SON GÂVUR
30/31 Ocak 1947 Urfa’nın Kendirli mahallesinde yaşayan yedi
kişilik Yahudi ailesinin tüm fertleri katledilmiş olarak bulundu. Cinayetten
Urfalı Yahudi cemaati sorumlu tutuldu ve şehirdeki tüm Yahudi erkekleri
tutuklandı. Urfalılar dava boyunca Yahudilere boykot uyguladılar. Üç yıl sonra
tutuklanan tüm Yahudiler salıverildi ancak Urfa’nın Yahudileri de şehirden
uzaklaşmak zorunda kaldılar.
Mayıs 1948 İsrail Devleti’nin kurulması, Türkiyeli Yahudilerde
gurur ve heyecan yarattı. Artık Türkiye’deki ırkçıların saldırıları karşısında
sığınabilecekleri bir ülke vardı. Kitlesel olarak İsrail’e göç etmeye
başladılar. Yıllardır Yahudileri ülkeden kaçırtmak için ellerinden geleni yapan
kesimler, bunu da Yahudilere hakaret etmek için kullandılar. ‘Nankör Yahudi’
klişesi yeniden ve yaygın biçimde dolaşıma sokuldu. (Ayşe Hür “Münferit(!) antisemitizm
vak’aları” 08 Şubat 2009- Pazar/TARAF)
Hzl:
Mehmet FARAÇ
Urfa tüm dinler açısından kutsal sayılıyordu. 7 peygamberin o topraklarda
yaşadığı rivayet ediliyordu... “İ.Ö. 7. yüzyılda Urfa’da güçlü bir Yahudi
kolonisi vardı ve Doğu’yla, Hindistan’la, Çin’le ticaret yapıyordu. Şurası
kesindir ki Urfa’nın ilk Hıristiyan toplumu, ırk bakımından geniş ölçüde
Yahudiydi. Duyarlılık ve gelenek bakımından da büyük ölçüde Yahudiydi.”( E. R. Hayes, Urfa Akademisi Syf.41.
Çeviren Yaşar Günenç,)
“M.S 1. yüzyılda Edessa bölgesinin en büyük Yahudi topluluğu Urfa
yakınlarındaki Nusaybin’deydi (Bugün Mardin’e bağlı Arap nüfusunun
yoğun olduğu bir ilçe.) Burası, o dönemde Kuzey Mezopotamya’daki Yahudilerin dinleri nedeniyle
işkenceye uğradıkları zamanlarda gelip sığındıkları bir kaleydi. Bölgedeki
Yahudilerin Kudüs’teki tapınağa yaptıkları bağışlar da Nusaybin’de
toplanmaktaydı. Şöhreti sadece Güney Mezopotamya’ya değil, Filistin’e kadar uzanan
Yahudi Akademisi’nin merkezi de buradaydı...
...Edessa’da varlıklı kumaş tüccarları vardı. Şehir merkezin eki önemli
bir yerde bir havra (Sinagog) yükselmekteydi. Edessa’nın eski katadralinin
karşısında da bir başka havra bulunmaktaydı. Edessa Yahudileri komşularıyla
iyi ilişkiler içinde olmuş, Kırk Mağara mezarlığını putperestlerle
paylaşmışlardı. Bu bölgede bulunan üç İbranice, bir Yunanca yazıt Yahudiler’den
söz etmekteydi. Yörede, mağaranın dışında duvara kazınmış Yahudiliği
simgelerinden beşli meşaleyle (Şamdan-Menora) karşılaşılmıştı.”( Judah Benzion Segal, Edessa Kutsal
Şehir, İletişim Yayınları, Türkçcsi Prof. Ahmet Arslan.)
499-500 yıllarında yörede yaşayan Yahudiler Heraclius ile birlikte
Persler’e karşı savaşmışlardı. Müslümanlar 50 yıl boyunca Haçlılar’ın işgali
altında bulunun Edessa’yı 1144’te ele geçirdiklerinde yöreye 300 Yahudi aile
yerleştirmişlerdi.
Tarihsel kaynaklar ileriki dönemlerde de diğer azınlıkların yanı sıra
Yahudi cemaatinin bölgedeki varlığıyla ilgili veriler de yansıtıyordu.
1873 Halep Vilayetnamesine göre Urfa merkezinde 56.176 kişi vardı. Bunların
45.368’i Müslüman, 10.560’ı Hıristiyan ve 248’i Yahudiydi.
1881 ’de bölgede 359 Yahudi yaşıyordu.
1883’te kentte misyonerlik faaliyetleri artmıştı. Urfa’ya gelen 6 Fransız
rahibe, dikiş-nakış atölyesi kurmuş, Fransızca, Türkçe, Arapça ve Ermenice
dillerinde eğitim yapılan Kızlar Okulu’na 200 öğrenci almışlardı...
Yahudilerin kentteki sayısı 1891’de 367’ye yükselmişti.
1895’e gelindiğinde diğer azınlıkların yol açtığı bazı olaylar Yahudileri
de rahatsız etmişti.
Yahudileri sıkıntıya sokan olayların kökeninde büyüyerek önce cinayete
sonra da din çatışmasına dönüşen basit bir tartışma vardı. Urfa’da Ermenilerle
Müslümanlar arasında iki kişinin kavgasıyla başlayan ve giderek bir toplumsal
başkaldırıya dönüşen çatışmalar kenti savaş alanına çevirmişti. Halep Polis
Komiserliği’n in Urfa Komiserliği raporuna dayandırdığı olaylar 15 Ekim
1895’te yaşanmıştı:
***
O gün Urfa için sıradan bir gündü... Kentte Müslümanı, Ermenisi, Süryanisi
ve Yahudisi harıl harıl kış hazırlığındaydı... Salçalar bakır leğenlerde
kurutuluyordu... Urfa evlerinin toprak damlarında, geniş hayatlarında (avlu)
kurutulmaya bırakılan isotlar (acı biber) kenti kızıla boyamıştı. Daracık
sokaklarda acı isotun kokusu hakimdi... Çiğköftelik bulgurlar zerzembelere (Kiler) stoklanmış, büyük küplerde “ekşili” diye
nitelendirilen turşular yapılmış, kuru patlıcan ve domatesler duvarlara
asılmıştı. Urfa uzun ve zorlu bir kışa hazırlanmaktaydı...
O gün sabah saatlerinde Aşağı Çarşı’da bulunan Atar (Aktar.) Pazarı’nda iki esnaf
arasında bir gerginlik yaşanmıştı. Birecikli İsmail ile Ermeni Sarraf Boğos
arasında alacak verecek nedeniyle çıkan tartışma kısa süre sonra kavgaya
dönüşmüştü. İsmail kamasını çekmiş ve Boğos’u delik deşik etmişti. Attar
Pazarı’ndan Gümrük Hanı’na doğru kaçmaya çalışan İsmail jandarmalar tarafından
yakalanmış ve karakola götürülmüştü...
Bu cinayet kısa sürede kentte duyulmuş ve olay Urfa’nın her sokağında
gerginliğe yol açmıştı.
O dönemde bölgede misyoner faaliyetleri de etkindi. Amerikalı kadın
misyoner Corinna Shattuck kentte dantel atölyeleri ve yetimhane kurmuştu. Onun
hizmete soktuğu sanat okulu ve körler için eğitim merkezinde yoğun faaliyet
vardı. Gayri Müslimler sosyal ve ekonomik yaşamda etkin olmaya çalışıyordu.
Hıristiyan nüfusun azımsanmayacak boyutlarda bulunduğu Urfa’da, Ermeniler
bir soydaşlarının öldürülmesine büyük öfke duymuş ve bin kadar Ermeni, Çarşı
Karakolu’nun önünde toplanmıştı. Sloganlar atarak katilin kendilerine
verilmesini isteyen Ermeniler, karakola baskın düzenleyerek camları kırmış ve
gözaltında tutulan İsmail’i güvenlik önlemlerinin yetersizliğinden de
yararlanarak dört yerinden bıçaklamıştı. Karakoldaki küçük polis birimi isyan
karşısında etkisiz kalınca olaya askeri güçler müdahale etmiş ve bu arada
hastaneye kaldırılan İsmail de kurtarılamamıştı...
Olaylar bir gün sonra büyüyerek devam etmişti. Ermeniler saat 14.00
sıralarında çarşıya saldırı düzenlemiş, askerlerin müdahalesi üzerine evlerine
geri dönerek pencerelerinden Müslümanlara ateş açmıştı. Bu saldırılarda bir kaç
Müslüman yaşamını yitirince kentte iki taraf arasında şiddetli çatışmalar
başlamıştı.
Ermenilerin saldırılarını fırsat bilen bazı aşiretlerin bireyleri ise
kentin çarşısında dükkânları yağmalamıştı. Müslümanlar arasında tepkiler
artınca 100’den fazla Ermeni hükümete sığınarak can güvenliklerinin
sağlanmasını istemiş, askerler Ermeni Mahallesini kordon altına alarak bölgeye
yönelik saldırıları önlemeye çalışmıştı.
Olaylar Ermenilerin yoğunlukla yaşadığı Birecik, Rumkale (Halfeti) ve komşu
vilayet Antep’e de sıçramıştı. O dönemde Halep Vilayetine bağlı bir sancak olan
Urfa’da olaylar sona erince hükümetin görevlendirdiği bir heyet 29 Ağustos
1896’da durumu şöyle rapor etmişti: “Müslümanlar sahip oldukları iyi ahlak
gereğince maddi ve manevi sorumluluklardan çekinerek Ermenilerin ihtilalci
davranış ve saldırılarını sabır ve temkinle karşılamışlar ise de Urfa
Ermenileri her ne şekilde olursa olsun bir karışıklık çıkarmak istediklerini
göstermekten çekinmemişlerdir...
Urfa’da Ermenilerle Müslümanlar arasında bu olayların yaşandığı dönemde
misyonerlik çalışmaları da aralıksız sürüyordu. 1896’da Alman papaz Dr. Joannes
Lepsius, Urfa’da Ermenilere Yardım Hayır Kurumu’nu oluşturmuştu.
Aynı yılın sonlarında Urfa Yahudilerinin
bir bölümü can güvenliklerini gerekçe göstererek Kudüs’e göç etmişti.
Yahudiler bunun nedenini şöyle anlatıyordu:
“Orada çok iyiydik. Müslümanlara ait bereketli
toprakları işliyorduk. Arazi sahibine mahsulden pay veriyorduk. Ancak Ermeni
olayları başladıktan sonra bütün rahatımız kaçtı. Müslümanlar çok çabuk tahrike
kapılır oldu ve olaylar sırasında sık sık bizleri Ermeni sandılar. Böylece
aramızdan biri kızının, diğeri oğlunun veya kız kardeşinin katledilmesine şahit
oldu. Neticede oradan uzaklaşıp buraya gelmek zorunda kaldık.”( Israelites de Türquie”, Buletlin Mensuel
Alliance Israelite Üniverselle, Aralık 1896, Sayı 12’den aktaran Rıfat N. Bali.
Devletin Yahudileri ve Öteki Yahudi, İletişim Yayınları.)
Urfa’dan giden Yahudiler Kudüs’ün batısına yerleşmiş, geceleri
yağmacıların saldırılarına uğrayan dindaşları için önemli bir güvence
olmuşlardı. Yaz-kış çadırlarda yaşayan Urfa Yahudileri, bir yangının ardından
taştan inşa ettikleri evlerde yaşamaya başlamışlardı. Aralarında çok iyi taş
ustaları ve inşaat işçileri vardı. Birçoğu bağcılık yaparak şarap işinde
uzmanlaşmıştı...
Yahudilerin göçünden bir yıl sonra İsviçreli kadın doktor Josephine Zürcher
Urfa’da bir klinik açmış ve bir yıl içinde Hıristiyan - Müslüman ayırt etmeden
12 bin insanı muayene, 142 hastayı da ameliyat etmişti.
Yahudi toplumunun en yoğun olduğu dönem ise 1906’ydı. Bu tarihlerde kentte
bin kişilik nüfusu oluşturan 191 aile yaşıyordu. Bu çaptaki bir Musevi grubunun
sosyal ve ekonomik durumuyla ilgili eski kaynaklarda ilginç bilgiler
aktarılmaktaydı:
“Urfalı Yahudilerin neredeyse tamamı fakirdir. Hepsi seyyar satıcı olup
çevredeki köylere gidip kumaş ve baharat satmaktalar. Ancak bir süreden beri bu
ticaret çok tehlikeli bir hale geldi ve az gelir getirmeye başladı. Ermeni
olaylarından sonra can güvenliği azaldı ve dindaşlarımız artık daha önceden
olduğu gibi şehrin dışına çıkmaya cesaret edemiyorlar. Tüm cemaatte hali vakti
yerinde iki aile var ve onlar Halepliler. Birinin servetinin iki yüz bin
Fransız Frangı olduğu söyleniyor. Bu küçük şehir için bu güzel bir servet. Bu
varlıklı aile zavallı dindaşlarını korumak için itibarını kullanıyor. Fakir
Yahudiler çok fakirler, ancak herhangi bir şekilde taciz edilmemekteler.
Cemaatin çok güzel düzenlenmiş, üç paralel bölümlü bir sinagogu var. Ortada
kışın dua edilen kapalı bir yer. Solda yazın kullanılan büyük bir avlu. Sağda
da Talmud Torah(Tevrat eğitiminin verildiği okul.) okulu için iki oda ve bir ikinci avlu. Urfa’da üç Talmud Torah okulu var.
İkisi şahıslara ait, üçüncüsü ise cemaat tarafından parasal olarak
desteklenmekte. Bu okullarda eğitim Eski Ahit’in okunmasıyla sınırlı. Bazı
çocuklar İbranice yazmayı öğreniyorlar. Bunun dışında ne Türkçe ve Arapça, ne
tarih, ne matematik öğretilmekte. Hiçbir şekilde genel eğitim verilmiyor, ne
yerel ne de yabancı bir dil öğretilmekte. Urfa’daki 191 Yahudi aile yaklaşık
bin kişilik bir topluluk. Bunlar arasında okul çağında olan iki yüz çocuk
bulunmalı. Bunlardan sadece yüzü Talmud Torah okullarına gidiyor. Yüz civarındaki
kızçocuk ise hiçbir eğitim almıyor, okuma, yazma bilmiyor. Urfalı Yahudilerin
en tercih ettikleri yiyecek çiğ köfte. ”(
Rıfat N . Balii, a .g .c .)
Aynı dönemde Urfa’daki hastanede görevli olan Dr. Andreas Fischer,
Basel’den getirttiği piyanosuyla boş zamanlarında hastalara konserler
vermekteydi.
1914’te, Urfa’da 69 bin 26 Müslüman, 14 bin 812 Hıristiyan ve diğer
azınlığa mensup gayri Müslim yaşıyordu.
Urfa’da Nisan 1915 ile 16 Ekim 1915’e kadar süren
Ermeni isyanında da çok kan akmıştı. Olaylarda 42 Urfalı ölmüş, güvenlik
güçlerinden 20’si şehit olmuş 50 kadarı da yaralanmıştı. Ermeni
isyancılarından ise 349 kişi olaylarda yaşamlarını yitirmişti. İsyanın
bastırılmasının ardından Ermenilerin bir bölümü Musul’a gönderilmişti.
1927’ye gelindiğinde kentte 228 Musevi vardı. 7 kişinin öldürüldüğü Çakeri
Mahallesi katliamından tam iki yıl önce yani 1945’te ise resmi rakamlara göre
Urfa’da sadece 317 Yahudi bulunuyordu...
O dönemde 2. Dünya Savaşı devam ediyordu. Türk insanı, savaşın yarattığı
tahribatın ülke üzerinde karabasana döndüğü dönemde ekmeği karneyle alıyordu.
Savaş 1945 yılının Eylül’ünde bitmesine karşın etkisi uzun sürmüştü.
Seçimler sonrası oluşan yeni parlamentoda hükümeti kurma görevi
Cumhurbaşkanı İsmet İnönü tarafından Kütahya milletvekili Recep Peker’e
verildi. 7 Ağustos 1946’da göreve başlayan hükümette Adalet Bakanı Ankara
milletvekili Mümtaz Ökmen, İçişleri Bakanı Gümüşhane Milletvekili Şükrü
Sökmensüer’di. Dışişleri Bakanlığı koltuğunda ise Trabzon Milletvekili Hasan
Saka oturuyordu.
1947’de Anadolu’daki kentler, savaşın açtığı sosyo ekonomik yaraları
kapatma çabasındaydı. Halk 1947’de olağan çekiliş biletleri 4 liraya satılan
Milli Piyango’ya yönelerek 20, 40 ve 60 bin liralık büyük ikramiyelerin düşüyle
yaşıyordu. 1944 yılında Almanya’da bastırılan ve üzerinde dönemin Cumhurbaşkanı
İsmet İnönü’nün fotoğrafı bulunan 50 kuruşluk kâğıt paralar ise aynı günlerde
tedavülden çekiliyordu.
***
O dönemde Urfa’da yaşayan 317 Yahudi’den
birinin din değiştirmesi kent tarihinde benzeri görülmemiş bir felakete yol açmıştı...
Urfa Yahudilerinden İshak Şorkaya’nın oğlu Haymun kentteki bir şeyhin
etkisinde kalmış ve Müslümanlığa eğilim göstermeye başlamıştı... İddiaya göre
Haymun, ailesine de Müslüman olmaları yolunda propaganda yapıyordu. Bu propagandanın etkili olduğu yolunda kimi olaylar yaşanıyordu...
Yahudilikte Cumartesi günleri kutsal Şabat günüydü. Cuma akşamı gün batımından
başlayarak, Cumartesi gün batımına kadar geçen süreçte çalışılmıyor, araçlara
binilmiyor sadece ibadet yapılıyordu(Yahudi inancına göre Yahoya, alemi altı günde yaratmış, ycdinci gün
dinlenmiştir. Bu nedenle o gün “Yahoya’ya “sebt”tir. Yahudilerin de bu günde
iş yapmaları gerekir. (Bkz. “On Emir” 4. madde))
Oysa Haymun’un babası İshak Şorkaya,
Yahudilikte yasak olmasına karşın Cumartesi günü dükkanını açıyordu. Bu yüzden
Musevi cemaatinin tepkisini de çekiyordu... Şorkaya bununla da
yetinmiyordu. İslami yayınlara ilgi gösteriyordu. Bir defasında Aşağı Çarşı’da
bir dellalın açık artırmayla sattığı dini bir kitabının fiyatını arttırarak 16
liraya satın almıştı. Şorkaya’nın bu hareketi yalnızca Musevilerin değil, bazı
Müslümanların da tepkisini çekmişti... Bu olaylar Haymun’un yanı sıra
babasının da İslamiyet’e eğilim içine gerdiği şeklinde yorumlanıyordu...
Haymun 1945 yılında ihtida ederek Ahmet
Kemal adını almıştı. Artık şeyhinin dergâhından ayrılmıyordu. Aynı yıl askerlik hizmeti için
Ankara’ya gitti. Ancak Ahmet Kemal burada yalnızca askerlik yapmıyordu, bir
Yahudi kızıyla aşk da yaşıyordu. Annesi bunu duymuş hemen Ankara’ya gitmişti...
Mazel oğlunu dinine dönmesi için ikna etmeye çalışırken, sevdiği kız da aynı
yönde baskı yapıyordu. Ahmet Kemal, inancı ile sevdası arasında sıkışıp
kalmıştı...
Sevgilisi, Ahmet Kemal’e Yahudiliğe dönmesi halinde onunla
evlenebileceğini söylemişti. İddiaya göre genç adam Yahudiliğe geri dönmeyi
kabul etmiş ve bunu annesine bildirmişti. Bu durum Urfa’da büyük yankı
uyandırmıştı.
Ahmet Kemal, 1946 yılının ortalarında izinli
olarak Urfa’ya geldiğinde hem Müslümanların hem de Yahudilerin manevi baskısıyla
karşılaşmıştı.
Bir tarafta kendisine yeniden Yahudi olması koşulunu getiren sevdiği kız,
bir taraftan ailesi diğer taraftan da şeyhi ve müritleri onu kendi saflarına çekmeye
çalışıyorlardı.
Kafası
iyice karışan Ahmet Kemal, 1946’nın son ayında iznini bitirince Ankara’ya geri
dönmüştü. Katliam ise onun askere gitmesinden kısa süre sonra yaşanmıştı...
Sh:
65-73
Cinayetlerin işlendiği
gece Urfa Hahamı Azzur Aka ve Yusuf Büyüktosun, İshak Şorkaya’nın
kayınpederinin ruhuna mevlüt (dini ayin)
okumak için olayın meydana geldiği evdeydi. Bu iki kişinin yanı sıra
Şorkaya’nın ortağı olduğu bildirilen Halef el Meddeh de eve gelmişti. O gece
Urfa sağanak altındaydı. Şimşekler çakıyor, yağmur etkisini sürdürüyordu.
Çakeri Mahallesinin karmaşık sokaklarını çevreleyen evlerin birinde “Sıra
Gecesi” vardı. Çiğköfte ile kadayıfın yenilmesinin ardından neşe doruğa
ulaşmıştı... Acem halılarına oturmuş, sırtlarını yün yastıklara dayamış sıra
gecesi sakinleri arasında kentin zengin tüccarları ile esnafı vardı. Müslüman
ve Yahudilerden oluşan 20 kadar kişi kendilerini türkülerin coşkusuna
kaptırmıştı.
Urfalı gazelhanların
kanun eşliğindeki nidaları, gazelleri gök gürültüsüne karışıyordu...
Kentin ünlü
musukişinasları Kanuni Ayıbo, Bekçi Bako, Demir İzzet ve arkadaşları gecenin
ilerleyen saatlerinde, cumbalı, eyvanlı, çardaklı bir Urfa evinde', tunç
mangaldaki kömür ateşinin çevresinde, gazellerin ara nağmelerde yükseldiği,
platonik sevdalar yüklü ünlü bir Urfa türküsünün can yakıcı dizelerini
söylüyorlardı:
“Daracık
sokakta yâre kavuştum
Yar aşağı ben yukarı savuştum
Yara bir gül verdim yârnan barıştım
Bir tanecik bu dert öldürür beni
Yar aşağı ben yukarı savuştum
Yara bir gül verdim yârnan barıştım
Bir tanecik bu dert öldürür beni
Atma bu
daşları ben yaralıyam
El alem al geymiş ben karalıyam
Beni beni beni ceylanım seni
Sürmedim sefanı neylerim seni
El alem al geymiş ben karalıyam
Beni beni beni ceylanım seni
Sürmedim sefanı neylerim seni
Yüce
dağ başında yayılan atlar
Yarımın koynuna girmesin yadlar
Mezarım üstünde bir karış otlar
Bir tanecik bu dert öldürür beni"
Yarımın koynuna girmesin yadlar
Mezarım üstünde bir karış otlar
Bir tanecik bu dert öldürür beni"
***
Sosyal yaşamın sıra
gecelerine sıkıştırıldığı Urfa’da, faytonlar, dost ve ahbap toplantılarından
dönen türkü ve gazel yorgunlarını şiddetli yağışın göletler oluşturduğu
sokaklardan evlerine taşıyordu... Çörtenler (Yağmur oluğu) altında, küçük takalara
gizlenmiş Yusufututan kuşlarının titreyerek yavrularını sarmaladığı o soğuk
gece, Çakeri Mahallesi’nde bir yuvayı kan gölüne dönüştüren şiddeti ve onun
yarattığı kasveti gizleyemiyordu!..
Keskinlenmiş bıçak ve
makaslar, sivriltilmiş keser ve baltaları karanlık abalarının altında gizleyen
katiller, gecenin kuytuya büründüğü, soğuğun iliklere işlediği ve vicdanın
yüreklerden atıldığı o saatte, Urfa tarihinin belki de en barbar, en kanlı
eylemini gerçekleştirmek için dar sokaklarda, gölgelerine sığınarak kurbanların
derin uykuda olduğu o küçük evin tahta kapısına kadar ulaşmışlardı.
Katiller iki haham ve
Şorkaya’nın Arap ortağının yatıya kaldığı bu yağışlı gecede içeri girmiş, balta
ve bıçaklarla katliam yapmışlardı. Yüzyılların hoşgörüsü de kan denizine batmıştı!..
Katillerin amacı neydi, bu vahşetin arkasında kimler vardı?.. Urfa’nın huzuruna
saplanan ihanetin sahipleri kimdi?..
Olay sabahı Halef el
Medeh evden ayrılmıştı... O gece zerzembede uyumuştu, içerideki gaz lambası
halen yanıyordu...
***
1947 yılının Ocak ayının
son günüydü. Hava soğuktu... Kapıdan içeri girdiğinde buz gibi odada mangalın
üzerini tandıra dönüştüren tel kafesin devrildiğini, yorganların kana
bulandığını gördü. İshak’ın oğlu Yakup kanlar içinde yatıyordu. Çığlık
boğazında düğümlendi, titreyerek yere yığıldı, sesi çıkmıyordu... Kısa süre
sonra kendini toparladı, feryadı nahit taşlı avluda çınladı:
“Hahoo!.. Hahoo!”
Evin diğer fertleri
diğer odada yatıyordu... Oraya bakmaya cesaret edemedi. Hızla kapıdan çıktı ve
Çakeri Mahallesi’nin sokaklarında düşe kalka koşarak telaş içinde eve girdi.
Babası ve annesi şaşırdı. Nazlı’nın bağırışları tüm aileyi paniğe sevk etti.
Hepsi birden dili tutulmuşçasına çırpınan Nazlı’dan ne olup bittiğini öğrenmeye
çabaladı. Ancak genç kız bir türlü yaşadığı şoku atlatıp gördüklerini
anlatamadı. Sonunda babası Nazlı’ya sert bir tokat attı. Bu tokatla kendine
gelen Nazlı yalnızca, “Ölmüş!., kan!..” diyebildi.
Hayyum “Abin mi?” diye
sordu. Nazlı başını sallayabildi sadece. Yaşlı adam, kızları Nazlı ve Ester’le
hızla oğlu îshak’ın evine doğru koşmaya başladı. Karısı ise ağlayarak diğer
çocuklarına haber verebilmek için çarşıya yöneldi. Hayyum ve kızları eve
girdiğinde komşuların avluyu doldurduğunu, herkesin panik içinde kan gölüne
dönüşen odaları izlediğini gördü.
Yaşlı adam avludaki ilk
odaya girdiğinde büyük bir şok yaşadı. İshak’ın 65 yaşındaki kayınvalidesi
Semha ile 17 yaşındaki oğlu Yakup (Yakov) kanlar içindeydi. Boğazları
kesilmişti. Güneye bakan soldaki odaya girdiğinde oğlu 42 yaşındaki İshak ile
40 yaşındaki, 6 aylık hamile gelini Mazel’in de öldürüldüğünü gördü.
İshak’ın ayak ucunda
yatan oğlu 15 yaşındaki Yusuf (Yosef), kızları 8 yaşındaki İster (Ester) ve 6
yaşındaki Raşel’in bedenleri de kanlar içindeydi... Çakeri Mahallesindeki bu
küçük Musevi evinde bir katliam yaşanmıştı... Az sonra evin küçük avlusu mahşer
yerine dönmüştü... İshak’ın bütün yakınları, komşular, Musevi cemaatinin diğer
bireyleri olayı duydukça mahalleye koşmuştu. Herkes kanın avluya kadar aktığı evde
neler olup bittiğini anlamaya çalışıyordu.
Olay kısa süre sonra
polise de yansıdı. Yeşil bir cip içinde ilk polis ekibi olay yerine gelir
gelmez, avludakileri uzaklaştırdı. Olay hemen Vali Kamuran Çuhruk’a iletildi. O
da az sonra emniyet yetkilileriyle birlikte olay yerindeydi.
Çakeri Mahallesi’ndeki
katliam kısa süre sonra 36 bin kadar kişinin yaşadığı Urfa’nın tamamında
duyuldu... Polis
yetkilileri eve girdiklerinde İshak’ın işaret parmaklarının, kulaklarının,
kadınların ise göğüslerinin bıçakla kesildiğini, öldürülenlerden bazılarının
gözlerinin oyulduğunu gördüler. Vali
Çuhruk emniyet yetkililerinden olayın detaylarını soruyordu:
“Ne olmuş burada
böyle?.. Neden, kim yapar böyle bir katliamı?..”
Polis yetkilileri
Urfa’da ilk kez böylesine bir olayla karşılaşmıştı... Birkaç yıl önce Kendirci
Mahallesi’nde oturan Şavahul
Hallo adlı bir kişinin
kendi kızını bıçakla keserek öldürmesi dışında böyle cinayetler işlenmemişti...
Cesetler, Musevi cemaati
üyelerinin gözyaşları ve feryatları arasında evden çıkartılarak Urfa Devlet
Hastanesi’ne götürüldü... Polis ekipleri evde yoğun bir inceleme yaptı... Küçük
avlunun kuzey tarafında, güneye bakan odaların altındaki zerzembede serili bir
yatak polisin dikkatini çekti. Gaz lambası sönmemişti...
Güvenlik güçleri evi
ablukaya aldı. Polis evin her köşesinde, katliamın failleriyle ilgili ipuçları
aradı. Ancak evin giriş kapısının zorlanmadığı, içeriden para ya da benzeri
değerli eşya alınmadığı saptandı.
Olayın failleriyle
ilgili dedikodular tüm kente yayılırken, polis Çakeri Mahallesi ve çevresindeki
yerleşim birimlerinde büyük bir operasyon başlattı. Yahudiler ve Müslümanların
evleri didik didik arandı. Bir ipucu için yüzlerce eve operasyon düzenlendi,
çok sayıda insan gözaltına alındı.
Urfa Devlet
Hastanesi’nde, Merkez Hükümet Hekimliği’nce yapılan otopside, katliam
kurbanlarının bedenlerindeki saldırı izleri şöyle belirlendi:
“Göğüste
dört yerde, akciğerde dört muhtelif yara. İş bu yaraların iki tarafı keskin bir
aletten meydana geldiği... Burun, sağ kulak tamamıyla kesilmiş, çene ve sağ yüz
kulak altına kadar keskin vaziyette. Keza sol yüz kulak altına kadar yüzün
etleri deriden ayrılmış vaziyette...
Kafada sağ
ve sol tarafında beyine kadar işlemiş geniş yaralar 10-18 santimetre
uzunluğunda olup kafa kemiklerini kırmış ve beyine kadar nüfuz ederek ani
tahribata yol açmıştır. İşbu yaraları keskin ve ağır bir aletin meydana
getirdiği kanaatine varılmıştır.
İshak
Şorkaya’nın ölümüne sebebiyet: Beyine şiddetli vurma neticesinde ani tahribat
ve kanama neticesi feci şekilde öldürülmüş olduğu...
Roşcl’in
ölümüne sebep: Kafaya indirilen şiddetli darbenin tesiriyle ağır tahribat ve
kanama neticesi feci şekilde öldürüldüğü...
Mazel’in
ölümüne sebep: Beyin üzerine şiddetli darp ve kalp üzerine yapılan yaralar
neticesi geniş miktarda kanamalar ve feci şekilde öldürülmüş olduğu...
İster’in
ölümüne sebep: Beyin üzerine şiddetli darp, yüzündeki geniş tahribat, harici
kanama neticesi ölümüne feci şekilde sebep olunduğu...
Yusuf’un
ölümüne sebep: Kafa üzerine indirilen şiddetli darp neticesi beynin ani olarak
geniş tahribata uğradığı, harici kanama ile feci ölümün meydana geldiği...
Yakub’un
ölümüne sebep: Beyin üzerine şiddetli darp neticesi meydana gelen tahribat ve
şiddetli kanama neticesinde öldüğü...
Semha’nın
ölümüne sebep: Beyin üzerine şiddetli darp neticesi geniş tahribat ve kanama
ile şahsın feci şekilde öldüğü anlaşılmıştır.”
31 Ocak 1947 tarihli
otopsi ve keşif raporunda katliam kur-banlarında herhangi bir zehirlenme
olayına rastlanmadığı da belirtildi. Ancak raporlarda dikkat çekici ayrıntılar
vardı. İshak’ın
burnu ve bıyığı, Yakub’un parmakları kesilmişti. Karnında
bebeğiyle katledilen Mazel’in ise gözleri oyulmuştu...
Urfa’nın Çakeri
Mahallesi’ndeki bu katliam kentteki azınlıkların yanı sıra yerli halk arasında
da korku yarattı... 40 kadar aileden
oluşan Yahudi cemaati evlerine çekildi... Museviler, Gümrük Hanı, Sipahi
Pazarı, Bıçakçı Pazarı ve çevresindeki kumaş, yağ, yün ve altın ticaretiyle
uğraştıkları dükkanlarını uzun süre açamadı.
Ve bu cinayet yüzyıllar boyu aynı topraklarda yaşamış, aynı
kültürle yoğrulmuş komşuları, arkadaşları ve sevdalıları ayırmıştı...
Sh: 83-86
***
Katliam
sevdaları da çıkmaza sokarken, polis olayı çözmek için operasyonu günlerce
devam ettirdi... Kuşkular giderek Yahudi cemaatinin üzerinde yoğunlaştı...
Kentteki ünlü Yahudi tüccarlardan Azzur Bilgin (Aka), Yusuf Hamuz (Büyüktosun),
cemaatin Şoheti Davut Hıdır Yeşil, Azzur Bozo ve Nesim Binler’in de (Elfiye)
aralarında bulunduğu çok sayıda Musevi gözaltına alındı... Zanlılar olay gecesi Filistin’den gelen 4
kişiyi Şorkaya ailesini katletmek için eve almakla suçlanıyorlardı. Bu
dört kişinin Suriye’den Urfa’nın Suruç ilçesine geldiği ve bir faytonla kente
ulaştırıldığı öne sürülüyordu.
Cinayette Musevilerin
zanlı olarak gözaltına alınmasının çok önemli nedenleri vardı. Polis gözaltına
aldığı Musevi tüccarları sorgulamaya başladı.
Dönemin gazeteleri
Yahudiler’in Urfa’dan kaçmasına neden olan bu katliamın üzerine gitmeye
çekiniyordu. Olaydan dört gün sonra, 4
Şubat 1947’de, Urfa’daki Akgün gazetesinde cinayet şöyle duyurulmuştu:
“Yahudi mahallesinde vaktiyle bir oğulları Müslüman olmuş bir
Yahudi ailesinin 7 nüfuslu efradı ailesi evinde parçalanmış bir halde bulundu.
Bu ailenin anne, baba ve çocukları gece yatakta yüzleri, parmakları kesilmiş, 7
nüfusun yedisi de tamamen öldürülmüştür. Yapılan soruşturma neticesi bu Yahudi
ailesinin büyük oğullarının Müslümanlığı kabul etmiş olduğu ve halen askerde bulunduğu
anlaşılmıştır. Oğulları Müslümanlığı kabul eden bu Yahudi ailesinin Yahudilikle
olan dini bağlarının da gün geçtikçe çözülmekte olduğu ve hatta cumartesi günü
dükkan açan ve alışveriş eden bu Türkleşmiş ailenin gerek mücevherat ve gerekse
paralarına el uzatılmadığına bakılırsa bu kuvvetli bir ihtimalle dini bir
hadise olduğu tahmin ediliyor. Bu hadisenin içyüzü henüz anlaşılmamıştır. Urfa
Emniyet Dairesi seferber olmuş, geceli gündüzlü bu meseleyi incelemekle
meşguldürler. Pek yakında bu çok esrarlı cinayetin aydınlanacağını kıymetli
emniyetçilerimizden bekleyebiliriz. ”
Dedektifler katliamın
arkasındaki hesaplaşmayı çözmeye çalışırken, kentin yerlileri arasında da
infial baş gösterdi. Ancak tüm bu infiale ve Museviler arasındaki korkuya
karşın kurbanlar zaman geçirilmeden Harrankapı’daki Musevi Mezarlığı’na
götürüldü.
Cenazeler, Cumhuriyet
Savcı Yardımcısı Mustafa Adil Keçik’in görevlendirdiği Harrankapı sakinlerinden
Musa Biner’in gözetiminde sessizce toprağa verildi.
Urfa’da özellikle
Çakeri, hemen yakınlardaki Askeri ve Kendirci mahalleleri başta olmak üzere
cinayet bölgesine yakın yerleşim birimlerinde oturanlar artık olayın yaşandığı
sokaktan bile geçmiyorlardı.
Herkes günlerce bu
katliamı kimin, hangi amaçla yaptığını konuştu. Bıçak, balta, keser ve
makaslarla insanların parçalandığı anlatılırken, kulaktan duyma bilgilerle
senaryolar yazılıyor, korku doruğa çıkarılıyordu. Urfa’da artık çocuklar
“baltalı katil” hikayeleriyle korkutularak uyutuluyordu.
Yörenin ileri gelenleri
her sokakta, her evde dehşeti egemen kılan katliamın Musevi cemaati arasındaki
bir hesaplaşmadan kaynaklandığına inanıyordu... Bu nedenle kentteki Musevilere
yönelik tepkiler de artıyordu. Cemaat üyeleri ise olayın Urfa’daki aşırı dinci
kesimlerden kaynaklandığını ileri sürüyordu.
İki tarafın da somut
gerekçelere dayandırdığı olaylar yaşanmıştı. Polis bu olayların perde arkasını
deşmek için Yahudi ve Müslüman tanıkların ifadelerine başvurmaya devam
ediyordu.
Urfa Emniyeti’nde
sorgulanan zanlıların ifadelerinde de ilginç ayrıntılar bulunuyordu.
Olay gecesi katliamın
meydana geldiği evde ayin yapılmıştı. İshak Şorkaya, kayınvalidesi Semha ile
birlikte yaşıyordu. Semha’nın kocası ölmüş, o gece onun ruhuna dualar edilmiş,
Zülhar (Zohar) adlı kitaptan pasajlar okunmuştu. Ayine Musevi cemaatinin Hahamı
Azzur Aka ile Yusuf Büyüktosun da katılmıştı.
Katliam işte bu ayinin
ardından gerçekleşmişti. İddiaya göre eve ayin için gelen bu kişiler işlerinin
bitmesinin ardından kapıyı kasıtlı olarak açık bırakmış ve katillerin içeriye
girmesini sağlamışlardı...
Bir karmaşa yaşanmaması
için mücadele eden Urfa Valisi Kamuran Çuhruk olayın faillerinin bir an önce
ortaya çıkarılmasını istiyordu. Çuhruk, zaman geçtikçe kentteki gerilimin
arttığının farkındaydı. Üstelik Ankara’dan da tepkiler geliyordu. Çuhruk, Urfa
Emniyet Müdürü Nafiz Bey’i makamına çağırdı. Öfkeliydi... Katliamı bir an önce
çözmesini istiyordu:
“Müdür bey, dünya ayağa
kalkmadan bu işi çözün... Yahudiler ecnebi memleketlerde çok güçlü... Hükümet
de bu işin bir an önce çözülmesini istiyor... Ne yaptınız, elinizde ne var?..”
diye sordu.
Nafiz Bey, “Efendim
ahalinin huzursuz olduğunu biliyorum... En kısa sürede katilleri hakim
karşısına çıkaracağız...” diye yanıt verdi.
Vali Çuhruk doğru
söylüyordu. Çünkü Urfa’da 7 kişinin öldürülmesi olayı, dünya kamuoyuna, Urfa’da
yüzlerce Musevi’nin katledildiği şeklinde yansıyordu. Dünyanın bir çok
ülkesinde olay yankı bulmuş, heyecan uyandırmıştı. Dünya Yahudi Kongresi (WJC)
Türkiye’nin Washington Büyükelçiliği’ne başvurarak konunun araştırılmasını
istemişti. Ancak elçilik, bu olayı yalanlayan bir açıklama yapmış ve eylemin
sıradan bir cinayet olduğunu duyurmuş olmasına karşın yabancıların tepkisi
azalmamıştı.
Valinin odasından
ayrılan Nafiz Bey, cinayeti soruşturmakla görevlendirdiği komiserler Durmuş
Aksuyun ile Bayram Dağalası’nı makamına çağırdı:
“Bu olayı hemen çözün...
Uzadıkça iş rezalet oluyor” diye bağırdı.
Emniyet müdürünün sertçe
verdiği talimatın ardından sorgu odasına giden iki komiser biraz da
hiddetlenerek zanlılara yöneldi:
“Birbirinize
düşmüşsünüz... Söyleyin kim akıttı bu kanı?..”
Sorguya alınan
zanlıların tamamı cinayetle ilgilerinin olmadığını söylüyordu. Polis tüm
çabasına karşın cinayeti çözecek bir ipucuna ulaşamıyordu. Katliamın üzerinden
günler geçmişti. Cinayetle ilgili zanlı
olarak Yahudilerin gözaltına alınması Urfa’da Musevi cemaatine yönelik
tepkileri yoğunlaştırıyordu. Esnaf, güçlükle de olsa ara sıra yiyecek almak
için çarşıya çıkabilen Yuhudilere hiçbir şey satmıyordu.
İbrahim
Esinli adlı genç bir Yahudi, Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’ye telgraf çekerek
şikayette bulunmuş, Urfa’daki Musevilerin bir cinayet yüzünden baskı altında
tutulduğunu söylemişti.
Baskıların ardında, kentin yerlilerinden
Cemil Hacıkamiloğlu vardı. Hacıkamiloğlu cinayetin Müslümanlar üzerine yıkılmak
istendiğini öne sürerek sinirleniyordu. Üstelik kentteki el
sanatlarının gayri Müslimlerin denetiminde olmasından büyük rahatsızlık
duyuyordu. Babası Hacı Mustafa da Urfa belediye başkanı olduğu dönemde, el
sanatlarının Ermenilerin denetiminde olmasını içine sindirememişti. Bu yüzden
Müslümanların işsiz kaldığından yakınmıştı.
Cemil
Hacıkamiloğlu da sürekli olarak Ermeni eczacı ve doktorlardan şikayet ediyordu.
Çevresine sık sık Ermeni doktor Armıl’ın Müslüman hastaların reçetelerine zehir
içeren ilaçlar yazdığını, adını Kadri olarak değiştiren Ermeni eczacı
Karakir’in de zehirli ilaçları vererek hastaları öldürdüğünü söylüyordu! Hacıkamiloğlu,
ağabeyi Abdülkadir’e Dr. Armıl’ın yazdığı ilaçları eczacı Karakir’den aldığını,
ancak kardeşinin içerken fincanı elinden düşürdüğünü ve ilacın taşın üzerinde
kaynadığını iddia ediyordu. Hacıkamiloğlu bu ilacın kezzap olduğunu ifade
ediyor bu konuyu şöyle anlatıyordu:
“Abdülkadir’in o gün
eceli gelmemiş... Allah sakladı, elli sene sonra vefat etti. Doktor Armıl
çocuklarımızın sıska, cansız kalmaları için yeni doğum yapmış annelerin yağlı,
etli yemek yemelerine müsaade etmezdi. Çocuklara gıdası pek az olan yemekleri
tavsiye ederdi... Gıdasızlıktan hem anne hem de çocuk takattan düşerdi. Anne
bazen dayanamaz yağlı, etli yemek yiyince çocuk perhiz sütüne alışkın olduğu
için ishala tutulurdu. Hemen Armıl çağrılırdı... Armıl işini bilir, ‘Ben
demedim mi perhiz yap. Sözümü tutmazsan çocuk ölecek’ derdi. Karakir’den ilaç
gelir çocuklar ekseriyetle zehirli ilaçlarla ölürdü. Çok seneler sonra
anlaşıldı, çocuklu kadınlar perhizi bıraktı!”
Hacıkamiloğlu, babası
Büyük Hacı Mustafa’nın belediye başkanlığı döneminde halkın işbirliği yaptığını
ve Ermenilerin Halep’e göç etmesinin sağlandığını vurguluyordu.
Urfa’daki katliamda
zaman zaman fail olarak bazı din adamlarının suçlu koltuğuna oturtulması da
Hacıkamiloğlu’nun rahatsızlığını arttırıyordu.
Polis emniyette
zanlıları konuşturmak için amansız bir sorgu yürütürken, manifaturacılar
esnafının başkanı olan Hacıkamiloğlu üyelerini Gümrük Hanı’nda toplantıya
çağırdı.
Yahudilerin canavarca
hareket ettiğini, katliamı Müslümanların üzerine yıkmaya çalıştıklarını iddia
ederek Musevilerle alış veriş yapılmaması konusunda karar aldı. Bu ambargo
kararının ardından Yahudilerle alışveriş tamamen kesildi. Artık Museviler
bakkala, fırına gittiklerinde kimse onlara bir şey satmıyordu. Hiçbir Müslüman
da onlardan bir şey satın almıyordu. Hacıkamiloğlu esnafa şöyle seslendi:
“Yahudilerden biri İslam olmuş... Yahudilerin kendi
dinlerinde İslamı öldürmek farzmış. Bir gece İslam olanın evinde mevlüt
okutuyorlar. Filistin’den iki de fedai getirmişler. O gece İslam olanın ve
çocuklarının mevlüt şerbetine ilaç koyarak bu zavallıları bayıltmışlar. Ve Filistin’den gelen iki fedaiye
öldürtmüşler. Kadının karnındaki masumu da öldürmek için şişlemişler.
Hepsinin şehadet parmakları kesilmiş. Yalnız Kemal isminde bir oğulları askerde
olduğu için kurtulmuş.”
Cinayeti Yahudilerin
işlediğini anlatan Hacıkamiloğlu, suçun Müslümanların üzerine atıldığını da
çevresinde toplanan esnafa anlattı:
“Bir
de Cinayeti Türkler işlemiştir, katilleri isteriz’ diye
feryat ettiler. Öyle ya, Yahudi Yahudiyi öldürür mü?.. Yaptıkları cinayeti
Türklerin boynuna koydular.(
Cemil
Hacıkamiloğlu, Şanlıurfa’nın Kurtuluşu ve GAP Projesi, Syf. 146-148)
Cemil
Hacıkamiloğlu’nun başlattığı ambargo yalnızca Yahudilere yönelik değildi.
Musevilere gizliden yardım eden bir iki Müslümanın adı da kısa sürede saptandı.
Onlar da ambargo kapsamına alındı. Bu kişiler Müslüman esnafın nefretini kazandı,
gavurların işbirlikçisi olarak damgalandı...
Yahudilere yönelik
ambargo artınca olay Vali Kamuran Çuhruk’a yansıdı. Vali, Hacıkamiloğlu’nu
makamına çağırarak bağırdı:
“Elebaşı
esnaflara emir vermişsin, Yahudi vatandaşlarla kimse alışveriş etmiyor...”
“Evet etmiyorlar... Yahudilerin bu insanlık harici iğrenç
hareketlerinden dolayı esnaf kızgın. Bu yüzden alışveriş yapmıyorlar...”
“Alışveriş derhal
başlamalıdır. Aksi halde ben adamı kurşuna dizerim!..”
Çuhruk çok
sinirlenmişti... Kentteki azınlıklarla Müslümanların bu olay yüzünden karşı
karşıya gelmesini, kötü olaylar çıkmasını istemiyordu. Cemil Hacıkamiloğlu’nun
babası Mustafa Hacıkamiloğlu Urfa Kurtuluş Savaşı’nda Fransızlara karşı büyük
mücadele vermiş bir Milli Mücadele kahramanıydı. Çuhruk üslubunu yumuşatarak
yanına yaklaştı:
“Sen Urfa kahramanının
oğlusun... Yahudilerin arkasında Amerika, İngiltere var, Ruslar ve Fransızlar
var, senden rica ediyorum... Esnaf Yahudi vatandaşlarımızla alışveriş
yapsın...”
Hacıkamiloğlu da bu
sıcak yaklaşım üzerine yumuşadı, “Esnafın bileceği iş” dedikten sonra valinin
yanından ayrıldı.
Sh: 88-94
***
1889 doğumlu Azzur
Bilgin (Aka), 1889 doğumlu Yusuf Hamuz (Büyüktosun), 1884 doğumlu Davut Hıdır
Yeşil, 1881 doğumlu Azzur Bozo ve 1890 doğumlu Nesim Binler (Elfiye) birden
fazla kişiyi planlayarak öldürmek suçundun tutuklandılar.
Mahkeme Şorkaya
ailesinin Müslüman olduğu için katledildiği iddiasından yola çıkarak Müftü
Hasan Efendi’den bir rapor istemişti. Müftü Hasan Efendi, Tevrat’ın İbrani ve
Keldani dillerinden tercümesi olan ve 1886’da İstanbul Boyacıyan Matbaası’nda
bastırılan 882 sayfalık Tevrat’a bakarak görüş bildirmişti. Müftü, Tevrat’ın
162. 163 ve 164. sayfalarında Tesniye faslının 13. babının 6. ayetinden 18.
ayetine kadar olan bölümü kaynak göstermişti. Burada, “Her kim dinini değiştirir ise onu mutlak kati ve taşlarla recm
edeceksin” deniliyordu. (Rıfat N. Bali, söz konusu ayetlerin Musevi
dininden ayrılanları kastetmediğini, toplum içinde paganizmi (çok tanrıcılık,
putperestlik) savunanlara yönelik olduğunu yazıyor. Bali, “Devletin Yahudileri
ve Öteki Yahudi” adlı eserinde bu ayetle ilgili, “Yahudi şeriatında Museviliği
terk eden dinini terk etmiş sayılmaz. Yolunu şaşırdığı ve Museviliğe geri
döneceği düşünülür” diyor.)
Yöre insanları Müftü Hasan
Efendi’nin bu saptamayı yapması üzerine Urfalılar’ın zan altında kalmaktan
kurtulduğunu konuşuyordu.
Yine de bu korkunç cinayetleri kimin işlediği konusunda
tartışmalar aylar boyunca sürdü. Bu yüzden kentte Musevi cemaatine yönelik öfke
de dinmedi. Urfa’daki genel kanı, Şorkaya ailesinin Müslüman olduğu için
Filistin’den gelen Yahudiler tarafından öldürüldüğü yolundaydı.
Urfa’daki 40 kadar
Yahudi ailesi çok tedirgindi. Bozo,
Kohen, Dayan, İsrael, Mülhem, Esinli, Levi, Attia, Mısri, Anter, Elfiye, Mugribi,
Hammame, Mızrahi aileleri endişe içinde bekliyorlardı. Bazı aileler kenti
terk ediyordu.
Sh:
99-100
Urfa’da “Siverekli”
olarak adlandırılan Şorkaya ailesi iddia edildiği gibi servetlerine el koymak
isteyen kişilerce mi katledilmişti?.. İşin içinde dinsel bir çatışma mı
vardı?.. Şorkaya ailesi Tevrat’ta geçen bir ayete dayanılarak din uğruna mı
öldürülmüştü?..
Bu katliamda
işbirlikçiler kimlerdi?.. Şorkaya ailesinin kapısını içeriden açarak katillerin
eve girmesini kimler sağlamıştı... İshak Şorkaya’nın Arap ortağı neden ortadan
kaybolmuştu?.. Tüm bu sorular uzun süre Urfa kamuoyunda yanıt aradı...
Urfa’da katliamın
yankıları dinmezken, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu 1947’de Filistin
topraklarının Araplarla Yahudiler arasında paylaştınlmasına ilişkin bir karar
aldı. 181 sayılı bu karar Filistin topraklarının yüzde 55’ini Yahudilere, yüzde
45’ini de Araplara veriyordu. 9 Nisan 1948 tarihinde, Yahudi İrgun
örgütüne bağlı militanlar sabaha doğru Kudüs yakınlarındaki Deir Yasin köyüne
baskın düzenlemiş ve iddialara göre 245 kişiyi katletmişlerdi.
Öldürülenlerin çoğu kadın ve çocuktu. Yahudi teröristler hamile bir kadının
karnını yararak karnındaki çocuğu da öldürmüşlerdi. Teröre şahit olanların
anlattıklarına göre Yahudi teröristler bu baskında kadınların kulaklarını
kesiyor, kulaklarındaki küpeleri alıyor, sonra öldürüyorlardı.
Bu haberler de, Urfa’da
Yahudilere olan tepkiyi artırıyordu. Tarihe “Deir Yasin Katliamı” olarak geçen olay sonrası İngiltere manda
yönetimini sona erdirdiğini açıkladı. Ancak bölgedeki huzursuzluk sürüyordu.
Gazetelere endişe verici haberler yansıyordu:
“Londra -
Filistin’de çarpışmalar şiddetlenmiştir. Dün Yahudiler yeniden taarruza
geçmişler ve El Kaster köyünü yeniden ele geçirmişlerdir. Kuzeyden takviye alan
Arap birlikleri bu köye devamlı bir surette taarruz etmektedirler. Bu
çarpışmalarda havan topu, ağır makineli tüfek ve top kullanılmaktadır. Göğüs
göğse şiddetli çarpışmalar cereyan etmektedir. Irgun Zvel Leumi ve Storn
çeteleri de dün ilk defa olarak açıktan açığa taarruza girişmişlerdir. Bunlar
bir Arap köyünü işgal ettiklerini bildiriyorlar. Bu çarpışma esnasında 200 Arap
öldürülmüştür. Bunların yarısından fazlası kadın ve çocuktur.”
Londra mahreçli bir
başka haberde, “Araplar ile Yahudiler göğüs
göğse çarpışıyordu” denilerek şunlar yazıyordu:
“Londra -
Times gazetesinin Kudüs muhabiri bildiriyor: Ingiliz mandası sona erdiği ve
Ingiliz kuvvetleri Filistin’den çekildikleri vakit husule gelmesi beklenen
durum şimdiden bütün Filistin’e hakim bulunmaktadır. Su tesisatı sekteye
uğratılmıştır. Kudüs şehrinin dışarı ile irtibatı sık sık kesilmektedir. Daha
dün şehre gelmekte olan bir yağ treni durdurulmuştur. Şehirde su, yakıt ve
cereyan yoktur.
Arap
Yüksek Sekreteri Dr. Halidi tarafından neşredilen bir beyanname,Yahudi
tedhişçiler tarafından Arap köyü Yasin’e karşı yapılmış olan hareketi
‘masumların katliamı’ diye tarif etmekte ve Yahııdileri ağır surette itham
etmektedir. Yahudi tedhişçiler bu akın esnasında da yüzden fazla kadın ve
çocuğu öldürmüşlerdi. Yahudi ajansı dün gece neşrettiği beyanatta bu gibi
hadiselere mani olunacağı ve gerekli tedbirlerin alınacağını bildirmektedir.
Dr. Halidi
bu harekete karşı Arapların misilleme hareketine girişmeyeceklerini de ilave
etmiştir. Fakat bu taarruz ve bunu takiben çoluk çocuk katliamı Araplar
arasında derin bir infial yaratmıştır .”( )
Urfalılar, 7 Yahudinin
öldürülmesinin de etkisiyle Filistin’deki katliam haberlerini her gün radyodan
dikkatle dinlemeye başlamışlardı.
Filistin’deki olaylar
devam ederken, 1897’de Theodor Herzl’in İsviçre’de Birinci Dünya Siyonist
Kongresi’ni toplamasıyla başlayan Yahudi devletinin kurulması süreci
sonuçlanmıştı. Başta İngiltere olmak üzere Batılı devletler, Filistin
topraklarında bir İsrail devletinin kurulmasını desteklemiş ve sonuca
gidilmişti. David Ben Gurion, 14 Mayıs 1948’de İsrail devletinin kuruluşunu tüm
dünyaya ilan etti.
Yahudiler Filistin
topraklarında dünya kamuoyunun karşısına bir devlet olarak çıkarken, Urfa’daki
katliamın sanıkları o gün hâkim karşısındaydı. Bu kötü olay yüzünden bir
devletlerinin olmasına bile sevinemiyorlardı.
Sh:111-112
***
O günlerde radyoda en
çok duyulan yayınlar Mayıs ayında yapılması beklenen seçimlerle ilgiliydi. Çok
partili dönemin tartışmalarının yoğunlaştığı bu sırada, Demokrat Parti lideri
Adnan Menderes, Cumhuriyet Halk Partisi iktidarını yıkmak için yoğun bir
propaganda yürütüyordu.
O günkü duruşmada
mahkeme üyelerinden ikisi değişmişti. Bu kez heyet Enver Dayanç (başkan),
Melahat Yetkin ve Asım Okay’dan oluştu. 2 Yahudinin salıverilmesiyle sonuçlanan
duruşmanın kararı ise tutanaklara şöyle geçti:
“İshak
Şorkaya’nın oğlu Haymun Şorkaya’nın olaydan üç sene önce Yahudi dininden ihtida
ederek İslam olduğu ve Ahmet Kemal adını aldığı, bir süre sonra İshak ve
ailesinin dini akidelerinin gün geçtikçe sarsılmakta olduğu ve İslam dinine
eğilim göstermekte oldukları...
Ve Musevi
halkının dini konumlarını rencide ettikleri, Haymun’un Müslümanlığı
kabullenmesi ve bunu aile efradına yaptığı telkinler dolayısıyla İshak ve
çocuklarının bu etki altında Müslümanlığa fazla derecede eğilim göstererek
Musevi milletinin örf ve adetine aykırı harekette bulundukları...
Musevi
dininin yasak kıldığı şeyleri işlemekte ısrarla devam etmekte ve Kuran-ı
Kerim’i devamlı okumakta oldukları görüldükçe, Urfa’da bulunan Musevi
cemaatinin kininin günden gene arttığı...”
Kararda, bu saptamaya
İshak Şorkaya’nın çarşıda satılan bir dini kitabı on altı liraya alması kanıt
gösterildikten sonra sanıkların Urfa Emniyeti’ndeki sorgu yöntemine dikkat
çekildi.
Mahkeme kararına göre
gözetim altında bulunan sanık Azzur Aka’nın yanma konulan tanık Şavak’ın
kendisini bir Yahudi olarak tanıtmasının inandırıcı olmadığına, Urfa gibi küçük
bir Musevi cemaatinin bulunduğu kentte, haham düzeyindeki bir kişinin bu
insanları rahatlıkla tanıyabileceğine dikkat çekildi.
Kararda, iki sanığın
maktulleri dini akidelerine dayanarak Filistin’den gelen ve katil oldukları
iddia edilen dört Arap’a yardımda bulunmak suretiyle öldürdükleri veya bu
eyleme herhangi bir şekilde katıldıkları, ilgi gösterdikleri konusunda
inandırıcı kesin bir delil ve tanıklık olmadığı vurgulandı.
Urfa Emniyeti’ndeki
sorgu yöntemiyle ilgili görüşlerin yazıldığı mahkeme kararında, Adli Tıp’ın 3
Haziran 1949 tarihli ve 1575 sayılı raporu da dayanak gösterildi:
“Sanık Azzur Aka olay
sonrasında, nezaret altında kalmış ve bir çok kez sorgudan geçirilmiş olduğuna
göre sayıklaması, maddi ve ruhi bir şok olarak kabul edilebilir...
... Bilinçaltına geçmiş
olan olayların sentez şeklinde tekrarlanmasının psikolojik bir hadise olarak
kabul edilmesine bilimsel açıdan olanak görülmüyor...
Bilinçaltına geçmiş olan
hatıraların bir bölümü ya da tamamı, biçim ve içeriği değiştirilerek, doğruluk
ve itiraftan yoksun bir şekilde sayıklanabilir... Ancak bu gerçek bir itiraf
alarak kabul edilemez. Ayrıca bu durumdaki bir kişinin uyku sırasında yazı
yazmasının mümkün olamayacağı bildirilmiştir.
Mektubu yazan kimse,
Şavak ve Aziz’in Musevi milletinden olduğunu bilerek hareket ettiğine göre,
mektubu imzalamaktan hiçbir şekilde çekinmez. Ancak imzalamazsa bile hiç
olmazsa, imzasını andırır bir işareti koyması gerekirken, yazılan mektuplar
imzasız ve işaretsizdir. Bu yüzden sanığın sayıklamasının bilinç altına geçmiş
hallerden sayılamayacağı, herhangi baskı ve korku altında istemeden
gerçekleşen, gerçek olmayan, hayaletten ibaret olacağı kanaatine varılmıştır.
Tanık Şavak ve Aziz’in
bu konudaki şahitliği, vicdani kanaati tatmin etmemiş olduğundan samimi
görülmemiştir. Sanıkların, Seniha’nın kocasının ruhuna Zülhar ismindeki kitabı
alarak okuması ve bundan yararlanarak İshak ve ailesinin güvenini sağlayarak
eve girip öldürme işini kolaylaştırdıkları hususundaki iddia ise ikna edici
delillerle belirlenememiş, ispatsız kalmıştır. Bu gibi sebeplere dayanılarak
sanıkların mahkum edilmesi mümkün görülmediğinden, suçları sabit görülmeyen
sanık Azzur Aka ve Yusuf Büyüktosun’un beraatlerine ve gerçek faillerin aranmak
üzere karar örneğinin savcılığa yazılmasına oy çokluğuyla karar verildi.”
1 Eylül 1948’deki karar
duruşmasında da bulunan mahkeme üyelerinden Asım Okay, verilen bu karara
katılmadı ve sanıkların daha önceki yargılamada verilen cezanın uygulanmasını
isteyerek muhalefet şerhi koydu. Okay, muhalefet gerekçesini karara şöyle
yazdırdı:
“Azzur Aka’nın
sayıklarken söylediklerinin yer aldığı tutanağı imzalamaması gerçeği
değiştirmez.
Aka’nın, yazısını uyku
halinde, manasını anlamadan yazması mümkün değildir.
Üstelik sanığın yazıyı
uyku halinde değil, kendisini Yahudi olarak tanıtan şahsın sözüne güvenerek
yazdığı anlaşılmıştır.
Urfa’da Yahudi nüfusu az
ancak dağınık mahallelerdedir. Bu nedenle herhangi bir şahsın gece Yahudi olup
olmadığının anlaşılması güçtür.
Aka’nın yaş durumunun,
sorgulama yönteminin şeytani bir hile olacağını kavramaya müsait olmadığı
anlaşılmaktadır.
Eski bir mahallede
birbirine grift evlerde olacak hadisenin duyulması mümkün iken; suç izini
kaybettirmek isteyen sanıklar, kendileri masum olsalar dahi suç hakkında ketum
harekette bulunmuşlardır.
Olaydan önce orada
bulunmuş olan sanıkların yardımları olmadan yabancı bir şahsın olayı başarması
mümkün görülmemiştir.
Daha önce verilen
kararın bozulmasından sonra yapılan soruşturmada da, sanıklar lehine bir
değişiklik olmamıştır. Suçun sanıkların yardımıyla işlendiği kanaatindeyim.”
2.5 yıl hapis yatan iki yaşlı Musevi’yle
ilgili alınan bu karar 4 Nisan 1950’de, Yargıtay 1. Ceza Dairesi’nin 897-1219
sayılı kararıyla onandı.
15 Mayıs 1950’de yapılan genel seçimleri
Demokrat Parti kazandı. 1. Menderes Hükümeti 22 Mayıs 1950’de kurulduğunda,
Urfa’da zaten bir tek Yahudi kalmamıştı. Hepsi Mersin, İstanbul ve İsrail’e göç
etmişti. Onlar, Menderes’in 29 Mayıs 1950 Meclis’te okuduğu hükümet programını
doğdukları topraklardan çok uzaklarda radyodan dinliyorlardı:
Truman doktrini ve
Marshall yardımıyla bu sulhçu siyasetimizi desteklediğinden dolayı kendisine milletçe
samimi şükran hisleri beslediğimiz büyük dostumuz Birleşik Amerika ile ve büyük
müttefiklerimiz İngiltere ve Fransa ile siyâsi, İktisâdi kültürel
münasebetlerimizi, samimiyet ve anlayış havası içinde her gün daha
kuvvetlendirmek en büyük emelimizdir. Yakın Şark devletleriyle daha sıkı
münâsebetler kurarak bu bölgelerde adalet ve anlayış esaslarına dayanan samimi
bir dostluk ve tesanüt havası yaratmak lüzumunu duymaktayız. Kanâatimize göre,
bu neticenin süratle elde edilmesi yalnız bu bölgelerin değil hatta orta şark
memleketlerinin, binnetice dünyanın emniyeti bakımından da büyük bir ehemmiyet
arz etmektedir. ”
Sh: 141-145
Cemil Hacıkamiloğlu’nun
1947’de ambargo uygulatarak kentten gitmelerini sağladığı Yahudilerin
torunlarının inşa ettiği Koç Ata Besi Çiftliği, ovanın ortasında görülüyordu...
Bu dev tesiste hayvancılık yapılıyordu...
Murat, uçak gökyüzünde
süzülürken GAP’ın dünya ülkelerince nasıl yakından izlendiğini anımsadı.
1992’de İran Cumhurbaşkanı Rafsancani kente geldiğinde, Balıklıgöl’de çevresini
saran Urfalılar, “Allahü ekber” diye bağırmıştı...
İsrail Cumhurbaşkanı
Ezer Weizmann’ın Ocak 1994’te Urfa’ya yaptığı gezi ise ilginç olmuştu.
Yetkililer protesto edilebileceği endişesiyle Weizmann’ı havaalanından direkt
Atatürk Barajı’na götürmüşlerdi.
Yahudiler Dicle ile
Fırat arasındaki Mezopatamya ovalarını “vaat edilmiş topraklar” diye
niteliyorlardı. Weizmann çok ilginç bir dönemde, Harran’da ilk sulamanın
yapılacağı yıl gelmişti Urfa’ya... 15 yıllık çalışma bitmiş, Fırat Nehri’nin
suları 9 Kasım 1994’te Urfa Tüneli aracılığıyla Harran Ovası’na bırakılmıştı
Bu haberlerden,
Weizmann’ın Urfa’ya gelişinden tam 10 yıl sonra kentin başka Musevi
konuklarının da olduğu anlaşılıyordu. “İsrail
GAP’ı istiyor” başlıklı dosya dergiye kapak olmuştu. Yazıda, “İsrail askıya alınan sulama projelerinin
başlaması için AKP hükümetini sıkıştırıyor. Güneydoğu Anadolu’da toprak satın
aldığı, vaat edilmiş toprakları zaman içerisinde ele geçirmek istediği
iddiaları bir yana, İsrail, Türkiye’ nin çeşitli nedenlerle yapamadığını yapıp,
bölgede üretim yapmak ve dünyaya satmak istiyor” deniliyordu.
Diğer yazı Museviler’in
Harran ve Urfa’yı neden bu kadar önemsediği konusunda ciddi bilgiler
içeriyordu. Bir grup Yahudi’yi Harran’daki bir kuyunun başında ayin yaparak
gösteren fotoğraflar ilginç bir yazıyla süslenmişti:
“Hz.
İbrahim’in torunları, Hz. İshak’ın Refika ile evliliğinden ikiz çocukları Hz.
Yakup ve Ays (İbrani kaynaklarına göre Esav) dünyaya geliyor. İshak’a göre
ailenin geleceği Ays’a bağlıdır; ancak anne Refika, Yakup’u destekler. İshak,
yaşlandığı zaman, oğullarına birer dua vermeye karar verir. Ays, bu dualardan
babasının misyonunu devam ettirecek ‘ilk doğan’ duasının yanı sıra, zenginlik
ve güç duasını da ister. Fakat Refika ‘ilk doğan’ duasının Yakup’a verilmesini
istemektedir. Çünkü Yakup’un, Hz. İbrahim gibi dünyayı değiştirebileceğine
inanmaktadır. Ay s'in, babasının akşam yemeğini sağlamak için ava çıktığı bir
sırada Refika bir oyun oynar. Yakup’u Ays’a benzeten Refika, kör olan İshak’ ı
kandırır ve duayı almasını sağlar. Bunun üzerine Ays’ ın kardeşini öldürmeye
karar verdiğini anlayan Refika, Yakup’u Harran’a, dayısının yanına yollar ve
oradan kendine bir eş bulmasını söyler. Harran’a giderken gündüzleri saklanan
ve yolculuğunu gece sürdüren Yakup ise bir başka uygarlığın isim babası olur.
Yakup, ‘İsrail’ olarak çağrılacaktır. İsrail, ‘geceleri Allah’a yürüyen’ anlamına gelmektedir. Harran’a ulaşan ve
vasiyet gereği evlenmek isteyen Yakup, dayısı Lavan’ın kızı Rahel’e aşık olur.
Ancak Lavan, kızıyla evlenebilmesi için Yakup’a kendisi için 7 sene çalışması
şartı koyar. Yedi sene sonunda Lavan, Yakup’u Rahel yerine ablası Lea’yla
evlendirir ve Rahel için 7 sene daha çalışma şartı koyar. Sonunda Yakup’un 4
karısı olur: Lea, Rahel ve onların cariyeleri Zilpa ve Bilha. Eşlerinden 12
oğlu ve bir kızı dünyaya gelecektir Yakup’un tüm oğulları, kendilerini
babalarının misyonuna adar ve İsrailoğullarının temelleri Harran’da atılır.
Harran’ın
Yahudiler için önemi bu meseleden kaynaklanıyor. Yahudiler için Roş Aşana Günü,
Şabat ile birlikte kutsal sayılan 14 gün arasında yer alıyor. Her yılın eylül
ayında iki gün olarak kutlanan ‘Roş Aşana’da oruç tutulmuyor, ağlanmıyor fakat
günahlar içten itiraf ediliyor.
Peki,
Yahudiler niçin Roş Aşana’yı Harran’daki Yakup’un Kuyusu başında kutluyor?
Yahudiler, geleneksel olarak, Roş Aşana nın ilk günü yapılan M inha duasından
sonra bir su kaynağına gidilmesi ve uygun duanın yapılmasıyla ‘Taşlih’
geleneğinin yerine getirilmesi gerektiğine inanıyor. Taşlih geleneği, kaynağım,
İbrahim'in İshale’ı Tanrı’nın emri üzerine kurban etmeye götürmesi sırasında
olan olaylardan alıyor. ” (Okan
Konuralp, “Harran’da, kuyu başında Yahudi ayini” Tempo Dergisi, 19- 25
Ağustos 2004, Sayı:34)
Sh: 149-152
Çakeri Mahallesi
katliamıyla ilgili pek yazılıp çizilmemişti. Olayla ilgili Amerika’da bulunan
Yahudi Araştırmaları Enstitüsü ’nün (YIVO Institüte for Jewish Researce),
Siyonist Arşiv Merkezi (CZA) ve Dünya Yahudi Kongresi’ndeki belgelere
dayanılarak yazılmış ayrıntılı bir makale de vardı.
Makalede, YIVO Arşivi’ne
dikkat çekilerek, “Annesi
muzaffer bir şekilde Urfa’ya geri döndü ve Ahmet Kemal’in tekrar Yahudi olacağı
müjdesini etrafa yaydı. Bu haber Urfa halkını öfkelendirdi. Ahmet Kemal Urfa’ya
döndükten sonra komşusu Şeyh Muhammed onu evine davet etti ve Yahudiliğe geri
dönmemesi için telkinde bulundu... Ancak ailesinin Ahmet Kemal’i Yahudiliğe
geri döndürmeye çalışması Urfa’daki Müslüman halkın Yahudilere ve özellikle
Şorkaya ailesine karşı öfke ve nefret etmesine yol açtı. Bu öfke ve nefret Şorkaya
ailesinin katledilmesiyle sonuçlanacaktı” deniliyordu.
Yine YIVO Arşivi kaynak
gösterilerek kaleme alman satırlarda, cinayetle ilgili yargılananların “Katliam
gecesi kurbanların evinde olduğu, gece yarısından sonra Halef el Medeh’in
meçhul katilleri içeri aldığı, Medeh’in olaydan sonra ortadan kaybolduğu”
belirtiliyordu. Yahudi arşivine göre, “Medeh’in Şorkaya’ya büyük borcu vardı.
Hem borcundan hem de ortağından kurtulmak için katliamı El Medeh tasarlamıştı.”
CZA Arşivi’ne atfedilen
bir bölümde ise Urfa’nın Milli Mücadele tarihinin en önemli isimlerinden Müftü
Hasan Efendi, “Şorkaya’nın katline fetva
vermekle” suçlanıyordu. Bu durum Haham Azzur Aka’nın ifadelerinin yeraldığı
Yahudi CZA Arşivi’ne şöyle yansıyordu:
“Ahmet
Kemal ihtida ettikten sonra yerel geleneklere göre kendisine Müslüman bir üvey
baba seçmiş ve onun evinde yaşamaya başlamıştı. Ancak Yahudiliğe geri
döneceğini bahane ederek sürekli öz babası Şorkaya’dan para sızdırıyordu. Baba
Şorkaya ziyaretlerinden birinde Yahudiliğe geri dönmesi için telkinde bulundu.
Oğlunun bu telkinleri red etmesi üzerine İslamiyete beddua etti. Bunun üzerine
oğlu Ahmet Kemal ona, ‘İslamiyete beddua ettiğine göre, Allah’ın bedduası da
üzerine kalacak’ karşılığını verdi. Ahmet Kemal üvey babasının evine döndüğünde
onu bu olaydan haberdar etti ve o da Urfa Müftüsü’ne haber verdi. Bunun üzerine
müftü, Şorkaya’nın katli için fetva verdi.’’
Oysa Müftü Hasan Efendi
bu konuda sorgulanmamış, sanık durumuna da getirilmemişti. Müftü, mahkeme
belgelerine göre sadece olayın soruşturulması sırasında bilirkişi olarak
görevlendirilmiş ve Tevrat’taki bir ayet konusunda mahkemeye bir rapor
sunmuştu.
Mahkemede tanıkların
büyük bölümü haham ve yardımcısının katliam gecesi evde yatıya kaldığını
açıklamasına karşın, makalede tanıkların bunu yalanladığı yazıyordu.
Sh: 169-171
***
Çakeri Mahallesi
katliamının ardında aydınlatılması gereken çok unsur vardı. 1947 yılının
koşullarında küçük bir Anadolu kentinde soruşturmayı derinleştirecek araç
gereçler var mıydı o da bilinmiyor. Ancak bundan daha önemlisi bu cinayetin
faillerini ve gerekçelerini ortaya çıkarabilecek sosyo-politik koşullar yeterli
miydi?.. Urfa’nın ve Türkiye’nin o gün içinde bulunduğu koşullarda, olayın bir
biçimde kapatılması daha uygun mu görülmüştü?
Yahudi lobisi o dönemde
ABD’nin dış politikasında etkindi.
1947 yılında Marshall
Planı ve Truman doktrinleriyle Türkiye’nin stratejik değeri belirlenmişti. 12
Mart 1947’de ABD Başkanı Harry S. Truman kongrede, Türkiye ve Yunanistan’a
yardım yapılmasını savunan bir konuşma yapmıştı.
22 Mayıs 1947’de yoğun
tartışmalar arasında Türkiye’ye 100 milyon dolar, Yunanistan’a 300 milyon dolar
verilmesi kabul edilmişti. Türkiye’ye yardım yapılmasına tepki gösteren
üyelerin sayısı artınca, ABD Dışişleri yetkilileri, “Bizim bu ülkelere verdiğimiz paralar kesinlikle sadaka değildir. Bu
paralar Amerikan dış politikasının bir parçasıdır” diyerek muhalefeti
susturmuştu.
ABD, İkinci Dünya
Savaşı’ndan sonra Avrupa ülkelerinin yıkılan ekonomilerini yeniden canlandırmak
için harekete geçmişti. Gerekli altyapıyı sağlamak amacıyla Dışişleri Bakanı
George C. Marshall adıyla anılan yardım programı 1948 yılında Başkan Truman
tarafından yürürlüğe sokulmuştu. ABD, o dönemde ekonomilerini düzeltmek
amacıyla yardım ettiği ülkelerin mali politikaları üzerinde denetimi de
sağlıyordu.
Marshall Planı o
dönemlerde, yani 4 Temmuz 1948’de imzalanmıştı.
28 Mart 1949’da İsrail’i
tanıyan ilk Müslüman ülke de Türkiye olmuştu. Türkiye, Sovyet Rusya tehdidine
karşı ABD’ye yakın tavır alması sonucunda İsrail ile ilk ticaret anlaşmasını da
imzalamış ve 1950’ler boyunca kesintisiz ABD mali desteği için Musevi lobisine
başvurmuştu.
Tesadüf
müdür bilinmez ama dünya kamuoyunda da yankı bulan Urfa’daki katliamın yargı
süreciyle ilgili gelişmeler de tam bu sıralara rastlamıştı...
Yargıtay 1. Ceza Dairesi’nin kararı bozması üzerine, Malatya Ağır Ceza
Mahkemesi işte tam bu tarihlerde, 9 Şubat 1950’de, 2 Yahudi’nin 10’ar yıl
hapisle cezalandırıldığı katliam davasının dosyasını yeniden açmış, sanıkları
salıvermişti!..
Sh: 174-175
***
Urfa’daki Yahudi
varlığından çok az iz kalmıştı... Adı değiştirilen bir mahalle, katliamın
yaşandığı ev, çarpık yapılaşmanın bir canavar gibi yuttuğu havranın briketler
arasında kalan taşları... Ve Urfa’nın Demirci Pazarı mevkiinde yıkılmaya yüz
tutmuş bir han...
…
Yeni Şafak’ta “Taha
Kıvanç” takma İsimle Yazan Fehmi Koru bir yazı kaleme almıştı. O, “Aklım pek
yatmadı, ama... ” başlıklı yazısındaki iddialan “Jevvish Telegraphic Agency”e
(JTA) dayandırıyordu:
“Dünyanın her tarafındaki Musevilerle ilgilenen bir kurumun
yayın organındaki yazıya göre Urfa’da, on kadar Musevi aile, yaşıyor ve dini
bayramlarını kutluyormuş. Tabi bunu gizlice yapıyorlarmış!..”
Kıvanç’ın makalesine
kaynak olari Matthew Gutman imzalı yazı, tarihi önemi de olan bir kurum
niteliğindeki JTA’nın web sayfasında yer alıyordu. Gutman, Urfa’ya kadar gidip
eskiden Musevi ustaların çalıştığı hanları, çarşıları, yaşadıkları mahalleleri,
«sokakları dolaşmış, yetkililerle görüşmüş ve geçmişte bölgede yaşayan
Musevilerin akıbetini sormuştu.
Gutman’ın
gözlemlerine göre, Urfa’da halen Museviler var ancak bunlar kendilerini
saklıyordu!..
Gutman’ın bu noktaya
ulaşmasına Urfalı bazı işgüzarların da katkısı olmuştu. Örneğin Şanlıurfa TV’de
çalışan Kadir Çelikcan, “Museviler kimliklerini gizliyor, eğer komşuları onların
kim olduklarını öğrenirse başlarına kötü şeyler gelir” diye
konuşmuştu. Tabi Gutman bu konuşmanın üzerine, “Tevrat’ın Hz. İbrahim’in develerine su
içirmek için konakladığı kutsal şehir” diye yazdığı Urfa’da
Yahudilerin yaşayabilmek için kendilerini saklamak zorunda kaldıklarını iddia
ediyordu.
Çelikcan, Gutman’a “Yahudiler kimliklerini açıklarsa kimsenin onlardan alış veriş
etmeyeceğini bu nedenle açlığa mahkum olacaklarını” söylemişti!..
Gutman, yazısında Yahudi
Ham’ndaki bir esnafa da odaklanmıştı. Adını Müslüm olarak açıklayan ve yüzünü
kapatarak fotoğraf çektiren bu adama arkadaşlarının “Moşe Dayan” diye
seslendiğini yazmıştı!..
Müslüm, rivayete göre
İsrail’in eski dışişleri bakanının çocukluğunda bu dükkanda çalıştığını,
lakabının da o nedenle kendisine layık görüldüğünü anlatmıştı. Ancak Gutman bu
iddiayı “Dayan, hayatında oralara ayak basmış olamaz” diye yorumlamıştı.
JTA muhabirinin, “yerel
tarihçi” diye yazdığı Urfalı Baki Özmen’in anlattıklarını da kaleme almıştı.
Özmen, 1945 öncesi sayıları bin aile kadar olan Musevilerin Urfa’dan âni
göçünün sebebi olarak, “İçlerinden biri, Müslümanların üzerinde kalacak biçimde,
diğerinin boğazını kesti” diye
anlatmıştı!..
JTA’daki yazı daha önce
Jerusalem Post’ta, “Irak sınırında Türkiye’nin ‘Marranoları’ (gizli dinlileri)
hayatlarından endişeliler” başlığıyla çıkmıştı... Urfa’da Yahudi varlığını
ilginç iddialarla gündeme getiren başka haberler de yayımlanmıştı.
Yeni Çağ Gazetesi,
(6 Eylül 2004, “Yahudi kadınları Urfa’da doğuruyor.” ) “İsrail’de doğum yapmak üzere olan kadınlar Şanlıurfa’ya
getiriliyorlar. Çocukların kimliklerinde doğum yeri olarak da Türkiye-Şanlıurfa
yazıyor. Bu çocuklar 20 yaşına geldiklerinde tekrar bu bölgeye gelecekler, aynı
zamanda bunların burada arazileri de olacak o zaman ortaya çıkacak tabloyu bir
düşünün. O bölgeye İsrailliler yerleşmiş olacaklar” yazıyordu.
Sh: 177-179
Sahi, Son Gavur kimdi?..
Sh: 182
Kaynak:
Mehmet FARAÇ, SON GÂVUR, Günizi
Yayıncılık, Aralık/2004 İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar