Print Friendly and PDF

SON GÂVUR



30/31 Ocak 1947 Urfa’nın Kendirli mahallesinde yaşayan yedi kişilik Yahudi ailesinin tüm fertleri katledilmiş olarak bulundu. Cinayetten Urfalı Yahudi cemaati sorumlu tutuldu ve şehirdeki tüm Yahudi erkekleri tutuklandı. Urfalılar dava boyunca Yahudilere boykot uyguladılar. Üç yıl sonra tutuklanan tüm Yahudiler salıverildi ancak Urfa’nın Yahudileri de şehirden uzaklaşmak zorunda kaldılar.
Mayıs 1948 İsrail Devleti’nin kurulması, Türkiyeli Yahudilerde gurur ve heyecan yarattı. Artık Türkiye’deki ırkçıların saldırıları karşısında sığınabilecekleri bir ülke vardı. Kitlesel olarak İsrail’e göç etmeye başladılar. Yıllardır Yahudileri ülkeden kaçırtmak için ellerinden geleni yapan kesimler, bunu da Yahudilere hakaret etmek için kullandılar. ‘Nankör Yahudi’ klişesi yeniden ve yaygın biçimde dolaşıma sokuldu. (Ayşe Hür “Münferit(!) antisemitizm vak’aları” 08 Şubat 2009- Pazar/TARAF)
Hzl: Mehmet FARAÇ
Urfa tüm dinler açısından kutsal sayılıyordu. 7 peygamberin o topraklarda yaşadığı rivayet ediliyordu... “İ.Ö. 7. yüzyılda Ur­fa’da güçlü bir Yahudi kolonisi vardı ve Doğu’yla, Hindistan’la, Çin’le ticaret yapıyordu. Şurası kesindir ki Urfa’nın ilk Hıristi­yan toplumu, ırk bakımından geniş ölçüde Yahudiydi. Duyarlılık ve gelenek bakımından da büyük ölçüde Yahudiydi.”( E. R. Hayes, Urfa Akademisi Syf.41. Çeviren Yaşar Günenç,)
“M.S 1. yüzyılda Edessa bölgesinin en büyük Yahudi toplu­luğu Urfa yakınlarındaki Nusaybin’deydi (Bugün Mardin’e bağlı Arap nüfusunun yoğun olduğu bir ilçe.) Burası, o dönemde Kuzey Mezopotamya’daki Yahudilerin dinleri nedeniyle işken­ceye uğradıkları zamanlarda gelip sığındıkları bir kaleydi. Böl­gedeki Yahudilerin Kudüs’teki tapınağa yaptıkları bağışlar da Nusaybin’de toplanmaktaydı. Şöhreti sadece Güney Mezopo­tamya’ya değil, Filistin’e kadar uzanan Yahudi Akademisi’nin merkezi de buradaydı...
...Edessa’da varlıklı kumaş tüccarları vardı. Şehir merkezin­ eki önemli bir yerde bir havra (Sinagog) yükselmekteydi. Edessa’nın eski katadralinin karşısında da bir başka havra bulun­maktaydı. Edessa Yahudileri komşularıyla iyi ilişkiler içinde ol­muş, Kırk Mağara mezarlığını putperestlerle paylaşmışlardı. Bu bölgede bulunan üç İbranice, bir Yunanca yazıt Yahudiler’den söz etmekteydi. Yörede, mağaranın dışında duvara kazınmış Ya­hudiliği simgelerinden beşli meşaleyle (Şamdan-Menora) karşı­laşılmıştı.”( Judah Benzion Segal, Edessa Kutsal Şehir, İletişim Yayınları, Türkçcsi Prof. Ahmet Arslan.)
499-500 yıllarında yörede yaşayan Yahudiler Heraclius ile birlikte Persler’e karşı savaşmışlardı. Müslümanlar 50 yıl bo­yunca Haçlılar’ın işgali altında bulunun Edessa’yı 1144’te ele geçirdiklerinde yöreye 300 Yahudi aile yerleştirmişlerdi.
Tarihsel kaynaklar ileriki dönemlerde de diğer azınlıkların yanı sıra Yahudi cemaatinin bölgedeki varlığıyla ilgili veriler de yansıtıyordu.
1873 Halep Vilayetnamesine göre Urfa merkezinde 56.176 kişi vardı. Bunların 45.368’i Müslüman, 10.560’ı Hıristiyan ve 248’i Yahudiydi.
1881 ’de bölgede 359 Yahudi yaşıyordu.
1883’te kentte misyonerlik faaliyetleri artmıştı. Urfa’ya gelen 6 Fransız rahibe, dikiş-nakış atölyesi kurmuş, Fransızca, Türkçe, Arapça ve Ermenice dillerinde eğitim yapılan Kızlar Okulu’na 200 öğrenci almışlardı...
Yahudilerin kentteki sayısı 1891’de 367’ye yükselmişti.
1895’e gelindiğinde diğer azınlıkların yol açtığı bazı olaylar Yahudileri de rahatsız etmişti.
Yahudileri sıkıntıya sokan olayların kökeninde büyüyerek önce cinayete sonra da din çatışmasına dönüşen basit bir tartış­ma vardı. Urfa’da Ermenilerle Müslümanlar arasında iki kişinin kavgasıyla başlayan ve giderek bir toplumsal başkaldırıya dönü­şen çatışmalar kenti savaş alanına çevirmişti. Halep Polis Komi­serliği’n in Urfa Komiserliği raporuna dayandırdığı olaylar 15 Ekim 1895’te yaşanmıştı:
***
O gün Urfa için sıradan bir gündü... Kentte Müslümanı, Ermenisi, Süryanisi ve Yahudisi harıl harıl kış hazırlığındaydı... Salçalar bakır leğenlerde kurutuluyordu... Urfa evlerinin toprak damlarında, geniş hayatlarında (avlu) kurutulmaya bırakılan isotlar (acı biber) kenti kızıla boyamıştı. Daracık sokaklarda acı isotun kokusu hakimdi... Çiğköftelik bulgurlar zerzembelere (Kiler) stoklanmış, büyük küplerde “ekşili” diye nitelendirilen turşular yapılmış, kuru patlıcan ve domatesler duvarlara asılmıştı. Urfa uzun ve zorlu bir kışa hazırlanmaktaydı...
O gün sabah saatlerinde Aşağı Çarşı’da bulunan Atar (Aktar.) Pa­zarı’nda iki esnaf arasında bir gerginlik yaşanmıştı. Birecikli İs­mail ile Ermeni Sarraf Boğos arasında alacak verecek nedeniyle çıkan tartışma kısa süre sonra kavgaya dönüşmüştü. İsmail ka­masını çekmiş ve Boğos’u delik deşik etmişti. Attar Pazarı’ndan Gümrük Hanı’na doğru kaçmaya çalışan İsmail jandarmalar ta­rafından yakalanmış ve karakola götürülmüştü...
Bu cinayet kısa sürede kentte duyulmuş ve olay Urfa’nın her sokağında gerginliğe yol açmıştı.
O dönemde bölgede misyoner faaliyetleri de etkindi. Ameri­kalı kadın misyoner Corinna Shattuck kentte dantel atölyeleri ve yetimhane kurmuştu. Onun hizmete soktuğu sanat okulu ve kör­ler için eğitim merkezinde yoğun faaliyet vardı. Gayri Müslimler sosyal ve ekonomik yaşamda etkin olmaya çalışıyordu.
Hıristiyan nüfusun azımsanmayacak boyutlarda bulunduğu Urfa’da, Ermeniler bir soydaşlarının öldürülmesine büyük öfke duymuş ve bin kadar Ermeni, Çarşı Karakolu’nun önünde top­lanmıştı. Sloganlar atarak katilin kendilerine verilmesini isteyen Ermeniler, karakola baskın düzenleyerek camları kırmış ve gö­zaltında tutulan İsmail’i güvenlik önlemlerinin yetersizliğinden de yararlanarak dört yerinden bıçaklamıştı. Karakoldaki küçük polis birimi isyan karşısında etkisiz kalınca olaya askeri güçler müdahale etmiş ve bu arada hastaneye kaldırılan İsmail de kurtarılamamıştı...
Olaylar bir gün sonra büyüyerek devam etmişti. Ermeniler sa­at 14.00 sıralarında çarşıya saldırı düzenlemiş, askerlerin müda­halesi üzerine evlerine geri dönerek pencerelerinden Müslümanlara ateş açmıştı. Bu saldırılarda bir kaç Müslüman yaşamını yi­tirince kentte iki taraf arasında şiddetli çatışmalar başlamıştı.
Ermenilerin saldırılarını fırsat bilen bazı aşiretlerin bireyleri ise kentin çarşısında dükkânları yağmalamıştı. Müslümanlar ara­sında tepkiler artınca 100’den fazla Ermeni hükümete sığınarak can güvenliklerinin sağlanmasını istemiş, askerler Ermeni Ma­hallesini kordon altına alarak bölgeye yönelik saldırıları önleme­ye çalışmıştı.
Olaylar Ermenilerin yoğunlukla yaşadığı Birecik, Rumkale (Halfeti) ve komşu vilayet Antep’e de sıçramıştı. O dönemde Halep Vilayetine bağlı bir sancak olan Urfa’da olaylar sona erin­ce hükümetin görevlendirdiği bir heyet 29 Ağustos 1896’da du­rumu şöyle rapor etmişti: “Müslümanlar sahip oldukları iyi ahlak gereğince maddi ve manevi sorumluluklardan çekinerek Ermenilerin ihtilalci davra­nış ve saldırılarını sabır ve temkinle karşılamışlar ise de Urfa Ermenileri her ne şekilde olursa olsun bir karışıklık çıkarmak iste­diklerini göstermekten çekinmemişlerdir...
Urfa’da Ermenilerle Müslümanlar arasında bu olayların ya­şandığı dönemde misyonerlik çalışmaları da aralıksız sürüyordu. 1896’da Alman papaz Dr. Joannes Lepsius, Urfa’da Ermenilere Yardım Hayır Kurumu’nu oluşturmuştu.
Aynı yılın sonlarında Urfa Yahudilerinin bir bölümü can gü­venliklerini gerekçe göstererek Kudüs’e göç etmişti. Yahudiler bunun nedenini şöyle anlatıyordu:
“Orada çok iyiydik. Müslümanlara ait bereketli toprakları iş­liyorduk. Arazi sahibine mahsulden pay veriyorduk. Ancak Er­meni olayları başladıktan sonra bütün rahatımız kaçtı. Müslümanlar çok çabuk tahrike kapılır oldu ve olaylar sırasında sık sık bizleri Ermeni sandılar. Böylece aramızdan biri kızının, diğeri oğlunun veya kız kardeşinin katledilmesine şahit oldu. Neticede oradan uzaklaşıp buraya gelmek zorunda kaldık.”( Israelites de Türquie”, Buletlin Mensuel Alliance Israelite Üniverselle, Aralık 1896, Sayı 12’den aktaran Rıfat N. Bali. Devletin Yahudileri ve Öteki Yahu­di, İletişim Yayınları.)
Urfa’dan giden Yahudiler Kudüs’ün batısına yerleşmiş, gece­leri yağmacıların saldırılarına uğrayan dindaşları için önemli bir güvence olmuşlardı. Yaz-kış çadırlarda yaşayan Urfa Yahudileri, bir yangının ardından taştan inşa ettikleri evlerde yaşamaya baş­lamışlardı. Aralarında çok iyi taş ustaları ve inşaat işçileri vardı. Birçoğu bağcılık yaparak şarap işinde uzmanlaşmıştı...
Yahudilerin göçünden bir yıl sonra İsviçreli kadın doktor Josephine Zürcher Urfa’da bir klinik açmış ve bir yıl içinde Hıristiyan - Müslüman ayırt etmeden 12 bin insanı muayene, 142 has­tayı da ameliyat etmişti.
Yahudi toplumunun en yoğun olduğu dönem ise 1906’ydı. Bu tarihlerde kentte bin kişilik nüfusu oluşturan 191 aile yaşıyordu. Bu çaptaki bir Musevi grubunun sosyal ve ekonomik durumuy­la ilgili eski kaynaklarda ilginç bilgiler aktarılmaktaydı:
“Urfalı Yahudilerin neredeyse tamamı fakirdir. Hepsi seyyar satıcı olup çevredeki köylere gidip kumaş ve baharat satmaktalar. Ancak bir süreden beri bu ticaret çok tehlikeli bir hale geldi ve az gelir getirmeye başladı. Ermeni olaylarından sonra can gü­venliği azaldı ve dindaşlarımız artık daha önceden olduğu gibi şehrin dışına çıkmaya cesaret edemiyorlar. Tüm cemaatte hali vakti yerinde iki aile var ve onlar Halepliler. Birinin servetinin iki yüz bin Fransız Frangı olduğu söyleniyor. Bu küçük şehir için bu güzel bir servet. Bu varlıklı aile zavallı dindaşlarını korumak için itibarını kullanıyor. Fakir Yahudiler çok fakirler, ancak herhangi bir şekilde taciz edilmemekteler. Cemaatin çok güzel dü­zenlenmiş, üç paralel bölümlü bir sinagogu var. Ortada kışın dua edilen kapalı bir yer. Solda yazın kullanılan büyük bir avlu. Sağ­da da Talmud Torah(Tevrat eğitiminin verildiği okul.) okulu için iki oda ve bir ikinci avlu. Urfa’da üç Talmud Torah okulu var. İkisi şahıslara ait, üçüncüsü ise cemaat tarafından parasal olarak desteklenmekte. Bu okullarda eğitim Eski Ahit’in okunmasıyla sınırlı. Bazı çocuklar İbranice yazmayı öğreniyorlar. Bunun dışında ne Türkçe ve Arapça, ne tarih, ne matematik öğretilmekte. Hiçbir şekilde genel eğitim ve­rilmiyor, ne yerel ne de yabancı bir dil öğretilmekte. Urfa’daki 191 Yahudi aile yaklaşık bin kişilik bir topluluk. Bunlar arasın­da okul çağında olan iki yüz çocuk bulunmalı. Bunlardan sade­ce yüzü Talmud Torah okullarına gidiyor. Yüz civarındaki kızçocuk ise hiçbir eğitim almıyor, okuma, yazma bilmiyor. Urfalı Yahudilerin en tercih ettikleri yiyecek çiğ köfte. ”( Rıfat N . Balii, a .g .c .)
Aynı dönemde Urfa’daki hastanede görevli olan Dr. Andreas Fischer, Basel’den getirttiği piyanosuyla boş zamanlarında has­talara konserler vermekteydi.
1914’te, Urfa’da 69 bin 26 Müslüman, 14 bin 812 Hıristiyan ve diğer azınlığa mensup gayri Müslim yaşıyordu.
Urfa’da Nisan 1915 ile 16 Ekim 1915’e kadar süren Ermeni isyanında da çok kan akmıştı. Olaylarda 42 Urfalı ölmüş, güven­lik güçlerinden 20’si şehit olmuş 50 kadarı da yaralanmıştı. Er­meni isyancılarından ise 349 kişi olaylarda yaşamlarını yitirmiş­ti. İsyanın bastırılmasının ardından Ermenilerin bir bölümü Mu­sul’a gönderilmişti.
1927’ye gelindiğinde kentte 228 Musevi vardı. 7 kişinin öl­dürüldüğü Çakeri Mahallesi katliamından tam iki yıl önce yani 1945’te ise resmi rakamlara göre Urfa’da sadece 317 Yahudi bu­lunuyordu...
O dönemde 2. Dünya Savaşı devam ediyordu. Türk insanı, savaşın yarattığı tahribatın ülke üzerinde karabasana döndüğü dönemde ekmeği karneyle alıyordu. Savaş 1945 yılının Eylül’ünde bitmesine karşın etkisi uzun sürmüştü.
Seçimler sonrası oluşan yeni parlamentoda hükümeti kurma görevi Cumhurbaşkanı İsmet İnönü tarafından Kütahya millet­vekili Recep Peker’e verildi. 7 Ağustos 1946’da göreve başlayan hükümette Adalet Bakanı Ankara milletvekili Mümtaz Ökmen, İçişleri Bakanı Gümüşhane Milletvekili Şükrü Sökmensüer’di. Dışişleri Bakanlığı koltuğunda ise Trabzon Milletvekili Hasan Saka oturuyordu.
1947’de Anadolu’daki kentler, savaşın açtığı sosyo ekonomik yaraları kapatma çabasındaydı. Halk 1947’de olağan çekiliş bi­letleri 4 liraya satılan Milli Piyango’ya yönelerek 20, 40 ve 60 bin liralık büyük ikramiyelerin düşüyle yaşıyordu. 1944 yılında Almanya’da bastırılan ve üzerinde dönemin Cumhurbaşkanı İs­met İnönü’nün fotoğrafı bulunan 50 kuruşluk kâğıt paralar ise aynı günlerde tedavülden çekiliyordu.
***
O dönemde Urfa’da yaşayan 317 Yahudi’den birinin din de­ğiştirmesi kent tarihinde benzeri görülmemiş bir felakete yol aç­mıştı...
Urfa Yahudilerinden İshak Şorkaya’nın oğlu Haymun kentte­ki bir şeyhin etkisinde kalmış ve Müslümanlığa eğilim göster­meye başlamıştı... İddiaya göre Haymun, ailesine de Müslüman olmaları yolunda propaganda yapıyordu. Bu propagandanın et­kili olduğu yolunda kimi olaylar yaşanıyordu... Yahudilikte Cu­martesi günleri kutsal Şabat günüydü. Cuma akşamı gün batımından başlayarak, Cumartesi gün batımına kadar geçen süreç­te çalışılmıyor, araçlara binilmiyor sadece ibadet yapılıyordu(Yahudi inancına göre Yahoya, alemi altı günde yaratmış, ycdinci gün dinlen­miştir. Bu nedenle o gün “Yahoya’ya “sebt”tir. Yahudilerin de bu günde iş yapmaları gerekir. (Bkz. “On Emir” 4. madde))
Oysa Haymun’un babası İshak Şorkaya, Yahudilikte yasak olmasına karşın Cumartesi günü dükkanını açıyordu. Bu yüzden Musevi cemaatinin tepkisini de çekiyordu... Şorkaya bununla da yetinmiyordu. İslami yayınlara ilgi gösteriyordu. Bir defasında Aşağı Çarşı’da bir dellalın açık artırmayla sattığı dini bir kitabı­nın fiyatını arttırarak 16 liraya satın almıştı. Şorkaya’nın bu ha­reketi yalnızca Musevilerin değil, bazı Müslümanların da tepki­sini çekmişti... Bu olaylar Haymun’un yanı sıra babasının da İs­lamiyet’e eğilim içine gerdiği şeklinde yorumlanıyordu...
Haymun 1945 yılında ihtida ederek Ahmet Kemal adını al­mıştı. Artık şeyhinin dergâhından ayrılmıyordu. Aynı yıl asker­lik hizmeti için Ankara’ya gitti. Ancak Ahmet Kemal burada yal­nızca askerlik yapmıyordu, bir Yahudi kızıyla aşk da yaşıyordu. Annesi bunu duymuş hemen Ankara’ya gitmişti... Mazel oğlu­nu dinine dönmesi için ikna etmeye çalışırken, sevdiği kız da ay­nı yönde baskı yapıyordu. Ahmet Kemal, inancı ile sevdası ara­sında sıkışıp kalmıştı...
Sevgilisi, Ahmet Kemal’e Yahudiliğe dönmesi halinde onun­la evlenebileceğini söylemişti. İddiaya göre genç adam Yahudi­liğe geri dönmeyi kabul etmiş ve bunu annesine bildirmişti. Bu durum Urfa’da büyük yankı uyandırmıştı.
Ahmet Kemal, 1946 yılının ortalarında izinli olarak Urfa’ya geldiğinde hem Müslümanların hem de Yahudilerin manevi bas­kısıyla karşılaşmıştı.
Bir tarafta kendisine yeniden Yahudi olması koşulunu getiren sevdiği kız, bir taraftan ailesi diğer taraftan da şeyhi ve müritle­ri onu kendi saflarına çekmeye çalışıyorlardı.
Kafası iyice karışan Ahmet Kemal, 1946’nın son ayında izni­ni bitirince Ankara’ya geri dönmüştü. Katliam ise onun askere gitmesinden kısa süre sonra yaşanmıştı...
Sh: 65-73
Cinayetlerin işlendiği gece Urfa Hahamı Azzur Aka ve Yusuf Büyüktosun, İshak Şorkaya’nın kayınpederinin ruhuna mevlüt (dini ayin)  okumak için olayın meydana geldiği evdeydi. Bu iki kişinin yanı sıra Şorkaya’nın ortağı olduğu bildirilen Halef el Meddeh de eve gelmişti. O gece Urfa sağanak altındaydı. Şimşekler çakıyor, yağmur etkisini sürdürüyordu. Çakeri Mahallesinin karmaşık sokaklarını çevreleyen evlerin birinde “Sıra Gecesi” vardı. Çiğköfte ile kadayıfın yenilmesinin ardından neşe doruğa ulaşmıştı... Acem halılarına oturmuş, sırtlarını yün yastıklara dayamış sıra gecesi sakinleri arasında kentin zengin tüccarları ile esnafı vardı. Müslüman ve Yahudilerden oluşan 20 kadar kişi kendilerini türkülerin coşkusuna kaptırmıştı.
Urfalı gazelhanların kanun eşliğindeki nidaları, gazelleri gök gürültüsüne karışıyordu...
Kentin ünlü musukişinasları Kanuni Ayıbo, Bekçi Bako, Demir İzzet ve arkadaşları gecenin ilerleyen saatlerinde, cumbalı, eyvanlı, çardaklı bir Urfa evinde', tunç mangaldaki kömür ateşinin çevresinde, gazellerin ara nağmelerde yükseldiği, platonik sevdalar yüklü ünlü bir Urfa türküsünün can yakıcı dizelerini söylüyorlardı:
“Daracık sokakta yâre kavuştum
Yar aşağı ben yukarı savuştum
Yara bir gül verdim yârnan barıştım
Bir tanecik bu dert öldürür beni
Atma bu daşları ben yaralıyam
El alem al geymiş ben karalıyam
Beni beni beni ceylanım seni
Sürmedim sefanı neylerim seni
Yüce dağ başında yayılan atlar
Yarımın koynuna girmesin yadlar
Mezarım üstünde bir karış otlar
Bir tanecik bu dert öldürür beni"
***
Sosyal yaşamın sıra gecelerine sıkıştırıldığı Urfa’da, faytonlar, dost ve ahbap toplantılarından dönen türkü ve gazel yorgunlarını şiddetli yağışın göletler oluşturduğu sokaklardan evlerine taşıyordu... Çörtenler (Yağmur oluğu) altında, küçük takalara gizlenmiş Yusufututan kuşlarının titreyerek yavrularını sarmaladığı o soğuk gece, Çakeri Mahallesi’nde bir yuvayı kan gölüne dönüştüren şiddeti ve onun yarattığı kasveti gizleyemiyordu!..
Keskinlenmiş bıçak ve makaslar, sivriltilmiş keser ve baltaları karanlık abalarının altında gizleyen katiller, gecenin kuytuya büründüğü, soğuğun iliklere işlediği ve vicdanın yüreklerden atıldığı o saatte, Urfa tarihinin belki de en barbar, en kanlı eylemini gerçekleştirmek için dar sokaklarda, gölgelerine sığınarak kurbanların derin uykuda olduğu o küçük evin tahta kapısına kadar ulaşmışlardı.
Katiller iki haham ve Şorkaya’nın Arap ortağının yatıya kaldığı bu yağışlı gecede içeri girmiş, balta ve bıçaklarla katliam yapmışlardı. Yüzyılların hoşgörüsü de kan denizine batmıştı!.. Katillerin amacı neydi, bu vahşetin arkasında kimler vardı?.. Urfa’nın huzuruna saplanan ihanetin sahipleri kimdi?..
Olay sabahı Halef el Medeh evden ayrılmıştı... O gece zerzembede uyumuştu, içerideki gaz lambası halen yanıyordu...
***
1947 yılının Ocak ayının son günüydü. Hava soğuktu... Kapıdan içeri girdiğinde buz gibi odada mangalın üzerini tandıra dönüştüren tel kafesin devrildiğini, yorganların kana bulandığını gördü. İshak’ın oğlu Yakup kanlar içinde yatıyordu. Çığlık boğazında düğümlendi, titreyerek yere yığıldı, sesi çıkmıyordu... Kısa süre sonra kendini toparladı, feryadı nahit taşlı avluda çınladı:
“Hahoo!.. Hahoo!”
Evin diğer fertleri diğer odada yatıyordu... Oraya bakmaya cesaret edemedi. Hızla kapıdan çıktı ve Çakeri Mahallesi’nin sokaklarında düşe kalka koşarak telaş içinde eve girdi. Babası ve annesi şaşırdı. Nazlı’nın bağırışları tüm aileyi paniğe sevk etti. Hepsi birden dili tutulmuşçasına çırpınan Nazlı’dan ne olup bittiğini öğrenmeye çabaladı. Ancak genç kız bir türlü yaşadığı şoku atlatıp gördüklerini anlatamadı. Sonunda babası Nazlı’ya sert bir tokat attı. Bu tokatla kendine gelen Nazlı yalnızca, “Ölmüş!., kan!..” diyebildi.
Hayyum “Abin mi?” diye sordu. Nazlı başını sallayabildi sadece. Yaşlı adam, kızları Nazlı ve Ester’le hızla oğlu îshak’ın evine doğru koşmaya başladı. Karısı ise ağlayarak diğer çocuklarına haber verebilmek için çarşıya yöneldi. Hayyum ve kızları eve girdiğinde komşuların avluyu doldurduğunu, herkesin panik içinde kan gölüne dönüşen odaları izlediğini gördü.
Yaşlı adam avludaki ilk odaya girdiğinde büyük bir şok yaşadı. İshak’ın 65 yaşındaki kayınvalidesi Semha ile 17 yaşındaki oğlu Yakup (Yakov) kanlar içindeydi. Boğazları kesilmişti. Güneye bakan soldaki odaya girdiğinde oğlu 42 yaşındaki İshak ile 40 yaşındaki, 6 aylık hamile gelini Mazel’in de öldürüldüğünü gördü.
İshak’ın ayak ucunda yatan oğlu 15 yaşındaki Yusuf (Yosef), kızları 8 yaşındaki İster (Ester) ve 6 yaşındaki Raşel’in bedenleri de kanlar içindeydi... Çakeri Mahallesindeki bu küçük Musevi evinde bir katliam yaşanmıştı... Az sonra evin küçük avlusu mahşer yerine dönmüştü... İshak’ın bütün yakınları, komşular, Musevi cemaatinin diğer bireyleri olayı duydukça mahalleye koşmuştu. Herkes kanın avluya kadar aktığı evde neler olup bittiğini anlamaya çalışıyordu.
Olay kısa süre sonra polise de yansıdı. Yeşil bir cip içinde ilk polis ekibi olay yerine gelir gelmez, avludakileri uzaklaştırdı. Olay hemen Vali Kamuran Çuhruk’a iletildi. O da az sonra emniyet yetkilileriyle birlikte olay yerindeydi.
Çakeri Mahallesi’ndeki katliam kısa süre sonra 36 bin kadar kişinin yaşadığı Urfa’nın tamamında duyuldu... Polis yetkilileri eve girdiklerinde İshak’ın işaret parmaklarının, kulaklarının, kadınların ise göğüslerinin bıçakla kesildiğini, öldürülenlerden bazılarının gözlerinin oyulduğunu gördüler. Vali Çuhruk emniyet yetkililerinden olayın detaylarını soruyordu:
“Ne olmuş burada böyle?.. Neden, kim yapar böyle bir katliamı?..”
Polis yetkilileri Urfa’da ilk kez böylesine bir olayla karşılaşmıştı... Birkaç yıl önce Kendirci Mahallesi’nde oturan Şavahul
Hallo adlı bir kişinin kendi kızını bıçakla keserek öldürmesi dışında böyle cinayetler işlenmemişti...
Cesetler, Musevi cemaati üyelerinin gözyaşları ve feryatları arasında evden çıkartılarak Urfa Devlet Hastanesi’ne götürüldü... Polis ekipleri evde yoğun bir inceleme yaptı... Küçük avlunun kuzey tarafında, güneye bakan odaların altındaki zerzembede serili bir yatak polisin dikkatini çekti. Gaz lambası sönmemişti...
Güvenlik güçleri evi ablukaya aldı. Polis evin her köşesinde, katliamın failleriyle ilgili ipuçları aradı. Ancak evin giriş kapısının zorlanmadığı, içeriden para ya da benzeri değerli eşya alınmadığı saptandı.
Olayın failleriyle ilgili dedikodular tüm kente yayılırken, polis Çakeri Mahallesi ve çevresindeki yerleşim birimlerinde büyük bir operasyon başlattı. Yahudiler ve Müslümanların evleri didik didik arandı. Bir ipucu için yüzlerce eve operasyon düzenlendi, çok sayıda insan gözaltına alındı.
Urfa Devlet Hastanesi’nde, Merkez Hükümet Hekimliği’nce yapılan otopside, katliam kurbanlarının bedenlerindeki saldırı izleri şöyle belirlendi:
“Göğüste dört yerde, akciğerde dört muhtelif yara. İş bu yaraların iki tarafı keskin bir aletten meydana geldiği... Burun, sağ kulak tamamıyla kesilmiş, çene ve sağ yüz kulak altına kadar keskin vaziyette. Keza sol yüz kulak altına kadar yüzün etleri deriden ayrılmış vaziyette...
Kafada sağ ve sol tarafında beyine kadar işlemiş geniş yaralar 10-18 santimetre uzunluğunda olup kafa kemiklerini kırmış ve beyine kadar nüfuz ederek ani tahribata yol açmıştır. İşbu yaraları keskin ve ağır bir aletin meydana getirdiği kanaatine varılmıştır.
İshak Şorkaya’nın ölümüne sebebiyet: Beyine şiddetli vurma neticesinde ani tahribat ve kanama neticesi feci şekilde öldürülmüş olduğu...
Roşcl’in ölümüne sebep: Kafaya indirilen şiddetli darbenin tesiriyle ağır tahribat ve kanama neticesi feci şekilde öldürüldüğü...
Mazel’in ölümüne sebep: Beyin üzerine şiddetli darp ve kalp üzerine yapılan yaralar neticesi geniş miktarda kanamalar ve feci şekilde öldürülmüş olduğu...
İster’in ölümüne sebep: Beyin üzerine şiddetli darp, yüzündeki geniş tahribat, harici kanama neticesi ölümüne feci şekilde sebep olunduğu...
Yusuf’un ölümüne sebep: Kafa üzerine indirilen şiddetli darp neticesi beynin ani olarak geniş tahribata uğradığı, harici kanama ile feci ölümün meydana geldiği...
Yakub’un ölümüne sebep: Beyin üzerine şiddetli darp neticesi meydana gelen tahribat ve şiddetli kanama neticesinde öldüğü...
Semha’nın ölümüne sebep: Beyin üzerine şiddetli darp neticesi geniş tahribat ve kanama ile şahsın feci şekilde öldüğü anlaşılmıştır.”
31 Ocak 1947 tarihli otopsi ve keşif raporunda katliam kur-banlarında herhangi bir zehirlenme olayına rastlanmadığı da belirtildi. Ancak raporlarda dikkat çekici ayrıntılar vardı. İshak’ın burnu ve bıyığı, Yakub’un parmakları kesilmişti. Karnında bebeğiyle katledilen Mazel’in ise gözleri oyulmuştu...
Urfa’nın Çakeri Mahallesi’ndeki bu katliam kentteki azınlıkların yanı sıra yerli halk arasında da korku yarattı... 40 kadar aileden oluşan Yahudi cemaati evlerine çekildi... Museviler, Gümrük Hanı, Sipahi Pazarı, Bıçakçı Pazarı ve çevresindeki kumaş, yağ, yün ve altın ticaretiyle uğraştıkları dükkanlarını uzun süre açamadı.
Ve bu cinayet yüzyıllar boyu aynı topraklarda yaşamış, aynı kültürle yoğrulmuş komşuları, arkadaşları ve sevdalıları ayırmıştı...
Sh: 83-86
***
Katliam sevdaları da çıkmaza sokarken, polis olayı çözmek için operasyonu günlerce devam ettirdi... Kuşkular giderek Yahudi cemaatinin üzerinde yoğunlaştı... Kentteki ünlü Yahudi tüccarlardan Azzur Bilgin (Aka), Yusuf Hamuz (Büyüktosun), cemaatin Şoheti Davut Hıdır Yeşil, Azzur Bozo ve Nesim Binler’in de (Elfiye) aralarında bulunduğu çok sayıda Musevi gözaltına alındı... Zanlılar olay gecesi Filistin’den gelen 4 kişiyi Şorkaya ailesini katletmek için eve almakla suçlanıyorlardı. Bu dört kişinin Suriye’den Urfa’nın Suruç ilçesine geldiği ve bir faytonla kente ulaştırıldığı öne sürülüyordu.
Cinayette Musevilerin zanlı olarak gözaltına alınmasının çok önemli nedenleri vardı. Polis gözaltına aldığı Musevi tüccarları sorgulamaya başladı.
Dönemin gazeteleri Yahudiler’in Urfa’dan kaçmasına neden olan bu katliamın üzerine gitmeye çekiniyordu. Olaydan dört gün sonra, 4 Şubat 1947’de, Urfa’daki Akgün gazetesinde cinayet şöyle duyurulmuştu:
“Yahudi mahallesinde vaktiyle bir oğulları Müslüman olmuş bir Yahudi ailesinin 7 nüfuslu efradı ailesi evinde parçalanmış bir halde bulundu. Bu ailenin anne, baba ve çocukları gece yatakta yüzleri, parmakları kesilmiş, 7 nüfusun yedisi de tamamen öldürülmüştür. Yapılan soruşturma neticesi bu Yahudi ailesinin büyük oğullarının Müslümanlığı kabul etmiş olduğu ve halen askerde bulunduğu anlaşılmıştır. Oğulları Müslümanlığı kabul eden bu Yahudi ailesinin Yahudilikle olan dini bağlarının da gün geçtikçe çözülmekte olduğu ve hatta cumartesi günü dükkan açan ve alışveriş eden bu Türkleşmiş ailenin gerek mücevherat ve gerekse paralarına el uzatılmadığına bakılırsa bu kuvvetli bir ihtimalle dini bir hadise olduğu tahmin ediliyor. Bu hadisenin içyüzü henüz anlaşılmamıştır. Urfa Emniyet Dairesi seferber olmuş, geceli gündüzlü bu meseleyi incelemekle meşguldürler. Pek yakında bu çok esrarlı cinayetin aydınlanacağını kıymetli emniyetçilerimizden bekleyebiliriz. ”
Dedektifler katliamın arkasındaki hesaplaşmayı çözmeye çalışırken, kentin yerlileri arasında da infial baş gösterdi. Ancak tüm bu infiale ve Museviler arasındaki korkuya karşın kurbanlar zaman geçirilmeden Harrankapı’daki Musevi Mezarlığı’na götürüldü.
Cenazeler, Cumhuriyet Savcı Yardımcısı Mustafa Adil Keçik’in görevlendirdiği Harrankapı sakinlerinden Musa Biner’in gözetiminde sessizce toprağa verildi.
Urfa’da özellikle Çakeri, hemen yakınlardaki Askeri ve Kendirci mahalleleri başta olmak üzere cinayet bölgesine yakın yerleşim birimlerinde oturanlar artık olayın yaşandığı sokaktan bile geçmiyorlardı.
Herkes günlerce bu katliamı kimin, hangi amaçla yaptığını konuştu. Bıçak, balta, keser ve makaslarla insanların parçalandığı anlatılırken, kulaktan duyma bilgilerle senaryolar yazılıyor, korku doruğa çıkarılıyordu. Urfa’da artık çocuklar “baltalı katil” hikayeleriyle korkutularak uyutuluyordu.
Yörenin ileri gelenleri her sokakta, her evde dehşeti egemen kılan katliamın Musevi cemaati arasındaki bir hesaplaşmadan kaynaklandığına inanıyordu... Bu nedenle kentteki Musevilere yönelik tepkiler de artıyordu. Cemaat üyeleri ise olayın Urfa’daki aşırı dinci kesimlerden kaynaklandığını ileri sürüyordu.
İki tarafın da somut gerekçelere dayandırdığı olaylar yaşanmıştı. Polis bu olayların perde arkasını deşmek için Yahudi ve Müslüman tanıkların ifadelerine başvurmaya devam ediyordu.
Urfa Emniyeti’nde sorgulanan zanlıların ifadelerinde de ilginç ayrıntılar bulunuyordu.
Olay gecesi katliamın meydana geldiği evde ayin yapılmıştı. İshak Şorkaya, kayınvalidesi Semha ile birlikte yaşıyordu. Semha’nın kocası ölmüş, o gece onun ruhuna dualar edilmiş, Zülhar (Zohar) adlı kitaptan pasajlar okunmuştu. Ayine Musevi cemaatinin Hahamı Azzur Aka ile Yusuf Büyüktosun da katılmıştı.
Katliam işte bu ayinin ardından gerçekleşmişti. İddiaya göre eve ayin için gelen bu kişiler işlerinin bitmesinin ardından kapıyı kasıtlı olarak açık bırakmış ve katillerin içeriye girmesini sağlamışlardı...
Bir karmaşa yaşanmaması için mücadele eden Urfa Valisi Kamuran Çuhruk olayın faillerinin bir an önce ortaya çıkarılmasını istiyordu. Çuhruk, zaman geçtikçe kentteki gerilimin arttığının farkındaydı. Üstelik Ankara’dan da tepkiler geliyordu. Çuhruk, Urfa Emniyet Müdürü Nafiz Bey’i makamına çağırdı. Öfkeliydi... Katliamı bir an önce çözmesini istiyordu:
“Müdür bey, dünya ayağa kalkmadan bu işi çözün... Yahudiler ecnebi memleketlerde çok güçlü... Hükümet de bu işin bir an önce çözülmesini istiyor... Ne yaptınız, elinizde ne var?..” diye sordu.
Nafiz Bey, “Efendim ahalinin huzursuz olduğunu biliyorum... En kısa sürede katilleri hakim karşısına çıkaracağız...” diye yanıt verdi.
Vali Çuhruk doğru söylüyordu. Çünkü Urfa’da 7 kişinin öldürülmesi olayı, dünya kamuoyuna, Urfa’da yüzlerce Musevi’nin katledildiği şeklinde yansıyordu. Dünyanın bir çok ülkesinde olay yankı bulmuş, heyecan uyandırmıştı. Dünya Yahudi Kongresi (WJC) Türkiye’nin Washington Büyükelçiliği’ne başvurarak konunun araştırılmasını istemişti. Ancak elçilik, bu olayı yalanlayan bir açıklama yapmış ve eylemin sıradan bir cinayet olduğunu duyurmuş olmasına karşın yabancıların tepkisi azalmamıştı.
Valinin odasından ayrılan Nafiz Bey, cinayeti soruşturmakla görevlendirdiği komiserler Durmuş Aksuyun ile Bayram Dağalası’nı makamına çağırdı:
“Bu olayı hemen çözün... Uzadıkça iş rezalet oluyor” diye bağırdı.
Emniyet müdürünün sertçe verdiği talimatın ardından sorgu odasına giden iki komiser biraz da hiddetlenerek zanlılara yöneldi:
“Birbirinize düşmüşsünüz... Söyleyin kim akıttı bu kanı?..”
Sorguya alınan zanlıların tamamı cinayetle ilgilerinin olmadığını söylüyordu. Polis tüm çabasına karşın cinayeti çözecek bir ipucuna ulaşamıyordu. Katliamın üzerinden günler geçmişti. Cinayetle ilgili zanlı olarak Yahudilerin gözaltına alınması Urfa’da Musevi cemaatine yönelik tepkileri yoğunlaştırıyordu. Esnaf, güçlükle de olsa ara sıra yiyecek almak için çarşıya çıkabilen Yuhudilere hiçbir şey satmıyordu.
İbrahim Esinli adlı genç bir Yahudi, Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’ye telgraf çekerek şikayette bulunmuş, Urfa’daki Musevilerin bir cinayet yüzünden baskı altında tutulduğunu söylemişti.
Baskıların ardında, kentin yerlilerinden Cemil Hacıkamiloğlu vardı. Hacıkamiloğlu cinayetin Müslümanlar üzerine yıkılmak istendiğini öne sürerek sinirleniyordu. Üstelik kentteki el sanatlarının gayri Müslimlerin denetiminde olmasından büyük rahatsızlık duyuyordu. Babası Hacı Mustafa da Urfa belediye başkanı olduğu dönemde, el sanatlarının Ermenilerin denetiminde olmasını içine sindirememişti. Bu yüzden Müslümanların işsiz kaldığından yakınmıştı.
Cemil Hacıkamiloğlu da sürekli olarak Ermeni eczacı ve doktorlardan şikayet ediyordu. Çevresine sık sık Ermeni doktor Armıl’ın Müslüman hastaların reçetelerine zehir içeren ilaçlar yazdığını, adını Kadri olarak değiştiren Ermeni eczacı Karakir’in de zehirli ilaçları vererek hastaları öldürdüğünü söylüyordu! Hacıkamiloğlu, ağabeyi Abdülkadir’e Dr. Armıl’ın yazdığı ilaçları eczacı Karakir’den aldığını, ancak kardeşinin içerken fincanı elinden düşürdüğünü ve ilacın taşın üzerinde kaynadığını iddia ediyordu. Hacıkamiloğlu bu ilacın kezzap olduğunu ifade ediyor bu konuyu şöyle anlatıyordu:
“Abdülkadir’in o gün eceli gelmemiş... Allah sakladı, elli sene sonra vefat etti. Doktor Armıl çocuklarımızın sıska, cansız kalmaları için yeni doğum yapmış annelerin yağlı, etli yemek yemelerine müsaade etmezdi. Çocuklara gıdası pek az olan yemekleri tavsiye ederdi... Gıdasızlıktan hem anne hem de çocuk takattan düşerdi. Anne bazen dayanamaz yağlı, etli yemek yiyince çocuk perhiz sütüne alışkın olduğu için ishala tutulurdu. Hemen Armıl çağrılırdı... Armıl işini bilir, ‘Ben demedim mi perhiz yap. Sözümü tutmazsan çocuk ölecek’ derdi. Karakir’den ilaç gelir çocuklar ekseriyetle zehirli ilaçlarla ölürdü. Çok seneler sonra anlaşıldı, çocuklu kadınlar perhizi bıraktı!”
Hacıkamiloğlu, babası Büyük Hacı Mustafa’nın belediye başkanlığı döneminde halkın işbirliği yaptığını ve Ermenilerin Halep’e göç etmesinin sağlandığını vurguluyordu.
Urfa’daki katliamda zaman zaman fail olarak bazı din adamlarının suçlu koltuğuna oturtulması da Hacıkamiloğlu’nun rahatsızlığını arttırıyordu.
Polis emniyette zanlıları konuşturmak için amansız bir sorgu yürütürken, manifaturacılar esnafının başkanı olan Hacıkamiloğlu üyelerini Gümrük Hanı’nda toplantıya çağırdı.
Yahudilerin canavarca hareket ettiğini, katliamı Müslümanların üzerine yıkmaya çalıştıklarını iddia ederek Musevilerle alış veriş yapılmaması konusunda karar aldı. Bu ambargo kararının ardından Yahudilerle alışveriş tamamen kesildi. Artık Museviler bakkala, fırına gittiklerinde kimse onlara bir şey satmıyordu. Hiçbir Müslüman da onlardan bir şey satın almıyordu. Hacıkamiloğlu esnafa şöyle seslendi:
“Yahudilerden biri İslam olmuş... Yahudilerin kendi dinlerinde İslamı öldürmek farzmış. Bir gece İslam olanın evinde mevlüt okutuyorlar. Filistin’den iki de fedai getirmişler. O gece İslam olanın ve çocuklarının mevlüt şerbetine ilaç koyarak bu zavallıları bayıltmışlar. Ve Filistin’den gelen iki fedaiye öldürtmüşler. Kadının karnındaki masumu da öldürmek için şişlemişler. Hepsinin şehadet parmakları kesilmiş. Yalnız Kemal isminde bir oğulları askerde olduğu için kurtulmuş.”
Cinayeti Yahudilerin işlediğini anlatan Hacıkamiloğlu, suçun Müslümanların üzerine atıldığını da çevresinde toplanan esnafa anlattı:
“Bir de Cinayeti Türkler işlemiştir, katilleri isteriz’ diye feryat ettiler. Öyle ya, Yahudi Yahudiyi öldürür mü?.. Yaptıkları cinayeti Türklerin boynuna koydular.( Cemil Hacıkamiloğlu, Şanlıurfa’nın Kurtuluşu ve GAP Projesi, Syf. 146-148)
Cemil Hacıkamiloğlu’nun başlattığı ambargo yalnızca Yahudilere yönelik değildi. Musevilere gizliden yardım eden bir iki Müslümanın adı da kısa sürede saptandı. Onlar da ambargo kapsamına alındı. Bu kişiler Müslüman esnafın nefretini kazandı, gavurların işbirlikçisi olarak damgalandı...
Yahudilere yönelik ambargo artınca olay Vali Kamuran Çuhruk’a yansıdı. Vali, Hacıkamiloğlu’nu makamına çağırarak bağırdı:
“Elebaşı esnaflara emir vermişsin, Yahudi vatandaşlarla kimse alışveriş etmiyor...”
“Evet etmiyorlar... Yahudilerin bu insanlık harici iğrenç hareketlerinden dolayı esnaf kızgın. Bu yüzden alışveriş yapmıyorlar...”
“Alışveriş derhal başlamalıdır. Aksi halde ben adamı kurşuna dizerim!..”
Çuhruk çok sinirlenmişti... Kentteki azınlıklarla Müslümanların bu olay yüzünden karşı karşıya gelmesini, kötü olaylar çıkmasını istemiyordu. Cemil Hacıkamiloğlu’nun babası Mustafa Hacıkamiloğlu Urfa Kurtuluş Savaşı’nda Fransızlara karşı büyük mücadele vermiş bir Milli Mücadele kahramanıydı. Çuhruk üslubunu yumuşatarak yanına yaklaştı:
“Sen Urfa kahramanının oğlusun... Yahudilerin arkasında Amerika, İngiltere var, Ruslar ve Fransızlar var, senden rica ediyorum... Esnaf Yahudi vatandaşlarımızla alışveriş yapsın...”
Hacıkamiloğlu da bu sıcak yaklaşım üzerine yumuşadı, “Esnafın bileceği iş” dedikten sonra valinin yanından ayrıldı.
Sh: 88-94
***
1889 doğumlu Azzur Bilgin (Aka), 1889 doğumlu Yusuf Hamuz (Büyüktosun), 1884 doğumlu Davut Hıdır Yeşil, 1881 doğumlu Azzur Bozo ve 1890 doğumlu Nesim Binler (Elfiye) birden fazla kişiyi planlayarak öldürmek suçundun tutuklandılar.
Mahkeme Şorkaya ailesinin Müslüman olduğu için katledildiği iddiasından yola çıkarak Müftü Hasan Efendi’den bir rapor istemişti. Müftü Hasan Efendi, Tevrat’ın İbrani ve Keldani dillerinden tercümesi olan ve 1886’da İstanbul Boyacıyan Matbaası’nda bastırılan 882 sayfalık Tevrat’a bakarak görüş bildirmişti. Müftü, Tevrat’ın 162. 163 ve 164. sayfalarında Tesniye faslının 13. babının 6. ayetinden 18. ayetine kadar olan bölümü kaynak göstermişti. Burada, “Her kim dinini değiştirir ise onu mutlak kati ve taşlarla recm edeceksin” deniliyordu. (Rıfat N. Bali, söz konusu ayetlerin Musevi dininden ayrılanları kastetmediğini, toplum içinde paganizmi (çok tanrıcılık, putperestlik) savunanlara yönelik olduğunu yazıyor. Bali, “Devletin Yahudileri ve Öteki Yahudi” adlı eserinde bu ayetle ilgili, “Yahudi şeriatında Museviliği terk eden dinini terk etmiş sayılmaz. Yolunu şaşırdığı ve Museviliğe geri döneceği düşünülür” diyor.)
Yöre insanları Müftü Hasan Efendi’nin bu saptamayı yapması üzerine Urfalılar’ın zan altında kalmaktan kurtulduğunu konuşuyordu.
Yine de bu korkunç cinayetleri kimin işlediği konusunda tartışmalar aylar boyunca sürdü. Bu yüzden kentte Musevi cemaatine yönelik öfke de dinmedi. Urfa’daki genel kanı, Şorkaya ailesinin Müslüman olduğu için Filistin’den gelen Yahudiler tarafından öldürüldüğü yolundaydı.
Urfa’daki 40 kadar Yahudi ailesi çok tedirgindi. Bozo, Kohen, Dayan, İsrael, Mülhem, Esinli, Levi, Attia, Mısri, Anter, Elfiye, Mugribi, Hammame, Mızrahi aileleri endişe içinde bekliyorlardı. Bazı aileler kenti terk ediyordu.
Sh: 99-100
Urfa’da “Siverekli” olarak adlandırılan Şorkaya ailesi iddia edildiği gibi servetlerine el koymak isteyen kişilerce mi katledilmişti?.. İşin içinde dinsel bir çatışma mı vardı?.. Şorkaya ailesi Tevrat’ta geçen bir ayete dayanılarak din uğruna mı öldürülmüştü?..
Bu katliamda işbirlikçiler kimlerdi?.. Şorkaya ailesinin kapısını içeriden açarak katillerin eve girmesini kimler sağlamıştı... İshak Şorkaya’nın Arap ortağı neden ortadan kaybolmuştu?.. Tüm bu sorular uzun süre Urfa kamuoyunda yanıt aradı...
Urfa’da katliamın yankıları dinmezken, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu 1947’de Filistin topraklarının Araplarla Yahudiler arasında paylaştınlmasına ilişkin bir karar aldı. 181 sayılı bu karar Filistin topraklarının yüzde 55’ini Yahudilere, yüzde 45’ini de Araplara veriyordu. 9          Nisan 1948 tarihinde, Yahudi İrgun örgütüne bağlı militanlar sabaha doğru Kudüs yakınlarındaki Deir Yasin köyüne baskın düzenlemiş ve iddialara göre 245 kişiyi katletmişlerdi. Öldürülenlerin çoğu kadın ve çocuktu. Yahudi teröristler hamile bir kadının karnını yararak karnındaki çocuğu da öldürmüşlerdi. Teröre şahit olanların anlattıklarına göre Yahudi teröristler bu baskında kadınların kulaklarını kesiyor, kulaklarındaki küpeleri alıyor, sonra öldürüyorlardı.
Bu haberler de, Urfa’da Yahudilere olan tepkiyi artırıyordu. Tarihe “Deir Yasin Katliamı” olarak geçen olay sonrası İngiltere manda yönetimini sona erdirdiğini açıkladı. Ancak bölgedeki huzursuzluk sürüyordu. Gazetelere endişe verici haberler yansıyordu:
“Londra - Filistin’de çarpışmalar şiddetlenmiştir. Dün Yahudiler yeniden taarruza geçmişler ve El Kaster köyünü yeniden ele geçirmişlerdir. Kuzeyden takviye alan Arap birlikleri bu köye devamlı bir surette taarruz etmektedirler. Bu çarpışmalarda havan topu, ağır makineli tüfek ve top kullanılmaktadır. Göğüs göğse şiddetli çarpışmalar cereyan etmektedir. Irgun Zvel Leumi ve Storn çeteleri de dün ilk defa olarak açıktan açığa taarruza girişmişlerdir. Bunlar bir Arap köyünü işgal ettiklerini bildiriyorlar. Bu çarpışma esnasında 200 Arap öldürülmüştür. Bunların yarısından fazlası kadın ve çocuktur.”
Londra mahreçli bir başka haberde, “Araplar ile Yahudiler göğüs göğse çarpışıyordu” denilerek şunlar yazıyordu:
“Londra - Times gazetesinin Kudüs muhabiri bildiriyor: Ingiliz mandası sona erdiği ve Ingiliz kuvvetleri Filistin’den çekildikleri vakit husule gelmesi beklenen durum şimdiden bütün Filistin’e hakim bulunmaktadır. Su tesisatı sekteye uğratılmıştır. Kudüs şehrinin dışarı ile irtibatı sık sık kesilmektedir. Daha dün şehre gelmekte olan bir yağ treni durdurulmuştur. Şehirde su, yakıt ve cereyan yoktur.
Arap Yüksek Sekreteri Dr. Halidi tarafından neşredilen bir beyanname,Yahudi tedhişçiler tarafından Arap köyü Yasin’e karşı yapılmış olan hareketi ‘masumların katliamı’ diye tarif etmekte ve Yahııdileri ağır surette itham etmektedir. Yahudi tedhişçiler bu akın esnasında da yüzden fazla kadın ve çocuğu öldürmüşlerdi. Yahudi ajansı dün gece neşrettiği beyanatta bu gibi hadiselere mani olunacağı ve gerekli tedbirlerin alınacağını bildirmektedir.
Dr. Halidi bu harekete karşı Arapların misilleme hareketine girişmeyeceklerini de ilave etmiştir. Fakat bu taarruz ve bunu takiben çoluk çocuk katliamı Araplar arasında derin bir infial yaratmıştır .”( )
Urfalılar, 7 Yahudinin öldürülmesinin de etkisiyle Filistin’deki katliam haberlerini her gün radyodan dikkatle dinlemeye başlamışlardı.
Filistin’deki olaylar devam ederken, 1897’de Theodor Herzl’in İsviçre’de Birinci Dünya Siyonist Kongresi’ni toplamasıyla başlayan Yahudi devletinin kurulması süreci sonuçlanmıştı. Başta İngiltere olmak üzere Batılı devletler, Filistin topraklarında bir İsrail devletinin kurulmasını desteklemiş ve sonuca gidilmişti. David Ben Gurion, 14 Mayıs 1948’de İsrail devletinin kuruluşunu tüm dünyaya ilan etti.
Yahudiler Filistin topraklarında dünya kamuoyunun karşısına bir devlet olarak çıkarken, Urfa’daki katliamın sanıkları o gün hâkim karşısındaydı. Bu kötü olay yüzünden bir devletlerinin olmasına bile sevinemiyorlardı.
Sh:111-112
***
O günlerde radyoda en çok duyulan yayınlar Mayıs ayında yapılması beklenen seçimlerle ilgiliydi. Çok partili dönemin tartışmalarının yoğunlaştığı bu sırada, Demokrat Parti lideri Adnan Menderes, Cumhuriyet Halk Partisi iktidarını yıkmak için yoğun bir propaganda yürütüyordu.
O günkü duruşmada mahkeme üyelerinden ikisi değişmişti. Bu kez heyet Enver Dayanç (başkan), Melahat Yetkin ve Asım Okay’dan oluştu. 2 Yahudinin salıverilmesiyle sonuçlanan duruşmanın kararı ise tutanaklara şöyle geçti:
“İshak Şorkaya’nın oğlu Haymun Şorkaya’nın olaydan üç sene önce Yahudi dininden ihtida ederek İslam olduğu ve Ahmet Kemal adını aldığı, bir süre sonra İshak ve ailesinin dini akidelerinin gün geçtikçe sarsılmakta olduğu ve İslam dinine eğilim göstermekte oldukları...
Ve Musevi halkının dini konumlarını rencide ettikleri, Haymun’un Müslümanlığı kabullenmesi ve bunu aile efradına yaptığı telkinler dolayısıyla İshak ve çocuklarının bu etki altında Müslümanlığa fazla derecede eğilim göstererek Musevi milletinin örf ve adetine aykırı harekette bulundukları...
Musevi dininin yasak kıldığı şeyleri işlemekte ısrarla devam etmekte ve Kuran-ı Kerim’i devamlı okumakta oldukları görüldükçe, Urfa’da bulunan Musevi cemaatinin kininin günden gene arttığı...”
Kararda, bu saptamaya İshak Şorkaya’nın çarşıda satılan bir dini kitabı on altı liraya alması kanıt gösterildikten sonra sanıkların Urfa Emniyeti’ndeki sorgu yöntemine dikkat çekildi.
Mahkeme kararına göre gözetim altında bulunan sanık Azzur Aka’nın yanma konulan tanık Şavak’ın kendisini bir Yahudi olarak tanıtmasının inandırıcı olmadığına, Urfa gibi küçük bir Musevi cemaatinin bulunduğu kentte, haham düzeyindeki bir kişinin bu insanları rahatlıkla tanıyabileceğine dikkat çekildi.
Kararda, iki sanığın maktulleri dini akidelerine dayanarak Filistin’den gelen ve katil oldukları iddia edilen dört Arap’a yardımda bulunmak suretiyle öldürdükleri veya bu eyleme herhangi bir şekilde katıldıkları, ilgi gösterdikleri konusunda inandırıcı kesin bir delil ve tanıklık olmadığı vurgulandı.
Urfa Emniyeti’ndeki sorgu yöntemiyle ilgili görüşlerin yazıldığı mahkeme kararında, Adli Tıp’ın 3 Haziran 1949 tarihli ve 1575 sayılı raporu da dayanak gösterildi:
“Sanık Azzur Aka olay sonrasında, nezaret altında kalmış ve bir çok kez sorgudan geçirilmiş olduğuna göre sayıklaması, maddi ve ruhi bir şok olarak kabul edilebilir...
... Bilinçaltına geçmiş olan olayların sentez şeklinde tekrarlanmasının psikolojik bir hadise olarak kabul edilmesine bilimsel açıdan olanak görülmüyor...
Bilinçaltına geçmiş olan hatıraların bir bölümü ya da tamamı, biçim ve içeriği değiştirilerek, doğruluk ve itiraftan yoksun bir şekilde sayıklanabilir... Ancak bu gerçek bir itiraf alarak kabul edilemez. Ayrıca bu durumdaki bir kişinin uyku sırasında yazı yazmasının mümkün olamayacağı bildirilmiştir.
Mektubu yazan kimse, Şavak ve Aziz’in Musevi milletinden olduğunu bilerek hareket ettiğine göre, mektubu imzalamaktan hiçbir şekilde çekinmez. Ancak imzalamazsa bile hiç olmazsa, imzasını andırır bir işareti koyması gerekirken, yazılan mektuplar imzasız ve işaretsizdir. Bu yüzden sanığın sayıklamasının bilinç altına geçmiş hallerden sayılamayacağı, herhangi baskı ve korku altında istemeden gerçekleşen, gerçek olmayan, hayaletten ibaret olacağı kanaatine varılmıştır.
Tanık Şavak ve Aziz’in bu konudaki şahitliği, vicdani kanaati tatmin etmemiş olduğundan samimi görülmemiştir. Sanıkların, Seniha’nın kocasının ruhuna Zülhar ismindeki kitabı alarak okuması ve bundan yararlanarak İshak ve ailesinin güvenini sağlayarak eve girip öldürme işini kolaylaştırdıkları hususundaki iddia ise ikna edici delillerle belirlenememiş, ispatsız kalmıştır. Bu gibi sebeplere dayanılarak sanıkların mahkum edilmesi mümkün görülmediğinden, suçları sabit görülmeyen sanık Azzur Aka ve Yusuf Büyüktosun’un beraatlerine ve gerçek faillerin aranmak üzere karar örneğinin savcılığa yazılmasına oy çokluğuyla karar verildi.”
1 Eylül 1948’deki karar duruşmasında da bulunan mahkeme üyelerinden Asım Okay, verilen bu karara katılmadı ve sanıkların daha önceki yargılamada verilen cezanın uygulanmasını isteyerek muhalefet şerhi koydu. Okay, muhalefet gerekçesini karara şöyle yazdırdı:
“Azzur Aka’nın sayıklarken söylediklerinin yer aldığı tutanağı imzalamaması gerçeği değiştirmez.
Aka’nın, yazısını uyku halinde, manasını anlamadan yazması mümkün değildir.
Üstelik sanığın yazıyı uyku halinde değil, kendisini Yahudi olarak tanıtan şahsın sözüne güvenerek yazdığı anlaşılmıştır.
Urfa’da Yahudi nüfusu az ancak dağınık mahallelerdedir. Bu nedenle herhangi bir şahsın gece Yahudi olup olmadığının anlaşılması güçtür.
Aka’nın yaş durumunun, sorgulama yönteminin şeytani bir hile olacağını kavramaya müsait olmadığı anlaşılmaktadır.
Eski bir mahallede birbirine grift evlerde olacak hadisenin duyulması mümkün iken; suç izini kaybettirmek isteyen sanıklar, kendileri masum olsalar dahi suç hakkında ketum harekette bulunmuşlardır.
Olaydan önce orada bulunmuş olan sanıkların yardımları olmadan yabancı bir şahsın olayı başarması mümkün görülmemiştir.
Daha önce verilen kararın bozulmasından sonra yapılan soruşturmada da, sanıklar lehine bir değişiklik olmamıştır. Suçun sanıkların yardımıyla işlendiği kanaatindeyim.”
2.5      yıl hapis yatan iki yaşlı Musevi’yle ilgili alınan bu karar 4 Nisan 1950’de, Yargıtay 1. Ceza Dairesi’nin 897-1219 sayılı kararıyla onandı.
15       Mayıs 1950’de yapılan genel seçimleri Demokrat Parti kazandı. 1. Menderes Hükümeti 22 Mayıs 1950’de kurulduğunda, Urfa’da zaten bir tek Yahudi kalmamıştı. Hepsi Mersin, İstanbul ve İsrail’e göç etmişti. Onlar, Menderes’in 29 Mayıs 1950 Meclis’te okuduğu hükümet programını doğdukları topraklardan çok uzaklarda radyodan dinliyorlardı:
Truman doktrini ve Marshall yardımıyla bu sulhçu siyasetimizi desteklediğinden dolayı kendisine milletçe samimi şükran hisleri beslediğimiz büyük dostumuz Birleşik Amerika ile ve büyük müttefiklerimiz İngiltere ve Fransa ile siyâsi, İktisâdi kültürel münasebetlerimizi, samimiyet ve anlayış havası içinde her gün daha kuvvetlendirmek en büyük emelimizdir. Yakın Şark devletleriyle daha sıkı münâsebetler kurarak bu bölgelerde adalet ve anlayış esaslarına dayanan samimi bir dostluk ve tesanüt havası yaratmak lüzumunu duymaktayız. Kanâatimize göre, bu neticenin süratle elde edilmesi yalnız bu bölgelerin değil hatta orta şark memleketlerinin, binnetice dünyanın emniyeti bakımından da büyük bir ehemmiyet arz etmektedir. ”
Sh: 141-145
Cemil Hacıkamiloğlu’nun 1947’de ambargo uygulatarak kentten gitmelerini sağladığı Yahudilerin torunlarının inşa ettiği Koç Ata Besi Çiftliği, ovanın ortasında görülüyordu... Bu dev tesiste hayvancılık yapılıyordu...
Murat, uçak gökyüzünde süzülürken GAP’ın dünya ülkelerince nasıl yakından izlendiğini anımsadı. 1992’de İran Cumhurbaşkanı Rafsancani kente geldiğinde, Balıklıgöl’de çevresini saran Urfalılar, “Allahü ekber” diye bağırmıştı...
İsrail Cumhurbaşkanı Ezer Weizmann’ın Ocak 1994’te Urfa’ya yaptığı gezi ise ilginç olmuştu. Yetkililer protesto edilebileceği endişesiyle Weizmann’ı havaalanından direkt Atatürk Barajı’na götürmüşlerdi.
Yahudiler Dicle ile Fırat arasındaki Mezopatamya ovalarını “vaat edilmiş topraklar” diye niteliyorlardı. Weizmann çok ilginç bir dönemde, Harran’da ilk sulamanın yapılacağı yıl gelmişti Urfa’ya... 15 yıllık çalışma bitmiş, Fırat Nehri’nin suları 9 Kasım 1994’te Urfa Tüneli aracılığıyla Harran Ovası’na bırakılmıştı
Bu haberlerden, Weizmann’ın Urfa’ya gelişinden tam 10 yıl sonra kentin başka Musevi konuklarının da olduğu anlaşılıyordu. “İsrail GAP’ı istiyor” başlıklı dosya dergiye kapak olmuştu. Yazıda, “İsrail askıya alınan sulama projelerinin başlaması için AKP hükümetini sıkıştırıyor. Güneydoğu Anadolu’da toprak satın aldığı, vaat edilmiş toprakları zaman içerisinde ele geçirmek istediği iddiaları bir yana, İsrail, Türkiye’ nin çeşitli nedenlerle yapamadığını yapıp, bölgede üretim yapmak ve dünyaya satmak istiyor” deniliyordu.
Diğer yazı Museviler’in Harran ve Urfa’yı neden bu kadar önemsediği konusunda ciddi bilgiler içeriyordu. Bir grup Yahudi’yi Harran’daki bir kuyunun başında ayin yaparak gösteren fotoğraflar ilginç bir yazıyla süslenmişti:
“Hz. İbrahim’in torunları, Hz. İshak’ın Refika ile evliliğinden ikiz çocukları Hz. Yakup ve Ays (İbrani kaynaklarına göre Esav) dünyaya geliyor. İshak’a göre ailenin geleceği Ays’a bağlıdır; ancak anne Refika, Yakup’u destekler. İshak, yaşlandığı zaman, oğullarına birer dua vermeye karar verir. Ays, bu dualardan babasının misyonunu devam ettirecek ‘ilk doğan’ duasının yanı sıra, zenginlik ve güç duasını da ister. Fakat Refika ‘ilk doğan’ duasının Yakup’a verilmesini istemektedir. Çünkü Yakup’un, Hz. İbrahim gibi dünyayı değiştirebileceğine inanmaktadır. Ay s'in, babasının akşam yemeğini sağlamak için ava çıktığı bir sırada Refika bir oyun oynar. Yakup’u Ays’a benzeten Refika, kör olan İshak’ ı kandırır ve duayı almasını sağlar. Bunun üzerine Ays’ ın kardeşini öldürmeye karar verdiğini anlayan Refika, Yakup’u Harran’a, dayısının yanına yollar ve oradan kendine bir eş bulmasını söyler. Harran’a giderken gündüzleri saklanan ve yolculuğunu gece sürdüren Yakup ise bir başka uygarlığın isim babası olur. Yakup, ‘İsrail’ olarak çağrılacaktır. İsrail, ‘geceleri Allah’a yürüyen’ anlamına gelmektedir. Harran’a ulaşan ve vasiyet gereği evlenmek isteyen Yakup, dayısı Lavan’ın kızı Rahel’e aşık olur. Ancak Lavan, kızıyla evlenebilmesi için Yakup’a kendisi için 7 sene çalışması şartı koyar. Yedi sene sonunda Lavan, Yakup’u Rahel yerine ablası Lea’yla evlendirir ve Rahel için 7 sene daha çalışma şartı koyar. Sonunda Yakup’un 4 karısı olur: Lea, Rahel ve onların cariyeleri Zilpa ve Bilha. Eşlerinden 12 oğlu ve bir kızı dünyaya gelecektir Yakup’un tüm oğulları, kendilerini babalarının misyonuna adar ve İsrailoğullarının temelleri Harran’da atılır.
Harran’ın Yahudiler için önemi bu meseleden kaynaklanıyor. Yahudiler için Roş Aşana Günü, Şabat ile birlikte kutsal sayılan 14 gün arasında yer alıyor. Her yılın eylül ayında iki gün olarak kutlanan ‘Roş Aşana’da oruç tutulmuyor, ağlanmıyor fakat günahlar içten itiraf ediliyor.
Peki, Yahudiler niçin Roş Aşana’yı Harran’daki Yakup’un Kuyusu başında kutluyor? Yahudiler, geleneksel olarak, Roş Aşana nın ilk günü yapılan M inha duasından sonra bir su kaynağına gidilmesi ve uygun duanın yapılmasıyla ‘Taşlih’ geleneğinin yerine getirilmesi gerektiğine inanıyor. Taşlih geleneği, kaynağım, İbrahim'in İshale’ı Tanrı’nın emri üzerine kurban etmeye götürmesi sırasında olan olaylardan alıyor. ” (Okan Konuralp, “Harran’da, kuyu başında Yahudi ayini” Tempo Dergisi, 19- 25 Ağustos 2004, Sayı:34)
Sh: 149-152
Çakeri Mahallesi katliamıyla ilgili pek yazılıp çizilmemişti. Olayla ilgili Amerika’da bulunan Yahudi Araştırmaları Enstitüsü ’nün (YIVO Institüte for Jewish Researce), Siyonist Arşiv Merkezi (CZA) ve Dünya Yahudi Kongresi’ndeki belgelere dayanılarak yazılmış ayrıntılı bir makale de vardı.
Makalede, YIVO Arşivi’ne dikkat çekilerek, “Annesi muzaffer bir şekilde Urfa’ya geri döndü ve Ahmet Kemal’in tekrar Yahudi olacağı müjdesini etrafa yaydı. Bu haber Urfa halkını öfkelendirdi. Ahmet Kemal Urfa’ya döndükten sonra komşusu Şeyh Muhammed onu evine davet etti ve Yahudiliğe geri dönmemesi için telkinde bulundu... Ancak ailesinin Ahmet Kemal’i Yahudiliğe geri döndürmeye çalışması Urfa’daki Müslüman halkın Yahudilere ve özellikle Şorkaya ailesine karşı öfke ve nefret etmesine yol açtı. Bu öfke ve nefret Şorkaya ailesinin katledilmesiyle sonuçlanacaktı” deniliyordu.
Yine YIVO Arşivi kaynak gösterilerek kaleme alman satırlarda, cinayetle ilgili yargılananların “Katliam gecesi kurbanların evinde olduğu, gece yarısından sonra Halef el Medeh’in meçhul katilleri içeri aldığı, Medeh’in olaydan sonra ortadan kaybolduğu” belirtiliyordu. Yahudi arşivine göre, “Medeh’in Şorkaya’ya büyük borcu vardı. Hem borcundan hem de ortağından kurtulmak için katliamı El Medeh tasarlamıştı.”
CZA Arşivi’ne atfedilen bir bölümde ise Urfa’nın Milli Mücadele tarihinin en önemli isimlerinden Müftü Hasan Efendi, “Şorkaya’nın katline fetva vermekle” suçlanıyordu. Bu durum Haham Azzur Aka’nın ifadelerinin yeraldığı Yahudi CZA Arşivi’ne şöyle yansıyordu:
“Ahmet Kemal ihtida ettikten sonra yerel geleneklere göre kendisine Müslüman bir üvey baba seçmiş ve onun evinde yaşamaya başlamıştı. Ancak Yahudiliğe geri döneceğini bahane ederek sürekli öz babası Şorkaya’dan para sızdırıyordu. Baba Şorkaya ziyaretlerinden birinde Yahudiliğe geri dönmesi için telkinde bulundu. Oğlunun bu telkinleri red etmesi üzerine İslamiyete beddua etti. Bunun üzerine oğlu Ahmet Kemal ona, ‘İslamiyete beddua ettiğine göre, Allah’ın bedduası da üzerine kalacak’ karşılığını verdi. Ahmet Kemal üvey babasının evine döndüğünde onu bu olaydan haberdar etti ve o da Urfa Müftüsü’ne haber verdi. Bunun üzerine müftü, Şorkaya’nın katli için fetva verdi.’’
Oysa Müftü Hasan Efendi bu konuda sorgulanmamış, sanık durumuna da getirilmemişti. Müftü, mahkeme belgelerine göre sadece olayın soruşturulması sırasında bilirkişi olarak görevlendirilmiş ve Tevrat’taki bir ayet konusunda mahkemeye bir rapor sunmuştu.
Mahkemede tanıkların büyük bölümü haham ve yardımcısının katliam gecesi evde yatıya kaldığını açıklamasına karşın, makalede tanıkların bunu yalanladığı yazıyordu.
Sh: 169-171
***
Çakeri Mahallesi katliamının ardında aydınlatılması gereken çok unsur vardı. 1947 yılının koşullarında küçük bir Anadolu kentinde soruşturmayı derinleştirecek araç gereçler var mıydı o da bilinmiyor. Ancak bundan daha önemlisi bu cinayetin faillerini ve gerekçelerini ortaya çıkarabilecek sosyo-politik koşullar yeterli miydi?.. Urfa’nın ve Türkiye’nin o gün içinde bulunduğu koşullarda, olayın bir biçimde kapatılması daha uygun mu görülmüştü?
Yahudi lobisi o dönemde ABD’nin dış politikasında etkindi.
1947 yılında Marshall Planı ve Truman doktrinleriyle Türkiye’nin stratejik değeri belirlenmişti. 12 Mart 1947’de ABD Başkanı Harry S. Truman kongrede, Türkiye ve Yunanistan’a yardım yapılmasını savunan bir konuşma yapmıştı.
22 Mayıs 1947’de yoğun tartışmalar arasında Türkiye’ye 100 milyon dolar, Yunanistan’a 300 milyon dolar verilmesi kabul edilmişti. Türkiye’ye yardım yapılmasına tepki gösteren üyelerin sayısı artınca, ABD Dışişleri yetkilileri, “Bizim bu ülkelere verdiğimiz paralar kesinlikle sadaka değildir. Bu paralar Amerikan dış politikasının bir parçasıdır” diyerek muhalefeti susturmuştu.
ABD, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa ülkelerinin yıkılan ekonomilerini yeniden canlandırmak için harekete geçmişti. Gerekli altyapıyı sağlamak amacıyla Dışişleri Bakanı George C. Marshall adıyla anılan yardım programı 1948 yılında Başkan Truman tarafından yürürlüğe sokulmuştu. ABD, o dönemde ekonomilerini düzeltmek amacıyla yardım ettiği ülkelerin mali politikaları üzerinde denetimi de sağlıyordu.
Marshall Planı o dönemlerde, yani 4 Temmuz 1948’de imzalanmıştı.
28 Mart 1949’da İsrail’i tanıyan ilk Müslüman ülke de Türkiye olmuştu. Türkiye, Sovyet Rusya tehdidine karşı ABD’ye yakın tavır alması sonucunda İsrail ile ilk ticaret anlaşmasını da imzalamış ve 1950’ler boyunca kesintisiz ABD mali desteği için Musevi lobisine başvurmuştu.
Tesadüf müdür bilinmez ama dünya kamuoyunda da yankı bulan Urfa’daki katliamın yargı süreciyle ilgili gelişmeler de tam bu sıralara rastlamıştı... Yargıtay 1. Ceza Dairesi’nin kararı bozması üzerine, Malatya Ağır Ceza Mahkemesi işte tam bu tarihlerde, 9 Şubat 1950’de, 2 Yahudi’nin 10’ar yıl hapisle cezalandırıldığı katliam davasının dosyasını yeniden açmış, sanıkları salıvermişti!..
Sh: 174-175
***
Urfa’daki Yahudi varlığından çok az iz kalmıştı... Adı değiştirilen bir mahalle, katliamın yaşandığı ev, çarpık yapılaşmanın bir canavar gibi yuttuğu havranın briketler arasında kalan taşları... Ve Urfa’nın Demirci Pazarı mevkiinde yıkılmaya yüz tutmuş bir han...
Yeni Şafak’ta “Taha Kıvanç” takma İsimle Yazan Fehmi Koru bir yazı kaleme almıştı. O, “Aklım pek yatmadı, ama... ” başlıklı yazısındaki iddialan “Jevvish Telegraphic Agency”e (JTA) dayandırıyordu:
“Dünyanın her tarafındaki Musevilerle ilgilenen bir kurumun yayın organındaki yazıya göre Urfa’da, on kadar Musevi aile, yaşıyor ve dini bayramlarını kutluyormuş. Tabi bunu gizlice yapıyorlarmış!..”
Kıvanç’ın makalesine kaynak olari Matthew Gutman imzalı yazı, tarihi önemi de olan bir kurum niteliğindeki JTA’nın web sayfasında yer alıyordu. Gutman, Urfa’ya kadar gidip eskiden Musevi ustaların çalıştığı hanları, çarşıları, yaşadıkları mahalleleri, «sokakları dolaşmış, yetkililerle görüşmüş ve geçmişte bölgede yaşayan Musevilerin akıbetini sormuştu.
Gutman’ın gözlemlerine göre, Urfa’da halen Museviler var ancak bunlar kendilerini saklıyordu!..
Gutman’ın bu noktaya ulaşmasına Urfalı bazı işgüzarların da katkısı olmuştu. Örneğin Şanlıurfa TV’de çalışan Kadir Çelikcan, “Museviler kimliklerini gizliyor, eğer komşuları onların kim olduklarını öğrenirse başlarına kötü şeyler gelir” diye konuşmuştu. Tabi Gutman bu konuşmanın üzerine, “Tevrat’ın Hz. İbrahim’in develerine su içirmek için konakladığı kutsal şehir” diye yazdığı Urfa’da Yahudilerin yaşayabilmek için kendilerini saklamak zorunda kaldıklarını iddia ediyordu.
Çelikcan, Gutman’a “Yahudiler kimliklerini açıklarsa kimsenin onlardan alış veriş etmeyeceğini bu nedenle açlığa mahkum olacaklarını” söylemişti!..
Gutman, yazısında Yahudi Ham’ndaki bir esnafa da odaklanmıştı. Adını Müslüm olarak açıklayan ve yüzünü kapatarak fotoğraf çektiren bu adama arkadaşlarının “Moşe Dayan” diye seslendiğini yazmıştı!..
Müslüm, rivayete göre İsrail’in eski dışişleri bakanının çocukluğunda bu dükkanda çalıştığını, lakabının da o nedenle kendisine layık görüldüğünü anlatmıştı. Ancak Gutman bu iddiayı “Dayan, hayatında oralara ayak basmış olamaz” diye yorumlamıştı.
JTA muhabirinin, “yerel tarihçi” diye yazdığı Urfalı Baki Özmen’in anlattıklarını da kaleme almıştı. Özmen, 1945 öncesi sayıları bin aile kadar olan Musevilerin Urfa’dan âni göçünün sebebi olarak, “İçlerinden biri, Müslümanların üzerinde kalacak biçimde, diğerinin boğazını kesti” diye anlatmıştı!..
JTA’daki yazı daha önce Jerusalem Post’ta, “Irak sınırında Türkiye’nin ‘Marranoları’ (gizli dinlileri) hayatlarından endişeliler” başlığıyla çıkmıştı... Urfa’da Yahudi varlığını ilginç iddialarla gündeme getiren başka haberler de yayımlanmıştı.
 Yeni Çağ Gazetesi, (6 Eylül 2004, “Yahudi kadınları Urfa’da doğuruyor.” ) “İsrail’de doğum yapmak üzere olan kadınlar Şanlıurfa’ya getiriliyorlar. Çocukların kimliklerinde doğum yeri olarak da Türkiye-Şanlıurfa yazıyor. Bu çocuklar 20 yaşına geldiklerinde tekrar bu bölgeye gelecekler, aynı zamanda bunların burada arazileri de olacak o zaman ortaya çıkacak tabloyu bir düşünün. O bölgeye İsrailliler yerleşmiş olacaklar” yazıyordu.
Sh: 177-179
Sahi, Son Gavur kimdi?..
Sh: 182
Kaynak: Mehmet FARAÇ, SON GÂVUR,  Günizi Yayıncılık, Aralık/2004 İstanbul

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar