SİYONİZM VE TÜRKİYE -4-
15 Mayıs, İstanbul’
Beş yıl sonra İstanbul’da ve ayni oteldeyim. Hatta Newlinsky ile vaktiyle
kaldığım ayni odadayım. Değişmiş bir adam olarak pencereden hiç değişmemiş olan
Halic’e bakıyorum. Güzellik beni pek ilgilendirmez, benim için dünya
görünüşten ziyade irade’dir.
*
* *
Dr. Wellisch aslında macar Yahudisi ama Türk devletinin hizmetine girmiş,
bizim için gerçekten faydalı bir insan. Tam bizim muvasalâtımızda geldi ve
kendisini tamamen bizim işlerimize vakfetti.
Sonra bizim «makas-bileycisi» Crespi geldi, bunu artık defedeceğim, ama
arkadaşça ve güleryüzle karşıladım ve yarın uğramasını söyledim.
İkinci gün (dün sabah) Vambery’nin bir telgrafı ile geldi: «Herşey
yolunda». Onun fikirlerini öğrenmek istedim. Ben ondan daha çok şey biliyorum.
Sonra açıldı ve bana rüşvet verilecek kimselerin bir listesini verdi.
Tabiatiyle bu listeyi şüpheli kabul ediyorum. Fakat bunlara Wolffsohn’un ödeme
yapmasını sağlayacak ve bu müessir kişileri elde edeceğim.
Sabah saat 10.30 da Wellisch’le bir arabaya binip Yıldız Sarayına gittik.
Vaktiyle Newlinsky ile geçtiğimiz yollardan geçtik, yine muhafızlar, askerler,
kapıcılar...
Tahsin Beyin dairesine gidip güzel manzaralı bir salonda bekledik. Tahsin
Beye kartımızı gönderdik, az sonra gelen bir görevli Tahsin Beyin çok meşgul
olduğunu bildirdi.
Wellisch ona bir tezkere yazarak bende Vambery’nin bir mektubu olduğunu
bildirdi. Bunun üzerine gelen başka bir görevli benim mesleğimi sordu :
«Yazar, edebiyatçı» dedim.
«Neue Freie Presse’in müdürü mü?»
Wellisch’e bir gazetenin temsilcisi olarak değil sadece bir yazar olarak
takdim edilmek istediğimi söyledim.
Birkaç dakika sonra tekrar gelen görevli Tahsin Beyin yanma götürdü.
Kara sakallı, gözleri sanki yarı yarıya kapalı ufak tefek bir 'adam. Biz
girince ayağa kalktı, elini uzattı, yazı masasının karşısında yer gösterdi ve
türkçe bazı nezaket cümleleri ile hoşgeldiniz dedi. Wellisch bunları bana
tercüme etti, ben de ayni soğuk nezaket cümleleri ile teşekkür ettim.
Gösterdiği hüsnü kabulden memnun olduğumu, bu güzel şehre ilk defa gelmediğimi,
1898 yılında burada Alman Kayzer’i tarafmdan kabul edildiğimi ve Sultanın sadık
bir dostu olduğumu söyledim. Sonra onun bir suali üzerine burada 3-4 gün
kalacağımızı bildirdik ve ayrıldık.
Dünkü bu olaylardan sonra şimdi bekleme durumundayım.
14 Mayıs, İstanbul’
Dün Wellisch Yıldız’a gidip bizim işlerin iyi gittiği haberi ile döndü.
Kendisine de bana verilen nişan verilecekmiş, bunu tebliğ etmişler. Ona
kendimin nişanını gösterdim. Ziyaret sırasında nasıl giyinmem gerektiğini
sordum. Bugün bu hususta bir karar verecek. Tahsin Bey Cuma selâmlığına davet
etti. Ondan sonra Sultanı görüp göremiyeceğimi öğreneceğim. Görünüşe göre
Sultan beni debdebeli saltanatlı bir şekilde kabul etmek arzusunda. *
* *
Öğleden sonra Kapalıçarşı ve Ayasofya’ya gittik. Akşam da yalnız Taksim
Bahçesine gittim, oradan Boğaz çok şahane görünüyor. Bu sıralarda hayat görüşüm
değişiyor «Dünya bir rüyadır»dan geçip «Dünya bir mücadeledir»e geliyorum.
Öğle vakti Oskar Marmorek’i Crespi’ye gönderdim ve Nuri ile Crespi’nin
evinde bir buluşma tertip etmesini söyledim. Nuri buna imkân bulunmadığını zira
kendisinin daimî göz altında tutulduğunu bildirdi.
Akşam Anadolu Han’ına gittim, sadık arkadaşım Wolffsohn hala hasta idi.
Ayrılırken beni merak ediyordu. Şaka ettim : Eğer sabah geri dönmeyecek olursam
beni Crespi’nin ininde ararsınız.
Crespi beni Anadolu Hanı’n pasajında bekliyordu. Önünden geçerken
kendisiyle evinde konuşmak istediğimi söyledim. Peşimden geldi. Eski, harap evi
Anadolu Hanın arkasındaki bölgede idi, döşemesi de hayli pejmürdeydi. Çalışma
odasına Viyanamn aristokrat havasmı vermişti. Duvarları gazete başlıkları ile
süslenmişti.
Konuşmasına mahçup başlıyor sonunda yüzsüzlüğe varıyor, beş franktan
milyon altına geçiyordu. Daha önce bana söylenen kötü şeyler konusunda ürkek
konuşuyordu.
Sanki hiçbirşey bilmiyormuşum gibi davranıyordum. Vambery bana bu gurubun
hiçbirşey yapamıyacağı gibi herşeyi yapacağım da söylemişti. Şimdi bununla
alâkayı kesebilirdim, ama istikbalde bunları yine kullanabilirim, onun için o
yola gitmeyeceğim. Bana Dirsztay’dan aldığı bir mektubu gösterdi, eğer randevu
gerçekleşirse Crespi’nin benden her ay 1500 frank alacağını bildiriyordu.
«Evet» dedim, «Eğer ben bütün plânı Sultana sunarsam ve o da bunu tetkik etmek
üzere bir komite kurarsa».
Fakat şimdi alâkayı bütün bütün kesmek de doğru olmazdı, Kongre
toplanmazdan önce bana bir oyun oynayabilirdi. Onun için kendisine şimdilik
ayda 1000 frank vereceğime söz verdim. İleride Komitenin kararı ile bu 1500
olacaktı.
Bu arada Nuri’nin tıpkı Viyanada verdiği makbuza benzer bir makbuzu aldığı
paralar karşılığında vermesi şartını ortaya attım. Tahsin Beyin «Üçtebir»ini
bu arada zikretmedim, onun üzerinde de düşünmek lâzım. İzzet Bey kanadına mensup
Nuri gurubunu elde tutmak 10 000 frankla mümkün olabilecek, yoksa bana karşı
kullanılabilirler. Bu artan masrafları arkadaşlarıma haber vermeliyim.
Crespi bu arada galiba ilk defa doğru bir lâf etti, Sultan tarafından kabul
edilmemden önce hiçbir şey yapmaya muktedir olmadığını söyledi. Nuri Bey de
bana verilmesi söz verilen Nişan’ın daha büyük derecesinin verilmesini dahi
temin edecek durumda değildir. Ama ben verilecek İkinci Sınıf Mecidiye
nişanını kendim reddedemez miyim?
Bu sabah Wellisch’e Tahsine gidip, benim nişan meraklısı olmadığımı, beş
sene önce ben istemediğim halde Üçüncü Sınıf nişanı evime kadar
gönderdiklerini, nezaketen onu reddetmediğimi, şimdi ille bir nişan vermek
istiyorlarsa ancak birinci sınıfını kabul edebileceğimi söylemesini istedim.
15 Mayıs, İstanbul’
Bugün yine boşuna bekleme ile geçti. Her an Sultanla konuşmanın ne
şekiller alabileceğini düşünüyorum. Günün olayları :
Akşam Taksim Bahçesine gittim. Orada Nuri Bey bir avrupalı ile oturuyordu,
ben varınca mendilini çıkarıp sakalını silip yüzüne tuttu, ben de bunun üzerine
kendisini görmemiş gibi davrandım. Wolffsohn ve Marmorek’e çıkarken bakıp onu
tanımalarını ve bizim rüşvetlerin nereye gittiğini bilmelerini söyledim.
19 Mayıs, İstanbul’
Bugün belki büyük bir gün olacak, belki çok küçük bir gün veya hiç. Hala
kabul edilmedim.
Eğer kabul edilmezsem Vambery’ye bir telgraf çekeceğim, öyle bir telgraf ki
buradakiler de okuyup anlayabilsinler.
Sabahleyin Neue Freie Presse’ye göndereceğim «Şavuot Hikâyesi»ni düşündüm :
Güneş, bir diplomatın son aşkı, Tarabya’da ifade edilmiş bir aşk, ayaklarının
dibinde Boğaziçinin suları... v.s.
Sonra Sultan Abdülhamid’i düşündüm, belki o tam tahayyül ettiğim gibi bir
«Patron»dur.
Aynanın karşısında sanki huzurda imiş gibi konuşuyordum : «Majesteleri
bendelerinin açıkça, samimiyetle ve ciddi konuşmalarına müsaade ederler mi?»
«Ben küçük hizmetler için değil büyük işler için geldim».
«Bir gazete makalesine 50 ilâ 500 Lui Altını verilir, ben ise satmam,
kendim veririm».
«Androclus ve Arslan hikâyesi v.s.».
Bunların ne kadarını gerçekleştirebileceğim?
19 Mayıs, İstanbul’
Herşeye kavuştum.
Dün hiçbirşey yazmaya fırsat bulamadım, zira sabahtan Saraya çağırıldım ve
akşam geç vakte kadar heyecanla bekledim. Sultanla yaptığım bu ilk konuşmayı
hemen yazamadığım için de tazeliğini kaybetti.
Cuma sabahı saat 10 da dikkatle tuvalet yapıp, frağımı giyip Mecidiye
nişanımı takıp Wellisch ile birlikte arabaya binip
Yıldız Sarayına gittik. Hava oldukça ılık olmasına rağmen paltomu
çıkarmadım ve içeriye toz dolmaması için pencereleri sıkı sıkı kapadım.
Selâmlıkta bulunacak olan birlikler yürüyorlar, atlılar, görevliler vazife
başında bulunuyordular.
Selâmlık sırasında fevkalâde emniyet tedbirleri almıyor ve o bölgeden kuş
uçurulmuyor, ama bütün kapılar sanki sihirli imiş gibi önümde açılıyordu.
Derhal içeri alınıp Birinci Kâtip Tahsin Beye götürüldük, yanında Fuat Paşa
vardı. Tahsin Bey pek memnun görünüyordu, beni Fuat Paşa’ya takdim etti. Ondan
sonra Merasim Nazırı İbrahim Bey tarafından çağırıldım. Kır sakallı, yuvarlak
omuzlu bir adam bu İbrahim Bey. Orada da muhteşem bir şekilde karşılandık,
sonra beş yıl önce Newlinsky ile birlikte bulunduğumuz yabancılara mahsus seyr
mahalline alındık. Bu defa eskisi kadar kalabalık yoktu Cuma selâmlığında.
Saat bire kadar orada dikilmekten de pek hoşlanmadım doğrusu.
Sanki gölge bir yerde oturma arzum anlaşılmış gibi, bir yaver gelerek
Sefirlere mahsus kabul odasında oturmak ister miyim diye sordu. Orada
diplomatik erkân da bulunuyordu. Bunlar yakın mesafeden uzakta olduğundan daha
aptal görünen kimselerdir. Kadınları bile pencereden, uzaktan zarif görünürler,
ama yakından bakınca böyle değildirler. Diplomatların tâbiri ile güzel
«Osmanlı Operası» selâmlık merasimi çabuk geçti. Her cuma ayni şey. Birlikler
yürümeye başladı, saray mensupları, prensler, hanımlar, paşalar... herkes
yürüyüp geçti. Sonra müezzin minareden öğle ezanını okudu, padişah arabası
ile gelip girdi. Bundan sonraki yarım saat oturup çirkin diplomatları
seyretmekle geçti. Sonra Majestenin mabeyncisi misafirlere hoşgeldiniz dedi,
bana Birinci kâtip Tahsin Bey tarafından kabul edilmek üzere beklendiğim
söylendi. Bu sırada elinde bir kutu ve yanında limandaki Rus filosunun amirali
ile göründü. Amirale nişan takılacaktı. Amiral biraz kızararak büyük bir
iftiharla nişanı ve tebrikleri kabul etti. Ben bir köşede olanları
seyrediyordum. İbrahim Bey bana doğru gelerek, Sultanın İkinci Sınıf Mecidiye
nişanının bana verilmesini emrettiğini söyledi. Son derece nazik cümlelerle
teşekkür ederek, beş yıl önce bu nişanın Üçüncü Sınıfının bana tevcih edilmiş
olduğunu, nezaketen o zaman reddetmemiş olduğumu, eğer Birinci Sınıfı tevcih
edilirse kabul edebileceğimi arzettim. İbrahim Bey de son derece nazik
cümlelerle durumu Sultana arzedeceğini söyledi.
Nihayet herkes odadan çıktı ve ben yalnız kaldım. Bir müddet sonra hizmetkârlar
geldiler ve çakıl yollardan yürüyerek başka bir köşke geçtik, orada önce
İbrahim Bey tarafından kabul edildim. Beşuş bir çehre ile Majestenin bana Mecidiye
Nişanının Büyük Kordonunun tevcihine emir buyurduklarını haber verdi. Birkaç
dakika sonra başka bir odaya alındım, buradan girilince kabul odası geliyordu.
«Sultan» tam resimlerinde gördüğüm şekilde önümde duruyordu; Biraz kısa,
zayıf, büyük kemerli burunlu, düzgün sakallı, titrek sesli. Üzerinde selâmlık
merasiminde giydiği Büyük Üniforma vardı, nişanlarını takmıştı, ellerinde
eldiven vardı. Bana elini uzattı ve oturduk. Az sonra sandalyeme iyice yerleşip
rahat bir şekilde oturdum. O bir divana oturmuş, kılıcını iki ayağı arasına
almıştı, İbrahim ayakta dikiliyordu. Sanki onun veya benim ağzımdan çıkacak
kelimeleri kapacakmış gibi duruyordu.
Sultan İbrahime hitaben konuşurken kendisini dikkatle tetkik ettim, ayni
şeyi ben fransızca konuşurken o yaptı.
Söze selâmla başladı, ben de öyle yaptım. Neue Freie Presse gazetesini
daima okuduğunu söyledi. Bir kelime almanca bilmediği halde nasıl okuduğunu
merak ettim. Transval, Çin v.s. hususunda bu gazete vasıtasiyle bilgi aldığını
söyledi. Ben de verilen nişana teşekkürlerimi ifade ettim. Sonra bizim
memleketler arasındaki (yani Türkiye ve Avusturya) dostane münasebetlere işaret
etti. İmparator Franz Josef’in iyi olup olmadığını sordu, daha bunun gibi
şeyler.
Ben bu konular üzerinde durmadım ve İbrahim Bey vasıtası ile kendilerine
Yahudilere karşı davranışları dolayısiyle medyunu şükran bulunduğumu söyledim.
Bütün dünyadaki Yahudiler bu sebeple kendisine minnettar bulunuyordular. Bilhassa
kendisine büyük hizmetlerde bulunabileceğimi, küçük hizmetleri herkesin
görebileceğini anlattım. Bugünkü konuşmamız hakkında bir tek satır dahi
yazmamış olduğum hususu üzerinde tekiden durdum. Benimle tamamen gizli kalacak
şekilde konuşabileceğini söyledim. Bana teşekkür etti, gümüş bir kutudan iki
sigara aldı, birini bana verdi, diğerini kendisi aldı, İbrahim Beyin sigara
içmesine müsaade edilmiyordu, o önce Sultanın sonra benim sigaralarımızı yaktı.
Sonra Sultan şöyle dedi:
«Ben öteden beri Yahudilere dostluk gösterdim. Gerçekten sadece
müslümanlara ve Yahudilere itimat ederim. Diğer tebaamla ayni şekilde hiçbir
zaman samimi olmamışımdır».
Bunun üzerine ben Avrupa memleketlerinde Yahudilerin uğradıkları
haksızlıkları ve zulümleri anlattım. İmparatorluğunu Yahudi mültecilere daima
kapısı açık bir melce olarak tuttuğunu söyledi.
Şöyle dedim :
«Profesör Arminus Vambery bendenizi majestelerinin kabul edeceklerini
haber verdiği zaman Androclus ve Aslan adlı eski hikâyeyi düşündüm [[1]]. Majesteleri arslan ve bendeleri de belki köle Androclus, ve belki de
kurtulacak bir taht var».
Bu komplimanı tebessümle karşıladı.
Açık ve teferruatlı şekilde konuşabilir miydim? Evet, buna müsaade ve rica
etti.
«Görüşüme göre hikâyedeki taht sizin devlet borçlarınızdır. Eğer Türkiye
bundan kurtarılırsa inanıyorum ki şimdiki kudretinin ve hayatiyetinin iki
mislini kazanır».
Sultan içini çekti ve iç çekerek tebessüm etti. İbrahim Bey söylediklerini
tercüme etti: Daha saltanatın başlangıcında Majesteleri tahttan
uzaklaştırılmaya boşuna uğraşılmıştır. Bu taht büyük ecdadı tarafından kurulmuş
ve ona intikal etmiştir ve kendisinden uzaklaştırılması imkânsız görünmektedir.
Eğer bu konuda kendisine yardımcı olursam iyi olacaktır.
«Evet» dedim «Bunu yapabileceğime inanıyorum, fakat birinci şart herşey in
son derece gizli kalmasıdır».
Haşmetmeâb gözünü yukarı kaldırdı, elini göğsüne koydu ve mırıldandı:
«Gizli, gizli».
Bu ısrarımın sebebini anlattım. Büyük Kuvvetler Türkiyeyi daima tesirleri
altında tutabilmek için onun gittikçe daha zayıf olmasını istemektedirler. Bunu
temin etmek için ne mümkünse yapacaklardır.
Bunu anladı.
Ben konuşmama bilhassa bu hususu başa alarak devam ettim. Bu şekildeki
faaliyeti bütün Avrupa borsasım ellerinde bulunduran arkadaşlarımı Haşmetmeâbın
tarafına çekerek önleyebilirim. Maamafih, zamanı geldiğinde bunun karşılığında
bazı ölçüler dahilinde Yahudilere dostluk izhar edilir.
İbrahim Bey Majestelerinin söylediklerini âdeta içer gibi dinledi ve bana
mesut bir yüzle tercüme etti: «Majestelerinin bir saray mücevhercisi vardır,
kendisi Yahudidir. Ona Yahudiler hakkında bazı uygun şeyler söyleyerek basma
intikal ettirmesini söyleyebilirler. Bir de buradaki Yahudilerin Baş Rabbisi
vardır, Hahambaşı. Ona da bazı şeyler söyleyebilirler».
Ben bunu reddettim. Arkadaşım Dr. Marcus, benim adım geçtiği zaman bu
Hahambaşı’nın suratını ekşitip yere tükürdüğünü söylemişti.
«Hayır» dedim «Bu bizim maksadımıza hizmet etmez. Bize faydalı olacağı
anlaşılmadan dünyaya açıklanmamalıdır. Bunu ne zaman yapacağımızı bendeniz
tespit edip sonra Haşmetmeâba arzederim. Ben şimdi dünya Yahudilerinin Türk İmparatorluğu
için fiilen çalışmalarını temin edeceğim. Bu şekildeki bir beyanname de empoze
edici bir karakter taşıyacaktır. Hahambaşı ile konuşulanlar sadece Türkivede
kalacaktır».
Majeste söylediklerimi hep tasvip ediyordu, devam ettim:
Bütün bu memleketin ihtiyacı bizim kavmimizin endüstri meharetidir.
Avrupalılar buraya sırf kendilerini kısa zamanda zengin etmek ve dönmek için
gelmektedirler. Bir müteahhit kazanç sağladığı memlekette yaşayacak, orada
kalacaksa namuslu davranmak zorunda kalacaktır».
Majeste bunları da tasvip etti ve İbrahim Bey bunu neşe ile bana nakletti
ve şöyle dedi:
«Bizim memleketimizde hâla el sürülmemiş hazineler bulunmaktadır. Yalnız
bugün Haşmetmeâb Bağdad’dan bir telgraf aldılar, bunda orada bulunan petrolün
Kafkas petrollerinden daha üstün kalitede olduğu bildirilmektedir». Eğer burada
uzun süre kalabilecek olsaydım Majesteleri Anadolu Demiryolları tarafından
yapılan çalışmaları bir görmemi isterdi. Hattın sağında ve solunda cennet gibi
araziler uzanmaktaydı. Madenler, altın ve gümüş madenleri bulunmaktadır.
Majestelerinin selefleri zamanlarında altın madenleri işlenmiş, külçe ve para
haline getirilmiş ve askerî masraflar böylece karşılanmıştı.
Gerçekten Haşmetmeâbın konuşması sırasında iki elini açarak havada çokluk
işareti yaptığına dikkat etmiştim.
Sonra sürprizli şeyler vaki oldu. Haşmetmeâb İbrahim Bey aracılığı ile
bana, memlekette yeni kaynaklar meydana getirebilecek dirayetli bir maliyeciyi
tavsiye etmemi rica etti. Bundan pek ağır vergi de alınmazdı, meselâ kibrit
vergisi gibi olurdu.
Bu gizli davranma gösterisinden son derece ümide kapıldım. Fakat dedim ki:
«Bu beni büyük mesuliyet altına sokar, çünkü tavsiye edeceğim kimsenin
dürüstlüğü yanında bir de kifayeti mevzubahistir. Bu sebeple araştırma yapmam
ve Majestelerinin tam aradığı adamı bulmam lâzımdır, bunu en kısa zamanda
yapabilirim. Anladığıma göre bu zat son derece gizlilik içinde yalnız malî
mevzularda çalışmalı vardığı neticeleri bana vermeli, ben de ondan aldığım
bilgilere istinat ile ekonomik kalkınmayı gerçekleştirecek bir plân
hazırlamalıyım».
Fakat Sultan başka fikirde idi. Görüşünü kendisini dikkatle dinleyen
İbrahim Beye anlattı o da bana nakletti: «Zat-ı Haşmetpenahileri bu şahsa resmi
bir hüviyet vermenin daha iyi olacağı kanaatinde bulunuyorlar, öyle olursa az
alâka çeker fikrindeler. O kimseyi Maliye Nezaretinde herhangi bir yere tayin
ederler, o da size muntazaman raporlarını verir. Haşmetpenah sonra sizinle
gizli ajanları vasıtası ile temas ederler».
Bu fikrin son derece doğru olduğunu teslim ettim ve mektuplarımın Zat-ı
Haşmetpenahilerinin eline nasıl ulaşabileceğini sordum, zarfın üzerine
koyacağım özel bir mühür veya işaretle mi?
Majeste İbrahim Bey aracılığı ile benim kendi mührümün kâfi olduğunu, benim
tarafımdan mühürlenecek mektupların Tahsin Bey vasıtası ile doğrudan doğruya
kendisine getirileceğini söyledi.
Bundan sonra Haşmetmeâb muallakta duran millî borçların konsolide edilmesi
konusuna geçti. Ben bunun ne demek olduğunu sordum. Majeste bunu bana nakletmek
üzere İbrahim Beye anlattı. Konsolidasyon eskisini kapatmak için verilen yeni
bir borçtur, bir yıl önceki zararı kapatmak için 1,5 milyon lira verilir ve
tamamı düzeltilmiş olur.
Ben omuz silkerek «Ne, bu kadar az mı?» deyince Majeste de müteessif bir
eda ile omuzlarını silkti ve hazin hazin gülümsedi.
Bütün konsolidasyon projesi hakkında bilgi verilmesini rica ettim, büyük
işlerden birisini başarabilmek için bunu halletmenin nasıl mümkün olabileceği
konusunda düşünmek için bu lâzımdı. Konsolide etmek belki iyi belki kötüdür,
herşeyden önce bütün plânı bilmeliyim. Majeste benim bu arzumun yerine
getirileceğini söyledi. Birisi lüzumlu bütün malûmatı bana verecekti.
Sonra konuşmamıza devam ettik. Onun alâkasını çeken her konuda
konuşuyorduk. Bu benim de ilgimi çekiyordu. Kaba hatları ile istikbal hakkında
bir program çizdim, bunların hepsi bu muhteşem şehir ve İmparatorlukta
gerçekleştirilebilir hususlardı. Birer nişan vermek vesilesiyle arkadaşlarım
Wolffsohn ve Marmorek bu işlerde kullanılabilirdi. Yeni gelir kaynakları
düşünülebilir, meselâ bir elektrik enerjisi monopolü kurulabilirdi.
Majesteleri, İbrahim Bey vasıtasiyle, sarayında bir elektrik tesisatı
olduğunu, kendilerinin ışıktan hoşlandıklarını ve diğerlerinden ziyade bu
konunun ele alınmasının iyi olacağı kanaatinde olduklarını bildirdi.
Ben şehirde yapılması mümkün gelişmeleri anlattım. Meselâ altından en
büyük gemilerin bile geçebilecekleri (Marmorek’in fikri idi) bir köprünün
Haliç’in ağzına yapılmasını ileri sürdüm.
Majesteleri benim bu projeler üzerinde zamanla durabileceğimi, önce devlet
borçlarından kurtulma konusuna kendimi hasretmemi İbrahim Beyin aracılığı ile
rica etti.
Yorulduğumu hissettim. Konuşmamız iki saatten fazla zamandır devam
ediyordu. Konuşma tam istediğim yolda cereyan etmişti. Şimdi benden daha fazla
teferruat üzerinde bilgi isteyeceğinden emindim. Bu sebeple konuşmayı
tavsattım. Majeste de söyleyecek başka birşey bulamadı ve ayağa kalkarak bana
elini uzattı. Ben biraz durup konuştuklarımızın anlaştığımız gibi tam bir
gizlilik içinde kalmasını rica ettim. Majeste de tekrar etti: «Gizli, gizli».
Bizim Kongreyi düşünerek, bu arada bir deklarasyonla Yahudilerden
bahsedilmesi arzusunu izhar ettim ve bütün detayları ile konsolidasyon projesi
ve malî durumun bana bildirilmesini istedim. Bu hususların yerine
getirileceğini söz verdi.
Sonra Sultan kapıya doğru birkaç adım attı, İbrahim Bey ve ben eğilerek
geri geri çekildik, Sultanın her dönüşünde eğildik ve çıktı.
Daha Önce yazmayı unuttum, konuşmamız arasında Sultan kendisinin
Yahudilerin dostu olduğunu söylediği sırada yerimden kalkmış ve önünde eğilmiştim.
İbrahim Beyle kendi odasına gittik. Orada bana içinde Büyük Kordon’un
bulunduğu kırmızı kutuyu verdi. Selâmlık sırasında Rus amirali Kriger’e
verilenin aynısı idi. Salondan çıktım, giriş kısmında bahşiş isteyen bir sürü
elin bana uzandığını gördüm. Birkaç altın para saçıp geçtim.
Sultanın Sarayından dışarı çıktığımda beni dışarıda kim bekliyordu? Crespi!
Onu benim yanımda görürse İbrahim Beye karşı çok mahçup duruma düşecektim,
fakat Crespi bir yana itilecek gibi değildi, benimle ta kapıya kadar geldi.
Kapıda bir gurup bahşişçinin hücumuna daha uğradım. Bir gurup arabamın
etrafını çevirmişti, cebimde ne varsa çıkardım ve Crespi’yi Wellisch’i almaya
gönderdim. Arabaya güçlükle bindim ve o sırada Wellisch’in gelmekte olduğunu
gördüm ve ayni anda saraydan çağırıldığımı işittim. Çağıranın İbrahim Bey
olduğunu zannettik, ama İzzet Bey idi ki kendisini beş yıldır görmemiştim.
Kabul köşkünün önündeki fundalıkların yanında dikilmiş birisi ile konuşuyordu.
Geçerken beklediğini belirten bir gülümseme ile bana baktı. Dairesine girdim.
Orada bilmediğim bir kişi vardı yanında da bana Cuma Selâmlığı sırasında
Sefirler odasında oturabileceğimi ve sonra da Birinci Kâtip tarafından
beklendiğimi söyleyen görevli vardı.
Bunların manası ne idi?
Bir süre bekledim. Bütün bu bekleme süresinin en güzel tarafı görünen penbe
ve mavi manzara idi. Nihayet İzzet Bey geldi, gözünde vahşi bir hayvanın
bakışları, dudaklarında bir arkadaşın tebessümü vardı. Bana bir sigara ikram
etti, bir tane de kendisi aldı ve çok eski bir arkadaş gibi davrandı.
Sanki yegâne arzum bu imiş gibi «Sizinle ne zaman konuşabilirim» diye
sordum.
«Niçin şimdi olmasın» cevabını verdi.
Çok yorgun olduğumu söyledim. Sultanla yaptığımız uzun konuşma bütün gücümü
tüketmişti. Yarma kadar bekliyeyim, zaman herşeyi konuşabiliriz dedim.
Sondaja devam etti: «Borçların konsolidesi ile ilgili» dedi, sanki herşeyi
biliyor ve Sultan’ın konuşmasına devam ediyordu.
Yorgun gözlerle pencereden bakmaya başladım. Konuşmadan çok yorgun
çıktığımı, düşünme ve konuşmaya iktidarımın kalmadığını söyledim, nezaketle,
bana yarın için (yani dün) bir randevu vermesini rica ettim. Saat 12 için
anlaştık ve ayrıldım.
Arabada beraberimde gelen Wellisch nişan ve uzun konuşma sebebiyle
heyecanlı ben ise başarılı olduğum zamanlardaki gibi gayet sakindim. Wolffsohn
ve Marmorek otelin penceresinde sabırsızlık ve endişe ile beni bekliyorlardı.
Daha uzaktan, arabadan elimi salladım. Kucaklaştık. Normal zamanlarda bile
heyecanlı olan Marmorek, sabırsızlanıyor, Wolffsohn teferruatı anlatmamı bekliyordu.
Fakat bu seyahat sırasında en aziz arkadaşlarıma bile fazla açılamazdım. Şöyle
dedim :
«Size birşey söylemiyeceğim, bir kelime bile. Dönüşte trene bindiğimiz
zaman bazışeyleri öğrenirsiniz. Bu sizi sır saklama zahmetinden
kurtaracaktır».
İyi arkadaş olduklarından bana hak verdiler.
Crespi göründüğü zaman zor kurtulup yerime gidebildim.
ve suç ortağı Nuri, Vambery’nin vadettiği mükâfatın peşinde idiler. Bana
beraberce Nuri Beye gitmemizi teklif etti, fakat ben yanaşmadım. Şimdi çok
daha dikkatli olmalı ve bir arada görünmemeliyiz, dedim. Yarım saat sonra Nuri
Beye gittim, herşeyi kendisi yapmışçasına mühim adam pozları alıyordu. Onu
hayal içinde bıraktım. Büyük lordların sanatlarından biri de kendilerini
soydurmaktır. Bir hırsız gibi, ki öyledir, sevinsin biraz.
Benim tercümanlığımı yapan Merasim Nazırı İbrahim’in kendi listesinde
bulunup bulunmadığını sordum.
«Hayır, o yok» diye cevaplandırdı Ekselans Nuri, kim olduğunu bilmek
istiyordum. Ona bir güzel araba ile bir çift atı Crespi vasıtasiyle
gönderecektim (ne fikir ya). Bu ve diğer hususlarda bana tavsiyelerinin ne
olduğunu —sanki hepsine inanmışçasına— sordum. Bilhassa İzzet Beye ne mikdar
vermeyi düşündüğünü sordum.
«7000 veya 8000 frank» diye yalan söyledi, gözlüğünün arkasından bakarak
«İzzet benim en yakın arkadaşımdır» dedi.
Fakat kendisine bugün İzzet Beyle görüştüğümü, yarın yine konuşacağımı
söyleyince, bana ciddiyetle dikkatli olmamı ihtar etti.
«Nasıl olur? O sizin en yakın arkadaşınız değil mi?»
«Evet, benim iyi arkadaşımdır, öyledir, ama sen onu kendi mevzuunla ilgili
olarak görmemelisin yoksa Tahsin Beyin düşmanlığını kazanırsın» dedi.
«Peki Tahsin Beye ne kadar vermeyi düşünüyorsun » diye saf saf sordum.
«Takriben ayni miktar» diye yalan söyledi. «Tahsin çok kudretlidir ama İzzetten
sakın. O sıkılmış limon gibidir. Bana inanmalısın çünkü onun arkadaşıyım. Onun
seni dairesine çağırması bir tuzaktır. Bunu bütün saraya yayacaktır. Senin
Sultanla konuşman hakkında kendisine açıklamada bulunduğunu işae edecek ve
herşey mahvolacaktır».
20 Mayıs, İstanbul’
Ayın 18 ve 19 unda geçenleri ancak şimdi yolda yazabiliyorum. 20 i sabahı
tam Sultan’a beni bir daha kabul etmesi hususunda mektup yazmak üzere iken,
İbrahim Beyin saat 10.30 da sarayda bulunmamı isteyen tezkeresi geldi. Wolffsohn
ve Oskar bankaya 40 000 frank almaya gittiler. Wolffsohn otelde benim saraydan
dönüşümü bekleyecek, Oskar da gidip Nuri’ye Wolffsohn’un beni beklemek zorunda
olduğunu bildirecekti. Ancak ben dönünce Nuri gelip 50 000 frankı alabilecekti.
Biraz huzursuzluk hissediyordum. Burası çok çabuk değişmelerin vaki olduğu
bir memleketti. Dün Mecidiye nişanının Büyük Kordonunu alırken bugün belki de
bir kenara atılıverirsiniz.
Bu hava içinde Yıldız’a vardım, İbrahim Bey tarafından kabul edildim, bana
dostça fakat nâfiz nazarlarla bakıyordu.
Dairesinde karşılıklı oturduğumuz zaman teklifsiz bir hava içinde
kendisinin mükemmelen bildiği hususlar hakkında bana sorular sordu. Dün beni
tekrar saraya davet etmek istemişler fajsat bulamamışlardı. Bunun üzerine
benim nerede bulunduğumu dün kabul köşkünden çıktığımda bana refakat eden
centilmenden sormak istemişlerdi, ne idi onun ismi?
Gayet soğukkanlı, «Crepsi» dedim.
«Evet öyle ya Crespi ve ondan sonra da İzzet beyle beraberdiniz».
«Evet efendim, beni çağırttı. Onu beş yıldır görmedim ve temas etmekten de
kaçındım. O benimle Sultan ile konuştuğumuz hususlarda konuşmak istedi, fakat
ben çok yorgun olduğumu söyledim ve ancak Majestelerinin müsaadeleri dahilinde
malûmat arzedebileceğimi ifade ettim».
İbrahim Bey memnun bir şekilde başını salladı. Bu anda
ne tarafa mensuptur bilemem, İzzet Beyden mi Tahsin Beyden mi taraf?
«Kendimi tamamen Majestelerinin emrinde gördüğüm için bugün öğle vakti
buluşmak için verdiğim sözü özür dileyerek iptal ettim ve gelemiyeceğimi
bildirdim».
İbrahim tekrar memnun oldu.
Zaman zaman raporlar geliyor ve o notlar alıyor, tezkereler yazıyordu.
Mühürlerken gösterdiği ihtimamdan bu mektuplardan ikisinin Sultana ait
olduğunu anladım. Diğer dairelerden birkaç dedi kodulu haber geldi. Türk
memurlar çok, ama çok yavaş tonda konuşuyorlardı. Bu benim türkçeyi bilip
bilmediğimden tam emin olmadıklarından ileri geliyordu.
Öğle oldu, İbrahim Bey yemeği beraber yememizi teklif etti. Bir odada
mükellef bir yemek hazırlanmıştı. Bir sürü tabak gelip gidiyordu, her gelen
bir evvelkinden daha yerli şeylerdi.
Yemek sırasında kapı açıldı ve İzzet Bey sanki Sarayın sahibi imişçesine
bir uğursuzluk nişanesi gibi içeri girdi. Derhal oturdu ve yemek yemeğe
başladı. Yemek esnasında başka garip bir olay daha oldu. İbrahim Bey bana mavi
bir zarf verdi. Zarf Zat-ı Haşmetmeâbdan geliyordu.
Heyecanla teşekkür edip açtım. Dostluk hatırası bir kravat iğnesi idi.
Altın sarısı bir mücevher.
Sofrada yalnız ben şarap içiyordum, diğerleri su içiyorlardı. Kadehimi
Majestenin sıhhati için kaldırdım, onlar da ayağa kalkıp su kadehlerini
kaldırdılar.
Yemekten sonra kahvenin üzerine İzzet Bey kendisinin konsolide edilecek
borçlar hakkmdaki plânı bana açıklamakla görevlendirildiğini söyledi.
Bu aşikâr olarak hırsızların bir plânı idi. Bir gurup bu borcu borsaya
intikal ettirmek için 30 milyon liraya ihtiyaç gösteriyordu. Tam saçmalık.
Gayet sakin sonuna kadar dinledim ve bu konu üzerinde düşündükten sonra
fikrimi açıklayacağımı söyledim.
İzzet vahşî hayvan bakışları ile kalkıp gitti, ben de İbrahim Beye
geldiğimi Sultana haber vermesini rica ettim. İbrahim Bey bunun en iyisi İzzet
Bey vasıtası ile yapılması olduğunu söyledi ve o anda anladım ki kendisi
İzzet’in gurubuna mensuptur. İzzet Bey çıkarken bir işaret yapmıştı, daha o zaman
işin menfileştiğini anlamalı idim.
İbrahim Beyin yanında bir müddet daha kaldım, bana Neue Freie Presse’deki
durumumu sordu, ben de üzerine bastıra bastıra, sadece bu gazetenin edebiyat
köşesinin editörlüğünü yaptığımı söyledim. Fakat onlar beni ille umumi editör
görmek eğilimindeydiler. Bunu düzeltmem üzerine müstehzi bir şekilde «Herhalde
bu müessesenin bir idare müdürü vardır?» dedi, ben de «Evet vardır, Mösyö
Bacher’dir» cevabını verdim. Bunu söylediğim sırada benim Büyük Kordon’dan sıkılır
oldum. İbrahimin ifadesi de belirli şekilde kötüleşti.
Daha orada iken Sultan’dan cevap geldi: Çok meşguldü ve beni şimdi
görememekten müteessif idi.
Sarı mücevher sadece günlük sonuçtu.
Daha sonra Nuri yanında adamı Crespi olduğu halde otele geldi. Wolffsohn
makbuz konusunda güçlükler çıkardı. Yazı masası başında Nuri’nin açıkça bir
makbuz vermek istememesi üzerine münakaşa çıktı. Wolffsohn ona kartviziti
üzerine bir makbuz yazmasını teklif ettiğinde hatırı kırılmış bir masum insan
tavrı ile kaldırıp yere attı. Ben araya girerek istediği bir şekilde imza
vermesini söyledim. Sonra hala bozulmuş olarak kalktı ve kalın banknot
destesini almayı reddetti, «Crespi’ye veriniz onu» dedi. Giderken elini gayet
soğuk bir şekilde Wolffsohn’a uzattı ve beni işaret ederek «Bu centilmen
buralarda fazla iş yapmayacak» dedi. Ben hürmetkâr bir şekilde kendisine
kapıyı gösterdim. Merdivenlerde: «Bu 40 000 frankı o bankaya teslim edeceğim,
size şunun için itimat ediyorum» deyip bileğimi tutarak farmason işareti
yaptı. Ben «Siz beni bilirsiniz» diyerek ayni işaretle mukabele ettim.
19 Mayıs, Pazar
Sefil bir gün. Sabahleyin Wolffsohn’u Wellisch ile Saraya gönderdim.
Wolffsohn’a kapalı bir mektup verdim, içinde Sultana hitaben yazılmış ve
İbrahim beye verilecek bir mektup vardı. İkinci bir mektupda ise Tahsin Beye
verilecek 10 000 frank bulunuyordu.
Akşam saat 7 ye kadar görünmediler. Çok heyecanlandık. Beklerken Oskar’ın
çektiği sıkmtı ve ıztırap beni de sinirlendirdi. Nihayet odama çekilip kapıyı
kilitledim, ondan ancak bu şekilde uzaklaşmaya imkân buldum ve saatlerce yatağa
uzanarak bekledim.
İkisinin bu kadar uzun müddet kaybolmaları çok esrarengiz ve karanlıktı.
Belki Tahsin para meselesinden gürültü çıkarıp fırtına yaratmıştı. Başka ne
olabilirdi?
Nihayet döndüler. Tahsin onları hiçbir fiata kabul etmeyeceğini bildirerek
yamna kabul etmeyi reddetmişti. Onlar da bu zamana kadar İbrahimi
beklemişlerdi.
Sultana ana hatları ile şöyle bir veda mektubu göndermiştim:
21 Mayıs 1901
«Efendimiz,
Zat-ı Haşmetpenahilerinden ayrılırken tahtınıza olan sadakat ve kalbi
minnetlerimi bir defa daha teyid etmek isterim.
Viyanada ancak zaruri olan zaman süresince kalıp gerekli projeleri en geç
bir ay içerisinde hazırlayacağım.
Seyahatlerim sırasında sizinle derhal ve çok gizli olarak temas etmek
zorunda kalmam muhtemeldir, bu itibarla Zat-ı Haşmetpenahileri Viyana, Paris,
Brüksel, Londra, Hague, Berlin, St.Petersburg ve Roma sefirlerine vereceğim
dokümanların şifreli telgraf ile Zat-ı Haşmetpenahilerine ulaştırılması konusunda
direktif verirlerse uygun olacaktır.
Viyana Sefiri vasıtası ile bu yol haberleşmemin uygun olup olmadığı
hususunu bildirmek lutfunda bulunmanızı istirham ederim.
Gelecek haftalar faaliyetle dolu olacaktır. Allah Haşmetmeâblarımın
hizmetinde bendelerine muvaffakiyet ihsan etsin.
Sadakatimi arzederim efendimiz,
Zat-ı Haşmetpenahilerinin sadık bendesi Dr. Theodor Herzl».
İbrahim Beye de şunları yazmıştım :
«Ekselans,
Size Majestelerine hitaben yazdığım veda mektubunu takdimle kesb-i şeref
eylerim. İçinde göndereceğim raporların emniyeti ile alâkalı hususlar vardır.
Zat-ı âlinizden bütün yazışmalar için kullanacağımız şahsî adresimi not
etmenizi rica edeceğim. Şöyledir : Haizingergasse 29, Wahrang, Vienna.
Derin hürmetlerimin kabulünü rica ederim.
Ekselanslarının sadık bendesi Th.Herzl».
*
* *
21 Mayıs, «Principessa Maria» gemisi
Yıldız Sarayında göründüm, bu gerçek, bu hususu tarih kayıt için enteresan
bulacaktır.
Hatıralarımda bazı olayların zorlaması sonucu olaylar hakkmdaki gerçek
görüş ve hükümlerimi bazan zamanında, intibaları taze iken kaydedemedim. Fakat
şimdi Karadenizde bu Romen gemisinde kendimi tam serbest, emniyette, tıpkı
Yafa’dan ayrılırken bindiğim Dundee gemisindeki gibi hissediyorum.
Bu itibarla burada Sultan Abdülhamid hakkında yazacaklarım gerçeğin tam
ifadesi olacaktır.
Gayet tabiidir ki bana verdiği Mecidiye Nişanının Büyük Kordonu ve sarı
mücevher bana en küçük şekilde tesir etmiş değildir. Böyle şeylere karşı
tamamen soğuk kalmışımdır. Benim için bunlar sadece politik değeri olan şeylerdir.
Böyle şeylerin hareketin faydasına bir kapital değeri olduğuna inanırım.
Bunlar bize kuvvet verir, daha çok otorite kazandırır ve bu otorite ile daha
büyük işler yapabiliriz.
Sultan Abdülhamid hakkmdaki
intibaım onun zayıf, korkak fakat iyi tabiatlı bir insan olduğudur. Bana göre
o ne zalim ne dessas bir kimsedir, fakat kendi adına haris, rezil bir
entrikacılar zümresinin cümle habaseti icra ettikleri tamamen çember içine
alınmış bir mahpustur.
Eğer Siyonist hareketini takip
etmek zorunda olmasaydım, şimdi oturur bir eser yazar ve bu zavallı mahpûsu
hürriyetine kavuştururdum. Sultan İkinci Abdülhamid Han birçok sahtekârlar
tarafından memlekette emniyet ve saadeti yok eden bir kimse olarak tavsif
edilmiştir. Ben böyle hayasız bir çetenin bulunabileceğine asla ihtimal
vermemiştim. Sarayın kapısından başlayıp onun kapısının ağzına kadar devam
eden rüşvetçi gurubun mevcudiyeti onun kabahati değildir. Herşey bir iştir ve
her vazifeli veya fonksiyonu olan herkes bir dolandırıcı durumundadır. Hiç
değilse benim her yerden duyduğum ve bizzat gördüklerimden sonra bunun bir
iftira olmadığına inandım.
Bu anonim tufeyliler zümresini ancak zehirli yılanlar sürüsü ile mukayese
edebilirim. En zayıf, en hasta ve en az zehirli yılanın başında küçük bir taç
vardır, fakat bu yılan sürüsünün öyle özel bir kuruluşu vardır ki herşeyi
yapan ve zehirleyen olarak sadece o taçlı yılan görünür.
Yıldız Sarayının bu sefilleri
gerçek bir çete hüviyetindedir. Bir rezaleti icra ettikten sonra hemen
dağılıyorlar, ortada dolaşan çete efradından birkaçı hiçbir zaman mesul görünmüyor,
bütün mesuliyet iş adına yapıldığı için Sultana yükleniyor.
Ve tahta telkinde bulunularak işlettirilen bütün kötülüklerin, zalimane
cürümlerin nefreti gayet kurnazca, —aslında mücrimler tahtın etrafında
bulundukları halde— bu isim üzerine toplanmaktadır.
Onu hala gözümün önünde imiş gibi görebiliyorum, hırsızlıktan çökmekte
olan bir imparatorluğun Sultanı. Küçük, belki Selâmlık merasimi için haftada
bir taranan sakalı ile pejmürde bir kılık. Uzun bir palyaço burnu, uzun sarı
dişler, muhtemelen yuvarlak olan kafasına tam oturtulmuş bir fes ve
arkadaşlarla eğlenirken kullandığım bir sözü burada hatırladım, sanki bu fesi
yere düşmekten korumak için yapılmış iri iki kulak, beyaz biraz büyük boy eldivenler
içinde zayıf eller ve kaba kumaştan yapılmış rengârenk bir elbise. Meler gibi
bir ses, her kelime üzerinde bir zorlama ve her bakışta bir ürkeklik. Ve bu
adam hükmediyor, hiç şüphesiz sadece satıhta ve ismen hükmediyor.
Peki bu zavallı sultanın grotesk maskesinin arkasındaki asıl alçak kim?
Birinci kâtip Tahsin Bey mi?
İkinci kâtip İzzet Bey mi? Yoksa o daha benim henüz tanımadığım ve bataklıklar
arasında, Yıldız Sarayının ihtişamı içinde çalıların arkasında saklanmış biri
mi?
Tahsin soğuk ve pasif bir adam, İzzet her an saldırmaya hazır bir kaplana
benziyor.
Bu defa gördüğüm en iyi iş galiba bu kaplan İzzet’i ehlileştirmiş
olmamdır. Gerçekten ilk fırsatta beni parçalamaya hazırken aldığı hediyeden
sonra kuyruğunu bacağı arasına kıstırıp hırlamayı kesti.
Dün olanların hikâyesi de şöyle :
Sabah ilk iş olarak bavul ve eşyamızı öğle vakti yola çıkacak şekilde
hazırladık. Son dakikada da olsa Orient Eksprese yetişmemiz için gereken
hazırlıkları Oskar Marmorek yaptı. Bu defasında yanıma Wellisch’i almadım zira
Wolffsohn’dan dün onun bir gün önce mektubu Tahsin’e verirken mübalâğalı
hareketlerde bulunduğunu işitmiştim. Saraya giderken yanıma Wolffsohn’u aldım,
içinde 10 000 frank bulunan zarf ayarlanacak uygun bir vesilede verilmek üzere
onda duracaktı. Ben Tahsin’i elde etmek istiyordum fakat bir skandala sebebiyet
vermek veya reddedilmek istemiyordum. Duruma göre zuhur edecek fırsatı
kollayacaktık.
Saat 9.00 da Saraya vardığım zaman İbrahim Beyi beni bekler buldum.
Wolffsohn’u bekleme odasında bırakarak onunla birlikte dairesine girdim. Önce
Sultanın bir mesajını verdi ki kendileri bu defa beni kabul edemiyecek kadar
meşgullerdir fakat istediğim herşey i İbrahim Beye söyleyebilirim. Majesteleri
benim dünkü mektubumu, daha doğrusu İbrahim Bey tarafından yapılmış
tercümesini derhal okumuşlardı. Zat-ı Haşmetpenahileri dün öğle sonrası
yürüyüşlerinde benim mektubumla alâkalanmak tenezzülünde bulunmuşlardı.
Majesteleri benim ileri süreceğim teklifleri tecessüs buyuruyorlardı. Malî
durum saltanatlarının başlangıcı sıralarından daha da kötü bir durumda idi.
Majesteleri birkaç defa da benim arslan hikâyesini zikretmişlerdi. Görüşlerimi
niçin İbrahim’e anlatmıyordum. O bunları derhal not eder ve Zat-ı Haşmetmeâba
takdim ederdi.
Bunun üzerine ben başladım o da not aldı.
Meseleyi, Sultanın zayıf kafasını düşünerek sistematik bir şekilde ortaya
koydum. Şifahi olarak meseleyi iki kısımda mütalea ettim, ben söyledim, zavallı
İbrahim de yazdı.
Menfi Kısım
A-İzzet Beyin konsolidasyon plânının tatbik kabiliyeti yoktur, buna
teşebbüs etmek bile zararlı olur.
B-Borçların hali hazır durumunda birşey tavsiye edilemez, zira şimdiki
halde Türkiye çok ağır şartlarla para almış durumdadır.
II.Müspet Kısım
A-İtimat edilir bir şirket tarafından «borçlar» büyük bir gizlilik
içerisinde borsa’ya intikal ettirilmeli ve üç yıl içerisinde en uygun şartlar
temin edilmelidir.
B-Bu arada acil ihtiyaçlar karşılanmalı, bilhassa 1 Ekimde karşılaşılacak
olan 1,5 milyon liralık zararı karşılamak için şimdiden gerekli adımlar
atılmalıdır.
C-Bu zaman zarfında yeni gelir kaynakları araştırılmalı ve
olgunlaştırılmalıdır.
Ana Prensipler
Biz Yahudiler dünyada bir koruyucuya muhtacız ve biz bu koruyucunun tam
güçlü olmasını isteriz.
İbrahim yazdı, yazdı ve sonra Türk usulünce dizi üzerinde bunları bir de
temize çekti. Bu arada Tahsin Beye veda etmek üzere kabul edilmemin teminini
istedim. Tahsin tekrar meşgul olduğunu bildirdi ve Majeste Sultan tarafından
çağırıldı.
Saat 11 de İbrahim Bey işini bitirdi, raporu ihtimamla mühürledi ve Zat-ı
Şahaneye gönderdi.
Kısa bir müddet sonra Sultan tarafından çağırıldı, bunu ceketinin
düğmelerini ilikleyiş şeklinden anladığımı söyleyebilirim. Çok geçmeden
döndüğünde Tahsin de yanında idi, müspet ifadeyle bana baktı, elimi sıktı,
tebessüm etti, bana ayıracak zamanı olmadığına üzüntü duyduğunu fakat en kısa
zamanda beni tekrar İstanbul’da nasıl olsa göreceğini söyledi.
Tekrar kısa bir müddet bekledim. Vakit geçiyordu ama yine de trene
yetişebilirdim. Birden kapı açıldı ve habis panter İzzet içeri sıçradı. Elinde
hemen tanıdığım bir kâğıt vardı, bu son derece gizli olarak hazırladığım,
İbrahimin de tercüme ederek Sultana takdim ettiği rapordan başka birşey
değildi.
Eski Amerikan Sefiri Straus bana vaktiyle Viyana’da Sultan Abdülhamid’in
alçağın biri olduğunu söylemişti. Bana «Gizli, gizli» diye gözlerini devirerek
verdiği sözün sonucu bu mu olmalıydı?
İzzet raporu elinde muzafferane sallıyor ve sanki bana şöyle diyordu : «Ne?
Yahudi köpek, senin entrikanı anlayıp önüne geçeceğimi aklına getirmezdin değil
mi?»
Faaliyete geçmişti, ben de öyle yaptım.
Asabi bir şekilde «Beyefendi, konsolidasyon plânı ne bakımdan zararlıdır »
diye söze başladı, anlıyorum ki benim teklifim onun hırsızlık plânlarına set
çekiyordu.
Önce onun saldırmasına müsaade ettim. Nazik olmaya çalıştım. «Ben bu fikir
iyi değildir demiyorum» dedim.
«Eh, öyleyse iyi’dir değil mi?» dedi müstehziyane ve İbrahime dönerek
bağırdı: «Yaz».
Böylece İbrahim belli ki Sultana takdim edilecek ve yalanla dolu olacak
bir metni yazacaktı. Bu «Yaz» emir ve İzzet’in bakışları bana tehlikeyi bütün
vüs’atiyle gösterdi. Şimdi o beni harabedip Sultanın gözünden düşürme
faaliyeti içindeydi. Bir an içinde mücadele ruhumu kazandım ve gayet soğukkanlı
İbrahim’e hitabettim :
«Evet ekselans, yazınız : Fikir güzel ve uygun, tam hırsızlık etmeye
müsait» [[2]]. İzzet’in gözlerine anide sinsi bir bakış geldi. Hangi manayı
kastediyordum? Uçmak mı, çalmak mı? Nazikâne dikteye devam ettim :
«Havada uçmak. Fakat mevcut şartlar içerisinde bu imkânsızdır. Havada
uçmak imkânsız olduğuna göre buna girişirseniz düşer ve birşeyler kırarsınız.
Bu fikir zararlıdır .Bu gayretin bir tek neticesi borsada Türk tahvillerinin
fiyatını yükseltmek olur, proje bütünü ile gayr-ı kabil-i tatbiktir. Rehinden
kurtulmak için başlangıçta lüzumlu olan 30 milyon lirayı hiçbir zaman
bulamazsınız. Bulsanız bile tahvillerin fiyatı bunun üzerine derhal yükselecek
ve bu 30 milyon lira yine kâfi gelmeyecektir».
Haydut teslim olarak «Ben bunu kastedmedim» dedi. Dün söylediğinden ötürü böyle
davrandı.
Tekrar ayni konuya gelerek onu güç duruma düşürmedim. Nihayet kendisini
kazanmak istiyordum. Ellerini bağladıktan sonra onu bakışlarımla yola getirmeğe
çalıştım.
İbrahim yanımızda olduğu sürece ona birşey söyleyemezdim. Sadece derin
derin gözlerinin içine baktım ve şöyle dedim : Bizim işbirliğimizle her türlü
malî problem Haşmetmeâbın lehine olarak halledilebilir. İşbirliği yaparsak siz
şunları şunları yaparsınız v.s. Daha bir sürü sözler, imalar ortaya attım.
Saatime baktım. Treni kaçırmıştık. Sonra bir hata yaptım, büyük bir hata.
Dışarı çıktım ve Wolffsohn’a otelde hazırladığımız zarfı derhal Tahsin Beye
vermesini söyledim. Bu mektupta ona dün Wolffsohn’dan almayı reddettiği mesajı
Vambery vasıtası ile göndereceğimi söyledim.
Tekrar daireye girdiğimde İbrahim ve İzzet türk âdetlerine göre beni
ayakta bekliyorlardı.
Konuşma devam etti. İzzet daha nazikti. Bulunacak yeni gelir kaynakları
üzerinde konuştuk. Majeste bana beş monopolün işletilmesini teklif ediyordu:
madenler, petrol yatakları v.s. Muhtemelen bu parayı bizim bulacağımız anlamına
geliyordu, bizi sömürmekten hoşlanacaklardı. Arkadaşça baktım: Peki, bunlar
yapılacaktı.
Sonra İzzet ağzından kaçırdı:
«Çok yakın istikbalde dört milyon liraya ihtiyacımız var. Harp gemisi v.s.
sipariş ettik. Sözün kısası dört milyon lâzım, bunu bize bulabilir misiniz?»
«Zannederim mümkündür. Arkadaşlarımla istişare etmem lâzım. Herşey Zat-ı
Haşmetmeâbın Yahudilere karşı davranışına bağlıdır».
«Böyle bir ikrazın gerçekleştirilmesi hususunda sizin düşünceniz nedir»
diye İzzet sordu.
Ben hala İmtiyazlı Şirket konusuna girmek niyetinde değildim, onların bu
konuda çalışmalarını istedim, arkadaşlarımla istişareden sonra üç veya dört
hafta içinde sonucu yazacağımı söyledim.
Zannederim işte tam o anda idi ki içeriye Tahsin’in gizli ajanı İsmail
Hakkı Bey girdi ve içeride İbrahim ve can düşmanı İzzet beylerin bulunmasından
ötürü son derece hasmane bir tarzda bana, mektupta bahsettiğim mesajın ne cins
bir mesaj olduğunu, Tahsin Beyin o mesajı kendisi vasıtasiyle göndermemi
istediğini söyledi.
İzzet hemen kulak kabarttı ve İbrahime benim de gördüğüm bir göz kırptı.
Onlar paranın kaynadığını zannettiler. Ben ne olduğunu anlıyamıyordum. Tahsin
benim rüşvet verdiğimi mi ortaya koymak istiyordu? Yoksa sadece parayı mı
istiyordu? Durumdan emin olmadığım için ve burada da düşman gibi görüldüğümü
düşünerek, gayet soğukkanlılıkla bunun Profesör Vambery’nin yazmamı istediği
bir husus olduğunu, ayrılmazdan önce de yazacağımı söyledim.
İsmail Hakkı kızgın odayı terketti.
Maamafih biz konuşmaya devam ettik, şimdi beklenmeyen bir hava ortaya
çıkmıştı.
Sultan Abdülhamid İzzet ve İbrahim vasıtasiyle bana şunu sormuştu: «Bu
veya şu şekilde Türkiyede iş yapmak isteyecek Yahudilerin vatandaşlık
durumları ne olacaktı?»
İzzet kaba fransızcası ile: «Yahudiler buraya gelebilirler, ama Osmanlı
tebaasına girmeyi kabul etmek şartiyle tabii. Meselâ siz Devlet Borçları
tahvillerini geri satın aldığınız zaman, bu alıcılar Zat-ı Haşmetpenahilerinin
tebaalığmı da kabul etmelidirler. Ayni şey kolonist olarak gelenler için de
varittir. Onlar sadece Türk tabiyetine girmekle kalmamalı, eski tabiyetlerinden
de vazgeçmeli ve bunu kayda geçirtmelidirler» dedi.
İbrahim Bey de «Eğer Zat-ı Haşmetpenahileri çağıracak olursa askere de gideceklerdir»
dedi. İzzet bir sırtlan sokulganlığı ile devam etti: «Bu şartlar altında her
memleketteki Yahudileri kabul edebiliriz».
Kendi kendime düşündüm: «O kadar çok yaşarsınız!» İzzet Bey ve şürekâsının
işine bizim bir sürü yağma edilecek zengin ve fakir getirmemiz pek elveriyordu.
Fakat şimdi bunlara herhangi şekilde muhalefet etmek faydasız olacaktı. Daha
sonra «İmtiyaz» alındığında bunlar bölüm bölüm satın alınacaktı.
Bunun için Abdülhamid Han’ın yüksek himayesinin bizim için kâfi olduğunu,
detaylara geçmeye hazır bulunduğumu ifade ettim.
«Birşey daha var, kolonizasyon kitleler halinde olmamalıdır, meselâ beş
âile şu bölgeye gelmişse diğer beşi başka bir bölgeye yerleştirilmeli ve
aralarında irtibat bulunmamalıdır».
Kendi kendime «Böylece onları daha kolay ve rahat şekilde
yağmalayabilirsiniz değil mi?» diye düşündüm. Ve bunu da tasvip ettiğimi
hareketlerimle anlattım.
«Bu şekilde bir dağıtılmaya ben
muarız olmasam bile teknik ve ekonomik sebepler karşısına çıkacaktır.
Bildiğiniz gibi, geçen yıl Zat-ı Şahane Anadoluda
bir kısım toprağı Romanya Yahudi muhacirlerine lutfedeceklerdi. Bütün bu
cömertçe ya' pilmiş ihsana rağmen ben ekonomik temelden mahrum kalacak böyle
bir dağınık yerleştirilmenin halen dahi aleyhinde bulunuyorum. Bunu kabule imkân
yok. Ne yapılabilir? Büyük bir arazi şirketi kurulur, işlenmemiş topraklar bu
şirket tarafından tespit ve temin edilir sonra da oralara halk iskân edilir.
Filistinde bu maksat için kullanılabilecek kâfi miktarda arazi bulunmaktadır.
Hiç şüphesiz bir Osmanlı şirketi olacak olan böyle bir şirket toprağı ekime
elverişli hale getirir, insanları yerleştirir ve vergi verir. Bu şirketin
müstakbel gelirleri nazarı itibara alınarak şimdiden para ödenebilir. Böylece
bir gelir kaynağına derhal kavuşmuş olursunuz».
İlk defa olarak ve Sultanın temsilcilerinin önünde «İmtiyaz» konusunu
ortaya atmış ve telkinlerimi yapmış bulunuyordum.
Meseleyi daha sonraki müzakerelere bırakmanın tam zamanı idi. Altının
yardımı ile İzzet ve benzerleri süpürülüp atılacaktı.
İzzet gözden kayboldu, görünüşe göre anlattıklarımı Majesteye anlatmaya
gitmişti. Bir müddet sonra Zat-ı Şahanenin iyi yolculuk temennileri ile döndü.
Benim tekliflerimi bir ay içinde bekliyordu.
Böylece «İmtiyaz» konusundaki müzakerelere fiilen girişmiş olduk. Bundan
sonra herşey talihe, maharete ve paraya bağlı.
Şimdiki durumda «İmtiyazlı Şirket»e bizim Osmanlı İmparatorluğuna olan
sempatimizi uyandıracak bir karakter vererek ileri sürüyorum. Bundan sonra
neler olur, göreceğiz.
*
* *
24 Mayıs, 1901, Viyana
Dün akşam eve döndüm.
20 Mayıs günü Sultana gönderdiğim mektup şu idi:
«Efendimiz,
Bendelerini Zat-ı Şahanelerinin kabul buyurmakla gösterdikleri teveccühe
kalbi minnetlerimi arzetmeme müsaade buyurunuz. Bendenizi en sadık köleleriniz
arasında sayınız.
Viy anadaki işlerim sebebiyle Pazartesi günkü Orient Ekspresle ayrılacağım
için bu hissiyatımı ifade için tekrar kabul buyurulmamı istirham eylemiştim.
Zat-ı Şahanelerinin iradeleri üzerine ekselans İzzet Bey bana proje
meselesinde etraflı ve tatminkâr izahat verdiler. Bunlar üzerindeki görüşlerimi
acizane arzedebilmem için acaba Zat-ı Şahaneleri daha önceki istirhamımla
ilgili bir işarette bulunurlar mı. Eğer bu yapılırsa çok muvafık olacaktır.
Bendelerinin Zat-ı Hakîmanelerine arzedeceği çok gizli bir plân daha
bulunmaktadır. Fakat Majesteleri teferruata inmek isteyeceklerinden izahı uzun
saatler sürebilir.
Arslanm tacını kurtaracağı saat belki de gelmiştir. Herşeye kaadir olan
Allahın izniyle Türkiye tarihinin bir dönüm noktasına gelmiştir, Haşmetli Sultan
İkinci Abdülhamid Han’ın saltanatı hem müslüman hem Yahudi tebaasını saadete
garkedecek, yeni bir ihtişam devri başlayacaktır. Bu samimi görüş ve
fikirlerimi arzetmekten büyük heyecan duymaktayım.
Sizin sadık ve vefakâr köleniz olmakla şeref duyuyorum efendimiz.
Dr. Theodor Herzl».
27 Mayıs, Viyana
Dün veya bugün Baron Hirsch’i ziyaretim ve bir Yahudi Devleti kurma
faaliyetine geçişimin altıncı yılıdır.
Ne seyahatler, ne çalışmalar.
Crespi’ye mektup :
Viyana, 28 Mayıs 1901
«Muhterem Efendim,
Birkaç hafta için Viy anadan ayrılıyorum. Daha Haziran gelmemekle beraber o
aya ait istihkakınız 1000 frankı çek olarak gönderiyorum. Lütfen
mektuplarınızı çift zarfa koyarak «Dr. Kokesch, Tuchlauben 17, Vienna I»
adresine gönderiniz.
İyi haberlerinizi bekliyorum, saygılarımın kabulünü rica ederim».
29 Mayıs, Ekspreste, Vambery’y e giderken...
Dün sabah Sefir Mahmut Nedim Beye gittim, beni «Tebrikler efendi» diye
karşıladı. Ve hemen sonra bütün dertlerini ve ahmaklıklarını bana açıklamaya
koyuldu. Bu da diplomat ha? O diplomat ise ben neyim?
Yanında çalışan kâtiplerinden şikâyet etti. Hepsi casusluk ediyor, kendisi
hakkında iftiralar uyduruyor ve hiçbir iş görmüyorlar imiş. Bir sürü yalancı ve
şantajcıdan başka birşey değillermiş. Sefaretin birinci kâtibi İstanbul’a
raporlar gönderip kendisinin devamlı içki içtiğini, gündüzleri bile sendeleyip
gezdiğini bildiriyormuş, dört ayak üzerinde geziyor diyormuş. Dört ayak
üzerinde demiş eşek herif... Bu solo komedi birkaç dakika sürdü. Sonra İkinci
Kâtibe geçti. O da sabah saat 9.30 da metresinden gelir, büroda birkaç sigara
içer ve hiçbir iş görmeden saat 11 de çıkar gidermiş. Sonra müsteşarı ele aldı.
Okuyup yazması olmayan bir mısırlı olan bu zat, müslüman olan karısını kısa
kollu elbiselerle toplantılara götürürmüş. Kadın Hidiv’in kızkardeşi imiş ve
bir defasında onu İmparatora takdim etmek istemiş, ama erkek kardeşi dine
bağlı bir insan olduğu için bunu şiddetle reddetmiş. Bunları Yahudi dininden
bir misal göstererek izah etti: Bu tıpkı bir cumartesi günü bir hahama domuz
eti yemesini ve sigara içmesini teklif etmek gibidir.
Sonra Türkiyenin içinde bulunduğu şartlara geçtik, bunları idaresizlik ve
alçaklıkla tavsif etti. Kendisine hala 4500 sterlin borçlu durumda imişler,
maaşının % 10 unu tefecilere ödemek zorunda kalıyormuş v.s. bütün bunlara kulak
tıkadım.
«Şeytanî deha» diye adlandırdığı İzzet’ten de tenkitkâr şekilde bahsetti.
Bir zaman gözden düşmüştü, bu gerçekti, ama Sultan sırlarının ortağı olan
birisini uzaklaştırıp atmamıştı. Eğer ortadan kalksa Sultan herhalde dört
kandil dikermiş.
Tahsin ondan daha iyi imiş ama, Sultanın iki iradesine rağmen kendisine
4500 ü ödettirmediği için ona da kızgındı. İzzet ve Tahsin Beyler ne isterlerse
yapabilirler imiş ama Tahsin biraz daha meşru şekilde hareket edermiş.
Sultan tarafından uzun bir süre kabul edilip konuştuğumu söylediğimde pek
mütehassis oldu. Konuştuklarımız hakkında birşey anlatamıyacağımı, İbrahim Bey
vasıtası ile mektuplaşmamı tavsiye ettiğini söyledim. Mektuplarımı sefaretin
kuriyesi vasıtasiyle göndermek ricam üzerine, böyle bir kuruluşları
olmadığını, her sefirin mektuplarını normal posta ile gönderdiğini, ama
Tahsin’e yazdığı kod anahtarından benim de faydalanmama müsaade edebileceğini
söyledi. Anlaşmamıza göre o şifreli telgraf ve mektuplarına «Dym.» ben ise
«İhtiyar adam» işaretini koyacaktık. Ayrıldık.
Öğleden sonra İcra Komitesini evimde toplantıya çağırdım, bulunmadığım
günler vukuatı hakkında bilgi aldım.
29 Mayıs, akşam Innsbruck-Münih arasında trende
Trende Vambery ile buluştum, ona olanlar hakkında rapor verdim. Ona göre
İmtiyaz’ı bu sene içinde ele geçirebiliriz. Eylül içinde tekrar İstanbul’a
gitmeyi düşünmektedir. Bana bu konuda bir teklif hazırlamamı söyledi, bu
teklifi hiçbir Kâtip veya Nazır’ın haberi olmaksızın doğrudan doğruya Sultana
arzedip imzasını sağlayabileceğini ileri sürdü.
Bunun karşılığı olarak kendisine 300 000 guilder ve dünya tarihinde bir
medhiye temin edeceğime söz verdim. Her ikisini de kabul etti.
Oskar ve Wolffsohn’a birer tane ikinci sınıf nişan almasını söyledim.
Bundan başka Tahsin Beye mektup yazarak benim kendisinin ve Sultanın dostu
olduğumu, Filistin konusunda çıkabilecek pürüzleri halletmek üzere çeşitli
başkentleri dolaşmakta bulunduğumu bir taraftan da Sultanı basın yoluyla desteklemek
için gerekli temaslara giriştiğimi bildirecekti.
Dr. Herzl Almanya’daki temaslarından, bilhassa Grand Düka ile Rusya’nın
Filistin meselesindeki müstakbel tutumunun ne olabileceğini münakaşa ettikten
sonra Paris ve Londra’ya geçer. Rusya Uzakşark ve Balkanlar’da o kadar
meşguldür ki Filistin konusunda ciddi şekilde rol almasına imkân yoktur. Bu
olsa olsa dinî çevrelerde bazı aksülâmellere sebep olabilir, ama Kudüs için
düşünülen idare şekli onları fazla kızdırmayacaktır.
Paris’te ve Londra’da belli başlı adamları ve zenginlerle konuşur. İlk
ağızda 1 500 000 altın lira lâzımdır, ama ümidettiği kişiler hemen bu parayı
vermeye yanaşmamaktadırlar. Bir arkadaşını Amerikaya gönderip bu mikdarı
Carnegy’den istemeyi bile düşünür, sıkıntılı günler sonucu bir beyin kanaması
geçirir. Sonra uygun haberler gelmeye başlar, Güney Afrikalı Yahudiler bütün
Osmanlı Borçlarına ait tahvilleri borsadan kaldırmaya hazırdırlar...
Sultan’a mektuplar yazmaya devam eder :
Paris, 6 Haziran 1901
«Efendimiz,
Zatı şahanelerinin arzuları üzerine derhal çalışmalara başlamış
bulunuyorum.
Bu günlerde işlerin de iyi gittiğini bildirmekle memnunum. Buradaki
arkadaşlarla yaptığım ilk görüşmelerden edindiğim intihalara göre size kat’î
teklifleri bu ay içerisinde arzedebileceğim. Fakat benim görüşlerimi
paylaşmayan Yahudilerin de mevcudiyetini haber vermek isterim. Bu gibi kimselerin
hangi maksadlara hizmet etmekte oldukları Zat-ı Hakimane tarafından herhalde
bilinmektedir.
İlk adım olarak Osmanlı mâliyesi hakkında müspet kanaatler uyandırma
faaliyetine girişeceğim. Bu gaye için gelecek hafta Londra’da şeref üyesi
olduğum bir kulüpte konuşma yapacağım. Heryerde olduğu gibi Londrada da benim
şahsî alâkalarla konuşmayacağım bilindiği için sözlerim şüphesiz tesirli
olacaktır.
Muhtemelen Yahudi ve gayrı Yahudi düşmanlar Osmanlı İmparatorluğunun
başarısı konusunu bahane ederek bana hücumda bulunacaklardır, ama Allahın
izniyle ve Zatı Şahanelerinin bendelerine olan itimadına güvenerek üzerime
aldığım işi başaracağım. Çok kısa zamanda size muvaffakiyet haberlerini
arzedebileceğim ümidindeyim.
Arslan tahtını kurtaracaktır.
Bana cesaret, gurur ve sürür veren teveccühlerinizin devamını niyaz ederim
efendimiz.
Zat-ı Şahanelerinin sadık kölesi Dr. Th.Herzl».
17 Haziran, Richmond Biraz dinlenmek ve Sultan’a mektup yazmak üzere dünden
beri buradayım.
Zangwill’i Carnegy ile benim adıma görüşmekle vazifelendirdim. Amerikan
Sefiri General Porter veya Rudyard Kipling bu temasta aracılık edebilirler.
Sultan’a mektup :
«Efendimiz,
Gayretlerimin neticelerini arzetmeme müsaadelerinizi istirham eylerim.
Bendelerine tevcih buyurulan ilk iş, gayet acele olarak Ekim ayı başına
kadar konsolidasyon işi için elzem 1,5 milyonu en ehven şekilde temin etmekti.
Benim faaliyetim ve arkadaşlarımın çalışmalarının sonuçları şöyle hulasa
edilebilir :
1,5 milyon, hemen bir gelir kaynağının yaratılması ile elde edilebilir.
Fakat bu kaynak ayni zamanda sizin Yahudilere kendileri için ne kadar pederane
şefkatler beslediğinizi gösterecek şe
kilde bir kaynak olmalıdır. Bu şekilde bütün müstakbel gelişmeleri de
nazarı dikkate alarak zemini hazırlayacağız.
|
|
|
^ Bu yakınlarda arkadaşlarım 5 milyon altın sermayeli bir şirket kurmaya
hazırlanmaktadırlar. Bu şirketin gayesi Küçük Asya, Suriye ve Filistinde
ziraat, endüstri, ticaret, kısaca İktisadî hayatı geliştirmektir. Lüzumlu
imtiyazlar Zatı Şahaneleri tarafından lütfedilince şirket majestelerinin
hükümetine her yıl 60 000 altın yıllık yardım yapacak ve bu ödemeye dayanılarak
kumpanyanın garanti edilen kapitali 81 yılda amorti edilmek üzere bu miktar
ikraz derhal temin edilecektir. Bu ikrazın karşılığı hiçbirşey olmayacaktır,
zira tahvilleri şirket alacaktır. Hükümet gayet basit şekilde birbuçuk milyonu
çekecektir.
Şirket şüphesiz Türkiyede ve gelecek Yahudi göçmenleri derhal Türk
tabiyetine geçer geçmez kurulacaktır. Bu kimseler majestelerinin emri altında
askerlik hizmetlerini de ifa edeceklerdir.
1.5 milyon ile beraber diğer gelir kaynaklarının da etüdü zamanı
gelecektir. Majesteleri bendelerine kibritten bahis buyurmuşlardı.
Arkadaşlarım arasında bunu ele alabilecek birisini buldum. Bu konuda da
Majestelerinin hükümetine her türlü yardım ifa edilecektir. Öyle ki kibritten
elde edilecek gelir, vergi mükelleflerinin yükünü hafifletmek için hemen bir
ikraz daha tesis edecektir. İşletilecek maden ve petrol yatakları için de
durum ayni olacaktır.
Bu diğer projeler üzerindeki çalışmalar sona erer ermez teferruatı ile Zatı
Şahanelerine arzedilecektir. Kibrit işine derhal girişilebilir, fakat
diğerleri üzerinde daha etüdlerde bulunulması icabetmektedir. Şunu da
belirtmeliyim ki bendelerinin hasbî olarak hizmet ettiği bütün bu projelerin
idaresi Zatı Şahanelerinin ellerinde bulunacaktır, Majesteleri şimdi faydası
olmadığı kanaatinde bulunsalar bile burada Büyük Osmanlı-Yahudi Kumpanyasından
bahsetmek isterim. Herşeyden önce şunu ifade etmeliyim ki majesteleri
bendelerinin şahsında sadik bir hizmetçiye malik bulunmaktadırlar. Ben sadece
Zatı Şahanenin saadet ve şerefi uğruna çalışmaktayım, çünkü inanıyorum ki
Osmanlı İmparatorluğunun Yahudilerin ekonomik kaynaklarını kendisine
cezbedeceği ve böylece talihsiz kavmimi kurtarıp himayesine alacağı günler
yakındır.
Bunun yanında Yahudilerin tek dilekleri Türkiyeyi kuvvetli ve ilerlemiş
görmektir, bu benim hayatımın idealidir.
Osmanlı-Yahudi kumpanyasının bütün Yahudilere vereceği işaretin dışında
bir faydası daha bulunmaktadır. Vergi alınabilecek maddeler, yani şahıslar ve
emlâk, bu kumpanyanın çalıştığı bölgelerde büyük bir artış gösterecektir.
Bizatihi kumpanya günden güne artan iş hacmi dolayısiyle gittikçe artan
miktarda vergi ödeyecektir. Yahudi sermayesi her köşeden akıp gelecek ve
İmparatorluk içerisinde kalacaktır. Ayni zamanda bu iş o kadar sessiz
ilerleyecektir ki İmparatorluğun kötülüğünü isteyenler dahi bunu farketmeyeceklerdir.
İlâve edilecek bir husus var. Eğer Zatı Şahane 1,5 milyonu hemen Ekim
başında temin etmek arzusunda iseler kaybedecek hiç vakit bulunmamaktadır.
İşadamları ve maliyecilerin daima müspet delil ve emarelerle iş gördüklerini
unutmamalıyız. Sermayenin temininden en az üç ay önce işe girişmeliyiz. Eğer
majesteleri Ekim ayı başında 1,5 milyonu temin etmek için müzakerelere
girişmenin tam zamanı ve fırsatı olduğuna karar verirlerse, Büyük Kumpanya için
konuşmalara Temmuz başlarında girişilmelidir. Eğer İstanbul’a gelmem
emredilirse derhal emre icabet ederim. O takdirde Majestelerinin sadık dostu
olan ve memleketi ve şartlarını iyi tanıyan Profesör Vambery’nin de davet
edilmesi yerinde olacaktır.
Bilmiyorum bir hususu daha işaret etmeme müsaade buyurulur mu? Herhangi
şekilde Majestelerinin canını sıkmak ihtimaline bina’en bunu istemiyerek
yazıyorum. Birisi bana gelerek Paris’te Majestelerinin hükümetine yaptığı
hücumlarla tanınmış bir yazardan bahsetti, adı M. Ahmed Rıza [[3]]. Bana, bu zatı susturmanın mümkün olduğunu söylediler. Bunlar benim
işlerim olduğu için sadece durumu arzetmekle iktifa edeceğim, sadece Zatı
Haşmetpenahilerine yardım arzusundayım. Emir almadan hiçbirşey yapacak
değilim, hatta emirsiz bu zatı görmeye dahi gitmeyeceğim tabiidir. Fakat Zat-ı
Şahane bunun faydalı olduğuna inanıyorlarsa meseleyi ele alayım. Bunu
halletmek bendeleri için şeref olacaktır.
Naçiz ve sadık bendeniz Th.Herzl».
Londra, 18 Haziran Sultanın mektubunu koyduğum zarfı, İbrahim Beye yazdığım
aşağıdaki mektubun içerisine koydum :
«Ekselans,
Zat-ı Şahaneye arzedilmek üzere ilişikteki mektubu takdim etmekle şeref
duyarım. 25 Hazirana kadar Londra’da kalmak zorundayım. Buradan Altausse’ye
gidip ailemin yanında birkaç gün kalacağım. 25 Hazirana kadar Zat-ı Şahanenin
bir emirleri olursa «Hotel Cecil-Londra», Haziranın 30 undan sonra da
«Altaussee, Styria-Avusturya» adreslerine bildiriniz.
Bu akşam oğlunuzu görmeye gideceğim.
Ekselans lütfen derin hürmetlerimi kabul buyurunuz».
Londra, 25 Haziran Akşam Banker Seligmann’ı görmeye gittim. Daha ben
«İmtiyazlı Şirketten» bahsettiğim zaman yardım vadetmişti. Bu söz şimdilik bana
yeter, şimdi Sultan bana bir cevap vermeli.
Benim müphem izahatımla bana hemen para vermelerini tabii ki beklemedim.
Paris ve Londra’ya sırf Sultan’a Paris ve Londra’ya gelmiş olduğumu gösterecek
mektuplar yazmak için geldim. Şimdi mektuplarda yazdıklarımı ben daha
İstanbul’da iken kendisine söyleyebilecek durumda idim.
26 Temmuz, Alt-Aussee
Vambery’nin 15 inde yazdığına göre Sefir Constans Sultana 4 milyon frank
(o kadar az mı?) teklif etmiş, fakat malî tertip entrikacılar tarafından
sonuçsuz bırakılmış. Vambery Londra’da inanılır kaynaklardan şunu duymuş: Bizi
desteklemek üzere Fransız-Rus kombinezonu arasına bir Yahudi hançeri
sokacaklarmış. Kendisi Eylülde Sultanı görüp biraz harekete geçmesini temine
çalışacakmış.
Wellisch, İstanbul’da malî durumun yine çok vahim olduğunu bildiriyor.
Crespi de Rothschild’in temsilcisinin yine aleyhimizde faaliyete
başladığını bildiriyor.
28 Temmuz
Londrada iken Güney Afrika Madenleri Müdürü Cecil Rhodes ile konuşmuştum.
Onun güney Afrikalıları bütün Osmanlı Borç tahvillerini şahsen borsadan
toplayabilirler. O zaman ben de Sultan’a gidip: Filistini teslim etmen
karşılığı işte sana borçlardan kurtulma imkânı, ve dönüp Yahudilere de şöyle
derim: İşte size x+y karşılığı Filistin, x Güney Afrikalıların ödedikleri
para, y de bunun karşılığında elde edecekleri menfaattir.
Rhodes’un fikrine göre Asyalı Türkiye Almanya’ya yanaşmak
mecburiyetindedir, zira İngiltere bütün dünyayı idare edemez ve Rusya ile
arasında tampon bir bölgeye ihtiyacı vardır.
6 Ağustos Bugün Türkçe öğrenmeye başladım.
22 Ağustos
Vambery vadettiğim komisyon üzerinde çalışmaya başladı. Ondan çok garip
bir mektup aldım. İzzet’i kaydırıp yerine geçmek istiyor.
Yoksa Abdülhamid’i mi düşürmek niyetinde? Şu mektubu yazdım :
21 Ağustos 1901
Aziz Vambery Amcacığım,
Sizin gençlik ve enerji dolu mektubunuzu zevkle okudum. Siz gerçekten
Allahın lutfuna uğramış bir şahıssınız, Allah muhafaza buyursun. Hazırladığınız
taslağı gönderiyorum. Fransızcaya tercüme etmeye lüzum yok zannederim.
Sultan Filistini ne İngiliz ne de başka bir milliyete sahip bir şirketin
idaresine vermeye razı olmaz. Esasen bu diğer «Kuvvet»lerle büyük diplomatik
anlaşmazlıkların çıkmasına sebep olur. Oysa biz projenin tahakkukunu düşünmek
zorundayız. Bu sebepledir ki başka bir yol aramaya girişmiş bulunuyoruz. Ben
aptal değilim, bunu anlamışsınızdır, Sultan’a Londradan gönderdiğim bir
mektupta kabul edilebilecek tipte bir teklifte bulundum. 18 Haziran tarihinde
Londradan bu teklifi gönderdim (Yukarıya dercettiğim teklifleri sıraladım).
«İmtiyaz» mevzuunda teferruata inmedim, ilk adımda bunu yapmak doğru
olmazdı. Şu hususa da dikkati çekeceksiniz: Ben herşeyi daha başlangıç olarak
yapmış durumdayım. 1,5 milyon Sultanın bütün meselelerini halletmez bunu ben de
biliyorum ama fiilen öyle bir durumdayım ki eğer iyi niyetini izhar ederse
bundan çok daha fazlasını temin edebilirim.
Fakat plân nasıl tatbik edilecek? Herşeyden önce «Yahudi Koloni Tröst»üne
«Küçük Asya, Suriye ve Filistinde Osmanlı-Yahudi Şirketi» adı altında «İmtiyaz»
vermelidir. Herşeye tamamen malî bir karakter verilmelidir. «Yahudi Koloni
Tröst»ü her türlü garantiyi temin edecektir. Fakat ciddi bir garanti almadan bu
tekliften açıkça bahsetmeyiniz, zira en küçük bir emniyet şemmesi olsa hemen el
atmaktadırlar.
Size gönderdiğim kabataslak plânı Sultan olumlu karşılarsa ben Sultanın
genel durumunu yeniden organizeye girişeceğim ve 5 milyon sermayeli şirket
teşekkül edecektir. Ben bu reorganizasyonu üç yıl içinde gerçekleştiririm. Bunu
kendisine söyle ve bunu bu şartlar altında yapacak ikinci bir adamın
bulunmayacağını anlat. Burada size büyük vazife düşüyor, kavmimizi kendinize
minnettar kılabilirsiniz.
İyi haberlerinizi bekliyorum.
Th.H.»
30 Ağustos
Sultan’ın doğum günü münasebetiyle bir tebrik telgrafı çektim. İbrahim Bey
aracılığı ile de cevap aldım.
2 Eylül
Dünkü gazetelerde İbrahim Beyin oğlu Said İbrahim Beyin geçirdiği bir
ameliyattan sonra Karlsbad’da öldüğünü öğrendim. İyi, yakışıklı bir gençti, 29
yaşında idi. Londra’da bir defa yemek yemiştik.
Teati edilen telgrafların suretlerini de zarfa koyarak Vambery’ye mektup
yazdım :
«Şurası gerçek ki Sultan, Ramazan için kendisine hemen lâzım olan 200 000
altını henüz bulamamıştır. Son dakikada tefecilere veya borsa cambazlarına baş
vurup temine girişebilir. Ben kendisine bu parayı hemen bulabilirim. Ama sen bu
mektubu alır almaz gidip münasip bir dille şunları söyle: “Arkadaşım sana
Ramazan için gerekli parayı getirebilir, hem de hiçbir tefeciyi araya koymadan.
Fakat bunun için senin muayyen bir plân hususunda, senin malî durumunu üç yıl
içinde düzeltebilecek plân konusunda olumlu davranman şart. Bunun için de
Eylülün ikinci yarısı içerisinde ona haber vermelisin, zira onun da işleri
tanzim için zamana ihtiyacı vardır. Arkadaşım kendisi ile beraber beni de
çağırmanı istiyor ki aranızdaki müzakerelerde sizi anlaştırabileyim”. Şimdi
kendi kendime soruyorum, acaba sizin mektubunuza cevap verilmemesi, o mektubu
İkinci Kâtibin görmesinin tevlit ettiği bir netice midir? Şimdi ne olacak
bakalım?»
23 Eylül, Alt-Aussee
Haftalardır Sultanın bana gerekli telgrafı çekmesi için İbrahim, Nuri ve
Vambery aracılığı ile uğraşıyorum, sonuç yok. Birkaç gündür Sultan’a bir mektup
daha yazmak istiyorum ama o bana hiç göndermediği için ifadede güçlük
çekiyorum.
Gölün kenarına oturup düşünüyorum. Satranç tahtamdaki yeni elemanlar şimdi
İskoçya dönüşünde konuştuğum Cecil Rhodes, yeni Amerika Reisicumhuru Roosevelt
(Amerikadaki baş haham ve Siyonist lider G. Gottheil aracılığı ile), İngiltere
Kralı (Ribon bişopunun aracılığı ile) ve Rus Çarı (General von Hesse aracılığı
ile) v.s.
Bankamız Ekim’de tam kapasite ile faaliyete geçebilecek. Gottheil’in
satrançta vezir rolü oynaması fena olmayacak. Sultan’a «Kuvvetler» ile
temasında esaslı bir aracı teklif edeceğim: Gottheil.
Sultana mektup :
«Efendimiz,
Yüksek müsaadelerinizle tekrar doğrudan doğruya Zat-ı Şahanelerine baş
vurup birkaç kelime ile Zat-ı Şahanelerinin dikkatlerini oldukça ciddi bir
duruma çekmek istiyorum.
Efendimiz, Osmanlı İmparatorluğunu çok sıkıntılı günler beklemektedir.
Hazırlanmakta olan bir ittifak değil fakat bir tarafsızlık anlaşmasıdır. Şu
anda kuvvetlerden biri harekete geçmiş durumdadır. Zat-ı Şahaneleri ümidettiği
yerlerin hiçbirinden hiçbir yardım alamıyacaklardır. Beklenen yardım çok
korkunç bir kaynaktan geleceğe benzemektedir.
Hazırlanmakta olan durum budur, ama henüz bunu önleme fırsat ve imkânı
mevcut bulunmaktadır.
Ben majestelerinin adına işe girişerek bütün bunları önleyebilecek ve
hiçbir çevrede hiçbir şekilde şüphe uyandırmayacak birini tanıyorum. Fakat
mevzu o kadar hassastır ki bunu
Zat-ı Şahanelerine ancak şifahen ve başbaşa olmak şartiyle arzedebilirim.
Bu plânın ilk şartı zaman kazanmaktır. Sonra yeni gelir kaynakları
yaratılır ve İmparatorluğun direnme gücü arttırılır.
Osmanlı İmparatorluğunun büyüklüğü ve kuvveti Yahudi milletinin tek ümit
kapısıdır ve mümin bir Yahudi olarak sizi kendi adıma değil kardeşlerim adına
ve Halife’ye beslediğim iyi niyetin sonucu olarak ikaz etmek isterim.
Eğer Zat-ı Haşmetmeâbları beni dinlemek arzu buyururlarsa birkaç gün için
İstanbul’a gelmek bendeleri için kolay olacaktır..
Sadık ve itaatkâr köleniz Dr. Th.Herzl».
İbrahim Beye :
«Ekselans,
Derhal arzedilmesi ricasiyle Zat-ı Şahanelerine çok mühim bir mektubu
ilişikte takdim ediyorum.
Bu hafta tatile son verip Viyanaya dönüyorum. Maamafih bu pek tatil
sayılmaz, ancak çalışma masamı değiştirmiş oldum. İşlerim burada da bir an
için yakamı bırakmış değildir.
Türkiyenin işlerinin iyi gitmediğini öğrendim, bundan samimiyetle üzüntü
duyuyorum. Allah sizi muhafaza etsin...
Th.H.»
Sultana yazdığım mektupta kastettiğim şahıs Gottheil’dir.
8 Ekim, Viyana
Peşte’ye gidip Vambery’yi gördüm, Sultana sert bir mektup yazmasını, arkasından
da gidip görüşmesini söyledim.
Nuri’ye de yazıp habis İzzet’i bizim lehimize çevirmesini isteyeceğim :
«Ekselans,
Ne bizim ne Türkiyenin işlerinde bir ilerleme var.
Kanaatımca İzzet Beyi elde edip faaliyete geçirmek lâzımdır. İzzet Beyin
zekâsı bize çok faydalı olacaktır. Bizim iyilikseverliğimizi sizden dolayı
bilir zannediyorum, herhalde sizi zevkle dinleyecektir.
Ramazandan önce bir miktar paraya ihtiyacınız olacak değil mi?
Size bazı tavsiyede bulunmama müsaade ediniz : Mümkün olduğu kadar çabuk
İzzet Beyi görmeye gidiniz, kendisiyle bizzat bildiğiniz şekilde konuşunuz.
Yakın zamanda sizden haber almak ümidiyle saygılarımı sunarım.
H.»
Not: Bir müddet önce Profesör V(ambery)i gördüm. Yakında Avrupada vukuu
muhtemel ciddi şeyler hususunda bilgi vermek temayülünde. Bu mektubu yazanın
onun muhteviyatı hakkında hiçbir bilgisi yoktur. 8 Ekim 1901.
23 Ekim, Viyana İstanbul’dan müspet veya menfi hiçbir haber yok.
1 Kasım, Viyana Artık her ay 1000 frank göndermekten bıktığım namert
Crespiye aşağıdaki mektubu yazdım :
«Muhterem Efendim,
Yüksek zekâsına rağmen 363 (Sultan) içinde bulunduğu kötü durumu
anlamamaktadır. Aksi halde kendisine faydalı olabilecek yegâne kimse olan bana
yazması gerekirdi. Bu durumda da tabiatiyle bir tek ileri adım atabilmiş değiliz.
Sizi temin ederim ki bütün münasebetlere son vermeyi ciddiyetle düşünüyorum.
Size iyi münasebetlerimizin bir sonucu olarak bu aydan itibaren ayda 500 frank
fazla göndereceğim, ancak bunun karşılığında bana her hafta yazmanızı ve beni
uzaktan dahi ilgilendirebilecek her türlü havadisi vermenizi istiyorum.
345 (Nuri Bey)e 125 (İzzet Bey) ile konuşmasını yazmıştım. Sen ve 345 bana
125’in ben orada iken verdiğim mikdarı aldığını söylemiştiniz, fakat niçin bir
cevap almadığımı anlamıyorum.
Arkadaşımıza beni nezaketle hatırlatınız, zannederim hiçbirşey yapmadığı
için müteessif bulunmaktadır.
Herzl».
Sultana mektup :
«Efendimiz,
23 Eylül tarihli mektubumda arzettiğim hususlar tahakkuk etmek üzere
bulunmaktadır. Zat-ı Şahaneleri bendelerinin makul tavsiyelerini nazarı
dikkate alırlarsa bunlar önlenebilir. Diğer felâketlerin zuhuru da yakındır ve
bunlar ancak mâliyenin kuvvetlendirilmesi ile tesirsiz bırakılabilir.
Kendimi hala bu işe vakfetmek arzusunda olduğumu arzetmeme müsaade
buyurunuz... Bugün, yarın, altı ay sonra, majesteleri ne zaman emir
buyururlarsa bendelerini sadakatim ispata hazır bulacaklardır.
Herzl».
İbrahim Beye de kısa bir mektup yazarak zarfa koydum ve İstanbul’a
gönderdim.
*
* *
Dr. Herzl 20 Aralık 1901
tarihinde Sultan Abdülhamid’e bir mektup daha yazarak Basel’de toplanacak
Siyonistler Kongresine bir telgraf göndererek (daha doğrusu Kongre Başkanı
olarak kendisinin çekeceği telgrafa cevap vererek) Yahudilerle alâkası
konusunda bir işaret vermesini istirham eder. İbrahim Beye yazdığı mektupta da
Amerikada özel olarak bir Türk klavyeli daktilo makinesi imâl ettirdiğini,
birkaç haftaya kadar hazır olacağını, onu Viyana Sefiri Mahmud Nedim aracılığı
ile mi göndermesinin uygun olacağını yoksa bizzat getirmesinin mi daha iyi
olacağını sorar. Bu, eski Türk harfleri ile yapılmış ilk daktilo makinesidir.
Kongre Ocak’ta Basel’de toplanır,
gerçekten Abdülhamid, Herzl’in Başkan olarak çektiği bağlılık telgrafına
teşekkür eder ve bu kongrede onun durumunu kuvvetlendirir, dedikoduları
önler...
*
* *
5 Şubat 1902, Viyana
Dün eşim yüksek ateşle yatarken Yıldız’dan şu telgraf geldi:
«Lütfen projelerinizi açıklamak üzere derhal İstanbul’a geliniz — İbrahim».
Kremenzky’ye hazır olmasını haber verip ayni gece «Bir kaç gün gecikmemin
bir mahzuru var mıdır, Cumartesi veya j Pazar günü yola çıkabilirim» şeklinde
bir telgraf çektim. Wellisch’e de hemen telle «Kimin tarafından çağırıldığımı
tahkik etmesini» bildirdim, «Davet eden bizzat Sultandı».
*
* *
15 Şubat, İstanbul’
Newlinsky’den beri dördüncü defadır İstanbul’dayım. Ayni kadîm şehir,
renkler, renkler ve havlayan köpekler.
Gemiden iner inmez bir arabaya atlayıp Wellischle beraber doğru Saray’a
gittim.
Maalesef Romanya gemisi fırtınadan tam zamanında Tophane’ye gelemedi.
Elbisemi gemide değiştirip hemen hareket etmeme rağmen saraya geldiğimizde
zannederim Cuma günü j ikindi vakti saat 3,5 u bulmuştu.
Artık iyice tanıdığım İbrahim Beyin dairesine alındık. Merasim nazırının
iki muavini Galip ve Memduh Beyler sessizce refakat ettiler. İbrahim Beyin benim
gelişimi Sultana haber verdikten sonra dönmesi yarım saat kadar sürdü, nihayet
geldi :
«Selâmlık merasimi kendisini bugün çok yormuştu bu sebeple beni derhal
kabul edemiyecekti, yarın sabah (yani bugün) Saraya gelecektim». İbrahim Beyle
saat 11’i kararlaştırdık. İbrahim Bey bana bazı iradelerin de tebliğ
edilebileceğini söyledi, sessizce eğildim, bundan başka Sultan burada kendisinin
misafiri olmamı istemişti. Tekrar hürmetle eğildim.
Sonra havadan sudan konuştuk. Zat-ı Şahaneye hediye olarak bazı
meyvelerden getirdiğimi söyleyince İbrahim ve Galip gözlerini açtılar. Bura
adetlerine göre böyle bir hediye getirilemezdi, tabii ben bilmediğim için
mazurdum, öyleyse kendilerinin kabul etmelerini rica ettim.
Beyoğlunda «Büyük Cadde»de (İstiklâl Caddesi) Crespi ile karşılaştım, otele
kadar bana refakat etti. Mektupta yazdıklarımı bir daha tekrarladım.
Ve günlerden beri ilk defa rahat uyudum.
15 Şubat, öğleden sonra.
Birinci raund bitti.
Sonuç müspet değil.
Saat 11 de yanımda Wellisch olduğu halde Saray’a gittim. Kapıda
arabalarımız kontrol edildi ama kolay geçtik. İbrahimin dairesinde bir müddet
onu bekledik. Geldiğimizi Sultana bir tezkere ile bildirdi. Sonra önceden
hazırlandığını tahmin ettiğim bir şekilde konuşmaya başladık.
Bana Siyonist Kongresinin gayelerini sordu. Ona bizim Yahudi
muarızlarımızın sadece Yahudilerin diğer milletler tarafından absorbe
edilmesini önlemek diye tarif edilebilecek milliyetçi siyonizm görüşlerini
açıkladım.
İbrahim benim Kongre’de Sultanın Yahudilerin Filistine göç ederek orada bir
Yahudi Krallığı kurmama müsaade ettiği şeklinde bir beyanda bulunduğum şeklinde
bir rapor aldıklarını ve bu sebeple Sefaret kanalı ile tekzip neşrettiklerini
söyledi.
(Böyle bir tekzipten hiç haberim yoktu).
Kendisine Kongredeki beyanatımın tam metnini verdim. Sadece Mayıs’ta
Sultanın bana ifade ettiklerini ve sonra kendilerine yazdığım mektupları
anlatmıştım.
İbrahim daima olduğu gibi tebessüm etti. «Biz Dr. Herzl’in aslı olmayan
şeyleri söyleyeceğine ihtimal vermeyiz, aksi takdirde Sultan sizi misafir
olarak davet etmezdi» dedi.
Sonra yemeğe gittik. Hep türk yemekleri vardı. O arada Tahsin Bey geldi ve
İbrahim Beyle gizli birşeyler konuştu, benim ise elimi bile sıkmadı.
Yemekten sonra İbrahim Bey bana İzzet Beyi görmeye gitmemi söyledi. Dışarı
çıktığımda tekrar çağırıp İzzetin arzularını şahsî olarak kabul etmemi
fısıldadı. «Bunu söylemeye lüzum yok» deyip gittim. İzzetle Sultanın beni
kabul ettiği yerin önündeki avluda karşılaştım, samimi şekilde selâmlaştık ve
sonra yine İbrahim Beyin yanma geldik. Geçen mayısta oturduğumuz ayni
koltuklara yerleştik. Konuşma da ayni noktadan başladı; önce İzzet söz aldı:
«Geçen mayıstaki ziyaret maksadınız ne idi?»
«Bunu o zaman arzetmiştim. Eğer isterse Türkiyeye yardım etmek. Biz
Yahudiler kuvvetli bir Türkiye’ye muhtacız v.s. ki Zat-ı Şahaneye mektuplarımda
müteaddit defalar arzetmiş bulunuyorum».
«Evet» dedi İzzet «Kavminiz hem basın hem malî çevrelerde hâkim durumda
olduğuna göre sizin tasarınızda hem maddî hem manevî malzeme var demektir, bu
anlaşılıyor, fakat hiçbirşey gerçekleşmedi, Bütün yaptığınız Londra ve
Basel’de beyanatta bulunmaktan ibaret kaldı».
«Bunda zaruret vardı» diye cevap verdim «Bütün dünya Yahudileri arasında
Zat-ı Şahane hakkında iyi bir iklim yaratmak şarttı ve inanıyorum ki bunda da
muvaffak oldum, zira büyük ölçüde sempati tezahürlerine şahit oldum».
«Pekâla, her her iki tarafa düşenleri tespit edelim» diye Öze başlayan
İzzet şöyle devam etti: «Sana açıkça söyleyeceğim. Zat-ı Şahane
İmparatorluğunun kapılarını bütün dünyadan gelecek Yahudi muhacirlere açmaya
hazırdır. Ancak bu gelenler Osmanlı tebaasına girmeyi ve askerlik hizmetini ifa
etmeyi başlangıçta kabul ve beyan edeceklerdir».
Cevaben «Tamam» dedim. O devam etti:
«Memleketimize girmeden önce eski tabiyetlerini bırakıp derhal Osmanlı
tabiyetini iktisap edeceklerdir, bu şartlarla memleketin istedikleri yerinde
—Filistin hariç olmak üzere — yerleşebileceklerdir».
Kirpiğimi bile kıpırdatmadım ve anladım ki bu daha ilk tekliftir ve
pazarlığa oturacaklardır.
«Karşılık olarak» diye İzzet devam etti «Zat-ı Şahane bir sendika kurmanızı
ve borçları konsolide etmenizi ve halen mevcut olan ve bundan sonra da
bulunacak olan bütün madenleri işletmenizi istiyor».
«Hangi madenler?» diye sordum.
«Burada bulunan bütün madenler, altın ve gümüş, kömür madenleri ve petrol
kuyuları. Kuvvetli bir Türkiye istediğinizi bildiğimiz için sizlerin bizi
istismar etmeyeceğinizi ve bunları işleteceğinize itimat etmek istiyoruz.
Maamafih bu bir Osmanlı Şirketi olacak ve İdare Meclisinde hem Yahudiler ve hem
de müslümanlar bulunacaktır».
«Bu konuda düşünmek için müsaadelerinizi rica ederim» dedim, «Zat-ı
Şahaneye şu hususu arzetmenizi istirham edeceğim, her halü kârda değişmeyecek
bir şey varsa o da bendelerinin sadakati ve iyi niyetidir. Önce bu prensibi
ortaya koyalım. Teferruatın şöyle veya böyle olmasının ehemmiyeti yoktur,
anlaşırız».
Yarma kadar bu konuda bir memorandum hazırlamamı istedi.
Kendisine hediye olarak getirdiğim enfiye kutusunu verdim, çok memnun oldu
ve enfiye kutusu meraklısı olduğunu söyledi. Ayrılmadan önce İbrahime birşeyler
fısıldadı, bunu az sonra İbrahim bana açıkladı. İbrahim otele bana gizli ajanını
gönderip «Şahsî arzularını» ifade edecekti.
«Muvafık» diye cevap verdim «Türkiyeye zannederim milletin yapabileceğinden
daha çok iyilikte bulunabilirim, fakat buna karşılık benim Yahudilerim için
elle tutulur birşeyler verilmelidir». Bu sözlerim İbrahimi mütehassis etti.
Birisini Tahsin Beye göndererek kabul edilmemi istedim. «Çok meşgulüm»
cevabı geldi.
16 Şubat, güneşin doğmasından önce yatakta.
Sultana vereceğim cevap hazır, şöyle :
«Efendimiz,
Dün Ekselans İzzet Bey vasıtası ile göndermek lütfunda bulunduğunuz
hususlara tam bir hulus ve samimiyetle cevabımı arzediyorum.
İzzet Beyin getirdiklerini iki mantıkî kısma ayırmak kabildir :
1-Endüstriyel kısım,
2-Siyasî-Malî kısım.
1— Zat-ı Şahaneleri İmparatorluk hudutları içerisinde mevcut ve bundan
sonra bulunacak bütün madenleri kuracağım bir şirketle işletmemi temin etmekle
bendelerini görevlendirmektedir. Bunu prensip olarak kabul ediyorum, zira bu
bendelerine Zat-ı Şahaneye hizmet imkânını bahşedecektir. Teferruat tabiatiyle
sonraki kararlara iktiran edecektir.
2— Zat-ı Şahaneleri bütün dünyadaki Yahudilerden hicret edecek olanları
şefkat-i pederane ile İmparatorluk hudutları içerisine Osmanlı tabiyetini
kabul etmeleri ve önceden kararlaştırılmış bir yere toplu olarak
yerleşmemeleri şartı ile kabul buyuracağınızı ifade eyliyorsunuz. Bunun
karşılığında da devlet borçlarını konsolide edecek bir sendika teşekkülünü arzu
buyurmaktasınız.
Bu haliyle teklifin realizesi hayli güç görünmektedir. Bunun tahakkuku
için işin âleniyete dökülmesi gerekmektedir, bunun ise son derece kötü
tesirleri olacaktır. Bunun yanında pratik sebepler de bulunmaktadır. Borçları tasfiye
edecek olan fakir kolonistler değildir, gerekli büyük sermayeleri temin edecek
olanlar da bunlar olmayacaklardır. Naçiz kanaatime göre devlet borçları ile
Yahudi kolonizasyonu arasında bir bağ kurmak lâzımdır, bu bağ sayesinde ortaya
büyük OsmanlıYahudi Şirketi çıkacak ve her türlü güçlük halledilecektir.
Sadakat, samimiyet v.s.
17 Şubat
Herşey berbat oldu.
Gün güzel başladı, fena bitti.
Sultana cevabi mektubumu bitirdikten az sonra araba ile Yıldız Sarayına
gittim. Mektubu İbrahim’e verdim, Galip Beyle birlikte oturup edebî bir
tercümesini yaptılar. Bundan sonra oturup bir sürü konuda bilhassa Siyonizm
hakkında gevezelik ettik. İbrahim ateşli bir siyonist olduğunu ve Yahudilerle
hem tecavüzî hem de tedafüi bir anlaşmaya taraftar bulunduğunu beyan etti.
Buna bakarak —zira İbrahim daima efendisinin görüşlerini aksettirir— rüzgârın
müsait esmekte olduğu sonucunu çıkardım... Sonra öğle yemeğine oturduk.
Yemekler bu defa biraz daha iyi idi.
Yediğimiz yemekleri hazmımızı —oldukça fırtınalı bir hazım —
kolaylaştırmak için İzzet Bey yine göründü. Benim verdiğim cevabı okumuştu,
Yahudi-Osmanlı Şirketi bir yer seçecek, yani iskân için herhangi bir yerde
toprak satın alacak ve Yahudileri oraya toplayacak mıydı?
«Evet» dedim, «Bu zaruridir. Biz sadece şahsî himaye ile iktifa edemeyiz,
zaten buna bütün dünyada sahibiz, millî bir himaye lâzımdır».
Bununla ne demek istediğimi ekselansları sordular.
İzah ettim : Bizim yararımıza büyük bir resmî jest, meselâ tahditsiz bir
şekilde muhacirleri davet demek istiyorum.
Bunun üzerine İzzet benim mektubu Sultana götürdü.
Beklerken İbrahim ve Galip istikbal hakkında hayal kurmaya iyi günlerden
bahsetmeye başladılar; Yahudiler gelince ne kadar iyi olacaktı. Gelişmiş bir
ziraat ve endüstri, yabancı menfaatlere hizmet etmeyen bankalar v.s. tahayyül
ediyorlardı.
Fakat İzzet Sultanın menfi kararı ile döndü. Sultan Türk tabiyetini kabul
edecek bütün Yahudilere bütün İmparatorluğunu açmayı arzu ediyordu, ancak her
muhacir gurubu geldiğinde nereye yerleştirilecekleri hükümet tarafından tespit
edilecek ve Filistin bu bölgelerin dışında kalacaktı. «Yahudi-Osmanlı
Şirketi»ne Mezopotamya, Suriye, Anadolu, sözün kısası Filistin dışında her
yerde kolonizasyon müsaadesini tanıyacaktı.
Filistinsiz bir imtiyaz. Derhal reddettim.
İzzet şöyle dedi: «Ne bekliyordunuz? Hayat böyledir, önce siz bin mil
öteye gittiniz ve sonunda anlayışsızlıkla karşılaştınız».
Cevaben : «Korkarım ki hayır. Bu mesele üzerinde yarına kadar düşüneceğim.
Ama bir hal şekli bulamayacağımdan endişe ediyorum».
İzzet: «İnşallah diyelim, bir yol bulacağınızı ümit edelim».
Ben : «Yazık, eğer yarma kadar bir hal şekli bulamazsam, Zat-ı Şahaneden
ayrılmak için müsaade isteyeceğim».
Böylece müzakere birdenbire ve olumsuz bir şekilde sona ermişti. Sultanın
arzusu üzerine konuşmalar zapta geçirildi, İzzet ve İbrahim beyler tarafından
imzalandı.
Çıkmaya hazırlanırken yavaşça İbrahim beye eğildim ve İzzet Beyin gizli
ajanı «Caporal»ın beni görmeye ne zaman geleceğini sordum. İbrahim İzzetle
konuştu ve bana cevabım getirdi: Buna şimdi lüzum yoktur. Bundan müzakerelerin
ne kadar kötü gittiği daha iyi anlaşılıyordu. İbrahimin kulağına eğilerek
şunları fısıldadım : İkili bir anlaşmaya gidilebilir, yani açıklanan anlaşmaya
göre Sultan himayeye muhalif kalır, bir de benimle ve arkadaşlarımla anlaşma
yapar ki bu gizli kalır.
İbrahim bundan İzzeti derhal haberdar etmemi söyledi, ona da söyledim,
İzzet gözlerini kırpıştırarak :
«Bu mümkün değildir. Nazırlar bunu istemiyeceklerdir. Onların bazıları
vardır ki ikna edebilirsiniz, fakat bazılarını hiçbir fiyata ikna edemezsiniz».
Ayrıldım.
*
* *
Mesele üzerinde düşündüm ve sonunda Sultana şu mektubu yazdım:
«Efendimiz,
Mevcut şartlar içerisinde Zat-ı Şahanelerine hizmet edememekten samimi
olarak teessür duyuyorum. Artık ayrılmaya hazırlanıyorum.
Zat-ı Şahanelerinin ifade buyurdukları karar önünde hürmetle eğilirim.»
dedikten sonra eğer İmparatorluk hudutları içerisinde Yahudilerin iskânı
konusunda «tahdit»ten vazgeçilirse merkezi İstanbul’da ve belli başlı
şehirlerde şubeleri olan büyük bir banka kurabileceğimi, ekonominin bundan
büyük menfaat sağlayacağını anlattım. Mümkünse bugün bir veda ziyareti için
kabul etmesini istedim. Eğer kabil olmazsa hedidiye olarak takdim ettiğim bir
takım felsefî kitaplarla iki hafta sonra gelecek olan daktilo makinesinin
lütfen kabul buyurulmasını diledim. Bundan sonra dahi kendisinin sadık bir hizmetkârı
olarak kalacağımı bilmesini söyledim.
*
* *
19 Şubat, trende Mektubu bitirince hemen Wellisch’e vererek Yıldıza gönderdim.
Bu arada çarşıya çıkıp İbrahim ve Galip Beyler için mücevherle işlenmiş birer
altın kalem satın aldım, sonra Saray’a gittim. İbrahim Bey mektubun tercümesini
bitirmişti, Memduh Beyi çağırarak tercümeyi Sultan için temize çekmesini
söyledi. O türk usulü diz çöküp sol eline aldığı kâğıda sağ eliyle yazarken
İbrahim Karlsbad’da . ameliyat sırasında ölen oğlundan bahsetti. Said ile
Haziran içinde Londrada ben de karşılaşmıştım. Zavallı baba ağladı.
Memduh işini bitirince mektup Sultan’a gönderildi, bir süre sonra da şimdi
benim samimi arkadaşım olan İzzet Bey tarafından çağırıldım.
Sultanın benim karşımdaki durumunu tekrar etti, konuştu, ben de tekrar
reddettim. Ya tahditsiz muhaceret olur ya hiç olmazdı.
Sultan, kendisi istese dahi benim Arazi Şirketinin idaresi altında hudutsuz
hicrete müsaade veremiyeceğini bildirdi. Zira böylece tebaasının ekseriyetinin
değil ekalliyetinin bile itimadını kaybedeceğini ileri sürdü. İzzet bu noktada
şuna işaret etti: En mutlak idarenin dahi istediğini yapmak serbestisine sahip
olmadığı bir gerçektir.
İzzet birden esrarlı bir havaya büründü ve bana arkadaşça tavsiyelerde
bulundu :
«Bu memlekete maliyeci olarak giriniz, sonra ne isterseniz yapabilirsiniz»
(Bununla şunu demek istiyordu: Biz sizin ne istediğinizi biliyoruz ve buna
muhalefet edecek değiliz. Ne Sultan ne de etrafındaki işadamları para
bulabiliyorlar, dikkatli davranmak zorundayız, aksi halde alaşağı ediliriz).
Devam etti:
«Mâliyemizi elinize alınız. O zaman patron olursunuz. Önce en mükemmel iş
olan maden işine girişiniz. Bizim cevap bile vermediğimiz yüzlerce, binlerce
talep var bu konuda. İmparatorlukta mevcut bütün madenlerin işletilmesi size
teklif edildi, kabul etmez misiniz?»
«Ondan sonra bankacılığa el atarsınız. Lüzumlu bütün imtiyazlar size verilecektir.
Bu öyle bir şekilde yapılacaktır ki Osmanlı Bankası hiçbir şeyden
şüphelenmiyecektir. Sonunda sizin kolonizasyon talebiniz hususunda ne
yapılabileceğine karar veririz».
«Eğer benim samimi tavsiyemi isterseniz şöyle yapmalısınız: Yarın gidin,
arkadaşlarınızla konuşun, istediğimiz sendi-
kayı kurun. Gerekli miktarda depoziti bankaya yatırın, imtiyazın verildiği
ilân edilince kullanılabilecek şekilde dursun. O zaman sizinle kontrat yapmaya
girişebiliriz. Faraza filân maden imtiyazı için bir milyon frank yatırıp
gerekli fermanı beklersiniz, v.s.»
Bu fikir bana son derecede parlak göründü. Zira gözlerinin önüne paraları
sürmek için bana fırsat veriyordu. Son derece çekingen bir tavırla şunları
söyledim :
«Sizin arkadaşça konuştuğunuzu görüyorum. Arkadaşlarımın sizin
tavsiyelerinizi kabul etmeleri için elimden geleni yapacağım. Ama bana
söyleyeceklerini biliyorum : Sen bize istemediğimiz halde iş getiriyorsun,
tekliflerde bulunuyorsun, oysa biz iş aramıyoruz, bize istediğimizi yani
Kolonizasyon Kumpanyasını getirmiyorsun. Ayni şekilde burada Zat-ı Şahane ve
her seviyeden arkadaşla mutabakata varmaya uğraşacağım. Sizin ne demek
istediğinizi iyi anlıyorum: Birisi başarı kazanmak istiyorsa diğerinin
alâkasım çekmelidir, bu sebeple üç fermanın çıkarılması gerektiğine kaniim.
Birisi madenler, birisi banka ve üçüncüsü de Kolonizasyon Şirketi için. Bu,
çeşitli gurupların alâkasını daha kolay cezbetmemi temin edecektir. Bazıları
birinci, bazıları ikinci ve diğerleri de üçüncü fermandan faydalanacaklardır.
Böylece üç sahanın adamları bir arada olacaklardır. (Bunu söylerken ona
davetkâr şekilde baktım) Beni anlıyor musunuz?»
Gayet mütevazi bir şekilde.
«Anlıyorum, bu fena değil» dedi. Ben devam ettim :
İbrahim Bey, sizin gizli ajanınız Caporal’ı bana göndermek istediğinizi
söyledi. Niçin öyle olsun? Biz arkadaş olduğumuza göre aramıza bir üçüncü
kimseyi sokmaya ne lüzum var. Doğrudan doğruya konuşalım, bu daha iyidir».
Bu açık ve samimi konuşmamdan pek hoşlanmıştı, muhabbet dolu bakışlarla
şöyle dedi: «Haklısınız». Sonra efendisinin arzularını tekrar dile getirdi:
«Hükümetin şu anda bir milyona ihtiyacı var, (Hicaz Demiryolu işi herhalde),
bize bunu verebilir misiniz?»
«Evet» dedim çabucak «Bana hudutsuz kolonizasyon müsaadesini verin ve en
kısa zamanda bir milyonu alın. Sadece bu husus için gelmediğim için diğer
konuları arkadaşlarımla görüştükten sonra cevaplandırabilirim».
«Şu anda bu mümkün değil» diye cevap verdi.
«Konuşurken aklıma bir fikir geldi» dedim, «Ben tahditli bir muhacerete
muvafakat edemem, ama eğer muhacirlerin sayısını tahdit etmezseniz
istediğinizi yapabiliriz. Yahudi-Osmanlı Şirketi istediği sayıda muhaciri
getirebilme selâhiyetini haiz olmalıdır».
«Meselâ ne kadar.»
«Bu konuda yeteri kadar düşünmedim. Bu fikir aklıma hemen geliverdi. Bu
hususta ne düşünürsünüz?»
«Fena sayılmaz. Bunun üzerinde sonra durabiliriz, önce malî hususa
girişmelisiniz».
sırada içeriye girip kahve ve sigara içmeye başlayan saray mensupları
yüzünden konuşmamız burada kaldı. İzzet Bey beni koridorda görerek yarın sabah
tekrar saraya gelmemi, o zaman belki Sultanı da görüp veda edebileceğimi
söyledi.
Otele döndüm.
*
* *
Dün sabah çok erken kalkarak saraya gitmeye hazırlandım, zira gemi saat 10
da kalkacaktı. Bagajlarımız akşamdan hazırlanmıştı. Sultanın misafiri olduğum
ifade edilmekle beraber Saray’dan kimse gelmediği için otelin hesabını ödedim.
Adamıma ben gelmeden bagajları gemiye çıkarmamasını tenbih ettim. Çünkü
Sultan’ın ne yapacağı belli olmazdı, belki de ayrılıp gitmeme müsaade etmezdi.
Burada beklenen ile olanlar hiç birbirine benzemiyor. Maamafih olaylar
bambaşka cereyan etti. Muhtemelen ileride ben bu imtiyazı elde edeceğim, bunun
ne zaman olacağı daha belli değil. Belki de Türkiye, «Kuvvetler» tarafından
taksim edilmeden ele geçiremiyeceğiz.
İbrahim ve İzzet müzakerelerin türkçe ve fransızca birer zabtını
hazırlamışlardı, onları imzaladık. Ben de bir memorandum hazırladım ve
türkçeye tercüme edildi:
18 Şubat 1902 tarihini taşıyan bu memorandumda konuştuğumuz hususlar madde
madde yer alıyordu. Bu irade-i seniyeyi hürmetle karşılamakla beraber kabul
etmeme imkân bulunmadığını arzettim.
İzzet Bey bu hususta yazılacak pasajı dikte ederken Sultan’dan gelen birisi
bana Zat-ı Şahanenin yolculuk masrafı olarak 200 lira ihsanda bulunduğunu
bildirdi ve parayı verdi. Büyük bir hürmetle aldım ve bir hayır kurumuna
verebilip veremiyeceğimi sordum, İzzet tebessüm ederek «Makbuzu imzalayınız da
sonra ne isterseniz yapınız» dedi. «İmparatorluk hâzinesinden yol masrafları
olarak 200 lira teslim alındı Dr. Theodor Herzl» diye yazıp imzaladım.
«Beyler, resmen herhangi bir sonuca varmamakla beraber yine görüşeceğimizi
ümidederim. Tavsiyelerinizi tutacak ve memleketiniz ve Yahudiler için hayırlı
olacak hususları gerçekleştirecek kimseleri bulmaya uğraşacağım» dedim.
«Allah yardımcınız olsun, bizler sizin tarafmızdanız» dedi İzzet Bey,
İbrahim bey de ayni şeyleri «İkimiz de sizin tarafınızdanız» diye tekrar etti.
Sağ elimle İzzet’in elini sıkarken sol elimi de İbrahimin eline verdim...
21 Şubat, Viyana Londra gazetelerinin benim Sultan’dan imtiyazı aldığım
haberini verdiklerini öğrendim. Bunun saray tarafından tekzip edilmesi iyi
tesir etmezdi. Hemen Mahmut Nedim’e giderek vaziyeti şifre ile bildirmek
istedim, ama bana karşı durumda olan Tahsin bu teli alacağı için vazgeçip
«Daily Mail» ve «Daily News» gazetelerinin muhabirlerini bularak bu haberi
şahsen tekzip ettim. Yarınki gazetelerde bu yayınlanacak.
Reitlinger ile madenlerin işletilmesi imtiyazı hususunda konuştuk. Her
maden imtiyazı için 100-120 bin altın rüşvet vermek gerektiğini, meselâ bir tek
maden imtiyazının verilmesini temin eden Fuad Paşa’nın [[4]] bu iş karşılığı 100 bin altın aldığını söyledi.
6 Mart
İzzet’e mektup :
«Ekselans,
Size ekli iki Londra gazetesini sunmakla şeref duyarım.
15 Mart günü benim adıma üç bankaya birer milyon yatırılacaktır. Bu
bankalar Paris’te Credit Lyonnais, Londrada Lloyds Bank ve Berlin’de Dresdener
Bank’tır.
Size bir hafta içinde daha kat’i malûmat arzedeceğim..»
13 Mart
İstanbul’dan fena haberler geliyor.
Wellisch benim mektubumu İzzet’e verdikten sonra kendisini İbrahim Bey
çağırtmış ve «Yeni bir iş’ara kadar birşey yapmasın» talimatını göndermiş.
Neler olup bitiyor? Sisler içindeyim yine... Bugün Neue Freie Presse’de çıkan
iki haber bana ciltler dolusu yazı kadar manidar göründü :
1— Sultan Abdülhamid Fransız Sefiri Constans’ı kabul etmişti.
2— Borçların konsolide edilmesi için Rouvier projesini tasdik etmişti.
İki haber arasında olduğu kadar benim İstanbul’a gidiş gelişim arasında da
irtibat bulunduğu meydanda. Türkler hayatlarının kurtarılması için fransız
hırsızlarından medet umuyorlar. İstanbul daima bir «harikalar diyarı» dır ve
bu diyarda halen fransızlar gözde durumunda bulunuyorlar.
*
* *
Dr. Herzl bir taraftan İzzet ve İbrahim beylerle mektuplaşırken bir taraftan
da Osmanlı devlet borçlarını konsolide etmeyi üzerine almış olan Rouvier ile
Crespi’nin temas kurmasını ister. Onunla bu işi «kendi hesabına» yapması
hususunda anlaşma çarelerini araştırır. Tahsin Bey onun üç milyon emrinizdedir
şeklindeki mektubuna Viyana sefaretine «Bu Dr. Herzl kimdir, nedir, ne iş yapar
araştırıp sonucu bildirin» şeklinde talimatla cevap verir. Anlaşılır ki Tahsin
Bey Herzl’in menfaatlerinin aleyhinde çalışan «guruba» mensuptur. Bu talimatın
iki manası olabilir, ya Tahsin yapılan konuşmalardan gerçekten habersizdir ve
soruyu samimiyetle sormaktadır, yahut da doğrudan doğruya Sultamn talimatı ile
öyle hareket etmektedir. «Dr. Herzl Viyanada sevilen hürmet edilen bir şahıstır,
profesyonel yazardır, Yahudi malî mahfillerinde tam tesire sahiptir, her türlü
mali işi başarabilecek evsaftadır» şeklinde bir telgraf sureti hazırlayarak
gönderilmek üzere Mahmut Nedim’e verir.
Nisan ayı başlarında Tahsin Bey’den Viyana sefarethanesine gelen bir
mektupta «Bir yanlış anlaşılma olduğu» ifade edilir. İstanbul’dan Herzl’in özel
ajanları Crespi ve Wellisch ise şimdi fransızlarla anlaşma çabalarının devam
ettiğim, bir müddet beklemek ve hiçbir faaliyette bulunmamanın iyi olacağını
bildirirler. İzzet Beyin tavsiyesi bu merkezdedir.
3 Mayıs, Viyana
Sultana mektup :
«Efendimiz,
Zat-ı hakîmanelerine şu teklifi arzetmekle şeref duyarım.
Türkiyede gençlerin yüksek tahsil yapma imkânlarının tam sağlanamaması
yüzünden bu gençlerin bir kısmının dış memleketlere gittiklerini ve orada
ihtilâlci fikirler öğrenip o tesirlerle döndüklerini biliyorum. Hali hazır
durum tam bir çıkmaz manzarası göstermektedir : Ya bunlara muasır bilgiler
verilmeyecek, yahut muzır bilgilerle teçhiz edilmelerine göz yumulacaktır.
Buna bir hal çaresi bulunabilir. Biz Yahudiler bütün dünya
üniversitelerinde söz sahibi bulunmaktayız. Bütün memleketlerdeki
üniversitelerde birçok Yahudi profesörler ve İlmî araştırıcılar mevcuttur.
Zat-ı Şahanelerinin emirleri olursa İmparatorluk içerisinde meselâ Kudüs ’te
bir İbrani Üniversitesi kurabiliriz [[5]]. O zaman Osmanlı talebeleri dışarıya gitmek mecburiyetinden kurtulur,
kendi memleketlerinde tahsil imkânına kavuşmuş olurlar.
Yahudi Üniversitesi her ilim dalında profesörü derhal temin ederek ayrıca
teknik ve ziraat sahalarında da öğretim yapabilir.
Zat-ı Şahanelerinin prensip bakımından kararlarına muttali olmadan
teferruata inemiyeceğim tabiidir...
Dr. Theodor Herzl».
İbrahim ve İzzet Beylere yazdığım mektuplarda da bu Üniversite mevzuunu
açtım. Kendilerine hiçbir malî külfeti olmayacağını bana hemen majestenin
kararını ulaştırmalarını rica ettim.
İzzet Bey’den 12 Mayıs tarihli bir mektup aldım. Bunda Üniversite kurma
işinin Zat-ı Şahaneye arzedildiğini, fakat malî güçlüklerle uğraşıldığı şu
sırada bu gibi işlere imkân bulamadığını, benim malî işlerin hangilerini
halledebileceğimi bir liste halinde göndermemin rica edildiğini anlatıyor.
Buna derhal bu gibi işlerin ancak şifahen ve uzun uzun konuşulmakla
halledilebileceğini, bu hafta içinde derhal İstanbul’a gelebileceğimi zira Haziran’da
mutlaka Londra’da bulunmam gerektiğini, eğer isteniyorsam durumun telle
bildirilmesini istedim. Eğer şimdi çağırılmazsam bir daha sonbahardan önce
gelme imkânımın bulunmadığını bildirdim.
6 Haziran’da Paris’ten İzzet Beye bir mektup gönderdim. Sultanın emrettiği
şekilde malî işleri düzeltmek, madenleri işletecek şirketleri tesis etmek
maksadı ile burada arkadaşlarımla temaslarda bulunuyorum. Burada takriben aym
25 ine kadar kalacağım. Sonra biraz tatil yapmağı düşünüyorum deyip
bulunacağım adresleri bildirdim.
Viyanadan babamın çok ağır hasta olduğunu bildiren bir telgraf aldım. Hemen
arkasından doktorumuz bir kriz sonunda hiç acı çekmeden vefat ettiğini
bildirdi. Derhal döndüm.
*
* *
Sultana mektup :
20 Haziran 1902
«Efendimiz,
Babamın vefatını bildirmekle şeref duyarım. Bu sebeple çağırıldığım
Londra’dan çalışma ve temaslarımı yarım bırakarak geri döndüm.
Şimdi gazetelerden M. Rouvier’nin konsolidasyon projesinin kabul
edildiğini öğrenmiş bulunuyorum. Öyle olduğuna nazaran benim bu konuda çalışmaktan
vazgeçmem icabediyor. Gediye yalnız madenlerin işletilmesi ile Osmanlı
memleketleri için kurulacak banka meselesi kalıyor. Fakat bilmiyorum majesteleri
bendelerinin arkadaşlarının bu meselelere girişmelerini hala arzu etmekte
midirler.
Bu sebeple irade-i şahanelerini bildirmelerini istirham ederim. 30
Haziran’da tekrar Londra’ya gitmek üzere buradan ayrılacağım ve orada iki
hafta kalacağım. Zemini hazırlamış olduğum için bundan sonrası benim fazla
zamanımı alacak değildir. ..
Sadık bendeniz Dr. Th.Herzl».
Ayni mahiyette İzzet ve İbrahime de birer mektup gönderdim. Bulunacağım
adresleri ve kalış müddetlerimi bildirdim.
22 Haziran
Crespi’den telgraf :
«No 188 (Mahmut Nedim) size yeni bir projeden bahsedecek, direkt müzakere
olmaksızın kabul edemiyeceğinizi bildiriniz».
24 Haziran, Alt-Aussee
Wellisch ve Crespi Türkiyenin Viyana ve Londra sefirlerinin benimle temasa
geçmek emrini aldıklarını fakat her ikisinin de bu imkânı bulamadıklarını
bildiriyorlar. Kremenzky’ye tel çektim, eğer istiyorlarsa Sultanı görmeye
Londra’dan önce gidebileceğimi Mahmut Nedim’e bildirmesini söyledim.
*
* *
5 Temmuz, Londra
Öğleden sonra Türk Sefaretinden bir memur bizim teşkilâta gelerek
merkezden gelen bir talimat sebebiyle Türkiye sefirinin benimle görüşmek istediğini
bildirmiş. Şimdi çok meşgul olduğumu bildirerek başka bir zaman tekrar
gelmesini söyledim.
*
* *
Dır. Herzl Londra’da bilhassa Lord Rothschild ile temasa geçerek ona
İstanbul’daki temaslarını ve müstakbel Şirket plânlarını anlatır. Lord kendisini
Yahudi olmaktan ziyade İngiliz hissetmektedir. Filistin üzerinde niçin ısrar
ettiğini sorar, pekâla başka bir yer de olabilir, meselâ Uganda der. Dr. Herzl
bu gibi düşünenlerin «Ne biçim Yahudi olduklarını» düşünür, «kafasızlıklarına»
kızar. Filistin olmazsa bile Mısır Filistini, Elariş veya Kıbrıs’ın nazarı
itibara alınabileceğini böylelikle «Anayurda» yakın olacaklarını, her halü
kârda «Şirket»in sermayesinin karşılanması gerektiğini savunur ve Rotschild ve
diğer büyük Yahudi zenginleri ikna eder, sermayeyi gerekli parayı «derhal»
vereceklerdir.
sıralarda Türkiyeyi İngilterede Kostaki Antopulos Paşa temsil etmektedir.
Yıldız’dan, Herzl’in tâbiriyle «aptalca» bir telgraf almıştır. Bu telgrafta M.
Rouvier ile kesin bir anlaşmaya henüz varılmadığı, müzakerelerin cereyan
ettiği anlatılmakta, Dr. Herzl ile derhal temasa geçilerek konsolidasyon projesini
onun almasını Zat-ı Şahanenin arzu ettikleri hususunun bildirilmesi ve alınacak
cevabın telgrafla gönderilmesi istenilmektedir.
Dr. Herzl sefirin «ayağma» gelmesini temin eder, ona Yıldızca göndereceği
telgrafı yazdırır. Birkaç ay önce arkadaşlarının temin ederek Londra, Paris ve
Berlin bankalarına yatırdıkları üç milyonun kabul edilmeyip açılan kredilerin
iptal ettirildiğini, bu jest ile arkadaşlarının hüsrana uğratıldıklarını,
konsolidasyon projesinin ise 32 milyon tutarında bulunduğunu, bu kadar büyük
işin hemen birkaç saat içerisinde halline imkân bulunmadığını anlatır.
Müzakereler için derhal İstanbul’a geleceğini bildirir.
25 Temmuz, Tarabya
Sultanın derhal gelmem talebiyle yine buradayım. Ekspreste yemek yiyerek,
uyuyarak, rüya görerek, etrafı seyrederek iki gün geçirdim.
İstanbul yine eski İstanbul’. Pislik, toz, gürültü, kırmızı fesler ve mavi
sular.
Yıldız’ın girişindeki bahşiş kapıcı kimseler beni tanıdık tamdık
karşıladılar. Gelişimle altın yağacağını biliyorlar.
İbrahimle arkadaşlık.. Geçen defa o bana oğlunun ölümünü anlatmıştı. Bu
defa, yazık, ben ona babamın ölümünü anlatıyorum.
Yine gidip beklemeler, yine geldiğimi Sultana haber vermeler. Bu defa
arkadaşça bir ifade ile Tahsin görünüyor. İbrahim Beye benim Sultanın misafiri
olduğumu ve emrime sarayın arabalarından birinin tahsis edildiğini bildiriyor.
Sonra Tahsin Bey Sultana sunacağım teklifi yazılı olarak vermemi istedi.
Yolculuk sebebiyle henüz yazamadığımı söyledim. Zat-ı Şahanenin arzusu böyle.
Tahsin durumu haber vermeye gitti. Tahsin dönüp metni Tarabya’da yazabileceğimi
ve birisinin gönderilerek benden alınacağını anlattı. Beşiktaş’tan bir şehir
vapuruna binerek Yeniköye gittim, orada da arabaya binerek Trabya’ya geldim.
Saat 8.30 da oturup gece 11.30 a kadar çalıştım ve sonra temize çektim.
İbrahim’in adamı alıp gitti, eğer o gece boyunca çalışırsa sabaha tercümeyi
tamamlayabilir ve Sultan da derhal okur. Eğer müspet karşılarsa beni Selâmlık
merasiminden sonra kabul edecektir.
Boğazın suları yine masmavi.
Sultana yazdığım memorandum şöyle :
«Efendimiz,
Aşağıdaki mütaleaları Zat-ı Şahanelerine takdim etmekle şeref duyarım.
Önce Rouvier plânının politik tarafına dokunayım. M. Rouvier’nin halen
Maliye Nazırı durumunda bulunması durumu güçleştirmez, bilâkis kolaylık sağlar.
Eğer onun teklifleri Zat-ı Şahane tarafından kabul edilmezse Fransa
nezareti Osmanlı Hükümetine hiçbir serzenişte bulunamayacaktır. Çünkü Fransız
kabinesinin muhalifleri her fırsatta hükümetin malî gurupların menfaatine hizmet
etmek mecburiyetinde olduğunu beyan etmektedirler. Diğer taraftan plân
benimsenecek olursa M. Rouvier Türkiyeye politik bakımdan muhalefet
göstermemeye dikkat etmek zorunda kalacaktır, zira o zaman malî sebeplerle
kazanıldığı iddiasiyle hücumlara maruz kalacaktır.
Naçiz kanaatime göre her iki yolda da karar vermek için aceleye hiç lüzum
yoktur...
Majesteleri bizim tekliflerimizi kabul etmeseler dahi, M. Rouvier’nin
projesini tedricen reddetseler yine de faydalı sonuçlara ulaşabilirler.
Şartlar gittikçe daha uygun şekle gelecektir. Fakat ikinci bir plânın
mevcudiyeti son derece, mutlak gizlilik içinde tutulmalıdır. Yeni bir anlaşma
için müzakerelere gitmenin yolu Rouvier teklifini reddetmek olacaktır. O zaman
gerek Rouvier ve gerekse o reddedilmeden ortaya çıkmak istemeyen benim
arkadaşlarımla yeni müzakerelere girişmek imkânı ortaya çıkacaktır. Eğer işe
benim arkadaşlarımın da karıştığı işitilecek olursa tahvillerin fiyatları
derhal yükselmeye başlıyacaktır..
Arkadaşlarım M. Rouvier tarafından ileri sürülen genel şartlar içerisinde
konsolidasyonu gerçekleştirmeye hazırdırlar.
zaman Zat-ı Şahanelerinin hükümeti bu plân içerisinde yeni gelir
kaynaklarına da kavuşacaktır... Yani konsolidasyon teklifimiz kabul edilirse
arkadaşlarım 30 milyonluk bir taahhüde girişecekler İmparatorluk hükümetine bu
meblâğı derhal tediye edeceklerdir.
Buna karşılık Zat-ı Şahanelerinin hükümeti bize bir imtiyaz yahut müsaade
verecek ve Zat-ı Şahanelerinin geçen Şubatta izhar ettikleri gibi
Mezopotamya’dan başka Filistine yakın Hayfa civarına Yahudi iskânı mümkün hale
gelecektir..
Konsolidasyon mâliyenin ıslahı için atılacak birinci adımdan ibarettir.
Asıl önemli olan yeni gelir kaynakları bulmak, vergi gelirini yükseltecek
tedbirleri almak, halkı daha fazla vergi verebilecek seviyeye getirmektir.
Madenlerin, ormanların işletilmesi, elektrik enerjisi konusunun ele alınması
bunu temin edecektir. Naçiz kanaatime göre bu yeni gelir kaynaklarını yaratmak
borçları konsolide etmekten çok daha önemli ve acildir. O iş nasıl olsa zaman
içerisinde olur gider.
Mektubumdaki acele ifadeden dolayı Zat-ı Şahaneden özür dilerim. Buna sebep
yol yorgunluğudur. Eğer kabul edilmek şerefine nail olursam bu memleketin nasıl
zenginleştirileceği hakkındaki fikirlerimi uzun uzun arzedebilirim...»
26 Temmuz
Dünkü Cuma yine İbrahimin odasında asab bozucu bir şekilde beklemekle
geçti.
Yıldız’a öğle vakti Selâmlık merasiminden önce geldim. Tahsis edilen saray
arabasına binmiştim.
Ben araba ile geçerken Sultan da diğer diplomatlar da gördüler. Bilhassa
diplomatlar mütecessis ve şüpheli bakışlarla beni süzdüler, bilhassa Alman
Maslahatgüzarı Wangenheim öyle idi.
İbrahim Bey, alman mümessilinin «Banker Herzl’in bugün Sultan tarafından
kabul edilip edilmeyeceğini» sorduğunu, kendisinin de Herzl burada banker değil
muharrir hüviyetiyle bulunuyor dediğini anlattı.
Zaman zaman Tahsin yanımıza gelerek İbrahim’e Sultan’dan benim hakkımda
kısa mesajlar getiriyordu. Yemekten sonra Sultan’ın memorandum üzerinde
çalışmak istemesi sebebiyle dört saat müsaade etmem istendir Saat 6 dan
itibaren Tarabya’da değil Pera Palas’ta Sultanın emrine muntazır olacaktım.
İskelede Wolffsohn’u arayıp buldum ve Tarabya’ya giderek eşyalarımı Pera
Palas oteline getirmesini söyledim. Boğazdaki birbuçuk saatlik gezim sırasında
Sultan beni yeniden çağırdı. Tarabya’ya vardığımda derhal Yıldıza gelmekliğimi
bildiren bir telgraf buldum.
Saat altıyı çeyrek geçe Yıldız’a ulaştım, orada Alexander Karatodori Paşa
ile tanıştırıldım. Benim son derece gizli memorandumumu Sultan için tercüme
etmek emrini almıştı. Oysa ben memorandumu mühürsüz bir zarf içerisinde İbrahim
Beye göndermiştim. İbrahim çok kurnazca bir ifade ile bana onu okumadığını ve
herkese de bunu böylece söyleyebileceğini ifade etti. Buna inanmadım.
Zavallı, ihtiyar Karatodori paşa gece yarısı 12.15 e kadar uğraşıp tercüme
etti, altını ben de imzaladım, mühürledim, Tahsin Bey davet edildi ve zarfı ona
verdim. Bu sabaha da bana randevu verildi.
Sonra bir vapurla Tarabya’ya gittik, harikulade bir mehtab vardı.
Öğleden sonra bir ara İbrahimin odasında iken İzzet’le karşılaştım. Sadece
el sıkıştık.
27 Temmuz, Tarabya
İki gün önce Yıldız’a giderken bir sürü nazırın da arabaları ile
geldiklerini görmüştüm. Benim memorandumla ilgili bir toplantı için davet
edildiklerini, fakat tercüme gecikince toplantının geri bırakıldığını öğrendim.
*
* *
Dün sabah saat tam 10.00 da İbrahimin dairesinde idim ama o ve Karatodori
geç geldiler.
Zaman burada para değil.
Bir gün önce yaşlı bir soytarı nazarı ile baktığım Karatodori ile Bismarck
ve Disraeli hakkında konuşunca gördüm ki öyle değildir, gerçekten büyük bir
adam. Bana Berlin Kongresinden, Bismarckm şahsiyetinden, İngilterenin
politikasından bahsetti, çok enteresan şeyler anlattı..
Sultanın kabul etmesini beklerken yine yemek vakti geldi. Oturup kalktık,
birşey olmadı.
Tahsin yemekten biraz sonra bir mesajla geldi. Sultan benim memorandumum
hakkında Sadrıazamla konuşmak istemişti, ama Sadırazam biraz üşütmüştü, üstelik
dişi ağrıyordu... Yarın akşamdan önce çağırılmayacağa benzerim (Yani bu akşam)
.
*
* *
Eminim ki beni böyle bekleterek Rouvier’nin daha uygun şartlar ileri
sürmesini ümidediyorlar. Eğer Sadrıazam böyle yapıyorsa akılsızlık etmiş olur,
çünkü bu birşey temin etmez. Rouvier de arkasına yaslanıp bekler.
28 Temmuz, Tarabya
Dün geç vakit Sultan’a bir mektup, daha doğrusu rapor verdim :
«Efendimiz,
Dün ekselans Sadrıazam ile yaptığım konuşmadan sonra raporumu vermekle
şeref duyarım.
Teklifimizi devletlilerine teferruatiyle arzettim. Önce Zatı Şahanelerince
Londra Sefiri vasıtası ile gönderilen telgrafı 11 Temmuzda almış olduğumu,
ondan önceki günlerde kendi işlerimle meşgul bulunduğumu, İstanbul’a daveti
alınca da ayın 15 ine kadarki dört gün içinde ancak 30 milyonluk işin üzerinde
durabildiğimi ve bu hususta müspet cevap verdiğimi arzettim. Yeni bir plân
üzerinde çalışmak için yeterli zaman yoktu. Muhtemelen böyle bir çalışma
haftalar alırdı.
Bu şartlar altında ele Rouvier plânını aldık. İmparatorluk hükümetinin
menfaatlerini nazarı itibara alarak % 80 nisbeti dahilinde yeni taahhüdler
karşılığında 30 ilâ 32 milyon ödenmesini teklif eyledik. Böylelikle Zatı
Şahanelerinin arzuları yerine getirilmiş olmaktadır. İmparatorluk hâzinesine
yüklenen borcun nominal miktarı hernekadar 32 milyon olacaksa da bu 30
milyondan fazla olmayacaktır. Eski tahvillerin alınması taahhüdü hiçbir zaman
bir borç mahiyeti kazanmıyacaktır.
Bunun karşılığı olarak
Mezopotamya ile Filistinin bir parçasında iskân müsaadesi veya imtiyazı talep
ettik. Bu kumpanya hiç şüphesiz muhacirlerin sayıları oranında bir hisse ödeyecektir.
Ekselansları bu muhacirlerin Osmanlı tabiyetini kabul edip etmeyeceklerini
sordular, müspet cevap arzettim.
Ekselansları konsolide projesi ile kolonizasyon hernekadar birbirine bağlı
iseler de zahirde bağlı görünmemelidirler buyurdular. Görüşlerindeki inceliğe
hayranlığımı belirttim.
Bu kadar kısa zaman içerisinde diğer mühim plânlar üzerinde çalışmaların
bitirilemiyeceğini, müspet cevap alırsam arkadaşlarımı bu işler için seferber
edeceğimi söyledim. Ekselansları bu sendikanın kimler veya kim tarafından
tesis edileceğini sordular. 24 Temmuz tarihli mektubumda da bildirdiğim gibi
bu bir malî ahlâk meselesidir. Rouvier plânı ele alınmış ve mazbata da
hazırlanmış olduğuna göre arkadaşlarımın isimlerini resmen asla açıklamaya
yanaşmıyacaklarını bildirdim. Zatı Şahaneleri namuslu maliyecilerin bu durumda
başka türlü hareket edemiyeceklerini takdir buyururlar.
Bundan sonra birkaç kelime ile bizim kolonizasyon imtiyazı meselesine
temas ettim. Bu, bizim gayretlerimizin bir mükâfatı olacak ve asla yük teşkil
etmeyecektir. Zira Zatı Şahanenin İmparatorluğuna getireceğimiz elemanlar
tehlike ve güçlük tevlit etmeyeceklerdir. Müslümanlarla, onlara olan ırkî
yakınlıkları sebebiyle rahat rahat bir arada çalışabileceklerdir. Bir
defasında Zatı Şahanelerinin ecdadından birisi 15 inci asırda takibata uğrayan
talihsiz Yahudileri İmparatorluğuna muhacir olarak kabul eylemişti. Çok sayıda
gelmişlerdi. Türk Sultanları Yahudi tebaalarından bir defa olsun şikâyette
bulunmuşlar mıdır?
Şunu da ilâve ettim. Yakında idrak edilecek Zatı Şahanelerinin doğum
yıldönümleri vesilesiyle bütün dünya Yahudilerine bir mesaj yayınlanarak
kendilerine hüsnü kabul gösterileceği günümüzün en modern muhabere vasıtaları
ile duyurulacak olursa, doğacak sempatinin arkasından sermayelerin,
fabrikaların ve her türlü teşebbüsün bir biri ardından geleceğini, o zaman
yalnız Filistinin bir kısmı ile Mezopotamyanın değil bütün İmparatorluğun nasıl
hızlı bir kalkınma hamlesine girişeceğinin görüleceğini arzettim.
Yıldız Köşküne döndüğüm zaman ekselansları Arif Bey, Zatı Şahanelerinin
Yahudilerin bir arada toplu olarak yerleşmeşine muarız olduklarını bildirdiler.
Üzerinde ısrar etmek istemem, fakat benim iskân anlayışım gayrı tabii bir
şekildeki dağıtılmanın hiçbir işe yaramıyacağı merkezindedir. Muayyen bir
sermaye ile çalışacak olan bu şirket iskân bölgeleri konusunda hükümetle açık
ve kesin şekilde anlaşmaya varmak zorundadır.
Zatı Şahaneleri bu hususta en hakimane kararı vereceklerdir.
Bu belki bir itimat meselesidir ve Zatı Şahane bendelerinin sadakati ve
arkadaşlarımın malî gücü hakkında daha çok bilgi sahibi olmayı arzu
buyurabilirler. Bahsettiğim meselede şu anda bir sonuca varmasak dahi emrinizde
bulunduğumuzu arzederim.
Sadakatimin boş bir sözden ibaret olmadığını ispat için önce Zatı
Şahanelerinin emirleriyle acizane faaliyete geçip M. Rouvier’nin konsolidasyon
müzakerelerine müdahale ile İmparatorluk hâzinesine büyük menfaatler sağlayayım.
Fakat bunun için gizlilik şartlarına sonuna kadar en büyük ihtimamla riayet
edilmesi şarttır.
Benim İstanbul’da bulunuşum gözden kaçmamış, bundan dahi faydalanılarak
bazı avantajlar elde edilmiştir. Eğer bir tavsiyede bulunmama müsaade buyurulursa
şunu ifade edeyim, bendeleri Zatı Şahane tarafından özel şekilde kabul edilmedikçe
hiçbirşey bir sonuç vermeyecektir. Eğer hizmet etmek imkânı verilirse çok
memnun ve mesut olacağım. Yalnız malî değil memleketi alâkalandıran her hususta
hizmete amade bulunduğumu arzetmekle şeref duyarım...
Th.Herzl».
29 Temmuz
Dün olup bitenler Pazar gününün olaylarını not etmeme fırsat vermedi.
İki gün önce Pazar günü öğleden sonra İbrahim Bey’den derhal Saray’a
gelmemi bildiren bir telgraf aldım.
Sarayda İbrahim, Tahsin ve Arif Beyleri beni bekler buldum. Sultan yanımda
İbrahim ve Arif Beyler olduğu halde Sadrıazamla görüştürülmemi emretmişti.
Devletli Said Paşa.
Ben İbrahim’in arabasına bindim, diğer iki bey de ikinci bir araba ile
peşimizden geldiler. Önce iki arkadaşım Sadaret dairesine girdiler, çok
geçmeden kapı açıldı, kısa, şişman hasta görünüşlü birisi içeri girmemi
söyledi, bu Said Paşa idi.
Sultana verdiğim memorandumun teferruatı hakkında bilgi vermemi istedi.
Onunla yukarıda Sultana verdiğim raporda bahsettiğim hususlarda konuştuk.
Tekrar Yıldız’a döndük. Arif Bey Sultan’ı görmeye gitti ve Sadrıazamla
konuşmalarımızı kendisine yazılı olarak göndermekliğimi istediğini söyledi. Sultanın
çevresini kontrol için bulduğu bir yoldu bu. Sistem hiç şüphesiz zekice
düşünülmüştü ama üstün bir idareciyi de gerektiriyordu.
Raporumu dün sabah vermeyi söz vermiştim, ama ancak öğleye yetiştirebildim.
Mektubu bitirdiğimde satrançta iyi bir hamle yapmış oyuncunun rahatlığını
duydum.
Sultanın iradesine ittibaen mektubumu mühürlü bir zarfa koyarak Wellisch
ile gönderdim. Sonucu İbrahimin sıkıntılı odasında beklemektense Beşiktaş’ta
bir saat dolaşmayı ve sonra Beyoğluna çıkmayı ve orada beklemeyi tercih ettim.
Tam sofraya oturmuştum ki Wellisch saraydan istendiğim haberi ile geldi.
Galata ve deniz yolu ile Beşiktaşa gittim. Yıldız’da, harikalar diyarının
başkentinde beni bir sürpriz bekliyordu.
İbrahim, Tahsin ve Arif Beyler tarafından karşılandım. Sonuncusu benim
Sultana takdim edilmek üzere verdiğim mektubu henüz mührü dahi bozulmamış
şekilde bana uzattı. Sultan mektubun benim ajanım tarafından tercüme edilerek
kendisine verilmesini irade etmişti. Sultanın kastettiği Wellisch idi ama o
aczini ileri sürdü, zira türkçe ne okuması ne yazması vardı Wellisch’in.
Akşama tercümesini getireceğimi söz verdim. Ama itimat edilir bir tercümanı
nereden bulacaktım? Sırları etrafa yaymayacak birisi lâzımdı, hemen
araştırmaya giriştim, Wellisch buralı Yahudilerden Badi efendiyi, İbrahim ise
siyasî hizmetle iştigal eden memurlardan Bahur efendiyi tavsiye ettiler...
Haliç’e Badi Efendiyi görmeye gittik. Onunla Beyoğlunda karşılaştık, genç,
zeki bakışlı biri idi. Kendisine dindar olup olmadığını sorduktan sonra vakıf
olacaklarını hiçbir şekilde hiçbir yerde açıklamıyacağma Kitap üzerine yemin
ettirdim. Ama o dindar değildi, şeref sözü verdi. Üzerimde iyi bir tesir
bıraktı. Kardeşinin ticaretle uğraştığı dükkâna uğradık sonra onu alıp Pera
Palasa getirdim. Adamın başına gelenler binbir gece masallarına benziyordu.
Yabancı bir sihirbaz gibi ben karşısına çıkmış ve onu Halife ile karşı karşıya
getirmiştim.
Başına Wolffsohn’u diktim ve çalışmaya bıraktım. Saat 9 da henüz
bitiremediğini görünce İbrahim’e telgraf çekerek hemen gelemiyeceğimi
bildirdim.
Badi, geceyarısma doğru işini bitirmişti. Wolffsohn’un tavsiyesi üzerine,
ona hazırladığı türkçe metni tekrar fransızcaya tercüme etmesini söyledim.
Böylece ortaya çıkan birkaç aksaklığın düzeltilmesi mümkün oldu.
30 Temmuz
Dün sabah Badi ile çalışıp mektuba son şekli verirken önemli bir cümle
ilâve ettim. Eğer Sultan mâliyesini reorganize etme vazifesini bana verecekse
derhal türkçe öğrenmeye girişecek ve kendisi ile doğrudan doğruya konuşup
anlaşacak hale gelecektim. Bu, kendisinin tercümanlarına itimat etmediğim
anlamına da geliyordu.
Bitirdiğimiz zaman çok geç olmuştu, İbrahime gelişimi bildirdim. Vardığımda
Arif Bey ve bir nazırla masada oturuyorlardı. Yemekten sonra mektubu Arif Beye
verdim. Sultana götürdü. İbrahim ancak o sırada benim geçen Şubatta getirdiğim
kitap kolleksiyonunu takdim edilmek üzere ona verdi. Az sonra geri gelen Arif
bugün için randevu verdi.
İbrahim Bey Wellisch’e yolculuk masraflarımızın ne kadar tuttuğunu
sormuştu. Ben müdahale ederek zahmete girmemelerini, Sultan tarafından davet
edilmiş olmanın şerefinin bana yeteceğini söyledimse de ikna edemedim. Nihayet
sadece otel masraflarını ödemelerini rica ettim.
Çıktık, güneşli öğle sonunu Boğaziçinde gezerek geçirdik. Sonra Tarabya’da
karaya çıktık.
31 Temmuz
Asab bozucu müzakereler devam ediyor. Merasim hiç değişmiyor.
İbrahim için de tam bir yük teşkil ediyorum, benim yüzümden hergün daireye
gelip gece geç vakte kadar kalıyor. Oysa normal olarak haftada bir gün vazifeye
gidiyordu.
Hala konuşacak birşeyler bulmamız doğrusu mucize idi. Dün bana Saray’daki müzeden
bahsetti. Burada çeşitli devirlerden kalma porselenler vardı. Abdülhamidin
emriyle bir demirbaş defteri hazırlanmıştı ve bu sebeple hiçbirşey çalınmıyordu.
Sonra Kudüs’ten bahse giriştik. «Hiç Ömer Camiinde bulunmuş mu idim?» «Hayır»
cevabını verdim, o, Yahudilerin burayı zorla ele geçirmeksizin ayak basma
müsaadeleri bulunmadığını işittiğini anlattı. Ağlama Duvarından bahsetti.
Arif Bey benim Sadrıazamla görüşme yapmam talimatı ile Sultanın yanından
geldi. Onun refakatinde gittik. Nazik bir ihtiyar olan Sadnazamm yanma vardık.
Sadrıazam verdiğim iki memorandumun da Sultanı tatmin etmiş olduğunu
söyleyerek söze başladı. (Arabada iken Arif Bey benim kitabın derhal tercüme
edilmesini Sultanın emrettiğini anlatmıştı.) Kendisinin prensip olarak Sultanın
muvafakat etmekte olduğunu bildirmeye memur edildiğini söyledi.
Ben de yerlere kadar eğildim.
Sonra bir sürü manasız konuşmaya daldık. Ben Doğu Avrupa Yahudilerinin
içinde bulundukları güç şartları, çektikleri eziyetleri anlattım, o tam Romen
Yahudilerinden bahsederken «Bunlar medeni memleketlerde elbette vaki olmaz»
dedi. Ondan sonraki konuşmalar sırasında Sadrıazam İngiliz Hükümeti nezdinde
teşebbüse geçilerek kolonizasyona Afrikada girişilmesini, orada çok daha geniş
ve uygun arazi bulunabileceğini, Filistin üzerinde ısrar edilmemesinin daha iyi
olacağını, burasının tahsisinin büyük devletler arasında anlaşmazlıklar yaratacağını
v.s. ileri sürdü. «Hayfa da olmaz, orasımn stratejik değeri vardır» deyince
«Fakat efendim, bizim memlekete kazandıracağımız kuvvetin de stratejik değeri
vardır» dedim. «Evet» dedi «Ama siz nihayet bir iki milyonluk bir menfaat
sağlıyorsunuz, hem Rouvier gurubu ile aramızın açılması ne demektir?»
Konsolidasyon ile Şirket mevzuunu niçin ta baştan beri ayrı ayrı ele almak
istediklerini ancak o zaman anlıyabildim. Malî mülâhazalarla konsolidasyonu
Rouvier ile halledecekler, onun dışında Türk Hükümetinin bizden sağlayacağı
fayda nihayet 1,600 000 altından ibaret kalacaktı.
Böylece bir sürü konuşmadan sonra yerimizde saymıştık. Derhal oturup 31
Temmuz 1902 tarihinde Sultana bir mektup yazdım.
Bu mektupta bundan öncekilerden daha iyi şartlar ileri sürerek M. Rouvier
gurubunun kabul ettiği bütün şartları aynen tekabbül ettiğimizi, İmparatorluk
Hükümetinin malî menfaati uğruna konsolide edilecek bütün borçları karşılamayı
tekeffül ve bütün eski borç tahvillerini 32 milyon karşılığı derhal ele
geçirmeyi teklif eyledim. Derhal hazine emrine 1 milyon 600 bin altını
vereceğiz. Bundan sonraki taksitler eşit şekilde ödenecektir.
30 Temmuz, Akşam
Bugün karar geldi. Kısa ve kesin.
Mektubu Beşiktaş’tan Wellisch ile gönderdim. Biraz sonra Wellisch derhal
Saray’dan istendiğim haberi ile döndü. İbrahim’in tatlı selâmı ile
karşılandım. Mektubu Arif Bey vasıtası ile derhal Zatı Şahaneye gönderdi.
Arif Beyin yüzünde soğuk ve zalim bir tebessümle döndüğü zamana kadarki
müddetin nasıl sıkıntılı geçtiğini, kendimi nasıl daracık bir yere hapsedilmiş
hissettiğimi tarif edemem. Mektubumu zarfı yırtılmış ve mührü açılmış şekilde
geri getirdi.
Zatı Şahanenin Sadrıazamdan öğrendiğine göre ben yarın Selâmlıktan sonra
veda etmeye gelecek ve ogün akşam da hareket edecektim.
Dünkü tatlı tondan sonra bu ifade gözden düşüşü anlatıyordu. Veda için
şahsen kabul edilecek miydim? Görünüşe göre hayır, zira Arif, mektubumu hemen
bugün göndermemi, zira yarın Selâmlıktan sonra Sultanın dönmüş olan Fransız
Sefiri Constans ve diğer sefirleri kabul buyuracağını da ilâve etti.
Demek Constans dönmüştü. Rouvier’nin makinesinin benim dikkati çeken kabul
edilişlerim sırasında nasıl çalışmış olduğunu tahayyül edebiliyordum.
Daha önce İbrahimle konuşurken o benim faaliyetlerimden bahsederek
«Siyonizm bana en önemli şey olarak görünüyor» demişti, ben «Gerçekten öyledir»
deyince «Çok asil bir şey» cevabını verdi.
Bizans’ta siz asla birşey bilmezsiniz.
1 Ağustos
Tarabyadan Beşiktaşa son seyahatim. Burada bulunduğum zamanların muhtemelen
en güzel günü bugün, Boğaz sularının rengi hiçbir zaman bu kadar sihirli,
tatlı ve güzel olmamıştı.
Boş ellerle dönüyorum.
Diplomatik mahfillerde yine dedikodular ayyuka çıkacak. Dün akşam balkondan
onların terastaki konuşmalarını işitebiliyordum. İspanyol Sefiri «O kara
sakallı adam kimdir?» diye soruyordu, Belçika sefiri de «Bilinmedik adamlardan
oldum olası hoşlanmam» cevabını veriyordu ve güya zekice lâflar ediyordu:
«Matematikte x nedir?»
Bugün ben dünyada meşhur ilk beşyüz kişinin içine rahatlıkla girebilirim,
ama bir Belçika sefiri benim yanımda nedir? Birisi sorsa «İspanya sefiri
nedir?* diye ne cevap verilir, 300 senedir İspanyanın bu memleketle ne
münasebeti vardır? Doğum günü tebriklerinde bile varlığı şart olmayan biri
işte. Bir Belçika sefirinin ise hiçbir zaman varlığının hikmeti olmamıştır. Bu
adamlar zavallı halkın verdiği paralarla Tarabya’da oturur, tenis oynar, dedikodu
eder, içki içerler böyle..
Bu sabah hazırlanıp ayrıldım. Adiyö güzel Boğaziçi.
*
* *
Bir sual kalıyor. Sultan beni niçin getirtti?
Belki üç milyon hikâyesi için. Belki de Constans’ın dönmesi üzerine
korkudan son dakikada vazgeçti.
2 Ağustos
Tarabya’dan Beşiktaş’a yeniden bir son seyahat.
Dün gidemedim. Dün sabah saat 11 de Saray’a gittim, İbrahim Beye güzel bir
çift kol düğmesi, Arif Beye de İncili bir kravat iğnesini ayrılık hatırası
olarak hediye ettim. Arif Bey Sultanın yanma giderken ben de o gün saat 1.50
Ekspresi ile yola çıkmak niyetinde olduğumu İbrahime anlatıyordum. O,
boşboğazlığı sevmediğini, ama benim başarısızlığa uğradığımı anladığını
söyledi.
Ben, henüz Sultanın kararma muttali olmadığımı söyledim. İbrahim, Sultanm
iyi niyetinden —anlaşamamış olmakla beraber— şüphe etmememi, onun mutlak bir
idareci olduğunun doğru olduğunu, ancak bunun her istediğini yapar anlamına
gelmediğini anlattı.
«Anlıyorum» dedim «Memleketin menfaatini herşeyden üstün tutması lâzım».
«Evet» diye tasdik etti İbrahim «Size Zatı Şahanenin son derece sempatisi ve
hürmeti vardır. Sizin kavininiz için yapmak istediğiniz asil bir şeydir.
Siyonizm esasen asildir».
Kendisine teşekkür ettim ve daima Türklere ve Yahudi dostu Sultan
Abdülhamide bağlı kalacağımı söyledim. Fakat Avrupadaki ırkdaşlarımızın içinde
bulundukları sefalet bizim daha fazla beklememizi imkânsız kılıyor. Bu sebeple
halen İngiltere Hükümeti ile temasa geçmiş ve kabine üyesi Lord James
Hereford ile Afrikada bir Yahudi kolonisi kurmak konusunda müzakereye başlamış
bulunuyorum. İngiltere bu hususta bizden malî fedakârlık da istemiyor ve hatta
her yönde işimizi kolaylaştırıyor.
İbrahim, eğer Afrikada böyle bir koloni kurmaya muvaffak olursak Sultanın
da ileride daha başka türlü davranabileceği ihtimalinden bahsetti. O zaman
belki bizim için birşeyler yaparmış.
Fakat, dedim, biz bir kere büyük yatırımlara girişmiş olacağımız için o
zaman vakit çok geçmiş olacaktır...
sırada esrarengiz bir hizmetçi zuhur etti, Sultan benim ayrılmamı mümkünse
akşama bırakmamı istiyordu. Az sonra Arif Bey yüzünde anlaşılmaz bir ifade ile
gelip bugün ikametimi akşama kadar uzatmamın mümkün olup olmadığını sordu.
Böyle yapacağıma söz verdim. Fakat her ikisi de geldikleri zamanki memnun
görünüşlerini kaybettiler, niçin? Çıkarken Wolffsohn’a yüzünün ifadesini
mümkün olduğu kadar hüzünlü göstermesini fısıldadım.
İzzet de tam çıkıyormuş, bana selâm verene kadar kendisini farketmemiştim.
Son derece sempati ile selâmlaştık, gidişimden üzüldüğü belliydi.
Beşiktaş’ta Constans yatından karaya çıkıyordu, ben araba ile geçerken
yanındakilere benim kim olduğumu sorduğunu farkettim. Tam bir zafer havası
içerisindeydi, benim Selâmlık merasiminden önce ayrıldığımı görmüştü, ama Zatı
Şahanenin kalmamı istediğini tabii henüz bilmiyordu.
*
* *
Fakat bütün bunlar ne demek oluyor?
Wolffsohn’a göre kolonizasyon ile konsolidasyonu ayırmamız daha uygun
olacaktır.
İbrahimin dairesinde bir saat Tahsin’in gelmesini bekledim. Yıldız’ın
cinlerinin o gece orada olduklarını farkettim, acaba benim işlerimi berbat
etmek için yine neler çevirmişlerdi?
Yine ayni çocukça numaralar başladı: Osmanlı tabiyeti, Yahudilerin dağınık
şekilde yerleştirilmeleri, askerlik yapmaları.. Bunları İmparatorluk Divan
Kâtibi İbrahim söylüyordu. Benim konsolidasyon konusundaki teklifim ortalarda
yoktu. Yıldız’ın gangsterleri esaslı bir mikdar para almışa benziyorlardı.
Gerçekten Wellisch günün haberini verdi: Anadolu Demiryolları Müdürü Zander
bunları 300 bin altına satın almıştı. Hükümetin hazırladığı mazbata İbrahim ve
Tahsin’in aracılığı ile Sultan tarafından tasdik edilmişti.
Constans’ın muzafferane davranışının sebebi bu idi.
Söylediklerim hiçbir zaman aynen Sultana nakledilmiyordu. Tahsin Beye
muhacirlerin hükümet tarafından mı yoksa kurulacak şirket tarafından mı
yerleştirileceklerini sordum. Buna Sultan’ın karar vereceğini söyleyip gitti. O
arada biz yemeğe, o feci şark yemeğine gittik. Derken Tahsin döndü: Sultan
benim dostu olduğunu tekid ediyor, Neue Freie Press için bir miktar bağış kabul
etmemi ve burada masraflarımın mikdarını öğrenmek istiyordu. Birincisini
kesinlikle reddettim, İkincisinde de nasıl olsa otel masraflarım ödenmiş bulunuyor,
misafir için bu kadarı yeter, olmazsa kitap v.s. gibi kıymetsiz bir hatıranın
kifayet edeceğini söyledim.
Sultanın yanma tekrar giden Tahsin bir mesajla geldi. Tahsin ve İbrahim
bana tercüme ve tebliğ ettiler :
«İsrailoğulları Osmanlı İmparatorluğuna kabul edilebilirler, ancak şu
şartla ki: Bir arada bulunmayıp dağınık olarak oturtulmak, yerleşecekleri
mevkiler hükümet tarafından tayin edilmek, Osmanlı tabiyetini kabul etmek ve
üzerlerine düşen bütün vatandaşlık görevlerini ifa etmek üzere..»
«Tebliği hürmetle tebellüğ ve Zatı Şahaneye derin minnetlerimi ifade
eylerim, bu konuda arkadaşlarımla müşavere edeceğim, Yıldız Köşkü, 2 Ağustos
1902» diye yazıp verdim.
*
Tahsin Sultanın yanında iken İbrahim konsolidasyon konusunda Rouvier ve
adamlarına «Hayır» demenin imkânsızlığından bahsetti. Bu vist oyununa
benziyor. Birisi öyle hareket ediyor ki oyun arkadaşı galip geliyor.
Evet, soygun vist’i.
İbrahim devam etti «Hükümet eğer hayır deseydi bütün kredisini (itibarını)
kaybederdi».
Türk Hükümetinin itibarı! Bir hafta önce vaziyet ayni değil mi idi? Bu
düzenbazların nasıl çalıştıklarını iyice anladım.
İbrahim atlas bir kese çıkardı, bunu kabul etmem Sultan tarafından rica
edilmişti. Aldım. Hiç değilse fakirlere dağıtırım yahut propoganda işlerimizde
kullanırım.
Son selâmlaşmalar ve sonra Ali Baba ve Kırk haramilerin mağarasından
çıktım.
İşlerin hala kötü durumda olmadığına inanıyorum.
Yıldız ve Bâb-ı Ali bana alışmıştı. Yahudi Davut Efendinin bana 1896
yılında söylediği gibi, birgün yine dilenmek zorunda kalacaklar ve
istediklerimi o zaman kucağıma atacaklardı.
Önemli olan o anm ne zaman geleceği idi.
Şimdi yapacağım iş «Kudüs Sancağı»nın yakınlarına yerleşmek ve ilk
fırsatta Bulgarların Doğu Rumelinde yaptıkları işi yapmak olacaktır. Bunun için
de İngiliz Hükümeti veya Rothschildin yardımı ile «Jewish Eastern Company»yi
gerçekleştirmek lâzım.
Dr. Herzl’in önünde şimdi üç isim durmaktadır: Kıbrıs, Elariş ve Sina
Yarımadası. Bu üçü de «Kudüs Sancağı»na yakın ve müstakbel hareket plânına
uygun yerlerdir. İngiltere’de devlet adamları ile temasa geçmiştir. Bunlardan
«Müstemlekeler Bakanı» Joseph Chamberlain ile olan konuşması enteresandır.
Bakan Elariş ve Sina Yarımadası konularına hariciye karışır beni yalnız Kıbrıs
ilgilendirir diyerek Yahudilerin oraya yerleşmelerinin bazı mahzurlar
doğuracağını, rum ve türklerin bundan memnun olmayacaklarını, zora
başvurulamıyacağını ifade eder. Buna karşı Herzl bir çare bulmuştur: Biz 5
milyon sermayeli şirketi kurup Elariş ve Sina Yarımadasına yerleşmeye girişince
ada sakinleri akan altınları görürler. Müslüman Türk halk adadan defedilir,
rumlar da ellerindeki toprakları satmaya ikna edilir, böylece ada tamamen bize
kalmış olur, der.
Siyonist Teşkilâtının o günkü durumuna temas eder. Bütün dünyada birkaç
bin cemiyetin büyük federasyonlar halinde birleştiklerini ve hepsinin
merkezinin de Viyana olduğunu belirtir. Şimdi İngiltereden Elariş civarına
yerleşme müsaadesini almak çabasındadır. Bu faaliyetler içerisinde 1903 senesinin
Şubat ayı girer. Dr. Herzl tekrar İstanbul ile temasa geçmektedir. Bu sırada
sahneye de yeni bir karakter daha çıkar, Dr. Abdullah Cevdet. Hatıra defterine Herzl şu satırı
yazar: «Hiçbir Musa Arz-ı Mevuda giremez».
1903 Yılı Şubat ayında Dr. Herzl’in mümessili «Mısır Hükümeti» ile
«İmtiyaz» konusunda temasa geçmiştir. Mısır bir Hidivliktir ve zahiren Osmanlı
İmparatorluğuna bağlıdır. Gerçekte tamamen İngiliz Hükümetinin etkisi
altındadır. Mümessil olarak giden Greenberg orada Butrus adında birisinin, aracılığı
ile bu imtiyazı almaya çalışmaktadır. Aralarındaki telgraflar tamamen
şifrelidir. Meselâ: «Laimodon Rumoren Chisel. Sinuato Pinsk Welkend» şu anlama
gelmektedir: «Önümüzdeki haftanın sonuna kadar Viyanadayım, Mısır Hükümetince
İmtiyaz anlaşması imzalanmadıkça oradan ayrılma».
Bu arada Sadrıazama, Sultan’a ve İbrahim ile Tahsin Beylere mektupla
müracaat eder:
«Konsolidasyon mevzuu artık bir İkincisi gelene kadar kapanmıştır. Ama size
eskisinden daha avantajlı bir teklifte bulunacağım. Bunun iki sebebi vardır.
Birincisi benim Osmanlı Sultan ve Halifesine sadık şekilde bağlı olmam
hasebiyle İmparatorluğun iyiliğini istemem, İkincisi de Afrikada giriştiğimiz
bir toprak bulma çabamızın henüz gerçekleşmemesi, buna mukabil önümüzdeki
ilkbaharda yine çok sayıda Doğu Avrupa Yahudisinin yurtlarından kovulacağı
hususudur. Irkdaşlarım yine sefaletin pençesine düşeceklerdir. Bunları Osmanlı
tabiyetine kabul etmeniz karşılığı size derhal iki milyon altınlık bir
teklifte bulunuyorum».
Gerek Sultan ve gerekse yeni Sadrıazam’a yazdığı mektuplarda bu
Yahudilerin nereye yerleştirileceği hususu zikredilmemektedir. Bunu açıkça
İzzet Beye gönderdiği mektupta söylemektedir: «Bu paraya karşılık Akkâ Sancağı
civarına ırkdaşlarımın yerleşmesi müsaadesi istiyorum. Eğer biz anlaşırsak bu
herkes için iyi olacaktır..»
Tahsin Beye yazdığı mektupta «Akkâ Sancağı»ndan bahis yoktur.
*
* *
16 Şubat 1903, Viyana
Bugün mektupları İstanbul’a postaladım ve Greenberg’ten gelen telgrafla
meşgul oldum. «Burada Sultanın adamı bizim aleyhimizde çalışıyor, vaziyet son
derece ciddi. Zannederim Sultan’dan aldığı talimat üzerine bizim aleyhimizde
elinden geleni yapıyor. Hidivin Sultana bağlı olduğunu da unutma» diyor.
Buna şifre ile şu cevabı verdim :
«Perexile Cohnsman Both Guy Months after Rumoren Chisel». Yani: «Türk
komiserine 2000 altını İmtiyaz mukavelesinin Mısır Hükümetince imzalanmasından
sonra vermek üzere vadediniz».
Mısır’daki Osmanlı temsilcisi
komiserin ve Mısır’ın mukavemetinin «Rüşvet Metodu» ile ortadan kaldırılması
fikri bu-gün Dr. Abdullah Cevdet Bey ile yaptığımız konuşmanın sonuncudur.
Bu yeni tanıdık enteresan bir adam.
Cevdet, Neue Freie Presse’in edebiyat sahifesinde yayınlanan bir şiiri
dolayısiyle bana teşekküre geldi ve bir randevu istedi. Kendisini davet ettim
ve konuşmamız dönüp dolaşıp benim projeye intikal etti.
Dr. Abdullah
Cevdet kendisini bir Jöntürk ve Yahudilerin dostu olarak takdim etti. İkinci konuşmamızda aklıma Sultana yazacağım mektupları ona tercüme
ettirmek düşüncesi geldi. O da muvafakat etti. Bu iş için İstanbul’dan
telgrafla gelmesini istediğim Badi Efendiye bir telgraf daha çekerek gelmemesini
bildirdim. Cevdet üç gün çalışarak Sultana mektubu ve İmtiyaz mukavelesi
metnini tercüme etti.
Kendisine şükran nişanesi olarak bir çift mücevherli kol düğmesi hediye
ettim. O bunları kabul etmek istemedi ve verdiğim «Altneuland»ın [*] kendisini
daha çok memnun ettiğini söyledi.
[*] «Yeni Arz-ı Atîk» anlamına gelen bu eser Dr. Herzl’indir ve müstakbel
Yahudi Devleti üzerine yazılmıştır.
Sonra söze başladı: İstanbul’da doğrudan doğruya Nazırlar ile konuşabilecek
bir adamım var mıdır? Kendisinin arası Dahiliye Nazırı Memduh Paşa ile çok
iyidir.
Bir konudan diğerine atlayarak bu çiçek bozuğu yüzlü, kara gözlü adam bana
bir sürü şeyden bahsetti.
Kendisi Jöntürklerdenmiş ama Memduh şimdi kendisini «Susturmuş», Viyana
Sefareti tabibi olarak ayda 1500 frank çekiyormuş.
Ve bana —imtiyaz mukavelesi imzalandıktan
sonra verilmek kayıt ve şartı ile— bir hisse programı hazırladı ki şöyle:
Sadrıazam Ferid Paşa, Harbiye Nazırı Hasan Paşa, Dahiliye Nazırı Memduh Paşa,
Adliye Nazırı Abdurrahman, Maliye Nazırı Nazif, Maarif Nazırı Celâl ve
Şeyhülislâm 2000 er altın lira alacaklardır.
Buna muhtemelen bazı ilâveler yapılabilir. Bundan başka ben kendisine 2000
altın ve Memduh’un kâtipleri Faik ve Dr. Baha ile Şükrü Paşa’nın kâtibi Yüzbaşı Vasfi Beye 100 er altın
vadettim. Maamafih Şükrü Paşa Harbiye Nazırının oğlu olduğu için bir çift at
hediye edilecekti. Yarın bu Şükrü’yü davet edeceğim.
Cevdet, bu Şükrü Paşa vasıtasiyle muhaberata girişilerek onun babasının
diğer nazırları kazanması işinde kullanılmasını plânladı. Harbiye Nazırı,
Abdullah Cevdet’e nazaran, bir milyonerdir ama 2 altınlık bir hediyeye dahi
tenezzül eden bir adamdır.
Bütün bunlara derhal muvafakat ettim. Çünkü İmtiyaz mukavelesi
imzalanmadıkça hiçbir mükellefiyet altına girmiyordum. Sonra Cevdet’in
nazırlar için biçtiği fiatı İstanbul’dakilerle mukayese edince doğrusu ucuz
buluyordum. Abdullah Cevdet ise bir meslektaş olarak benim üzerime yüklenen
ağırlığı takdir ettiğini, kendisinin para almasa dahi sırf hakikat aşkı ile
çalışacağını, 2000 değil 1500 hatta 1000 altının bile kifayet edeceğini
söylüyordu. Her ne ise bu adam bütün davranışları ile üzerimde iyi bir tesir
bırakıyor.
Bir sorusuna verdiğim cevapta yaptığım işler karşılığında hiçbirşey
almadığım gibi cebimden de sarfettiğimi söylediğimde hayretinden dondu kaldı.
Benim «namusum» hakkında bile şüpheye düştüğüne eminim. «Birisi hiçbirşey
almadığı halde namuslu olabilir mi?»
Bakalım söylediklerinin palavra olup olmadığını göreceğiz.
Bugün hemen Memduh’a mektup yazmayı söz verdi.
17 Şubat
Bugün Türkiye ataşemiliteri Şükrü Paşa’yı gördüm. Genç ve kadın tabiatlı
bir paşazade, 28 yaşında, ama Harbiye Nazırının oğlu olduğu için mevkii
yüksek, zengin ve tembel. Zannederim onun alâkasını temin ettim ve babasına
yazacağına söz verdi.
Abdullah Cevdet oğlu ağzından babasına mektubu hazırlayacak ve Şükrü Bey
de onu temize çekerek babasına gönderecek. Aslı gürcü olan Yüzbaşı Vasfi Bey
dün beni görmeye geldi. Vasfi askerî tahsilini bir prusya subayı olarak
Kolonya’da yapmış. Nükteli konuşan bir adam, bana gülerek «arkadaşı Cevdet
Beyin sus payı aldığını» söyledi.
*
* *
23 Şubat tarihinde Crespi’den gelen bir mektupta «derhal 1 milyon’a
ihtiyacı olan Sultan ile yeni müzakereye girişmenin tam zamanı» olduğu
bildirilmektedir. Buna hemen cevap verir:
23 Şubat 1903, Viyana
«Muhterem Efendim,
Mektubunuzu biraz geç aldım, zira daha önceki bir tarihlisinde ben 2
milyon teklifinde bulunmuştum. Ona şu ana kadar cevap gelmediğine göre
zannederim ikimiz de yanılıyoruz.
Sizin gibi ben de bugünkü şartlar karşısında bana muhtaç olduklarım
düşünmüştüm. Bu teklifte bulunmamın bir sebebi de başka bir yerde giriştiğim
müzakerelerin tamamlanmış olması idi. Bir anlaşma muhtemelen önümüzdeki hafta
imzalanacaktır, daha fazla beklememe imkân yoktur.
363 (Abdülhamid) anlamamakta veya eline geçen fırsatın değerinden habersiz
bulunmaktadır. Adım adım mahvına doğru gitmektedir. Buna ben de teessüf
ediyorum...»
24 Şubat
Wellisch’e İstanbul’a bir mektup
yazıp Abdullah Cevdet’in bana verdiği tanıtma kartını gönderdim. Bu kart ile
gidip Dahiliye Nazırı Memduh Paşanın
hususi kâtibi Faik Beye giderek her nazırın benden 2000 altın alacaklarını ama
bunun için son mektubumda yazdıklarımın gerçekleşmesi gerektiğini, Faik Beyin
de 100 altın hediye alacağını bildirmesini yazdım.
3 Mart
Şimdi yeni bir durumla karşı karşıya gelmiş bulunuyorum. Kahire’ye
Greenberg yerine Goldsmith’i yollayacağım, o askerden ziyade iyi bir
diplomattır. Sina Yarımadasında durum bizim lehimizde olmak üzere
karıştırılacaktır. Üç şeyi birbirinden ayırıyorum: Mülküyet, kuvvet ve hak.
Mülkiyet Mısır hükümetinde, kuvvet İngilterede ve hak da Türk hükümetinde
bulunmaktadır. İlk adım olarak Mısır hükümetinden mülkiyet devralınmış
bulunmaktadır, İngiliz hükümetinin mümkün olduğu kadar fazla kuvveti
sevketmesini isteyecek ve temin edeceğim. Nihayet rüşvet yolu ile Türk
hükümetinden oraya gitme hakkını alacağım.
Gönderdiği adamlarının faaliyetlerinden sonra bizzat Dr. Herzl Mısır’a
gider, Kahire’de İngiltere Yüksek Komiseri ve bir kıbtî olan Mısır Başvekili
Butrus ile müzakerelerde bulunur. Mısır Hükümetinin sadece ismen mevcut
bulunduğuna, bütün selâhiyetlerin İngiliz Lordu Cromer’de olduğuna işaret eder.
Onunla Nil’in kontrol altına alınması, sulama projesinin gerçekleştirilmesi
hususlarını «karşılık olarak» gerçekleştirebileceklerini söyler. Mısır Başvekili
ile olan konuşmaları kahve içmek ve nezaket ziyaretinde bulunmaktan başka değer
ifade etmemektedir. Lord Cromer bu işin etrafiyle Londra’da halledilebileceği
kanaatindedir, bir raporla meseleyi oraya intikal ettirir. Dr. Herzl derhal
Londra’ya gider ,Müstemlekeler Nazın Joseph Chamberlain ile konuşur. Nazır
münbit ve sulak arazisi ile Uganda’nın daha uygun olacağını, orada pamuk
yetiştirebileceklerini söyler ama ille de Filistin veya «civarı» üzerinde ısrar
eder. Nazır, kendilerinin artık Anadolu ile meşgul olmadıklarını, orasını
Fransız, Alman ve Rus nüfuzuna terkettiklerini, Yahudiler Filistin’de bir
devlet kursalar bile bu devletlerin onlara istikbalde hak tanımayacaklarını
söyler. Dr. Herzl’e göre ise tarafsızlık siyaseti güdecek olan müstakbel
Yahudi Devleti «Büyük devletlerin birbirini kıskanmaları sebebiyle
yaşamaya devam edeceği» kanaatini ileri sürer ve «Eğer biz Filistinde olursak,
müstakbelde Osmanlı İmparatorluğu parçalanınca bütün o bölgede İngiliz
hâkimiyeti bizim yardımımızla kurulabilecektir» der. Müstemlekeler Nazırı kendisinin paltosunu tutarak giyinmesine yardım
eder ve Başbakan ile konuşarak istediğini temin etmeye uğraşacağım vadeder..
*
* *
4 Haziran, Viyana
İzzet’e mektup :
«Ekselans,
Zaman geçmekte ve ben hala 16 Şubat 1903 tarihli teklifime bir cevap
almamış bulunmaktayım.
Ama hâdiseler tazyik ediyor. Kişnev’de yapılan Yahudi mezalimini herhalde
duymuşsunuzdur. Bizim zavallı Yahudilerimiz sefillik içerisinde bulunuyorlar,
onlara muhakkak birşeyler yapmak lâzım.
Belki bana 1902 şubatında Zatı Şahanenin iradeleri ile verdiğiniz
memorandumdaki teklifler ile benim son tekliflerim arasında bir telife
gidilebilir. Mezopotamya’da kolonizasyon ile Akkâ Sancağına iskân mevzularını
kastediyorum.
Birkaç hafta içerisinde bizim Siyonist Kongresi toplanacaktır, ben onlara
müspet bir şeyden bahsedemiyeceğim ve böylece şimdiye kadar Zatı Şahanelerinin
Hükümetiyle yapılmış olan bütün müzakereler keenlemyekün addedilecektir. O
zaman başka bir bölge bulmak zorunda kalacağız. Bütün fırsatlar da kaçırılmış
olacaktır...»
Ayrı bir zarf içerisinde aşağıdaki satırları yazıp gönderdim :
«Aziz dostum,
Sizinle bir arkadaş olarak konuşmama müsaade ediniz.
Bahsettiğim plânın tahakkuku için şahsınıza ne istersiniz? Bana miktarı
yazınız, mühürsüz ve işaretsiz bir mektupla bildiriniz. Mektubun hamili
içerisinde ne olduğunu katiyen bilmeyecektir. Herşey sizinle benim aramda
mutlak sır olarak kalacaktır.
Eğer plân şimdi gerçekleşmezse bundan ebediyen vazgeçeceğim.
Samimi ve sadık arkadaşm Theodor Herzl».
*
* *
Dr. Herzl bu arada bir de Rusya seyahatine çıkar. Filistinde kuracakları
devletin mukaddes toprakları herkese açık tutacağını, ancak Türk Sultanı
Abdülhamid’e burasını Yahudilere vermesi için tazyik edilmesi, tavsiyelerde
bulunulması kanaatindedir. Bunu temin için Rusya’ya gelip çeşitli devlet
adamları ve generallerle temas kurmuş ve müzakerelere girişmiştir. Ama olumlu
sonuç çıkmamaktadır. Bir defa Rus Çarı sırf dini sebeplerle Yahudilere
düşmanlık beslemektedir. Yahudilerin Rusya’daki davranışları sebebiyle de halk
onlara düşmanca hisler duymaktadır. Fakat kendi düşünce ve görüşünü paylaşan
birkaç kişi bulmuştur. Ama günün şartları harekete geçilmesine engel
olmaktadır. Bunu 16 Ağustos tarihinde şöyle kaydeder:
«... Fakat otelde beni beklemekte olan General Kirayev bizim Ruslar’dan
Büyük Türk (yani Sultan Abdülhamid) ile bu sıralarda bir arabulma faaliyetini
beklemememizi söyledi. Zira İstanbul’daki Rus Konsolosu Rostkosvki’nin
katledilmesini protesto etmek amacı ile bir Rus filosunun Boğaziçine doğru
harekete geçtiğini, yukarıda anlattığı diğer beş sebebin de inzimamı ile
Türkiye ile Rusya arasında yakın bir istikbalde iyi münasebetlerin beklenmemesi
gerektiğini anlattı..»
Toplanan Siyonist Kongresinde müspet bir rapor ortaya atılamamıştır.
Mısır’da müspet devam eden müzakereler sonraları bozulmuş ve sonuç
alınamamıştır. Kendisi Kongre’ye Filistin projesinden vazgeçilmemesi
gerektiğini, eninde sonunda burasının kendilerine vatan olarak temin
edileceğini söyler. Fakat istiyorlarsa iki İcra Komitesi kurulmasını, bunlardan
birinin Doğu Afrika, diğerinin Filistin projeleri ile uğraşmasını ama
kendisinin her iki komitede de vazife alamıyacağını bildirir. Kongre yine onun
arzularına uygun hareket eder. Dr. HerzI de faaliyetlere girişir. Viyana’dan
İzzet Beye yine iki mektup yazar, birisi etrafa gösterilmek birisi yalnız
kendisinin malûmu kalmak üzere yazılmıştır:
12 Aralık 1903
«Ekselans,
Zatı Şahane ve Sadrıazam Hazretlerine 16 Şubat 1903 tarihinde takdim
eylediğim teklifler hakkında haber vermenizi istirham edeceğim.
Bilhassa Rusya ile olan siyasî münasebetlerin bu durumda ağır bastığını
anlıyorum, ama şimdi bu artık bahis konusu, değildir. Diğer politik güçlükleri
de bertaraf etmek için bütün ülkelerde faaliyete şahsen ve arkadaşlarım vasıtasiyle
girişmiş bulunuyorum. Bunların halledilmiş olduğunu ifade edebilirim, artık
böyle bir güçlük yoktur, siz de kısa zamanda bundan resmen haberdar
olacaksınız.
Bu itibarla İmparatorluk hâzinesine yeni gelir kaynakları temin etmeyi de
içine alarak tekliflerimi yeniliyorum. Bu gelir kaynağı hayranı olduğum
memleketinizi İktisadî istikrara kavuşturacak vasıfta olacaktır.
Biz yerleşecek bir bölgeyi heryerde bulabiliriz. Nitekim bulduk da.
Gazetelerde İngiltere Hükümetinin 60-90 000 fersah murabba (180-270 000 mil
kare) araziyi bize tahsis ettiğini okumuşsunuzdur. Fakat ben tekrar dinî ve
ırkî yakınlığımız olan insanlar arasında yaşama konusuna dönüyorum. Tebaası
olduğumuz Halife’ye ve memleketine bolluk, istikrar getirerek onun himayesi
altında kurtuluşa ermek istiyoruz..»
Özel mektup da şöyleydi:
«Aziz Dostum,
Eğer bir anlaşmaya varırsak, imza günü 10 000 altını emrinize tahsis
edeceğim.
Bu sözümü istediğiniz şekilde yerine getirmeye hazırım, meselâ oğlunuzun
adına yatırabilirim, nasıl isterseniz.»
25 Aralık 1903
Bugün Şükrü Paşa gelerek babasına gönderilmek üzere teklifimi yazılı olarak
bildirmemi istedi. Ona 16 Şubatta gönderdiğim memorandumu aynen verdim:
TEKLİFLER
Biz İmparatorluk hudutları içerisinde Akkâ Sancağında yerleşmek istiyoruz.
Bunun karşılığında senelik asgarî 100 000 altın para ve İmparatorluk
Hâzinesinin bütün borçlarını tasfiyeyi tekeffül ediyoruz. Yerleşenler Osmanlı
tabiyetine geçeceklerdir.
İlâve olarak İstanbul ve Londra’da tescil edilmiş bir banka kurarak
İmparatorluğun malî işlerini idare edebiliriz.
Ayni yıl Ocak ayının sonlarına doğru Roma’ya giden Dr. Herzl İtalya kralı
tarafından kabul edilir. Onunla İtalyadaki Yahudiler v.s. konularında fikir
teatisinde bulunduktan sonra sözü Filistin’e getirir. Kral bu konuda şöyle söyler:
«Filistini iyi bilirim, birkaç defa gittim, sonuncusu babam katledildiğinde
idi. Memleket zaten Yahudileşmiş durumdadır. Siz orasını ele geçirebilirsiniz
ve geçireceksiniz de, ancak ne zaman olur bilinmez, oradaki Yahudilerin
sayısının yarım milyon olmasını temin ediniz.»
«Girme müsaadeleri yok efendimiz».
«Bunu rüşvet yolu ile sağlayabilirsiniz».
«Öyle olsun istemiyorum efendimiz. Bizim projemiz yatırım ve onun sonucu
gelişmeyi mutazammmdır ve memleket bizim olmadıkça buna girişmek istemiyorum».
«Evet, bu biraz başkasının evini tamir etmeye benziyor».
«Bendeniz herşeyden önce Sultan’ı elde etmek istiyorum».
«Onun üzerinde tesirli olacak tek şey paradır. Eğer ona Ürdün vadisi
karşılığında para teklif ederseniz verecektir».
«Evet ama biz muhtariyet de isteriz».
«Ha, o bunu işitmek bile istemez, o kelimeden nefret eder».
«Bize bir lütufta bulunmanızı istirham ediyoruz efendimiz».
«Peki dinliyorum».
Ona Grand Dük ile Rusya Dahiliye Nazırı Plehwe’nin mektuplarını gösterdim,
niyetim havanın hazırlandığını ispat etmekti. Plehwe’nin mektubundaki gizli
satırları okurken gülümsedi ve «Ben hiçbirşey söylemiyeceğim bir mezar taşı kadar
sessiz duracağım» dedi. Mektupları tamamen okuduktan sonra: «Bu sizin için
gerçekten büyük muvaffakiyet» deyince «Efendimiz, sizin Sultana yazacağınız
şahsî bir mektup bize çok yardım edecektir, lütfediniz ona yazınız» dedim.
«Bunu memnuniyetle yapardım, ama her hoşuma gideni icra edecek durumda
değilim. Şimdi size söz verip sonra da yapmamak centilmence bir hareket olmaz.
Önce müşavere etmeli, Hariciye Nazırı Tittoni ile konuşmalıyım. Onu bu gece
göreceğim ve sizin de kendisini ziyaret etmenizi sağlayacağım. Şimdi size fiil
değil yalnız iyi niyetimi verebilirim».
Sonra söz Filistin’e, Lut Gölünde düşündüğümüz kanala, gölün tuzlarına ve
sonunda tekrar Sultan Abdülhamid’e intikal etti:
«Onu tanırım, çok kurnazdır».
«Fakat çok şüpheci, herşeyden korkuyor».
«Canından korkuyor, birisinin kendisini öldüreceği endişesi içerisindedir,
kimseye itimat etmez»...
*
* *
26 Ocak 1904 günü Dr. Herzl
Roma’da Papa tarafından kabul edilir. Mecidiye nişanını göğsüne takmış olduğu
için Papa tarafından kendisine «Kumandan» diye hitap edilir. Papa’ya Kudüs
hariç olmak üzere Filistinde yerleşmek projesinden bahsederek onun muvafakatına
muhtaç olduğunu anlatır. Papa bunu hıristiyanların başı olarak kabul
edemiyeceğini ifade ile:
«Yahudiler bizim Efendimizi
tanımamışlardır, bu sebeple biz de Yahudileri tanıyamayız”. Bunun üzerine orasının hariç tutulacağını söyler, Papa lâtince telâffuzu
ile «Gerusalemme» diye devam eder «Yahudilerin eline geçmemelidir».
—«Muhterem Peder şimdiki durumuna ne dersiniz?»
«Biliyorum, mukaddes yerleri
Türklerin elinde görmek hoş değil, fakat Yahudilerin elinde olmasını düşünmek
bile istemem. Yahudiler oraya ya çoktan gelmiş olan Mesih’i beklemek üzere
gideceklerdir ya da dinsiz olarak, ben her iki halde de orayı ele
geçirmelerine muvafakat edemem.. Kudüs ve mukaddes yerler dışındaki Filistin
için dahi böyle düşünmekteyim. Yahudiler takip ve tezlilden kurtulmak
istiyorlarsa doğru dine, hıristiyanlığa dönmeli, vaftiz edilmelidir.»
Roma’dan, Hariciye Nazırı ile konuşup meseleyi yazılı olarak teferruatı
ile anlatmak üzere ayrılan Dr. Herzl faaliyetine Viyana’da devam eder.
Hatıraları şöyle gitmektedir:
24 Şubat, 1904
Dün acaip bir ziyaretçi kabul ettim : Kartının üzerinde «Eski Türkiye
Başkonsolosu Ali Nuri Bey» yazılı idi ve bu kartı daha önce bizim gazete
idarehanesine göndermişti.
Türk prenseslerden birisinin kocası, karısı da halen burada harem hayatı üzerine
konferanslar vermekle meşgul.
Mükemmel almancası beni şaşırttı, sonra kendisinin İsveçli olduğunu, 18
yaşlarında iken Türkiyeye mümessil olarak gönderildiğini, orada müslümanlığı
kabul ettiğini anlattı.
Şimdi 41 yaşlarında, bana diğer Nuri Beyi hatırlatıyor ama bu biraz daha
kuvvetli görünüyor, kafası omuzlarının arasına sanki gömülmüş. Bana dün evimde
saat 9.30 ile 12.30 arasında söylediği teklifleri şunlar: İki kruvazör ile
Boğaziçine girmek, Yıldızı bombarduman etmek, Sultanı tevkif etmek veya
kaçmasına göz yummak, yerine başka bir Sultan geçirmek (Murat veya Reşat)
muvakkat bir hükümet kurarak Filistin için imtiyazı almak.
Bir roman mı yoksa macera mı?
«İki kruvazör 400 000 altın eder, geriye 100 000 kalır, bütün darbe yarım
milyona patlar. Eğer başaramazsak sadece parayı ve olaya karışanları
kaybederiz».
Bütün bunları çarşıdan ekmek satın alırcasına rahat ve
soğukkanlı bir şekilde anlattı. Bir seyahat yapıp sahile yalnız J;
gideceğini söyledi, «Hareket 1000 kişi ile başarılabilir, en uygun zaman da
Selâmlık merasimi sırasıdır. Kruvazörler Çanakkaleden gece geçip sabah Yıldızı
bombalıyacaklardır».
Ona «mevcut hükümetlerle görüşmelere girişmeyi tercih ettiğimi» söyledim,
bu hususta akla bir çok ihtimaller gelmekteydi, tabii bunları açıklamadım.
Böyle bir hareket, hernekadar kendisi sadece havaya ateş edileceğini söylüyorsa
da, katliam ve yağma ile sonuçlanabilir, o takdirde Siyonizm hareketi bir
süre de olsa itibarını kaybeder, Türkiyedeki Yahudiler katliama uğrayabilirler
ve nihayet «müteşebbisler» sonra verdikleri sözde durmayabilirler.
Ali Nuri Beyle alâkayı kesmeyeceğim, kendisi belki ileride kullanılabilir.
Müstakbel iktidar ile bir bağ kurmuş da olabilirim.
28Mart
Bizim soyguncu Crespi buradaydı, yine benim hesabıma çalışmak istediğini söyledi.
5 Mart
Dün Ali Nuri Bey tekrar beni görmeye geldi, yine Boğaziçi plânları. Fakat
adam tam maceraperest, bugünkü elbiseleri giyinmiş bir viking.. Çanakkaleden
nasıl geçileceği, telgraf hatlarının nasıl kesileceği v.s. hep plânlanmış
durumda..
Mısır Hidiv’i hakkında söyledikleri enteresan: Sultan olmak ihtirası
içinde, bundan başka araplar arasında hilâfete Peygamber Muhammed soyundan
birisini geçirme hareketi mevcut, Hilâfet Yavuz Sultan Selim tarafından
haksızlıkla gaspedilmişmiş.. Bu hareketi başlatan da Hidiv imiş.
7 Mart
Ali Nuri Bey hakkında İsveçli albay Melander nezdinde soruşturma yaptım,
tanımıyor yalnız eski admın Nordling olduğunu biliyor.
12 Mart
Crespinin mektubuna derhal cevap :
«Yakında İstanbul’a bir temsilci göndereceğim. Bu gizli mümessil orada
birkaç gün kalacaktır, kendisiyle temas edersiniz».
22 Mart
Levontin ve Kahn’ı bugün İstanbul’a gönderdim.
Eğer oradan boş ellerle dönerlerse, Giyom Tell’in ikinci okunu atacağım :
Ali Nuri Bey.
30 Mart
Albay Goldsmith’i Türkiye işinde kullanmayı düşünmüştüm, iki gün önce onun
Paris’te öldüğünü haber aldım. Kayıp gerçekten.
10 Nisan
Kimseyle müşavere etmedim ama uzun uzun düşündükten sonra Ali Nuri’nin
teklifini reddetmeye karar verdim. Kahn
Türkiyeden eli boş dönse dahi buna girişmeyeceğim. Türkiyedeki Yahudilerin
katliama uğramalarını göze almaya lüzum yok.
Ali Nuri Beyden başka türlü faydalanamaz mıyım diye düşünüyorum.
*
* *
O günlerde bir kalp krizi geçiren
Dr. Herzl’e doktorlar tam istirahat tavsiye ederler. O mutad faaliyetine devam
eder ve bu faaliyet 3 Temmuz 1904 yılında kalp sektesinden öldüğünde sona
erer.
2 Temmuz 1904’te Dr. Theodor Herzl’in ölümü üzerine Politik Siyonizm
hareketi büyük ve ciddî sarsıntı geçirdi. Çünkü o yedi senelik başkanlığı
sırasında tam selâhiyetle çalışmış ve teşkilâtı kendi şahsı ile kaim hale
sokmuştu. Hatıralarında görüldüğü gibi, onun pek yakın mesai arkadaşı olan
David Wolffsohn 1905 Basel kongresinde liderliğe geçirildi.
David Wolffsohn kelimenin tam anlamı ile tüccar ve maliyeci idi.
T.Herzl’in açtığı yoldan yürümeye çalıştı, fakat onun yerini hiçbir zaman
alamadı.
Kongrelerde Rusya Yahudileri liderlerinden Ussişkin ile Hayim Weizmann’ın
sert muhalefetleri ile karşılaşıyordu. Selefinin İstanbul’da başlayıp sonuç
alamadığı temaslara Wolffsohn devam etti. Talepler ile bunlara verilen cevaplar
hemen hemen ayni idi. Diğer taraftan İngiltere hükümetinin telkini ile ortaya
atılan ve Yahudilerin Afrika’da bugünkü Kenya’da bir koloni kurmalarını
istihdaf eden teklifi Politik Siyonistler destekleyince teşkilâtta huzursuzluk
ve direnme arttı. «Uganda Projesi» diye Siyonist çevrelerde adlandırılan bu
teklif yüzünden bölünmeler meydana geldi.
Dr. Herzl’in halefine muhalefet
edenlerin başlıcaları Menahem Mendel Ussişkin, Hayim Weizmann ve Otto Warburg
Siyonist Kongrelerinde yeni bir cephe teşkil ettiler ve böylece Sentezci
Siyonizm diye tanınan yeni cereyan ortaya çıkmış oldu.
Bu üç siyonist liderin hayatları incelenecek olursa, hareketlerinin anlamı
daha iyi anlaşılacaktır.
Menahem Mendel Ussişkin (1863-1941) Moskova Teknik Üniversitesinden mezundur. Özel olarak kadîm
İbranî dilini öğrenmiş, Ahdi Atîk ve Talmud tahsili yapmıştır. 1885 yılında
Aşer Ginzberg’in kurduğu «Biney Moşe» (= Musa Oğulları) adlı gizli cemiyete
girmiştir. Bu cemiyetin gayesi Yahudileri Filistine yerleştirmekti.
Hayim Weizmann 1874 yılında
Polonya’da doğmuş fakat tahsilini Rusya’da Kimya fakültesinde yapmıştır. O da
kuvvetli bir din, dil ve Talmud öğrenimi görmüştür. Yahudiler arasında kadîm
ibraniceyi diriltip yaşatma diye tarif edebileceğimiz «Haskala» hareketinin
tesirinde yetişmiştir.
Otto Warburg gençliğinden itibaren Yahudileri
Filistine yerleştirme cemiyetlerinde çalışmış kuvvetli bir teşkilâtçıdır.
Her üç lider de T.Herzl’in Filistin konusunda gittiği yoldan ayrılmışlar, «Uganda Projesine» kesin
cephe almışlar ve «Sentezci Siyonizm» fikrini ortaya atmışlardır.
Onlara göre Filistin’de kanun himayesi altında kolonileşme veya muhtariyet
elde etmeye çalışmak Türkiye’nin açık tutumu karşısında imkânsızdır, öyleyse
Herzl’in plânı üzerinde ısrar etmek beyhudedir. Herzl ve halefinin tutumu sonunda Filistin elde
edilemediği gibi Rothschild’ler gibi büyük Yahudi zenginleri hareketin dışında
bırakılmışlardır.
Bütün Yahudilerin desteğine mazhar olacak bir yol tutulmalı, senteze
gidilmelidir.
Bunun sonucu olarak Filistin’de «Poaley Siyon» (Siyon İşçileri) adlı bir
teşkilât kurarak bilhassa 1905 ihtilâlinden sonra Rusya’dan kaçmak isteyen
Yahudilerin Filistine girmelerini organize etmişlerdir.
1907
Hague Siyonist kongresinde verilen karar mucibince Yafa’da «Filistin Arazi
Şirketi» kurulmuş ve toprak satın alınması işine hız verilmiştir. Arthur Rupin’in başkanlığında kurulan özel bir Filistin Bürosu çalışmaları
kolaylaştırmak ve organize etmek için faaliyete geçirilmiştir. 1908 meşrutiyet
hareketinin akabinde İstanbul’’da ileri gelen Rus siyonistlerinden Victor
Jacobson’un başkanlığında bir siyasî büro açılmıştır.
Sentezci Siyonizm hareketi siyonistler arasında derhal taraftar bulmamış,
1910 ve 1911 kongrelerinde Wolffsohn başkanlığı muhafaza etmiş, fakat Otto
Warburg başta olmak üzere bütün muhalifler icra komitesi üyeliklerine
seçilmişlerdir. Böylece başkan ve üyeler birbirlerine düşmüşler, icra komitesi
teşkilâtın merkezinin Berlin’de olmasına karar verirlerken, başkan kararı
tanımayıp Viyana’da kalmış, «Jewish Colonial Trust» ve «Jewish National Fund»un
idaresine elkoymuş, masrafları ödememiş ve teşkilât meflüç hale gelmiştir.
1913 kongresi sonsuz münakaşalarla geçmiş, meseleye bir hal şekli
bulunmadan Birinci Dünya Savaşı çıkmıştır.
Siyonizm hareketi Dr. T.Herzl’in
ölümü ile girdiği karışıklık ve parçalanmadan Weizmann sayesinde kurtuldu.
İsrail Devleti 1948 yılında kurulana kadar Siyonist Teşkilâtın
başkanlığını ve dünya Yahudiierinin liderliğini yapan Weizmann ittifakla
Cumhurbaşkanlığına seçildi.
Aslen Polonyalı olmakla beraber tahsilini Rusya’da yapan ve Siyonizmin
Rusya Yahudileri arasında teşkilâtlanması hususunda Ussişkin ile birlikte
çalışan Wizmann 1900 yılında yani Londra Siyonist Kongresinden itibaren
T.Herzl’in görüşlerine cephe almıştı. Ona göre «sadece politik siyonizme
sarılmak kâfi değildir, kültürel faaliyetler geliştirilmeli, idealist bir
Yahudi milleti yetiştirilmeli ve propoganda çalışmaları dünya çapında
geliştirilmeli idi. Herzl’in «Aristokrat Cumhuriyet» görüşünü de kabul
etmiyordu, ona göre cumhuriyet demokratik olmalı idi.
1907 Yılında Ussişkinle beraber görüşlerini bir program haline getirmişler,
uzun iç mücadelelerde Birinci Dünya Savaşı günlerine kadar sonuç alamamışlardı.
1907-1911 Yılları arasında Weizmann’ın çalıştığı konulardan birisi de
Filistin’de açılacak üniversiteler idi. Orada İbrani dilinde tedrisat yapacak
tam teşekküllü bir İbrani Üniversitesi müstakbel Yahudi devlet ve milletinin
temelini teşkil edecek; Hayfa’da kurulacak bir «Tekniyon» (Teknik Üniversite)
de müstakbel teknik eleman ihtiyacını derhal temine vesile olacaktı.
Kendisi daha kolay ve rahat çalışabileceği gerekçesiyle İngiltere’ye
hicret etti, Manchester Üniversitesine Kimya Profesörü olarak tayin edildi.
O günlerde Siyonist Teşkilâtın
merkezi Berlin’den Kopenhag’a nakledildi, İstanbul’daki temsilci Jacobson
başına geçti. Amerikadaki kol Brandeis ve S.Levin’in idaresinde idi. Londra,
teşkilâtın beyni mesabesindeydi ve Weizmann tarafından idare ediliyordu.
Başkan olarak teşkilâtın Osmanlı İmparatorluğu ve müttefikleri aleyhinde
çalışması ve bilhassa Filistin’i Türklerden alıp İngiltere tarafından işgal
edilmesi hususlarını temin etti.
Filistin’deki İşçi Teşkilâtı başta olarak bütün siyonistler türkler
aleyhinde çalışacak, İngiliz devlet adamları elde edilecek ve Arzı Mev’ûd ele
geçirilecekti.
Birinci safha bilâhare İsrail’in İkinci Cumhurbaşkanı olan Yitshak ben Sivi
ile uzun yıllar başbakanlığını ifa eden David ben Gurion’un idaresinde
gerçekleştirilecek, ikinci safhada Weizmann ile ünlü lord ve milyarder
Rothschild sahneye çıkacaklardı.
Siyonist faaliyetin
birinci safhasının gerçekleşmeyişi Suriye Valisi Cemal Paşanın gayretleri
sonucudur. Kudüs’te Zeytindağı üzerinde Türk Ordusu karargâhının yanıbaşında yıkıcı
faaliyete göz yumulamazdı. Cemal Paşanın
emriyle Ben Sivi ve Ben Gurion başta olmak üzere bütün siyonist elebaşıları tevkif
edilip bazıları İstanbul’a sevkedildi. Çoğu da hudut dışı edildi.
İkinci safha ise İngiltere ve Amerikada tam anlamı ile gerçekleştirildi.
Amerika başkan seçimlerine gidiyordu. Adaylardan Woodrow Wilson’un en yakın
mesai arkadaşları Yahudi idi. Propoganda için yapılan masrafları Henry
Morgenthau idare ediyordu. Cumhurbaşkanlığını kazanınca Millî Savunma Konseyi
başkanlığı, Harp Endüstrisi Dairesi reisliği ve Harbiye Nazırlığı gibi makamlara hep
Yahudileri getirdi.
H.Morgenthau savaş sonu sulh müzakerelerinde Amerikan heyeti başkanlığı
yaptı, Türkiyeye sefir olarak gidip ermeni meselesinde önemli faaliyetlerde
bulundu ve Paris Sulh Konferansına Siyonist Teşkilâtın iştirak etmesini temin
etti.
Hayim Weizmann ise İngiltere’de ünlü devlet adamı ve dışişleri bakanı Lord
A.James Balfour ile 1916 yılından itibaren başbakan olan Lloyd George’u tam
birer siyonist sempatizanı yapmıştı.
Birinci Dünya Savaşı daha devam ederken, Lord Rothschild ve Hay im
Weizmann’ın idaresinde harekete geçen Siyonist Teşkilâtı, vaktiyle Dr. Herzl’in
Sultan Abdülhamid’den alamadığı «müsaadeyi» temin faaliyetine girişti. Savaş
henüz devam ediyor ve Filistin Türkiye’ye dahil bulunuyordu. Çalışmaların
semeresi Siyonizm sempatizanı İngiltere Dışişleri Bakanı Lord A.James
Balfour’un gayretiyle alındı. 2 Kasım 1917 tarihinde Lord Balfour Dışişleri
bakanı sıfatı ile teşkilât başkanı Lord Rothschild’e şöyle yazıyordu :
«Majestelerinin hükümeti Filistin’de Yahudiler için bir vatan kurulmasını
terviç etmektedir. Bu arada Filistin’de bulunan gayr-ı Yahudi unsurların
medenî ve dînî hakları bakî kalacaktır... Bu deklârasyonu Siyonist
Federasyonun bilgisine sunarsanız müteşekkir olurum..»
Filistin’de İngilterenin himayesi altında bir Yahudi kolonisi kurmayı
hedef tutan Siyonist îcra Komitesinin çalışmaları A.B.D. Cumhurbaşkanı W.
Wilson tarafından da hararetle destekleniyordu. Savaş 1918 yılında sona
ermezden önce H. Weizmann Filistin’e gitti ve İngiliz Başkumandanı General
Edmond Allenby’nin askerlerinin memleketi işgal etmelerini kolaylaştırmaya
uğraştı. Ayni yıl Kudüs’te Skopus Dağı üzerinde, General Allenby’nin de hazır
bulunduğu bir merasimle Kudüs İbrani Üniversitesi’ni açtı.
1919 Yılı Şubat ayı sonunda Paris’te toplanacak Sulh Konferansına Siyonist
Teşkilât da delege gönderecekti. Ancak daha önce Filistin’de durumlarını
kuvvetlendirmeleri gerekiyordu. Artık Türkler çekilmişti, İngilizlerle
birleşip Türkiyeye karşı çalışan arapları kendi cephelerine kazanmaları
zarureti vardı.
H. Weizmann bu gaye ile Hicaz Kralının oğlu Prens Faysal ile Amman’da
gizli müzakerelere girişti. Filistine gelecek Yahudi muhacirlerinin araplara
hiçbir zararı dokunmayacağına «ikna» etti. Bilâhare taraflar arasında
Londra’da imzalanan anlaşmada şu maddeler de bulunuyordu :
1— Arap Devleti ve Filistin arasında iyi niyete dayanan samimi bir dostluk
tesis edilecek, araplarla Yahudilerin hakları ayni dürüstlük ve hassasiyetle
korunacaktır.
2— Filistin’in idaresiyle ilgili teşkilât, İngiltere Hükümetinin 2 Kasım
1917 tarihli (Balfour) deklarasyonunun ışığında kurulacaktır.
3— Yahudilerin Filistine büyük mikyasta hicretlerinin temini için bütün
tedbirler alınacak ve mümkün olan süratle memlekette yerleşmeleri temin
edilecektir.
4— Taraflar Sulh Konferansından önce bütün konularda tam anlaşmaya varmış
bulunduklarını ilân edeceklerdir.
27 Şubat 1919 da Paris Sulh Konferansına H. Weizmann, Nahum Sokolow,
Ussişkin gibi liderler iştirak ettiler. «Millî Yahudi vatanı tâbiri ile
Filistinde müstakil bir devlet mi kurmak istedikleri» şeklindeki bir soruya
verdikleri cevap son derecede politiktir: «Siyonist Teşkilâtı hiçbir zaman
muhtar bir idare peşinde değildir. Filistinde herhangi bir idare altında yerleşmek
ve yılda 70-80 000 muhacir sokmak, Yahudi okulları açmak, buralarda İbrani
dilini öğretmek ve sizler gibi bir millet olmak arzusundadır».
20 Nisan 1920 de Sulh Konferansı Balfour Deklârasyonunu kabul ve tasdik,
ayni zamanda Filistin bölgesinin İngiliz Mandasına gireceğini ilân etti.
İngilteredeki faaliyetlerin bir sonucu olarak 1920 Temmuzunda Filistin
Mandası Yüksek Komiserliğine Herbert Samuel adlı bir Yahudinin tayini temin
edildi. Bu tayini protesto etmek isteyen arapların hareketleri şiddetle, kan
dökülerek bastırıldı. Arap hareketinin başında Hacı Emin el-Hüseynî vardı.
Yakalanıp iki yıl hapse mahkûm edildi ise de memleketten kaçmaya muvaffak oldu.
Yüksek Komiser Herbert Samuel bir taraftan Emin el Hüseynî’yi Kudüs
Müftülüğüne tayin ve emrine arazi tahsis ederek Arapları yatıştırırken, Yahudi
muhaceretini de hızlanlandırdı, ayda 1000 kişiye çıkardı. 1918 de 47 000 olan
Yahudi nüfus 1922 de 80 000 i geçti. O sıralarda İngiltere kabinesinde meydana
gelen değişiklikle birlikte Filistin ve Yahudiler hakkmdaki resmî görüş zahiren
değişti. 1 Temmuz 1922 de bir beyanname ile Filistin’in İmparatorluk camiası
içinde bir Manda olduğu, orada muhtar veya başka bir şekilde bir Yahudi
devleti kurulmasının veya bölgenin Yahudileştirilmesinin kabul edilmeyeceği ilân
edildi. Fakat Yahudi muhacereti artarak devam etti. Bu beyannamenin sadece
Arapları tatmin için olduğu ortaya çıktı.
Polonya’nın kitle halinde hudut dışı ettiği Yahudilerin 40 binlik iki gurup
halinde Filistin’e gelişi «Keren Hayesod» adlı teşkilâtın sarsılmasına sebep
oldu. İşsizlik sonucu sefalet başladı. Weizmann ve arkadaşlarının şiddetle
tenkid edildikleri günlerde amerikalı zengin Yahudiler muazzam yardımlara başladılar.
Ziraat ve bilhassa narenciye konuları geliştirildi.
1935 Yılında Yahudi nüfus 400 000 e, 1942 de 550 000 e ulaştı. En büyük
Yahudi şehri Tel-Aviv’in yanında kurucusu zenginlerin adlarını taşıyan
şehirler teşekkül etti.
Bölgedeki yarım milyonu aşan Yahudi nüfusun maddî refahı temin edildikten
sonra gayrı resmî olarak ordu teşkili faaliyetine girişildi. Daha sonra
Genelkurmay Başkanı olarak arap kuvvetlerine karşı savaşı idare eden Moşe
Dayan’ın birkaç yıl önce yayınlanan hatıralarında, bu ordunun kuruluşu
sırasındaki maceralar anlatılmaktadır.
1947 yılma kadar milliyetçi Arap gurupları ile çıkan mevzii çatışmalar ile
İngiltere hükümetinden muhtariyet temin gayretleri devam etmiş, Siyonist
Teşkilâtı o yıl meseleyi NewYork’ta Birleşmiş Milletler Genel Kuruluna
aksettirmiştir. Genel Kurulda cereyan eden müzakerelerden sonra yapılan oylamada
üyelerin 2/3 çoğunluğu Filistin’in Yahudi yurdu olduğu hususunda karar verince
derhal bir hükümet kurulmuş ve akabinde de meşhur «Filistin Savaşı»
başlamıştır.
Üzerinde pek çok söz söylenilen ve dedikodu edilen Filistin Savaşı çok
enteresan safhalar geçirmiştir. Irak, Suriye, Ürdün, Suudi Arabistan ve Mısır
ordularının hep birden ve üstün kuvvetlerle taarruza geçtikleri bölgede bir
türlü kat’î netice alınamamıştır. 1948 yılı baharında arap
orduları Tel-Aviv civarında birbirlerine kavuşup sonuca ulaşacakları sırada,
kuvvetlerin hiç sebep yokken hep birden ricata başlamalarını bazı çevreler o
zamanki Mısır Kralı Faruk, Irak Kral Naibi Abdülillah ve Ürdün Kralı
Abdullah’ın Siyonist Teşkilât tarafından «satın alınmış olmalarına»
bağlamışlardır.
Karşılık
mikdarı yazılmadan imzalanarak gönderilen çekler üzerine adı geçen hükümdarlar
tarafından ric’at emri verildiği söylenir. Fakat henüz çok yakında cereyan etmiş
olayların içyüzü tabiidir ki pek çok yıllar sonra ortaya çıkacaktır. Nitekim
Dr. Theodor Herzl öldükten sonra hatıraları kısmen yayınlanmış, Birinci Dünya
Savaşı sonunda dahi tamamı dünya efkârı umumiyesine sunulmamıştı. Hatıralarda
adı geçen kimselerin hayatta bulunmaları, milletlerarası münasebetlerde
skandal yaratacak hususların olması bunun sebebi idi. Filistin’de araplarla Yahudiler arasında cereyan eden olayların da tam
aydınlığa kavuşması ancak yıllar sonra mümkün olacaktır.
Kaynak: SİYONİZM VETÜRKİYE, Hazırlayan Doç. Dr. Yaşar KUTLUAY, A. Ü.
İlâhiyat Fakültesi, SELÇUK YAYINLARI, 1967-KONYA
[1] Miladî
birinci yüzyılda bir Romalı kölenin hikâyesidir. Arslanlara atılan Androclus’a
arslan birşey yapmaz, arenada canını bağışlar, köle de sonra Afrikada bir
devlet kurup başma geçer.
[2]
Fransızca cereyan eden konuşmada Dr. Herzl’in hırsızlık diye çevirdiğimiz sözü
yerine kullandığı kelime «Voler» dir ve iki mânaya gelmektedir: Hırsızlık ve
Uçmak. Bu ikili anlamdan faydalanmaktadır.
[3] Ahmed
Rıza Bey Avrupaya giderek «Meşveret» gazetesini çıkaran öntürklerdendir. Bu
gazete ile hükümet ve Abdülhamit aleyhinde faaliyetlerde bulunmaktaydı. Orada
siyasi bir komite kurmuş, sonra makedonyadaki bir teşkilâtla birleşerek Ittihad
ve Terakki’yi kurmuştu. 1908’den sonra mebus bilâhare ayan reisi olmuştu.
1930’da ölmüştür.
[4] Yukarıda
bir kere daha adından bahsedilen bu zatın Deli Fuad Paşa diye tanınan paşa
olması muhtemeldir. Sonraları Abdülhamid’e suikast tertibinden idama mahkûm
olmuş fakat cezası Şam’a sürgüne çevrilmiştir. TürkRus ve Yunan savaşlarında
gösterdiği kahramanlıklar sebebiyle müşirliğe yükselmiştir. Meşrutiyetten
sonra tekrar görev almış ve Balkan savaşında İstanbul’’u müdafaa etmiştir. Ayan
Meclisi üyeliğinde bulunmuştur. 1931 de ölmüştür.
[5] «Kudüs
İbrani Üniversitesi» projesi tabiidir ki Sultan Abdülhamid tarafından
reddedilmiş, hatta nazar-ı itibara bile alınmamıştır. Ancak Filistin Birinci
Dünya Savaşı sonunda işgal edilip burada İngiliz Manda İdaresi kurulduğu zaman
Dr. Herzl’in kurduğu teşkilât yeniden faaliyete geçmiş ve 1925 yılında bu
üniversitenin «Skopus Dağında kurulması tahakkuk etmiştir. Kurulduğu günden
beri İbrani dili ile tedrisata başlayan bu üniversite denilebilir ki bugünkü
İsrail Devletinin temelini teşkil etmiştir. 2000 senedir kullanılmadığı için
ölü diller arasına karışan ibranice canlandırılmış, en İlmî metodlarla
geliştirilmiş ve bir ilim dili hüviyeti kazandırılmıştır. İsrail’in devlet idaresi
ve hâriciyesinde vazife alanların hemen hepsi bu üniversitenin yetiştirdiği
elemanlardır.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar