğunluğunca benimsenen ve Ortadoks
Yahudilik dediğimiz büyük kitle bir m e s i h ’in gelip, onun liderliği altmda
Filistin’de yeniden bir Yahudi Devleti kurulmasını beklerken XIX. Yüzyılda
doğup gelişen yeni bir dinî cereyan bu görüşe kesin cephe aldı. Bu cereyan Reformist
Yahudiliktir. Birçok dinî emir ve nehiylerde değişiklik yapan, bilhassa Cumartesi
yasaklarının hududlarını çok darlaştıran Reformistler mesih görüşüne de cephe
aldılar. «Gayemiz Filistinde
bir devlet kurmak ve bütün Yahudileri orada toplamak değil, dünyadaki
Yahudilerin Allahın birliği akidesine sarılmalarını ve diğer milletler arasında
erimemelerini temin etmektir» dediler. 1845 Yılında Frankfurtta toplanan
reformcu din adamlarının görüşleri 1869 da Filadelfiya ve 1885 de Pittsburg’da
yapılan toplantılarda teyid edildi. Sonuncu kongrenin açıklanan tebliğinde
açıkça şöyle denilmekteydi: «Biz
kendimizi hiçbir zaman bir millet olarak telakki etmiyoruz, biz dinî bir
cemaatten ibaretiz. Bu sebeple ne Filistine dönmeyi, ne orada devlet kurmayı ve
ne de bir Yahudi Devleti kurulmasına yol açacak hukukî düzeni isteriz».
Hemen hemen bütün Avrupa ve Amerika devletlerindeki Yahudilerin yukarıda
bahsettiğimiz münferit faaliyetleri sonucunda çeşitli Yahudi cemaatleri,
bilhassa Rusya Yahudileri arasında yeni bir fikir doğdu: Kolonizasyon.
Önceleri reformist Yahudiliğin ilhamı ile dünyanın herhangi bir yerinde, başka
devletlerin idaresine bağlı fakat Yahudilerin birarada yaşayabileceği bir veya
birkaç koloni tesisi fikri yavaş yavaş gelişti. Koloninin yeri olarak Filistin
seçildi.
Rusya’da P. Rabinovitz, Pinsker, H. Schapira’nın liderliklerinde kurulan Hovevey Siy on
cemiyeti Almanya, Fransa, İngiltere ve Amerika Yahudileri arasında derhal
yankı uyandırdı. Londra’da Hovevey siy on, Amerikada Şavesiyon, Pariste Yişuv
Eretz Yisrael cemiyetlerinin gayeleri hep ayni idi: Filistinde bir Yahudi
kolonisi meydana getirmek. 1879 yılına kadar gözle görülür bir başarı
gösteremeyen bu cemiyetler zengin Yahudilerin para yardımına da kavuşunca bu
yıldan itibaren gönüllü idealist Yahudileri Rusya ve diğer Avrupa ülkelerinden
toplayıp Filistine sevketmeye başladılar. Wilna’da 1889 yılında yapılan bu
cemiyetlerin federasyon toplantısında sayılarının otuzbeşe yükseldiği
görülmektedir.
Hibbat Siyon veya Hovevey Siyon genel adı altında toplanan bu cemiyetlerin
zuhur sebebinin başında XIX yüzyılın ikinci yarısında Avrupada şiddetlenen
Yahudi aleyhdarlığı gösterilebilir. Getto denilen ve Yahudilere mahsus, etrafı
duvarlarla çevrili mahallelerde yaşayan Yahudilere karşı uyanan nefret ve
aleyhte gösterilerin sonu geleceği yerde tedricen artmaya başlaması, Rusya ve
Galiçya’daki Yahudilerin zaman zaman kitle halinde hudut dışına çıkarılmaları
ile düştükleri sefalet onları bir çıkar yol aramaya şevketti.
1878 Yılında Berlin’de toplanan sulh konferansına başvurarak Filistine
dönme haklarının münakaşa edilmesini istedikleri zaman, konferans başkanı
Prens Otto von Bismarck’ın bunu şiddetle reddedip gündeme bile almamasını
unutmazlar.
İşte bu karışık ve bir sürü cemiyetin çeşitli gayeler peşinde koştukları
günlerde sahneye Viyanalı bir Yahudinin çıktığını görmekteyiz. Bu, hukuk
tahsil etmiş, doktora yapmış, Viyana’da Neue Freie Press gazetesinin edebiyat
ve siyaset konularındaki yazılarını tertip ve tanzim eden genç bir adamdır:
Theodor Herzl.
Önce en çok takibata maruz kalan Galiçya ve Rusya, sonra da bütün dünya
Yahudilerini Filistin’de toplayarak bir Yahudi Devleti kurma fikri diye tarif
edebileceğimiz Politik Siyonizm hareketinin
kurucusu Dr. Theodor Herzl’dir. Avrupada uyanan Yahudi aleyhdarlığı ile
ortaya çıkan «Yahudi Meselesine bir hal yolu bulmak için 1895 yılında, daha 35
yaşında iken harekete geçen Herzl, 1904 yılında ölümüne kadar bütün faaliyet ve
düşüncelerini hatıra defterine geçirmiştir. Halen Kudüs’ün İsrali kesiminde
Merkez Siyonist Arşivinde muhafaza edilmekte olan bu hatıraların tamamı ikibin
kitap sahifesi tutacak genişliktedir. Rusya, Almanya, Avusturya, İngiltere,
Fransa, İtalya ve Türkiye devlet adamları ile giriştiği muhabereler,
müzakereler, yaptığı teklifler ve aldığı sonuçlar gün be gün bu deftere
işlenmiş bulunmaktadır.
Bu hatıraların yayınlanması
Avrupa’da bazı skandallara sebebiyet verecek nitelikte olduğu için
yayınlanırken bazı kısımları çıkarılmış ve ancak son on yıl içerisinde tamamı
yayınlanmıştır.
Filistin’in sahibi olması hasebiyle, hatıralarda bir kısım yeri de Türkiye,
Sultan Abdülhamid ve o zamanki devlet adamları almaktadır. Biz diğer bölümleri
ihtisar ve hulasa edip Türkiyeye taalluk eden kısımları aynen vermeye çalıştık.
Hatıraların tamamının çevrilmesi ve yayınlanması bilhassa siyasî tarih
bakımından son derece faydalı olacaktır kanaatindeyiz.
Bundan sonraki sahifelerde Dr. Theodor Herzl’in hatıralarını nakledecek,
1904 yılında onun ölümünden sonra meydana gelen gelişmeleri, Filistin’de Yahudi
Devletinin kuruluşuna kadar olup bitenleri hatıraların sonunda anlatacağız.
Şavuot Bayramı, 1895-Paris
Son zamanlardaki vazifem gayet rahat ve tatminkâr, fakat şu anda bu
vazifeye devam edip etmeyeceğimi bilmiyorum. Zihnimdekiler bana muazzam bir
rüya gibi geliyor, ama günler ve haftalardır şuuruma hâkim; nereye gitsem, ne
yapsam peşimde, günlük muhabirlik ve gazetecilik görevimi yaparken dahi onunla
meşgul oluyorum.
Neler olup biteceğini tahmin için henüz vakit çok erken, lâkin
tecrübelerimle biliyorum ki bu bir rüya olsa dahi calibi dikkattir ve bu
sebeple yazılmalıdır. Beşeriyet için bir hatıra olmazsa da, hiç değilse sonraki
yıllara benim görüş ve hislerimi aksettirir. Bu iki ihtimal arasında belki de
edebî bir eser olur. Düşündüklerim gerçekleşmezse bile faaliyetim bir roman
meydana getirir.
Romanın başlığı: Arz-ı Mevûd (Vadedilmiş
Vatan).
Gerçeği söylemek lâzımsa, bu benim aklıma sadece «edebî» bir roman konusu
olarak gelmiş değildir. Bu, bir maksada hizmet edecektir.
Paris’e daha gelir gelmez edindiğim tecrübeleri ve bir gazeteye yazılması
imkânsız müşahedeleri hatıra defterime yazmaya başlamadığıma çok hayıflandım,
bu yüzden çok şey kaybettim. Fakat bir gazete muhabirinin tecrübeleri ile
benim şimdiki çalıştığım konuyu bir mukayese etmeli! Ne rüyalar, düşünceler,
mektuplar, toplantılar ve faaliyetler olacak. Eğer herşey yolunda giderse ne
korkunç mücadeleler yapılacak. Bütün bunlar not edilmeye değer.
Stanley, küçücük «Livingstone’u nasıl buldum» adlı seyahat kitabı ile
bütün dünyanın ilgisini çekti. Ve o, Siyah Kıt’ayı baştan başa geçerken, bütün
dünyayı, bütün bir medeni dünyayı teshir etti. Benimki ile mukayese edilince
bütün bu kahramanlıklar ne kadar basit. Bugün yine söylüyorum: Benim rüyamla
mukayese ediniz.
Ben «Yahudi Meselesi» ile bilfiil ne zaman meşgul olmaya başladım?
Muhtemelen bu mesele ortaya çıktığından beri, daha doğrusu Dühring’in [[1]] kitabını okuduğum günden itibaren.
Şimdi Viyana’da bir köşeye atılmış eski not defterlerimden birinde
Dühring’in kitabı ve «Mesele» hakkındaki müşahedelerim yazılıdır. O zamanlar,
zannediyorum 1881 veya 1882 yılıydı, yazılarımı yayınlayabileceğim bir gazete
yoktu. Fakat bugün bile o zaman yazdıklarımı tekrar tekrar söyleyebilirim.
Yıllar geçtikçe bu «Yahudi Meselesi» içime işliyor, acı veriyor, beni perişan
ediyor.
Gayet tabii, geçen her yıl düşüncelerimde değişiklik yapıyor, bazı
görüşlerimden ayrılıyorum. Bu yüzden aynada eskisinden başka bir adam bana
bakıyor. Ama değişen hususlar dışında şahıs ayni şahıstır. Yılların bıraktığı
izlerle olgunlaştığını görüyorum.
Önceleri «Yahudi Meselesi» beni çok acı yaraladı. Hıristiyanlığa geçerek
bundan kurtulmayı düşündüğüm zamanlar oldu. Fakat bu, gençlikteki bir zaaftan
başka birşey değildi, ama bu hatıralarda kendi kendime doğruyu söylemeliyim
—zira kendime karşı riyakâr davranmam bu hatıraların kıymetini ortadan
kaldırır—. Hiçbir zaman ciddi şekilde hıristiyan olmayı veya ismimi
değiştirmeyi düşünmedim. Hele ikinci hususu teyid edecek bir de vesile oldu.
Çok genç, müptedi bir yazar iken Viyanada Deutsche Wochenschrift’e bir makale
gönderdim, Dr. Friedjung bana, şimdiki Yahudi ismimden vaz geçip bir müstear
ad kullanmamı tavsiye etti. Kat’iyetle reddettim, babamın adını taşımaya devam
edeceğimi, gerekirse makalemi geri alabileceğimi söyledim. Maamafih Dr.
Friedjung makalemi kabul etti.
«Yahudi Meselesi» benim için tabiatiyle, her köşe bucakta mevcuttu. Bazan
üzülüyor, bazan da eğleniyordum. Huzursuzluk hissediyordum, Her nekadar buraya
gelmezden önce Yahudiler hakkında bir roman yazmayı düşünmüşsem de bu beni tam
sarmış değildi. Bunu 1891 yılında İspanya’ya gittiğim sırada düşünmüştüm. O
zamanlar bu benim edebî bir projemdi. Romanın kahramanı, o yılın şubatında
Berlin’de intihar eden aziz arkadaşım Heinrich Kana olacaktı. İlk müsvettede
romanın adı «Samuel Kohn» idi. Buna ait notlarım da hep kaybolmuş olsa
gerektir. Bunda bilhassa zavallı, fakir Yahudi kitlelerinin zenginlere nazaran
çektiklerini belirtmek istiyordum. Muhit Kana’nın zengin akrabalarına karşı
koyup, yaşadığı muhitti.
«Neue Freie Presse» gazetesi (Viyana) beni Paris’e muhabir olarak
gönderdi. Bu vazifeyi kabul ettim, zira dünyayı oradan görmek istedim. Ama
roman projemin bu sebeple akim kalmasına da hala hayıflanırım.
Paris’te, hiç değilse müşahit olarak, politikanın tam ortasındaydım.
Dünyanın nasıl yürütüldüğünü gördüm. Burada Yahudi aleyhdarlığı olmadığı için
meseleyi daha iyi tahlil edecek seviyeye yükseldim. Avusturya veya Almanya’da
arkamdan birisinin «Hep, Hep» [[2]] diye bağıracağından devamlı olarak endişe duyardım. Ama burada
kalabalıkta hiç tanınmadan dolaşabiliyordum.
Şimdiye kadar «Hep» diye bağırılmaya iki defa hedef oldum. Birincisi
1888’de Mainz’den geçerken oldu. Bir akşam ucuz gece kulüplerinden birine
gittim, bira içtim. Kalkıp kapıya yöneldiğim sırada, kalabalığın içinde,
sigara dumanları arasında birisi bana «Hep, Hep» diye bağırdı. At kişnemesine
benzer kahkahalar koptu. İkincisi Viyana yakınında Baden’de oldu. Tam arabaya bineceğim sırada birisi «Pis Yahudi» diye bağırdı.
*
* *
Bir roman yazmak fikrinden nasıl olup da, bu romanı Yahudi meselesini
halletmek, onları vatanlarına döndürmek faaliyetine çevirdiğim, her ne kadar
son birkaç hafta içinde vaki oldu ise de, bu benim için tamamen bir sırdır,
şuur dışı olmuş bir şeydir.
Belki bu fikirler pratik değildir, belki bunları ciddî ciddî anlatacağım
kimselere alay mevzuu olacağım. Kendi romanımda kendim bir karakter olabilir
miyim?
Bir gün aniden Yahudiler için milyonlar harcamış olan Baron Hirsch’e [[3]] bir mektup yazdım. Mektubu bitirdikten sonra tam ondört gün ondört gece
bir kenara bıraktım. Bu kadar aradan sonra mektubu tekrar okudum. Bana manasız
görünmedi ve postaladım, mektupta şöyle diyordum :
Muhterem Efendim,
Acaba sizi ziyaret şerefine ne zaman nail olabilirim? Yahudi Meselesini
tartışmayı arzu ederdim. Sizinle ne gizli ne açık malî meseleler üzerinde
röportaj veya münakaşa yapmak istemiyorum. Sadece sizinle Yahudi Siyaseti
konularını konuşmayı arzu ediyorum. Öyle bir mesele münakaşası ki, zamanla
doğuracağı sonuçları ne siz ne de bendeniz görebileceğiz. Bu sebeple bana
meseleyi rahatlıkla konuşabileceğimiz bir veya iki saatinizi hasredebileceğiniz
bir zamanda karşılaşmamızı dilerim. Benim için en uygunu Pazar günüdür. Bu,
önümüzdeki pazar değil, sizin lütfedeceğiniz herhangi bir zamandır.
Düşüncelerim sizi ilgilendirecektir. Öyle olduğu halde bu mektupta fazla
birşey söylemek istemiyorum. Lütfen bu mektubu dahi çevrenizdekilere
—sekreterleriniz ve sair kimselere— göstermeyip gizli tutmanızı rica edeceğim.
Belki benim ismim sizin meçhulünüz değildir, herhalde burada muhabiri
olarak bulunduğum gazeteyi olsun tanırsınız.
Hürmetkârmız Dr. Herzl
Neue Freie Presse Muhabiri
Neue Freie Presse Muhabiri
Bu mektubun müsvettesi hala elimdedir. Temize çekerken üzerinde bazı
değişiklikler yaptım. Bu gibi şeyleri o tarihlerde vesika olarak saklamayı
henüz düşünmüyordum.
Birkaç gün geçti, cevap Londra’dan geldi:
Dr. Theodor Herzl,
Paris.
Mektubunuzu iki ay kalacağım bu şehirde aldım. İstediğiniz ve benim de
dünyanın en büyük arzusu ile istediğim randevuyu yerine getiremiyeceğim için
son derece müteessirim. Acaba zarfın üzerine «ŞAHSİDİR» diye işaret koyarak
bana, karşı karşıya geldiğimizde söyleyeceklerinizi bildiremez misiniz?
Size cevabı sekreterimin el yazısı ile ve fransızca yazdığım için özür
dilerim. Fakat avda vuku bulan bir kaza sebebi ile sağ elimi kullanacak halde
değilim.
Saygılarımla
M.de Hirsch
M.de Hirsch
Bu mektuba şu cevabı yazdım:
Cambon Sokağı No. 37
24 Mayıs 1895
Muhterem Efendim,
Burada karşılaşamamamızdan ötürü son derece müteessirim.
Size anlatmak istediklerimi yazmak kolay değil, maamafih yazacağım. Yalnız,
eski bir darbı meselin ifade ettiği gibi, şimdi kısa yazmak için vaktim müsait
değil; tumturaklı söz ve ifadelerle başınızı ağrıtmayacağım. Vakit bulur
bulmaz size yeni Yahudi siyaseti konusunda bir plân takdim edeceğim.
Bütün arzum sizin dikkatinizi tam olarak çekebilmektir. Karşılıklı konuşmuş
olsak bunu temin ederdim ama mektuplaşma ile yapmak çok daha güç; benim
mektubum masanızdaki diğer mektuplar arasına karışıp kalacak; sizin hergün
dilencilerden, merhamet istismarcılarından, asalaklardan, dolandırıcı ve
sahtekârlardan pekçok mektup almakta olduğunuzu tahmin ederim. Bu sebeple benim
mektubum size çift zarfla gelecektir, ikinci zarfın üzerinde şöyle yazılı
olacaktır: «Dr. Herzl’den mektup».
Sizden ricam bu mektubu tam manası ile istirahat edip günlük meşgalenizden
uzaklaşmadan açmamanızdır. Gerçekleşmeyen karşılıklı konuşma talebimin sebebi
de esasen bu idi.
Hürmetkârmız
Dr. Herzl.
Bu mektubu temize çekerken zannederim birkaç yerinde ifadesini değiştirdim.
Hirsch’in veya onun omuz başından bakıp okuyacak üçüncü bir şahsın beni bir
para avcısı ve istismarcı zannetmesini istemiyordum.
Müteakip günler bir memorandum tuttum. Bir sürü kâğıda notlar çıkardım.
Yürürken, lokantada yemek yerken, tiyatroda veya parlamentoda iken yazı
yazdım.
Tam bu hazırlıkların ortasında iken Hirsch başka bir mektupla bana sürpriz
yaptı:
Londra,
26 Mayıs 1895
26 Mayıs 1895
Mösyö Herzl, 37 rue Cambon, Paris.
Dün değil evvelsi günkü mektubunuzu aldım. Eğer henüz uzun bir rapor
hazırlamadı iseniz bu sıkıntıdan kurtuldunuz demektir. Birkaç güne kadar
kırksekiz saat için Paris’e geleceğim. Gelecek Pazar, 2 Haziranda saat 10.30
da Elysee sokağı 2 numarada beni emre âmade bulacaksınız.
Saygılarımla,
M.de Hirsch
Bu mektup beni çok rahatlattı. Hakkımda yanlış kanaatlara saplanmamış
olmasına memnun oldum. Notlarımın üzerine daha ciddiyetle eğildim, bunlar
Şavuot’tan [[4]] önceki Cumartesi günü artık koca bir tomar olmuştu. Tasnif ettim ve muhtevalarına
göre üç bölüme ayırdım:
Giriş,
Yahudi ırkının seçkinliği, Hicret.
Böylece tanzim ettikten sonra temiz bir kopyasını çıkardım, tam 22 sahife
tuttu.
Beklenen Pazar sabahı son derece itina ile giyindim. Bir gün önce yeni
satın aldığım eldivenin henüz alındığı belli olmasın diye biraz hırpaladım.
İnsan zengin kimselere karşı onlardan çok farklı görünmemeli.
Rue de L’Elysee’ye gittim. Bir saray. Geniş bahçesi ve muhteşem girişi bana
son derece tesir etti. Her yerde gerçek güzellik vardı. Eski tablolar,
mermerler, sessiz duvarlar... Harika.
Ben bilardo odasında yalnız beklerken Hirsch girdi, sanki daha önceden
tanışıklığımız varmış gibi acele elimi sıktı ve biraz beklememi söyleyip gözden
kayboldu. Oturup cam mahfaza içindeki Tanagra figürlerini inceleyip Baron’un
zevk sahibi bir kimse olduğunu düşünürken bitişik odadan sesler işittim.
Konuşanın, Baron’un hayır işleri ile uğraşan ve kendisiyle bir defa Viyana’da,
bir iki fırsatta da burada konuştuğum birisi olduğunu anladım. Onun çıkarken
beni görmesi hoşuma gitmeyecekti. Belki bunu bir maksatla Hirsch tanzim
etmişti. Bu düşünce beni güldürdü, zira ben kendisine tamamen bağlı olmayı
düşünmemiştim. Ona ya kendi arzumla meylederdim, yahut da vazifemi tam
başaramadan terkederdim. Konuşmamız sırasında onun «Jewish Association»da [[5]] bir vazife almam hususundaki muhtemel teklifine bile cevabım hazırdı:
«Sizin hizmetinize girmek mi? Hayır. Yahudilerin hizmetine mi? Evet.»
Az sonra iki adam dışarı çıktı. Önceden tanıdığımın elini sıktım. Baron’a, «Bana
bir saatinizi ayırabilir misiniz? Eğer hiç değilse bir saat olmazsa konuşmaya
başlamayayım daha iyi» dedim.
Gülümseyerek «Haydi bakalım, buyurun» dedi.
Notlarımı çektim, «Meseleyi vazıh olarak ortaya koyabilmek için birkaç şey
hazırlamıştım», telefonun çaldığı ana kadar ilk beş dakika güçlükle konuştum.
Telefon ahizesini alarak, kim ve ne için ararsa arasın evde olmadığını söyledi.
Plânımı ona şöyle anlattım:
«Size söyleyeceklerimin bir kısmını çok basit, bir kısmını da çok fantastik
bulacaksınız. Fakat insanlar basit ve fantastik ile idare edilirler. Ben
hiçbir zaman Yahudi Meselesini bizzat halledebileceğimi düşünmedim. Siz de
aslında Yahudilerin patronu olmayı plânlamış değilsiniz. Siz bir bankerdiniz ve
bir yığın iş yaptınız, vaktinizi ve servetinizi Yahudiler için hasrettiniz.
Ayni şekilde, başlangıçta ben, Yahudiler hakkında bir düşüncesi olmayan bir
yazar ve gazeteci idim. Fakat tecrübelerim ve müşahedelerim, Yahudi
aleyhdarlığmm büyümesi beni bu Mesele ile ilgilenmeye şevketti.
Kendimi bu kadar takdim yeter.
Her ne kadar konuya tarihten başlayacaksam da Yahudi tarihine
girmeyeceğim, nasıl olsa malumdur, yalnız üzerinde duracağım bir nokta var:
Dağıtılmamızdan beri geçen ikibin yıldır bir siyasi liderden mahrum
bulunuyoruz. Ben bunu^ bizim en büyük talihsizliğimiz olarak kabul ediyorum, Bu
yoksunluk, bizim için, tarihte uğradığımız bütün takibat ve işkencelerden
daha kötü olmuştur. Bizim içten içe dağılma, ve yokluğa gidişimizin sebebi
budur. Çünkü hiç kimse bizi gerçek insan olma yolunda eğitmemiştir, tam aksine
hep aşağılık meşgalelere itilmiş, ghettolara [[6]] kapatılmış ve oralarda biribirimizi dejenere etmeğe uğraşmışızdır. Ve
onlar bizi dışan salıverdikleri zaman bizden birdenbire, hürriyete alışkın
insanların vasıflarını haiz olmamızı beklemişlerdir.
Şimdi, eğer çevresinde birleşilmiş bir siyasî liderliğimiz olsaydı, ki
bunun için daha fazla delil göstermeyeceğim ve bu hiçbir zaman gizli bir
cemiyet demek değildir, böyle bir liderliğe sahip olsaydık, Yahudi Meselesini
yukarıdan, aşağıdan, her cihetten halle girişebilirdik.
Hedef, önce bir merkez kurmak ve bir baş bulmaktır.
İki istikamet de mümkündür: Ya bulunduğumuz yerlerde kalırız, ya da
herhangi bir yere hicret ederiz.
Her halükârda kavmimizi eğitmek, yetiştirmek için müşterek ölçülere
muhtacız. Zira hicret etsek bile, Aız-ı Mev’ûd’a ulaşmamızdan önce uzun zaman
geçecektir. Bu zaman Moşe’de kırk yıl tutmuştur [[7]]. Biz yirmi veya otuz yılda yapabiliriz. Her hâlükârda, gelecek yeni
nesilleri kendi maksatlarımıza uygun şekilde yetiştirmeliyiz.
Şimdi eğitim için sizin kullandığınızdan oldukça farklı metodlar teklif
ediyorum.
Her şeyden önce, hayırseverlik prensibi üzerinde duralım. Ben bunun tamamen
hatalı olduğu mütaleasmdayım. Siz bir sürü dilenci yetiştiriyorsunuz. Başka
hiçbir kavim, Yahudilerde olduğu kadar hayır işlemeye ve bundan faydalanmaya
meyil göstermemektedir. Bu iki fenomen arasında bir irtibat vardır, yani böyle
sonunda dilenciliği terviç eden bir hayırseverlik bizim millî karakterimizi
alçaltmaktadır».
Hirsch burada sözümü keserek: «Çok haklısınız» dedi, ben devam ettim:
«Yıllar önce işittiğime göre, sizin, Yahudileri Arjantin’de yerleştirme
gayretiniz çok cüz’î sonuçlar verdi, yahut hiç vermedi. Kulağıma çalınanların
tartışmasını yapacak değilim, fakat şunu söylemek mümkün ki, herşey sizin
düşündüğünüz şekilde olmadı. Olsa, olmuş olsa dahi yaptığınız nedir? Onbeş veya
yirmi bin Yahudiyi denizaşırı bir ülkede çiftçiliğe başlatmış olmak değil mi?
Bunlardan daha çok sayıda Yahudi Leopoldstadt’ın bir tek sokağında oturmaktadır».
Hirsch, «Tenkid yeter, ne yapmalı?»
«Yahudiler ister bulundukları yerlerde kalsınlar, ister hicret etsinler,
ırk bir defa bir istikamete sevkedilmelidir. Savaş için kuvvetlendirilmeli
çalışmaya arzulu ve faziletli olmalıdır. Ondan sonra bırakın onları, zaruret
varsa hicret etsinler ne yaparlarsa yapsınlar.
Bu gelişmeyi temin için, bugüne kadar yaptığınızdan başka şekilde
kaynaklarınızı kullanabilirsiniz.
Sizin yaptığınız gibi, Yahudileri teker teker satın almak yerine, belli
başlı Yahudi aleyhdarı memleketlerde dikkati çekici, ahlâkî üstünlük
konularında, san’at, ilim, salgın hastalıklarla mücadele, kahramanlık gösteren
askerler v.s. v.s. büyük olan her konuda muazzam mükâfatlar tesis edersiniz. Bu
mükâfatlar iki şey temin edecektir: Herkesin terakki etmesi ve reklâm.
Anlıyorsunuz ya, mükâfat verilen olay sebebiyle her yerde konuşmalar olacaktır.
Böylece insanlar iyi Yahudilerin de bulunduğunu öğreneceklerdir.
Fakat birinci sonuç daha önemlidir. Genel bir seviye yükselmesi, terakki.
Münferit olarak, mükâfatı kazanmış olanların önemi yok, beni alâkadar eden,
mükâfat kazanmak için çalışacak olanlardır. Bu şekilde ahlâkî seviye
yükselecektir».
Bu noktada sabırsızca sözümü kesti:
«Hayır, hayır, hayır! Ben genel seviyenin yükselmesini istemem. Bizim
bütün talihsizliğimiz Yahudilerin çok yükseklere tırmanmak istemesi
vakıasından gelmektedir. Bizim lüzumundan fazla aydınımız var. Bence, asıl
Yahudilerin bu ileri fırlamalarını durdurmalıdır. Böyle büyük hamleler yapmamalıdırlar.
Yahudilere olan bütün nefret bundan ileri gelmektedir. Benim Arjantindeki
plânlarıma gelince. Başlangıçta bazı aksaklıkların olduğu doğrudur, fakat şimdi
orada çok iyi insanlar vardır. Eğer koloni başarı kazanırsa niyetim yüz kadar
gazete muhabirini davet etmek —siz şimdiden davet edilmiş sayılırsınız— ve
onları Arjantine götürmektir. Şüphesiz herşey mahsul durumuna bağlı, birkaç iyi
yıldan sonra, dünyaya Yahudilerin iyi çiftçiler de olduklarını
gösterebileceğim. Bundan sonra onların Rusya’da bile kalmalarına müsaade edilebilir».
Şöyle söyledim :
«Her ne kadar sözümü henüz bitirmediysem de, sizin sözünüzü kesmedim.
Sizin kafanızdan geçenleri öğrenmek istedim. Fakat görüyorum ki fikirlerimi
size anlatmanın faydası yok».
Bunun üzerine, sanki ben bankasında vazife isteyen bir adammışım gibi bir
pozla ve yumuşak bir sesle :
«Sizin zeki bir insan olduğunuzu anlıyorum» dedi. Kendi kendime sadece
tebessüm ettim. «Fakat çok fantastik fikirleriniz var».
«Evet, size ya çok basit, ya çok fantastik geleceğini başlangıçta söylemiştim,
siz gerçekten fantastiğin ne olduğunu bilmiyorsunuz» diye cevap verdim.
«Hicret yegâne hal şeklidir, satın alınabilecek geniş ve yeterli arazi
var» dedi. Ben, neredeyse bağırarak,
«Benim hicreti istemediğimi kim söyledi? Herşey bu notların içinde var.
Alman Kayzer’ine gideceğim, o beni anlıyacaktır. Zira o büyük konularda
hükmetmek için gelmiş bir kimsedir» dedim.
Bu sözlerimi Hirsch gözlerini kırpıştırarak dinledi. Acaba saygısız
davranışım mı, yoksa Kayzer’le konuşma fikrim mi ona tesir etmişti? Belki her
ikisi de. Notlarımı cebime koydum ve sözlerimi bağladım :
«Kayzer’e şöyle diyeceğim: Bizim kavmimizi bırak, biz burada yabancıyız.
Bizim diğer insanlara karışma, onlar arasında erime müsaademiz yok, zaten
yapamayız da, gidelim! Bizim “Çıkış”ımızm [[8]] şekil ve manasını size anlatacağım. Öyle ki bizim ayrılmamızdan sonra
arkamızda ne boşluk kalacak ne de herhangi bir ekonomik kriz olacaktır».
Hirsch: «Parayı nereden bulacaksın? Rotschild ancak 500 frank bağışta
bulunacaktır».
Küstah bir gülüşle, «Para mı?» dedim «10 Milyar marklık bir Milli Yahudi
İkraz Fonu» kuracağım».
Baron, «Bir fantezi» diye tebessüm etti «Zengin Yahudiler on para
vermezler, zengin kişiler fakirlerin ıztırabını anlamazlar».
«Bir sosyalist gibi konuştunuz, Baron Hirsch!»
«Evet, diğerlerine de ayni şeyi yaptırmak uğruna herşey imden vazgeçmeye
hazırım».
Ayrılırken son sözleri: «Bu bizim son konuşmamız değildir. Londradan döner
dönmez size haber vereceğim» oldu. Ayni yollardan geçerek çıktım ve hemen yazı
masamın başına koştum.
*
*
Burada Dr. Theodor Herzl hatıralarını yazmaya sekiz ay kadar ara verir.
Sadece tarih atarak kâğıtlar üzerine notlar alır. Bunlar yürürken, otururken,
uzanırken, kahvede veya gazinoda iken, uyurken kalkıp oturarak aklına geldikçe
yazdığı «Yahudi DEVLETİ» konusundaki düşünceleridir.
Bu düşünceler bazan bir roman malzemesi niteliğinde, bazan devlet sanki
gerçekmiş de onun meselelerinin teferruatını ele alış şeklindedir. 3 Haziran
1895 tarihinde Paris’ten Baron Hirsch’e yazdığı mektupta onun kendisini sabırla,
sonuna kadar dinlemediğinden yakınır. Konuşmasının daha birinci bölümünü
anlattığı sırada vaktin gecikmesi veya bilmem hangi iş ziyareti için kendisini
başından savdığını söyler ve şöyle devam eder :
«Plânımı bütün ayrıntıları ile hazırlamış bulunuyorum, bütün plânı!
Herşeyi etrafı ile biliyorum: Para, para ve yine para. Nakliye için para,
büyük insan kitlelerinin nakli için para (ki şimdi Musa’nın zamanındaki gibi
sadece yemek ve su insanların ihtiyaçlarını karşılamıyor). Bölümlerin
organizesi, bazı devlet başkanları ile muhaceret anlaşmaları, diğerleriyle
Yahudilerin geçişlerine müsaade ve bunların garantisi meselesi, yeni ve
mükemmel yerler hazırlanması için para lazım. Bunlardan önce tesirli bir
propoganda, fikrin gazeteler, kitaplar, risaleler, konferanslar, resimler ve
şarkılarla halka maledilmesi. Herşey bir merkezden idare edilecek ve maksat
tahakkuk ettirilecektir.
Nasıl bir bayrak çekeceğimi size söylerken, alay edercesine “Bayrak mı, o
da nedir, bir direk ve üzerinde bir bez parçası değil mi?” dediniz.
Hayır efendim, bayrak bundan çok daha fazla birşeydir. Bir bayrakla insan
diğerlerinin önüne geçip onları istediği yere, hatta Mev’ûd Arza bile
götürebilir. İnsan bayrak için yaşar ve ölür. Eğer birisi onları eğitip
yetiştirmişse, kitleler sadece ve sadece bayrak için ölüme koşa koşa giderler.
Siz Alman İmparatorluğunu neyin meydana getirdiğini bilir misiniz? Hayaller,
şarkılar, fanteziler, siyah-kırmızı-sarı bir bez ve kısacık bir emir.
Bismarck’ın yaptığı, daha önce idealistlerin diktiği ağacı sallayıp meyvesini
toplamaktan ibarettir.
Ne! Siz gayr-ı makulu ve dini anlamaz mısınız? İsterseniz Yahudilerin
ikibin senedir bu hayal uğruna çektiklerini düşünün. Evet, hayaller, yalnızca
hayaller insanların ruhlarını kavrarlar. Ve bunlara istikamet vermeyen
herhangi bir kimse, belki mükemmel bir insandır, zengindir, çok geniş ölçüde hayırseverdir
ama insanların lideri değildir ve ondan ileride hiçbirşey kalmayacaktır.
Görmüyor musunuz ki bir hamlede hem Yahudi sermayesini hem işgücünü ve
heyecanlarını maksadımız için bir araya getiriyorum.
Bunlar hiç şüphesiz kaba hatlardır. Fakat benim detayları hazırlamadığımı
nereden biliyordunuz? Bana sözümü bitirme imkânını verdiniz mi?
Yahudiler için 10 milyar mark nedir? Onlar halen Fransanın 1871’deki
durumundan daha zengindirler. Eğer mecburiyet varsa işe bir milyarla bile
girişebiliriz. Zira bu bizim müstakbel demiryollarımız, muhacirlerimizi
taşıyacak filolarımız ve donanmamız için çalışan bir sermaye olacaktır. Onunla
evler, oteller, işçi meskenleri, okullar, tiyatrolar, müzeler, devlet daireleri,
hapishaneler, hastaneler, kısaca şehirler inşa edecek ve bir yeni vatan
yaratacağız, öyle bir vatan ki bu Mev’ûd Arza dönecektir...
Bütün samimiyetimle temin ederim ki konuşmamız pek satıhta kalmış olsa
bile enteresandı. “Gel beni gör” demenizi bekleyeceğim.
Selâm ve saygılarımla,
Dr. T. Herzl».
Bundan sonra Dr. Herzl, yazdığı siyasi risale olan «Yahudi Devleti»nde
anlattığı görüşlerin ana fikirlerini sıralıyor. Devlette bulunacak ana
müesseseleri ve bunların nasıl çalışacaklarını anlatıyor. Meselâ bir «Merkezi
İş Bürosu» olacak ve memleketteki her türlü işçi ihtiyacını orası
karşılayacak. Bütün çiftlikler telefon şebekesi içine alınacak, «Filan güne
1000 tarla işçisi lâzım» diye bir çiftlikten talep geldiğinde, merkez askerlikte
cepheye sevkiyat yapar gibi bu bin kişiyi ihtiyaç olan çiftliğe sevkedecek.
Bunun yanında yardımcıya ihtiyacı olan bir terzinin veya kunduracının da
istediğini bulup temin edecek.
Memleketin filan yerine bir şeker fabrikası kurulmalı, veya falanca
yerdeki maden işletilmeli, yahut filan yerde petrol araştırmaları yapılmalı
şeklindeki kararları verebilecek selahiyetli bir ekip bulunmalı.
Sermaye hareketleri ve kredi meseleleri tek merkezden ve âmmenin menfaatine
en uygun şekilde tek merkezden ayarlanmalı, ayarlanacak.
Bütün Yahudileri müştereken ilgilendiren hususlarda sırf kendi zengin olmak
için çalışanların, çalışacak olanların vay haline. Bu gibiler en sert şekilde
cezalandırılacaktır.
Biz, bütün Siyonistler birleşeceğiz.
Zorlu mücadeleler yapacağız: İnsafsız bir firavunla, düşmanlarla ve
bilhassa kendi kendimizle. Altın Buzağı! [[9]]...
Temmuz ayının ilk haftasına ait notlarında artık Baron Hirsch’e önem
vermemeye başladığını görüyoruz. Dr. Herzl artık ondan çok daha zengin,
milyarder bir Yahudiye yaklaşmayı düşünmektedir. Bu, servetleri ve yaşayışları
dillere destan, Londra ve Paris’in en zengin ailesi, Rothscild âilesidir.
Kendisi bu düşüncesini, meşhur kumandan Moltke’nin yüz bulmadığı Danimarkayı
bırakıp Prusya’ya geçişine benzetmektedir. «Eğer ayni zamanda Rothschild’i
kazanırsam artık zavallı Baron Hirsch’i bir kenara atmak istemem. Ona bir yerde
ikinci başkanlık veririm. Bu, benim plânımla ilgilenmesi ve geçmişte
Yahudilere yaptığı hizmetlerin mükâfatı olur. Onu ve diğer büyük Yahudileri bir
çatı altmda toplamayı çok daha tercih ederim.
Önce «Cemiyet»in yüksek idare konseyi gelir, sonra buraya bağlı olarak
Camondos ve Mendelsohn’un [[10]] başkanlıklarında alt komiteler kurulur.
Rothschild’leri ve diğer zengin Yahudileri tarihî vazifelerine
çağıracağım, bütün iyi niyetli insanları bir araya toplayacağım.
*
* *
Viyanadan Paris’e gidip dönmem tarihî bir zaruretti. Bu şekilde hicret
etmenin ne demek olduğunu öğrenmiş oldum. Güdemann [[11]] : Seni başşehrin başrahibi yapacağım. Eğer
Rotchild’ler istemezlerse, meseleyi bütün Yahudi camiasının önüne
getireceğim. Bunun Rothcild’ler için de dezavantajı var, herkesin vaziyeti
bilmesi fırtınalar yaratacaktır. Bunu muhakkak başaracağım, zira kalemim
bugüne kadar temiz kaldı ve bundan sonra da satılmayacaktır. Rotschildlere asla
bağlı değilim, ben onları sadece bir odak noktası olarak kullanmayı tercih
ederim. Zira lazım olan bütün parayı, sırf kalem kuvveti ile yarım günde
toplayabilirim.
*
* *
Hiçbir Yahudi dışarıda bırakılmaksızın, kabiliyet ve kapasitesine göre bir
işte kullanılmalı.
Yirmi yıl içinde, erkekleri birer asker olarak yetiştirmeliyim, fakat
profesyonel bir ordu. Kuvvetli. Erkek nüfusun onda biri. Bundan daha aşağısı
olmaz. Onlara hür olmayı, kuvvetli olmayı ve ihtiyaç vukuunda öncü olarak
hizmete hazır olmayı öğreteceğim. Eğitim faaliyetleri sırasında onlara vatan
şarkıları, Makabiler, din, kahramanlık öyküleri v.s. öğretilecektir. Goldmark,
Brüll ve diğer Yahudi kompozitörleri tarafından popüler şarkılar
hazırlanacaktır.
Biz muhtemelen Venedik’in gittiği yoldan giderek devlet tesis edeceğiz,
fakat onların tecrübelerinden faydalanıp ayni akıbete uğramıyacağız. Eğer
Rothschild’ler bize iltihak ederlerse birinci «Doj» onlardan biri olacaktır.
Ben asla ve kafa doj olmayacağım, ben devleti kendi şahsî hayatımdan tamamen
ayrı tutacağım, vazife almayacağım.
Birinci nokta : Meseleyi Rothschild’ler olsa da olmasa da halledeceğim.
İkinci nokta : Eğer onlarla birlikte yapamazsam, onlara rağmen yine
halledeceğim.
*
* *
Tulieries’de büyük hukukçu ve devlet adamı Leon Gambettanın heykelinin önü.
Yahudilerin benim için bundan daha güzelini yapacaklarını ümit ederim.
Bir toprak parçası için karar verip, onun şimdiki malik ve hâkimi ile
anlaşma yapar yapmaz, bütün büyük kuvvetlerle tarafsızlık konusunda diplomatik
faaliyete başlarız.
Alman Kayzer’i bana şöyle söylese : Eğer bu bize karışmamış olan kavminin
başına geçip onları buradan çıkarırsan sana müteşekkir olurum.
Bu bana otorite kazandırır ve Yahudiler üzerinde büyük tesir bırakır.
İlk senatörümüz babam olacaktır.
Senatoya bizimle birlikte gelen bütün ileri gelen Yahudiler gireceklerdir.
*
* *
Birinci adım : Rothschildler
İkinci adım : Orta derecedeki milyonerler
Üçüncü adım : Halk. Eğer bu mertebeye gelebilirsem, ilk ikidekiler bir
günde iltihak ederler.
8 Haziran
Şehirlerimizi yaparken önce kanalizasyon, su, gaz v.s. yi halletmeliyiz.
Sadece Paris, Floransa veya başka birini kopya etmemeliyiz, huzur ve hürriyet
ifade eden bir Yahudi stili de ortaya koymalıyız. Kasabalar arasında boşluklar
bırakılmalı, her kasaba büyük ve bakımlı bir bahçe içindeki büyük bir ev gibi
görünmelidir.
Rothschild aile meclisine :
Siz bir fakire 100 frank verirsiniz. Benim hiçbir şeyim olmasa bile ben
ona bir iş veririm. En kötü ihtimal benim o yüz frangı kaybetmemdir, ama ben
böylece faydalı bir varlık meydana getiririm, siz ise bu usulünüzle ancak bir
dilenci yaratmış olursunuz. Oysa ben bir iş vermekle ayni zamanda bir de pazar
edinmiş olurum.
9 Haziran
Salo ve Güdemann [[12]] bana birer rapor hazırlıyacaklar. Güdemann moral ve politik bakımdan
Yahudi aleyhdarlığı konusunda bildiklerini bir araya getirecek. Salo ise
Yahudilerin içinde bulundukları şartları, mülklerin ve servetlerin dağılışını,
Yahudilerin bulundukları devletlerdeki durumlarını, iş muhit ve merkezlerini
tespit edecek.
10 Haziran
Rothschild aile meclisine :
Kavmimizin ananevi iç ağrısını dindirmek için bir hamle de ben yapıyorum.
Onların başına geçip Mev’ûd Arza götüreceğim. Bunu bir fantezi zannetmeyiniz.
Ben havada kale inşa eden bir mimar değilim. Ben gerçek bir ev inşa ediyorum.
Bunun malzemesini gözlerinizle görebilir, ellerinizle dokunabilirsiniz.
*
* *
İstikbaldeki bir Avrupa savaşı bizim teşebbüsümüze bir zarar vermez,
bilakis faydalı olur. Zira bütün Yahudiler bütün varlıkları ile karşı tarafa,
emîn olan tarafa geçiverirler.
*
* *
11 Haziran
Güney Amerikaya gidebiliriz. Orasının birçok avantajları var, üstelik
silahlı ve mendebur Avrupadan da uzaktır. İlk devletimizin anlaşmaları da
Güney Amerika cumhuriyetleri ile yapılır. Onlara bölgede bize verecekleri
haklar ve garantilere karşılık borç verebiliriz.
Başlangıçta onların müsaadelerine muhtacız. Tedricen kuvvetlenir ve
ihtiyacımız olan herşeyi kendimiz temin eder ve kendi kendimizi de
savunabiliriz.
Bir Güney Amerika ve bir de Avrupa politikamız olur.
Eğer Güney Amerikada olursak, orada kuracağımız devlet hayli uzun bir
müddet Avrupa tarafından mütalea dahi edilmez-
*
* *
Eğer Rothschildleri ve orta dereceli milyonerleri cezbedemezsem, bütün
plânımı bir kitap halinde neşrederim: «Yahudi Meselesinin Halli» (The Solution
of the Jewish Question). Giriş kısmında da Hirsch’ten itibaren bütün olup
bitenleri Yahudi efkârına naklederim.
*
* *
Hicret etmek? Ama nereye? İsviçreye mi? Yahudilere karşı dünyada ilk
kanunu çıkaran memlekete mi?
Nereye? Bu soru beni içten içe perişan ediyor.
*
* *
Tanınmış romancı A. Daudet, bu Yahudi kampanyamı bir roman haline koyup
koymayacağımı sordu. Bana «Uncle Tom’s Cabin» adlı romanı misal gösterdi.
11 Haziran, Güdemann’a mektup
Aziz Doktor Güdemann,
Bu mektup sizi söylenenler ve söylenmeyenler bakımından iki cihetle
şaşırtacaktır.
Ben, bütün Yahudilerin lideri olmaya karar verdim ve şimdi senden
soruyorum, benim yardımcım olur musun olmaz mısın?
Birinci işiniz yalnız Viyadaki değil Avusturya-Macaristan, Almanya, Rusya,
Romanya v.s. memleketlerdeki Yahudilerin halihazır moral ve politik durumları
hakkında bir rapor hazırlamak olacaktır. Bu raporun çok dakik istatistiklere
dayanarak hazırlanması şart değil, bu şekil çok uzun vaktinizi alır. Bana bir
kaç gün içerisinde ana hatları ile bildirin, eksiklerini sonra telafi
edersiniz. Siz bu mevzularla ötedenberi ilgilendiğiniz için hemen
hazırlayabilirsiniz. Yalnız eğer bunu birisine dikte ederek yazdıracaksanız,
aman o kimse bunun ne için yazıldığını bilmesin.
Size muhaberemizi son derece gizli tutmanızı rica edeceğim. Konu son
derece önemli ve ciddidir. Ciddiyeti şuradan anlayın ki ben ne ana babama ve
ne de en yakın akrabama bu hususta tek kelime söylemiş değilim.
Yukarıda bahsettiğim raporu bana 18 Haziran Salı günü, Geneva (Cenevre)
gölü yanındaki kahvede, tabii bana yardıma karar vermişseniz, verirsiniz. Caux
kahvesinde göreceksiniz ki benim bir dünya işleri ile bir de ahiret işleri ile
meşgul iki yardımcıya ihtiyacım var. Dünyevî işler için Bay Salo’yu seçtim,
zannederim kendisini çok iyi tanırsınız. Ona geçen Perşembe, ayın altısında
yazdım. Cevabının dün veya bugün gelmesi lazımdı. Maamafih daha fazla
bekleyecek değilim.
Kararınızı verir vermez lütfen bana telgraf çekiniz. Eğer cevabınız müsbet
ise «Kabul», değilse «Müteessirim, imkânsız» şeklinde bildiriniz. Eğer Salo’dan
ses çıkmazsa onun yerine birini seçmeyi size bırakacağım. Eğer siz de
katılmıyorsanız, o zaman babama danışacağım.
Caux’ta sizi bir vazife bekliyor. Bizim zavallı, talihsiz kardeşlerimiz
için büyük bir plânım var. Lütfen gelin.
Derin saygılarımın kabulü ricasiyle,
Hürmetkarınız Theodor Herzl 37, rue Cambon
*
* *
11 Haziran
Hirsch’e yazdığım mektupta «Benim yaşım olan 35 içerisinde iken Fransa’da
Napolyon İmparator olmuştu ve ayni yaşta kimseler başvekillik ediyorlardı»
demiştim. Kullandığım ifadenin kötü olduğunu ve bundan benim bir megaloman
olduğum sonucuna varılabileceğini düşünüyorum. Oysa ben sadece, benim de
politikaya atılmaya ve böyle şeyleri düşünmeye hakkım olduğunu ifade etmek
istemiştim.
*
* *
Fahişelik konusu :
Bu konunun derhal halledilmesi için bir yol görünmüyor. Pederşahi aile
tipine gidilerek, erken evlenme teşvik ve bu gibilere tatminkâr ücretli iş
temin edilirse, bunlara birer ev temin edilirse... böylece ortadan
kaldırılabilirler. Kadın pazarlarına paydos demeliyiz.
*
* *
14 Haziran
Mev’ûd Arz! Orada bizim bütün haklarımız olarak, hür insanlar olarak
yaşayacak, kendi vatanımızda huzur içinde öleceğiz. «Yahudi!» hitabı bugünkü
hakaret anlamını kaybedecek, «Alman» veya «İngiliz» yahut «Fransız» denildiği,
kullanıldığı gibi kullanılacak.
Bayrağımız olacak. Belki şöyle bir bayrak, beyaz zemin üstünde yedi altın
yıldız.. Beyaz zemin bizim yeni, temiz hayatımızı, yedi yıldız da, günde yedi
saat çalışma prensibini temsil edecek. Çalışma, içtihad etme sancağının
altında Mev’ûd Arza gireceğiz.
*
* *
[13] Haziran
Bugün Güdemann’dan telgraf aldım :
«Seyahat yapamam. Salo da Kuzey Cape’de, mektup postada, Pazar günü
Baden’e gidiyorum — Güdemann».
Evet, Yahudilerin alakalarını çekmek güç olacak, fakat olacak. Kendimde
devlerin gücünü hissediyorum.
15 Haziran
Bugün terkedilmiş bir münzevi adamım, fakat belki yarın yüzbinlerin fikrî
lideri olacağım.
Orta sınıf milyonerlere temsilcilerimi göndereceğim: Schiff, Goldmann, Wolf
Schulmann.
Kalplerinde birazcık Yahudilik kalmış olan milyonerlerin bir rabbi [*] ile
temas etmesini isteyeceğim. Rabbi onlara benim vaazımı okuyacaktır. Bizimle
beraber olmak istemeyen rabbiler terkedilecektir, fakat program yürütülecektir.
Rabbiler benim düşündüğüm teşkilatın direkleri olacaklardır. Halkı onlar
harekete geçirecek ve bilgiyi onlar vereceklerdir. Bu hizmetlerinin karşılığı
olarak da ileride devlete bağlı ve daima himaye altında bulunan bir teşkilat
haline getirileceklerdir.
16 Haziran, 1895
Bugünler birkaç defa aklımı kaçırıyorum zannettim ve bundan korktum.
İnsanın düşündüklerini yapmasına bir ömür yetmez ki. Fakat arkamda manevî bir
miras bırakacağım. Kime? Bütün insanlara. İnsanlığın en büyük hayırhahları
arasında sayılacağıma inanıyorum. Yoksa bu bile bir megalomani mi?
*
* *
Paris’te Neue Freire Presse’in muhabiri bulunduğu sıralarda Dr. Herzl daha
pek çok faaliyet gösterir. Mektupla, ziyaretle, karşılıklı konuşma ile, araya
başkalarını koyarak birçok kimseyi kendi fikrine meylettirir. Bunlar arasında
rabbiler (haham), bankerler, banka müdürleri, kömür madenleri sahipleri,
gazete sahipleri, diplomatlar, askerler vardır. Meselâ İngiliz Yahudilerinden
Albay Goldsmith (ki kendisi İngilteredeki Hovevey Siyon cemiyetinin de
kurucusudur) hemen gemi tedarik edilerek Filistin’in yeniden ele geçirilmesine
girişilmesini tavsiye eder.
Rothschildlerin davaya celbedilmesi için, kendisi reddedilmek ihtimali
olduğu için doğrudan doğruya harekete geçmez, fakat uzun, bir rapor hazırlar ve
bir din adamı tarafından ailenin reisi olan Albert Rothschild’e okunmasını
temine uğraşır.
Viyanada belediye reisi seçimini çetin bir Yahudi düşmanı kazanır. Buna
üzülür. Öte taraftan Avusturya başvekili Kont Badeni ile gizli temas kurar ve
onu el altından desteklemeye söz verir. Doğrudan doğruya Prens Bismarck’a
mektup yazarak Yahudilerin hicret etmeleri konusundaki fikirlerini anlatır.
Günlerce, heyecan içinde mektubuna cevap bekler, fakat bir türlü gelmez.
Kasımda Viyanada, gazetesinde ve bu faaliyetler içinde iken ilk defa Türkiye
hakkında bir görüşünü not eder.
Viyana, 10 Kasım 1895
Türkiyede telaş. Acaba Şark Meselesi Türkiyenin bölünmesi suretiyle bir
hal şekline bağlanamaz mı? Avrupa kongresinde mümkündür ki (Belçika veya
İsviçre gibi) tarafsız fakat bize ait olacak bir toprak parçası da biz alalım.
Paris, 16 Kasım
Başhaham Zadoc Kahn ile konuştum. Ona plânım hakkında hazırladığım risaleyi
okudum. Sonuna kadar dinledi veya öyle göründü. Sonra kendisinin de bir
Siyonist olduğunu itiraf etti, ama Fransaya da bağlı olduğunu söyledi.
Evet, bir insan Siyon ile Fransa’dan birini seçmek zorundadır.
Baş Haham «küçük» bir Yahudi. Eğer ciddi bir yardımını görürsem doğrusu
şaşarım.
17 Kasım
Bizim gazetenin naşiri Benedikt’ten sonra, beni en iyi olarak anlayanların
İkincisidir. Her zaman benimle beraber olacağına emin olduğum bir kimse.
İleride devletimiz kurulduğu zaman iyi bir akademi başkanı ve Maarif vekili
olabilir. Londraya gitmeyi düşündüğüm zaman bana Yahudi yazarların, artistlerin
devam ettikleri Maccabean kulübüne gitmemi tavsiye etti.
Londra, 23 Kasım
Tanınmış İngiliz Yahudisi, banker Sir Samuel Montagu’nun evindeyim. Evde
herşey kitabın yazdığı şekilde yenilip içiliyor. Bana, kendisini bir ingilizden
ziyade İsrailli hissettiğini ifade ile bütün ailesiyle Filistine yerleşeceğini
söyledi. Eski devirlerde olduğundan çok daha geniş bir Filistin..
Kardif, 25 Kasım
Albay Goldsmith’le beraberim.
İstasyona vardığımda beni üniforma giymiş olarak karşıladı. Orta boylu,
küçük siyah sakallı, kara gözlü, zeki, sempatik bir İngiliz Yahudisi.
İstasyonun arkasına bıraktığı tek atlı arabasına bindiğimiz zaman bana
neş’eli bir ifadeyle: «İsrailin bağımsızlığı için uğraşacağız» dedi. Sonra
bana Kardif ve civar bölgenin kumandanı olduğunu söyleyip şehir hakkında
izahat verdi.
Evde karısı ve Rahel ve Karmel adlı iki kızı ile tanıştım. Yemekten sonra
Albay’a planımı okudum. Almancası mükemmel olmadığı için bütün teferruatını
anlamadı ama «Bu benim hayatımın fikridir» dedi.
Bulunduğu mevki itibariyle harekette herhangi bir liderlik almasına imkân
olmadığını, fakat hareket başladıktan sonra Britanyayı terkederek Yahudi
hizmetine girebileceğini belirtti. Konuşurken «Yahudi» yerine «İsrailli»
demeye bilhassa dikkat ediyordu. Çünkü «İsrail» kelimesi bütün kabileleri içine
alıyordu. Bana «Hovevey Siyon» [[15]] un oniki kabileyi temsil eden oniki işaretli bayrağını gösterdi. Ben de
ona yedi yıldızlı bayrak fikrim hakkında izahat verdim.
Tam anlaştık, ben onu, o da beni anladı. Harikulade bir insan. Başka
albayların da bulunduğu akşam yemeğinden sonra ikimiz bir odaya çekildik. Bana
orada hayat hikayesini anlattı :
«Benim adım Daniel Deronda’dır. Hıristiyan olarak doğdum. Annem ve babam
hıristiyanlığa Yahudilikten dönmedir. Bunu Hindistanda iken öğrendim ve
ecdadımın itikadına dönmeye karar verdim. O sırada teğmendim, tekrar Yahudi
dinine intisap ettim. Şimdiki karım da Yahudi asıllı hıristiyandı. Onunla
İskoçya’da medenî nikahla evlenmiştik. Sonra o da dinini değiştirmeye karar
verdi ve bir Sinagogta tekrar evlendik. Ben ortadoks Yahudiyim. Bu bana
îngilterede hiçbir zorluk çıkarmadı. Kızlarım da tam bir dini terbiye görüyor
ve daha şimdiden ibranice öğreniyorlar.»
Onun Hirsch adına Güney Amerikaya gidişi de bir roman kadar renkli. Oraları
ve şartlarını gördükten sonra vardığı sonuç şu: Sadece Filistin bizim
vatanımız olabilir. Kanaatine göre dindar ingilizler de biz Filistine gitmek
istersek yardım edeceklerdir. Çünkü onlara göre Mesih, ancak Yahudilerin
Filistine gitmelerinden sonra r ü c u edecektir.
Goldsmith ile kendimi birdenbire başka bir dünyada buldum. Tıpkı Mantagu
gibi o da eskisinden daha büyük bir Filistin düşünüyor.
26 Kasım, Kardif
Albay Goldsmith’e elveda. Onu bir kardeş gibi tutacağım.
Ayni gün akşam Londra
«Jewish Chronicle» # gazetesinden Asher Myers, Hovevey Siyon
sekreteri Dr. Hirsch ve ressam Solomon ile buluştum.
Myers bana «Ahdi Atikle münasebetiniz ne durumda?» diye sordu. Ben «Ben hür
düşünceliyim ve kavmimiz de öyle olmalıdır. Bırakalım bu yolda herkes kendi
kurtuluş yolunu bulsun» dedim.
Sonra konuşmalar dağıldı. Rothschild, Mocatta, Montefiore gibi büyük
zenginlerin mutlaka elde edilmesi ileri sürüldü.
Myers: «Sen bu uğurda şehid olabilirsin. Dindar Yahudiler senin peşinden
gelirler, ama sen son derecede kötü bir dindarsın. Bunu düşünmen lazım. Sonra
Yahudiler hiçbir zaman Arjantine gitmek istemezler, onların istedikleri yer F i
1 i s t i n ’dir» dedi.
Gazetesinde neşredilmek üzere fikirlerimin bir özetini yazmamı istedi.
Bunlar iyi güzel şeyler ama, Londrada istediğim gibi bir merkez kuramadım.
Maamafih Rev. Singer benim Londra temsilcim olarak kalacak.
Viyana, 18 Ocak 1896
Bugün Londradan Schidrowitz’den aldığım telgrafta Jewish Chronicle’de
«Yahudi Meselesinin Halli» konusundaki yazımın çıktığı bildiriliyor. Halk
efkârı arenasına ilk adım.
19 Ocak
Bugün naşir Breitenstein ile kontrat imzaladım. Nihayet bitirebildiğim
metinden birkaç sahifeyi okuduğum zaman çok heyecanlandı. Kitabın başlığını
değiştirdim: Der Judenstaat (Yahudi Devleti) yaptım.
Bugün vazifesini tamamlamış bir kimsenin huzurunu duyuyorum. Büyük bir
muvaffakiyet beklemiyorum. Şimdi rahatça edebî projelerime bakabilirim.
Herşeyden önce «Ghetto» piyesim üzerinde yeniden çalışacağım.
22 Ocak
Makalenin akisleri gelmeye başladı. Prag’dan rabbi A. Kaminka beni
Avusturyada bir millî Yahudi partisi kurmaya teşvik ediyor. Ona, şahsen
politikanın dışında kalmak kararında olduğum cevabını gönderdim.
24 Ocak
Mahalli Yahudi Cemaati sekreteri Dr. Lieben bugün daireme geldi. Jewish Chronicle’da
intişar eden ütopyanın sahibinin ben olup olmadığım hususunda suale maruz
kalmış. Karşılıklı konuştuk. Milliyetçi bir Yahudi olduğumu söylediğim zaman
«Bu kendini inandırdığın birşey» dedi.
2 Şubat
Prater’de Güdemann ile karşılaştım. «Şimdi seni düşünüyordum» dedi «Ne
kadar büyük bir iş yaptığının sen farkında değilsin[16].
Bundan sonraki iki hafta,
çalıştığı Neue Freie Presse gazetesi sahibi ile mücadele içinde geçer.
Gazetenin sahipleri Yahudi olmakla beraber, Avusturyada liberallerin organı ve
en çok satan bir gazete durumunda bulunduklarından Dr. Herzl’in «Yahudi
Devleti» adlı kitabının tefrika edilmesi teklifine karşı koydukları gibi, onu
bu kitabı neşretmekten de alıkoymak isterler. Böyle bir kitabın üstünde imzası
bulunduğu için doğması muhtemel mahzurlar ve reaksiyonlar sebebiyle gazetenin
zarar göreceğini söylerler. Vazgeçmesi için para verebileceklerini ima ederler.
O, asla vazgeçmeyeceğini söyler.
Müsvetteleri verdiği naşir de kendisine müstakbel tehlike ve risklerden
bahseder fakat yolundan döndüremez.
Bu arada Viyana’da bir bankanın
müdürü olan Dessauer kitabın yayınlanmasında zarar değil fayda gördüğünü ifade
ederek ona cesaret verir. Şehir parkında karlar üzerinde müstakbel Yahudi D e
v 1 e t ini hayal ederler. Bu devletin elli yıl içinde [*] kurulabileceğini,
bunun büyük bir devlet olacağını, kuvvetinin, İngiltere misalinde olduğu gibi,
nüfus fazlalığından değil zekâdan ileri geleceğini düşünürler. Yahudilerin
istikbalde insanlık için neler yapabileceğini tahayyül ederler.
Bir salonda toplanan Yahudi öğrenciler Dr. Herzl’i davet ederler. Orada
heyecanla karşılanır. Onlara bir saatten fazla zaman hitabeder, fikirlerini
anlatır. Tam beklediği gibi büyük bir başarı kazanır. Öğrenciler kendisiyle
beraber ve peşinde olduklarını ifade ederler.
Nihayet eser basılır ve ilk 500 nüsha paketlenmiş olarak eline geçer. Artık
ok yaydan çıkmıştır. Hayatının bir dönüm noktasındadır. Eskiden tanıdığı bir
balıkçının söylediği bir sözü hatırlar: «Calibi dikkattir, insan asla ümitsiz
olmaz»...
Babası, kitabın vitrinlerde teşhir edildiği haberini getirir. Bütün
dostlarının hemen ortadan kaybolduklarını farkeder. Herkes kitabın uyandıracağı
yankıyı görüp ona göre davranmak üzere bir kenara çekilmiştir. Yanında yalnız
babası, bir kaya gibi sağlam ve dimdik durmakta ve ona destek olmaktadır.
Neşri takibeden bir kaç gün içinde yankılar gelmeye başlar. Üniversite
profesörlerinden Siegmund Feilbogen bu kitabın Siyonist edebiyatının o zamana
kadar görülen en dikkate değer eseri olduğunu ifade eder. Talebe ve esnaf
teşekküllerinden konuşma yapmak üzere davetler başlar. Yankıların büyük
çoğunluğu müsbettir. Her Yahudi kitapta ortaya atılan fikrin azameti karşısında
şaşırmaktadır. Dr. Landau [[17]] hareketin fikriyatını yaymak ve Dr. Herzl’in organı olmak üzere haftalık
bir mecmua çıkarılması teklifini ortaya atar.
Dr. Landau’nun «güzel» bir fikri vardır: Correspondance de L’est gazetesi
naşiri Newlinsky [[18]] ile temas sağlamak. Bu zat türklerin sultanı Abdülhamid ile dost olduğuna
göre, rüşvet karşılığı onlara üzerinde hükümran olacakları bir toprak parçası
temin edebilir.
23 Şubat
Halk tiyatrosu’nda birçok gazeteci ile konuştum. Şehir hep benim kitaptan
bahsediyor. Bazıları tebessüm ediyor ve hatta gülüyorlar ama kitap genellikle
bir tesir bırakmış görünüyor.
Hermann Bahr bana karşıt olarak yazı yazacağını söyledi, zira insanlar
Yahudisiz edemezlermiş!
Dr. Landau burada idi. Yahudi Devleti’nde ziraat bölümünü ihmal ettiğim
kanaatinde. Cevap basit: Elbette ziraat kooperatiflerimiz ve küçük ziraî
endüstrimiz olacak.
Sonra «dil» konusunu görüştük. Landau birçok siyonistler gibi müstakbel
konuşma dilimizin «îbranice» olması fikrinde. Bence ana dil hiçbir zorlama
olmadan kendisini kabül ettiren dil olmalıdır. Eğer biz bir Yeni-İbrani devleti
kurarsak tıpkı yunanlılara benzeriz. Kendimizi linguistik bir ghetto içine
hapsetmemeliyiz, bütün dünya bizim olmalıdır.
Viyana’da bana takılıyorlar. Julius Bauer şöyle diyor: «Pekala Filistin’e
gidelim, ama ben başında Büyük Herzl’in bulunacağı bir cumhuriyet istiyorum».
27 Şubat
Daily Chronicle gazetesinde benim «Yahudi Devleti» dolayısiyle ressam
Holman Hunt ve milyoner Sir Samuel Montagu ile yapılmış bir röportaj
yayınlandı.
Montagu’ye göre birisi Filistini Türklerin Sultanından iki milyon altına
alabilir.
28 Şubat
Viyana Şehir Meclisi için dün yapılan seçimlerin sonuçları beni haklı
çıkardı. Eylülden beri Yahudi aleyhdarı reyler tedricen artıyor. Heryerde,
hatta liberallerin «kale»lerinde, İçşehir ve Leopoldstadt’da bile vaziyet ayni.
*
* *
Viyana Yahudilerinden Dr. J. Gans-Ludassy, filozof Theodor Gomperz, «Yahudi
Devleti» ile «Siyonizm» aleyhine belli başlı gazetelerde yayınlarda
bulunurlarken, siyonist olarak tanınmış Birnbaum, J. Kohn, Landau gibi
yakınları da biribirlerine düşerler. «Kadîma» cemiyeti, ayni gaye için kurulmuş
«Gamala» aleyhine çalışır. Meselâ Birnbaum kendi sosyalist görüşleri etrafında
birleşilmesi kanaatindedir. Filistinde sosyalist lider olmayı
tahayyül eder. Dr. Herzl «Daha memleketi ele geçirmeden onu parçalamaya
başlıyoruz» diye hayıflanır. Oysa adı geçen Birnbaum «Siyonizm» tabirini ilk
defa ortaya atan, «Siyonizm»den önce «Hovevey Siyon» teşkilatını kuran, Berlin’deki
meşhur «Siyon» (Zion) dergisini çıkaran kimsedir.
Mahallî siyonistler, Berlindeki «Genç İsrail» derneği kendisini
tartışmaya, görüşlerini savunmağa çağırırlar, reddeder. Öte yandan Sofya Baş
Haham’ı Dr. Herzl’i Mesih olarak tanıdığını beyan eder. Büyük Yahudi
topluluklarına bulgar ve İspanyol dillerinde onun yazıları ve fikirleri
konusunda açıklamalar yayınlar.
Bu sıralarda Viyanadaki İngiltere Sefarethanesi papazı William Hechler ile
tanışır. Bu papaz eski metinlerden çıkardığı cümlelere ebced hesabı ile
anlamlar verip sonuçlar çıkarması ile tanınmıştır. Ona göre Dr. Herzl beklenen
adam dır. İkinci İslâm halîfesi Hazreti Ömer’in hilâfet yıllarından (637-638)
42 nübüvvet ayı (yani 1260 yıl) geçince Filistin Yahudiler tarafından ele
geçirilecektir ki bu tarih 1897 veya 1898 yılma tekabül etmektedir. Bu sebeple
Herzl’in kitabına ve onun Filistini kurtaracağına iman etmektedir. Onun
Filistini ele geçirmesinin akabinde de hıristiyanların beklediği Mesih (yani
Hz. İsa) rücü edecektir. Ona elinden gelen yardımı yapmaya âmadedir. Alman
Kayzerinden veya Baden dükünden hemen randevu alıp kendisini konuşturabilecek
durumdadır.
Yahudiler arasında Dr. Herzl için bir kaynaşma vardır. Bulgar Yahudileri
kendisini m e s i h olarak selamlarken, Viyana Üniversitesi profesörlerinden
bir «ırkdaşı» ona «Sahte Mesih Şabtay Sivi»den bahseder. Onun Yahudileri nasıl dolandırdığını, istismar ettiğini anlatır. Gerçekten
Şabtay Sivi 17 nci asırda İzmir’de zuhur edip «mesihliğini» ilân ile
Yahudilerin başına geçmiş, paralar toplamış, sonra Osmanlı İmparatorunun idam
edeceği korkusu ile müslüman olmuş, Türkiye ve Balkanlarda ona bel bağlamış
onbinlerce Yahudiyi yüz üstü bırakmıştı. Halen Türkiyedeki «Dönmeler» onun —
tabir caizse— yadigârıdır. Bir defa ağızları yanmış olan Yahudiler, kendilerini
Filistine götüreceğini vadeden Herzl’i haklı olarak şüphe ile
karşılamaktadırlar.
Viyana Siyon cemiyetinden Dr. Schnirer ve Dr. Kokesch ziyaretine gelirler
ve faaliyetine gizli olarak ve cemiyet adına devam etmesi teklifini getirirler.
Bütün dünyadaki Yahudi aydınları arasında irtibat kurulması ve bunun merkezi
olarak da 15-20 kişilik bir ekip çıkarılması görüşündedirler. Bunların her biri
diğer memleketlerdeki arkadaşları ile temas kuracak ve böylece binlerce «imza»
biraraya getirilecektir. Bunu Dr. Herzl olumlu karşılar.
İngiliz sefarethanesi papazı W. Hechler nihayet Baden Grandükası ile
konuşmuş ve Dr. Herzl için bir randevu almıştır. Grandük Alman
İmparatorluğunun kuruluşunda söz sahibi olmuş ve Kayzer’in müşavirlerinden
başlıcası olmakla tanınmıştır. Herzl’i makamında kabul eder, saatlerce
konuşurlar. Yahudilerin ayrılması ile hasıl olacak krizlerden, halkın göstereceği
reaksiyondan v.s. bahsederler. Herzl bu hususta Kayzer’in alakasını çekmesini
ister. Eğer büyükleri bu konu üzerinde meşgul ederse Yahudiler de kendi
etrafında toplanacaklar ve çalışması çok daha kolay ve verimli olacaktır.
Böylece bir yandan kendisini bütün Yahudilere kabul ettirmeye uğraşırken bir
yandan da Filistini elde etme çarelerini aramaktadır. Akla ilk gelen hal çaresi
dış borçlar ve mali imkânsızlıklar içerisinde çırpınan Türkiye’ye birkaç
milyon altın sarfederek Filistini almaktır. Grandükle konuşma şöyle devam
eder:
Karlsruhe, 23 Nisan 1896
Grandük — Her halü kârda bu proje muvaffak olur, fakat bunu halka maletmek
lazımdır.
Bundan sonra bana Türk sultanı ile bu hususta temasa geçip geçmediğimi
sordu. Ben Newlinsky’yi düşünerek «Birisinin sultanla konuşacağını» söyledim.
Bu noktada benim projemin
«Şark»a getireceği avantajları sayıp dökmeğe başladım. Eğer Türkiye eninde
sonunda parçalanırsa Filistinde bir tampon devlet meydana getirilebilir.
Maamafih Türkiyenin korunması için çok şey yapabiliriz. Sultan’ın (yani İkinci
Abdülhamid) mali işlerini düzeltebilir ve bunun karşılığı olarak, onun için pek
de mühim değeri olmayan bu bölgeye dönüp yerleşebiliriz.
Grandük önce Filistine birkaçyüzbin Yahudi gönderip, meseleyi sonra ortaya
atmanın daha iyi olup olmayacağını sordu. Ben, bunun aleyhinde olduğumu ifade
ettim. O takdirde bu Yahudiler Sultan tarafından âsi veya ihtilalci olarak
kabul edileceklerdir. «Oysa ben herşey i apaçık ve tamamen hukuk kaideleri
içinde yapmak, halletmek istiyorum» dedim.
Sonra Yahudi Devletinin Avrupaya sağlayacağı faydaları saymaya başladım.
Biz şarkın fesat ocağını ıslah edebiliriz. Asyaya doğru demiryolları,
karayolları inşa edebiliriz. Bu yollar hiçbir «Büyük Kuvvet »in elinde olmaz.
Grandük: «Bu Mısır problemini de halleder. İngiltere Hind yolu üzerinde
olması sebebiyle Mısır üzerinde durmaktadır. Bu sebeple de Mısır ettiğinden
daha pahalıya gelmektedir».
Burada Hechler söze karıştı: «Rusyanm Filistin üzerinde emelleri olabilir
mi?»
Grandük: «Zannetmem. Daha uzun müddet Uzakdoğu Rusyaya yetecektir.»
Ben sordum: «Majesteleri bendenizin Çar tarafından kabul edilmekliğimi
mümkün görürler mi?»
Aldığım son raporlara göre Çar sadece zaruret olduğu zamanlarda temas
ettiği nazırlarından başka kimse ile görüşmemektedir. Maamafih birisi senin
kitabını Çarın görmesini temin edebilir. Zannederim Çarın Yahudilere karşı bir
düşmanlığı yoktur, ama tabii herşeyden önce kendi milletinin çıkarlarını
düşünecektir. Bir imparator daima mutlak hareket etmez.»
Grandükle konuşmamız ikibuçuk saatten fazla sürdü. Onu tamamen kazandığım
kanaatindeyim. Ayrılırken «Hedefime ulaşmamı ve başarı kazanmamı» temenni etti.
Viyana, 26 Nisan 1896
Orient Ekspresle Hechlerle birlikte döndük. Trende hemen haritasını çıkardı
ve müstakbel devlet üzerinde konuşmaya başladık. Kuzey hududu Kapadokyaya bakan
(Kayseri civarının eski adı) dağlar, güneyi Süveyş Kanalı. Slogan da şu olacak:
Davud ve Süleyman’ın Filistini [[19]].
Budapeşte, 3 Mayıs 1896
İstanbul’da yayınlanan «Osmanische Post» gazetesinin editörü Dionys
Rosenfeld beni buraya çağırdı [[20]].
Kendisinin aracı olduğunu bildirdi. Sultan Abdülhamid’in yakınlarından
İzzet Bey ile arasının iyi olduğunu söyledi [[21]]. Ona birkaç cümle ile vaziyeti anlattım. Eğer Filistine sahip olursak
Türkiyeye ve bu işte aracılık edenlere muazzam iyiliklerimiz olacaktır. Asgari
şartımız burasının müstakil bir memleket olmasıdır. Bunun karşılığında
Türkiyenin malî meselelerini tesviye ederiz.
memlekette Sultana ait olan toprakları kanunun himayesi altına alacağız.
Rosenfeld, zamanın son derece müsait olduğunu, zira Türkiyenin ciddî malî
sıkıntılar içinde bulunduğunu söyledi. Maamafih kendisinin hükümranlıktan
vazgeçilebileceğine kani olmadığını, en iyisi Bulgaristan gibi bir statüye
gidilmesi olacağını ileri sürdü (Yani bir nevi muhtariyet). Ben bunu reddettim.
Rosenfeld İstanbul’a dönmekte acele ediyor. Benim için Sultan Abdülhamidden
bu Mayıs’ın sonuna doğru bir randevu temin edebileceğini söylüyor. Göreceğiz.
Her halü kârda İstanbul’a geleceğimi, fakat İzzet Beyin benim Sultanla
görüşmem hususunda garanti vermesini bildirdim.
Viyana, 7 Mayıs 1896
Bugün telefonum üzerine Newlinsky beni görmeye geldi.
İstanbul’a son seyahatinden önce benim «Yahudi Devleti»ni okumuş, bu konuda
Sultan Abdülhamid ile de konuştuğunu söyledi. Sultan Yeruşalaym’dan (Kudüs)
asla ayrılmayacağını, Ömer Camiinin daima müslümanlar elinde kalması gerektiğini
ifade etmiş.
«Bu güçlüğü hallederiz. Orasını müşterek bölge haline getiririz, bir
kimsenin değil herkesin olur, bütün müminlerin malı ve bir kültür ve ahlak
merkezi olur» dedim.
Newlinskiye göre Sultan Abdülhamid bize Anadoluda bir yeri çok geçmeden
verir. Onun için paranın önemi yoktur, paraya mutlak olarak hiç değer
vermemektedir. Fakat Sultanı kazanacak başka bir yol vardır: Onu Ermeni
Meselesinde desteklemek.
Newlinsky şu anda bile Sultan adına Brüksel, Paris ve Londra’daki ermeni
komiteleri ile temas için gizlice vazifelendirilmiş bulunmaktadır. Onları
sultanın hâkimiyetini kabule ikna edecektir, öyle ki Sultan, «Büyük Kuvvetler»in
tazyiki altında müsaade etmediği değişikliklere «rızası ile» muvafakat
edecektir.
Newlinsky bana, ermeni meselesinde Yahudilerin yardım etmesi karşılığında,
dönüşünde işlerinin hallinde Yahudilerden gördüğü yardımı Sultana anlatacağını
ve bu konuda Sultanın lütufkâr davranacağını söyledi.
Bu fikir bana birdenbire mükemmel göründü. Fakat yardımı boşuna
yapmayacağımızı, karşılığında Yahudi meselesinde müsbet icraat görmek
isteyeceğimizi bildirdim.
Bu konuda Newlinsky, ermenilerden bir mütareke temininden fazlasını teklif
etmiyor. Ermeni komiteleri temmuz içinde bir darbeye hazırlanmaktadırlar. Bir
ay daha beklemeye ikna edilebilirler. Biz bu müddeti Sultan Abdülhamid ile
müzakere hususunda kullanabiliriz. Newlinsky Yahudi meselesinde enteresan bir
bölümü teşkil ediyor. Ermeni meselesini öyle ileri sürüyor ki, hem kendisi
kazançlı çıkacak hem de bir mesele bir diğerini halledecek.
Şöyle dedim: «Yahudi meselesi size Ermenilerinkinden çok daha fazla menfaat
sağlar. Para konusunda, emin olunuz, ben birşey yapacak durumda değilim, fakat
sizi bizim zenginlere tavsiye edebilirim».
Sultan’a yakınlığı ile maruf olan Newlinsky bu davranışla bizim başarı
kazanacağımız kanaatinde. Fakat resmî diplomatik çevreler hiçbir şekilde araya
girmemelidirler, hatta bu çevreler bizim yolumuza engeller çıkarırlarsa daha
iyi olur. O zaman Sultan bizim arzularımızı nazarı dikkate alır.
*
* *
Akşam karımın kuzeni bizde idi. Bana, Türkiyenin malî durumu hakkında geniş
açıklamalarda bulundu.
Görüşüme göre malî plân şöyle olmalı: Biz (Yahudiler) Avrupa Kontrol
Komisyonu’ndan [[22]] çekilmeli ve ödemeyi Yahudi çıkarları açısından ele almalıyız. Öyle ki
Sultan bu küçük düşürücü kontrolün sıkıntısından kurtulsun ve bizden yeni
ikrazlarda bulunsun.
*
* *
Bugün Romadaki heykeltraş ve bana söylendiğine göre Siyonist olan Moise
Ezekiel’e mektup yazdım. Kendisi Kardinal Hohenlohe ile iyi tanışıyormuş.
10 Mayıs
Newlinsky Brüksel’e gitmeden önce bugün gelip veda etti.
Sultan Abdülhamid’in yanında her halü kârda bizim tarafımızdan çalışacak.
Biz ermeni meselesinde herhangi bir hal çaresi bulmazsak bile, Sultan’a bizim
kendisine yardım ettiğimizi ifade edecek.
Bize herhangi bir menfaat sağladığı zaman Yahudilerin cömert
davranacaklarına inanıyor.
11 Mayıs
Nordau’dan mektup aldım. Araya Zadoc Kahn’ı koyarak milyarder Edmond
Rothschild ile temas çaresi aradığını bildiriyor.
Ona hemen ermeniler konusunu anlattım ve yardımını rica ettim.
İngiltere sefareti papazı Hechler ile konuşup, Sultan’ın yarı resmî bir
temsilcisinin Brüksel ve Londra’ya gittiğini, vazifesinin ermenileri
yatıştırmak olduğunu Büyükelçi Monson’a haber vermesini söyledim. Monson bunu
derhal Salisbury’ye [[23]] bildirecektir. Bu da Salisbury için büyük bir diplomatik başarı
olacaktır.
12 Mayıs
Hechler burada idi. İngilizler ermeniler konusunda sulh arzuladıklarından
verdiğim haber Büyükelçi Monson’un çok hoşuna gitmiş.
Büyük şeylerin sağlam temele ihtiyacı yoktur. Elma masanın üzerine öyle
yerleştirilmeli ki düşmemelidir. Unutmamalı ki dünya boşlukta dönmektedir.
Buna benzer olarak ben de Yahudi Devletini kurmalıyım.
13 Mayıs
Londra’da Newlinsky’ye mektup :
Muhterem Efendim,
Sizin için bazı işler yaptım, bunların sonuçlarını göreceğinizi ümit
ederim. Bilhassa Lord Salisbury’ye yakınlaşmayı temin ettim, bana öyle geliyor
ki o cihetten maslahata uygun davranışlar gelecektir. Dindaşlarıma gelince,
onların da Paris ve Londra’da işe girişmelerini temin ettim. Fakat arkadaşlarım
arasında oldukça ciddi şekilde muhalefet edenler var. Prusya İmparatorunun
işini yapmakla kendimizi büyük bir riske atıyoruz, bir defa anlaşma vuku
bulacak olursa biz süratle unutuluruz fikrindeler. Bizim son derece müessir ve
kudretli arkadaşlarımızdan birisi bu hal şekline mutlak muhalif durumda. Ona
göre bu büyük kuvvetin infisahı bizim için daha avantajlı olacaktır.
Maamafih size önce de ifade ettiğim gibi, ben sizin işaret ettiğiniz yolun
doğru olduğuna kaniim. Ben halihazır kuvvetleri muhafaza etmek ve daha da
kuvvetlendirmek isterim, zira çok geçmeden biz bunlarla işbirliği yapacağız.
Eğer önemli bilgiler varsa bana yazınız, size muvaffakiyetler dilerim.
Saygılarımla.
Dr. Th. Terzi
13 Mayıs
Nordau’dan tek kelimelik bir telgraf geldi: «Hayır».
Bunun anlamı ermeni meselesinde hiçbirşey yapamıyoruz demektir.
Tafsilat veren mektubunu sabırsızlıkla bekleyeceğim.
14 Mayıs
Benim «Yahudi Devleti»ni rusçaya çevirecek olan Yahudi gazeteci S.
Klatschko burada idi.
Konuşurken bana kendisinin bir nihilist olduğunu ifade ederken ben ona
ermeni komiteleri hakkında bir bilgisi olup olmadığını sordum.
Biliyor. Tiflis’teki lider Alawerdof, Klatschko’nun evinde oturan bir
hanımın nişanlısı imiş. Ayrıca rus asıllı Zaikowski vasıtası ile Londra’daki
lider Nikoladze ile de teması varmış.
Zaikoswki’ye şöyle yazmasını söyledim: Öğrendiğime göre Sultan Abdülhamid
ermeni meselesinde bir mütarekeye taraftardır ve bunun için de müzakere
istemektedir. Ermeniler gizlice bunu kabul etmelidirler. Benim mütaleama göre
bu sulh gerçek olabilir, fakat tabiatiyle müzakere için gelene benim
öğrendiğimin mahiyeti sorulabilir. Ermeniler hiçbir şekilde riske girecek
değillerdir. Eğer Sultan Abdülhamid verdiği söze rağmen bahis konusu
değişiklikleri yapmazsa aldatıldıklarını ve arada yapılan müzakereleri halk
efkârına açıklarlar.
Klatscko bu konuyu derhal Londra’ya yazacağına dair söz verdi.
15 Mayıs
Newlinsky’ye mektup :
Muhterem Efendim,
Telgrafınızı şimdi aldım. Dün değil evvelsi gün size Berkeley Oteli
adresine bir mektup yazmıştım. Lütfen mektubumu oradan alınız.
Kısaca yazdıklarımı arzedeyim. Sizin için Lord Salisbury nezdinde imkân hazırladım
ve arkadaşlarıma ermeni hareketi temsilcileri ile temasa geçmelerini bildirdim.
Zannederim Londrada bu konuda konuşulacak kimse Nikoladze’dir. Bir arkadaşım
da Tiflis’teki rus komiteleri başkanı ile temasa geçecektir.
Ermenilerin endişelerini izale etmelisiniz. Ermenilerin liderleri
semeresiz bir inkıyadın bütün hareketi felce uğratacağı hususuna
inanacaklardır. Dün gece aldığım haberlere göre her hangi zararlı bir sonuç
meydana getirmeyecek bir mütareke müzakeresine girişebiliriz.
Tiflis lideri Viyana’ya gelebilir, onu göreceğim.
Saygılarımı sunarım.
Herzl
15 Mayıs
Newlinsky’ye ikinci mektup :
Muhterem Efendim,
Bir hata yaptım hemen tashih etmeliyim. Londradaki hareketin lideri Avetis
Nazarbek’tir ve «Hutschak» gazetesini idare etmektedir. Birisi onunla temas
kuracaktır.
Herzl
16 Mayıs
Nordau’dan bugün mektup aldım. «Hayır» diye çektiği telgrafın bende meydana
getirdiği şoku izale ediyor. Bana yazdıktan biraz sonra Zadoc Kahn’ın
aracılığı ile Edmond Rothschild ile görüşmüş. Anlattığına göre aralarındaki
mülakat 63 dakika sürmüş, bunun 53 ünde Rothschild konuşmuş, ancak 10 dakikası
da Nordau’ya düşmüş.
Rothschild meseleyi dinlemek bile istemiyor. Sultan Abdülhamid’den birşey
elde edilebileceğine katiyen inanmıyor ve hiç bir şekilde de işbirliğine
girişmiyor. Onun görüşüne göre ben çok tehlikeli bir oyun oynuyorum ve böylece
de Filistin’de kurmakta olduğu Yahudi kolonisini de tehlikeye düşürüyorum [*].
Paristen gelen haberler sokaklarda Yahudiler ve bilhassa
[*] Edmond Rothschild’in işaret ettiği koloniler bu milyarder ailenin finansmanı
ile 1880 yılından itibaren yerli halktan satın alınan topraklara küçük guruplar
halinde yerleştirilen Yahudilerdir. Önce «Rişon Letsiyon» diye tanınan ve bugün
hayli büyük bir şehir olan yer ele alınmış, sonra yavaş yavaş diğer bölgelere
yayılmışlardır. Safed, Nasıra ve Kudüs bunlardandır.
1897 yılından itibaren Beyrut’ta kilise tarafından çıkarılan «El-Maşrık»
adlı arapça mecmuanın 1897 ve 98 yılı kolleksiyonlarında «Filistinde Yahudi
Kolonileri» konusu işlenmekte ve istikbalde yaratacakları tehlike hususunda
Sultanın dikkati çekilmektedir.
Rothschildler aleyhinde gösteriler yapıldığını bildiriyorlar. Tesadüfe
bakınız ki E. Rothschild’in Cuma günü arkadaşım Nordau’yu reddettiği Rue
Laffitte’deki evin önünde, Pazar günü toplanmış bir kalabalık gösteri yapıyor
ve «Kahrolsun Yahudiler» diye bağırıyordu.
19 Mayıs
Agliardi de Nuncio bugün saat 10 da kabul edeceğine dair haber gönderdi.
Kendisi Papalık temsilcisidir.
Hemen konuya geldik. Ona genel hatları ile yapmayı düşündüklerimi
anlattım. Kuracağımız «Yeni Krallığın durumu ve bilhassa Büyük Devletlere karşı
tutumunun ne olacağını» ileri gelen Yahudilerin —Rothschildler gibi— bu konuda
ne düşündüklerini v.s. sordu.
Krallık değil aristokratik bir cumhuriyet düşündüğümüzü, Büyük Devletlerin
ve bilhassa Papalığın sadece rızasını talep ettiğimizi, bunları temin edersek
Jerusalem (Kudüs) i beynelmilel kılıp bir devlet kuracağımızı, Sultan
Abdülhamidin mâliyesini de ıslah edeceğimizi söyledim. Gülümseyerek «Buna pek
memnun olacaktır. Kudüs’ün yanısıra (Hıristiyanlarca mukaddes) Bethlehem ve
Nasıra’yı da beynelmilel saymalısınız ve başşehri kuzeyde bir yere almalısınız»
dedi, «Evet» diye cevap verdim. Fakat o Büyük Devletlerin buna muvafakat
edeceklerinden şüphesi olduğunu, bilhassa Rusyanın buna yanaşmıyacağını ifade
etti. Sonra, bütün Yahudileri de alıp Filistine götürmenin imkânsızlığından
bahsetti. Meselâ Viyanayı ele alalım. Buradaki 130 000 Yahudinin diyelim ki 100
000 ini götürdünüz, geri kalan 30 bin kişi Yahudi aleyhdarlığı için yeter. Bu
sırada Fransız Büyükelçisinin ziyaret için beklemekte olduğu haberi geldi ve
ben «tekrar görüşmek üzere» huzurdan ayrıldım.
Mülakattan çıkan sonuç: Bana göre Roma bizim aleyhimizde. Zira Yahudi
Meselesinin Yahudi Devleti şeklinde bir sonuca varmasını istemiyor hatta
bundan korkuyor.
21 Mayıs
Londra’dan Sylvia d’Avigdor’un bildirdiğine göre Samuel Montagu benim
«Yahudi Devletinin İngilizce tercümesini sabık başvekli William Gladstone’a
takdim etmiş ve mültefit bir mektup almış.
Pazar Günü
Yarın, önce Hirsch’i ziyaretle giriştiğim faaliyetin birinci yıldönümü.
Eğer bu seneki kadar gelecek yıl da ilerleyebilirsem, «Seneye Yeruşalaymda» oluruz [[24]].
Ayni Pazar
Newlinsky Londradan önce telgraf çekti arkasından da mektubu geldi, hiçbirşey
yapamadığını söylüyor: Daily Telegram gazetesinden Lawson’a tavsiye edilmesini
istiyor. Başvekilin hiçbirşey yapmak istemediğini bildiriyor.
Telgrafla Daily Graphic gazetesinden Lucien Wolf ile görüşmesini söyledim,
Hechler’i de tekrar Monson’a yollayacağım. Newlinsky’ye gönderdiğim mektupta
şunları yazdım: «Herşey çok kötü başladı ve hepsinin üstünde çok geç oldu».
Hemen geri gelmesini, işi elime bizzat alacağımı ifade ettim.
26 Mayıs
Newlinsky telgraf çekiyor :
«S(alisbury) kabul etmeyi reddetti, elinden geleni yap».
Cevap verdim :
«Tavsiyem mümkün olduğu kadar çabuk memlekete dönmendir. Salisbury ile
Haziran sonunda bizzat görüşeceğim. Önce senin patrona (Sultan Abdülhamid)
gidelim».
Rev.Singer’e mektup (cevap) :
Aziz Arkadaşım,
Ben Sir Samuel Montagu’ye doğrudan doğruya mektup yazmayacağım, zira
İngilizce istediğimi tam anlamı ile ifade edemem. Bu sebeple sen gidip konuş,
meseleyi enine boyuna anlat. Onun daha ne kadar yaşayacağını bilmeyiz. Ben bunu
Baron Hirsch ile konuşurken düşünmüş fakat söyleyememiştim. Bugün, Yahudiler
için bu kadar iyilik yapmış olan bu insan ölmüş bulunuyor. Hayırseverlik sadece
dilenci yaratıyor. Milletimiz için ne yapabileceğini sor kendisine. Çok ciddi
konuş. Ben kendisini hatırlı bir kudret sayıyorum. Mesele para sahibi olmasında
veya bunu sarfetmesinde değil. Bir penny bile vermeyebilir. Eğer bize iştirak
etmezse yolumuza onsuz devam edeceğiz.
Temmuz başları benim için uygun değil. Buradan Haziranın ortalarından önce
ayrılamam ve önce İstanbul’’a gitmek istiyorum. Maamafih bu seyahatim herhangi
bir sebeple geri kalırsa hemen Londraya gelirim...
*
* *
Rosenfeld İstanbul’dan yazdığı mektupta, temaslara girişmeden önce, benim
arkamda ne gibi malî kudretlerin bulunduğunu bilmesi gerektiğini, zira
ermeniler konusu suya düşecek olursa başının tehlikeye gireceğini söylüyor.
Rosenfeld ile daha Budapeşte’de ilk tanışmamızda benden para istemesinden beri
fazla temasım olmamıştı. Bu sırada Londradan Newlinsky’den iyi haberler geldi.
Kısa mektuplarından anladığıma göre ona itimat edilir. Haziran ortasında onunla
birlikte İstanbul’a giderim.
*
* *
Londra ermenileri arasındaki faaliyeti hakkında Klatscko’dan enteresan bir
mektup aldım. Adamı Nazarbek ile konuşmuş, o Sultan’a itimad etmiyor fakat
«Yahudi hareketi liderine samimi alakasından dolayı teşekkür ediyor»muş.
6 Haziran
Newlinsky üç gündür burada ama henüz yüzünü göstermedi. «15 Haziranda
hareket etmeyi düşünüyorum. Benimle birlik misin?» şeklinde bir mektup
gönderdim.
7 Haziran
Bugün Baden’de iken Newlinsky geldi. Mesele şu, hala benimle birlik mi
yoksa emniyetini kayıp mı etti?
Haziran
Bana biraz soğukluk intibaı vermiş olan Newlinsky’yi davet ettim.
Halihazır durumun İstanbul’a seyahat için elverişli olmadığını, Sultan’ın Girit
isyanından başka şeyle meşgul olmadığını v.s. ifade etti.
Belki Londra’ya hareket etmezden önce bana söylediklerini sırf benim
kendisini orada desteklemem için söylemişti. Şimdi dönüşünde İstanbul’’a
davetsiz olarak gidemiyeceğini söylüyor
9 Haziran
Bu sabah birbuçuk saat Newlinsky ile beraberdim. Onu davamıza tekrar
kazanmak için uğraştım. Cesaretini açıkça Londrada ve burada yitirmişti. Son
derece kuvvetle konuştum, kaynaklarımızı önüne serdim ve bize hizmet etmesini
söyledim. Daha ilk günden büyük menfaatler sağlayacağını anlattım.
Gazete mahfillerinde, bunun sonucu olarak da diplomatik ve malî mahfillerde
benim projemin bir ütopia olarak kabul edildiğini anlattı. Landerbank direktörü
bunu bir fantazi, bizim gazetenin editörü Benedikt aptallık diye
vasıflandırmalardı, gazeteciler de gülüşüyorlardı.
Şöyle cevap verdim: «Bütün bu ayak takımı bir sene sonra benim pabuçlarımı
yalacaklardır».
Fikrine göre bu sırada İstanbul’a gitmem doğru değildir. Simdi orada herkes
sadece ve sadece Girit isyanını düşünmektedir.
Eğer bana katılmazsa oraya yalnız gideceğimi, orada Rosenfeld’in aracılığı
ile İzzet Bey’in bana bir mülakatı nasıl olsa temin edeceğini söyledim.
Newlinsky Londra intibalarını nakletti. Oradaki halk Türkiyenin
yıkılmasının yakın olduğu kanaatindedir. Halk oyunun karşı koyduğunu bile bile
hiçbir başvekil Sultana yakınlık gösteremez. Bulgar Prensi Ferdinand’ı
imparatorluğun varisi yapma düşüncesinde olanlar dahi mevcut. Newlinsky’ye göre
Sultan için tek çıkar yol Makedonyalılar, Giritliler ve Ermeniler v.s. ile
araları gayet iyi olan Jöntürklerle anlaşıp onların yardımı ile reformları
gerçekleştirmektir. Bu tavsiyelerini bir rapor halinde Sultan Abdülhamide de
vermiş.
Şimdi bu programa Yahudi yardımı hususunu da ekleyip yeniden vermesini
teklif ettim. Sultan bize o toprak parçasını versin, bunun karşılığı olarak
saltanatını kuvvetlendirelim, mâliyesini ıslah edelim ve dünya efkârı
umumiyesini tamamen onun lehine çevirelim.
Newlinsky Viyana gazetelerinin bana karşıt olan tutumlarını düşünerek bu
sözlerimi şüphe ile karşıladı. Buna mukabil eğer istersem onların hepsini
lahzada çevirebileceğimi söyledim.
Üçbin kişi tarafından imzalanan Siyonist deklarasyonu ile benim
kastedildiğimi bu pazar öğrendiğimi ona naklettim.
Biraz çarpılmış ve yarı yarıya yeniden kazanılmış olarak benden ayrıldı.
Sultana derhal yazması hususunda ısrar ettim o da söz verdi.
*
* *
Avusturya Macaristan Dışişleri Bakanı Kont Goluchowsky bugün Türkiyeye
ihtarlarla dolu bir konuşma yaptı. Bunun üzerine Newlinsky’ye derhal şunları
yazdım :
Muhterem Efendim,
Budapeşte konuşması size İstanbul’a hemen tavsiyelerinizi yenilemek için
müstesna bir fırsat yaratmış bulunuyor. Kullanabileceğimiz bütün fırsatlarda
enerjik davranınız.
Eğer benimle seyahata karar verdiyseniz, yolda benim misafirim olmak
şerefini bahşetmenizi rica edeceğim.
Derin saygılarımla.
Th. Herzl
15 Haziran
Gece trendeyim. Viyana’dan Orient Eksprese yalnız başıma bindim.
Newlinsky sabah saat 2 de Budapeşteden binecek.
Şimdi alelacele geçen haftanın olaylarını defterime geçirmeliyim.
İntibalar daha zihnimde taze iken meşguliyetimden fırsat bulup maalesef
yazamadım.
Londra dönüşü Newlinsky hiçbir şekilde benimle İstanbul’a gitmek niyetinde değildi.
Birkaç uzun konuşma seansı bana mukavemet gösterdi. Belli idiydi ki benim
hakkımda yaptığı tahkikatta kendisine benim taraftarım olanlar bazı şeyler
söylemişlerdi. Bu gibi birkaç kişiden kendisinin benim hakkımda soruşturma
yaptığını öğrendim.
İstanbul’a gitmeye kararlı olduğumu göstererek onu nihayet kazandım. Beni
takip ederse göreceği menfaatler sebebiyle böyle yaptı.
Cuma günü uzun bir müzakereden sonra 15 Haziranda İstanbul’a hareket
konusunda düşünmek üzere mutabık kaldık: Ben İstanbul’a meseleyi onsuz götürüp
götürmeyeceğimi yahut İstanbul’daki diğer adamlarım aracılığı ile gitmeyi o ise
bana iltihak edip etmemeyi düşünecekti.
Cumartesi günü tekrar onu görmeye gittim. «Eh, gidiyor musun» diye sordu
«Evet, gidiyorum» cevabını verdim. Benim kararlı olduğumu görünce o da benimle
gelmeye hazır olduğunu söyledi.
Dün tekrar buluşarak ayrılmazdan önceki son hazırlıkları yaptık. Bugün
öğleden sonra Peşte’ye gideceğini ve Eksprese oradan bineceğini söyledi.
Sorularının cevaplarını henüz tam hazırlamış değilim. Malî planı ele
alalım, en küçük teferruata kadar inmek gerekiyor ki ben henüz bunu yapmış
değilim. Nekadar hazırlıksız olsam da Filistin için 20 Milyon altın
verebileceğimizi tahayyül ettiğimi söyledim (Maamafih Montagu Daily
Chronicle’de sadece 2 milyon teklif ediyordu).
Daha sonra Baden’e gittim, orada karımın kuzeni Reichenfeld’e telefon
ederek akşam gelip bana bazı hususlarda bilgi vermesini söyledim.
Baden’e saat 9 da geldi. Beni Osmanlı Devlet borçları konusunda
aydınlatmasını söyledim. O bana bu borçların statülerini anlatırken ben de
mali portresini çıkardım.
Biz Türkiye mâliyesini düzeltmek için 20 Milyon Osmanlı lirası harcarız. Bu
mikdara 2 milyon da Filistin için ilave ederiz ki bu da halen 80 milyon lira
olan borçların yıllık faizini karşılar. 18 Milyon sarfı ile de Türkiyeyi Avrupa
Kontrol Komisyonundan kurtarırız...
Reichenfeld detayları ile ileri sürdüğüm bu plana şaşıp kaldı ve bana bunu
hangi maliyecilerin hazırladıklarım sordu. Ona esrarlı bir sükûtla cevap
verdim.
Bugün Newlinsky için İstanbul’’a kadar bir bilet getirttim. Tutarı oldukça
fazla. Bunun dışında Türk heyeti için meyve de aldırtmamı söylemişti, Hotel
Sacher’den çilek, şeftali v.s. ki hepsi Fransadan ithal edilmişti,
hazırlattım..
17 Haziran
Sabahın saat 6 sı, Orient Ekspres, Eski Baba istasyonu.
Seyahatin dünkü kısmı son derece enteresan geçti. Newlinsky trene gece saat
2 de Budapeşte’de bindi, trende birkaç Türk paşanın da bulunduğunu haber verdi,
bilhassa Ziya Paşa’nın bulunduğunu söyledi, Moskova’daki taç giyme merasimine
giden heyetin başkanı bulunuyormuş [[25]].
Dün sabah Newlinsky beni Ziya, Karatodori ve Tevfik Paşalara takdim etti.
Tevfik Paşa halen Belgrad Sefiri imiş [[26]]. Daha sonra bana bu ekselansların en önemlisinin Ziya Paşa olduğunu ve
benim İstanbul’a ne maksadla gitmekte olduğumu ona anlattığını söyleyerek
başbaşa bıraktı. Ziya Paşa mesele ile hemen ilgilendi ve konuşmamızın gizli
olması için yalnız kalmamızı temin etti.
Ziya Paşa ufak tefek, zarif, efendi, parisiyen tipli bir zat, insana hürmet
telkin eden bir havası var. Ciddi bakışlı siyah gözleri, kısa siyah sakalı var.
Burnu biraz kemerli.
Karatodori aksakallı, şişman, boyuna nükte yapan, çok güzel fransızca
konuşan, Moskovadaki taç giyme merasiminin ihtişamını anlata anlata
bitiremiyen, her istasyonda oraya has meyveleri hemen oracıkta yıkayıp yiyen
bir paşa.
Tevfik Paşa daha genç bir paşa, Neue Freie Presse gazetesinden sitayişle
bahseden, eski sayılarında çıkmış yazılardan dahi söz edebilen bir kimse.
Öğleden sonra Karatodori Paşa lokantalı vagonun sigara içilen kısmına
geçtiği sırada, vagonda yalnızca Ziya, Newlinsky ve ben kaldığımız zaman
plânımı açıkladım. Ziya ciddiyet ve dikkatle dinledi.
Şöyle dedi: «Görüyorum ki herşeyi açık açık konuşuyorsunuz» (Zira konuşmam
sırasında Filistin’de tamamen bağımsız bir devlet istediğimizi, eğer bunu elde
edemezsek bu plandan tamamen vazgeçip Arjantin’e gideceğimizi söylemiştim).
«Fikrinizi açıkça anlattınız» dedi «Fakat size hemen şunu söylemeliyim ki eğer
siz bağımsız bir Filistinden söz açarsanız hiçkimse sizinle müzakereye
girişmez. Para ve basın yoluyla destek şeklinde sağlayacağınız menfaatler
gerçekten büyük ve önemli, ve teklifiniz gerçekten ilgi çekici, fakat bütün
bunlar bizim vatanın herhangi bir köşesini satmama prensibimizle uyuşmuyor».
Şöyle cevap verdim: «Bu tarihte sayısız defalar olmuş birşeydir».
Newlinsky müdahale ederek, buna misal olarak sadece İngilizlerin Heligoland
adasını almanlara vermeleri gösterilebilir dedi.
Ziya Paşa tekid etti: «Hiçbir şartla Filistini bağımsız bir devlet kurmak
üzere ele geçiremezsiniz, belki Osmanlı hakimiyetini kabul eden bir devlet
olabilir».
Bu daha başlangıçta mürailiğe girişmek demek olur. Tâbi olarak kurulmuş
olan bütün devletler, daha başlangıçtan itibaren ne yapıp da tam bağımsızlığa
kavuşmalı konusunu ele alacaklardır. Bunu mümkün olduğu kadar kısa zamanda elde
edeceklerdir.
Konuşma Zaribrod’a kadar sürdü, orada Bulgar nazır Natchowitch Newlinsky’yi
karşılamak üzere beklemekteydi.
Beni de Sofya Siyonistleri adına bir heyet karşıladı. Onlara hareketimi
önceden telgrafla bildirmiştim.
Heyetten iki üye Siyonizm konusundaki çalışmalarımın nasıl gittiğini sordu.
Newlinsky ve Bulgar nazır ile vagonda buluşabilmek için onlara son derece kısa
izahat verdim ve ayrılmak zorunda bulunduğumu anlattım.
Sofya’da dokunaklı bir manzara beni beklemekteydi. Trenimizin durduğu
yerde beni karşılamaya gelmiş kadınlı erkekli, çocuklu büyük bir kalabalık
vardı. Sfaradîm, Eşkinazim [[27]], aksakallı ihtiyarlar, başlarında da Dr. Ruben Bierer. Bir çocuk gül ve
karanfillerden mürekkep bir buket verdi. Bierer almanca bir konuşma yaptı,
sonra Caleb fransızca bir hitabede bulundu ve mümanaatıma rağmen elimi öptü.
Konuşmalarda Önder, İsrailoğullarının kalbi gibi büyük vasıflarla tavsif
edildim. Herkes bu manzarayı alaka ile seyretti.
Veda makamında Bierer’i öptüm, elimi sıkmak için adeta yarışa girdiler.
Halk «Leşana habaa biyeruşalaym» [[28]] diye bağırdılar. Tren yavaş yavaş hareket etti..
Newlinsky ve Ziya gösterilerin tesirinde benim tahminimden az kalmışlardı.
Yahut da ihtisaslarını gizliyorlardı. Newlinsky Bulgaristan kilisesi
temsilcilerinden Gregory tarafından karşılanmıştı. Allah bilir geleceğini ona
telle bildirmiş ve bana Bulgaristandaki nüfuzunu göstermek istemişti.
*
* *
Akşam Newlinsky ile lokanta
vagonunda başbaşa oturduğumuzda ona 20 milyonluk projemi açtım. Türk
Hükümetinin Avrupa Kontrol Komisyonundan 18 milyon karşılığında
kurtarılabileceğini, 2 milyonun da Filistin için ayrıldığını anlattım.
Newlinsky buna şiddetle muhalefet etti. Kendisinin Ziya Paşa’ya benim
aşağıdaki şekilde Avrupa Kontrol Komisyonundan kurtarmayı düşündüğümü anlatmış
imiş :
Birinci üçte biri para olarak öderiz. İkinci üçte bir için ke' fil oluruz
(veya eğer tâbi bir devlet olursak bu üçte biri haraç olarak veririz), üçüncü
üçte biri de mevcut Komisyondan devralarak itfa ederiz.
Newlinsky’ye göre biz Sultan
Abdülhamide Filistin mukabili 20 milyonu açıkça teklif edemeyiz. Bu sadece
ticarî bir iş olur. Önceden de biraz prim vermek gerekir. Maamafih bazı şartlar ileri sürerek
ek menfaatler gösterebiliriz, mesela bütün Türkiyeye raci bir «Elektrik
enerjisi tekeli» v.s.den bahsedebiliriz. Fakat, onun ifadesine göre, üçlü
taksime gidiş nazarı itibara dahi alınmaz.
Bu konu üzerinde düşündüm taşındım ve Newlinsky’nin haklı olduğu sonucuna
vardım. İşteki bu dönümden yeni avantajlar dahi çıkartabilirim. İstanbul’da
şartların mutlak olarak gizli tutulmasını söyleyebilirim ve söyleyeceğim, zira
herşeyi önce Komiteme anlatmak, onlara kabul ettirmek zorundayım. Bu şekilde
Edmond Rotchild veya S. Montagu tarafından girişilebilecek herhangi bir karşı
hareketi de önlemiş olurum.
Fakat Londraya Sultan tarafından teyid edilmiş olarak bir gelirsem işte o
zaman her istediğimi yapabilirim.
*
* *
Bierer Sofyada iken bana, Edmond Rothschild’in bir temsilcisini İstanbul’a
gönderdiğini, Filistindeki koloni faaliyetine mani olmaması için Sultana para
teklif edeceğini öğrendiğini söyledi.
Bu bana karşı düşünülmüş bir hamle olabilir mi?
18 Haziran, İstanbul’
Newlinsky bizim dava için son derece kıymetli bir koz. Onun maharet ve
samimiyeti her türlü övgünün üzerinde doğrusu. Kendisine fevkalâde bir mükâfat
verilecektir.
İstanbul’’a dün öğleden sonra vardık. İstasyonda Viyanalı Baron B. Popper [[30]]
ve Newlinsky’nin tanıdığı iki gazeteci tarafından karşılandık. Ayni trende
bulunan paşalar daha şehre varmadan merasim elbiselerini giymişler ve fazla
gecikmeden Sultana gidebilmek için hazır olmuşlardı. İstasyonda onları kalabalık
bir halk kitlesi karşıladı.
Bu şaşılacak şekilde güzel ve pis şehirde yürüdük. Parlak güneş, rengârenk
sefalet, bakımsız binalar. Royal Otelindeki penceremizden Halic’e kadar olan
manzara uzanıyor.
Newlinsky’nin burada iyi bir şöhreti ve büyük tesiri var. Yol
arkadaşlarımız Ziya ve Karatodori paşalar gibi birçok ileri gelen türkle gayet
iyi münasebeti var.
Elbiselerini değiştirir değiştirmez Yıldız Sarayına gitti. Arabada ona
refakat ettim. Sokaktaki hayat acaip şekilde sefalet ve neşe aksettiriyor.
Kafesli haremler cazip bir esrarlı manzara teşkil ediyor. Arkasında, herhalde
gireni hayal sukutu beklemektedir.
Beyaz Dolma Bahçe sarayının penceresinden Boğazın harikulade güzel bir
görünüşü var.
Newlinsky Yıldız’da inince ben arabayı yamru yumru yollardan sürerek
Beyoğlu’na çıktım, oradan aşağıya köprüye kadar geldim.
Newlinsky geç vakit, bozulmuş olarak döndü. Sultan Abdülhamid’in başkâtibi
İzzet Bey bizim projemize karşı açık açık menfi davranmıştı. «Bu mevzuda bir
sürü komisyoncu söz üstüne söz veriyor» demişti. Newlinsky’nin düşüncesine
göre burada birisi düşüncesiz bazı adımlar atmış bulunuyor. Önce bunu
halletmemiz lazım ki hiç de kolay olacağa benzemiyor.
Diğer bir güçlük: Görünüşe göre Sultan hastadır. Newlinsky huzura kabul
edilmemiştir. Sultanın hastalığının ne olduğu öğrenilememiştir. Baron Popperin
kızkardeşinden duyduğuna göre viyanalı doktor Nothnagel’e buraya gelip
gelemiyeceği sorulmuştur. Eğer bunlar benim mülakatıma mani olursa çok büyük
talihsizlik demektir.
Akşam yemeğinden sonra, bir İtalyan opera kumpanyasının açık hava konseri
verdiği Beyoğlunda bir bahçeye gittik. Konserin birinci kısmından sonra verilen
arada Sadrazam Halil Rifat Paşanın oğlu Cavid Beyin yanma gittik.
Tanıştırılmış ve hemen derhal mevzuun ortasına daldırılmıştım [[31]]. Bir bahçe kanepesine oturup karşılıklı konuşmaya başladığımız zaman
sanatkârların şarkı sesleri artık bize uzaklardan geliyordu.
Onun muhalif kaldığı noktalar şunlardı: Mukaddes makamlar, Kudüs mutlak
surette Türk hâkimiyeti altında kalmalıdır. Buralarının terkedilmesi halkın
mukaddesat duyguları ile oynamak demektir. Ona geniş ölçüde bir ekstra
territorialite söz verdim. Medenî dünyanın kabul ettiği mukaddes makamlar
hiçkimseye değil herkese ait olacaktır. Sonunda zannederim Kudüs’ün hali hazır
statü içinde kalması hususunda mutabakata vardık. Cavid Bey müstakbel Yahudi
Devleti ile Türkiye’nin münasebetlerinin nasıl olacağı konusu üzerinde durdu.
Tâbi bir devlet olması hususundaki fikirleri Ziya Paşanın fikirlerine çok
benziyor.
Ben, tam başarıyı bağımsızlıkta gördüğümü, fakat her halükârda Mısır veya
Bulgaristan’ın durumu gibi, yıllık vergiye bağlanma şeklini de müzakere
edebileceğimizi söyledim.
Sonunda Cavid Bey müstakbel hükümet şeklimizin ne olacağını sordu.
«Aristokratik bir cumhuriyet» cevabını verdim.
Cavid Bey şiddetle reddederek «Sakın “Cumhuriyet” kelimesini Sultan’ın
önünde telaffuz etme. Halk burada bunun öldüreceğinden korkar. Bu ihtilalci
devlet şeklinin bir vilayetten diğerine sari hastalık gibi bulaşacağından
endişe ederler.»
Ona, zihnimde mesela Venedik’te olduğu gibi bir hükümet şekli düşünüp
tasarladığımı anlattım.
Babası Sadrazam Halil Rifat Paşa’dan beni huzuruna kabul etmesi hususunda
yardımını rica ettim.
Bu hususta bana söz verdi. Diğer hususlarda da tavsiye ve faaliyet şeklinde
yardım etmeyi arzuladığını söyledi. Tekliflerim hakkındaki sorusuna cevaben
de, teferrut üzerinde ancak Sultan ile konuşabileceğimi söyledim.
18 Haziran
Bugün Newlinsky bana, Rusya’nın Yıldız Sarayında en muteber yeri almış
olduğunu bildirdi. Rusya ile dost olduğu müddetçe Türkiye hiçbir tehlikeye
maruz kalmaz. İzzet’in de Rusya’ya meyilli olduğunu söyledi. Sadrazama ne
söylesen o da Rusya’ya yönelecektir.
Bu sebeple Sadrazama gitmeden önce Rus Sefaretinin nüfuzlu tercümanı
Yakovlev ile konuşmak hususunda mutabık kaldık.
Yakovlev’e derhal bir tezkere yazarak randevu istedim. Saat bir için
derhal muvafakat etti. Diplomatik çevrelerde benim gelişimle çıkan
dedikodulardan haberi olduğu meydanda idi.
19 Haziran
Dün, sonu başarısız gelen hararetli bir gündü.
İlk durağım rus tercümanı Yakovlev idi. Bey oğlundaki konsoloshanede
kalıyor. Türk stilinde yapılmış bir bina. Bahçede kavaslar, hizmetçiler
dolaşıyorlar. Kartımı gönderdim. On dakika sonra kabul edildim.
Ona ziyaret maksadımı kısaca anlattım. Yapacağı şoka hazırlamak için önce
Filistindeki kolonizasyon faaliyetinden bahsettim. Türk hükümeti ile temastan
önce Rus Sefaretinden çağırıldığım hususunu not etmesini istedim. Ailesinden
birisinin aracılığı ile Çar Hazretleri tarafından kabul edilmek ümid ve
dileğinde olduğumu söyledim (Valler Prensini kastediyordum, ama adını
zikretmedim).
Yakovlev bana cevap verirken, Kudüs’te Konsolos olarak bulunduğu sırada
edindiği tecrübelerden bahsedeceğini söyleyerek, Filistine gelen Yahudileri
onlar rus vatandaşı oldukları halde sempati ile karşılayamadığım, konsolosluğa
karşı hilekâr davrandıklarını, konsolosluğa vermeleri gereken vergileri vermekten
kaçındıklarını, menfaatlerinden başkasını düşünmediklerini anlattı.
Irkdaşlarımın asırlardan beri uğradıkları takibat sonucu böyle davranmaya
alıştıklarını, ahlaklarının sukutunda bir fevkaladelik aramamak lazımgeldiğini
söyledim, hak verdi.
Sonra planımdan biraz daha derin şekilde bahsetmeye girişerek, bunun
sadece basit bir kolonizasyon olmayıp, bölgede kendimizin olan bir yer
istediğimizi anlattım.
Gittikçe artan bir dikkat ve sempati ile beni dinliyordu. «Bu fikrin bütün
iyi insanlar tarafından paylaşılacağına inanıyorum» dedim.
Sonuç olarak, planın gerçekleşmesinin birçok on yıllar alacağına işaret
etti. Ben belki bunun meyvelerini göremeyecektim, bununla beraber bana
başarılar, kuvvet, sıhhat temennisinde bulundu ve ayrıldım.
Vedalaşırken bana mahalli Rus Maslahatgüzarı ile temas etmemi tavsiye ve
merdivenlere kadar teşyi etti. Sonra başlangıçtaki sözlerini tamir etmek
istercesine şöyle dedi: «Kavmin arasında çok iyi ahlaklı olmayan belki yüzde
yirmi bulacaksın, fakat bu diğer kavimler arasında da böyledir». «Evet» dedim
«Bizim durumumuzda bu iki mislidir, öyle ki birisi yüzde kırk olduğuna
inanabilir».
*
* *
Yakovlev’den sonra Bâb-ı Âli’ye gittim. Önceden çağrılmış bulunuyordum.
Tercümanım kırmızı fesli arabacının yanma oturdu.
İstanbul’un dolambaçlı ve pis sokakları. Bâb-ı Âlî eski, kirli bir bina
fakat son derece hareketli bir yer. Nizamiye nöbetçileri giriş holünün
yanındaki küçük yerlerde dikiliyorlardı. Sayısız vazifeli ve subay yukarı aşağı
inip çıkıyorlardı.
İlk ziyaretim Sadrıazam’ın Umumî Kâtibi Hayreddin Beyefendiye. İsimleri
benim kulağıma geldiği gibi hıfzedip yazıyorum, doğru olup olmadıklarını
bilmiyorum tabii. Mesela bugün öğrendiğime göre Sadrıazamın oğlunun adı Cavid
değil galiba Cevad Bey imiş.
Hayreddin otuz yaşlarında, iyi görünüşlü, düz, soluk benizli, güzel siyah
sakallı, iri kulaklı bir adam. Her sözünden sonra tebessüm ediyor, arkadaşça
davranıyor. Birkaç dakika sonra Sadrıazam tarafından çağırıldık. Bir antre ve
iç içe birkaç odadan geçtik. Büyük bir salonda, sırtını duvara dönmüş olarak
devletli Sadrıazam Halil Rifat Paşa duruyordu. Girdiğim zaman ayağa kalkıp
bana elini uzattı. Uzun boylu, ak sakallı, buruşuk ve kuru yüzlü bir zat.
Masada, tam önünde iki takım teşbih duruyordu.
Kendisi oturdu ve bana yanındaki bir koltuğa oturmam için işaret etti.
Hayreddin Bey de tercüman olarak kaldı ve bir iskemle de o çekti.
Bir sigara verdi, seyahatimin nasıl geçtiğini, ne zaman geldiğimi ve ne
kadar kalacağımı sordu. Sonra Neue Freie Presse hakkında iltifatkâr birkaç cümle
söyledi. Hayreddin bunları ciddiyetle tercüme etti. Neue Freie Presse’in
Türkiyeye teveccühü olduğunu, İmparatorluk hakkında iyi bir haber aldığı zaman
daima memnun kaldığını anlattım. Verdiğimiz haberlerde belki bazan yanıldığımız
olmuştur, ama daima doğru haber vermeye çalıştığımızı da ekledim.
Sadrıazam, bizim muhabirimizin kendisini her zaman arayabileceğini ve
kendisine herşeyi söyleyebileceğini bildirdi.
Bundan dolayı teşekkürlerimi arzettim.
Sonra tercümana Sadrıazam hazretlerinin benim seyahatimin maksadından
haberdar olup olmadığını sormasını söyledim.
Teşbihlerle oynayarak cevap verdi: «Hayır».
Hazırladığım teklifleri sadrıazama nakletmek üzere Hayreddin Beye verdim.
Sadrıazam gayet soğukkanlılıkla dinledi. Şuna benzer sualler sordu: «Filistin
büyüktür. Hangi kısmını düşünüyorsunuz ? »
Tercümana cevap verdim: «Bu bizim temin edeceğimiz menfaatin cesametine
bağlı bir husus. Daha çok arazi için, daha büyük kurbanlar takdim edebiliriz».
Devletlileri bazı terimler üzerinde açıklamalar istediler.
Ben fazla teferruata girmediğim için itizar beyan ettim. Tekliflerimi
teferruatlı olarak sadece Haşmetmeâb’a arzedebileceğimi söyledim. Bunlar acaba
prensip olarak kabul edilebilir hususlar mıdır? Sir Samual Montagu bizim malî
programımızı teklif olarak getirecektir.
Halil Rifat Paşa konuşma arasında uzun zaman susup duraklıyor, teşbihi
parmaklarının arasına alıyor, onu ağır ağır çekerken kelimeler de ağzından
ayni zaman aralıkları ile çıkıyor.
Ayrılırkenki intibaıma göre o bu proje karşısında yalnız müstenkif değil
ayni zamanda itimatsızdır.
Konuşma devamınca orada devamlı bir memur ve hizmetli akımı vardı. Yerlere
kadar eğilerek bazı evrak getiriyorlar bırakıp geri geri giderek çıkıyorlardı.
Başka bir yaşlı adamın görünmesi üzerine Halil Rifat Paşa tercümana
müzakerenin sona erdiğini bildirdi, yarım ayağa kalkıp elini uzattı.
Aradaki odada, dudaklarında arkadaşça bir tebessüm olan Hayreddin’e
Sadrıazamın huzurunda yanlış bir hareket veya söz sarf edip etmediğimi sordum.
O gülümseyerek «Hayır» dedi «O filozof adamdır, onun görüşlerine karşı senin
kendi görüşlerini ileri sürmenden memnun olur. Eğer Efendimiz Hazretleri ile
direkt temas kurabilirseniz iyi olur».
Hayreddin de bana Boğaziçi’nin muhteşem manzarasını, uzakta Dolma Bahçe ile
birlikte seyrettirdi ve elimi neşe ile uzun uzun saktı.
Aşağıda birsürü koridorların, muhafızların, hademelerin ve memurların
arasından geçip Hâriciye Nezâretine Nuri Beye götürüldüm [*].
[*] Reşat Bey Chateauneuf diye tanınan fransız asıllı bir babanın oğludur.
Sonradan müslüman olmuş, fransada ziraat tahsil etmiş, 1893 den itibaren
hâriciyeye intisap ile 1908 de ölümüne kadar Hariciye Nezareti Başkâtipliğinde
bulunmuştur.
Koyu kızıl saçlı, zarif, zeki kültürlü, Pariste uzun seneler kalmış
olmasından ötürü parislileşmiş bir ermeni. Birkaç yabancı diplomat gelip
gittiler. Biryerde haydutların eline düşmüş iki kadın için istenen fidye-i
necat konusunda konuşmalar geçti. Bir sefaretten gelen ateşe de Nuri Beyden
bütün mühim olmayan evrakı göndermeyi tecil etmesini, tatile gideceği için
bunları başına sarmamasını rica etti. İnsan onun için mutlak olarak hiçbir
önemli evrakın bulunmayacağını rahatlıkla söyleyebilir.
Yalnız kaldığımız zaman Nuri Beye ne istediğimi söyledim. Gözlerini
kırpıştırdı, meseleyi tam anladı.
Daha önce Sadrıazama da söylediğim gibi, Türkiyeyi Düyunu Umumiyeden
kurtarmayı istediğimizi söylediğim zaman «Bu muhteşem birşey» dedi. Bu
tekliften çok hoşlandı. Fakat Mukaddes makamlar hususunda büyük şüpheler
içindeydi. «Onları kim yönetecek?» «Bu düzenlenebilir» dedim «Sadece bizim
herkes için kıymetsiz olan bir maddenin alacaklısı olduğumuzu düşünün, hem de
en yüksek fiyatla alıcı».
Bunun üzerine Nuri Bey beni Davud Efendiye götürdü. Davud efendi bir Yahudi
idi ama ayni zamanda Hariciye Nezaretinin baş tercümanı olduğu için Hariciye
Nazırının sağ kolu ve bu nezarette sözü geçen bir kimse idi.
İçeri girenlerin eğilme nisbetlerinden onun durumunun üstünlüğünü müşahede
ettim. Memurlar evrakı onun ayaklarının yanma bırakıyorlardı, öyle ki boyuna
eğilmiş duruyordu. Bir koltuğa oturarak çalışıyor, önünde masa olmadığı için de
yazıyı kâğıdı elinin üzerine alarak yazıyordu.
Uzun boylu, şişman, kısa sakallı bir adam. Patlak gözlerinin önünde
kemerli burnunda gözlük taşıyor.
Önce beni anlayıp dinledi, fakat gözle görülür şekilde korktu. Türkiye
için muazzam menfaati gördü, fakat bir Yahudi olarak son derece ihtiyatlı olmak
durumunda.
«Bunda ciddi güçlükler ortaya çıkacaktır» dedi, gerçekte meselenin gayrı
kabili tatbik olduğu kanaatinde. Çok geçmeden benimle kardeş gibi konuşmaya
başladı. Hariciye Nazırına beni bir başkasının takdim etmesinin çok daha uygun
olacağını, kendisini bundan affetmemi rica etti ve İstanbul’dan ayrılmazdan
önce tekrar görüşmemizi diledi.
Yahudilerin Türkiyede iyi çalıştıklarını ve iyi şartlar içinde
yaşadıklarını söyledi.
Basın bürosu şefi Nişan Efendiyi de gördüm. Birkaç gazeteciye Türkiyenin
görüşlerini anlatmaya çalışıyordu.
Akşam Newlinsky kötü haberler ve asık bir suratla Yıldız Sarayından döndü.
Garsona —yas alameti olarak— yarım şişe şampanya getirmesini emrettikten
sonra iki kelime ile bana vaziyeti anlattı: «Hiçbirşey yapamadım. Zatı Şahane
bu konuda hiçbirşey işitmek istemiyor».
«Sultan dedi ki: “Eğer Mr. Herzl
senin benim arkadaşım olduğun gibi arkadaşın ise, ona söyle bu meselede ikinci
bir adım atmasın. Ben bir karış dahi olsa toprak satamam, zira bu vatan bana
değil milletime aittir. Milletim bu imparatorluğu kanlarını dökerek kazanmışlar
ve yine kanlarıyla mahsuldar kılmışlardır. O bizden ayrılıp uzaklaşmadan tekrar
kanlarımızla örteriz. Benim Suriye ve Filistin alaylarımın efradı birer birer
Plevne’de şehid düşmüşlerdir, bir tanesi dahi geri dönmemek üzere hepsi
muharebe meydanında kalmışlardır. Türk İmparatorluğu bana ait değildir, Türk
Milletinindir, ben onun hiçbir parçasını veremem. Bırakalım Yahudiler
milyarlarını saklasınlar. Benim imparatorluğum parçalandığı zaman onlar
Filistini hiç karşılıksız ele geçirebilirler. Fakat yalnız bizim cesetlerimiz
taksim edilebilir. Ben canlı bir beden üzerinde ameliyat yapılmasına müsaade
edemem!»
Bundan sonra başka şeyler konuşmuşlar. Newlinsky ona, Jön-Türkleri devlet
hizmetine almasını tavsiye etmiş.
Sultan istihza ile: «Bir Anayasa, sonra? Benim bildiğime göre Polonya
anayasası sizin baba yurdunuzu parçalanmaktan kurtaramamıştır».
*
* *
Sultan Abdülhamidin doğru ve
büyük sözleri beni sarstı, bir zaman bütün ümitlerimi kırdı. Bu sonu ölüm ve
parçalanmaya giden fatalizmde trajik bir güzellik var. Maamafih son nefese
kadar, passif mukavemet şeklinde de olsa mücadele edeceğiz.
19 Haziran
Cuma Selamlığı.
Bu pırıl pırıl güneşli günde Yıldız Sarayına doğru arabamızı sürdük. Yol
merasim üniformalılarla dolu. Boğaz muhteşem bir görünüş içinde.
Yıldızda, misafirlere ayrılan kısmın önünde Sultan’ın iki hizmetkârı
tarafından karşılandık. Bir saatten az zaman içinde önümüzde en ihtişamlı
manzaralar geçit resmi yaptı: Güneş ışığı altında beyaz Yıldız Sarayı, onun
karşısında masmavi boğaziçi, uzaklarda sisler içerisinde Adalar. İyi giyimli,
talimli, enerji dolu askerî birlikler. Sağ tarafta dağ tarafından inen kırmızı
serpuşlu süvariler, tam önümüzde yeşil ve kırmızı türbanlı hafif piyadeler.
Borazanlar boruları ağızlarında çalmaya hazır bekliyorlar.
Paşalar merasim üniformaları içinde ya araba ya at ile bize doğru
geliyorlar.
Din adamları ve müslüman halk son derece renkli elbiseleri ile camiyi
dolduruyorlar.
Paşa çocukları da resmî elbiseler giyerek alaya katılmışlar.
Nihayet Sultan’ın maiyeti göründü. Önde sultanın oğlu ve diğer prensler.
Yıldız tepesinin eteklerinde atlarından indiler, Halifenin görünmesini
bekliyorlar. Prenslerin arasında iki tane kır sakallı subay duruyor, bunlar
prenslerin askerlik hocaları.
Haremağası, iriyan, şişman bir hadım mağrur tavırlarla geçti. Orada kapalı
kupalar içerisinde iyice örtünmüş saray kadınları yer aldılar.
Sonra iki sıralı saray muhafızlarının peşisıra tepeye bir merasim havası
çöktü. Arkasından yarı yarıyaaçık bir saray arabası Sultan’ın landosu göründü.
Arabada Sultan oturuyor, karşısında Plevne kahramanı Müşir Gazi Osman Paşa
var.
Minarede müezzin güzel bir sesle salatu selâm ve arkasından ezan okudu.
İkisi arasında askerî marşlar çalındı.
Birlikler yüksek sesle halîfeyi selâmladılar.
Sultan ince yapılı, hasta görünüşlü, iri kemerli burunlu, orta uzunlukta
sakallı, sakalı kahverengine boyanmış hissini veriyor. Selâmlara selâmla
mukabele etti.
Önünde bulunduğumuz kısımdan geçerken Newlinsky ve bana gayet keskin bir
nazar atfetti.
Arabası camiin yanında durdu, sol taraftan hafif bir hareketle indi.
Çevresindekileri yeniden selâmladı, bu defa yüzlerini kendisinden tarafa
çevirmiş muhafızların arasından camiye girdi.
Namaz takriben yirmi dakika kadar sürdü. Camiin avlusunda yere seccade
sererek birçok kişi namaza iştirak ettiler.
Yakıcı güneş altında bekleyen askerlere su dağıtıldı.
Namazdan sonra Sultan camiden çıktı ve iki atlı bir arabaya bindi ve
kendisi sürerek gitti. Avluda paşalar ve kumandanlar eğilerek kendisini
selâmladılar. Prensler tekrar kendi atlarına bindiler.
Sultan ikinci defa önümüzden geçerken, çelik gibi sert bir bakışla beni
süzdü.
Bir gurup muhafız acele peşinden gittiler. Ve bu peri masallarındakine
benzeyen muhteşem merasim sona erdi.
*
* *
Öğleden sonra, Sadrıazamm yakın dostu Margueritte ile beraberim. Take
Margueritte bana yardım etmeyi teklif etti. İddiasına göre Sadrıazama her
istediğini yaptırabilirmiş. Çok yakın zamanda İskenderun petrol kuyularının
imtiyazını alacağını söyledi. Baron Popper’in başarısız ikraz hikâyesini anlattı.
Adı geçen Osmanlı bankasından üç milyon osmanlı lirası borç almak istemişti.
Herşeyi hazırlamış, İzzet ve Tahsin beylerle diğer birkaç kişiyi ayarlamıştı.
Sadrıazam hediye kabul etmezdi, fakat Popper onun karısına bir bilezik veya ona
benzer şeyler takdim ediyordu... Margueritte’in söylediğine göre Popper şimdi
İskenderiye-Şam demiryolunun imtiyazını almaya uğraşmaktadır. Bu öyle bir
hattır ki, Asya’dan Süveyş kanalı yolu ile gelen trafiğin bir kısmını
çekecektir.
Margueritte, dün gece Newlinsky’nin ona benim adıma
bana haber dahi vermeden— ricada bulunmuş olduğunu, meseleyi bildiğini
ifade etti. Sadrıazamm oğlu Cavit Beyi bu işle ilgilendireceğine söz verdi. Ona
göre Cavit beyle herşey «açıkça konuşulabilir».
20 Haziran
Newlinsky’ye Sultan’ın beni kabul etmesi için ne lazımsa yapmasını rica
ettim. Eğer Sultan Abdülhamitle görüşemeden memlekete dönüp de «Olmadı» diyecek
olursam onların bütün rüyalarım yıkmış olurum.
Maamafih Münir Paşa, İzzet Bey ve daha başkalarının önünde beni kabul
etmeği reddettiğine göre, şüphesiz hiçkimse beni açıktan açığa Sultana takdim
edemez.
Bununla beraber İzzet Bey şunları tavsiye ediyor: Yahudiler başka bir yeri
tespit ve orasını daha ilâve şartlarla teklif etmelidirler.
Benim aklıma derhal Kıbrıs geldi.
İzzet Beyin fikri güzel ve bu gösteriyor ki bizimle beraber ve bizim için
düşünüyor. Menfaatin bir kısmının şahsen kendisine isabet etmesi temayülünde..
21 Haziran
Dün öğleden sonra, Newlinsky’nin yanından ayrılmasının akabinde Nuri Beyi
tekrar gördüm. Bâb-ı Âlî’nin önünde, sıcak bir ikindi vaktinde Newlinsky’nin
çıkmasını bekledim. Bir saat sonra Newlinsky çıktı. Bu müddet içinde Sadrıazam
ve Nuri Beyle bizim meselenin münakaşasını yapmış. Sadrıazam buna karşı, fakat
Nuri Bey hararetle taraftar.
Nuri Bey beni son derece samimi kabul etti. Beni ziyaretçilerin bekleştiği
odadan başka tenha bir odaya aldı ve orada oldukça açık şekilde konuştu.
Tamamen bizim tarafımızda olduğunu, fakat bazı odun kafalıların da hesaba
katılmaları gerektiğini söyledi. «Bu kör insanların arasında ben tek gözü açık
bir kimseyim» dedi. Gerçekten diğerlerine nazaran çok daha zeki bir insan.
Tavsiyeleri şunlar : Yahudiler Avrupadaki osmanlı bonolarını satın almalı
ve böylece «Komisyon»un yerine geçmelidirler. Ona göre bu Komisyon kriz çıkan
her yerde büyük tesirleri haizdir.
Sonradan görüştüğümüzde bu fikri Newlinsky’ye de söylemiş olduğunu
öğrendim. Newlinsky bunu derhal reddetmiş, zira bu tahakkuk ettiği takdirde
şimdi Komisyona karşı duyulan nefret Yahudilere çevrilecektir.
Newlinsky, onun zekâsından bahsettiğim zaman, «Eğer bu teklifi Yahudi
Meselesini uzlaşmaya bağlamak için yapmışsa gerçekten zeki olduğuna delalet
eder» dedi.
Nuri Bey bilhassa, malî güçlükleri mesuliyeti altına almış olan Osmanlı
Bankasına karşı girişeceğimiz bir harekette bizi dört elle destekleyeceğine söz
verdi.
Tekrar
Davud Efendi ileyim. Onun Yahudi olması ile iftihar ediyorum. Ona göre
Sultan kalben bizimle beraberdir ama bunu izhar etmemeye dikkat
sarfetmektedir. Davut Efendi, bizim Osmanlıları metbû tanıyan bir devlet
kurmamızın doğru olacağı kanaatinde, böylece bir gün içinde, yani
İmparatorluk yıkıldığı anda gayeye ulaşmış oluruz.
Bugün
Hariciye Nazırı Tevfik Paşayı ziyaret ederken hazır bulunacağına dair söz
verdi. Yalnız onun yanında sanki biribirimizi tanımıyormuş gibi
davranacağız.
|
Tekrar Davud Efendi ileyim. Onun Yahudi olması ile iftihar ediyorum. Ona
göre Sultan kalben bizimle beraberdir ama bunu izhar etmemeye dikkat
sarfetmektedir. Davut Efendi, bizim Osmanlıları metbû tanıyan bir devlet
kurmamızın doğru olacağı kanaatinde, böylece bir gün içinde, yani İmparatorluk
yıkıldığı anda gayeye ulaşmış oluruz.
Bugün Hariciye Nazırı Tevfik Paşayı ziyaret ederken hazır bulunacağına dair
söz verdi. Yalnız onun yanında sanki biribirimizi tanımıyormuş gibi
davranacağız.
Dün gece Newlinsky, beni İzzet Beyin (Başmabeynci) bugün kabul edeceğini
haber verdi.
21 Haziran
Davut Efendiye, bu aralarda nâzır ile bizim mesele hakkında hiçbirşey
konuşmamasını tenbih eden bir tezkere yazdım.
*
* *
Sultan dün Newlinsky’ye beni bir «Gazeteci» olarak kabul edemiyeceğini
bildirmiş, zira bizim gazete Neue Freie Presse’de Bacher doğrudan doğruya
Sultan Abdülhamidin şahsına hücum eden bir yazı yazmış.
Dün sabah İzzet Bey ile görüşmek üzere Newlinsky ile beraber Yıldız
Sarayına gittik. Konuşmaların sadece nezaket cümleleri hududu içinde kalması hususunda
peşinen söz verdim.
Saat dokuzbuçukta artık bana tanıdık gelen ve muhteşem manzaralarla sefalet
tablolarının çevrelediği Dolmabahçe yolundan Yıldıza gidiyorduk. Bir binanın
tamiri faaliyetinin devam ettiği avluya girdik.
İzzet Bey avluda ayakta duruyordu, onu selâmladık ve beraberce onun
dairesinin bulunduğu kısma girdik. Oldukça fakir döşeli bir yer. Odalar plaj
kabinelerine benziyor. İzzet Beyin odası bile bu kaidenin dışında değil. İzzet
Beyin masası, biraz daha küçüğü kâtibi için, birkaç iskemle ve perdeli dört
pencere. Hepsi bu kadar. Fakat pencere Yıldız Camii, Boğaziçi ve hatta Adalar’ı
dahi içine alıyor.
İzzet Beyi bekleyen diğer ziyaretçi bir Yahudi kuyumcu idi. Sultanın
siparişi üzerine gümüş bir sarkaçlı saat getirmişti. Birkaç gün önce Sultanın
bir çıbanını tedavi eden askerî doktora hediye olarak verilecekmiş.
İzzet Beye takdimimden sonra o kuyumcu ile meşgul oldu.
İzzet Bey kırk yaşlarında gösteren, orta ağırlıkta, narin bir adam.
Buruşuk, yorgun fakat zeki ifadeli yüzü çirkince. Büyük bir burun, seyrek,
orta boyda siyah bir sakal ve zekâ dolu gözler...
Bu büyük memleketin en dikkate değer siması ile görüşmeden burasını
terketmeyi arzulamadığımı, eğer buna muvaffak olursam İstanbul’da edindiğim
müspet intibaları gazetede yayınlayacağımı söyledim. Türkiyenin siyasî
mahfilleri konusunda bir seri makale plânladığımı, böyle bir kabulle bunun
tamamlanacağını ifade ettim.
İzzet Bey bütün bunları tebessüm ederek nazikâne dinledi ve «Sizi
konuşturmaktan memnun kalacağım» dedikten bir çeyrek saat sonra kendisinden
ayrıldık.
Newlinsky, çıkarken bütün hizmetkârlara bahşiş vermem gerektiğini söyledi.
İkinci katta İzzet Beyin odasının bulunduğu koridora bakan hizmetkâr iki
mecidiye, alt katta benim bastonumu almış olan bir mecidiye aldılar. Yıldızın
çıkışında komik bir şey oldu. Orada iki kapıcı dikiliyordu, ben elimi cebime
atınca, ikisi birden avuçlarını uzatıp beklemeye başladılar. Herbirine bir
mecidiye verdim.
Sonra arabamızı Boğaz boyunca Bebek’e doğru sürdük. Güneş ortalığı
kavuruyor fakat boğazdan nefis bir meltem esiyordu.
Ancak bundan sonra Newlinsky evvelsi gün Babıâli ve Saray’da olup
bitenleri anlatmaya geçti. Bunları bana mahsus anlatmamıştı ki İzzet Beyle
konuşurken bir atıfta bulunmayayım.
Sadrıazam benim yaptığım tekliflerin karşısındadır (Oysa Sadrıazamın yakını
Margueritte bana bunun aksini söyledi. Hangisi yalancı? Muhtemelen Sadrıazam
beni elaltmda tutmak için Newlinsky ile konuşurken iki manâya gelecek sözler
söylemiş olsun).
Newlinsky Sadrıazam’a, aleyhte bulunsa bile bu hususta Sultan’a birşey
söylememesi ricasında bulunmuş. Ona göre Sadrıazam, Sultanın bu meselede
muhalif tutumda olduğunu bilmemektedir.
Newlinsky Cumartesi günü Yıldız Sarayında bana karşı olan tutumda
değişiklikler olduğunu müşahede etmiş. Sultan Abdülhamid, Newlinsky’nin benim
hakkımda konuşmasına müsaade bile etmiş. Benim Sultanın reddedişini hürmetle
karşıladığımı anlatmış ve benim Türkiye’nin dostu olup Sultana hizmet
arzusunda bulunduğumu söylemiş. Sultan beni muhakkak kabul etmelidir.
Halife Abdülhamid bunu kabule temayül etti Neue Freie Presse temsilcisi
Bacher tecrübesinden sonra beni bir gazete muhabiri sıfatı ile kabul edemez ve
etmeyecektir. Zira Bacher’in mülakatından birkaç ay sonra bizim gazete Sultan
hakkında İngiliz ve ermeni gazetelerinde bile görülemiyecek şiddette hücuma
geçti. Hatta Sultan bu hususta Avusturya Sefiri Calice’e i Bacher’i kendisine
takdim etmesinden dolayı tarizlerde buî lundu.
Diğer taraftan, kendisine hizmet etmek arzusunda bulunduğumu bildirmemden
ötürü beni pekâlâ bir arkadaş, dost olarak kabul edebilir ve etmelidir de.
Onun benden isteyeceği hizmet şudur: Bir kere ben ermeni meselesini bütün
Avrupa matbuatının Türklere karşı dostça ele almasını temin edecek ve bu
matbuata (Londra, Paris, Berlin ve Viyana gazetelerine) tesir edecek
kudretteyim. Bundan başka ben ermeni liderlerinin doğrudan doğruya Sultana
inkıyadlarını ve onun bu konuda söyleyeceklerini kabul etmelerini temin edecek
kimseyim...
Sultan Abdülhamid, Newlinsky ile konuşurken şairane bir ifade tarzı ile :
«Bana göre emrim altındaki kavimler başka başka zevcelerimden doğmuş çocuklar
gibidir. Onların hepsi benim çocuklarımdır. Kendi aralarında fikir ayrılıkları
ve geçimsizlikler olabilir, fakat benimle asla...»
Newlinsky’ye hemen kampanyaya girişebileceğimi bildirdim. Onlara ermeni
meselesinin prağmatik bir takdimini yapalım : Londrada hangi şahıs elde
edilecek, hangi gazete kazanılacak v.s. Sultan beni kabul edecek olursa
işlerim hiç şüphesiz çok daha kolaylaşacaktır.
Newlinsky, «Seni bir müddet sonra, bazı hazırlıklardan sonra kabul edecek»
dedi.
Ben, «Benim hazırlığa ihtiyacım yok. Bütün istediğim Sultan ile bir
mülakattır. İlk adımda, şimdiki işimiz sadece budur» diye cevap verdim.
Bu şekilde konuşmaya Bebek’te bir sahil gazinosunda devam ettik. Sıcak bir
günde, bir ağacın gölgesi altında oturmuştuk.
*
* *
Bundan sonra tepeye tırmanarak Madam Gropler’in evine gittik. Bu asil ve
şayan-ı dikkat hanımefendi, dışarıda kurulan Polonya Hükümetinin Türkiye
temsilcisi Henryk Gropler’in zevcesi. Evleri bütün sürgün veya kaçak
diplomatların, başları sıkışan san’atkârların sığınağı olmuş vaziyette.
Polonyalı bir kemancı, ev sahibemizin yeğeni, yemekten sonra bize bazı
parçalar çaldı. Orada Reşid Bey —meşhur Reşid Paşanın oğlu ve Fuat Paşanın
torunu— de vardı. Reşid Bey şişman, zeki, halâ genç kalmış bir kimse. -Viyanada
ateşe olarak bulunmuş, iki küçük oğlu da almanca konuşuyorlar. Bize güzel
alman şarkıları söylediler.
Yemekten sonra Newlinsky benim projem konusunda Reşid Beyle konuştu.
Sultanın bu beye karşı teveccühü varmış. Reşid’in reaksiyonu sempatikti.
Ayrılmazdan önce terasta onunla birkaç dakika konuştum, bana yardım edeceğine
dair söz verdi.
*
* *
Newlinsky akşam Yıldız’dan yorgun
ve kötü haberlerle döndü. İmparatorluğun her köşesinden berbat haberler geliyordu
: Girit kana bulanmıştı, Dürziler bir
tabur askeri teker teker katletmişlerdi. Rusya hudutlarındaki Ermeniler
başkaldırmış ve üçyüz müslümanı kılıçtan geçirmişlerdi.
Sultan
Ermenilerle ne pahasına olursa olsun sulh yapacaktır. İstikbale sıkıntı ile
bakıp Newlinsky’ye şunları söylemiş: «Bu Türkiyeye karşı düzenlenmiş bir haçlı
seferidir».
Güneş battıktan sonra küçük bir yatla Büyükdereye doğru yelken açtık.
Akşamın tülleri yavaş yavaş o güzel ve mağrur beyaz sarayları
sarıyorlardı. O saraylar ki içlerinde önceki sultanın dul bıraktığı kadınlarla
şimdikinin dul bıraktıkları yaşamaktadırlar. Şimdikinin dul bırakmasına sebep
onlarla yaşamamakta olmasıdır.
22 Haziran
Newlinsky’nin siyasi deha ve ferasetine günden güne daha çok hayran oluyorum.
Herşeyden önce benim sarayda bir pozisyon almam ve ondan sonra şahsen —kimseyi
aracı olarak kullanmadan, herşey kendi kendine olmuşçasına— Yahudilerin
tekliflerini ileri sürmemi düşünüyor. Bu çok mükemmel bir fikir.
Her an bana bu mülakatı temin etmesi için Newlinsky’yi sıkıştırıyorum. Bunu
temin etmeli ki Londradaki arkadaşlarım benim burada olduğuma inansınlar.
Eğer sultan «Evet» derse beni kabul etmesine lüzum dahi yok. Hemen şehri
terkederdim ve herşey kendi kendine olurdu.
«Hayır» dediği sürece de beni kabul etmesi şart ki arkadaşlarım henüz
herşeyin bitmemiş olduğunu anlasınlar, anlayabilsinler.
23 Haziran
Dün pek fazla birşey cereyan etmedi. Take Margueritte Sadrıazam ile
konuşup, benim kendisiyle bir köportaj yapmak istediğimi söyledi. Halil Rifat
Paşa bunun üzerine beni kabul edeceğini bildirdi. Ben de bizim patron
Benedikt’e telgraf çekip, Sadrıazamla umumi siyasi meseleler üzerinde konuşup
bütün röportajı telle göndereceğimi, ancak gazetede neşredilirken benim burada
gördüğüm hüsnü kabul ve teveccühün belirtilmesinin şart olduğunu bildirdim.
Benedikt telgrafla cevap verdi: «İstediğin herşey yapılacaktır». Benim de
beklediğim zaten bu idi.
24 Haziran
Dün Sadrıazamla Neue Freie Presse adına birbuçuk saat süren bir röportaj
yaptım. Hayreddin Bey yine mütebessim tercümanımızdı. Güneşli pencerenin önüne
oturdum ve dizlerimin üzerinde yazdım. Güneş kâğıtları parlatıyor ve beni âdeta
kör ediyordu. Son derece yorucu bir işti.
Tam bir şark manzarası: Halicin üzerindeki köprüden geçiyordum, bir
dilenci çocuk kendisine birşeyler verdikten sonra dahi beni tacizden
vazgeçmiyordu. Take Margueritte’e beni kurtarmasını söyledim. O zavallı çocuğun
yüzüne bir şamar aşketti.
Yarım saat sonra otelde idik.
*
* *
Newlinsky dün öğleden sonrayı İzzet ve Nuri Beylerle sarayda geçirmişti.
Her ikisi üzerinde de son derece müspet tesir icra etmişim. İzzet Bey benim
ilhama maruz bir kimse olduğumu söylemiş.
*
* *
Sultan tarafından kabul edilmem meselesi tecrübe ile sabit ki olmuyor.
Maamafih bu pek korkulacak bir şey değil, zira dün beraber yemek yediğimiz
Szechenyi Paşa [[32]] on yıldır Sultan ile bir defa olsun konuşmamış fakat bir tek selâmlık
merasimini dahi ihmal etmemiş ve bir süre önce rütbesi müşirliğe (mareşal)
yükseltilmiş.
25 Haziran
Sultan Abdülhamid dün bana haber göndererek bugün hareket etmememi
bildirdi. İstanbul’dan ayrılmamdan önce birşey söylemesi ihtimali var. Bu, pek
emin değilim ama, bir başarıdır.
Öğleden sonra küçük bir yatla Büyükdereye, Avusturya sefiri Baron Calic’i
görmeye gittim.
Beni ilk defa olduğundan çok daha fazla iltifat göstererek
kabul etti. Sefarethanenin Büyükderedeki yazlığının büyük salonunda
oturduk. Pencereden mavi Boğaziçi bütün güzelliği ile görünüyordu.
Calice bana durumu kendi anlayışına göre detayları ile anlattı. Tıpkı
Gregor Samarow’un romanlarındaki diplomatlar gibi konuşuyordu. Durumu tıpkı bir
satranç problemi gibi ortaya koydu. Bu oyunu bilen bir kimse yapılan hamlenin
değerini anlayabilirdi. Rusyanın tesiri coğrafî durumu dolayısiyle büyüktü.
İngiltere ise burada önemini kaybetmişti, zira Çanakkale Boğazı konusunda
pasif kalmıştı, diğer taraftan boğazlar Rusyaya açık bulunmaktaydı...
Türkiyenin durumuna gelince. Calice bunu ciddiyetle mü| talea ediyor, fakat
bu İmparatorluğun hayatiyeti öyle isbat edilmiştir ki herşeye rağmen varlığını
idame edebilir. Gayet tabii isyanlar, malî krizler tevali edebilir. Türkiyenin
bir çıkar yol bulacağı ümidinde olmakla beraber bundan emin de değil.
O, ermeni meselesini de gerçekleri tahrif ederek açıklayan türklerden çok
daha başka şekilde ortaya koyuyor. Şu anda, şüphesiz hiçbir yabancının müdahale
etmesini istemiyorlar, reformları v.s. herşeyi kendileri yapmak istiyorlar.
Fakat hadise bir defa geçiştirilirse üzerinde fazla durmazlar.
Ona göre Avusturya daima Türkiyeyi muhafaza edici bir siyaset takip
etmektedir., v.s. v.s. Kısa söylemek gerekirse kısır, verimsiz bir konuşma
yaptık. Sonra Boğaziçinde Petala’da yemek yedik. Deniz ve gece harikulade idi.
Mehtapta yatla İstanbul’a döndük. Take Margueritte sarhoştu.
25 Haziran
Bugün Sadrıazamla yaptığım röportajı Orient Ekspreste giden bir yolcu
vasıtası ile gönderdim.
Akşam üzeri Newlinsky Saray’dan döndü. Oradakilerin bana karşı tutumları
menfi değil. Yahudi fikrini benimsiyor görünüyorlar.
Şimdi para mevzuundaki tutumları fena. Maamafih mesele daha başka bir
şekilde ortaya atılabilirdi.
İzzet (hiç şüphesiz onun ağzıyla Sultan konuşuyor) yahut Sultan (yahut onun
ağzıyla İzzet konuşuyor) eğer Filistin için uygun bir formül bulunursa kabul
etmek temayülündeler. İşler onlar bakımından kötüye gidiyor, ama hiçbir toprak
parçasını da satamazlar. Ama Newlinsky’nin verdiği rapora göre benim fikrim
de yavaş yavaş o muhitte ilerliyor, yerleşiyor.
Birkaç ay içerisinde, Yıldız’da oturanlar muhtemelen bu görüşe gelecekler.
Görülüyor ki fikir onları hayli sarsmış.
Nuri Bey de bizim davaya sempati besliyor. Bugün Çar’ı kazanabileceğimizi
ifade etti.
Bugün Anadoludan yine berbat haberler var. Van’da bir sürü insan
katledilmiş.
26 Haziran
Yine Selâmlık merasimindeyim. Bir hafta önceki merasimin tıpkısı tıpkısına
ayni.
Newlinsky, Türklerin Filistini bize vermeyi arzu ettikleri kanaatinde. Bunu
şuna benzetiyor: Bir adam avlamak istediği bir kadınla yemek yer, ama hiçbir
zaman bu yemeğin ne maksatla olduğunu hiçbirisi hiçbir zaman açıkça ifade etmez.
«Niçin bilmiyorum fakat size onun bir fahişe olduğunu söylüyorum, bundan
eminim» diyor Polonya kırması almancası ile.
Selâmlıktan sonra Tarabya’ya gittim. Sultan Newlinsky’yi orada kabul
edecek.
Akşam dönüşte Sultanla konuşması hakkında bilgi verdi.
Sultan benden bahsedip Neue Freie Presse’e yazdığım makaleden dolayı
teşekkür etmiş. Sonra konu Filistin’e intikal etmiş. Meseleyi düşüncesiz bir
şekilde ortaya atan Newlinsky’ye sitemlerde bulunmuş. Mahalli durumu bilen biri
olmak itibariyle Newlinsky’nin bir ticaret metaı gibi Filistinin
verilemiyeceğini takdir etmesi gerekirmiş. Fakat Sultan’ın işittiğine göre Bay
Herzl’in arkadaşları mümkün bir mübadele şekli üzerinde düşünmekte imişler.
Bu «mübadele» fikrinin sahibi İzzet Beydir, ama öyle görünüyor ki bu fikir
bizden gelmiş gibi Sultan Abdülhamide arzedilmiş bulunmaktadır. Bugün Newlinsky
Sultan ile görüşürken, İzzet Bey de tercüman olarak hazır bulunmuş.
Newlinsky bu konuda hemen ne söyleyeceğini bilememiş. Buna ancak benim
cevap verebileceğimi, ve en büyük arzumun da Haşmetmeâb tarafından kabul
edilmek olduğunu bildirmiş.
Bunun üzerine Sultan «Göreceğim, her halü kârda Bay Herzl’i kabul edeceğim,
bu şimdi veya sonra olabilir» demiş.
Newlinsky, benim temmuz başlarında Londrada olup oradaki arkadaşlarımla
konuşmak mecburiyetinde bulunduğumu arzedince de verdiği cevap kısa :
«Göreceğim».
Demek ki herşeyden sonra kabul edilmem mümkün olacak.
Bundan sonra Sultan Newlinsky’yi şaşkına çeviren bir açıklama yapmış :
Benim tekliflerime karşı tutumunun Büyük Kuvvetler tarafından duyulmuş olduğunu
söylemiş.
Bunların hangi Büyük Kuvvetler olduğunu Newlinsky soramazdı tabii.
Sultan şöyle sormuş: «Yahudiler Filistini her ne pahasına olursa olsun
alırlar mı?» «Başka bir bölgede yerleştirilemezler mi?»
Newlinsky’nin cevabı: «Filistin onların beşikleridir, dönmeyi istedikleri
yer burasıdır».
Sultan: «Fakat Filistin diğer dinlere de beşiklik etmiştir».
Newlinsky : «Eğer Yahudiler Filistini alamazlarsa Arjantine gitmeye mecbur
kalırlar».
Bundan sonra Sultan İzzet Beyle benim hakkımda türkçe konuşmaya başlamış.
Newlinsky sadece benim adımın geçtiğini tespit edebilmiş, bir de İzzet Beyin
benden arkadaşça bahsettiğine kani olmuş.
Sonra Sultan Newlinsky’e başka bir sual tevcih etmiş : «Selânikte kaç Yahudi yaşamaktadır?» Newlinsky bu sualin cevabını
bilmemektedir. Ben de bilmem.
Acaba bize Selanik civarını vermeyi mi kurmaktadır?
Sultan bundan sonra umumi duruma
geçmiş. Bir gün önce Büyük Devletlerin (Düvel-i Muazzama) Van mezalimini protesto
ettiklerini anlatmış, oysa Van’da olanların mahiyeti bambaşka, başkaldıran
ermeniler ve katledilenler de müslümanlar. Fakat Büyüklerin davranışı sanki
bunun tam zıttı olmuş gibi.
27 Haziran
Newlinsky Yıldız Sarayına dair
hikâyeler anlatıyor. Orada rüyanın büyük rolü var. Sultanın maiyetinden bir Lutfi Ağa var ki
boyuna rüya görür ve hergün de Sultanın çevresindedir, şahsını muhafaza eder ve
boyuna onu bekler, üzerinde de büyük tesiri var. Eğer Lutfi Ağa «şöyle şöyle bir
rüya gördüm» dese, Sultan onun tesiri altında kalır. Meselâ Lutfi Ağa bir gün
şöyle dese : «Rüyamda Yahudilerin Filistine geldiklerini gördüm», bu bütün
diplomatik korp’un hep birden çalışsa attıramıyacağı bir adımı attırabilir.
Bir peri masalına benziyor, ama Newlinsky’nin söylediklerini mutlak sır
olarak muhafaza edeceğim.
Bulgaristan Prensi ile uzlaşma olduğu zaman Lutfi Ağanın rüyası büyük rol
oynamış. Bedava rüya da görmüyor bu Lutfi Ağa. Bulgar Prensi Ferdinand Lutfi
Ağanın niçin 20 000 franklık bir hediye kabul ettiğini hemen anlayamamış,
fakat ayni Ferdinand «Müşir» rütbesini almasını Lutfi Ağanın rüyasına borçlu..
Diplomatik dedikodular..
Ben Avusturya Sefiri Calice’e demişim ki, Szechenyi Paşa Sultanın bizzat
yazdığı bir mektupla Viyana’ya gidecek. Calice güldü ve «Küçük bir değişme»
dedi.
Maamafih bunu kendisine bir sır olarak tevdi ettiğim halde, o dünkü
selâmlık merasimi sırasında Szechenyi Paşanın önünde durup: «Dr. Herzl’in bana
söylediğine göre siz İmparatorumuz nezdinde özel bir vazife almışsınız» dedi.
İstanbul itfaiyesini kuran ve yıllardır başında bulunan, bu sebeple de
müşirliğe yükseltilmeyi bekleyen Paşa paniğe kapıldı, hayatını, müşirliğini ve
«vazifesini» kaybetmekten korktu, zira Calice onu kıskanıp aleyhinde
çalışabilirdi.
*
* *
Hariciye Nezaretinin en iyi düşünen kafası Nuri Beyin Sultan ile arası çok
iyi ve görünüşe bakılırsa benim tekliflerim üzerinde Sultana uygun bir rapor da
vermiş durumda. Nuri Bey tam benim fikirlerimin adamı. Sultanın davranışındaki
dikkate değer değişmenin sebebi belki de Nuri Beydir.
îzzet Bey biraz bozulmuş, sinirlenmişti —ama bana değil—, zira Nuri Bey bu
raporu ondan habersiz vermişti.
Zahiren İzzet ve Nuri beyler arkadaşlar.
28 Haziran
Dün sabah Newlinsky’ye şunları söyledim :
«Eğer Sultan beni kabul etmeyecekse bile bana gözle görülür birşey
vermelidir.. Londradaki arkadaşlarımla konuşurken, onun bana vereceği herhangi
bir işarete son derece muhtacım».
Newlinsky bunu derhal İzzet Beye yazıp gönderdi, fakat bütün gün boyunca
cevap gelmedi.
Bunun yerine öğleden sonra Sarayın protokol işlerine bakan Münir Paşa’dan
«Bugün Sultanın hazine dairesi ve saraylarının bana gösterileceğini» haber
veren bir mesaj geldi.
Ben bu davet karşısında hayal kırıklığına uğramıştım, fakat Newlinsky bu
davetin bir şeref olduğunu söyledi. «Ben bu teveccüh karşısında gözü yaşaracak
bir çikolata fabrikatörü değilim» dedim.
Newlinsky ayni kanaatte değildi, bu gibi teveccüh gösterilerini minnetle
kabul edebileceğini söyledi.
Bu gece Sofya’ya müteveccihen ayrılıyoruz.
Bu seyahat bana tam üçbin franka maloldu.
Bir daha geri gelmeyecek cinsten masraflar artıyor.
28 Haziran
İnsan görünce niçin bütün dünyanın İstanbul’u ele geçirmek istediğini
anlıyor.
Herkes onu ister ve bu da Türkiyenin varlığının devamının bir
garantisidir.
Korsanların hiçbiri bir diğerinin burasını ele geçirmesine göz yummaz ve
ele geçirilemeden kalmaya devam eder.
29 Haziran, SOFYA
Dün öğleden sonra Sultanın yaverinin refakatinde Eski Saray (Topkapı)
hazine dairesini, Dolmabahçe ve Beylerbeyi saraylarını gezdim.
Yaver biraz fransızca biliyordu, fakat lüzumundan fazla da nazikti. Ne
dersem «Evet efendim»den başka cevap vermiyordu.
Saraylar muhteşemdi.
Bu sıcak fakat güzel seyahatten Royal Otel’e döndüğüm zaman Newlinsky
mektup yazıyordu, «Bunu sana gönderdi» dedi, bir kutu verdi, içinde bir
«Mecidiye Nişanı» vardı.
*
* *
Margueritte ve arkadaşları ile yemekten sonra trene bindik ve İstanbul’dan
hareket ettik.
Trende Newlinsky şunları anlattı:
«Ben bile istemediğim halde Sultan sara bir nişan verdiğini söyledi. Fakat
seni bu ziyaretinde kubul edemezdi, zira planın gizli kalmadı ve hatta birkaç
kişi o konuda raporlar verdiler. Bunlar ismen söylenecek olursa Sadrıazam,
Nuri Bey, Davut Efendi ve Cavit Beydir. Bu şartlar altında yapılacak bir
konuşma malumu ilâmdan öteye geçemezdi ve bu sebepten Sultan senin tekliflerini
hali hazır şekliyle reddetti, reddetmek zorunda kaldı. Hiç nazarı itibara
almadı. Ama bana şöyle dedi: “Yahudiler zekidirler, kabule şayan bir formül,
hal çaresi bulacaklardır”. Bundan şu sonucu çıkarabiliriz, Sultan sadece
zevahiri kurtarmak istemiştir, sonunda kabul edeceğine ben şahsen eminim. İzzet
Bey de senin tarafından çalışır görünüyor, yahut bende bıraktığı intiba öyle».
«Sadrıazam teklifler hakkında menfi bir raporla geldi. O plânı bir fantezi
olarak kabul ediyor. Nuri Bey verdiği raporda müsbet ifade kullandıktan başka,
diğerleri tarafından ileri sürülen mahzurları cevaplandırdı. Bilhassa o
noktalar üzerinde durdu. Muhtemelen Nuri Bey, Sadrıazamm aleyhte olduğunu
öğrenmişti. En akıllıca raporu Davut Efendi vermiş, plânı bütün detayları ile
enine boyuna tahlil ettikten sonra kendisi bir Yahudi olduğu cihetle ne lehte,
ne aleyhte bir mütalea serdedemiyeceğini ilave etmişti. Sadrıazamm oğlu Cavit
Bey planın lehinde olduğunu, Sultanın himayesi altına girecek Yahudilerin
faydalı olacakları v.s. hususları üzerinde durmuştu. Sultan bu son rapor
üzerine, Selânik valisinin bir raporunu hatırlamıştı. Valinin raporuna göre
Selânik Yahudileri biraz para sahibi olur olmaz hicret ediyorlardı. Bunun
üzerine ben sultana Yahudilerin hicret edecekleri bir vatanları olmadığını, bir
yerden diğerine gitmelerinin tamamen günlük hâdiseler sebebiyle olduğunu
arzettim».
«Sultan Abdülhamid şimdi sizden Ermeni meselesinde yardım bekliyor. Bundan
fazla olarak fenerlerin geliri karşılığı ödenmek üzere biraz borç para
bulmanızı arzu ediyor. Bu maksatla size fransız maliyeci Collas ile bir
kontrat gönderiyor. Borç tutarı yıllık 45.000 Osmanlı Lirası olacak ve borç
yekûnu 2.000.000 liraya kadar yükselecek».
*
* *
Sofya yolundayız. Yolda, bundan sonra atılacak adımları münakaşa ettik.
Alman İmparatoru Bismarck bu mesele ile ilgilenecektir. Newlinsky’nin onunla
da münasebeti var.
Trende Newlinsky bana diplomatik korp ve devlet adamları hakkında bir sürü
hikâye anlattı. Bunlardan anlıyorum ki dünyayı idare edenlerin büyüklüğü, bizim
onlar hakkında duyduğumuz hürmetten ileri geliyor. Anlatılan her anekdot beni
teyid ediyor. Meselâ Newlinsky’nin Bulgar Harbiye Nazırı Patrow hakkında anlattıklarını
ele alalım. Sultan bu adama bir defa at hediye edeceğini söz vermiş. Ondan
sonra adam her hafta İstanbul’daki Bulgar temsilciliğine mektup yazmaya
başlamış «Nerede benim at?». Ve bu adam söz verilen atı almadığı için
makedonyalı asilere tek kurşun atmamış.
30 Haziran
Sofya istasyonunda Siyonist Teşkilatından iki centilmen tarafından
karşılandım. Filopopolis’ten benim gelmekte olduğum kendilerine telefonla
bildirilmişti.
Şehirde tam bir sansasyon var. Şapka ve bereler havalara atılıyor. Daha
fazla merasim yapmamalarını rica zorunda kaldım.
Siyonist Cemiyetinde konuşmalardan sonra, yüzlerce kişinin beni beklediği
Sinagoga gittim. Gösterilerden kaçınmalarını, Yahudilerin aleyhinde tefsir
edilebilecek her türlü davranıştan sakınmalarını söyledim. Ben almanca ve
fransızca konuştuktan sonra, söylediklerim bulgarca ve İspanyolca tekrar ediliyordu.
Mihrabın yanında duruyor ve ibadet sırasında ne yapıp da orada duran
Tevrat’a sırtımı dönmeyeceğimi düşünürken, cemaatten birisi yüksek sesle şöyle
söyledi: «Sen arkanı dönebilirsin, sen Tevrattan daha mukaddessin». Birkaç
kişi elimi öpmek istedi.
*
* *
Akşam nazır Natchevitch’le yemek yedim. Oralı Yahudilerin beşyüz senelik
sinagoglarının çevresinin istimlak edileceği haberinin onları üzdüğünü
anlattım. Nazır uygun bir hal şekli bulacağına söz verdi.
Liberal Bulgarlar Türklerden daha müsamahasız davranıyorlar.
1 Temmuz Baden’de ebeveynimin yanında
Newlinsky trendeki seyahatimizin son gününde dahi teşvikçiliğinden birşey
kaybetmemişti. Şu fikirdedir :
Sultana Siyonist hareketini uhdesine alması ve Yahudilere Filistini
kendilerine açık tuttuğunu, kendi himaye ve tebaiyetini kabul etmek şartiyle
gelebileceklerini ilân etmesi hususu telkin edilmelidir. Buna karşılık olarak
Yahudiler her yıl bir milyon haraç ödeyeceklerdir.
Bu fikri pek mükemmel buldum. îstanbulda buna benzer birşey düşünmüş ve
fakat hakkında kimseyle konuşmaınıştım. Zira bu kabul edilebilir bir fikirdi,
oysa ben kabul edilemiyecek tipte teklifler yapmak zorunda idim, zira
Londradakilerle henüz tamamen anlaşmamıştım. Son dakikada beni terketmemeleri
lazım.
Şimdi bu teklifleri Londraya götüreceğim. Orada biraz da sabırsızlıkla
beklenmekteyim zannederim.
Newlinsky Bismarck’ın arkadaşı Sidney Whitmann’ın aracılığı ile dikkatinin
bu konuya çekilebileceği kanaatinde. Whitmann Londra’dan çağrılmış ve
Carlsbad’da Newlinsky’yi karşılayıp Friedrichsruh’a gitmek üzere çağrılmıştır.
Bütün bu masraflar benim hesabıma... Bismarck Sultan Abdülhamid’e Newlinsky’nin
trende ileri sürdüğü teklifleri mektup ile yazacak. Bunun sonucu Abdülhamid
beni kabul edecek, bütün dünyaya yayılmış olan Yahudileri çağırmakla beni
görevlendirecek ve mesele böylece halledilmiş olacak.
Newlinsky diyor ki: «Eğer ermenileri pasifleştirme işinde başarı
kazanırsan, fener gelirleri karşılığı iki milyonluk bir borç bulabilirsen ve
bir de Bismarck’a mektup yazdırabilirsek sonucu bir hafta içinde alırız».
2 Temmuz
Dün gece ebeveynimin apartmanında Tiflis ermenileri lideri Alawerdow ile
konuştum, Klatscko da tercümanlık etti. Ermenilere arabuluculuk teklif ettiğimi
bildirdim. Alawerdow rus ermenisi olduğu ve hükümetinden çekindiği için konuşmadı.
Keza bana da pek itimat etmiş görünmedi. Sonunda beni Londradaki ermeni
çevrelerine bir dost olarak takdim etmesi ve kendi çevresinde de pasifliği
savunması hususunda mutabakata vardık.
*
* *
İki milyonluk ikraz konusunda Union Bank müdürü Reichenfeld ile konuştum.
Birisinin gidip bazı sorular sorması, araştırmalar yapması vesairden bahsetti,
ben de tafsilât vermeyi reddettim.
*
* *
Dün Hechler Karlsruhe’den telgraf çekerek Kayzer’den mülakat için söz
alındığını, Grand Duke’ün aracılık, ettiğini bildirdi.
2 Temmuz
Karlsruhe yolunda, Orient Ekspresteyim.
Bu arada Bismarck’ın Newlinsky’nin arkadaşı Whitmann aracılığı sonunda
Sultan Abdülhamid’e gönderdiği muhteşem mesajı not etmeyi unuttum.
Sultan Abdülhamid Bismarck’a içinde bulunduğu güçlüklerle ilgili bir
telgraf gönderir, Bismarck buna şu cevabı verir: «Tehdidlere kulak asmamak
metanet, ahidlere sadakat göstermek aydınlık verir». «Ahidlere sadakat» sözü
harikulade.
«Newlinsky her zaman söyler: «Bismarck’ın siyasetten bahsettiğini
dinlerken, piyanist Rubinstein’in piyanosunu dinliyorum zannederim».
*
* *
Bu sabah istasyonda, beni görmelerini rica ettiğim Viyana Siyonist
Teşkilatı başkanı Schnirer ile ayaküstü konuştum.
İstanbul seyahatimin müspet sonuçlarından bahsettim. Aldığım Mecidiye
nişanını gösterdiğim zaman yüzü karardı. Hemen bu fırsattan istifade ile
Edmond Rothschild’e benim liderlikten ayrılmamı ve kendisinin gelmesini teklif
edeceğimi anlattım.
Sh:5-100
Kaynak: SİYONİZM VE TÜRKİYE, Hazırlayan Doç. Dr. Yaşar
KUTLUAY, A. Ü. İlâhiyat Fakültesi, SELÇUK YAYINLARI, 1967-KONYA
[1] Adı
geçen yazar Eugen Kari Dühring’dir (1833-1901). Alman felsefecisidir. 1881
yılında «Die Judenfrage als Frage der Rassenschalichkeit für Existenz, Sitten
und Kultur der Völker» «Milletlerin kültürü, ahlâkı ve varlığı için ırkî bir
tehlike, Yahudi meselesi» adlı kitabmda Yahudi ırkına karşı mücadeleye
girişilmesi lüzumunu ortaya atmış ve bu fikir birçok muhitlerde sempati ile
karşılanmıştır.
[2] Almanya
ve Avusturya’da Yahudilere hakaret olmak üzere söylenen bir küfürdür. Lâtince
«Yeruşalaym elden gitti» anlamına gelen cümlenin baş harflerinden meydana
getirildiği söylenir.
[3] Baron
Maurice de Hirsch (1830-1896), Avrupa, bilhassa doğu Avrupa memleketlerinden
sürülen Yahudileri Arjantine yerleştiren, onlara iş ve toprak temin eden
«Jewish Colonization Association» adlı teşkilâtı kuran ve 250 milyon Türk
lirası sarfeden tanınmış Yahudi zenginidir.
[4] Şavuot
haftalar anlamına gelen ibranice bir kelimedir. Pesah yani «hamursuz
bayramından» itibaren yedinci haftanın son günü (yani ellinci gün) gelir. Hasat
zamanı olduğundan «Biçme Bayramı» da denilir.
[5] Baron
Hirsch’in, Yahudileri Arjantinde iskân etmek için kurduğu teşkilâtın adıdır.
[6]
Avrupa’da bilhassa belli başlı şehirlerde, yalnız Yahudilerin oturmalarına
mahsus mahallelere verilen isimdir. Bu mahaleler yüksek bir duvarla çevrilir,
ancak belirli kapılardan şehre çıkılabilirdi. Bunların en tanınmışı, ikinci
dünya savaşı sırasmda içindekilerle birlikte imha edilen Varşova ghettosu-
[7] Hazreti
Musa (İbrani dilinde Moşe) İsrailoğullarını Mısır’dan Firavunun tasallutundan
kurtarıp Kızıldeniz yoluyla çıkardığı zaman, onlar çok uzun yıllar esarette
kalmış olduklarından bir millet olma
vasfını kaybetmişlerdi. Sadece karınlarını doyuran bir efendiye bağlı olmak
onlara kâfi geliyor, ötesini düşünmüyorlardı. Sina yarımadası ve Necef
çöllerinde kırk yıl müddetle dolaştıktan sonra Kuzeye çıkmışlar ve Arz-ı
Mev’ûd’a (Filistin) girerek devlet kurmuşlardı. Bu kırk yıllık dolaşmayı,
Hazreti Musa’nın, esareti tanımayan, bilmeyen ve yeni ölçüler içinde bir millet
yaratma gayesiyle yaptığını kabul etmekte idiler. Dr. Herzl de 2000 seneye
yakın zaman esir veya azınlık hayatı sürmüş ve hakir görülmüş Yahudileri
eğitime tâbi tutarak, Hz. Musa gibi 40 yıl değil, fakat 20-30 senede bir millet
haline getirmeyi ve Arz-ı Mev’uda öyle gitmeyi düşünmekteydi. «Zamanla
doğuracağı sonuçları ne siz, ne de ben görebileceğiz» demesinin sebebi de budur.
[8] «Çıkış»
veya «Huruç» Tevrat’ın ikinci kitabıdır. Başlarında peygamber Hazreti Musa
olduğu halde, İsrailoğullarının Mısırdan çıkışlarını anlatır.
[9] Israiloğulları
Mısır’dan Hz. Musa ile çıktıktan az sonra, onun bir ara yanlarından ayrılması
üzerine, altından bir buzağı yapıp ona ibadete başlamışlardı. Hz. Musa uzun
çabalardan sonra tekrar yola sokabilmişti.
[10]
Birincisi Venedikli, İkincisi alman iki büyük Yahudi iş adamı ve bankerdirler.
[11] Moritz
Güdemann (1885-1918), Viyana’daki Yahudi cemaatinin baş rabbisi. Yazdığı
kitaplar bütün doğu Avrupa Yahudi çocuklarına okutulmaktaydı.
[12] Baş
Rabbi Güdemann’ın arkadaşı, zengin bir Viyanalı Yahudidir. Başlangıçtan
itibaren hareketin mürevviçlerinden ve Dr. Herzl’in yardımcılarındandır.
[13]
Türkçede «Haham» dediğimiz din görevlisi.
[14] Max
Nordau, Dr. Herzl’in yakın mesai arkadaşlarından olan Yahudi tabib, yazar ve
bir alman gazetesinin Paris muhabiridir. 1923 yılında bir rus siyonisti
tarafından vurularak öldürülmüştür. Katil, onu, Yahudilerin Uganda’da
yerleşmelerine çalıştığı için vurduğunu mahkemesi görülürken ifade etmiş-
[15] Hovevey
Siyon (Siyonu Sevenler) 1870 yılında David Gordon tarafından ortaya atılıp
sonra bilhassa Rusya’da gelişen bir teşkilâttır. 1882 yılında organize hale
gelmiştir. Bir gurup Yahudi genç Hovevey Siyon’un yardımı ile o yıllarda
Filistine yerleştirilmiştir. Hareket tamamen millî bir Yahudi hareketidir.
önceleri politik Siyonizm hareketine cephe almış ise de sonra Siyonist
Teşkilâtı tarafından absorbe edilerek bünyesi içine alınmıştır.
[16] Bu
tahmin gerçekten doğru çıkmış ve devlet 1948 yılında kurulmuştur.
[17] Leopold
Landau Berlin Tıp Fakültesi profesörlerindendir. Tanınmış bir alman
siyonistidir. Birçok faaliyette bulunmuştur.
[18] Michael
de Newlinsky, aristokrat bir polonyalıdır. Petersburg (Leningrad)
Üniversitesinde okumuş, Moskoya’da çeşitli dergilerde yazı hayatına atılmıştır.
Sonra Macar ve Avusturya tabiyetine geçmiş, Hâriciyeye intisap ederek İstanbul’da
Avusturya-Macaristan sefaretinde vazife almıştır. Daha başlangıçtan itibaren
sultan ikinci Abdulhamid’in şahsî dostluğunu kazanmış ve Dr. Herzl’in doğrudan
doğruya İstanbul ve Yıldız’la temasa geçmesinde kolaylıklar sağlamıştır.
[19]
Filistinde kurulmuş olan Yahudi devleti en geniş hududlarına Hz. Davud ve
Süleyman devirlerinde ulaşmıştır. O devirdeki hududların ihyası anlamına bu
slogan ortaya atılmaktadır.
[20] Bu
zatın Yahudi iken önce ortadoks sonra katolikliğe geçtiği ve İstanbul’da
almanca çeşitli gazeteler çıkardığı bilinmektedir, önce «Osmanische Post» olan
gazetenin adı sonraları değişmiştir. Gayesi şarka ait her türlü fakat bilhassa
İktisadî konularda bilgi vermek olduğu söylenebilir. Ne zaman ve nerede öldüğü
bilinmemektedir.
[21] İzzet
Bey tarihimizde «Arap İzzet Paşa» diye tanınan zattır. Şam’da doğmuş, saraya
intisap etmiş ve Abdülhamid’in önce ikinci kâtipliğine getirilmiş, daha
sonraları rütbesi vezirliğe yükseltilerek paşalığa nasbedilmiştir. Devlet
işlerinde söz ve nüfuz sahibi, zengin bir arabın oğlu olmasına rağmen para ve
rüşvete düşkün bir kimse olarak bilinir. 1908 yılında meşrutiyet ilân edilince
İstanbul’’dan kaçmış, 1924 de ölmüştür.
[22] Osmanlı
Devletine borç verilecek meblâğları tayin ve tespit eden komisyonun adıdır.
Bunu günümüzde de ayni işle meşgul olan «Konsorsiyum»a benzetebiliriz.
[23]
Müteaddit defalar Ingiltere Başvekilliği yapmış ünlü devlet adamıdır. Son
Başvekilliği 1895-1902 yılları arasındadır.
[24] Leşana habaa biyeruşalaym cümlesi dış
memleketlerdeki Yahudilerin çeşitli vesilelerle söyledikleri bir dua
cümlesidir. İnşallah bu kutlamayı bir dahaki sene Yeruşalaymda yaparız, orada
oluruz anlammadır.
[25] Adı geçen Yusuf Ziya Paşadır.
Bestekâr olarak da meşhur olan Ziya Paşa 1864 yılında Hariciye Nezaretine memur
olarak intisap etmiş, 1869 yılında Berlin Sefareti ikinci kâtipliğine tayin
edilerek diplomasi mesleğine girmiş, Viyana, Atina ve Petersburg (Leningrad)’da
sefir veya müsteşar olarak bulunmuştur. Paris sefiri iken Devlet Şurası
azalığına getirilmiştir. 1908 Meşrutiyetinden sonra Ticaret Nezaretine
getirilmiş, bir ara Washington Sefiri, sonra Ayan (Senato) Meclisi üyesi,
Maarif Nazırı olmuştur. 1929 yılında ölmüştür.
[26] Karatodori Paşa rum asıllıdır.
Fransa ye Almanyada hukuk tahsil etmiş, devlet hizmetine girmiş,
Roma sefaretinde, Berlin Kongresi murahhaslığında bulunmuştur. Uzun yıllar
Girit valiliği yapmıştır. 1896 yılında Sultan Abdülhamid’in baş tercümanı
bulunuyordu.
Ahmed Tevfik Paşa son Osmanlı
Sadrazamıdır. Birçok sefaretlerde, hariciye nazırlığında bulunmuştur. 1936
yılında ölmüştür.
[27] Dünyadaki yahudüer üç büyük
guruba ayrılırlar. 1) Sfaradîm, 2) Eşkinazîm, 3) Mizrahîm. Birinciler
İspanyadan sürülerek Osmanlı İmparatorluğu hududları içine II. Bayezid
tarafından yerleştirilmiş olanlardır ki Türkiye, Bulgaristan ve Yunanistan ile
bazı balkan ülkelerinde bulunurlar. İkinciler Avrupa ve Amerika Yahudileridir.
Üçüncüler, şark ve ortaşark ülkelerindeki Yahudilerin adıdır.
[29] İngiliz Yahudilerinden, bankacı
ve Güney Afrikada mücevher madenleri işleticisi, şirketin kurucusu.
[31] Cavit Bey, 1895-1901 arasında
Sadarette bulunmuş olan Halil Rifat Paşanın oğludur. Siyasî ilimler tahsilinden
sonra devlet hizmetine girmiştir. İnsafsızlığı ve merhametsizliği ile ün
yapmıştır. Galata köprüsü üzerinde bir arnavut tarafından katledilmiştir. Babasının
onun acısına dayanamayarak öldüğü söylenir.
[32] Bir macar devlet adamının
oğludur. 1873 yıllarında Îstanbula gelmiş, itfaiye teşkilâtını kurmuş ve başına
geçmiş, sonra paşa ve müşirliğe yükseltilmiştir.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar