Print Friendly and PDF

SİYONİZM VE TÜRKİYE -4-

Bunlarada Bakarsınız


15 Mayıs, İstanbul’
Beş yıl sonra İstanbul’da ve ayni oteldeyim. Hatta Newlinsky ile vaktiyle kaldığım ayni odadayım. Değişmiş bir adam olarak pencereden hiç değişmemiş olan Halic’e bakıyorum. Gü­zellik beni pek ilgilendirmez, benim için dünya görünüşten ziyade irade’dir.
*
*          *
Dr. Wellisch aslında macar Yahudisi ama Türk devletinin hizmetine girmiş, bizim için gerçekten faydalı bir insan. Tam bizim muvasalâtımızda geldi ve kendisini tamamen bizim iş­lerimize vakfetti.
Sonra bizim «makas-bileycisi» Crespi geldi, bunu artık defedeceğim, ama arkadaşça ve güleryüzle karşıladım ve yarın uğramasını söyledim.
İkinci gün (dün sabah) Vambery’nin bir telgrafı ile gel­di: «Herşey yolunda». Onun fikirlerini öğrenmek istedim. Ben ondan daha çok şey biliyorum. Sonra açıldı ve bana rüşvet ve­rilecek kimselerin bir listesini verdi. Tabiatiyle bu listeyi şüp­heli kabul ediyorum. Fakat bunlara Wolffsohn’un ödeme yap­masını sağlayacak ve bu müessir kişileri elde edeceğim.
Sabah saat 10.30 da Wellisch’le bir arabaya binip Yıldız Sarayına gittik. Vaktiyle Newlinsky ile geçtiğimiz yollardan geçtik, yine muhafızlar, askerler, kapıcılar...
Tahsin Beyin dairesine gidip güzel manzaralı bir salonda bekledik. Tahsin Beye kartımızı gönderdik, az sonra gelen bir görevli Tahsin Beyin çok meşgul olduğunu bildirdi.
Wellisch ona bir tezkere yazarak bende Vambery’nin bir mektubu olduğunu bildirdi. Bunun üzerine gelen başka bir gö­revli benim mesleğimi sordu :
«Yazar, edebiyatçı» dedim.
«Neue Freie Presse’in müdürü mü?»
Wellisch’e bir gazetenin temsilcisi olarak değil sadece bir yazar olarak takdim edilmek istediğimi söyledim.
Birkaç dakika sonra tekrar gelen görevli Tahsin Beyin yanma götürdü.
Kara sakallı, gözleri sanki yarı yarıya kapalı ufak tefek bir 'adam. Biz girince ayağa kalktı, elini uzattı, yazı masasının kar­şısında yer gösterdi ve türkçe bazı nezaket cümleleri ile hoşgeldiniz dedi. Wellisch bunları bana tercüme etti, ben de ayni soğuk nezaket cümleleri ile teşekkür ettim. Gösterdiği hüsnü kabulden memnun olduğumu, bu güzel şehre ilk defa gelmedi­ğimi, 1898 yılında burada Alman Kayzer’i tarafmdan kabul edildiğimi ve Sultanın sadık bir dostu olduğumu söyledim. Sonra onun bir suali üzerine burada 3-4 gün kalacağımızı bil­dirdik ve ayrıldık.
Dünkü bu olaylardan sonra şimdi bekleme durumunda­yım.
14 Mayıs, İstanbul’
Dün Wellisch Yıldız’a gidip bizim işlerin iyi gittiği haberi ile döndü. Kendisine de bana verilen nişan verilecekmiş, bunu tebliğ etmişler. Ona kendimin nişanını gösterdim. Ziyaret sı­rasında nasıl giyinmem gerektiğini sordum. Bugün bu hususta bir karar verecek. Tahsin Bey Cuma selâmlığına davet etti. Ondan sonra Sultanı görüp göremiyeceğimi öğreneceğim. Gö­rünüşe göre Sultan beni debdebeli saltanatlı bir şekilde kabul etmek arzusunda.               *
*          *
Öğleden sonra Kapalıçarşı ve Ayasofya’ya gittik. Akşam da yalnız Taksim Bahçesine gittim, oradan Boğaz çok şahane görünüyor. Bu sıralarda hayat görüşüm değişiyor «Dünya bir rüyadır»dan geçip «Dünya bir mücadeledir»e geliyorum.
Öğle vakti Oskar Marmorek’i Crespi’ye gönderdim ve Nu­ri ile Crespi’nin evinde bir buluşma tertip etmesini söyledim. Nuri buna imkân bulunmadığını zira kendisinin daimî göz al­tında tutulduğunu bildirdi.
Akşam Anadolu Han’ına gittim, sadık arkadaşım Wolffsohn hala hasta idi. Ayrılırken beni merak ediyordu. Şaka ettim : Eğer sabah geri dönmeyecek olursam beni Crespi’nin ininde ararsınız.
Crespi beni Anadolu Hanı’n pasajında bekliyordu. Önün­den geçerken kendisiyle evinde konuşmak istediğimi söyledim. Peşimden geldi. Eski, harap evi Anadolu Hanın arkasındaki bölgede idi, döşemesi de hayli pejmürdeydi. Çalışma odasına Viyanamn aristokrat havasmı vermişti. Duvarları gazete baş­lıkları ile süslenmişti.
Konuşmasına mahçup başlıyor sonunda yüzsüzlüğe varı­yor, beş franktan milyon altına geçiyordu. Daha önce bana söylenen kötü şeyler konusunda ürkek konuşuyordu.
Sanki hiçbirşey bilmiyormuşum gibi davranıyordum. Vam­bery bana bu gurubun hiçbirşey yapamıyacağı gibi herşeyi ya­pacağım da söylemişti. Şimdi bununla alâkayı kesebilirdim, ama istikbalde bunları yine kullanabilirim, onun için o yola gitmeyeceğim. Bana Dirsztay’dan aldığı bir mektubu gösterdi, eğer randevu gerçekleşirse Crespi’nin benden her ay 1500 frank alacağını bildiriyordu. «Evet» dedim, «Eğer ben bütün plânı Sultana sunarsam ve o da bunu tetkik etmek üzere bir komite kurarsa».
Fakat şimdi alâkayı bütün bütün kesmek de doğru olmaz­dı, Kongre toplanmazdan önce bana bir oyun oynayabilirdi. Onun için kendisine şimdilik ayda 1000 frank vereceğime söz verdim. İleride Komitenin kararı ile bu 1500 olacaktı.
Bu arada Nuri’nin tıpkı Viyanada verdiği makbuza ben­zer bir makbuzu aldığı paralar karşılığında vermesi şartını or­taya attım. Tahsin Beyin «Üçtebir»ini bu arada zikretmedim, onun üzerinde de düşünmek lâzım. İzzet Bey kanadına men­sup Nuri gurubunu elde tutmak 10 000 frankla mümkün olabi­lecek, yoksa bana karşı kullanılabilirler. Bu artan masrafları arkadaşlarıma haber vermeliyim.
Crespi bu arada galiba ilk defa doğru bir lâf etti, Sultan tarafından kabul edilmemden önce hiçbir şey yapmaya mukte­dir olmadığını söyledi. Nuri Bey de bana verilmesi söz verilen Nişan’ın daha büyük derecesinin verilmesini dahi temin ede­cek durumda değildir. Ama ben verilecek İkinci Sınıf Mecidiye nişanını kendim reddedemez miyim?
Bu sabah Wellisch’e Tahsine gidip, benim nişan meraklısı olmadığımı, beş sene önce ben istemediğim halde Üçüncü Sınıf nişanı evime kadar gönderdiklerini, nezaketen onu reddetme­diğimi, şimdi ille bir nişan vermek istiyorlarsa ancak birinci sınıfını kabul edebileceğimi söylemesini istedim.
15 Mayıs, İstanbul’
Bugün yine boşuna bekleme ile geçti. Her an Sultanla ko­nuşmanın ne şekiller alabileceğini düşünüyorum. Günün olay­ları :
Akşam Taksim Bahçesine gittim. Orada Nuri Bey bir avrupalı ile oturuyordu, ben varınca mendilini çıkarıp sakalını silip yüzüne tuttu, ben de bunun üzerine kendisini görmemiş gibi davrandım. Wolffsohn ve Marmorek’e çıkarken bakıp onu tanımalarını ve bizim rüşvetlerin nereye gittiğini bilmelerini söyledim.
19 Mayıs, İstanbul’
Bugün belki büyük bir gün olacak, belki çok küçük bir gün veya hiç. Hala kabul edilmedim.
Eğer kabul edilmezsem Vambery’ye bir telgraf çekeceğim, öyle bir telgraf ki buradakiler de okuyup anlayabilsinler.
Sabahleyin Neue Freie Presse’ye göndereceğim «Şavuot Hikâyesi»ni düşündüm : Güneş, bir diplomatın son aşkı, Tarabya’da ifade edilmiş bir aşk, ayaklarının dibinde Boğaziçinin su­ları... v.s.
Sonra Sultan Abdülhamid’i düşündüm, belki o tam tahay­yül ettiğim gibi bir «Patron»dur.
Aynanın karşısında sanki huzurda imiş gibi konuşuyor­dum : «Majesteleri bendelerinin açıkça, samimiyetle ve ciddi konuşmalarına müsaade ederler mi?»
«Ben küçük hizmetler için değil büyük işler için geldim».
«Bir gazete makalesine 50 ilâ 500 Lui Altını verilir, ben ise satmam, kendim veririm».
«Androclus ve Arslan hikâyesi v.s.».
Bunların ne kadarını gerçekleştirebileceğim?
19 Mayıs, İstanbul’
Herşeye kavuştum.
Dün hiçbirşey yazmaya fırsat bulamadım, zira sabahtan Saraya çağırıldım ve akşam geç vakte kadar heyecanla bekle­dim. Sultanla yaptığım bu ilk konuşmayı hemen yazamadığım için de tazeliğini kaybetti.
Cuma sabahı saat 10 da dikkatle tuvalet yapıp, frağımı gi­yip Mecidiye nişanımı takıp Wellisch ile birlikte arabaya binip
Yıldız Sarayına gittik. Hava oldukça ılık olmasına rağmen paltomu çıkarmadım ve içeriye toz dolmaması için pencereleri sıkı sıkı kapadım. Selâmlıkta bulunacak olan birlikler yürü­yorlar, atlılar, görevliler vazife başında bulunuyordular.
Selâmlık sırasında fevkalâde emniyet tedbirleri almıyor ve o bölgeden kuş uçurulmuyor, ama bütün kapılar sanki si­hirli imiş gibi önümde açılıyordu. Derhal içeri alınıp Birinci Kâtip Tahsin Beye götürüldük, yanında Fuat Paşa vardı. Tah­sin Bey pek memnun görünüyordu, beni Fuat Paşa’ya takdim etti. Ondan sonra Merasim Nazırı İbrahim Bey tarafından çağırıldım. Kır sakallı, yuvarlak omuzlu bir adam bu İbrahim Bey. Orada da muhteşem bir şekilde karşılandık, sonra beş yıl önce Newlinsky ile birlikte bulunduğumuz yabancılara mah­sus seyr mahalline alındık. Bu defa eskisi kadar kalabalık yok­tu Cuma selâmlığında. Saat bire kadar orada dikilmekten de pek hoşlanmadım doğrusu.
Sanki gölge bir yerde oturma arzum anlaşılmış gibi, bir yaver gelerek Sefirlere mahsus kabul odasında oturmak ister miyim diye sordu. Orada diplomatik erkân da bulunuyordu. Bunlar yakın mesafeden uzakta olduğundan daha aptal görü­nen kimselerdir. Kadınları bile pencereden, uzaktan zarif gö­rünürler, ama yakından bakınca böyle değildirler. Diplomatla­rın tâbiri ile güzel «Osmanlı Operası» selâmlık merasimi çabuk geçti. Her cuma ayni şey. Birlikler yürümeye başladı, saray mensupları, prensler, hanımlar, paşalar... herkes yürüyüp geç­ti. Sonra müezzin minareden öğle ezanını okudu, padişah ara­bası ile gelip girdi. Bundan sonraki yarım saat oturup çirkin diplomatları seyretmekle geçti. Sonra Majestenin mabeyncisi misafirlere hoşgeldiniz dedi, bana Birinci kâtip Tahsin Bey tarafından kabul edilmek üzere beklendiğim söylendi. Bu sı­rada elinde bir kutu ve yanında limandaki Rus filosunun ami­rali ile göründü. Amirale nişan takılacaktı. Amiral biraz kıza­rarak büyük bir iftiharla nişanı ve tebrikleri kabul etti. Ben bir köşede olanları seyrediyordum. İbrahim Bey bana doğru gelerek, Sultanın İkinci Sınıf Mecidiye nişanının bana verilme­sini emrettiğini söyledi. Son derece nazik cümlelerle teşekkür ederek, beş yıl önce bu nişanın Üçüncü Sınıfının bana tevcih edilmiş olduğunu, nezaketen o zaman reddetmemiş olduğumu, eğer Birinci Sınıfı tevcih edilirse kabul edebileceğimi arzettim. İbrahim Bey de son derece nazik cümlelerle durumu Sultana arzedeceğini söyledi.
Nihayet herkes odadan çıktı ve ben yalnız kaldım. Bir müddet sonra hizmetkârlar geldiler ve çakıl yollardan yürü­yerek başka bir köşke geçtik, orada önce İbrahim Bey tarafın­dan kabul edildim. Beşuş bir çehre ile Majestenin bana Meci­diye Nişanının Büyük Kordonunun tevcihine emir buyurduk­larını haber verdi. Birkaç dakika sonra başka bir odaya alın­dım, buradan girilince kabul odası geliyordu.
«Sultan» tam resimlerinde gördüğüm şekilde önümde du­ruyordu; Biraz kısa, zayıf, büyük kemerli burunlu, düzgün sa­kallı, titrek sesli. Üzerinde selâmlık merasiminde giydiği Bü­yük Üniforma vardı, nişanlarını takmıştı, ellerinde eldiven vardı. Bana elini uzattı ve oturduk. Az sonra sandalyeme iyice yerleşip rahat bir şekilde oturdum. O bir divana oturmuş, kı­lıcını iki ayağı arasına almıştı, İbrahim ayakta dikiliyordu. Sanki onun veya benim ağzımdan çıkacak kelimeleri kapacak­mış gibi duruyordu.
Sultan İbrahime hitaben konuşurken kendisini dikkatle tetkik ettim, ayni şeyi ben fransızca konuşurken o yaptı.
Söze selâmla başladı, ben de öyle yaptım. Neue Freie Presse gazetesini daima okuduğunu söyledi. Bir kelime alman­ca bilmediği halde nasıl okuduğunu merak ettim. Transval, Çin v.s. hususunda bu gazete vasıtasiyle bilgi aldığını söyledi. Ben de verilen nişana teşekkürlerimi ifade ettim. Sonra bizim memleketler arasındaki (yani Türkiye ve Avusturya) dostane münasebetlere işaret etti. İmparator Franz Josef’in iyi olup olmadığını sordu, daha bunun gibi şeyler.
Ben bu konular üzerinde durmadım ve İbrahim Bey va­sıtası ile kendilerine Yahudilere karşı davranışları dolayısiyle medyunu şükran bulunduğumu söyledim. Bütün dünyadaki Yahudiler bu sebeple kendisine minnettar bulunuyordular. Bil­hassa kendisine büyük hizmetlerde bulunabileceğimi, küçük hizmetleri herkesin görebileceğini anlattım. Bugünkü konuş­mamız hakkında bir tek satır dahi yazmamış olduğum hususu üzerinde tekiden durdum. Benimle tamamen gizli kalacak şe­kilde konuşabileceğini söyledim. Bana teşekkür etti, gümüş bir kutudan iki sigara aldı, birini bana verdi, diğerini kendisi aldı, İbrahim Beyin sigara içmesine müsaade edilmiyordu, o önce Sultanın sonra benim sigaralarımızı yaktı. Sonra Sultan şöyle dedi:
«Ben öteden beri Yahudilere dostluk gösterdim. Gerçekten sadece müslümanlara ve Yahudilere itimat ederim. Diğer te­baamla ayni şekilde hiçbir zaman samimi olmamışımdır».
Bunun üzerine ben Avrupa memleketlerinde Yahudilerin uğradıkları haksızlıkları ve zulümleri anlattım. İmparatorlu­ğunu Yahudi mültecilere daima kapısı açık bir melce olarak tuttuğunu söyledi.
Şöyle dedim :
«Profesör Arminus Vambery bendenizi majestelerinin ka­bul edeceklerini haber verdiği zaman Androclus ve Aslan adlı eski hikâyeyi düşündüm [[1]]. Majesteleri arslan ve bendeleri de belki köle Androclus, ve belki de kurtulacak bir taht var».
Bu komplimanı tebessümle karşıladı.
Açık ve teferruatlı şekilde konuşabilir miydim? Evet, bu­na müsaade ve rica etti.
«Görüşüme göre hikâyedeki taht sizin devlet borçlarınızdır. Eğer Türkiye bundan kurtarılırsa inanıyorum ki şimdiki kudretinin ve hayatiyetinin iki mislini kazanır».
Sultan içini çekti ve iç çekerek tebessüm etti. İbrahim Bey söylediklerini tercüme etti: Daha saltanatın başlangıcında Ma­jesteleri tahttan uzaklaştırılmaya boşuna uğraşılmıştır. Bu taht büyük ecdadı tarafından kurulmuş ve ona intikal etmiştir ve kendisinden uzaklaştırılması imkânsız görünmektedir. Eğer bu konuda kendisine yardımcı olursam iyi olacaktır.
«Evet» dedim «Bunu yapabileceğime inanıyorum, fakat birinci şart herşey in son derece gizli kalmasıdır».
Haşmetmeâb gözünü yukarı kaldırdı, elini göğsüne koydu ve mırıldandı: «Gizli, gizli».
Bu ısrarımın sebebini anlattım. Büyük Kuvvetler Türkiyeyi daima tesirleri altında tutabilmek için onun gittikçe daha zayıf olmasını istemektedirler. Bunu temin etmek için ne müm­künse yapacaklardır.
Bunu anladı.
Ben konuşmama bilhassa bu hususu başa alarak devam et­tim. Bu şekildeki faaliyeti bütün Avrupa borsasım ellerinde bulunduran arkadaşlarımı Haşmetmeâbın tarafına çekerek ön­leyebilirim. Maamafih, zamanı geldiğinde bunun karşılığında bazı ölçüler dahilinde Yahudilere dostluk izhar edilir.
İbrahim Bey Majestelerinin söylediklerini âdeta içer gibi dinledi ve bana mesut bir yüzle tercüme etti: «Majestelerinin bir saray mücevhercisi vardır, kendisi Yahudidir. Ona Yahudiler hakkında bazı uygun şeyler söyleyerek basma intikal ettir­mesini söyleyebilirler. Bir de buradaki Yahudilerin Baş Rabbisi vardır, Hahambaşı. Ona da bazı şeyler söyleyebilirler».
Ben bunu reddettim. Arkadaşım Dr. Marcus, benim adım geçtiği zaman bu Hahambaşı’nın suratını ekşitip yere tükürdü­ğünü söylemişti.
«Hayır» dedim «Bu bizim maksadımıza hizmet etmez. Bi­ze faydalı olacağı anlaşılmadan dünyaya açıklanmamalıdır. Bunu ne zaman yapacağımızı bendeniz tespit edip sonra Haşmetmeâba arzederim. Ben şimdi dünya Yahudilerinin Türk İm­paratorluğu için fiilen çalışmalarını temin edeceğim. Bu şe­kildeki bir beyanname de empoze edici bir karakter taşıyacak­tır. Hahambaşı ile konuşulanlar sadece Türkivede kalacaktır».
Majeste söylediklerimi hep tasvip ediyordu, devam ettim:
Bütün bu memleketin ihtiyacı bizim kavmimizin endüstri meharetidir. Avrupalılar buraya sırf kendilerini kısa zamanda zengin etmek ve dönmek için gelmektedirler. Bir müteahhit kazanç sağladığı memlekette yaşayacak, orada kalacaksa na­muslu davranmak zorunda kalacaktır».
Majeste bunları da tasvip etti ve İbrahim Bey bunu neşe ile bana nakletti ve şöyle dedi:
«Bizim memleketimizde hâla el sürülmemiş hazineler bu­lunmaktadır. Yalnız bugün Haşmetmeâb Bağdad’dan bir tel­graf aldılar, bunda orada bulunan petrolün Kafkas petrollerin­den daha üstün kalitede olduğu bildirilmektedir». Eğer bura­da uzun süre kalabilecek olsaydım Majesteleri Anadolu Demir­yolları tarafından yapılan çalışmaları bir görmemi isterdi. Hat­tın sağında ve solunda cennet gibi araziler uzanmaktaydı. Ma­denler, altın ve gümüş madenleri bulunmaktadır. Majesteleri­nin selefleri zamanlarında altın madenleri işlenmiş, külçe ve para haline getirilmiş ve askerî masraflar böylece karşılan­mıştı.
Gerçekten Haşmetmeâbın konuşması sırasında iki elini açarak havada çokluk işareti yaptığına dikkat etmiştim.
Sonra sürprizli şeyler vaki oldu. Haşmetmeâb İbrahim Bey aracılığı ile bana, memlekette yeni kaynaklar meydana getirebilecek dirayetli bir maliyeciyi tavsiye etmemi rica etti. Bundan pek ağır vergi de alınmazdı, meselâ kibrit vergisi gibi olurdu.
Bu gizli davranma gösterisinden son derece ümide kapıl­dım. Fakat dedim ki: «Bu beni büyük mesuliyet altına sokar, çünkü tavsiye edeceğim kimsenin dürüstlüğü yanında bir de kifayeti mevzubahistir. Bu sebeple araştırma yapmam ve Ma­jestelerinin tam aradığı adamı bulmam lâzımdır, bunu en kısa zamanda yapabilirim. Anladığıma göre bu zat son derece giz­lilik içinde yalnız malî mevzularda çalışmalı vardığı neticeleri bana vermeli, ben de ondan aldığım bilgilere istinat ile ekono­mik kalkınmayı gerçekleştirecek bir plân hazırlamalıyım».
Fakat Sultan başka fikirde idi. Görüşünü kendisini dik­katle dinleyen İbrahim Beye anlattı o da bana nakletti: «Zat-ı Haşmetpenahileri bu şahsa resmi bir hüviyet vermenin daha iyi olacağı kanaatinde bulunuyorlar, öyle olursa az alâka çeker fikrindeler. O kimseyi Maliye Nezaretinde herhangi bir yere tayin ederler, o da size muntazaman raporlarını verir. Haşmetpenah sonra sizinle gizli ajanları vasıtası ile temas ederler».
Bu fikrin son derece doğru olduğunu teslim ettim ve mek­tuplarımın Zat-ı Haşmetpenahilerinin eline nasıl ulaşabileceği­ni sordum, zarfın üzerine koyacağım özel bir mühür veya işa­retle mi?
Majeste İbrahim Bey aracılığı ile benim kendi mührümün kâfi olduğunu, benim tarafımdan mühürlenecek mektupların Tahsin Bey vasıtası ile doğrudan doğruya kendisine getirilece­ğini söyledi.
Bundan sonra Haşmetmeâb muallakta duran millî borçla­rın konsolide edilmesi konusuna geçti. Ben bunun ne demek olduğunu sordum. Majeste bunu bana nakletmek üzere İbra­him Beye anlattı. Konsolidasyon eskisini kapatmak için veri­len yeni bir borçtur, bir yıl önceki zararı kapatmak için 1,5 milyon lira verilir ve tamamı düzeltilmiş olur.
Ben omuz silkerek «Ne, bu kadar az mı?» deyince Majeste de müteessif bir eda ile omuzlarını silkti ve hazin hazin gülüm­sedi.
Bütün konsolidasyon projesi hakkında bilgi verilmesini rica ettim, büyük işlerden birisini başarabilmek için bunu hal­letmenin nasıl mümkün olabileceği konusunda düşünmek için bu lâzımdı. Konsolide etmek belki iyi belki kötüdür, herşeyden önce bütün plânı bilmeliyim. Majeste benim bu arzumun yerine getirileceğini söyledi. Birisi lüzumlu bütün malûmatı bana verecekti.
Sonra konuşmamıza devam ettik. Onun alâkasını çeken her konuda konuşuyorduk. Bu benim de ilgimi çekiyordu. Ka­ba hatları ile istikbal hakkında bir program çizdim, bunların hepsi bu muhteşem şehir ve İmparatorlukta gerçekleştirilebilir hususlardı. Birer nişan vermek vesilesiyle arkadaşlarım Wolffsohn ve Marmorek bu işlerde kullanılabilirdi. Yeni gelir kay­nakları düşünülebilir, meselâ bir elektrik enerjisi monopolü kurulabilirdi.
Majesteleri, İbrahim Bey vasıtasiyle, sarayında bir elek­trik tesisatı olduğunu, kendilerinin ışıktan hoşlandıklarını ve diğerlerinden ziyade bu konunun ele alınmasının iyi olacağı kanaatinde olduklarını bildirdi.
Ben şehirde yapılması mümkün gelişmeleri anlattım. Me­selâ altından en büyük gemilerin bile geçebilecekleri (Marmorek’in fikri idi) bir köprünün Haliç’in ağzına yapılmasını ileri sürdüm.
Majesteleri benim bu projeler üzerinde zamanla durabile­ceğimi, önce devlet borçlarından kurtulma konusuna kendimi hasretmemi İbrahim Beyin aracılığı ile rica etti.
Yorulduğumu hissettim. Konuşmamız iki saatten fazla za­mandır devam ediyordu. Konuşma tam istediğim yolda cere­yan etmişti. Şimdi benden daha fazla teferruat üzerinde bilgi isteyeceğinden emindim. Bu sebeple konuşmayı tavsattım. Ma­jeste de söyleyecek başka birşey bulamadı ve ayağa kalkarak bana elini uzattı. Ben biraz durup konuştuklarımızın anlaştı­ğımız gibi tam bir gizlilik içinde kalmasını rica ettim. Majeste de tekrar etti: «Gizli, gizli».
Bizim Kongreyi düşünerek, bu arada bir deklarasyonla Yahudilerden bahsedilmesi arzusunu izhar ettim ve bütün de­tayları ile konsolidasyon projesi ve malî durumun bana bildi­rilmesini istedim. Bu hususların yerine getirileceğini söz verdi.
Sonra Sultan kapıya doğru birkaç adım attı, İbrahim Bey ve ben eğilerek geri geri çekildik, Sultanın her dönüşünde eğildik ve çıktı.
Daha Önce yazmayı unuttum, konuşmamız arasında Sultan kendisinin Yahudilerin dostu olduğunu söylediği sırada yerim­den kalkmış ve önünde eğilmiştim.
İbrahim Beyle kendi odasına gittik. Orada bana içinde Büyük Kordon’un bulunduğu kırmızı kutuyu verdi. Selâmlık sırasında Rus amirali Kriger’e verilenin aynısı idi. Salondan çıktım, giriş kısmında bahşiş isteyen bir sürü elin bana uzan­dığını gördüm. Birkaç altın para saçıp geçtim.
Sultanın Sarayından dışarı çıktığımda beni dışarıda kim bekliyordu? Crespi! Onu benim yanımda görürse İbrahim Beye karşı çok mahçup duruma düşecektim, fakat Crespi bir yana itilecek gibi değildi, benimle ta kapıya kadar geldi.
Kapıda bir gurup bahşişçinin hücumuna daha uğradım. Bir gurup arabamın etrafını çevirmişti, cebimde ne varsa çı­kardım ve Crespi’yi Wellisch’i almaya gönderdim. Arabaya güçlükle bindim ve o sırada Wellisch’in gelmekte olduğunu gördüm ve ayni anda saraydan çağırıldığımı işittim. Çağıranın İbrahim Bey olduğunu zannettik, ama İzzet Bey idi ki kendi­sini beş yıldır görmemiştim. Kabul köşkünün önündeki fun­dalıkların yanında dikilmiş birisi ile konuşuyordu. Geçerken beklediğini belirten bir gülümseme ile bana baktı. Dairesine girdim.
Orada bilmediğim bir kişi vardı yanında da bana Cuma Selâmlığı sırasında Sefirler odasında oturabileceğimi ve sonra da Birinci Kâtip tarafından beklendiğimi söyleyen görevli vardı.
Bunların manası ne idi?
Bir süre bekledim. Bütün bu bekleme süresinin en güzel tarafı görünen penbe ve mavi manzara idi. Nihayet İzzet Bey geldi, gözünde vahşi bir hayvanın bakışları, dudaklarında bir arkadaşın tebessümü vardı. Bana bir sigara ikram etti, bir ta­ne de kendisi aldı ve çok eski bir arkadaş gibi davrandı.
Sanki yegâne arzum bu imiş gibi «Sizinle ne zaman konu­şabilirim» diye sordum.
«Niçin şimdi olmasın» cevabını verdi.
Çok yorgun olduğumu söyledim. Sultanla yaptığımız uzun konuşma bütün gücümü tüketmişti. Yarma kadar bekliyeyim, zaman herşeyi konuşabiliriz dedim.
Sondaja devam etti: «Borçların konsolidesi ile ilgili» de­di, sanki herşeyi biliyor ve Sultan’ın konuşmasına devam edi­yordu.
Yorgun gözlerle pencereden bakmaya başladım. Konuş­madan çok yorgun çıktığımı, düşünme ve konuşmaya iktida­rımın kalmadığını söyledim, nezaketle, bana yarın için (yani dün) bir randevu vermesini rica ettim. Saat 12 için anlaştık ve ayrıldım.
Arabada beraberimde gelen Wellisch nişan ve uzun konuş­ma sebebiyle heyecanlı ben ise başarılı olduğum zamanlardaki gibi gayet sakindim. Wolffsohn ve Marmorek otelin penceresin­de sabırsızlık ve endişe ile beni bekliyorlardı. Daha uzaktan, arabadan elimi salladım. Kucaklaştık. Normal zamanlarda bile heyecanlı olan Marmorek, sabırsızlanıyor, Wolffsohn teferrua­tı anlatmamı bekliyordu. Fakat bu seyahat sırasında en aziz arkadaşlarıma bile fazla açılamazdım. Şöyle dedim :
«Size birşey söylemiyeceğim, bir kelime bile. Dönüşte tre­ne bindiğimiz zaman bazışeyleri öğrenirsiniz. Bu sizi sır sak­lama zahmetinden kurtaracaktır».
İyi arkadaş olduklarından bana hak verdiler.
Crespi göründüğü zaman zor kurtulup yerime gidebildim.
ve suç ortağı Nuri, Vambery’nin vadettiği mükâfatın peşin­de idiler. Bana beraberce Nuri Beye gitmemizi teklif etti, fa­kat ben yanaşmadım. Şimdi çok daha dikkatli olmalı ve bir arada görünmemeliyiz, dedim. Yarım saat sonra Nuri Beye gittim, herşeyi kendisi yapmışçasına mühim adam pozları alı­yordu. Onu hayal içinde bıraktım. Büyük lordların sanatların­dan biri de kendilerini soydurmaktır. Bir hırsız gibi, ki öyledir, sevinsin biraz.
Benim tercümanlığımı yapan Merasim Nazırı İbrahim’in kendi listesinde bulunup bulunmadığını sordum.
«Hayır, o yok» diye cevaplandırdı Ekselans Nuri, kim ol­duğunu bilmek istiyordum. Ona bir güzel araba ile bir çift atı Crespi vasıtasiyle gönderecektim (ne fikir ya). Bu ve diğer hususlarda bana tavsiyelerinin ne olduğunu —sanki hepsine inanmışçasına— sordum. Bilhassa İzzet Beye ne mikdar ver­meyi düşündüğünü sordum.
«7000 veya 8000 frank» diye yalan söyledi, gözlüğünün ar­kasından bakarak «İzzet benim en yakın arkadaşımdır» dedi.
Fakat kendisine bugün İzzet Beyle görüştüğümü, yarın yine konuşacağımı söyleyince, bana ciddiyetle dikkatli olmamı ihtar etti.
«Nasıl olur? O sizin en yakın arkadaşınız değil mi?»
«Evet, benim iyi arkadaşımdır, öyledir, ama sen onu kendi mevzuunla ilgili olarak görmemelisin yoksa Tahsin Beyin düşmanlığını kazanırsın» dedi.
«Peki Tahsin Beye ne kadar vermeyi düşünüyorsun » diye saf saf sordum.
«Takriben ayni miktar» diye yalan söyledi. «Tahsin çok kudretlidir ama İzzetten sakın. O sıkılmış limon gibidir. Bana inanmalısın çünkü onun arkadaşıyım. Onun seni dairesine ça­ğırması bir tuzaktır. Bunu bütün saraya yayacaktır. Senin Sultanla konuşman hakkında kendisine açıklamada bulundu­ğunu işae edecek ve herşey mahvolacaktır».
20  Mayıs, İstanbul’
Ayın 18 ve 19 unda geçenleri ancak şimdi yolda yazabili­yorum. 20 i sabahı tam Sultan’a beni bir daha kabul etmesi hu­susunda mektup yazmak üzere iken, İbrahim Beyin saat 10.30 da sarayda bulunmamı isteyen tezkeresi geldi. Wolffsohn ve Oskar bankaya 40 000 frank almaya gittiler. Wolffsohn otelde benim saraydan dönüşümü bekleyecek, Oskar da gidip Nuri’ye Wolffsohn’un beni beklemek zorunda olduğunu bildirecekti. Ancak ben dönünce Nuri gelip 50 000 frankı alabilecekti.
Biraz huzursuzluk hissediyordum. Burası çok çabuk değiş­melerin vaki olduğu bir memleketti. Dün Mecidiye nişanının Büyük Kordonunu alırken bugün belki de bir kenara atılıverirsiniz.
Bu hava içinde Yıldız’a vardım, İbrahim Bey tarafından kabul edildim, bana dostça fakat nâfiz nazarlarla bakıyordu.
Dairesinde karşılıklı oturduğumuz zaman teklifsiz bir ha­va içinde kendisinin mükemmelen bildiği hususlar hakkında bana sorular sordu. Dün beni tekrar saraya davet etmek iste­mişler fajsat bulamamışlardı. Bunun üzerine benim nerede bu­lunduğumu dün kabul köşkünden çıktığımda bana refakat eden centilmenden sormak istemişlerdi, ne idi onun ismi?
Gayet soğukkanlı, «Crepsi» dedim.
«Evet öyle ya Crespi ve ondan sonra da İzzet beyle bera­berdiniz».
«Evet efendim, beni çağırttı. Onu beş yıldır görmedim ve temas etmekten de kaçındım. O benimle Sultan ile konuştuğu­muz hususlarda konuşmak istedi, fakat ben çok yorgun oldu­ğumu söyledim ve ancak Majestelerinin müsaadeleri dahilinde malûmat arzedebileceğimi ifade ettim».
İbrahim Bey memnun bir şekilde başını salladı. Bu anda
ne tarafa mensuptur bilemem, İzzet Beyden mi Tahsin Bey­den mi taraf?
«Kendimi tamamen Majestelerinin emrinde gördüğüm için bugün öğle vakti buluşmak için verdiğim sözü özür dileyerek iptal ettim ve gelemiyeceğimi bildirdim».
İbrahim tekrar memnun oldu.
Zaman zaman raporlar geliyor ve o notlar alıyor, tezke­reler yazıyordu. Mühürlerken gösterdiği ihtimamdan bu mek­tuplardan ikisinin Sultana ait olduğunu anladım. Diğer daire­lerden birkaç dedi kodulu haber geldi. Türk memurlar çok, ama çok yavaş tonda konuşuyorlardı. Bu benim türkçeyi bilip bilmediğimden tam emin olmadıklarından ileri geliyordu.
Öğle oldu, İbrahim Bey yemeği beraber yememizi teklif etti. Bir odada mükellef bir yemek hazırlanmıştı. Bir sürü ta­bak gelip gidiyordu, her gelen bir evvelkinden daha yerli şey­lerdi.
Yemek sırasında kapı açıldı ve İzzet Bey sanki Sarayın sahibi imişçesine bir uğursuzluk nişanesi gibi içeri girdi. Der­hal oturdu ve yemek yemeğe başladı. Yemek esnasında başka garip bir olay daha oldu. İbrahim Bey bana mavi bir zarf ver­di. Zarf Zat-ı Haşmetmeâbdan geliyordu.
Heyecanla teşekkür edip açtım. Dostluk hatırası bir kra­vat iğnesi idi. Altın sarısı bir mücevher.
Sofrada yalnız ben şarap içiyordum, diğerleri su içiyorlar­dı. Kadehimi Majestenin sıhhati için kaldırdım, onlar da ayağa kalkıp su kadehlerini kaldırdılar.
Yemekten sonra kahvenin üzerine İzzet Bey kendisinin konsolide edilecek borçlar hakkmdaki plânı bana açıklamakla görevlendirildiğini söyledi.
Bu aşikâr olarak hırsızların bir plânı idi. Bir gurup bu borcu borsaya intikal ettirmek için 30 milyon liraya ihtiyaç gösteriyordu. Tam saçmalık. Gayet sakin sonuna kadar dinle­dim ve bu konu üzerinde düşündükten sonra fikrimi açıklaya­cağımı söyledim.
İzzet vahşî hayvan bakışları ile kalkıp gitti, ben de İbra­him Beye geldiğimi Sultana haber vermesini rica ettim. İbra­him Bey bunun en iyisi İzzet Bey vasıtası ile yapılması oldu­ğunu söyledi ve o anda anladım ki kendisi İzzet’in gurubuna mensuptur. İzzet Bey çıkarken bir işaret yapmıştı, daha o za­man işin menfileştiğini anlamalı idim.
İbrahim Beyin yanında bir müddet daha kaldım, bana Neue Freie Presse’deki durumumu sordu, ben de üzerine bastıra bastıra, sadece bu gazetenin edebiyat köşesinin editörlü­ğünü yaptığımı söyledim. Fakat onlar beni ille umumi editör görmek eğilimindeydiler. Bunu düzeltmem üzerine müstehzi bir şekilde «Herhalde bu müessesenin bir idare müdürü var­dır?» dedi, ben de «Evet vardır, Mösyö Bacher’dir» cevabını verdim. Bunu söylediğim sırada benim Büyük Kordon’dan sı­kılır oldum. İbrahimin ifadesi de belirli şekilde kötüleşti.
Daha orada iken Sultan’dan cevap geldi: Çok meşguldü ve beni şimdi görememekten müteessif idi.
Sarı mücevher sadece günlük sonuçtu.
Daha sonra Nuri yanında adamı Crespi olduğu halde ote­le geldi. Wolffsohn makbuz konusunda güçlükler çıkardı. Ya­zı masası başında Nuri’nin açıkça bir makbuz vermek isteme­mesi üzerine münakaşa çıktı. Wolffsohn ona kartviziti üzerine bir makbuz yazmasını teklif ettiğinde hatırı kırılmış bir ma­sum insan tavrı ile kaldırıp yere attı. Ben araya girerek iste­diği bir şekilde imza vermesini söyledim. Sonra hala bozulmuş olarak kalktı ve kalın banknot destesini almayı reddetti, «Crespi’ye veriniz onu» dedi. Giderken elini gayet soğuk bir şekilde Wolffsohn’a uzattı ve beni işaret ederek «Bu centilmen buralarda fazla iş yapmayacak» dedi. Ben hürmetkâr bir şekil­de kendisine kapıyı gösterdim. Merdivenlerde: «Bu 40 000 frankı o bankaya teslim edeceğim, size şunun için itimat edi­yorum» deyip bileğimi tutarak farmason işareti yaptı. Ben «Siz beni bilirsiniz» diyerek ayni işaretle mukabele ettim.
19 Mayıs, Pazar
Sefil bir gün. Sabahleyin Wolffsohn’u Wellisch ile Saraya gönderdim. Wolffsohn’a kapalı bir mektup verdim, içinde Sul­tana hitaben yazılmış ve İbrahim beye verilecek bir mektup vardı. İkinci bir mektupda ise Tahsin Beye verilecek 10 000 frank bulunuyordu.
Akşam saat 7 ye kadar görünmediler. Çok heyecanlandık. Beklerken Oskar’ın çektiği sıkmtı ve ıztırap beni de sinirlen­dirdi. Nihayet odama çekilip kapıyı kilitledim, ondan ancak bu şekilde uzaklaşmaya imkân buldum ve saatlerce yatağa uzanarak bekledim.
İkisinin bu kadar uzun müddet kaybolmaları çok esraren­giz ve karanlıktı. Belki Tahsin para meselesinden gürültü çı­karıp fırtına yaratmıştı. Başka ne olabilirdi?
Nihayet döndüler. Tahsin onları hiçbir fiata kabul etmeye­ceğini bildirerek yamna kabul etmeyi reddetmişti. Onlar da bu zamana kadar İbrahimi beklemişlerdi.
Sultana ana hatları ile şöyle bir veda mektubu göndermiş­tim:
21 Mayıs 1901
«Efendimiz,
Zat-ı Haşmetpenahilerinden ayrılırken tahtınıza olan sa­dakat ve kalbi minnetlerimi bir defa daha teyid etmek iste­rim.
Viyanada ancak zaruri olan zaman süresince kalıp gerekli projeleri en geç bir ay içerisinde hazırlayacağım.
Seyahatlerim sırasında sizinle derhal ve çok gizli olarak temas etmek zorunda kalmam muhtemeldir, bu itibarla Zat-ı Haşmetpenahileri Viyana, Paris, Brüksel, Londra, Hague, Ber­lin, St.Petersburg ve Roma sefirlerine vereceğim dokümanların şifreli telgraf ile Zat-ı Haşmetpenahilerine ulaştırılması konu­sunda direktif verirlerse uygun olacaktır.
Viyana Sefiri vasıtası ile bu yol haberleşmemin uygun olup olmadığı hususunu bildirmek lutfunda bulunmanızı istir­ham ederim.
Gelecek haftalar faaliyetle dolu olacaktır. Allah Haşmetmeâblarımın hizmetinde bendelerine muvaffakiyet ihsan etsin.
Sadakatimi arzederim efendimiz,
Zat-ı Haşmetpenahilerinin sadık bendesi Dr. Theodor Herzl».
İbrahim Beye de şunları yazmıştım :
«Ekselans,
Size Majestelerine hitaben yazdığım veda mektubunu tak­dimle kesb-i şeref eylerim. İçinde göndereceğim raporların emniyeti ile alâkalı hususlar vardır.
Zat-ı âlinizden bütün yazışmalar için kullanacağımız şah­sî adresimi not etmenizi rica edeceğim. Şöyledir : Haizingergasse 29, Wahrang, Vienna.
Derin hürmetlerimin kabulünü rica ederim.
Ekselanslarının sadık bendesi Th.Herzl».
*
*          *
21 Mayıs, «Principessa Maria» gemisi
Yıldız Sarayında göründüm, bu gerçek, bu hususu tarih kayıt için enteresan bulacaktır.
Hatıralarımda bazı olayların zorlaması sonucu olaylar hakkmdaki gerçek görüş ve hükümlerimi bazan zamanında, intiba­ları taze iken kaydedemedim. Fakat şimdi Karadenizde bu Ro­men gemisinde kendimi tam serbest, emniyette, tıpkı Yafa’dan ayrılırken bindiğim Dundee gemisindeki gibi hissediyorum.
Bu itibarla burada Sultan Abdülhamid hakkında yazacak­larım gerçeğin tam ifadesi olacaktır.
Gayet tabiidir ki bana verdiği Mecidiye Nişanının Büyük Kordonu ve sarı mücevher bana en küçük şekilde tesir etmiş değildir. Böyle şeylere karşı tamamen soğuk kalmışımdır. Be­nim için bunlar sadece politik değeri olan şeylerdir. Böyle şey­lerin hareketin faydasına bir kapital değeri olduğuna inanı­rım. Bunlar bize kuvvet verir, daha çok otorite kazandırır ve bu otorite ile daha büyük işler yapabiliriz.
Sultan Abdülhamid hakkmdaki intibaım onun zayıf, kor­kak fakat iyi tabiatlı bir insan olduğudur. Bana göre o ne za­lim ne dessas bir kimsedir, fakat kendi adına haris, rezil bir entrikacılar zümresinin cümle habaseti icra ettikleri tamamen çember içine alınmış bir mahpustur.
Eğer Siyonist hareketini takip etmek zorunda olmasaydım, şimdi oturur bir eser yazar ve bu zavallı mahpûsu hürriyeti­ne kavuştururdum. Sultan İkinci Abdülhamid Han birçok sah­tekârlar tarafından memlekette emniyet ve saadeti yok eden bir kimse olarak tavsif edilmiştir. Ben böyle hayasız bir çete­nin bulunabileceğine asla ihtimal vermemiştim. Sarayın ka­pısından başlayıp onun kapısının ağzına kadar devam eden rüşvetçi gurubun mevcudiyeti onun kabahati değildir. Herşey bir iştir ve her vazifeli veya fonksiyonu olan herkes bir dolan­dırıcı durumundadır. Hiç değilse benim her yerden duyduğum ve bizzat gördüklerimden sonra bunun bir iftira olmadığına inandım.
Bu anonim tufeyliler zümresini ancak zehirli yılanlar sü­rüsü ile mukayese edebilirim. En zayıf, en hasta ve en az ze­hirli yılanın başında küçük bir taç vardır, fakat bu yılan sü­rüsünün öyle özel bir kuruluşu vardır ki herşeyi yapan ve ze­hirleyen olarak sadece o taçlı yılan görünür.
Yıldız Sarayının bu sefilleri gerçek bir çete hüviyetinde­dir. Bir rezaleti icra ettikten sonra hemen dağılıyorlar, ortada dolaşan çete efradından birkaçı hiçbir zaman mesul görünmü­yor, bütün mesuliyet iş adına yapıldığı için Sultana yükleniyor.
Ve tahta telkinde bulunularak işlettirilen bütün kötülük­lerin, zalimane cürümlerin nefreti gayet kurnazca, —aslında mücrimler tahtın etrafında bulundukları halde— bu isim üze­rine toplanmaktadır.
Onu hala gözümün önünde imiş gibi görebiliyorum, hırsız­lıktan çökmekte olan bir imparatorluğun Sultanı. Küçük, bel­ki Selâmlık merasimi için haftada bir taranan sakalı ile pej­mürde bir kılık. Uzun bir palyaço burnu, uzun sarı dişler, muhtemelen yuvarlak olan kafasına tam oturtulmuş bir fes ve arkadaşlarla eğlenirken kullandığım bir sözü burada hatırla­dım, sanki bu fesi yere düşmekten korumak için yapılmış iri iki kulak, beyaz biraz büyük boy eldivenler içinde zayıf eller ve kaba kumaştan yapılmış rengârenk bir elbise. Meler gibi bir ses, her kelime üzerinde bir zorlama ve her bakışta bir ür­keklik. Ve bu adam hükmediyor, hiç şüphesiz sadece satıhta ve ismen hükmediyor.
Peki bu zavallı sultanın grotesk maskesinin arkasındaki asıl alçak kim?
Birinci kâtip Tahsin Bey mi? İkinci kâtip İzzet Bey mi? Yoksa o daha benim henüz tanımadığım ve bataklıklar arasın­da, Yıldız Sarayının ihtişamı içinde çalıların arkasında saklan­mış biri mi?
Tahsin soğuk ve pasif bir adam, İzzet her an saldırmaya hazır bir kaplana benziyor.
Bu defa gördüğüm en iyi iş galiba bu kaplan İzzet’i ehli­leştirmiş olmamdır. Gerçekten ilk fırsatta beni parçalamaya hazırken aldığı hediyeden sonra kuyruğunu bacağı arasına kıs­tırıp hırlamayı kesti.
Dün olanların hikâyesi de şöyle :
Sabah ilk iş olarak bavul ve eşyamızı öğle vakti yola çıka­cak şekilde hazırladık. Son dakikada da olsa Orient Eksprese yetişmemiz için gereken hazırlıkları Oskar Marmorek yaptı. Bu defasında yanıma Wellisch’i almadım zira Wolffsohn’dan dün onun bir gün önce mektubu Tahsin’e verirken mübalâğalı hareketlerde bulunduğunu işitmiştim. Saraya giderken yanı­ma Wolffsohn’u aldım, içinde 10 000 frank bulunan zarf ayarla­nacak uygun bir vesilede verilmek üzere onda duracaktı. Ben Tahsin’i elde etmek istiyordum fakat bir skandala sebebiyet vermek veya reddedilmek istemiyordum. Duruma göre zuhur edecek fırsatı kollayacaktık.
Saat 9.00 da Saraya vardığım zaman İbrahim Beyi beni bekler buldum. Wolffsohn’u bekleme odasında bırakarak onun­la birlikte dairesine girdim. Önce Sultanın bir mesajını verdi ki kendileri bu defa beni kabul edemiyecek kadar meşgullerdir fakat istediğim herşey i İbrahim Beye söyleyebilirim. Majeste­leri benim dünkü mektubumu, daha doğrusu İbrahim Bey ta­rafından yapılmış tercümesini derhal okumuşlardı. Zat-ı Haşmetpenahileri dün öğle sonrası yürüyüşlerinde benim mektu­bumla alâkalanmak tenezzülünde bulunmuşlardı. Majesteleri benim ileri süreceğim teklifleri tecessüs buyuruyorlardı. Malî durum saltanatlarının başlangıcı sıralarından daha da kötü bir durumda idi. Majesteleri birkaç defa da benim arslan hikâye­sini zikretmişlerdi. Görüşlerimi niçin İbrahim’e anlatmıyor­dum. O bunları derhal not eder ve Zat-ı Haşmetmeâba takdim ederdi.
Bunun üzerine ben başladım o da not aldı.
Meseleyi, Sultanın zayıf kafasını düşünerek sistematik bir şekilde ortaya koydum. Şifahi olarak meseleyi iki kısımda mütalea ettim, ben söyledim, zavallı İbrahim de yazdı.
Menfi Kısım
A-İzzet Beyin konsolidasyon plânının tatbik kabiliyeti yoktur, buna teşebbüs etmek bile zararlı olur.
B-Borçların hali hazır durumunda birşey tavsiye edile­mez, zira şimdiki halde Türkiye çok ağır şartlarla para almış durumdadır.
II.Müspet Kısım
A-İtimat edilir bir şirket tarafından «borçlar» büyük bir gizlilik içerisinde borsa’ya intikal ettirilmeli ve üç yıl içerisin­de en uygun şartlar temin edilmelidir.
B-Bu arada acil ihtiyaçlar karşılanmalı, bilhassa 1 Ekim­de karşılaşılacak olan 1,5 milyon liralık zararı karşılamak için şimdiden gerekli adımlar atılmalıdır.
C-Bu zaman zarfında yeni gelir kaynakları araştırılmalı ve olgunlaştırılmalıdır.
Ana Prensipler
Biz Yahudiler dünyada bir koruyucuya muhtacız ve biz bu koruyucunun tam güçlü olmasını isteriz.
İbrahim yazdı, yazdı ve sonra Türk usulünce dizi üzerin­de bunları bir de temize çekti. Bu arada Tahsin Beye veda etmek üzere kabul edilmemin teminini istedim. Tahsin tek­rar meşgul olduğunu bildirdi ve Majeste Sultan tarafından çağırıldı.
Saat 11 de İbrahim Bey işini bitirdi, raporu ihtimamla mü­hürledi ve Zat-ı Şahaneye gönderdi.
Kısa bir müddet sonra Sultan tarafından çağırıldı, bunu ceketinin düğmelerini ilikleyiş şeklinden anladığımı söyleye­bilirim. Çok geçmeden döndüğünde Tahsin de yanında idi, müspet ifadeyle bana baktı, elimi sıktı, tebessüm etti, bana ayıracak zamanı olmadığına üzüntü duyduğunu fakat en kısa zamanda beni tekrar İstanbul’da nasıl olsa göreceğini söyledi.
Tekrar kısa bir müddet bekledim. Vakit geçiyordu ama yi­ne de trene yetişebilirdim. Birden kapı açıldı ve habis panter İzzet içeri sıçradı. Elinde hemen tanıdığım bir kâğıt vardı, bu son derece gizli olarak hazırladığım, İbrahimin de tercüme ede­rek Sultana takdim ettiği rapordan başka birşey değildi.
Eski Amerikan Sefiri Straus bana vaktiyle Viyana’da Sul­tan Abdülhamid’in alçağın biri olduğunu söylemişti. Bana «Gizli, gizli» diye gözlerini devirerek verdiği sözün sonucu bu mu olmalıydı?
İzzet raporu elinde muzafferane sallıyor ve sanki bana şöyle diyordu : «Ne? Yahudi köpek, senin entrikanı anlayıp önüne geçeceğimi aklına getirmezdin değil mi?»
Faaliyete geçmişti, ben de öyle yaptım.
Asabi bir şekilde «Beyefendi, konsolidasyon plânı ne ba­kımdan zararlıdır » diye söze başladı, anlıyorum ki benim tek­lifim onun hırsızlık plânlarına set çekiyordu.
Önce onun saldırmasına müsaade ettim. Nazik olmaya ça­lıştım. «Ben bu fikir iyi değildir demiyorum» dedim.
«Eh, öyleyse iyi’dir değil mi?» dedi müstehziyane ve İbrahime dönerek bağırdı: «Yaz».
Böylece İbrahim belli ki Sultana takdim edilecek ve ya­lanla dolu olacak bir metni yazacaktı. Bu «Yaz» emir ve İz­zet’in bakışları bana tehlikeyi bütün vüs’atiyle gösterdi. Şim­di o beni harabedip Sultanın gözünden düşürme faaliyeti için­deydi. Bir an içinde mücadele ruhumu kazandım ve gayet so­ğukkanlı İbrahim’e hitabettim :
«Evet ekselans, yazınız : Fikir güzel ve uygun, tam hırsız­lık etmeye müsait» [[2]]. İzzet’in gözlerine anide sinsi bir bakış geldi. Hangi manayı kastediyordum? Uçmak mı, çalmak mı? Nazikâne dikteye devam ettim :
«Havada uçmak. Fakat mevcut şartlar içerisinde bu imkân­sızdır. Havada uçmak imkânsız olduğuna göre buna girişirse­niz düşer ve birşeyler kırarsınız. Bu fikir zararlıdır .Bu gayre­tin bir tek neticesi borsada Türk tahvillerinin fiyatını yük­seltmek olur, proje bütünü ile gayr-ı kabil-i tatbiktir. Rehin­den kurtulmak için başlangıçta lüzumlu olan 30 milyon lirayı hiçbir zaman bulamazsınız. Bulsanız bile tahvillerin fiyatı bu­nun üzerine derhal yükselecek ve bu 30 milyon lira yine kâfi gelmeyecektir».
Haydut teslim olarak «Ben bunu kastedmedim» dedi. Dün söylediğinden ötürü böyle davrandı.
Tekrar ayni konuya gelerek onu güç duruma düşürmedim. Nihayet kendisini kazanmak istiyordum. Ellerini bağladıktan sonra onu bakışlarımla yola getirmeğe çalıştım.
İbrahim yanımızda olduğu sürece ona birşey söyleyemez­dim. Sadece derin derin gözlerinin içine baktım ve şöyle de­dim : Bizim işbirliğimizle her türlü malî problem Haşmetmeâbın lehine olarak halledilebilir. İşbirliği yaparsak siz şunları şunları yaparsınız v.s. Daha bir sürü sözler, imalar ortaya at­tım.
Saatime baktım. Treni kaçırmıştık. Sonra bir hata yaptım, büyük bir hata. Dışarı çıktım ve Wolffsohn’a otelde hazırladı­ğımız zarfı derhal Tahsin Beye vermesini söyledim. Bu mek­tupta ona dün Wolffsohn’dan almayı reddettiği mesajı Vam­bery vasıtası ile göndereceğimi söyledim.
Tekrar daireye girdiğimde İbrahim ve İzzet türk âdetleri­ne göre beni ayakta bekliyorlardı.
Konuşma devam etti. İzzet daha nazikti. Bulunacak yeni gelir kaynakları üzerinde konuştuk. Majeste bana beş mono­polün işletilmesini teklif ediyordu: madenler, petrol yatakları v.s. Muhtemelen bu parayı bizim bulacağımız anlamına geli­yordu, bizi sömürmekten hoşlanacaklardı. Arkadaşça baktım: Peki, bunlar yapılacaktı.
Sonra İzzet ağzından kaçırdı:
«Çok yakın istikbalde dört milyon liraya ihtiyacımız var. Harp gemisi v.s. sipariş ettik. Sözün kısası dört milyon lâzım, bunu bize bulabilir misiniz?»
«Zannederim mümkündür. Arkadaşlarımla istişare etmem lâzım. Herşey Zat-ı Haşmetmeâbın Yahudilere karşı davranı­şına bağlıdır».
«Böyle bir ikrazın gerçekleştirilmesi hususunda sizin dü­şünceniz nedir» diye İzzet sordu.
Ben hala İmtiyazlı Şirket konusuna girmek niyetinde de­ğildim, onların bu konuda çalışmalarını istedim, arkadaşlarım­la istişareden sonra üç veya dört hafta içinde sonucu yazaca­ğımı söyledim.
Zannederim işte tam o anda idi ki içeriye Tahsin’in gizli ajanı İsmail Hakkı Bey girdi ve içeride İbrahim ve can düş­manı İzzet beylerin bulunmasından ötürü son derece hasmane bir tarzda bana, mektupta bahsettiğim mesajın ne cins bir me­saj olduğunu, Tahsin Beyin o mesajı kendisi vasıtasiyle gön­dermemi istediğini söyledi.
İzzet hemen kulak kabarttı ve İbrahime benim de gördü­ğüm bir göz kırptı. Onlar paranın kaynadığını zannettiler. Ben ne olduğunu anlıyamıyordum. Tahsin benim rüşvet ver­diğimi mi ortaya koymak istiyordu? Yoksa sadece parayı mı istiyordu? Durumdan emin olmadığım için ve burada da düş­man gibi görüldüğümü düşünerek, gayet soğukkanlılıkla bu­nun Profesör Vambery’nin yazmamı istediği bir husus olduğu­nu, ayrılmazdan önce de yazacağımı söyledim.
İsmail Hakkı kızgın odayı terketti.
Maamafih biz konuşmaya devam ettik, şimdi beklenmeyen bir hava ortaya çıkmıştı.
Sultan Abdülhamid İzzet ve İbrahim vasıtasiyle bana şu­nu sormuştu: «Bu veya şu şekilde Türkiyede iş yapmak iste­yecek Yahudilerin vatandaşlık durumları ne olacaktı?»
İzzet kaba fransızcası ile: «Yahudiler buraya gelebilirler, ama Osmanlı tebaasına girmeyi kabul etmek şartiyle tabii. Me­selâ siz Devlet Borçları tahvillerini geri satın aldığınız zaman, bu alıcılar Zat-ı Haşmetpenahilerinin tebaalığmı da kabul et­melidirler. Ayni şey kolonist olarak gelenler için de varittir. Onlar sadece Türk tabiyetine girmekle kalmamalı, eski tabiyetlerinden de vazgeçmeli ve bunu kayda geçirtmelidirler» dedi.
İbrahim Bey de «Eğer Zat-ı Haşmetpenahileri çağıracak olursa askere de gideceklerdir» dedi. İzzet bir sırtlan sokulgan­lığı ile devam etti: «Bu şartlar altında her memleketteki Yahudileri kabul edebiliriz».
Kendi kendime düşündüm: «O kadar çok yaşarsınız!» İz­zet Bey ve şürekâsının işine bizim bir sürü yağma edilecek zengin ve fakir getirmemiz pek elveriyordu. Fakat şimdi bun­lara herhangi şekilde muhalefet etmek faydasız olacaktı. Da­ha sonra «İmtiyaz» alındığında bunlar bölüm bölüm satın alı­nacaktı.
Bunun için Abdülhamid Han’ın yüksek himayesinin bi­zim için kâfi olduğunu, detaylara geçmeye hazır bulunduğu­mu ifade ettim.
«Birşey daha var, kolonizasyon kitleler halinde olmama­lıdır, meselâ beş âile şu bölgeye gelmişse diğer beşi başka bir bölgeye yerleştirilmeli ve aralarında irtibat bulunmamalıdır».
Kendi kendime «Böylece onları daha kolay ve rahat şekil­de yağmalayabilirsiniz değil mi?» diye düşündüm. Ve bunu da tasvip ettiğimi hareketlerimle anlattım.
«Bu şekilde bir dağıtılmaya ben muarız olmasam bile tek­nik ve ekonomik sebepler karşısına çıkacaktır. Bildiğiniz gibi, geçen yıl Zat-ı Şahane Anadoluda bir kısım toprağı Romanya Yahudi muhacirlerine lutfedeceklerdi. Bütün bu cömertçe ya' pilmiş ihsana rağmen ben ekonomik temelden mahrum kala­cak böyle bir dağınık yerleştirilmenin halen dahi aleyhinde bulunuyorum. Bunu kabule imkân yok. Ne yapılabilir? Büyük bir arazi şirketi kurulur, işlenmemiş topraklar bu şirket tara­fından tespit ve temin edilir sonra da oralara halk iskân edilir. Filistinde bu maksat için kullanılabilecek kâfi miktarda arazi bulunmaktadır. Hiç şüphesiz bir Osmanlı şirketi olacak olan böyle bir şirket toprağı ekime elverişli hale getirir, insanları yerleştirir ve vergi verir. Bu şirketin müstakbel gelirleri na­zarı itibara alınarak şimdiden para ödenebilir. Böylece bir gelir kaynağına derhal kavuşmuş olursunuz».
İlk defa olarak ve Sultanın temsilcilerinin önünde «İmti­yaz» konusunu ortaya atmış ve telkinlerimi yapmış bulunuyordum.
Meseleyi daha sonraki müzakerelere bırakmanın tam za­manı idi. Altının yardımı ile İzzet ve benzerleri süpürülüp atı­lacaktı.
İzzet gözden kayboldu, görünüşe göre anlattıklarımı Ma­jesteye anlatmaya gitmişti. Bir müddet sonra Zat-ı Şahanenin iyi yolculuk temennileri ile döndü. Benim tekliflerimi bir ay içinde bekliyordu.
Böylece «İmtiyaz» konusundaki müzakerelere fiilen giriş­miş olduk. Bundan sonra herşey talihe, maharete ve paraya bağlı.
Şimdiki durumda «İmtiyazlı Şirket»e bizim Osmanlı İm­paratorluğuna olan sempatimizi uyandıracak bir karakter ve­rerek ileri sürüyorum. Bundan sonra neler olur, göreceğiz.
*
*          *
24 Mayıs, 1901, Viyana
Dün akşam eve döndüm.
20 Mayıs günü Sultana gönderdiğim mektup şu idi:
«Efendimiz,
Bendelerini Zat-ı Şahanelerinin kabul buyurmakla göster­dikleri teveccühe kalbi minnetlerimi arzetmeme müsaade bu­yurunuz. Bendenizi en sadık köleleriniz arasında sayınız.
Viy anadaki işlerim sebebiyle Pazartesi günkü Orient Ekspresle ayrılacağım için bu hissiyatımı ifade için tekrar ka­bul buyurulmamı istirham eylemiştim.
Zat-ı Şahanelerinin iradeleri üzerine ekselans İzzet Bey bana proje meselesinde etraflı ve tatminkâr izahat verdiler. Bunlar üzerindeki görüşlerimi acizane arzedebilmem için aca­ba Zat-ı Şahaneleri daha önceki istirhamımla ilgili bir işaret­te bulunurlar mı. Eğer bu yapılırsa çok muvafık olacaktır.
Bendelerinin Zat-ı Hakîmanelerine arzedeceği çok gizli bir plân daha bulunmaktadır. Fakat Majesteleri teferruata inmek isteyeceklerinden izahı uzun saatler sürebilir.
Arslanm tacını kurtaracağı saat belki de gelmiştir. Herşeye kaadir olan Allahın izniyle Türkiye tarihinin bir dönüm noktasına gelmiştir, Haşmetli Sultan İkinci Abdülhamid Han’ın saltanatı hem müslüman hem Yahudi tebaasını saadete garkedecek, yeni bir ihtişam devri başlayacaktır. Bu samimi görüş ve fikirlerimi arzetmekten büyük heyecan duymaktayım.
Sizin sadık ve vefakâr köleniz olmakla şeref duyuyorum efendimiz.
Dr. Theodor Herzl».
27 Mayıs, Viyana
Dün veya bugün Baron Hirsch’i ziyaretim ve bir Yahudi Devleti kurma faaliyetine geçişimin altıncı yılıdır.
Ne seyahatler, ne çalışmalar.
Crespi’ye mektup :
Viyana, 28 Mayıs 1901
«Muhterem Efendim,
Birkaç hafta için Viy anadan ayrılıyorum. Daha Haziran gelmemekle beraber o aya ait istihkakınız 1000 frankı çek ola­rak gönderiyorum. Lütfen mektuplarınızı çift zarfa koyarak «Dr. Kokesch, Tuchlauben 17, Vienna I» adresine gönderiniz.
İyi haberlerinizi bekliyorum, saygılarımın kabulünü rica ederim».
29 Mayıs, Ekspreste, Vambery’y e giderken...
Dün sabah Sefir Mahmut Nedim Beye gittim, beni «Teb­rikler efendi» diye karşıladı. Ve hemen sonra bütün dertlerini ve ahmaklıklarını bana açıklamaya koyuldu. Bu da diplomat ha? O diplomat ise ben neyim?
Yanında çalışan kâtiplerinden şikâyet etti. Hepsi casus­luk ediyor, kendisi hakkında iftiralar uyduruyor ve hiçbir iş görmüyorlar imiş. Bir sürü yalancı ve şantajcıdan başka birşey değillermiş. Sefaretin birinci kâtibi İstanbul’a raporlar gönde­rip kendisinin devamlı içki içtiğini, gündüzleri bile sendeleyip gezdiğini bildiriyormuş, dört ayak üzerinde geziyor diyormuş. Dört ayak üzerinde demiş eşek herif... Bu solo komedi birkaç dakika sürdü. Sonra İkinci Kâtibe geçti. O da sabah saat 9.30 da metresinden gelir, büroda birkaç sigara içer ve hiçbir iş görmeden saat 11 de çıkar gidermiş. Sonra müsteşarı ele aldı. Okuyup yazması olmayan bir mısırlı olan bu zat, müslüman olan karısını kısa kollu elbiselerle toplantılara götürürmüş. Kadın Hidiv’in kızkardeşi imiş ve bir defasında onu İmpara­tora takdim etmek istemiş, ama erkek kardeşi dine bağlı bir insan olduğu için bunu şiddetle reddetmiş. Bunları Yahudi di­ninden bir misal göstererek izah etti: Bu tıpkı bir cumartesi günü bir hahama domuz eti yemesini ve sigara içmesini tek­lif etmek gibidir.
Sonra Türkiyenin içinde bulunduğu şartlara geçtik, bun­ları idaresizlik ve alçaklıkla tavsif etti. Kendisine hala 4500 sterlin borçlu durumda imişler, maaşının % 10 unu tefecilere ödemek zorunda kalıyormuş v.s. bütün bunlara kulak tıkadım.
«Şeytanî deha» diye adlandırdığı İzzet’ten de tenkitkâr şe­kilde bahsetti. Bir zaman gözden düşmüştü, bu gerçekti, ama Sultan sırlarının ortağı olan birisini uzaklaştırıp atmamıştı. Eğer ortadan kalksa Sultan herhalde dört kandil dikermiş.
Tahsin ondan daha iyi imiş ama, Sultanın iki iradesine rağmen kendisine 4500 ü ödettirmediği için ona da kızgındı. İzzet ve Tahsin Beyler ne isterlerse yapabilirler imiş ama Tah­sin biraz daha meşru şekilde hareket edermiş.
Sultan tarafından uzun bir süre kabul edilip konuştuğumu söylediğimde pek mütehassis oldu. Konuştuklarımız hakkında birşey anlatamıyacağımı, İbrahim Bey vasıtası ile mektuplaş­mamı tavsiye ettiğini söyledim. Mektuplarımı sefaretin kuriyesi vasıtasiyle göndermek ricam üzerine, böyle bir kuruluş­ları olmadığını, her sefirin mektuplarını normal posta ile gön­derdiğini, ama Tahsin’e yazdığı kod anahtarından benim de faydalanmama müsaade edebileceğini söyledi. Anlaşmamıza göre o şifreli telgraf ve mektuplarına «Dym.» ben ise «İhtiyar adam» işaretini koyacaktık. Ayrıldık.
Öğleden sonra İcra Komitesini evimde toplantıya çağır­dım, bulunmadığım günler vukuatı hakkında bilgi aldım.
29 Mayıs, akşam Innsbruck-Münih arasında trende
Trende Vambery ile buluştum, ona olanlar hakkında ra­por verdim. Ona göre İmtiyaz’ı bu sene içinde ele geçirebili­riz. Eylül içinde tekrar İstanbul’a gitmeyi düşünmektedir. Bana bu konuda bir teklif hazırlamamı söyledi, bu teklifi hiç­bir Kâtip veya Nazır’ın haberi olmaksızın doğrudan doğruya Sultana arzedip imzasını sağlayabileceğini ileri sürdü.
Bunun karşılığı olarak kendisine 300 000 guilder ve dün­ya tarihinde bir medhiye temin edeceğime söz verdim. Her ikisini de kabul etti.
Oskar ve Wolffsohn’a birer tane ikinci sınıf nişan alma­sını söyledim.
Bundan başka Tahsin Beye mektup yazarak benim ken­disinin ve Sultanın dostu olduğumu, Filistin konusunda çıka­bilecek pürüzleri halletmek üzere çeşitli başkentleri dolaş­makta bulunduğumu bir taraftan da Sultanı basın yoluyla des­teklemek için gerekli temaslara giriştiğimi bildirecekti.
Dr. Herzl Almanya’daki temaslarından, bilhassa Grand Düka ile Rusya’nın Filistin meselesindeki müstakbel tutumu­nun ne olabileceğini münakaşa ettikten sonra Paris ve Londra’­ya geçer. Rusya Uzakşark ve Balkanlar’da o kadar meşguldür ki Filistin konusunda ciddi şekilde rol almasına imkân yoktur. Bu olsa olsa dinî çevrelerde bazı aksülâmellere sebep olabilir, ama Kudüs için düşünülen idare şekli onları fazla kızdırmaya­caktır.
Paris’te ve Londra’da belli başlı adamları ve zenginlerle konuşur. İlk ağızda 1 500 000 altın lira lâzımdır, ama ümidettiği kişiler hemen bu parayı vermeye yanaşmamaktadırlar. Bir arkadaşını Amerikaya gönderip bu mikdarı Carnegy’den iste­meyi bile düşünür, sıkıntılı günler sonucu bir beyin kanaması geçirir. Sonra uygun haberler gelmeye başlar, Güney Afrikalı Yahudiler bütün Osmanlı Borçlarına ait tahvilleri borsadan kaldırmaya hazırdırlar...
Sultan’a mektuplar yazmaya devam eder :
Paris, 6 Haziran 1901
«Efendimiz,
Zatı şahanelerinin arzuları üzerine derhal çalışmalara baş­lamış bulunuyorum.
Bu günlerde işlerin de iyi gittiğini bildirmekle memnu­num. Buradaki arkadaşlarla yaptığım ilk görüşmelerden edin­diğim intihalara göre size kat’î teklifleri bu ay içerisinde arzedebileceğim. Fakat benim görüşlerimi paylaşmayan Yahudilerin de mevcudiyetini haber vermek isterim. Bu gibi kimsele­rin hangi maksadlara hizmet etmekte oldukları Zat-ı Hakima­ne tarafından herhalde bilinmektedir.
İlk adım olarak Osmanlı mâliyesi hakkında müspet kana­atler uyandırma faaliyetine girişeceğim. Bu gaye için gelecek hafta Londra’da şeref üyesi olduğum bir kulüpte konuşma ya­pacağım. Heryerde olduğu gibi Londrada da benim şahsî alâ­kalarla konuşmayacağım bilindiği için sözlerim şüphesiz tesirli olacaktır.
Muhtemelen Yahudi ve gayrı Yahudi düşmanlar Osmanlı İmparatorluğunun başarısı konusunu bahane ederek bana hü­cumda bulunacaklardır, ama Allahın izniyle ve Zatı Şahanele­rinin bendelerine olan itimadına güvenerek üzerime aldığım işi başaracağım. Çok kısa zamanda size muvaffakiyet haberle­rini arzedebileceğim ümidindeyim.
Arslan tahtını kurtaracaktır.
Bana cesaret, gurur ve sürür veren teveccühlerinizin de­vamını niyaz ederim efendimiz.
Zat-ı Şahanelerinin sadık kölesi Dr. Th.Herzl».
17 Haziran, Richmond Biraz dinlenmek ve Sultan’a mektup yazmak üzere dün­den beri buradayım.
Zangwill’i Carnegy ile benim adıma görüşmekle vazifelen­dirdim. Amerikan Sefiri General Porter veya Rudyard Kipling bu temasta aracılık edebilirler.
Sultan’a mektup :
«Efendimiz,
Gayretlerimin neticelerini arzetmeme müsaadelerinizi is­tirham eylerim.
Bendelerine tevcih buyurulan ilk iş, gayet acele olarak Ekim ayı başına kadar konsolidasyon işi için elzem 1,5 milyo­nu en ehven şekilde temin etmekti. Benim faaliyetim ve arka­daşlarımın çalışmalarının sonuçları şöyle hulasa edilebilir :
1,5 milyon, hemen bir gelir kaynağının yaratılması ile elde edilebilir. Fakat bu kaynak ayni zamanda sizin Yahudilere kendi­leri için ne kadar pederane şefkatler beslediğinizi gösterecek şe



kilde bir kaynak olmalıdır. Bu şekilde bütün müstakbel geliş­meleri de nazarı dikkate alarak zemini hazırlayacağız.
^ Bu yakınlarda arkadaşlarım 5 milyon altın sermayeli bir şirket kurmaya hazırlanmaktadırlar. Bu şirketin gayesi Kü­çük Asya, Suriye ve Filistinde ziraat, endüstri, ticaret, kısaca İktisadî hayatı geliştirmektir. Lüzumlu imtiyazlar Zatı Şahane­leri tarafından lütfedilince şirket majestelerinin hükümetine her yıl 60 000 altın yıllık yardım yapacak ve bu ödemeye da­yanılarak kumpanyanın garanti edilen kapitali 81 yılda amor­ti edilmek üzere bu miktar ikraz derhal temin edilecektir. Bu ikrazın karşılığı hiçbirşey olmayacaktır, zira tahvilleri şirket alacaktır. Hükümet gayet basit şekilde birbuçuk milyonu çe­kecektir.
Şirket şüphesiz Türkiyede ve gelecek Yahudi göçmenleri derhal Türk tabiyetine geçer geçmez kurulacaktır. Bu kimse­ler majestelerinin emri altında askerlik hizmetlerini de ifa edeceklerdir.
1.5 milyon ile beraber diğer gelir kaynaklarının da etüdü zamanı gelecektir. Majesteleri bendelerine kibritten bahis bu­yurmuşlardı. Arkadaşlarım arasında bunu ele alabilecek biri­sini buldum. Bu konuda da Majestelerinin hükümetine her türlü yardım ifa edilecektir. Öyle ki kibritten elde edilecek gelir, vergi mükelleflerinin yükünü hafifletmek için hemen bir ikraz daha tesis edecektir. İşletilecek maden ve petrol ya­takları için de durum ayni olacaktır.
Bu diğer projeler üzerindeki çalışmalar sona erer ermez teferruatı ile Zatı Şahanelerine arzedilecektir. Kibrit işine der­hal girişilebilir, fakat diğerleri üzerinde daha etüdlerde bulu­nulması icabetmektedir. Şunu da belirtmeliyim ki bendeleri­nin hasbî olarak hizmet ettiği bütün bu projelerin idaresi Zatı Şahanelerinin ellerinde bulunacaktır, Majesteleri şimdi fayda­sı olmadığı kanaatinde bulunsalar bile burada Büyük Osmanlı-Yahudi Kumpanyasından bahsetmek isterim. Herşeyden önce şunu ifade etmeliyim ki majesteleri bendelerinin şahsında sadik bir hizmetçiye malik bulunmaktadırlar. Ben sadece Zatı Şahanenin saadet ve şerefi uğruna çalışmaktayım, çünkü ina­nıyorum ki Osmanlı İmparatorluğunun Yahudilerin ekonomik kaynaklarını kendisine cezbedeceği ve böylece talihsiz kavmimi kurtarıp himayesine alacağı günler yakındır.
Bunun yanında Yahudilerin tek dilekleri Türkiyeyi kuv­vetli ve ilerlemiş görmektir, bu benim hayatımın idealidir.
Osmanlı-Yahudi kumpanyasının bütün Yahudilere verece­ği işaretin dışında bir faydası daha bulunmaktadır. Vergi alı­nabilecek maddeler, yani şahıslar ve emlâk, bu kumpanyanın çalıştığı bölgelerde büyük bir artış gösterecektir. Bizatihi kum­panya günden güne artan iş hacmi dolayısiyle gittikçe artan miktarda vergi ödeyecektir. Yahudi sermayesi her köşeden akıp gelecek ve İmparatorluk içerisinde kalacaktır. Ayni za­manda bu iş o kadar sessiz ilerleyecektir ki İmparatorluğun kötülüğünü isteyenler dahi bunu farketmeyeceklerdir.
İlâve edilecek bir husus var. Eğer Zatı Şahane 1,5 milyonu hemen Ekim başında temin etmek arzusunda iseler kaybede­cek hiç vakit bulunmamaktadır. İşadamları ve maliyecilerin daima müspet delil ve emarelerle iş gördüklerini unutmamalı­yız. Sermayenin temininden en az üç ay önce işe girişmeliyiz. Eğer majesteleri Ekim ayı başında 1,5 milyonu temin etmek için müzakerelere girişmenin tam zamanı ve fırsatı olduğuna karar verirlerse, Büyük Kumpanya için konuşmalara Temmuz başlarında girişilmelidir. Eğer İstanbul’a gelmem emredilirse derhal emre icabet ederim. O takdirde Majestelerinin sadık dostu olan ve memleketi ve şartlarını iyi tanıyan Profesör Vambery’nin de davet edilmesi yerinde olacaktır.
Bilmiyorum bir hususu daha işaret etmeme müsaade bu­yurulur mu? Herhangi şekilde Majestelerinin canını sıkmak ihtimaline bina’en bunu istemiyerek yazıyorum. Birisi bana gelerek Paris’te Majestelerinin hükümetine yaptığı hücumlar­la tanınmış bir yazardan bahsetti, adı M. Ahmed Rıza [[3]]. Ba­na, bu zatı susturmanın mümkün olduğunu söylediler. Bunlar benim işlerim olduğu için sadece durumu arzetmekle iktifa edeceğim, sadece Zatı Haşmetpenahilerine yardım arzusunda­yım. Emir almadan hiçbirşey yapacak değilim, hatta emirsiz bu zatı görmeye dahi gitmeyeceğim tabiidir. Fakat Zat-ı Şa­hane bunun faydalı olduğuna inanıyorlarsa meseleyi ele ala­yım. Bunu halletmek bendeleri için şeref olacaktır.
Naçiz ve sadık bendeniz Th.Herzl».
Londra, 18 Haziran Sultanın mektubunu koyduğum zarfı, İbrahim Beye yaz­dığım aşağıdaki mektubun içerisine koydum :
«Ekselans,
Zat-ı Şahaneye arzedilmek üzere ilişikteki mektubu tak­dim etmekle şeref duyarım. 25 Hazirana kadar Londra’da kal­mak zorundayım. Buradan Altausse’ye gidip ailemin yanında birkaç gün kalacağım. 25 Hazirana kadar Zat-ı Şahanenin bir emirleri olursa «Hotel Cecil-Londra», Haziranın 30 undan son­ra da «Altaussee, Styria-Avusturya» adreslerine bildiriniz.
Bu akşam oğlunuzu görmeye gideceğim.
Ekselans lütfen derin hürmetlerimi kabul buyurunuz».
Londra, 25 Haziran Akşam Banker Seligmann’ı görmeye gittim. Daha ben «İmtiyazlı Şirketten» bahsettiğim zaman yardım vadetmişti. Bu söz şimdilik bana yeter, şimdi Sultan bana bir cevap ver­meli.
Benim müphem izahatımla bana hemen para vermelerini tabii ki beklemedim. Paris ve Londra’ya sırf Sultan’a Paris ve Londra’ya gelmiş olduğumu gösterecek mektuplar yazmak için geldim. Şimdi mektuplarda yazdıklarımı ben daha İstanbul’da iken kendisine söyleyebilecek durumda idim.
26 Temmuz, Alt-Aussee
Vambery’nin 15 inde yazdığına göre Sefir Constans Sul­tana 4 milyon frank (o kadar az mı?) teklif etmiş, fakat malî tertip entrikacılar tarafından sonuçsuz bırakılmış. Vambery Londra’da inanılır kaynaklardan şunu duymuş: Bizi destekle­mek üzere Fransız-Rus kombinezonu arasına bir Yahudi hançe­ri sokacaklarmış. Kendisi Eylülde Sultanı görüp biraz hare­kete geçmesini temine çalışacakmış.
Wellisch, İstanbul’da malî durumun yine çok vahim oldu­ğunu bildiriyor.
Crespi de Rothschild’in temsilcisinin yine aleyhimizde fa­aliyete başladığını bildiriyor.
28 Temmuz
Londrada iken Güney Afrika Madenleri Müdürü Cecil Rhodes ile konuşmuştum. Onun güney Afrikalıları bütün Osmanlı Borç tahvillerini şahsen borsadan toplayabilirler. O za­man ben de Sultan’a gidip: Filistini teslim etmen karşılığı işte sana borçlardan kurtulma imkânı, ve dönüp Yahudilere de şöy­le derim: İşte size x+y karşılığı Filistin, x Güney Afrikalıla­rın ödedikleri para, y de bunun karşılığında elde edecekleri menfaattir.
Rhodes’un fikrine göre Asyalı Türkiye Almanya’ya ya­naşmak mecburiyetindedir, zira İngiltere bütün dünyayı idare edemez ve Rusya ile arasında tampon bir bölgeye ihtiyacı var­dır.
6 Ağustos Bugün Türkçe öğrenmeye başladım.
22 Ağustos
Vambery vadettiğim komisyon üzerinde çalışmaya başla­dı. Ondan çok garip bir mektup aldım. İzzet’i kaydırıp yerine geçmek istiyor.
Yoksa Abdülhamid’i mi düşürmek niyetinde? Şu mektubu yazdım :
21 Ağustos 1901
Aziz Vambery Amcacığım,
Sizin gençlik ve enerji dolu mektubunuzu zevkle okudum. Siz gerçekten Allahın lutfuna uğramış bir şahıssınız, Allah muhafaza buyursun. Hazırladığınız taslağı gönderiyorum. Fransızcaya tercüme etmeye lüzum yok zannederim.
Sultan Filistini ne İngiliz ne de başka bir milliyete sahip bir şirketin idaresine vermeye razı olmaz. Esasen bu diğer «Kuvvet»lerle büyük diplomatik anlaşmazlıkların çıkmasına sebep olur. Oysa biz projenin tahakkukunu düşünmek zorun­dayız. Bu sebepledir ki başka bir yol aramaya girişmiş bulunu­yoruz. Ben aptal değilim, bunu anlamışsınızdır, Sultan’a Londradan gönderdiğim bir mektupta kabul edilebilecek tipte bir teklifte bulundum. 18 Haziran tarihinde Londradan bu teklifi gönderdim (Yukarıya dercettiğim teklifleri sıraladım).
«İmtiyaz» mevzuunda teferruata inmedim, ilk adımda bu­nu yapmak doğru olmazdı. Şu hususa da dikkati çekeceksiniz: Ben herşeyi daha başlangıç olarak yapmış durumdayım. 1,5 milyon Sultanın bütün meselelerini halletmez bunu ben de biliyorum ama fiilen öyle bir durumdayım ki eğer iyi niyetini izhar ederse bundan çok daha fazlasını temin edebilirim.
Fakat plân nasıl tatbik edilecek? Herşeyden önce «Yahudi Koloni Tröst»üne «Küçük Asya, Suriye ve Filistinde Osmanlı-Yahudi Şirketi» adı altında «İmtiyaz» vermelidir. Herşeye tamamen malî bir karakter verilmelidir. «Yahudi Koloni Tröst»ü her türlü garantiyi temin edecektir. Fakat ciddi bir garanti almadan bu tekliften açıkça bahsetmeyiniz, zira en küçük bir emniyet şemmesi olsa hemen el atmaktadırlar.
Size gönderdiğim kabataslak plânı Sultan olumlu karşılar­sa ben Sultanın genel durumunu yeniden organizeye girişece­ğim ve 5 milyon sermayeli şirket teşekkül edecektir. Ben bu reorganizasyonu üç yıl içinde gerçekleştiririm. Bunu kendisi­ne söyle ve bunu bu şartlar altında yapacak ikinci bir adamın bulunmayacağını anlat. Burada size büyük vazife düşüyor, kavmimizi kendinize minnettar kılabilirsiniz.
İyi haberlerinizi bekliyorum.
Th.H.»
30 Ağustos
Sultan’ın doğum günü münasebetiyle bir tebrik telgrafı çektim. İbrahim Bey aracılığı ile de cevap aldım.
2 Eylül
Dünkü gazetelerde İbrahim Beyin oğlu Said İbrahim Beyin geçirdiği bir ameliyattan sonra Karlsbad’da öldüğünü öğren­dim. İyi, yakışıklı bir gençti, 29 yaşında idi. Londra’da bir de­fa yemek yemiştik.
Teati edilen telgrafların suretlerini de zarfa koyarak Vambery’ye mektup yazdım :
«Şurası gerçek ki Sultan, Ramazan için kendisine hemen lâzım olan 200 000 altını henüz bulamamıştır. Son dakikada te­fecilere veya borsa cambazlarına baş vurup temine girişebilir. Ben kendisine bu parayı hemen bulabilirim. Ama sen bu mek­tubu alır almaz gidip münasip bir dille şunları söyle: “Arka­daşım sana Ramazan için gerekli parayı getirebilir, hem de hiçbir tefeciyi araya koymadan. Fakat bunun için senin mu­ayyen bir plân hususunda, senin malî durumunu üç yıl içinde düzeltebilecek plân konusunda olumlu davranman şart. Bunun için de Eylülün ikinci yarısı içerisinde ona haber vermelisin, zira onun da işleri tanzim için zamana ihtiyacı vardır. Arka­daşım kendisi ile beraber beni de çağırmanı istiyor ki aranız­daki müzakerelerde sizi anlaştırabileyim”. Şimdi kendi kendi­me soruyorum, acaba sizin mektubunuza cevap verilmemesi, o mektubu İkinci Kâtibin görmesinin tevlit ettiği bir netice mi­dir? Şimdi ne olacak bakalım?»
23 Eylül, Alt-Aussee
Haftalardır Sultanın bana gerekli telgrafı çekmesi için İb­rahim, Nuri ve Vambery aracılığı ile uğraşıyorum, sonuç yok. Birkaç gündür Sultan’a bir mektup daha yazmak istiyorum ama o bana hiç göndermediği için ifadede güçlük çekiyorum.
Gölün kenarına oturup düşünüyorum. Satranç tahtamdaki yeni elemanlar şimdi İskoçya dönüşünde konuştuğum Cecil Rhodes, yeni Amerika Reisicumhuru Roosevelt (Amerikadaki baş haham ve Siyonist lider G. Gottheil aracılığı ile), İngilte­re Kralı (Ribon bişopunun aracılığı ile) ve Rus Çarı (General von Hesse aracılığı ile) v.s.
Bankamız Ekim’de tam kapasite ile faaliyete geçebilecek. Gottheil’in satrançta vezir rolü oynaması fena olmayacak. Sul­tan’a «Kuvvetler» ile temasında esaslı bir aracı teklif edece­ğim: Gottheil.
Sultana mektup :
«Efendimiz,
Yüksek müsaadelerinizle tekrar doğrudan doğruya Zat-ı Şahanelerine baş vurup birkaç kelime ile Zat-ı Şahanelerinin dikkatlerini oldukça ciddi bir duruma çekmek istiyorum.
Efendimiz, Osmanlı İmparatorluğunu çok sıkıntılı günler beklemektedir. Hazırlanmakta olan bir ittifak değil fakat bir tarafsızlık anlaşmasıdır. Şu anda kuvvetlerden biri harekete geçmiş durumdadır. Zat-ı Şahaneleri ümidettiği yerlerin hiç­birinden hiçbir yardım alamıyacaklardır. Beklenen yardım çok korkunç bir kaynaktan geleceğe benzemektedir.
Hazırlanmakta olan durum budur, ama henüz bunu önle­me fırsat ve imkânı mevcut bulunmaktadır.
Ben majestelerinin adına işe girişerek bütün bunları önle­yebilecek ve hiçbir çevrede hiçbir şekilde şüphe uyandırmaya­cak birini tanıyorum. Fakat mevzu o kadar hassastır ki bunu
Zat-ı Şahanelerine ancak şifahen ve başbaşa olmak şartiyle arzedebilirim.
Bu plânın ilk şartı zaman kazanmaktır. Sonra yeni gelir kaynakları yaratılır ve İmparatorluğun direnme gücü arttırılır.
Osmanlı İmparatorluğunun büyüklüğü ve kuvveti Yahudi milletinin tek ümit kapısıdır ve mümin bir Yahudi olarak sizi kendi adıma değil kardeşlerim adına ve Halife’ye beslediğim iyi niyetin sonucu olarak ikaz etmek isterim.
Eğer Zat-ı Haşmetmeâbları beni dinlemek arzu buyurur­larsa birkaç gün için İstanbul’a gelmek bendeleri için kolay ola­caktır..
Sadık ve itaatkâr köleniz Dr. Th.Herzl».
İbrahim Beye :
«Ekselans,
Derhal arzedilmesi ricasiyle Zat-ı Şahanelerine çok mühim bir mektubu ilişikte takdim ediyorum.
Bu hafta tatile son verip Viyanaya dönüyorum. Maamafih bu pek tatil sayılmaz, ancak çalışma masamı değiştirmiş ol­dum. İşlerim burada da bir an için yakamı bırakmış değildir.
Türkiyenin işlerinin iyi gitmediğini öğrendim, bundan sa­mimiyetle üzüntü duyuyorum. Allah sizi muhafaza etsin...
Th.H.»
Sultana yazdığım mektupta kastettiğim şahıs Gottheil’dir.
8 Ekim, Viyana
Peşte’ye gidip Vambery’yi gördüm, Sultana sert bir mek­tup yazmasını, arkasından da gidip görüşmesini söyledim.
Nuri’ye de yazıp habis İzzet’i bizim lehimize çevirmesini isteyeceğim :
«Ekselans,
Ne bizim ne Türkiyenin işlerinde bir ilerleme var.
Kanaatımca İzzet Beyi elde edip faaliyete geçirmek lâ­zımdır. İzzet Beyin zekâsı bize çok faydalı olacaktır. Bizim iyilikseverliğimizi sizden dolayı bilir zannediyorum, herhalde sizi zevkle dinleyecektir.
Ramazandan önce bir miktar paraya ihtiyacınız olacak değil mi?
Size bazı tavsiyede bulunmama müsaade ediniz : Mümkün olduğu kadar çabuk İzzet Beyi görmeye gidiniz, kendisiyle bizzat bildiğiniz şekilde konuşunuz.
Yakın zamanda sizden haber almak ümidiyle saygılarımı sunarım.
H.»
Not: Bir müddet önce Profesör V(ambery)i gördüm. Yakında Avrupada vukuu muhtemel ciddi şeyler hususunda bil­gi vermek temayülünde. Bu mektubu yazanın onun muh­teviyatı hakkında hiçbir bilgisi yoktur. 8 Ekim 1901.
23 Ekim, Viyana İstanbul’dan müspet veya menfi hiçbir haber yok.
1 Kasım, Viyana Artık her ay 1000 frank göndermekten bıktığım namert Crespiye aşağıdaki mektubu yazdım :
«Muhterem Efendim,
Yüksek zekâsına rağmen 363 (Sultan) içinde bulunduğu kötü durumu anlamamaktadır. Aksi halde kendisine faydalı olabilecek yegâne kimse olan bana yazması gerekirdi. Bu du­rumda da tabiatiyle bir tek ileri adım atabilmiş değiliz. Sizi temin ederim ki bütün münasebetlere son vermeyi ciddiyetle düşünüyorum. Size iyi münasebetlerimizin bir sonucu olarak bu aydan itibaren ayda 500 frank fazla göndereceğim, ancak bunun karşılığında bana her hafta yazmanızı ve beni uzaktan dahi ilgilendirebilecek her türlü havadisi vermenizi istiyorum.
345 (Nuri Bey)e 125 (İzzet Bey) ile konuşmasını yazmış­tım. Sen ve 345 bana 125’in ben orada iken verdiğim mikdarı aldığını söylemiştiniz, fakat niçin bir cevap almadığımı anla­mıyorum.
Arkadaşımıza beni nezaketle hatırlatınız, zannederim hiçbirşey yapmadığı için müteessif bulunmaktadır.
Herzl».
Sultana mektup :
«Efendimiz,
23 Eylül tarihli mektubumda arzettiğim hususlar tahak­kuk etmek üzere bulunmaktadır. Zat-ı Şahaneleri bendeleri­nin makul tavsiyelerini nazarı dikkate alırlarsa bunlar önle­nebilir. Diğer felâketlerin zuhuru da yakındır ve bunlar ancak mâliyenin kuvvetlendirilmesi ile tesirsiz bırakılabilir.
Kendimi hala bu işe vakfetmek arzusunda olduğumu arzetmeme müsaade buyurunuz... Bugün, yarın, altı ay sonra, ma­jesteleri ne zaman emir buyururlarsa bendelerini sadakatim ispata hazır bulacaklardır.
Herzl».
İbrahim Beye de kısa bir mektup yazarak zarfa koydum ve İstanbul’a gönderdim.
*
*          *
Dr. Herzl 20 Aralık 1901 tarihinde Sultan Abdülhamid’e bir mektup daha yazarak Basel’de toplanacak Siyonistler Kongresine bir telgraf göndererek (daha doğrusu Kongre Baş­kanı olarak kendisinin çekeceği telgrafa cevap vererek) Yahudilerle alâkası konusunda bir işaret vermesini istirham eder. İbrahim Beye yazdığı mektupta da Amerikada özel olarak bir Türk klavyeli daktilo makinesi imâl ettirdiğini, birkaç haftaya kadar hazır olacağını, onu Viyana Sefiri Mahmud Nedim ara­cılığı ile mi göndermesinin uygun olacağını yoksa bizzat getir­mesinin mi daha iyi olacağını sorar. Bu, eski Türk harfleri ile yapılmış ilk daktilo makinesidir.
Kongre Ocak’ta Basel’de toplanır, gerçekten Abdülhamid, Herzl’in Başkan olarak çektiği bağlılık telgrafına teşekkür eder ve bu kongrede onun durumunu kuvvetlendirir, dediko­duları önler...
*
*          *
5 Şubat 1902, Viyana
Dün eşim yüksek ateşle yatarken Yıldız’dan şu telgraf geldi:
«Lütfen projelerinizi açıklamak üzere derhal İstanbul’a geliniz — İbrahim».
Kremenzky’ye hazır olmasını haber verip ayni gece «Bir kaç gün gecikmemin bir mahzuru var mıdır, Cumartesi veya j Pazar günü yola çıkabilirim» şeklinde bir telgraf çektim. Wellisch’e de hemen telle «Kimin tarafından çağırıldığımı tahkik etmesini» bildirdim, «Davet eden bizzat Sultandı».
*
*          *
15 Şubat, İstanbul’
Newlinsky’den beri dördüncü defadır İstanbul’dayım. Ayni kadîm şehir, renkler, renkler ve havlayan köpekler.
Gemiden iner inmez bir arabaya atlayıp Wellischle bera­ber doğru Saray’a gittim.
Maalesef Romanya gemisi fırtınadan tam zamanında Tophane’ye gelemedi. Elbisemi gemide değiştirip hemen hareket etmeme rağmen saraya geldiğimizde zannederim Cuma günü j ikindi vakti saat 3,5 u bulmuştu.
Artık iyice tanıdığım İbrahim Beyin dairesine alındık. Merasim nazırının iki muavini Galip ve Memduh Beyler sessizce refakat ettiler. İbrahim Beyin benim gelişimi Sultana haber verdikten sonra dönmesi yarım saat kadar sürdü, nihayet gel­di :
«Selâmlık merasimi kendisini bugün çok yormuştu bu se­beple beni derhal kabul edemiyecekti, yarın sabah (yani bu­gün) Saraya gelecektim». İbrahim Beyle saat 11’i kararlaştırdık. İbrahim Bey bana bazı iradelerin de tebliğ edilebileceğini söyledi, sessizce eğildim, bundan başka Sultan burada kendi­sinin misafiri olmamı istemişti. Tekrar hürmetle eğildim.
Sonra havadan sudan konuştuk. Zat-ı Şahaneye hediye ola­rak bazı meyvelerden getirdiğimi söyleyince İbrahim ve Galip gözlerini açtılar. Bura adetlerine göre böyle bir hediye getiri­lemezdi, tabii ben bilmediğim için mazurdum, öyleyse kendi­lerinin kabul etmelerini rica ettim.
Beyoğlunda «Büyük Cadde»de (İstiklâl Caddesi) Crespi ile karşılaştım, otele kadar bana refakat etti. Mektupta yazdık­larımı bir daha tekrarladım.
Ve günlerden beri ilk defa rahat uyudum.
15 Şubat, öğleden sonra.
Birinci raund bitti.
Sonuç müspet değil.
Saat 11 de yanımda Wellisch olduğu halde Saray’a gittim. Kapıda arabalarımız kontrol edildi ama kolay geçtik. İbrahimin dairesinde bir müddet onu bekledik. Geldiğimizi Sultana bir tezkere ile bildirdi. Sonra önceden hazırlandığını tahmin etti­ğim bir şekilde konuşmaya başladık.
Bana Siyonist Kongresinin gayelerini sordu. Ona bizim Yahudi muarızlarımızın sadece Yahudilerin diğer milletler ta­rafından absorbe edilmesini önlemek diye tarif edilebilecek milliyetçi siyonizm görüşlerini açıkladım.
İbrahim benim Kongre’de Sultanın Yahudilerin Filistine göç ederek orada bir Yahudi Krallığı kurmama müsaade ettiği şeklinde bir beyanda bulunduğum şeklinde bir rapor aldıkları­nı ve bu sebeple Sefaret kanalı ile tekzip neşrettiklerini söy­ledi.
(Böyle bir tekzipten hiç haberim yoktu).
Kendisine Kongredeki beyanatımın tam metnini verdim. Sadece Mayıs’ta Sultanın bana ifade ettiklerini ve sonra ken­dilerine yazdığım mektupları anlatmıştım.
İbrahim daima olduğu gibi tebessüm etti. «Biz Dr. Herzl’in aslı olmayan şeyleri söyleyeceğine ihtimal vermeyiz, aksi tak­dirde Sultan sizi misafir olarak davet etmezdi» dedi.
Sonra yemeğe gittik. Hep türk yemekleri vardı. O arada Tahsin Bey geldi ve İbrahim Beyle gizli birşeyler konuştu, be­nim ise elimi bile sıkmadı.
Yemekten sonra İbrahim Bey bana İzzet Beyi görmeye git­memi söyledi. Dışarı çıktığımda tekrar çağırıp İzzetin arzula­rını şahsî olarak kabul etmemi fısıldadı. «Bunu söylemeye lü­zum yok» deyip gittim. İzzetle Sultanın beni kabul ettiği yerin önündeki avluda karşılaştım, samimi şekilde selâmlaştık ve sonra yine İbrahim Beyin yanma geldik. Geçen mayısta otur­duğumuz ayni koltuklara yerleştik. Konuşma da ayni noktadan başladı; önce İzzet söz aldı:
«Geçen mayıstaki ziyaret maksadınız ne idi?»
«Bunu o zaman arzetmiştim. Eğer isterse Türkiyeye yar­dım etmek. Biz Yahudiler kuvvetli bir Türkiye’ye muhtacız v.s. ki Zat-ı Şahaneye mektuplarımda müteaddit defalar arzetmiş bulunuyorum».
«Evet» dedi İzzet «Kavminiz hem basın hem malî çevre­lerde hâkim durumda olduğuna göre sizin tasarınızda hem maddî hem manevî malzeme var demektir, bu anlaşılıyor, fa­kat hiçbirşey gerçekleşmedi, Bütün yaptığınız Londra ve Basel’de beyanatta bulunmaktan ibaret kaldı».
«Bunda zaruret vardı» diye cevap verdim «Bütün dünya Yahudileri arasında Zat-ı Şahane hakkında iyi bir iklim ya­ratmak şarttı ve inanıyorum ki bunda da muvaffak oldum, zi­ra büyük ölçüde sempati tezahürlerine şahit oldum».
«Pekâla, her her iki tarafa düşenleri tespit edelim» diye Öze başlayan İzzet şöyle devam etti: «Sana açıkça söyleyece­ğim. Zat-ı Şahane İmparatorluğunun kapılarını bütün dünya­dan gelecek Yahudi muhacirlere açmaya hazırdır. Ancak bu gelenler Osmanlı tebaasına girmeyi ve askerlik hizmetini ifa etmeyi başlangıçta kabul ve beyan edeceklerdir».
Cevaben «Tamam» dedim. O devam etti:
«Memleketimize girmeden önce eski tabiyetlerini bırakıp derhal Osmanlı tabiyetini iktisap edeceklerdir, bu şartlarla memleketin istedikleri yerinde —Filistin hariç olmak üzere — yerleşebileceklerdir».
Kirpiğimi bile kıpırdatmadım ve anladım ki bu daha ilk tekliftir ve pazarlığa oturacaklardır.
«Karşılık olarak» diye İzzet devam etti «Zat-ı Şahane bir sendika kurmanızı ve borçları konsolide etmenizi ve halen mevcut olan ve bundan sonra da bulunacak olan bütün maden­leri işletmenizi istiyor».
«Hangi madenler?» diye sordum.
«Burada bulunan bütün madenler, altın ve gümüş, kömür madenleri ve petrol kuyuları. Kuvvetli bir Türkiye istediğinizi bildiğimiz için sizlerin bizi istismar etmeyeceğinizi ve bunları işleteceğinize itimat etmek istiyoruz. Maamafih bu bir Osmanlı Şirketi olacak ve İdare Meclisinde hem Yahudiler ve hem de müslümanlar bulunacaktır».
«Bu konuda düşünmek için müsaadelerinizi rica ederim» dedim, «Zat-ı Şahaneye şu hususu arzetmenizi istirham edece­ğim, her halü kârda değişmeyecek bir şey varsa o da bendele­rinin sadakati ve iyi niyetidir. Önce bu prensibi ortaya koya­lım. Teferruatın şöyle veya böyle olmasının ehemmiyeti yok­tur, anlaşırız».
Yarma kadar bu konuda bir memorandum hazırlamamı istedi.
Kendisine hediye olarak getirdiğim enfiye kutusunu ver­dim, çok memnun oldu ve enfiye kutusu meraklısı olduğunu söyledi. Ayrılmadan önce İbrahime birşeyler fısıldadı, bunu az sonra İbrahim bana açıkladı. İbrahim otele bana gizli aja­nını gönderip «Şahsî arzularını» ifade edecekti.
«Muvafık» diye cevap verdim «Türkiyeye zannederim mil­letin yapabileceğinden daha çok iyilikte bulunabilirim, fakat buna karşılık benim Yahudilerim için elle tutulur birşeyler verilmelidir». Bu sözlerim İbrahimi mütehassis etti.
Birisini Tahsin Beye göndererek kabul edilmemi istedim. «Çok meşgulüm» cevabı geldi.
16 Şubat, güneşin doğmasından önce yatakta.
Sultana vereceğim cevap hazır, şöyle :
«Efendimiz,
Dün Ekselans İzzet Bey vasıtası ile göndermek lütfunda bulunduğunuz hususlara tam bir hulus ve samimiyetle ceva­bımı arzediyorum.
İzzet Beyin getirdiklerini iki mantıkî kısma ayırmak ka­bildir :
1-Endüstriyel kısım,
2-Siyasî-Malî kısım.
1— Zat-ı Şahaneleri İmparatorluk hudutları içerisinde mevcut ve bundan sonra bulunacak bütün madenleri kuraca­ğım bir şirketle işletmemi temin etmekle bendelerini görev­lendirmektedir. Bunu prensip olarak kabul ediyorum, zira bu bendelerine Zat-ı Şahaneye hizmet imkânını bahşedecektir. Teferruat tabiatiyle sonraki kararlara iktiran edecektir.
2— Zat-ı Şahaneleri bütün dünyadaki Yahudilerden hic­ret edecek olanları şefkat-i pederane ile İmparatorluk hudut­ları içerisine Osmanlı tabiyetini kabul etmeleri ve önceden ka­rarlaştırılmış bir yere toplu olarak yerleşmemeleri şartı ile kabul buyuracağınızı ifade eyliyorsunuz. Bunun karşılığında da devlet borçlarını konsolide edecek bir sendika teşekkülünü arzu buyurmaktasınız.
Bu haliyle teklifin realizesi hayli güç görünmektedir. Bu­nun tahakkuku için işin âleniyete dökülmesi gerekmektedir, bunun ise son derece kötü tesirleri olacaktır. Bunun yanında pratik sebepler de bulunmaktadır. Borçları tasfiye edecek olan fakir kolonistler değildir, gerekli büyük sermayeleri temin edecek olanlar da bunlar olmayacaklardır. Naçiz kanaatime göre devlet borçları ile Yahudi kolonizasyonu arasında bir bağ kurmak lâzımdır, bu bağ sayesinde ortaya büyük OsmanlıYahudi Şirketi çıkacak ve her türlü güçlük halledilecektir.
Sadakat, samimiyet v.s.
17 Şubat
Herşey berbat oldu.
Gün güzel başladı, fena bitti.
Sultana cevabi mektubumu bitirdikten az sonra araba ile Yıldız Sarayına gittim. Mektubu İbrahim’e verdim, Galip Bey­le birlikte oturup edebî bir tercümesini yaptılar. Bundan son­ra oturup bir sürü konuda bilhassa Siyonizm hakkında geve­zelik ettik. İbrahim ateşli bir siyonist olduğunu ve Yahudilerle hem tecavüzî hem de tedafüi bir anlaşmaya taraftar bulundu­ğunu beyan etti. Buna bakarak —zira İbrahim daima efendi­sinin görüşlerini aksettirir— rüzgârın müsait esmekte olduğu sonucunu çıkardım... Sonra öğle yemeğine oturduk. Yemekler bu defa biraz daha iyi idi.
Yediğimiz yemekleri hazmımızı —oldukça fırtınalı bir ha­zım — kolaylaştırmak için İzzet Bey yine göründü. Benim ver­diğim cevabı okumuştu, Yahudi-Osmanlı Şirketi bir yer seçe­cek, yani iskân için herhangi bir yerde toprak satın alacak ve Yahudileri oraya toplayacak mıydı?
«Evet» dedim, «Bu zaruridir. Biz sadece şahsî himaye ile iktifa edemeyiz, zaten buna bütün dünyada sahibiz, millî bir himaye lâzımdır».
Bununla ne demek istediğimi ekselansları sordular.
İzah ettim : Bizim yararımıza büyük bir resmî jest, mese­lâ tahditsiz bir şekilde muhacirleri davet demek istiyorum.
Bunun üzerine İzzet benim mektubu Sultana götürdü.
Beklerken İbrahim ve Galip istikbal hakkında hayal kur­maya iyi günlerden bahsetmeye başladılar; Yahudiler gelince ne kadar iyi olacaktı. Gelişmiş bir ziraat ve endüstri, yabancı menfaatlere hizmet etmeyen bankalar v.s. tahayyül ediyor­lardı.
Fakat İzzet Sultanın menfi kararı ile döndü. Sultan Türk tabiyetini kabul edecek bütün Yahudilere bütün İmparatorlu­ğunu açmayı arzu ediyordu, ancak her muhacir gurubu geldi­ğinde nereye yerleştirilecekleri hükümet tarafından tespit edi­lecek ve Filistin bu bölgelerin dışında kalacaktı. «Yahudi-Osmanlı Şirketi»ne Mezopotamya, Suriye, Anadolu, sözün kı­sası Filistin dışında her yerde kolonizasyon müsaadesini tanı­yacaktı.
Filistinsiz bir imtiyaz. Derhal reddettim.
İzzet şöyle dedi: «Ne bekliyordunuz? Hayat böyledir, ön­ce siz bin mil öteye gittiniz ve sonunda anlayışsızlıkla karşı­laştınız».
Cevaben : «Korkarım ki hayır. Bu mesele üzerinde yarına kadar düşüneceğim. Ama bir hal şekli bulamayacağımdan en­dişe ediyorum».
İzzet: «İnşallah diyelim, bir yol bulacağınızı ümit edelim».
Ben : «Yazık, eğer yarma kadar bir hal şekli bulamazsam, Zat-ı Şahaneden ayrılmak için müsaade isteyeceğim».
Böylece müzakere birdenbire ve olumsuz bir şekilde sona ermişti. Sultanın arzusu üzerine konuşmalar zapta geçirildi, İzzet ve İbrahim beyler tarafından imzalandı.
Çıkmaya hazırlanırken yavaşça İbrahim beye eğildim ve İzzet Beyin gizli ajanı «Caporal»ın beni görmeye ne zaman geleceğini sordum. İbrahim İzzetle konuştu ve bana cevabım getirdi: Buna şimdi lüzum yoktur. Bundan müzakerelerin ne kadar kötü gittiği daha iyi anlaşılıyordu. İbrahimin kulağına eğilerek şunları fısıldadım : İkili bir anlaşmaya gidilebilir, ya­ni açıklanan anlaşmaya göre Sultan himayeye muhalif kalır, bir de benimle ve arkadaşlarımla anlaşma yapar ki bu gizli kalır.
İbrahim bundan İzzeti derhal haberdar etmemi söyledi, ona da söyledim, İzzet gözlerini kırpıştırarak :
«Bu mümkün değildir. Nazırlar bunu istemiyeceklerdir. Onların bazıları vardır ki ikna edebilirsiniz, fakat bazılarını hiçbir fiyata ikna edemezsiniz».
Ayrıldım.
*
*          *
Mesele üzerinde düşündüm ve sonunda Sultana şu mek­tubu yazdım:
«Efendimiz,
Mevcut şartlar içerisinde Zat-ı Şahanelerine hizmet ede­memekten samimi olarak teessür duyuyorum. Artık ayrılmaya hazırlanıyorum.
Zat-ı Şahanelerinin ifade buyurdukları karar önünde hür­metle eğilirim.» dedikten sonra eğer İmparatorluk hudutları içerisinde Yahudilerin iskânı konusunda «tahdit»ten vazgeçi­lirse merkezi İstanbul’da ve belli başlı şehirlerde şubeleri olan büyük bir banka kurabileceğimi, ekonominin bundan büyük menfaat sağlayacağını anlattım. Mümkünse bugün bir veda ziyareti için kabul etmesini istedim. Eğer kabil olmazsa hedidiye olarak takdim ettiğim bir takım felsefî kitaplarla iki haf­ta sonra gelecek olan daktilo makinesinin lütfen kabul buyurulmasını diledim. Bundan sonra dahi kendisinin sadık bir hiz­metkârı olarak kalacağımı bilmesini söyledim.
*
*          *
19 Şubat, trende Mektubu bitirince hemen Wellisch’e vererek Yıldıza gön­derdim. Bu arada çarşıya çıkıp İbrahim ve Galip Beyler için mücevherle işlenmiş birer altın kalem satın aldım, sonra Saray’a gittim. İbrahim Bey mektubun tercümesini bitirmişti, Memduh Beyi çağırarak tercümeyi Sultan için temize çekme­sini söyledi. O türk usulü diz çöküp sol eline aldığı kâğıda sağ eliyle yazarken İbrahim Karlsbad’da . ameliyat sırasında ölen oğlundan bahsetti. Said ile Haziran içinde Londrada ben de karşılaşmıştım. Zavallı baba ağladı.
Memduh işini bitirince mektup Sultan’a gönderildi, bir süre sonra da şimdi benim samimi arkadaşım olan İzzet Bey tarafından çağırıldım.
Sultanın benim karşımdaki durumunu tekrar etti, konuş­tu, ben de tekrar reddettim. Ya tahditsiz muhaceret olur ya hiç olmazdı.
Sultan, kendisi istese dahi benim Arazi Şirketinin idaresi altında hudutsuz hicrete müsaade veremiyeceğini bildirdi. Zi­ra böylece tebaasının ekseriyetinin değil ekalliyetinin bile iti­madını kaybedeceğini ileri sürdü. İzzet bu noktada şuna işaret etti: En mutlak idarenin dahi istediğini yapmak serbestisine sahip olmadığı bir gerçektir.
İzzet birden esrarlı bir havaya büründü ve bana arkadaşça tavsiyelerde bulundu :
«Bu memlekete maliyeci olarak giriniz, sonra ne isterseniz yapabilirsiniz» (Bununla şunu demek istiyordu: Biz sizin ne istediğinizi biliyoruz ve buna muhalefet edecek değiliz. Ne Sultan ne de etrafındaki işadamları para bulabiliyorlar, dik­katli davranmak zorundayız, aksi halde alaşağı ediliriz). Devam etti:
«Mâliyemizi elinize alınız. O zaman patron olursunuz. Önce en mükemmel iş olan maden işine girişiniz. Bizim cevap bile vermediğimiz yüzlerce, binlerce talep var bu konuda. İmpara­torlukta mevcut bütün madenlerin işletilmesi size teklif edildi, kabul etmez misiniz?»
«Ondan sonra bankacılığa el atarsınız. Lüzumlu bütün im­tiyazlar size verilecektir. Bu öyle bir şekilde yapılacaktır ki Osmanlı Bankası hiçbir şeyden şüphelenmiyecektir. Sonunda sizin kolonizasyon talebiniz hususunda ne yapılabileceğine ka­rar veririz».
«Eğer benim samimi tavsiyemi isterseniz şöyle yapmalı­sınız: Yarın gidin, arkadaşlarınızla konuşun, istediğimiz sendi-
kayı kurun. Gerekli miktarda depoziti bankaya yatırın, imti­yazın verildiği ilân edilince kullanılabilecek şekilde dursun. O zaman sizinle kontrat yapmaya girişebiliriz. Faraza filân ma­den imtiyazı için bir milyon frank yatırıp gerekli fermanı bek­lersiniz, v.s.»
Bu fikir bana son derecede parlak göründü. Zira gözleri­nin önüne paraları sürmek için bana fırsat veriyordu. Son de­rece çekingen bir tavırla şunları söyledim :
«Sizin arkadaşça konuştuğunuzu görüyorum. Arkadaşları­mın sizin tavsiyelerinizi kabul etmeleri için elimden geleni ya­pacağım. Ama bana söyleyeceklerini biliyorum : Sen bize iste­mediğimiz halde iş getiriyorsun, tekliflerde bulunuyorsun, oysa biz iş aramıyoruz, bize istediğimizi yani Kolonizasyon Kum­panyasını getirmiyorsun. Ayni şekilde burada Zat-ı Şahane ve her seviyeden arkadaşla mutabakata varmaya uğraşacağım. Sizin ne demek istediğinizi iyi anlıyorum: Birisi başarı kazan­mak istiyorsa diğerinin alâkasım çekmelidir, bu sebeple üç fer­manın çıkarılması gerektiğine kaniim. Birisi madenler, birisi banka ve üçüncüsü de Kolonizasyon Şirketi için. Bu, çeşitli gurupların alâkasını daha kolay cezbetmemi temin edecektir. Bazıları birinci, bazıları ikinci ve diğerleri de üçüncü ferman­dan faydalanacaklardır. Böylece üç sahanın adamları bir arada olacaklardır. (Bunu söylerken ona davetkâr şekilde baktım) Beni anlıyor musunuz?»
Gayet mütevazi bir şekilde.
«Anlıyorum, bu fena değil» dedi. Ben devam ettim :
İbrahim Bey, sizin gizli ajanınız Caporal’ı bana göndermek istediğinizi söyledi. Niçin öyle olsun? Biz arkadaş olduğumuza göre aramıza bir üçüncü kimseyi sokmaya ne lüzum var. Doğ­rudan doğruya konuşalım, bu daha iyidir».
Bu açık ve samimi konuşmamdan pek hoşlanmıştı, muhab­bet dolu bakışlarla şöyle dedi: «Haklısınız». Sonra efendisinin arzularını tekrar dile getirdi: «Hükümetin şu anda bir milyona ihtiyacı var, (Hicaz Demiryolu işi herhalde), bize bunu vere­bilir misiniz?»
«Evet» dedim çabucak «Bana hudutsuz kolonizasyon müsa­adesini verin ve en kısa zamanda bir milyonu alın. Sadece bu husus için gelmediğim için diğer konuları arkadaşlarımla gö­rüştükten sonra cevaplandırabilirim».
«Şu anda bu mümkün değil» diye cevap verdi.
«Konuşurken aklıma bir fikir geldi» dedim, «Ben tahditli bir muhacerete muvafakat edemem, ama eğer muhacirlerin sa­yısını tahdit etmezseniz istediğinizi yapabiliriz. Yahudi-Osmanlı Şirketi istediği sayıda muhaciri getirebilme selâhiyetini haiz olmalıdır».
«Meselâ ne kadar.»
«Bu konuda yeteri kadar düşünmedim. Bu fikir aklıma hemen geliverdi. Bu hususta ne düşünürsünüz?»
«Fena sayılmaz. Bunun üzerinde sonra durabiliriz, önce malî hususa girişmelisiniz».
sırada içeriye girip kahve ve sigara içmeye başlayan sa­ray mensupları yüzünden konuşmamız burada kaldı. İzzet Bey beni koridorda görerek yarın sabah tekrar saraya gelmemi, o zaman belki Sultanı da görüp veda edebileceğimi söyledi.
Otele döndüm.
*
*          *
Dün sabah çok erken kalkarak saraya gitmeye hazırlan­dım, zira gemi saat 10 da kalkacaktı. Bagajlarımız akşamdan hazırlanmıştı. Sultanın misafiri olduğum ifade edilmekle be­raber Saray’dan kimse gelmediği için otelin hesabını ödedim. Adamıma ben gelmeden bagajları gemiye çıkarmamasını tenbih ettim. Çünkü Sultan’ın ne yapacağı belli olmazdı, belki de ayrılıp gitmeme müsaade etmezdi. Burada beklenen ile olan­lar hiç birbirine benzemiyor. Maamafih olaylar bambaşka ce­reyan etti. Muhtemelen ileride ben bu imtiyazı elde edeceğim, bunun ne zaman olacağı daha belli değil. Belki de Türkiye, «Kuvvetler» tarafından taksim edilmeden ele geçiremiyeceğiz.
İbrahim ve İzzet müzakerelerin türkçe ve fransızca birer zabtını hazırlamışlardı, onları imzaladık. Ben de bir memoran­dum hazırladım ve türkçeye tercüme edildi:
18 Şubat 1902 tarihini taşıyan bu memorandumda konuş­tuğumuz hususlar madde madde yer alıyordu. Bu irade-i seniyeyi hürmetle karşılamakla beraber kabul etmeme imkân bulunmadığını arzettim.
İzzet Bey bu hususta yazılacak pasajı dikte ederken Sultan’dan gelen birisi bana Zat-ı Şahanenin yolculuk masrafı olarak 200 lira ihsanda bulunduğunu bildirdi ve parayı verdi. Büyük bir hürmetle aldım ve bir hayır kurumuna verebilip veremiyeceğimi sordum, İzzet tebessüm ederek «Makbuzu im­zalayınız da sonra ne isterseniz yapınız» dedi. «İmparatorluk hâzinesinden yol masrafları olarak 200 lira teslim alındı Dr. Theodor Herzl» diye yazıp imzaladım.
«Beyler, resmen herhangi bir sonuca varmamakla beraber yine görüşeceğimizi ümidederim. Tavsiyelerinizi tutacak ve memleketiniz ve Yahudiler için hayırlı olacak hususları ger­çekleştirecek kimseleri bulmaya uğraşacağım» dedim.
«Allah yardımcınız olsun, bizler sizin tarafmızdanız» dedi İzzet Bey, İbrahim bey de ayni şeyleri «İkimiz de sizin tarafınızdanız» diye tekrar etti. Sağ elimle İzzet’in elini sıkarken sol elimi de İbrahimin eline verdim...
21 Şubat, Viyana Londra gazetelerinin benim Sultan’dan imtiyazı aldığım haberini verdiklerini öğrendim. Bunun saray tarafından tekzip edilmesi iyi tesir etmezdi. Hemen Mahmut Nedim’e giderek vaziyeti şifre ile bildirmek istedim, ama bana karşı durumda olan Tahsin bu teli alacağı için vazgeçip «Daily Mail» ve «Daily News» gazetelerinin muhabirlerini bularak bu haberi şahsen tekzip ettim. Yarınki gazetelerde bu yayınlanacak.
Reitlinger ile madenlerin işletilmesi imtiyazı hususunda konuştuk. Her maden imtiyazı için 100-120 bin altın rüşvet vermek gerektiğini, meselâ bir tek maden imtiyazının veril­mesini temin eden Fuad Paşa’nın [[4]] bu iş karşılığı 100 bin altın aldığını söyledi.
6 Mart
İzzet’e mektup :
«Ekselans,
Size ekli iki Londra gazetesini sunmakla şeref duyarım.
15 Mart günü benim adıma üç bankaya birer milyon yatı­rılacaktır. Bu bankalar Paris’te Credit Lyonnais, Londrada Lloyds Bank ve Berlin’de Dresdener Bank’tır.
Size bir hafta içinde daha kat’i malûmat arzedeceğim..»
13 Mart
İstanbul’dan fena haberler geliyor.
Wellisch benim mektubumu İzzet’e verdikten sonra ken­disini İbrahim Bey çağırtmış ve «Yeni bir iş’ara kadar birşey yapmasın» talimatını göndermiş. Neler olup bitiyor? Sisler içindeyim yine... Bugün Neue Freie Presse’de çıkan iki haber bana ciltler dolusu yazı kadar manidar göründü :
1— Sultan Abdülhamid Fransız Sefiri Constans’ı kabul etmişti.
2— Borçların konsolide edilmesi için Rouvier projesini tasdik etmişti.
İki haber arasında olduğu kadar benim İstanbul’a gidiş ge­lişim arasında da irtibat bulunduğu meydanda. Türkler hayatlarının kurtarılması için fransız hırsızların­dan medet umuyorlar. İstanbul daima bir «harikalar diyarı» dır ve bu diyarda halen fransızlar gözde durumunda bulunu­yorlar.
*
*          *
Dr. Herzl bir taraftan İzzet ve İbrahim beylerle mektup­laşırken bir taraftan da Osmanlı devlet borçlarını konsolide etmeyi üzerine almış olan Rouvier ile Crespi’nin temas kurma­sını ister. Onunla bu işi «kendi hesabına» yapması hususunda anlaşma çarelerini araştırır. Tahsin Bey onun üç milyon emrinizdedir şeklindeki mektubuna Viyana sefaretine «Bu Dr. Herzl kimdir, nedir, ne iş yapar araştırıp sonucu bildirin» şek­linde talimatla cevap verir. Anlaşılır ki Tahsin Bey Herzl’in menfaatlerinin aleyhinde çalışan «guruba» mensuptur. Bu ta­limatın iki manası olabilir, ya Tahsin yapılan konuşmalardan gerçekten habersizdir ve soruyu samimiyetle sormaktadır, ya­hut da doğrudan doğruya Sultamn talimatı ile öyle hareket etmektedir. «Dr. Herzl Viyanada sevilen hürmet edilen bir şa­hıstır, profesyonel yazardır, Yahudi malî mahfillerinde tam tesire sahiptir, her türlü mali işi başarabilecek evsaftadır» şek­linde bir telgraf sureti hazırlayarak gönderilmek üzere Mah­mut Nedim’e verir.
Nisan ayı başlarında Tahsin Bey’den Viyana sefarethane­sine gelen bir mektupta «Bir yanlış anlaşılma olduğu» ifade edilir. İstanbul’dan Herzl’in özel ajanları Crespi ve Wellisch ise şimdi fransızlarla anlaşma çabalarının devam ettiğim, bir müd­det beklemek ve hiçbir faaliyette bulunmamanın iyi olacağını bildirirler. İzzet Beyin tavsiyesi bu merkezdedir.
3 Mayıs, Viyana
Sultana mektup :
«Efendimiz,
Zat-ı hakîmanelerine şu teklifi arzetmekle şeref duyarım.
Türkiyede gençlerin yüksek tahsil yapma imkânlarının tam sağlanamaması yüzünden bu gençlerin bir kısmının dış memle­ketlere gittiklerini ve orada ihtilâlci fikirler öğrenip o tesir­lerle döndüklerini biliyorum. Hali hazır durum tam bir çıkmaz manzarası göstermektedir : Ya bunlara muasır bilgiler veril­meyecek, yahut muzır bilgilerle teçhiz edilmelerine göz yumu­lacaktır.
Buna bir hal çaresi bulunabilir. Biz Yahudiler bütün dünya üniversitelerinde söz sahibi bulunmaktayız. Bütün memleket­lerdeki üniversitelerde birçok Yahudi profesörler ve İlmî araş­tırıcılar mevcuttur. Zat-ı Şahanelerinin emirleri olursa İmpa­ratorluk içerisinde meselâ Kudüs ’te bir İbrani Üniversi­tesi kurabiliriz [[5]]. O zaman Osmanlı talebeleri dışarıya git­mek mecburiyetinden kurtulur, kendi memleketlerinde tahsil imkânına kavuşmuş olurlar.
Yahudi Üniversitesi her ilim dalında profesörü derhal te­min ederek ayrıca teknik ve ziraat sahalarında da öğretim ya­pabilir.
Zat-ı Şahanelerinin prensip bakımından kararlarına mut­tali olmadan teferruata inemiyeceğim tabiidir...
Dr. Theodor Herzl».
İbrahim ve İzzet Beylere yazdığım mektuplarda da bu Üniversite mevzuunu açtım. Kendilerine hiçbir malî külfeti olmayacağını bana hemen majestenin kararını ulaştırmalarını rica ettim.
İzzet Bey’den 12 Mayıs tarihli bir mektup aldım. Bunda Üniversite kurma işinin Zat-ı Şahaneye arzedildiğini, fakat malî güçlüklerle uğraşıldığı şu sırada bu gibi işlere imkân bu­lamadığını, benim malî işlerin hangilerini halledebileceğimi bir liste halinde göndermemin rica edildiğini anlatıyor.
Buna derhal bu gibi işlerin ancak şifahen ve uzun uzun konuşulmakla halledilebileceğini, bu hafta içinde derhal İstanbul’a gelebileceğimi zira Haziran’da mutlaka Londra’da bu­lunmam gerektiğini, eğer isteniyorsam durumun telle bildiril­mesini istedim. Eğer şimdi çağırılmazsam bir daha sonbahar­dan önce gelme imkânımın bulunmadığını bildirdim.
6 Haziran’da Paris’ten İzzet Beye bir mektup gönderdim. Sultanın emrettiği şekilde malî işleri düzeltmek, madenleri işletecek şirketleri tesis etmek maksadı ile burada arkadaşla­rımla temaslarda bulunuyorum. Burada takriben aym 25 ine kadar kalacağım. Sonra biraz tatil yapmağı düşünüyorum de­yip bulunacağım adresleri bildirdim.
Viyanadan babamın çok ağır hasta olduğunu bildiren bir telgraf aldım. Hemen arkasından doktorumuz bir kriz sonunda hiç acı çekmeden vefat ettiğini bildirdi. Derhal döndüm.
*
*          *
Sultana mektup :
20 Haziran 1902
«Efendimiz,
Babamın vefatını bildirmekle şeref duyarım. Bu sebeple çağırıldığım Londra’dan çalışma ve temaslarımı yarım bıraka­rak geri döndüm.
Şimdi gazetelerden M. Rouvier’nin konsolidasyon projesi­nin kabul edildiğini öğrenmiş bulunuyorum. Öyle olduğuna na­zaran benim bu konuda çalışmaktan vazgeçmem icabediyor. Gediye yalnız madenlerin işletilmesi ile Osmanlı memleketleri için kurulacak banka meselesi kalıyor. Fakat bilmiyorum ma­jesteleri bendelerinin arkadaşlarının bu meselelere girişmele­rini hala arzu etmekte midirler.
Bu sebeple irade-i şahanelerini bildirmelerini istirham ede­rim. 30 Haziran’da tekrar Londra’ya gitmek üzere buradan ay­rılacağım ve orada iki hafta kalacağım. Zemini hazırlamış ol­duğum için bundan sonrası benim fazla zamanımı alacak de­ğildir. ..
Sadık bendeniz Dr. Th.Herzl».
Ayni mahiyette İzzet ve İbrahime de birer mektup gön­derdim. Bulunacağım adresleri ve kalış müddetlerimi bildir­dim.
22 Haziran
Crespi’den telgraf :
«No 188 (Mahmut Nedim) size yeni bir projeden bahse­decek, direkt müzakere olmaksızın kabul edemiyeceğinizi bil­diriniz».
24 Haziran, Alt-Aussee
Wellisch ve Crespi Türkiyenin Viyana ve Londra sefirle­rinin benimle temasa geçmek emrini aldıklarını fakat her iki­sinin de bu imkânı bulamadıklarını bildiriyorlar. Kremenzky’ye tel çektim, eğer istiyorlarsa Sultanı görmeye Londra’dan önce gidebileceğimi Mahmut Nedim’e bildirmesini söyledim.
*
*          *
5 Temmuz, Londra
Öğleden sonra Türk Sefaretinden bir memur bizim teşki­lâta gelerek merkezden gelen bir talimat sebebiyle Türkiye sefirinin benimle görüşmek istediğini bildirmiş. Şimdi çok meşgul olduğumu bildirerek başka bir zaman tekrar gelmesini söyledim.
*
*          *
Dır. Herzl Londra’da bilhassa Lord Rothschild ile temasa geçerek ona İstanbul’daki temaslarını ve müstakbel Şirket plân­larını anlatır. Lord kendisini Yahudi olmaktan ziyade İngiliz hissetmektedir. Filistin üzerinde niçin ısrar ettiğini sorar, pe­kâla başka bir yer de olabilir, meselâ Uganda der. Dr. Herzl bu gibi düşünenlerin «Ne biçim Yahudi olduklarını» düşünür, «kafasızlıklarına» kızar. Filistin olmazsa bile Mısır Filistini, Elariş veya Kıbrıs’ın nazarı itibara alınabileceğini böylelikle «Anayurda» yakın olacaklarını, her halü kârda «Şirket»in ser­mayesinin karşılanması gerektiğini savunur ve Rotschild ve diğer büyük Yahudi zenginleri ikna eder, sermayeyi gerekli parayı «derhal» vereceklerdir.
sıralarda Türkiyeyi İngilterede Kostaki Antopulos Paşa temsil etmektedir. Yıldız’dan, Herzl’in tâbiriyle «aptalca» bir telgraf almıştır. Bu telgrafta M. Rouvier ile kesin bir anlaşma­ya henüz varılmadığı, müzakerelerin cereyan ettiği anlatılmak­ta, Dr. Herzl ile derhal temasa geçilerek konsolidasyon proje­sini onun almasını Zat-ı Şahanenin arzu ettikleri hususunun bildirilmesi ve alınacak cevabın telgrafla gönderilmesi istenil­mektedir.
Dr. Herzl sefirin «ayağma» gelmesini temin eder, ona Yıl­dızca göndereceği telgrafı yazdırır. Birkaç ay önce arkadaşla­rının temin ederek Londra, Paris ve Berlin bankalarına yatır­dıkları üç milyonun kabul edilmeyip açılan kredilerin iptal ettirildiğini, bu jest ile arkadaşlarının hüsrana uğratıldıkları­nı, konsolidasyon projesinin ise 32 milyon tutarında bulundu­ğunu, bu kadar büyük işin hemen birkaç saat içerisinde halli­ne imkân bulunmadığını anlatır. Müzakereler için derhal İstanbul’a geleceğini bildirir.
25 Temmuz, Tarabya
Sultanın derhal gelmem talebiyle yine buradayım. Ekspres­te yemek yiyerek, uyuyarak, rüya görerek, etrafı seyrederek iki gün geçirdim.
İstanbul yine eski İstanbul’. Pislik, toz, gürültü, kırmızı fesler ve mavi sular.
Yıldız’ın girişindeki bahşiş kapıcı kimseler beni tanıdık ta­mdık karşıladılar. Gelişimle altın yağacağını biliyorlar.
İbrahimle arkadaşlık.. Geçen defa o bana oğlunun ölümü­nü anlatmıştı. Bu defa, yazık, ben ona babamın ölümünü anla­tıyorum.
Yine gidip beklemeler, yine geldiğimi Sultana haber ver­meler. Bu defa arkadaşça bir ifade ile Tahsin görünüyor. İbra­him Beye benim Sultanın misafiri olduğumu ve emrime sara­yın arabalarından birinin tahsis edildiğini bildiriyor.
Sonra Tahsin Bey Sultana sunacağım teklifi yazılı olarak vermemi istedi. Yolculuk sebebiyle henüz yazamadığımı söy­ledim. Zat-ı Şahanenin arzusu böyle. Tahsin durumu haber vermeye gitti. Tahsin dönüp metni Tarabya’da yazabileceğimi ve birisinin gönderilerek benden alınacağını anlattı. Beşiktaş’­tan bir şehir vapuruna binerek Yeniköye gittim, orada da ara­baya binerek Trabya’ya geldim. Saat 8.30 da oturup gece 11.30 a kadar çalıştım ve sonra temize çektim. İbrahim’in adamı alıp gitti, eğer o gece boyunca çalışırsa sabaha tercümeyi tamam­layabilir ve Sultan da derhal okur. Eğer müspet karşılarsa beni Selâmlık merasiminden sonra kabul edecektir.
Boğazın suları yine masmavi.
Sultana yazdığım memorandum şöyle :
«Efendimiz,
Aşağıdaki mütaleaları Zat-ı Şahanelerine takdim etmekle şeref duyarım.
Önce Rouvier plânının politik tarafına dokunayım. M. Rouvier’nin halen Maliye Nazırı durumunda bulunması durumu güçleştirmez, bilâkis kolaylık sağlar.
Eğer onun teklifleri Zat-ı Şahane tarafından kabul edil­mezse Fransa nezareti Osmanlı Hükümetine hiçbir serze­nişte bulunamayacaktır. Çünkü Fransız kabinesinin muhalif­leri her fırsatta hükümetin malî gurupların menfaatine hiz­met etmek mecburiyetinde olduğunu beyan etmektedirler. Di­ğer taraftan plân benimsenecek olursa M. Rouvier Türkiyeye politik bakımdan muhalefet göstermemeye dikkat etmek zo­runda kalacaktır, zira o zaman malî sebeplerle kazanıldığı iddiasiyle hücumlara maruz kalacaktır.
Naçiz kanaatime göre her iki yolda da karar vermek için aceleye hiç lüzum yoktur...
Majesteleri bizim tekliflerimizi kabul etmeseler dahi, M. Rouvier’nin projesini tedricen reddetseler yine de faydalı so­nuçlara ulaşabilirler. Şartlar gittikçe daha uygun şekle gele­cektir. Fakat ikinci bir plânın mevcudiyeti son derece, mutlak gizlilik içinde tutulmalıdır. Yeni bir anlaşma için müzakere­lere gitmenin yolu Rouvier teklifini reddetmek olacaktır. O za­man gerek Rouvier ve gerekse o reddedilmeden ortaya çıkmak istemeyen benim arkadaşlarımla yeni müzakerelere girişmek imkânı ortaya çıkacaktır. Eğer işe benim arkadaşlarımın da karıştığı işitilecek olursa tahvillerin fiyatları derhal yüksel­meye başlıyacaktır..
Arkadaşlarım M. Rouvier tarafından ileri sürülen genel şartlar içerisinde konsolidasyonu gerçekleştirmeye hazırdırlar.
zaman Zat-ı Şahanelerinin hükümeti bu plân içerisinde yeni gelir kaynaklarına da kavuşacaktır... Yani konsolidasyon tek­lifimiz kabul edilirse arkadaşlarım 30 milyonluk bir taahhüde girişecekler İmparatorluk hükümetine bu meblâğı derhal tedi­ye edeceklerdir.
Buna karşılık Zat-ı Şahanelerinin hükümeti bize bir imti­yaz yahut müsaade verecek ve Zat-ı Şahanelerinin geçen Şu­batta izhar ettikleri gibi Mezopotamya’dan başka Filistine ya­kın Hayfa civarına Yahudi iskânı mümkün hale gelecektir..
Konsolidasyon mâliyenin ıslahı için atılacak birinci adım­dan ibarettir. Asıl önemli olan yeni gelir kaynakları bulmak, vergi gelirini yükseltecek tedbirleri almak, halkı daha fazla vergi verebilecek seviyeye getirmektir. Madenlerin, ormanla­rın işletilmesi, elektrik enerjisi konusunun ele alınması bunu temin edecektir. Naçiz kanaatime göre bu yeni gelir kaynak­larını yaratmak borçları konsolide etmekten çok daha önemli ve acildir. O iş nasıl olsa zaman içerisinde olur gider.
Mektubumdaki acele ifadeden dolayı Zat-ı Şahaneden özür dilerim. Buna sebep yol yorgunluğudur. Eğer kabul edilmek şerefine nail olursam bu memleketin nasıl zenginleştirileceği hakkındaki fikirlerimi uzun uzun arzedebilirim...»
26 Temmuz
Dünkü Cuma yine İbrahimin odasında asab bozucu bir şe­kilde beklemekle geçti.
Yıldız’a öğle vakti Selâmlık merasiminden önce geldim. Tahsis edilen saray arabasına binmiştim.
Ben araba ile geçerken Sultan da diğer diplomatlar da gördüler. Bilhassa diplomatlar mütecessis ve şüpheli bakışlarla beni süzdüler, bilhassa Alman Maslahatgüzarı Wangenheim öyle idi.
İbrahim Bey, alman mümessilinin «Banker Herzl’in bugün Sultan tarafından kabul edilip edilmeyeceğini» sorduğunu, kendisinin de Herzl burada banker değil muharrir hüviyetiyle bulunuyor dediğini anlattı.
Zaman zaman Tahsin yanımıza gelerek İbrahim’e Sultan’dan benim hakkımda kısa mesajlar getiriyordu. Yemekten sonra Sultan’ın memorandum üzerinde çalışmak istemesi se­bebiyle dört saat müsaade etmem istendir Saat 6 dan itibaren Tarabya’da değil Pera Palas’ta Sultanın emrine muntazır ola­caktım.
İskelede Wolffsohn’u arayıp buldum ve Tarabya’ya gide­rek eşyalarımı Pera Palas oteline getirmesini söyledim. Boğaz­daki birbuçuk saatlik gezim sırasında Sultan beni yeniden ça­ğırdı. Tarabya’ya vardığımda derhal Yıldıza gelmekliğimi bil­diren bir telgraf buldum.
Saat altıyı çeyrek geçe Yıldız’a ulaştım, orada Alexander Karatodori Paşa ile tanıştırıldım. Benim son derece gizli me­morandumumu Sultan için tercüme etmek emrini almıştı. Oysa ben memorandumu mühürsüz bir zarf içerisinde İbrahim Beye göndermiştim. İbrahim çok kurnazca bir ifade ile bana onu okumadığını ve herkese de bunu böylece söyleyebileceğini ifa­de etti. Buna inanmadım.
Zavallı, ihtiyar Karatodori paşa gece yarısı 12.15 e kadar uğraşıp tercüme etti, altını ben de imzaladım, mühürledim, Tahsin Bey davet edildi ve zarfı ona verdim. Bu sabaha da ba­na randevu verildi.
Sonra bir vapurla Tarabya’ya gittik, harikulade bir mehtab vardı.
Öğleden sonra bir ara İbrahimin odasında iken İzzet’le karşılaştım. Sadece el sıkıştık.
27 Temmuz, Tarabya
İki gün önce Yıldız’a giderken bir sürü nazırın da araba­ları ile geldiklerini görmüştüm. Benim memorandumla ilgili bir toplantı için davet edildiklerini, fakat tercüme gecikince toplantının geri bırakıldığını öğrendim.
*
*          *
Dün sabah saat tam 10.00 da İbrahimin dairesinde idim ama o ve Karatodori geç geldiler.
Zaman burada para değil.
Bir gün önce yaşlı bir soytarı nazarı ile baktığım Karato­dori ile Bismarck ve Disraeli hakkında konuşunca gördüm ki öyle değildir, gerçekten büyük bir adam. Bana Berlin Kongre­sinden, Bismarckm şahsiyetinden, İngilterenin politikasından bahsetti, çok enteresan şeyler anlattı..
Sultanın kabul etmesini beklerken yine yemek vakti gel­di. Oturup kalktık, birşey olmadı.
Tahsin yemekten biraz sonra bir mesajla geldi. Sultan be­nim memorandumum hakkında Sadrıazamla konuşmak iste­mişti, ama Sadırazam biraz üşütmüştü, üstelik dişi ağrıyordu... Yarın akşamdan önce çağırılmayacağa benzerim (Yani bu ak­şam) .
*
*          *
Eminim ki beni böyle bekleterek Rouvier’nin daha uygun şartlar ileri sürmesini ümidediyorlar. Eğer Sadrıazam böyle yapıyorsa akılsızlık etmiş olur, çünkü bu birşey temin etmez. Rouvier de arkasına yaslanıp bekler.
28 Temmuz, Tarabya
Dün geç vakit Sultan’a bir mektup, daha doğrusu rapor verdim :
«Efendimiz,
Dün ekselans Sadrıazam ile yaptığım konuşmadan sonra raporumu vermekle şeref duyarım.
Teklifimizi devletlilerine teferruatiyle arzettim. Önce Zatı Şahanelerince Londra Sefiri vasıtası ile gönderilen telgrafı 11 Temmuzda almış olduğumu, ondan önceki günlerde kendi iş­lerimle meşgul bulunduğumu, İstanbul’a daveti alınca da ayın 15 ine kadarki dört gün içinde ancak 30 milyonluk işin üzerin­de durabildiğimi ve bu hususta müspet cevap verdiğimi arzet­tim. Yeni bir plân üzerinde çalışmak için yeterli zaman yok­tu. Muhtemelen böyle bir çalışma haftalar alırdı.
Bu şartlar altında ele Rouvier plânını aldık. İmparatorluk hükümetinin menfaatlerini nazarı itibara alarak % 80 nisbeti dahilinde yeni taahhüdler karşılığında 30 ilâ 32 milyon öden­mesini teklif eyledik. Böylelikle Zatı Şahanelerinin arzuları yerine getirilmiş olmaktadır. İmparatorluk hâzinesine yüklenen borcun nominal miktarı hernekadar 32 milyon olacaksa da bu 30 milyondan fazla olmayacaktır. Eski tahvillerin alınması ta­ahhüdü hiçbir zaman bir borç mahiyeti kazanmıyacaktır.
Bunun karşılığı olarak Mezopotamya ile Filistinin bir par­çasında iskân müsaadesi veya imtiyazı talep ettik. Bu kumpan­ya hiç şüphesiz muhacirlerin sayıları oranında bir hisse öde­yecektir.
Ekselansları bu muhacirlerin Osmanlı tabiyetini kabul edip etmeyeceklerini sordular, müspet cevap arzettim.
Ekselansları konsolide projesi ile kolonizasyon hernekadar birbirine bağlı iseler de zahirde bağlı görünmemelidirler bu­yurdular. Görüşlerindeki inceliğe hayranlığımı belirttim.
Bu kadar kısa zaman içerisinde diğer mühim plânlar üze­rinde çalışmaların bitirilemiyeceğini, müspet cevap alırsam arkadaşlarımı bu işler için seferber edeceğimi söyledim. Ekse­lansları bu sendikanın kimler veya kim tarafından tesis edile­ceğini sordular. 24 Temmuz tarihli mektubumda da bildirdiğim gibi bu bir malî ahlâk meselesidir. Rouvier plânı ele alınmış ve mazbata da hazırlanmış olduğuna göre arkadaşlarımın isim­lerini resmen asla açıklamaya yanaşmıyacaklarını bildirdim. Zatı Şahaneleri namuslu maliyecilerin bu durumda başka tür­lü hareket edemiyeceklerini takdir buyururlar.
Bundan sonra birkaç kelime ile bizim kolonizasyon imti­yazı meselesine temas ettim. Bu, bizim gayretlerimizin bir mü­kâfatı olacak ve asla yük teşkil etmeyecektir. Zira Zatı Şaha­nenin İmparatorluğuna getireceğimiz elemanlar tehlike ve güçlük tevlit etmeyeceklerdir. Müslümanlarla, onlara olan ır­kî yakınlıkları sebebiyle rahat rahat bir arada çalışabilecek­lerdir. Bir defasında Zatı Şahanelerinin ecdadından birisi 15 inci asırda takibata uğrayan talihsiz Yahudileri İmparatorlu­ğuna muhacir olarak kabul eylemişti. Çok sayıda gelmişlerdi. Türk Sultanları Yahudi tebaalarından bir defa olsun şikâyette bulunmuşlar mıdır?
Şunu da ilâve ettim. Yakında idrak edilecek Zatı Şahane­lerinin doğum yıldönümleri vesilesiyle bütün dünya Yahudilerine bir mesaj yayınlanarak kendilerine hüsnü kabul gösteri­leceği günümüzün en modern muhabere vasıtaları ile duyuru­lacak olursa, doğacak sempatinin arkasından sermayelerin, fabrikaların ve her türlü teşebbüsün bir biri ardından gele­ceğini, o zaman yalnız Filistinin bir kısmı ile Mezopotamyanın değil bütün İmparatorluğun nasıl hızlı bir kalkınma hamlesi­ne girişeceğinin görüleceğini arzettim.
Yıldız Köşküne döndüğüm zaman ekselansları Arif Bey, Zatı Şahanelerinin Yahudilerin bir arada toplu olarak yerleşmeşine muarız olduklarını bildirdiler. Üzerinde ısrar etmek istemem, fakat benim iskân anlayışım gayrı tabii bir şekildeki dağıtılmanın hiçbir işe yaramıyacağı merkezindedir. Muayyen bir sermaye ile çalışacak olan bu şirket iskân bölgeleri konu­sunda hükümetle açık ve kesin şekilde anlaşmaya varmak zo­rundadır.
Zatı Şahaneleri bu hususta en hakimane kararı verecek­lerdir.
Bu belki bir itimat meselesidir ve Zatı Şahane bendeleri­nin sadakati ve arkadaşlarımın malî gücü hakkında daha çok bilgi sahibi olmayı arzu buyurabilirler. Bahsettiğim meselede şu anda bir sonuca varmasak dahi emrinizde bulunduğumuzu arzederim.
Sadakatimin boş bir sözden ibaret olmadığını ispat için ön­ce Zatı Şahanelerinin emirleriyle acizane faaliyete geçip M. Rouvier’nin konsolidasyon müzakerelerine müdahale ile İmpa­ratorluk hâzinesine büyük menfaatler sağlayayım. Fakat bu­nun için gizlilik şartlarına sonuna kadar en büyük ihtimamla riayet edilmesi şarttır.
Benim İstanbul’da bulunuşum gözden kaçmamış, bundan dahi faydalanılarak bazı avantajlar elde edilmiştir. Eğer bir tavsiyede bulunmama müsaade buyurulursa şunu ifade ede­yim, bendeleri Zatı Şahane tarafından özel şekilde kabul edil­medikçe hiçbirşey bir sonuç vermeyecektir. Eğer hizmet et­mek imkânı verilirse çok memnun ve mesut olacağım. Yalnız malî değil memleketi alâkalandıran her hususta hizmete ama­de bulunduğumu arzetmekle şeref duyarım...
Th.Herzl».
29 Temmuz
Dün olup bitenler Pazar gününün olaylarını not etmeme fırsat vermedi.
İki gün önce Pazar günü öğleden sonra İbrahim Bey’den derhal Saray’a gelmemi bildiren bir telgraf aldım.
Sarayda İbrahim, Tahsin ve Arif Beyleri beni bekler bul­dum. Sultan yanımda İbrahim ve Arif Beyler olduğu halde Sadrıazamla görüştürülmemi emretmişti.
Devletli Said Paşa.
Ben İbrahim’in arabasına bindim, diğer iki bey de ikinci bir araba ile peşimizden geldiler. Önce iki arkadaşım Sadaret dairesine girdiler, çok geçmeden kapı açıldı, kısa, şişman hasta görünüşlü birisi içeri girmemi söyledi, bu Said Paşa idi.
Sultana verdiğim memorandumun teferruatı hakkında bil­gi vermemi istedi. Onunla yukarıda Sultana verdiğim raporda bahsettiğim hususlarda konuştuk. Tekrar Yıldız’a döndük. Arif Bey Sultan’ı görmeye gitti ve Sadrıazamla konuşmalarımızı kendisine yazılı olarak göndermekliğimi istediğini söyledi. Sul­tanın çevresini kontrol için bulduğu bir yoldu bu. Sistem hiç şüphesiz zekice düşünülmüştü ama üstün bir idareciyi de ge­rektiriyordu.
Raporumu dün sabah vermeyi söz vermiştim, ama ancak öğleye yetiştirebildim. Mektubu bitirdiğimde satrançta iyi bir hamle yapmış oyuncunun rahatlığını duydum.
Sultanın iradesine ittibaen mektubumu mühürlü bir zarfa koyarak Wellisch ile gönderdim. Sonucu İbrahimin sıkıntılı odasında beklemektense Beşiktaş’ta bir saat dolaşmayı ve son­ra Beyoğluna çıkmayı ve orada beklemeyi tercih ettim. Tam sofraya oturmuştum ki Wellisch saraydan istendiğim haberi ile geldi.
Galata ve deniz yolu ile Beşiktaşa gittim. Yıldız’da, hari­kalar diyarının başkentinde beni bir sürpriz bekliyordu.
İbrahim, Tahsin ve Arif Beyler tarafından karşılandım. Sonuncusu benim Sultana takdim edilmek üzere verdiğim mek­tubu henüz mührü dahi bozulmamış şekilde bana uzattı. Sul­tan mektubun benim ajanım tarafından tercüme edilerek ken­disine verilmesini irade etmişti. Sultanın kastettiği Wellisch idi ama o aczini ileri sürdü, zira türkçe ne okuması ne yazması vardı Wellisch’in.
Akşama tercümesini getireceğimi söz verdim. Ama itimat edilir bir tercümanı nereden bulacaktım? Sırları etrafa yay­mayacak birisi lâzımdı, hemen araştırmaya giriştim, Wellisch buralı Yahudilerden Badi efendiyi, İbrahim ise siyasî hizmetle iştigal eden memurlardan Bahur efendiyi tavsiye ettiler...
Haliç’e Badi Efendiyi görmeye gittik. Onunla Beyoğlunda karşılaştık, genç, zeki bakışlı biri idi. Kendisine dindar olup olmadığını sorduktan sonra vakıf olacaklarını hiçbir şekilde hiçbir yerde açıklamıyacağma Kitap üzerine yemin ettirdim. Ama o dindar değildi, şeref sözü verdi. Üzerimde iyi bir tesir bıraktı. Kardeşinin ticaretle uğraştığı dükkâna uğradık sonra onu alıp Pera Palasa getirdim. Adamın başına gelenler binbir gece masallarına benziyordu. Yabancı bir sihirbaz gibi ben karşısına çıkmış ve onu Halife ile karşı karşıya getirmiştim.
Başına Wolffsohn’u diktim ve çalışmaya bıraktım. Saat 9 da henüz bitiremediğini görünce İbrahim’e telgraf çekerek he­men gelemiyeceğimi bildirdim.
Badi, geceyarısma doğru işini bitirmişti. Wolffsohn’un tav­siyesi üzerine, ona hazırladığı türkçe metni tekrar fransızcaya tercüme etmesini söyledim. Böylece ortaya çıkan birkaç aksak­lığın düzeltilmesi mümkün oldu.
30 Temmuz
Dün sabah Badi ile çalışıp mektuba son şekli verirken önemli bir cümle ilâve ettim. Eğer Sultan mâliyesini reorganize etme vazifesini bana verecekse derhal türkçe öğrenmeye gi­rişecek ve kendisi ile doğrudan doğruya konuşup anlaşacak hale gelecektim. Bu, kendisinin tercümanlarına itimat etmedi­ğim anlamına da geliyordu.
Bitirdiğimiz zaman çok geç olmuştu, İbrahime gelişimi bildirdim. Vardığımda Arif Bey ve bir nazırla masada oturu­yorlardı. Yemekten sonra mektubu Arif Beye verdim. Sultana götürdü. İbrahim ancak o sırada benim geçen Şubatta getir­diğim kitap kolleksiyonunu takdim edilmek üzere ona verdi. Az sonra geri gelen Arif bugün için randevu verdi.
İbrahim Bey Wellisch’e yolculuk masraflarımızın ne kadar tuttuğunu sormuştu. Ben müdahale ederek zahmete girmeme­lerini, Sultan tarafından davet edilmiş olmanın şerefinin bana yeteceğini söyledimse de ikna edemedim. Nihayet sadece otel masraflarını ödemelerini rica ettim.
Çıktık, güneşli öğle sonunu Boğaziçinde gezerek geçirdik. Sonra Tarabya’da karaya çıktık.
31 Temmuz
Asab bozucu müzakereler devam ediyor. Merasim hiç de­ğişmiyor.
İbrahim için de tam bir yük teşkil ediyorum, benim yü­zümden hergün daireye gelip gece geç vakte kadar kalıyor. Oysa normal olarak haftada bir gün vazifeye gidiyordu.
Hala konuşacak birşeyler bulmamız doğrusu mucize idi. Dün bana Saray’daki müzeden bahsetti. Burada çeşitli devir­lerden kalma porselenler vardı. Abdülhamidin emriyle bir de­mirbaş defteri hazırlanmıştı ve bu sebeple hiçbirşey çalınmı­yordu. Sonra Kudüs’ten bahse giriştik. «Hiç Ömer Camiinde bulunmuş mu idim?» «Hayır» cevabını verdim, o, Yahudilerin burayı zorla ele geçirmeksizin ayak basma müsaadeleri bulun­madığını işittiğini anlattı. Ağlama Duvarından bahsetti.
Arif Bey benim Sadrıazamla görüşme yapmam talimatı ile Sultanın yanından geldi. Onun refakatinde gittik. Nazik bir ihtiyar olan Sadnazamm yanma vardık.
Sadrıazam verdiğim iki memorandumun da Sultanı tatmin etmiş olduğunu söyleyerek söze başladı. (Arabada iken Arif Bey benim kitabın derhal tercüme edilmesini Sultanın emret­tiğini anlatmıştı.) Kendisinin prensip olarak Sultanın muvafa­kat etmekte olduğunu bildirmeye memur edildiğini söyledi.
Ben de yerlere kadar eğildim.
Sonra bir sürü manasız konuşmaya daldık. Ben Doğu Av­rupa Yahudilerinin içinde bulundukları güç şartları, çektikleri eziyetleri anlattım, o tam Romen Yahudilerinden bahsederken «Bunlar medeni memleketlerde elbette vaki olmaz» dedi. On­dan sonraki konuşmalar sırasında Sadrıazam İngiliz Hükümeti nezdinde teşebbüse geçilerek kolonizasyona Afrikada girişil­mesini, orada çok daha geniş ve uygun arazi bulunabileceğini, Filistin üzerinde ısrar edilmemesinin daha iyi olacağını, bura­sının tahsisinin büyük devletler arasında anlaşmazlıklar yara­tacağını v.s. ileri sürdü. «Hayfa da olmaz, orasımn stratejik değeri vardır» deyince «Fakat efendim, bizim memlekete ka­zandıracağımız kuvvetin de stratejik değeri vardır» dedim. «Evet» dedi «Ama siz nihayet bir iki milyonluk bir menfaat sağlıyorsunuz, hem Rouvier gurubu ile aramızın açılması ne demektir?»
Konsolidasyon ile Şirket mevzuunu niçin ta baştan beri ayrı ayrı ele almak istediklerini ancak o zaman anlıyabildim. Malî mülâhazalarla konsolidasyonu Rouvier ile halledecekler, onun dışında Türk Hükümetinin bizden sağlayacağı fayda ni­hayet 1,600 000 altından ibaret kalacaktı.
Böylece bir sürü konuşmadan sonra yerimizde saymıştık. Derhal oturup 31 Temmuz 1902 tarihinde Sultana bir mektup yazdım.
Bu mektupta bundan öncekilerden daha iyi şartlar ileri sürerek M. Rouvier gurubunun kabul ettiği bütün şartları ay­nen tekabbül ettiğimizi, İmparatorluk Hükümetinin malî men­faati uğruna konsolide edilecek bütün borçları karşılamayı te­keffül ve bütün eski borç tahvillerini 32 milyon karşılığı der­hal ele geçirmeyi teklif eyledim. Derhal hazine emrine 1 mil­yon 600 bin altını vereceğiz. Bundan sonraki taksitler eşit şe­kilde ödenecektir.
30 Temmuz, Akşam
Bugün karar geldi. Kısa ve kesin.
Mektubu Beşiktaş’tan Wellisch ile gönderdim. Biraz sonra Wellisch derhal Saray’dan istendiğim haberi ile döndü. İbra­him’in tatlı selâmı ile karşılandım. Mektubu Arif Bey vasıtası ile derhal Zatı Şahaneye gönderdi.
Arif Beyin yüzünde soğuk ve zalim bir tebessümle döndü­ğü zamana kadarki müddetin nasıl sıkıntılı geçtiğini, kendimi nasıl daracık bir yere hapsedilmiş hissettiğimi tarif edemem. Mektubumu zarfı yırtılmış ve mührü açılmış şekilde geri ge­tirdi.
Zatı Şahanenin Sadrıazamdan öğrendiğine göre ben yarın Selâmlıktan sonra veda etmeye gelecek ve ogün akşam da ha­reket edecektim.
Dünkü tatlı tondan sonra bu ifade gözden düşüşü anlatı­yordu. Veda için şahsen kabul edilecek miydim? Görünüşe gö­re hayır, zira Arif, mektubumu hemen bugün göndermemi, zira yarın Selâmlıktan sonra Sultanın dönmüş olan Fransız Sefiri Constans ve diğer sefirleri kabul buyuracağını da ilâve etti.
Demek Constans dönmüştü. Rouvier’nin makinesinin be­nim dikkati çeken kabul edilişlerim sırasında nasıl çalışmış olduğunu tahayyül edebiliyordum.
Daha önce İbrahimle konuşurken o benim faaliyetlerimden bahsederek «Siyonizm bana en önemli şey olarak görünüyor» demişti, ben «Gerçekten öyledir» deyince «Çok asil bir şey» ce­vabını verdi.
Bizans’ta siz asla birşey bilmezsiniz.
1 Ağustos
Tarabyadan Beşiktaşa son seyahatim. Burada bulunduğum zamanların muhtemelen en güzel günü bugün, Boğaz suları­nın rengi hiçbir zaman bu kadar sihirli, tatlı ve güzel olma­mıştı.
Boş ellerle dönüyorum.
Diplomatik mahfillerde yine dedikodular ayyuka çıkacak. Dün akşam balkondan onların terastaki konuşmalarını işitebi­liyordum. İspanyol Sefiri «O kara sakallı adam kimdir?» diye soruyordu, Belçika sefiri de «Bilinmedik adamlardan oldum olası hoşlanmam» cevabını veriyordu ve güya zekice lâflar ediyordu: «Matematikte x nedir?»
Bugün ben dünyada meşhur ilk beşyüz kişinin içine ra­hatlıkla girebilirim, ama bir Belçika sefiri benim yanımda ne­dir? Birisi sorsa «İspanya sefiri nedir?* diye ne cevap verilir, 300 senedir İspanyanın bu memleketle ne münasebeti vardır? Doğum günü tebriklerinde bile varlığı şart olmayan biri işte. Bir Belçika sefirinin ise hiçbir zaman varlığının hikmeti ol­mamıştır. Bu adamlar zavallı halkın verdiği paralarla Tarabya’da oturur, tenis oynar, dedikodu eder, içki içerler böyle..
Bu sabah hazırlanıp ayrıldım. Adiyö güzel Boğaziçi.
*
*          *
Bir sual kalıyor. Sultan beni niçin getirtti?
Belki üç milyon hikâyesi için. Belki de Constans’ın dön­mesi üzerine korkudan son dakikada vazgeçti.
2 Ağustos
Tarabya’dan Beşiktaş’a yeniden bir son seyahat.
Dün gidemedim. Dün sabah saat 11 de Saray’a gittim, İb­rahim Beye güzel bir çift kol düğmesi, Arif Beye de İncili bir kravat iğnesini ayrılık hatırası olarak hediye ettim. Arif Bey Sultanın yanma giderken ben de o gün saat 1.50 Ekspresi ile yola çıkmak niyetinde olduğumu İbrahime anlatıyordum. O, boşboğazlığı sevmediğini, ama benim başarısızlığa uğradığımı anladığını söyledi.
Ben, henüz Sultanın kararma muttali olmadığımı söyle­dim. İbrahim, Sultanm iyi niyetinden —anlaşamamış olmakla beraber— şüphe etmememi, onun mutlak bir idareci olduğu­nun doğru olduğunu, ancak bunun her istediğini yapar anla­mına gelmediğini anlattı.
«Anlıyorum» dedim «Memleketin menfaatini herşeyden üs­tün tutması lâzım». «Evet» diye tasdik etti İbrahim «Size Zatı Şahanenin son derece sempatisi ve hürmeti vardır. Sizin kav­ininiz için yapmak istediğiniz asil bir şeydir. Siyonizm esasen asildir».
Kendisine teşekkür ettim ve daima Türklere ve Yahudi dostu Sultan Abdülhamide bağlı kalacağımı söyledim. Fakat Avrupadaki ırkdaşlarımızın içinde bulundukları sefalet bizim daha fazla beklememizi imkânsız kılıyor. Bu sebeple halen İn­giltere Hükümeti ile temasa geçmiş ve kabine üyesi Lord Ja­mes Hereford ile Afrikada bir Yahudi kolonisi kurmak konu­sunda müzakereye başlamış bulunuyorum. İngiltere bu husus­ta bizden malî fedakârlık da istemiyor ve hatta her yönde işi­mizi kolaylaştırıyor.
İbrahim, eğer Afrikada böyle bir koloni kurmaya muvaf­fak olursak Sultanın da ileride daha başka türlü davranabile­ceği ihtimalinden bahsetti. O zaman belki bizim için birşeyler yaparmış.
Fakat, dedim, biz bir kere büyük yatırımlara girişmiş ola­cağımız için o zaman vakit çok geçmiş olacaktır...
sırada esrarengiz bir hizmetçi zuhur etti, Sultan benim ayrılmamı mümkünse akşama bırakmamı istiyordu. Az sonra Arif Bey yüzünde anlaşılmaz bir ifade ile gelip bugün ikame­timi akşama kadar uzatmamın mümkün olup olmadığını sor­du. Böyle yapacağıma söz verdim. Fakat her ikisi de geldik­leri zamanki memnun görünüşlerini kaybettiler, niçin? Çıkar­ken Wolffsohn’a yüzünün ifadesini mümkün olduğu kadar hü­zünlü göstermesini fısıldadım.
İzzet de tam çıkıyormuş, bana selâm verene kadar kendi­sini farketmemiştim. Son derece sempati ile selâmlaştık, gidi­şimden üzüldüğü belliydi.
Beşiktaş’ta Constans yatından karaya çıkıyordu, ben ara­ba ile geçerken yanındakilere benim kim olduğumu sorduğu­nu farkettim. Tam bir zafer havası içerisindeydi, benim Selâm­lık merasiminden önce ayrıldığımı görmüştü, ama Zatı Şaha­nenin kalmamı istediğini tabii henüz bilmiyordu.
*
*          *
Fakat bütün bunlar ne demek oluyor?
Wolffsohn’a göre kolonizasyon ile konsolidasyonu ayırma­mız daha uygun olacaktır.
İbrahimin dairesinde bir saat Tahsin’in gelmesini bekle­dim. Yıldız’ın cinlerinin o gece orada olduklarını farkettim, acaba benim işlerimi berbat etmek için yine neler çevirmiş­lerdi?
Yine ayni çocukça numaralar başladı: Osmanlı tabiyeti, Yahudilerin dağınık şekilde yerleştirilmeleri, askerlik yapma­ları.. Bunları İmparatorluk Divan Kâtibi İbrahim söylüyordu. Benim konsolidasyon konusundaki teklifim ortalarda yoktu. Yıldız’ın gangsterleri esaslı bir mikdar para almışa benziyor­lardı. Gerçekten Wellisch günün haberini verdi: Anadolu De­miryolları Müdürü Zander bunları 300 bin altına satın almış­tı. Hükümetin hazırladığı mazbata İbrahim ve Tahsin’in ara­cılığı ile Sultan tarafından tasdik edilmişti.
Constans’ın muzafferane davranışının sebebi bu idi.
Söylediklerim hiçbir zaman aynen Sultana nakledilmiyor­du. Tahsin Beye muhacirlerin hükümet tarafından mı yoksa kurulacak şirket tarafından mı yerleştirileceklerini sordum. Buna Sultan’ın karar vereceğini söyleyip gitti. O arada biz yemeğe, o feci şark yemeğine gittik. Derken Tahsin döndü: Sultan benim dostu olduğunu tekid ediyor, Neue Freie Press için bir miktar bağış kabul etmemi ve burada masraflarımın mikdarını öğrenmek istiyordu. Birincisini kesinlikle reddet­tim, İkincisinde de nasıl olsa otel masraflarım ödenmiş bulu­nuyor, misafir için bu kadarı yeter, olmazsa kitap v.s. gibi kıy­metsiz bir hatıranın kifayet edeceğini söyledim.
Sultanın yanma tekrar giden Tahsin bir mesajla geldi. Tahsin ve İbrahim bana tercüme ve tebliğ ettiler :
«İsrailoğulları Osmanlı İmparatorluğuna kabul edilebilir­ler, ancak şu şartla ki: Bir arada bulunmayıp dağınık olarak oturtulmak, yerleşecekleri mevkiler hükümet tarafından tayin edilmek, Osmanlı tabiyetini kabul etmek ve üzerlerine düşen bütün vatandaşlık görevlerini ifa etmek üzere..»
«Tebliği hürmetle tebellüğ ve Zatı Şahaneye derin min­netlerimi ifade eylerim, bu konuda arkadaşlarımla müşavere edeceğim, Yıldız Köşkü, 2 Ağustos 1902» diye yazıp verdim.
*
Tahsin Sultanın yanında iken İbrahim konsolidasyon ko­nusunda Rouvier ve adamlarına «Hayır» demenin imkânsızlı­ğından bahsetti. Bu vist oyununa benziyor. Birisi öyle hareket ediyor ki oyun arkadaşı galip geliyor.
Evet, soygun vist’i.
İbrahim devam etti «Hükümet eğer hayır deseydi bütün kredisini (itibarını) kaybederdi».
Türk Hükümetinin itibarı! Bir hafta önce vaziyet ayni de­ğil mi idi? Bu düzenbazların nasıl çalıştıklarını iyice anladım.
İbrahim atlas bir kese çıkardı, bunu kabul etmem Sultan tarafından rica edilmişti. Aldım. Hiç değilse fakirlere dağıtırım yahut propoganda işlerimizde kullanırım.
Son selâmlaşmalar ve sonra Ali Baba ve Kırk haramilerin mağarasından çıktım.
İşlerin hala kötü durumda olmadığına inanıyorum.
Yıldız ve Bâb-ı Ali bana alışmıştı. Yahudi Davut Efendi­nin bana 1896 yılında söylediği gibi, birgün yine dilenmek zo­runda kalacaklar ve istediklerimi o zaman kucağıma atacak­lardı.
Önemli olan o anm ne zaman geleceği idi.
Şimdi yapacağım iş «Kudüs Sancağı»nın yakınlarına yer­leşmek ve ilk fırsatta Bulgarların Doğu Rumelinde yaptıkları işi yapmak olacaktır. Bunun için de İngiliz Hükümeti veya Rothschildin yardımı ile «Jewish Eastern Company»yi ger­çekleştirmek lâzım.
Dr. Herzl’in önünde şimdi üç isim durmaktadır: Kıbrıs, Elariş ve Sina Yarımadası. Bu üçü de «Kudüs Sancağı»na ya­kın ve müstakbel hareket plânına uygun yerlerdir. İngiltere’de devlet adamları ile temasa geçmiştir. Bunlardan «Müstem­lekeler Bakanı» Joseph Chamberlain ile olan konuşması ente­resandır. Bakan Elariş ve Sina Yarımadası konularına hariciye karışır beni yalnız Kıbrıs ilgilendirir diyerek Yahudilerin ora­ya yerleşmelerinin bazı mahzurlar doğuracağını, rum ve türklerin bundan memnun olmayacaklarını, zora başvurulamıyacağını ifade eder. Buna karşı Herzl bir çare bulmuştur: Biz 5 milyon sermayeli şirketi kurup Elariş ve Sina Yarımadasına yerleşmeye girişince ada sakinleri akan altınları görürler. Müslüman Türk halk adadan defedilir, rumlar da ellerindeki toprakları satmaya ikna edilir, böylece ada tamamen bize kal­mış olur, der.
Siyonist Teşkilâtının o günkü durumuna temas eder. Bü­tün dünyada birkaç bin cemiyetin büyük federasyonlar halin­de birleştiklerini ve hepsinin merkezinin de Viyana olduğunu belirtir. Şimdi İngiltereden Elariş civarına yerleşme müsaade­sini almak çabasındadır. Bu faaliyetler içerisinde 1903 senesi­nin Şubat ayı girer. Dr. Herzl tekrar İstanbul ile temasa geçmektedir. Bu sırada sahneye de yeni bir karakter daha çıkar, Dr. Abdullah Cevdet. Hatıra defterine Herzl şu satırı yazar: «Hiçbir Musa Arz-ı Mevuda giremez».
1903 Yılı Şubat ayında Dr. Herzl’in mümessili «Mısır Hü­kümeti» ile «İmtiyaz» konusunda temasa geçmiştir. Mısır bir Hidivliktir ve zahiren Osmanlı İmparatorluğuna bağlıdır. Ger­çekte tamamen İngiliz Hükümetinin etkisi altındadır. Mümes­sil olarak giden Greenberg orada Butrus adında birisinin, ara­cılığı ile bu imtiyazı almaya çalışmaktadır. Aralarındaki tel­graflar tamamen şifrelidir. Meselâ: «Laimodon Rumoren Chisel. Sinuato Pinsk Welkend» şu anlama gelmektedir: «Önümüz­deki haftanın sonuna kadar Viyanadayım, Mısır Hükümetin­ce İmtiyaz anlaşması imzalanmadıkça oradan ayrılma».
Bu arada Sadrıazama, Sultan’a ve İbrahim ile Tahsin Bey­lere mektupla müracaat eder:
«Konsolidasyon mevzuu artık bir İkincisi gelene kadar kapanmıştır. Ama size eskisinden daha avantajlı bir teklifte bulunacağım. Bunun iki sebebi vardır. Birincisi benim Osmanlı Sultan ve Halifesine sadık şekilde bağlı olmam hasebiyle İm­paratorluğun iyiliğini istemem, İkincisi de Afrikada giriştiği­miz bir toprak bulma çabamızın henüz gerçekleşmemesi, buna mukabil önümüzdeki ilkbaharda yine çok sayıda Doğu Avru­pa Yahudisinin yurtlarından kovulacağı hususudur. Irkdaşlarım yine sefaletin pençesine düşeceklerdir. Bunları Osmanlı tabiyetine kabul etmeniz karşılığı size derhal iki milyon altın­lık bir teklifte bulunuyorum».
Gerek Sultan ve gerekse yeni Sadrıazam’a yazdığı mektup­larda bu Yahudilerin nereye yerleştirileceği hususu zikredil­memektedir. Bunu açıkça İzzet Beye gönderdiği mektupta söy­lemektedir: «Bu paraya karşılık Akkâ Sancağı civarına ırkdaşlarımın yerleşmesi müsaadesi istiyorum. Eğer biz anlaşırsak bu herkes için iyi olacaktır..»
Tahsin Beye yazdığı mektupta «Akkâ Sancağı»ndan bahis yoktur.
*
*          *
16 Şubat 1903, Viyana
Bugün mektupları İstanbul’a postaladım ve Greenberg’ten gelen telgrafla meşgul oldum. «Burada Sultanın adamı bizim aleyhimizde çalışıyor, vaziyet son derece ciddi. Zannederim Sultan’dan aldığı talimat üzerine bizim aleyhimizde elinden geleni yapıyor. Hidivin Sultana bağlı olduğunu da unutma» diyor.
Buna şifre ile şu cevabı verdim :
«Perexile Cohnsman Both Guy Months after Rumoren Chisel». Yani: «Türk komiserine 2000 altını İmtiyaz mukave­lesinin Mısır Hükümetince imzalanmasından sonra vermek üzere vadediniz».
Mısır’daki Osmanlı temsilcisi komiserin ve Mısır’ın muka­vemetinin «Rüşvet Metodu» ile ortadan kaldırılması fikri bu-gün Dr. Abdullah Cevdet Bey ile yaptığımız konuşmanın sonuncudur.
Bu yeni tanıdık enteresan bir adam.
Cevdet, Neue Freie Presse’in edebiyat sahifesinde yayın­lanan bir şiiri dolayısiyle bana teşekküre geldi ve bir randevu istedi. Kendisini davet ettim ve konuşmamız dönüp dolaşıp benim projeye intikal etti.
Dr. Abdullah Cevdet kendisini bir Jöntürk ve Yahudilerin dostu olarak takdim etti. İkinci konuşmamızda aklıma Sul­tana yazacağım mektupları ona tercüme ettirmek düşüncesi geldi. O da muvafakat etti. Bu iş için İstanbul’dan telgrafla gel­mesini istediğim Badi Efendiye bir telgraf daha çekerek gelme­mesini bildirdim. Cevdet üç gün çalışarak Sultana mektubu ve İmtiyaz mukavelesi metnini tercüme etti.
Kendisine şükran nişanesi olarak bir çift mücevherli kol düğmesi hediye ettim. O bunları kabul etmek istemedi ve ver­diğim «Altneuland»ın [*] kendisini daha çok memnun ettiğini söyledi.
[*] «Yeni Arz-ı Atîk» anlamına gelen bu eser Dr. Herzl’indir ve müs­takbel Yahudi Devleti üzerine yazılmıştır.
Sonra söze başladı: İstanbul’da doğrudan doğruya Nazırlar ile konuşabilecek bir adamım var mıdır? Kendisinin arası Da­hiliye Nazırı Memduh Paşa ile çok iyidir.
Bir konudan diğerine atlayarak bu çiçek bozuğu yüzlü, kara gözlü adam bana bir sürü şeyden bahsetti.
Kendisi Jöntürklerdenmiş ama Memduh şimdi kendisini «Susturmuş», Viyana Sefareti tabibi olarak ayda 1500 frank çekiyormuş.
Ve bana —imtiyaz mukavelesi imzalandıktan sonra veril­mek kayıt ve şartı ile— bir hisse programı hazırladı ki şöyle: Sadrıazam Ferid Paşa, Harbiye Nazırı Hasan Paşa, Dahiliye Nazırı Memduh Paşa, Adliye Nazırı Abdurrahman, Maliye Na­zırı Nazif, Maarif Nazırı Celâl ve Şeyhülislâm 2000 er altın lira alacaklardır.
Buna muhtemelen bazı ilâveler yapılabilir. Bundan başka ben kendisine 2000 altın ve Memduh’un kâtipleri Faik ve Dr. Baha ile Şükrü Paşa’nın  kâtibi Yüzbaşı Vasfi Beye 100 er altın vadettim. Maamafih Şükrü Paşa Harbiye Nazırının oğlu oldu­ğu için bir çift at hediye edilecekti. Yarın bu Şükrü’yü davet edeceğim.
Cevdet, bu Şükrü Paşa vasıtasiyle muhaberata girişilerek onun babasının diğer nazırları kazanması işinde kullanılmasını plânladı. Harbiye Nazırı, Abdullah Cevdet’e nazaran, bir milyonerdir ama 2 altınlık bir hediyeye dahi tenezzül eden bir adamdır.
Bütün bunlara derhal muvafakat ettim. Çünkü İmtiyaz mukavelesi imzalanmadıkça hiçbir mükellefiyet altına girmi­yordum. Sonra Cevdet’in nazırlar için biçtiği fiatı İstanbul’dakilerle mukayese edince doğrusu ucuz buluyordum. Ab­dullah Cevdet ise bir meslektaş olarak benim üzerime yükle­nen ağırlığı takdir ettiğini, kendisinin para almasa dahi sırf hakikat aşkı ile çalışacağını, 2000 değil 1500 hatta 1000 altının bile kifayet edeceğini söylüyordu. Her ne ise bu adam bütün davranışları ile üzerimde iyi bir tesir bırakıyor.
Bir sorusuna verdiğim cevapta yaptığım işler karşılığında hiçbirşey almadığım gibi cebimden de sarfettiğimi söylediğim­de hayretinden dondu kaldı. Benim «namusum» hakkında bile şüpheye düştüğüne eminim. «Birisi hiçbirşey almadığı halde namuslu olabilir mi?»
Bakalım söylediklerinin palavra olup olmadığını görece­ğiz.
Bugün hemen Memduh’a mektup yazmayı söz verdi.
17 Şubat
Bugün Türkiye ataşemiliteri Şükrü Paşa’yı gördüm. Genç ve kadın tabiatlı bir paşazade, 28 yaşında, ama Harbiye Nazı­rının oğlu olduğu için mevkii yüksek, zengin ve tembel. Zan­nederim onun alâkasını temin ettim ve babasına yazacağına söz verdi.
Abdullah Cevdet oğlu ağzından babasına mektubu hazır­layacak ve Şükrü Bey de onu temize çekerek babasına gönde­recek. Aslı gürcü olan Yüzbaşı Vasfi Bey dün beni görmeye geldi. Vasfi askerî tahsilini bir prusya subayı olarak Kolonya’da yapmış. Nükteli konuşan bir adam, bana gülerek «arkadaşı Cevdet Beyin sus payı aldığını» söyledi.
*
*          *
23 Şubat tarihinde Crespi’den gelen bir mektupta «derhal 1 milyon’a ihtiyacı olan Sultan ile yeni müzakereye girişme­nin tam zamanı» olduğu bildirilmektedir. Buna hemen cevap verir:
23 Şubat 1903, Viyana
«Muhterem Efendim,
Mektubunuzu biraz geç aldım, zira daha önceki bir tarih­lisinde ben 2 milyon teklifinde bulunmuştum. Ona şu ana ka­dar cevap gelmediğine göre zannederim ikimiz de yanılıyoruz.
Sizin gibi ben de bugünkü şartlar karşısında bana muhtaç olduklarım düşünmüştüm. Bu teklifte bulunmamın bir sebebi de başka bir yerde giriştiğim müzakerelerin tamamlanmış ol­ması idi. Bir anlaşma muhtemelen önümüzdeki hafta imzala­nacaktır, daha fazla beklememe imkân yoktur.
363 (Abdülhamid) anlamamakta veya eline geçen fırsatın değerinden habersiz bulunmaktadır. Adım adım mahvına doğ­ru gitmektedir. Buna ben de teessüf ediyorum...»
24 Şubat
Wellisch’e İstanbul’a bir mektup yazıp Abdullah Cevdet’­in bana verdiği tanıtma kartını gönderdim. Bu kart ile gidip Dahiliye Nazırı Memduh Paşanın hususi kâtibi Faik Beye gi­derek her nazırın benden 2000 altın alacaklarını ama bunun için son mektubumda yazdıklarımın gerçekleşmesi gerektiği­ni, Faik Beyin de 100 altın hediye alacağını bildirmesini yaz­dım.
3 Mart
Şimdi yeni bir durumla karşı karşıya gelmiş bulunuyorum. Kahire’ye Greenberg yerine Goldsmith’i yollayacağım, o as­kerden ziyade iyi bir diplomattır. Sina Yarımadasında durum bizim lehimizde olmak üzere karıştırılacaktır. Üç şeyi birbi­rinden ayırıyorum: Mülküyet, kuvvet ve hak.
Mülkiyet Mısır hükümetinde, kuvvet İngilterede ve hak da Türk hükümetinde bulunmaktadır. İlk adım olarak Mısır hükümetinden mülkiyet devralınmış bulunmaktadır, İngiliz hükümetinin mümkün olduğu kadar fazla kuvveti sevketmesini isteyecek ve temin edeceğim. Nihayet rüşvet yolu ile Türk hükümetinden oraya gitme hakkını alacağım.
Gönderdiği adamlarının faaliyetlerinden sonra bizzat Dr. Herzl Mısır’a gider, Kahire’de İngiltere Yüksek Komiseri ve bir kıbtî olan Mısır Başvekili Butrus ile müzakerelerde bulu­nur. Mısır Hükümetinin sadece ismen mevcut bulunduğuna, bütün selâhiyetlerin İngiliz Lordu Cromer’de olduğuna işaret eder. Onunla Nil’in kontrol altına alınması, sulama pro­jesinin gerçekleştirilmesi hususlarını «karşılık olarak» gerçek­leştirebileceklerini söyler. Mısır Başvekili ile olan konuşmaları kahve içmek ve nezaket ziyaretinde bulunmaktan başka değer ifade etmemektedir. Lord Cromer bu işin etrafiyle Londra’da halledilebileceği kanaatindedir, bir raporla meseleyi oraya in­tikal ettirir. Dr. Herzl derhal Londra’ya gider ,Müstemlekeler Nazın Joseph Chamberlain ile konuşur. Nazır münbit ve su­lak arazisi ile Uganda’nın daha uygun olacağını, orada pamuk yetiştirebileceklerini söyler ama ille de Filistin veya «civarı» üzerinde ısrar eder. Nazır, kendilerinin artık Anadolu ile meş­gul olmadıklarını, orasını Fransız, Alman ve Rus nüfuzuna terkettiklerini, Yahudiler Filistin’de bir devlet kursalar bile bu devletlerin onlara istikbalde hak tanımayacaklarını söyler. Dr. Herzl’e göre ise tarafsızlık siyaseti güdecek olan müstakbel
Yahudi Devleti «Büyük devletlerin birbirini kıskanmaları se­bebiyle yaşamaya devam edeceği» kanaatini ileri sürer ve «Eğer biz Filistinde olursak, müstakbelde Osmanlı İmparator­luğu parçalanınca bütün o bölgede İngiliz hâkimiyeti bizim yardımımızla kurulabilecektir» der. Müstemlekeler Nazırı ken­disinin paltosunu tutarak giyinmesine yardım eder ve Başba­kan ile konuşarak istediğini temin etmeye uğraşacağım vadeder..
*
*          *
4 Haziran, Viyana
İzzet’e mektup :
«Ekselans,
Zaman geçmekte ve ben hala 16 Şubat 1903 tarihli tekli­fime bir cevap almamış bulunmaktayım.
Ama hâdiseler tazyik ediyor. Kişnev’de yapılan Yahudi mezalimini herhalde duymuşsunuzdur. Bizim zavallı Yahudilerimiz sefillik içerisinde bulunuyorlar, onlara muhakkak birşeyler yapmak lâzım.
Belki bana 1902 şubatında Zatı Şahanenin iradeleri ile ver­diğiniz memorandumdaki teklifler ile benim son tekliflerim arasında bir telife gidilebilir. Mezopotamya’da kolonizasyon ile Akkâ Sancağına iskân mevzularını kastediyorum.
Birkaç hafta içerisinde bizim Siyonist Kongresi toplana­caktır, ben onlara müspet bir şeyden bahsedemiyeceğim ve böylece şimdiye kadar Zatı Şahanelerinin Hükümetiyle yapıl­mış olan bütün müzakereler keenlemyekün addedilecektir. O zaman başka bir bölge bulmak zorunda kalacağız. Bütün fırsat­lar da kaçırılmış olacaktır...»
Ayrı bir zarf içerisinde aşağıdaki satırları yazıp gönder­dim :
«Aziz dostum,
Sizinle bir arkadaş olarak konuşmama müsaade ediniz.
Bahsettiğim plânın tahakkuku için şahsınıza ne istersiniz? Bana miktarı yazınız, mühürsüz ve işaretsiz bir mektupla bil­diriniz. Mektubun hamili içerisinde ne olduğunu katiyen bil­meyecektir. Herşey sizinle benim aramda mutlak sır olarak kalacaktır.
Eğer plân şimdi gerçekleşmezse bundan ebediyen vazgeçe­ceğim.
Samimi ve sadık arkadaşm Theodor Herzl».
*
*          *
Dr. Herzl bu arada bir de Rusya seyahatine çıkar. Filistinde kuracakları devletin mukaddes toprakları herkese açık tu­tacağını, ancak Türk Sultanı Abdülhamid’e burasını Yahudilere vermesi için tazyik edilmesi, tavsiyelerde bulunulması ka­naatindedir. Bunu temin için Rusya’ya gelip çeşitli devlet adamları ve generallerle temas kurmuş ve müzakerelere girişmiştir. Ama olumlu sonuç çıkmamaktadır. Bir defa Rus Çarı sırf dini sebeplerle Yahudilere düşmanlık beslemektedir. Yahudilerin Rusya’daki davranışları sebebiyle de halk onlara düşmanca hisler duymaktadır. Fakat kendi düşünce ve görü­şünü paylaşan birkaç kişi bulmuştur. Ama günün şartları ha­rekete geçilmesine engel olmaktadır. Bunu 16 Ağustos tarihin­de şöyle kaydeder:
«... Fakat otelde beni beklemekte olan General Kirayev bizim Ruslar’dan Büyük Türk (yani Sultan Abdülhamid) ile bu sıralarda bir arabulma faaliyetini beklemememizi söyledi. Zira İstanbul’daki Rus Konsolosu Rostkosvki’nin katledilmesi­ni protesto etmek amacı ile bir Rus filosunun Boğaziçine doğ­ru harekete geçtiğini, yukarıda anlattığı diğer beş sebebin de inzimamı ile Türkiye ile Rusya arasında yakın bir istikbalde iyi münasebetlerin beklenmemesi gerektiğini anlattı..»
Toplanan Siyonist Kongresinde müspet bir rapor ortaya atılamamıştır. Mısır’da müspet devam eden müzakereler son­raları bozulmuş ve sonuç alınamamıştır. Kendisi Kongre’ye Filistin projesinden vazgeçilmemesi gerektiğini, eninde sonun­da burasının kendilerine vatan olarak temin edileceğini söy­ler. Fakat istiyorlarsa iki İcra Komitesi kurulmasını, bunlar­dan birinin Doğu Afrika, diğerinin Filistin projeleri ile uğraş­masını ama kendisinin her iki komitede de vazife alamıyacağını bildirir. Kongre yine onun arzularına uygun hareket eder. Dr. HerzI de faaliyetlere girişir. Viyana’dan İzzet Beye yine iki mektup yazar, birisi etrafa gösterilmek birisi yalnız kendisi­nin malûmu kalmak üzere yazılmıştır:
12 Aralık 1903
«Ekselans,
Zatı Şahane ve Sadrıazam Hazretlerine 16 Şubat 1903 tari­hinde takdim eylediğim teklifler hakkında haber vermenizi istirham edeceğim.
Bilhassa Rusya ile olan siyasî münasebetlerin bu durum­da ağır bastığını anlıyorum, ama şimdi bu artık bahis konusu, değildir. Diğer politik güçlükleri de bertaraf etmek için bütün ülkelerde faaliyete şahsen ve arkadaşlarım vasıtasiyle giriş­miş bulunuyorum. Bunların halledilmiş olduğunu ifade edebi­lirim, artık böyle bir güçlük yoktur, siz de kısa zamanda bun­dan resmen haberdar olacaksınız.
Bu itibarla İmparatorluk hâzinesine yeni gelir kaynakları temin etmeyi de içine alarak tekliflerimi yeniliyorum. Bu gelir kaynağı hayranı olduğum memleketinizi İktisadî istikrara ka­vuşturacak vasıfta olacaktır.
Biz yerleşecek bir bölgeyi heryerde bulabiliriz. Nitekim bulduk da. Gazetelerde İngiltere Hükümetinin 60-90 000 fer­sah murabba (180-270 000 mil kare) araziyi bize tahsis ettiğini okumuşsunuzdur. Fakat ben tekrar dinî ve ırkî yakınlığımız olan insanlar arasında yaşama konusuna dönüyorum. Tebaası olduğumuz Halife’ye ve memleketine bolluk, istikrar getire­rek onun himayesi altında kurtuluşa ermek istiyoruz..»
Özel mektup da şöyleydi:
«Aziz Dostum,
Eğer bir anlaşmaya varırsak, imza günü 10 000 altını em­rinize tahsis edeceğim.
Bu sözümü istediğiniz şekilde yerine getirmeye hazırım, meselâ oğlunuzun adına yatırabilirim, nasıl isterseniz.»
25 Aralık 1903
Bugün Şükrü Paşa gelerek babasına gönderilmek üzere teklifimi yazılı olarak bildirmemi istedi. Ona 16 Şubatta gön­derdiğim memorandumu aynen verdim:
TEKLİFLER
Biz İmparatorluk hudutları içerisinde Akkâ Sancağında yerleşmek istiyoruz. Bunun karşılığında senelik asgarî 100 000 altın para ve İmparatorluk Hâzinesinin bütün borçlarını tasfi­yeyi tekeffül ediyoruz. Yerleşenler Osmanlı tabiyetine geçe­ceklerdir.
İlâve olarak İstanbul ve Londra’da tescil edilmiş bir banka kurarak İmparatorluğun malî işlerini idare edebiliriz.
Ayni yıl Ocak ayının sonlarına doğru Roma’ya giden Dr. Herzl İtalya kralı tarafından kabul edilir. Onunla İtalyadaki Yahudiler v.s. konularında fikir teatisinde bulunduktan sonra sözü Filistin’e getirir. Kral bu konuda şöyle söyler:
«Filistini iyi bilirim, birkaç defa gittim, sonuncusu babam katledildiğinde idi. Memleket zaten Yahudileşmiş durumdadır. Siz orasını ele geçirebilirsiniz ve geçireceksiniz de, ancak ne zaman olur bilinmez, oradaki Yahudilerin sayısının yarım mil­yon olmasını temin ediniz.»
«Girme müsaadeleri yok efendimiz».
«Bunu rüşvet yolu ile sağlayabilirsiniz».
«Öyle olsun istemiyorum efendimiz. Bizim projemiz ya­tırım ve onun sonucu gelişmeyi mutazammmdır ve memleket bizim olmadıkça buna girişmek istemiyorum».
«Evet, bu biraz başkasının evini tamir etmeye benzi­yor».
«Bendeniz herşeyden önce Sultan’ı elde etmek istiyo­rum».
«Onun üzerinde tesirli olacak tek şey paradır. Eğer ona Ürdün vadisi karşılığında para teklif ederseniz verecektir».
«Evet ama biz muhtariyet de isteriz».
«Ha, o bunu işitmek bile istemez, o kelimeden nefret eder».
«Bize bir lütufta bulunmanızı istirham ediyoruz efen­dimiz».
«Peki dinliyorum».
Ona Grand Dük ile Rusya Dahiliye Nazırı Plehwe’nin mek­tuplarını gösterdim, niyetim havanın hazırlandığını ispat et­mekti. Plehwe’nin mektubundaki gizli satırları okurken gü­lümsedi ve «Ben hiçbirşey söylemiyeceğim bir mezar taşı ka­dar sessiz duracağım» dedi. Mektupları tamamen okuduktan sonra: «Bu sizin için gerçekten büyük muvaffakiyet» deyince «Efendimiz, sizin Sultana yazacağınız şahsî bir mektup bize çok yardım edecektir, lütfediniz ona yazınız» dedim.
«Bunu memnuniyetle yapardım, ama her hoşuma gide­ni icra edecek durumda değilim. Şimdi size söz verip sonra da yapmamak centilmence bir hareket olmaz. Önce müşavere et­meli, Hariciye Nazırı Tittoni ile konuşmalıyım. Onu bu gece göreceğim ve sizin de kendisini ziyaret etmenizi sağlayacağım. Şimdi size fiil değil yalnız iyi niyetimi verebilirim».
Sonra söz Filistin’e, Lut Gölünde düşündüğümüz kanala, gölün tuzlarına ve sonunda tekrar Sultan Abdülhamid’e inti­kal etti:
«Onu tanırım, çok kurnazdır».
«Fakat çok şüpheci, herşeyden korkuyor».
«Canından korkuyor, birisinin kendisini öldüreceği en­dişesi içerisindedir, kimseye itimat etmez»...
*
*          *
26 Ocak 1904 günü Dr. Herzl Roma’da Papa tarafından ka­bul edilir. Mecidiye nişanını göğsüne takmış olduğu için Papa tarafından kendisine «Kumandan» diye hitap edilir. Papa’ya Kudüs hariç olmak üzere Filistinde yerleşmek projesinden bahsederek onun muvafakatına muhtaç olduğunu anlatır. Pa­pa bunu hıristiyanların başı olarak kabul edemiyeceğini ifade ile:
«Yahudiler bizim Efendimizi tanımamışlardır, bu sebeple biz de Yahudileri tanıyamayız”. Bunun üzerine orasının hariç tutulacağını söyler, Papa lâtince telâffuzu ile «Gerusalemme» diye devam eder «Yahudilerin eline geçmemelidir».
—«Muhterem Peder şimdiki durumuna ne dersiniz?»
«Biliyorum, mukaddes yerleri Türklerin elinde görmek hoş değil, fakat Yahudilerin elinde olmasını düşünmek bile is­temem. Yahudiler oraya ya çoktan gelmiş olan Mesih’i bekle­mek üzere gideceklerdir ya da dinsiz olarak, ben her iki hal­de de orayı ele geçirmelerine muvafakat edemem.. Kudüs ve mukaddes yerler dışındaki Filistin için dahi böyle düşünmek­teyim. Yahudiler takip ve tezlilden kurtulmak istiyorlarsa doğru dine, hıristiyanlığa dönmeli, vaftiz edilmelidir.»
Roma’dan, Hariciye Nazırı ile konuşup meseleyi yazılı ola­rak teferruatı ile anlatmak üzere ayrılan Dr. Herzl faaliyetine Viyana’da devam eder. Hatıraları şöyle gitmektedir:
24 Şubat, 1904
Dün acaip bir ziyaretçi kabul ettim : Kartının üzerinde «Eski Türkiye Başkonsolosu Ali Nuri Bey» yazılı idi ve bu kartı daha önce bizim gazete idarehanesine göndermişti.
Türk prenseslerden birisinin kocası, karısı da halen burada harem hayatı üzerine konferanslar vermekle meşgul.
Mükemmel almancası beni şaşırttı, sonra kendisinin İs­veçli olduğunu, 18 yaşlarında iken Türkiyeye mümessil olarak gönderildiğini, orada müslümanlığı kabul ettiğini anlattı.
Şimdi 41 yaşlarında, bana diğer Nuri Beyi hatırlatıyor ama bu biraz daha kuvvetli görünüyor, kafası omuzlarının ara­sına sanki gömülmüş. Bana dün evimde saat 9.30 ile 12.30 ara­sında söylediği teklifleri şunlar: İki kruvazör ile Boğaziçine girmek, Yıldızı bombarduman etmek, Sultanı tevkif etmek ve­ya kaçmasına göz yummak, yerine başka bir Sultan geçirmek (Murat veya Reşat) muvakkat bir hükümet kurarak Filistin için imtiyazı almak.
Bir roman mı yoksa macera mı?
«İki kruvazör 400 000 altın eder, geriye 100 000 kalır, bütün darbe yarım milyona patlar. Eğer başaramazsak sadece parayı ve olaya karışanları kaybederiz».
Bütün bunları çarşıdan ekmek satın alırcasına rahat ve
soğukkanlı bir şekilde anlattı. Bir seyahat yapıp sahile yalnız J; gideceğini söyledi, «Hareket 1000 kişi ile başarılabilir, en uy­gun zaman da Selâmlık merasimi sırasıdır. Kruvazörler Çanakkaleden gece geçip sabah Yıldızı bombalıyacaklardır».
Ona «mevcut hükümetlerle görüşmelere girişmeyi tercih ettiğimi» söyledim, bu hususta akla bir çok ihtimaller gelmek­teydi, tabii bunları açıklamadım. Böyle bir hareket, hernekadar kendisi sadece havaya ateş edileceğini söylüyorsa da, kat­liam ve yağma ile sonuçlanabilir, o takdirde Siyonizm hare­keti bir süre de olsa itibarını kaybeder, Türkiyedeki Yahudiler katliama uğrayabilirler ve nihayet «müteşebbisler» sonra verdikleri sözde durmayabilirler.
Ali Nuri Beyle alâkayı kesmeyeceğim, kendisi belki ileri­de kullanılabilir. Müstakbel iktidar ile bir bağ kurmuş da ola­bilirim.
28Mart
Bizim soyguncu Crespi buradaydı, yine benim hesabıma çalışmak istediğini söyledi.
5 Mart
Dün Ali Nuri Bey tekrar beni görmeye geldi, yine Boğaz­içi plânları. Fakat adam tam maceraperest, bugünkü elbiseleri giyinmiş bir viking.. Çanakkaleden nasıl geçileceği, telgraf hat­larının nasıl kesileceği v.s. hep plânlanmış durumda..
Mısır Hidiv’i hakkında söyledikleri enteresan: Sultan ol­mak ihtirası içinde, bundan başka araplar arasında hilâfete Peygamber Muhammed soyundan birisini geçirme hareketi mevcut, Hilâfet Yavuz Sultan Selim tarafından haksızlıkla gaspedilmişmiş.. Bu hareketi başlatan da Hidiv imiş.
7 Mart
Ali Nuri Bey hakkında İsveçli albay Melander nezdinde soruşturma yaptım, tanımıyor yalnız eski admın Nordling ol­duğunu biliyor.
12 Mart
Crespinin mektubuna derhal cevap :
«Yakında İstanbul’a bir temsilci göndereceğim. Bu gizli mü­messil orada birkaç gün kalacaktır, kendisiyle temas edersi­niz».
22 Mart
Levontin ve Kahn’ı bugün İstanbul’a gönderdim.
Eğer oradan boş ellerle dönerlerse, Giyom Tell’in ikinci okunu atacağım : Ali Nuri Bey.
30 Mart
Albay Goldsmith’i Türkiye işinde kullanmayı düşünmüş­tüm, iki gün önce onun Paris’te öldüğünü haber aldım. Kayıp gerçekten.
10 Nisan
Kimseyle müşavere etmedim ama uzun uzun düşündük­ten sonra Ali Nuri’nin teklifini reddetmeye karar verdim. Kahn
Türkiyeden eli boş dönse dahi buna girişmeyeceğim. Türkiyedeki Yahudilerin katliama uğramalarını göze almaya lüzum yok.
Ali Nuri Beyden başka türlü faydalanamaz mıyım diye dü­şünüyorum.
*
*          *
O günlerde bir kalp krizi geçiren Dr. Herzl’e doktorlar tam istirahat tavsiye ederler. O mutad faaliyetine devam eder ve bu faaliyet 3 Temmuz 1904 yılında kalp sektesinden öldüğün­de sona erer.

2 Temmuz 1904’te Dr. Theodor Herzl’in ölümü üzerine Po­litik Siyonizm hareketi büyük ve ciddî sarsıntı geçirdi. Çünkü o yedi senelik başkanlığı sırasında tam selâhiyetle çalışmış ve teşkilâtı kendi şahsı ile kaim hale sokmuştu. Hatıralarında gö­rüldüğü gibi, onun pek yakın mesai arkadaşı olan David Wolffsohn 1905 Basel kongresinde liderliğe geçirildi.
David Wolffsohn kelimenin tam anlamı ile tüccar ve mali­yeci idi. T.Herzl’in açtığı yoldan yürümeye çalıştı, fakat onun yerini hiçbir zaman alamadı.
Kongrelerde Rusya Yahudileri liderlerinden Ussişkin ile Hayim Weizmann’ın sert muhalefetleri ile karşılaşıyordu. Se­lefinin İstanbul’da başlayıp sonuç alamadığı temaslara Wolffsohn devam etti. Talepler ile bunlara verilen cevaplar hemen hemen ayni idi. Diğer taraftan İngiltere hükümetinin telkini ile ortaya atılan ve Yahudilerin Afrika’da bugünkü Kenya’da bir koloni kurmalarını istihdaf eden teklifi Politik Siyonistler destekleyince teşkilâtta huzursuzluk ve direnme arttı. «Uganda Projesi» diye Siyonist çevrelerde adlandırılan bu teklif yüzün­den bölünmeler meydana geldi.
Dr. Herzl’in halefine muhalefet edenlerin başlıcaları Menahem Mendel Ussişkin, Hayim Weizmann ve Otto Warburg Siyonist Kongrelerinde yeni bir cephe teşkil ettiler ve böylece Sentezci Siyonizm diye tanınan yeni cereyan ortaya çıkmış oldu.
Bu üç siyonist liderin hayatları incelenecek olursa, hare­ketlerinin anlamı daha iyi anlaşılacaktır.
Menahem Mendel Ussişkin (1863-1941) Moskova Teknik Üniversitesinden mezundur. Özel olarak kadîm İbranî dilini öğrenmiş, Ahdi Atîk ve Talmud tahsili yapmıştır. 1885 yılında Aşer Ginzberg’in kurduğu «Biney Moşe» (= Musa Oğulları) adlı gizli cemiyete girmiştir. Bu cemiyetin gayesi Yahudileri Filistine yerleştirmekti.
Hayim Weizmann 1874 yılında Polonya’da doğmuş fakat tahsilini Rusya’da Kimya fakültesinde yapmıştır. O da kuvvet­li bir din, dil ve Talmud öğrenimi görmüştür. Yahudiler ara­sında kadîm ibraniceyi diriltip yaşatma diye tarif edebilece­ğimiz «Haskala» hareketinin tesirinde yetişmiştir.
Otto Warburg gençliğinden itibaren Yahudileri Filistine yerleştirme cemiyetlerinde çalışmış kuvvetli bir teşkilâtçıdır.
Her üç lider de T.Herzl’in Filistin konusunda gittiği yol­dan ayrılmışlar, «Uganda Projesine» kesin cephe almışlar ve «Sentezci Siyonizm» fikrini ortaya atmışlardır.
Onlara göre Filistin’de kanun himayesi altında kolonileşme veya muhtariyet elde etmeye çalışmak Türkiye’nin açık tutu­mu karşısında imkânsızdır, öyleyse Herzl’in plânı üzerinde ısrar etmek beyhudedir. Herzl ve halefinin tutumu sonunda Fi­listin elde edilemediği gibi Rothschild’ler gibi büyük Yahudi zenginleri hareketin dışında bırakılmışlardır.
Bütün Yahudilerin desteğine mazhar olacak bir yol tutul­malı, senteze gidilmelidir.
Bunun sonucu olarak Filistin’de «Poaley Siyon» (Siyon İşçileri) adlı bir teşkilât kurarak bilhassa 1905 ihtilâlinden sonra Rusya’dan kaçmak isteyen Yahudilerin Filistine girme­lerini organize etmişlerdir.
1907 Hague Siyonist kongresinde verilen karar mucibince Yafa’da «Filistin Arazi Şirketi» kurulmuş ve toprak satın alın­ması işine hız verilmiştir. Arthur Rupin’in başkanlığında ku­rulan özel bir Filistin Bürosu çalışmaları kolaylaştırmak ve or­ganize etmek için faaliyete geçirilmiştir. 1908 meşrutiyet hare­ketinin akabinde İstanbul’’da ileri gelen Rus siyonistlerinden Victor Jacobson’un başkanlığında bir siyasî büro açılmıştır.
Sentezci Siyonizm hareketi siyonistler arasında derhal ta­raftar bulmamış, 1910 ve 1911 kongrelerinde Wolffsohn başkan­lığı muhafaza etmiş, fakat Otto Warburg başta olmak üzere bütün muhalifler icra komitesi üyeliklerine seçilmişlerdir. Böylece başkan ve üyeler birbirlerine düşmüşler, icra komitesi teşkilâtın merkezinin Berlin’de olmasına karar verirlerken, başkan kararı tanımayıp Viyana’da kalmış, «Jewish Colonial Trust» ve «Jewish National Fund»un idaresine elkoymuş, mas­rafları ödememiş ve teşkilât meflüç hale gelmiştir.
1913 kongresi sonsuz münakaşalarla geçmiş, meseleye bir hal şekli bulunmadan Birinci Dünya Savaşı çıkmıştır.
Siyonizm hareketi Dr. T.Herzl’in ölümü ile girdiği karı­şıklık ve parçalanmadan Weizmann sayesinde kurtuldu.
İsrail Devleti 1948 yılında kurulana kadar Siyonist Teş­kilâtın başkanlığını ve dünya Yahudiierinin liderliğini yapan Weizmann ittifakla Cumhurbaşkanlığına seçildi.
Aslen Polonyalı olmakla beraber tahsilini Rusya’da yapan ve Siyonizmin Rusya Yahudileri arasında teşkilâtlanması hu­susunda Ussişkin ile birlikte çalışan Wizmann 1900 yılında yani Londra Siyonist Kongresinden itibaren T.Herzl’in görüşlerine cephe almıştı. Ona göre «sadece politik siyonizme sarılmak kâ­fi değildir, kültürel faaliyetler geliştirilmeli, idealist bir Yahudi milleti yetiştirilmeli ve propoganda çalışmaları dünya ça­pında geliştirilmeli idi. Herzl’in «Aristokrat Cumhuriyet» gö­rüşünü de kabul etmiyordu, ona göre cumhuriyet demokratik olmalı idi.
1907 Yılında Ussişkinle beraber görüşlerini bir program haline getirmişler, uzun iç mücadelelerde Birinci Dünya Savaşı günlerine kadar sonuç alamamışlardı.
1907-1911 Yılları arasında Weizmann’ın çalıştığı konular­dan birisi de Filistin’de açılacak üniversiteler idi. Orada İbrani dilinde tedrisat yapacak tam teşekküllü bir İbrani Üniversitesi müstakbel Yahudi devlet ve milletinin temelini teşkil edecek; Hayfa’da kurulacak bir «Tekniyon» (Teknik Üniversite) de müstakbel teknik eleman ihtiyacını derhal temine vesile ola­caktı.
Kendisi daha kolay ve rahat çalışabileceği gerekçesiyle İn­giltere’ye hicret etti, Manchester Üniversitesine Kimya Pro­fesörü olarak tayin edildi.
O günlerde Siyonist Teşkilâtın merkezi Berlin’den Kopen­hag’a nakledildi, İstanbul’daki temsilci Jacobson başına geçti. Amerikadaki kol Brandeis ve S.Levin’in idaresinde idi. Londra, teşkilâtın beyni mesabesindeydi ve Weizmann tarafından ida­re ediliyordu. Başkan olarak teşkilâtın Osmanlı İmparatorluğu ve müttefikleri aleyhinde çalışması ve bilhassa Filistin’i Türklerden alıp İngiltere tarafından işgal edilmesi hususlarını te­min etti.
Filistin’deki İşçi Teşkilâtı başta olarak bütün siyonistler türkler aleyhinde çalışacak, İngiliz devlet adamları elde edi­lecek ve Arzı Mev’ûd ele geçirilecekti.
Birinci safha bilâhare İsrail’in İkinci Cumhurbaşkanı olan Yitshak ben Sivi ile uzun yıllar başbakanlığını ifa eden David ben Gurion’un idaresinde gerçekleştirilecek, ikinci safhada Weizmann ile ünlü lord ve milyarder Rothschild sahneye çıka­caklardı.
Siyonist faaliyetin birinci safhasının gerçekleşmeyişi Su­riye Valisi Cemal Paşanın gayretleri sonucudur. Kudüs’te Zeytindağı üzerinde Türk Ordusu karargâhının yanıbaşında yıkıcı faaliyete göz yumulamazdı. Cemal Paşanın emriyle Ben Sivi ve Ben Gurion başta olmak üzere bütün siyonist elebaşıları tev­kif edilip bazıları İstanbul’a sevkedildi. Çoğu da hudut dışı edildi.
İkinci safha ise İngiltere ve Amerikada tam anlamı ile ger­çekleştirildi.
Amerika başkan seçimlerine gidiyordu. Adaylardan Woodrow Wilson’un en yakın mesai arkadaşları Yahudi idi. Propoganda için yapılan masrafları Henry Morgenthau idare edi­yordu. Cumhurbaşkanlığını kazanınca Millî Savunma Konseyi başkanlığı, Harp Endüstrisi Dairesi reisliği ve Harbiye Nazır­lığı gibi makamlara hep Yahudileri getirdi.
H.Morgenthau savaş sonu sulh müzakerelerinde Amerikan heyeti başkanlığı yaptı, Türkiyeye sefir olarak gidip ermeni meselesinde önemli faaliyetlerde bulundu ve Paris Sulh Kon­feransına Siyonist Teşkilâtın iştirak etmesini temin etti.
Hayim Weizmann ise İngiltere’de ünlü devlet adamı ve dışişleri bakanı Lord A.James Balfour ile 1916 yılından itiba­ren başbakan olan Lloyd George’u tam birer siyonist sempa­tizanı yapmıştı.

Birinci Dünya Savaşı daha devam ederken, Lord Rothschild ve Hay im Weizmann’ın idaresinde harekete geçen Siyonist Teşkilâtı, vaktiyle Dr. Herzl’in Sultan Abdülhamid’den alama­dığı «müsaadeyi» temin faaliyetine girişti. Savaş henüz devam ediyor ve Filistin Türkiye’ye dahil bulunuyordu. Çalışmaların semeresi Siyonizm sempatizanı İngiltere Dışişleri Bakanı Lord A.James Balfour’un gayretiyle alındı. 2 Kasım 1917 tarihinde Lord Balfour Dışişleri bakanı sıfatı ile teşkilât başkanı Lord Rothschild’e şöyle yazıyordu :
«Majestelerinin hükümeti Filistin’de Yahudiler için bir va­tan kurulmasını terviç etmektedir. Bu arada Filistin’de bulu­nan gayr-ı Yahudi unsurların medenî ve dînî hakları bakî ka­lacaktır... Bu deklârasyonu Siyonist Federasyonun bilgisine sunarsanız müteşekkir olurum..»
Filistin’de İngilterenin himayesi altında bir Yahudi kolo­nisi kurmayı hedef tutan Siyonist îcra Komitesinin çalışmaları A.B.D. Cumhurbaşkanı W. Wilson tarafından da hararetle des­tekleniyordu. Savaş 1918 yılında sona ermezden önce H. Weizmann Filistin’e gitti ve İngiliz Başkumandanı General Edmond Allenby’nin askerlerinin memleketi işgal etmelerini kolaylaştırmaya uğraştı. Ayni yıl Kudüs’te Skopus Dağı üzerinde, Ge­neral Allenby’nin de hazır bulunduğu bir merasimle Kudüs İbrani Üniversitesi’ni açtı.
1919 Yılı Şubat ayı sonunda Paris’te toplanacak Sulh Konferansına Siyonist Teşkilât da delege gönderecekti. Ancak daha önce Filistin’de durumlarını kuvvetlendirmeleri gereki­yordu. Artık Türkler çekilmişti, İngilizlerle birleşip Türkiyeye karşı çalışan arapları kendi cephelerine kazanmaları zarureti vardı.
H. Weizmann bu gaye ile Hicaz Kralının oğlu Prens Fay­sal ile Amman’da gizli müzakerelere girişti. Filistine gelecek Yahudi muhacirlerinin araplara hiçbir zararı dokunmayacağı­na «ikna» etti. Bilâhare taraflar arasında Londra’da im­zalanan anlaşmada şu maddeler de bulunuyordu :
1— Arap Devleti ve Filistin arasında iyi niyete dayanan samimi bir dostluk tesis edilecek, araplarla Yahudilerin hak­ları ayni dürüstlük ve hassasiyetle korunacaktır.
2— Filistin’in idaresiyle ilgili teşkilât, İngiltere Hükü­metinin 2 Kasım 1917 tarihli (Balfour) deklarasyonunun ışı­ğında kurulacaktır.
3— Yahudilerin Filistine büyük mikyasta hicretlerinin temini için bütün tedbirler alınacak ve mümkün olan süratle memlekette yerleşmeleri temin edilecektir.
4— Taraflar Sulh Konferansından önce bütün konularda tam anlaşmaya varmış bulunduklarını ilân edeceklerdir.
27 Şubat 1919 da Paris Sulh Konferansına H. Weizmann, Nahum Sokolow, Ussişkin gibi liderler iştirak ettiler. «Millî Yahudi vatanı tâbiri ile Filistinde müstakil bir devlet mi kur­mak istedikleri» şeklindeki bir soruya verdikleri cevap son de­recede politiktir: «Siyonist Teşkilâtı hiçbir zaman muhtar bir idare peşinde değildir. Filistinde herhangi bir idare altında yer­leşmek ve yılda 70-80 000 muhacir sokmak, Yahudi okulları aç­mak, buralarda İbrani dilini öğretmek ve sizler gibi bir millet olmak arzusundadır».
20 Nisan 1920 de Sulh Konferansı Balfour Deklârasyonunu kabul ve tasdik, ayni zamanda Filistin bölgesinin İngiliz Man­dasına gireceğini ilân etti.
İngilteredeki faaliyetlerin bir sonucu olarak 1920 Temmu­zunda Filistin Mandası Yüksek Komiserliğine Herbert Samuel adlı bir Yahudinin tayini temin edildi. Bu tayini protesto et­mek isteyen arapların hareketleri şiddetle, kan dökülerek bas­tırıldı. Arap hareketinin başında Hacı Emin el-Hüseynî vardı. Yakalanıp iki yıl hapse mahkûm edildi ise de memleketten kaçmaya muvaffak oldu.

Yüksek Komiser Herbert Samuel bir taraftan Emin el Hüseynî’yi Kudüs Müftülüğüne tayin ve emrine arazi tahsis ederek Arapları yatıştırırken, Yahudi muhaceretini de hızlanlandırdı, ayda 1000 kişiye çıkardı. 1918 de 47 000 olan Yahudi nüfus 1922 de 80 000 i geçti. O sıralarda İngiltere kabinesinde meydana gelen değişiklikle birlikte Filistin ve Yahudiler hakkmdaki resmî görüş zahiren değişti. 1 Temmuz 1922 de bir be­yanname ile Filistin’in İmparatorluk camiası içinde bir Man­da olduğu, orada muhtar veya başka bir şekilde bir Yahudi devleti kurulmasının veya bölgenin Yahudileştirilmesinin ka­bul edilmeyeceği ilân edildi. Fakat Yahudi muhacereti artarak devam etti. Bu beyannamenin sadece Arapları tatmin için ol­duğu ortaya çıktı.
Polonya’nın kitle halinde hudut dışı ettiği Yahudilerin 40 binlik iki gurup halinde Filistin’e gelişi «Keren Hayesod» adlı teşkilâtın sarsılmasına sebep oldu. İşsizlik sonucu sefalet baş­ladı. Weizmann ve arkadaşlarının şiddetle tenkid edildikleri günlerde amerikalı zengin Yahudiler muazzam yardımlara baş­ladılar. Ziraat ve bilhassa narenciye konuları geliştirildi.
1935 Yılında Yahudi nüfus 400 000 e, 1942 de 550 000 e ulaş­tı. En büyük Yahudi şehri Tel-Aviv’in yanında kurucusu zen­ginlerin adlarını taşıyan şehirler teşekkül etti.
Bölgedeki yarım milyonu aşan Yahudi nüfusun maddî re­fahı temin edildikten sonra gayrı resmî olarak ordu teş­kili faaliyetine girişildi. Daha sonra Genelkurmay Başkanı ola­rak arap kuvvetlerine karşı savaşı idare eden Moşe Dayan’ın birkaç yıl önce yayınlanan hatıralarında, bu ordunun kuruluşu sırasındaki maceralar anlatılmaktadır.
1947 yılma kadar milliyetçi Arap gurupları ile çıkan mev­zii çatışmalar ile İngiltere hükümetinden muhtariyet temin gayretleri devam etmiş, Siyonist Teşkilâtı o yıl meseleyi NewYork’ta Birleşmiş Milletler Genel Kuruluna aksettirmiştir. Ge­nel Kurulda cereyan eden müzakerelerden sonra yapılan oyla­mada üyelerin 2/3 çoğunluğu Filistin’in Yahudi yurdu olduğu hususunda karar verince derhal bir hükümet kurulmuş ve aka­binde de meşhur «Filistin Savaşı» başlamıştır.
Üzerinde pek çok söz söylenilen ve dedikodu edilen Filis­tin Savaşı çok enteresan safhalar geçirmiştir. Irak, Suriye, Ür­dün, Suudi Arabistan ve Mısır ordularının hep birden ve üs­tün kuvvetlerle taarruza geçtikleri bölgede bir türlü kat’î ne­tice alınamamıştır. 1948 yılı baharında arap orduları Tel-Aviv civarında birbirlerine kavuşup sonuca ulaşacakları sırada, kuv­vetlerin hiç sebep yokken hep birden ricata başlamalarını bazı çevreler o zamanki Mısır Kralı Faruk, Irak Kral Naibi Abdülillah ve Ürdün Kralı Abdullah’ın Siyonist Teşkilât tarafın­dan «satın alınmış olmalarına» bağlamışlardır.
Karşılık mikdarı yazılmadan imzalanarak gönderilen çek­ler üzerine adı geçen hükümdarlar tarafından ric’at emri veril­diği söylenir. Fakat henüz çok yakında cereyan etmiş olayların içyüzü tabiidir ki pek çok yıllar sonra ortaya çıkacaktır. Nite­kim Dr. Theodor Herzl öldükten sonra hatıraları kısmen ya­yınlanmış, Birinci Dünya Savaşı sonunda dahi tamamı dünya efkârı umumiyesine sunulmamıştı. Hatıralarda adı geçen kim­selerin hayatta bulunmaları, milletlerarası münasebetlerde skandal yaratacak hususların olması bunun sebebi idi. Filistin’­de araplarla Yahudiler arasında cereyan eden olayların da tam aydınlığa kavuşması ancak yıllar sonra mümkün olacaktır.
Kaynak: SİYONİZM VETÜRKİYE, Hazırlayan Doç. Dr. Yaşar KUTLUAY, A. Ü. İlâhiyat Fakültesi, SELÇUK YAYINLARI, 1967-KONYA


[1] Miladî birinci yüzyılda bir Romalı kölenin hikâyesidir. Arslanlara atılan Androclus’a arslan birşey yapmaz, arenada canını bağışlar, köle de sonra Afrikada bir devlet kurup başma geçer.
[2] Fransızca cereyan eden konuşmada Dr. Herzl’in hırsızlık diye çevir­diğimiz sözü yerine kullandığı kelime «Voler» dir ve iki mânaya gelmektedir: Hırsızlık ve Uçmak. Bu ikili anlamdan faydalanmaktadır.
[3] Ahmed Rıza Bey Avrupaya giderek «Meşveret» gazetesini çıkaran öntürklerdendir. Bu gazete ile hükümet ve Abdülhamit aleyhinde faaliyetler­de bulunmaktaydı. Orada siyasi bir komite kurmuş, sonra makedonyadaki bir teşkilâtla birleşerek Ittihad ve Terakki’yi kurmuştu. 1908’den sonra mebus bi­lâhare ayan reisi olmuştu. 1930’da ölmüştür.
[4] Yukarıda bir kere daha adından bahsedilen bu zatın Deli Fuad Paşa diye tanınan paşa olması muhtemeldir. Sonraları Abdülhamid’e suikast terti­binden idama mahkûm olmuş fakat cezası Şam’a sürgüne çevrilmiştir. TürkRus ve Yunan savaşlarında gösterdiği kahramanlıklar sebebiyle müşirliğe yük­selmiştir. Meşrutiyetten sonra tekrar görev almış ve Balkan savaşında İstanbul’’u müdafaa etmiştir. Ayan Meclisi üyeliğinde bulunmuştur. 1931 de ölmüştür.
[5] «Kudüs İbrani Üniversitesi» projesi tabiidir ki Sultan Abdülhamid tarafından reddedilmiş, hatta nazar-ı itibara bile alınmamıştır. Ancak Filistin Birinci Dünya Savaşı sonunda işgal edilip burada İngiliz Manda İdaresi ku­rulduğu zaman Dr. Herzl’in kurduğu teşkilât yeniden faaliyete geçmiş ve 1925 yılında bu üniversitenin «Skopus Dağında kurulması tahakkuk etmiştir. Ku­rulduğu günden beri İbrani dili ile tedrisata başlayan bu üniversite denilebi­lir ki bugünkü İsrail Devletinin temelini teşkil etmiştir. 2000 senedir kullanıl­madığı için ölü diller arasına karışan ibranice canlandırılmış, en İlmî metodlarla geliştirilmiş ve bir ilim dili hüviyeti kazandırılmıştır. İsrail’in devlet ida­resi ve hâriciyesinde vazife alanların hemen hepsi bu üniversitenin yetiştirdiği elemanlardır.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar