SONSUZLUĞUN TARİHİ
Cehennem
üzerine yapılan spekülasyonlar yıllar geçtikçe etkisini yitirdi. Hatta din
adamları bile onu önemsememeye başladılar. Belki de dumura uğramış ama yararlı
bir kinayenin yokluğunu duyumsadıklarından onu Santo Oficio'nun (cadıları, kitapları,
afaroz edilenleri yakmaya yarayan Ç.N.) odun yığınına benzettiler. Gerçi bu
benzetme dünyevî bir acı çekme biçimindeydi ama dünyevî olanın
sınırlanmasında, hiçbir şeyi mahvetmeyen ve sürekli olarak tanrısal öfkenin
kalıtını kendinde görerek öğrenen ölümsüz acıya mecaz olmak yerindeydi. Bu
varsayım tatmin edici olsun veya olmasın tartışılmaz olan bu kurumun
propogandadaki genel üşengeçliğidir. Kimse kullandığım sözcüğü ayıp
karşılamasın. Propoganda kökensel olarak tecimsel değil, aksine katolik bir
kavramdır. Sözcük anlamı Kardinal toplantısı demektir. Kartaca'lı Terhillian
ikinci yüzyılda cehennemin nasıl bir şey olduğuna ilişkin tasarımda bulunmuş
ve bir konuşmasında aşağıdaki gibi ifadeler kullanmıştı: "Gösteriler hoşunuza gidecek; en büyük, en son mahkemeyi
bekleyin. Nasıl şaşıracağım, karanlığına zindanında sararıp solmuş bu denli
kibirli kralları ve yalancı tanrıları görünce sevinç çığlıkları, alkışlar
içinde nasıl kahkalarla güleceğim. Tanrının izinden giden konsüller,
hıristiyanları öldürmek için yaktıkları ateşin cehennem sıcağında eriyip
gidecekler. Pek çok ünlü düşünür, o cehennem ateşinde aldattıkları
izleyicileriyle birlikte kor gibi olacaklar. Beğenilen pek çok ozan Midas'ın
değil aksine İsa'nın meclisinin önünde tir tir titreyecekler. Daha bunun gibi
nicelerinin dilleri büyük bir gevezelikle böylesine gerçek bir acıyı
yaşayacak." (De
spectaculis, 30; Zit. und Fassung von Gibbon). Dante Kuzey İtalya açısından
sonsuz adaletin bilinen kararlarını alaycı bir biçimde ele almayı kendine
görev bildiğinde, bu tür bir çoşkuyu uyandırabildi. Daha sonra Quevedos'un,
anakronizme eğlendirici nedenler oluşturan yazınsal cehenneminde ve Torre;
Villaroel'de dogmanın sürekli olarak aşındığı ortaya çıktı. Cehennemin çöküşü
onlarda zaten daha sonra kalıcı acılara kuşkuyla bakmak gerektiğine inanan
Baudelaire'de olduğu kadar geniş boyutluydu.
Cehenneme
ilişkin bir başka gözleme geçiyorum. Yapıtın ad "Diccionario Enciclopédico
Hispano-Americano". Bu yapıttaki bir yazanın; dipnotlardan ya da kilisede
çalışan astlarca oluşturulan teolojiden (Küstertheologie) ötürü değil, aksine
sezdirdiği şaşkınlıktan da okunmasında yarar var. İlk
olarak "cehennem" kavramının katolik killisesi dışında saklı olmadığı
saptanıyor. Anlamı şu: "Sadece masonlar kilisenin bu dehşeti yalattığını
akıllarından geçirseler bile, söyleyemezler." Daha
sonra yazarın aklına cehennemin dogmatik bir biçimde onaylandığı geliyor ve
bundan ötürü de birkaç şey ekliyor: "Hıristiyanlık, yanlış dinlerde
azınlıkta bulunan tüm gerçekleri kendine çektiğinden sonsuz bir üne
sahiptir." O
halde cehennem kitaplı ya da kitapsız bir dinin gerçeği olabilir. Şurası
kesindir ki başka hiçbir din-bilimsel konu beni bu denli büyülememiş ve
etkilememiştir. Ben saçma sapan din dışı toplantılara ilişkin söylenceyi
(Konventikelmythologie), düş güçlerinin ve itirazlarının utanç verici ölçüde
küçük görülmesine karşın düşüncelerinde ısrar eden tüm yazarları
hedeflemiyorum.
[Dört
katlı dehlizlerin pis sularla, dehlizlerde yer alan bölümlerin tozlarla kaplı
olduğu ıssız Sabian cehennemi, gökyüzünü reddetmiş olan lanetlileri yok sayan
tozluluğu içinde Swedenborg'un cehennemi ve sonsuzluğunu erotiğin, sanatın,
lüksün ve iyi bir ünün bozduğu Bernard Shaw'in (Man And Superrnan, pp.86-137)
adlı yapıtı örnek olarak gösterilebilir.]
Katı
bir kavramdan söz ediyorum. Bu da (cehennemin Ç.N.) kötüler için sonsuz bir cezanın
yeri oluşu. Bu dogma bu yeri in loco reali içine koyuyor. Abeatsrum sade yani
seçilmişlerin bulunduğu yerden farklı. Karşıt bir tasarım korkunç olurdu.
Gibbon, öyküsünün beşinci bölümünde cehennemin tansığını azaltmak ister. İki
alışılmış unsunun yani karanlık ve ateşin, düşünceden dolayı sonsuz bir sürekliliği
sonsuz olarak arttırabileceği bir acının duyulmasına yol açması yeterlidir. Bu
mızmızca karşı koyuş belki de cehennemlerin hazırlanmasının (tasarımlanmasının
Ç.N.) kolay olduğuna bir kanıttır. Ama cehennem kavramının yaratılmasında
dikkate değer dehşeti azaltmaz. Sonsuzluk, karekteristik bir özellik olarak
dehşet dolu, tüyler ürperticidir. Sönümsüz süreklilik özelliği tanrısal
kovalamacanın cehennemde uyku diye bir şeyin olmamasına karşı koyulmasını
istememesi gerçeğiona daha uygundur ama bu arada tasarım gücünü ortadan
kaldırır. Cezanın sonsuzluğu tartışmalı bir konudur. Bu sonsuzluğu zayıflatmak
için iki güzel kanıt vardır. En eskisi, koşula bağlı ölümsüzlük ya da hiçlikte
çözülmedir. Bu görüş ölümsüzlüğü insan doğasının karekteristik özelliği olarak
değil, tanrının İsa'yı armağan edişi olarak ele alır. Bundan ötürü de armağan
edilen insanlığa karşı düşmanca olamaz. O bir kaçış değil, bir armağandır. Onu
kazanan göksel armağanı da kazanmış olur. Kim ona lâyık değilse, ölmek için
ölür. Tıpkı Bünyan'ın yazdığı gibi tamamıyla ölür. Bu kuram açısından cehennem
tanrısal unutkanlık için insansal bir kötülük adıdır. Bu görüşün
temsilcilerinden biri "Napoleon
Bonaparte'den Duyulan Tarihsel Kuşku "adlı hayli
tanınmış bir yapıtı olan Whately'di. Daha da ilginç bir spekülasyon, 1869 da protestan dinbilimci Rothe
tarafından ortaya atıldı. O, lanetlenmişlerin sonsuz bir cezaya
çarptırılabileceklerini kabul etmek istiyordu. Ona göre cezanın
sonsuzlaştırılması kötülüğün sonsuzlaştırılması demekti. Tanrı, yarattığı bir
evren için bu sonsuzluğu istemez diyordu. Günahkâr insanın ve şeytanın,
tanrının iyi niyetli amaçlarını alaya almasının yakışıksız olacağında ısrar
ediyordu. (Dinbilim,
yaradılışın, sevginin bir eseri olduğunu bilir. Seçilmişlik kavramı
dinbilimine göre tanrının inayetine erişmenin önceden takdirine dayanır.
Cehenneme atılma ise bunun öteki yüzüdür. Bir anlamda cehennem ızdırabında
ifade bulan seçilmemişlik (Nichtervvaehlung) durumudur. Bu durum da tanrısal
iyiliğin, inayetin özel bir eylemi olduğu anlamına gelmez). O (Rothe Ç.N.) sonunda cehenneme
atılanların el konulmuş yaşamlarının avukatlığını yapar. Onların yaradılışın kenarında
nasıl yer aldıklarını sonsuz uzamın boşluğunda nasıl dolaştıklarını ve yaşamın
kırıntılarıyla nasıl geçindiklerini imgeler. Bundan da şu sonucu çıkarır: Şeytanlar
tanrıya uzak ve onun düşmanları olarak kaldıkları sürece onların eylemleri tanrının
egemenliğine karşı olacaktır ve doğası gereği bir lidere sahip olması gereken
bir Şeytan İmparatorluğunda kendini bulacaktır. Bu Şeytan İmparatorluğunun başı
-yani şeytan değiştirilebilir olarak tasarlanmalıdır. Bu imparatorluk tahtına
çıkan bireyler onun özünün korkutuculuğuyla yüzyüze gelirler ama şeytan
nesliyle kendilerini yenilerler. (Dogmatik 1,248).
Görevimin
olasılık dışı bölümüne geliyorum: Bu da insanlığı cehennemin sonsuzluğundan
yana tavır almaya iten nedenlerdir. Bunu, yüklü anlam içeriğine uygun bir
sınıflandırma yaparak kısaca açıklamak istiyorum. Birincisi cezanın yararının,
onun sonsuzluğunda yattığını ve bundan kuşkusu olanın da dogmanın gücünü
zayıflattığı ve şeytan yararına ondan yana tavır almış olduğunu ileri sürer. Bu
polisiye bir kanıttır ve sanıyorum çürütülmesine de gerek yoktur, ikinci görüş
de şudur: Suç, sonsuz olduğu İçin ceza da sonsuz olmalıdır. Çünkü suç
sonsuz bir öz olan tanrının egemenliğine indirilmiş bir darbedir. Burada
öne sürülen bu kanıtın amacını aştığı görülmektedir. Yani bir hiçlik,
değersizlik kanıtı (Nichtigkeitsbevveis) olarak geçerli olabilir. O (bu kanıt
Ç.N.) affolunabilir bir günah olmadığını, bütün suçların görmezlikten
gelinemeyeceğini ortaya koyar. Buna; onun skolastik bir düşüncesizlikten örneği
olduğunu ve ondaki aldatmacanın tanrıyla ilişkili olarak "sonsuz"
sözcüğünün bir den fazla anlamda kullanılması (tıpkı "mutlak" sözcüğünde
olduğu gibi) buna karşın ceza ve suç kavramıyla ilişkili olarak da
"sürekli" sözcüğünün kullanılmış olduğunu eklemek istiyorum. Ayrıca
günahın, sonsuz bir öz olan tanrıya başkaldırış olduğu için sonsuz olduğunu
ileri sürmek, onun (günahın Ç.N.) tanrı kutsal olduğu için kutsal olduğunu söylemekle
aynı kapıya çıkar.
Şimdi
önümde üçüncü kanıt duruyor: Bu şöyle yazıya dökülebilir. Göğe ve cehenneme ilişkin tek bir
sonsuzluk vardır. Çünkü
özgür istence uygun davranış bunu gerektirir. Biz ya bu gücü daima yaratmak
zorundayız ya da bu "ben" bir yanılgıdır. Bu düşüncenin gücü
mantıksal olanı da oldukça aşar. O tamamıyla dramatik bir düşüncedir. Bizi
korkunç bir oyuna sürükler. Kendimizi mahvetmemiz, kötülükte ısrar etmemiz,
tanrının lüffunun etkilerini kendimizden uzaklaştırmak, sonsuz bir ateşin yemi
olmak, yazgımızda tanrının rolünü engellemek, sonsuzlukta ışıksız bir bedene
sahip olmak ve 'detstabile cumca
codaemonibus consortium için tüyler ürpertici bir hak verir. "Senin
yazgın" der, kesindir. Lanetlenmek ya da kurtulmak senin elindedir. Bu sorumluluk
ise senin onurundur. Benzer bir duyguya Bünyan'da da rastlarız. "Tanrı beni ikna etmek için konuştuğunda oyun
oynamıyordu. Şeytan da beni sınamak istediğinde şaka yapmıyordu. Ve ben
cehennemin elemine egemen olduğumda dipsiz bir uçuruma yuvarlanırken de oyun
oynamıyordum. Onu andığım için de onunla oyun oynayamam.” (Grace
Abounding To The Chief Of Sinners, The Preface). Öyle sanıyorum ki önceden tasarlanabilir
yazgımızda, bedensel günahlar gibi rezilliklerin insanın tüylerini ürperten
derecede doruğuna ulaşması olanaklıdır. Hatta dinle çatışan cehennemin sonsuz
sürekliliğine inanmak da bunlar arasındadır. Sh: 77-81
Dipnot:
Sadece konuya ilişkin düşüncelerden ayrı olarak bir düşü anlatmak istiyorum.
Yıkılışlardan, gürültü ve patırtılardan oluşan bir düşten uyandığımı ve benim
için yabancı bir odada gözlerimi açtığımı gördüm. Şafak söküyordu. Bir ışık
demeti yatağımın ayakucunu, çıplak sandalyeyi, kapıyı, kapalı pencereyi ve
beyaz örtülü masayı aydınlatıyordu. Korkuyla şöyle düşündüm:
Neredeyim?
Bilmediğimi
anladım.
Ben
kimim?
Kendimi
tanıyamadım. İçimdeki korku gittikçe büyüyordu. Bu ümitsiz uyanışın cehennemin
kendisi olduğunu, bu amaçsız uyanışın da benim sonsuzluğum olduğunu düşündüm.
Daha sonra daldığım uykudan uyandım.
Titriyordum.
[Kabbala:
Giz öğretisi, Hurufilik]
Kabbala'nın
onurunun kurtarılması ilk kez gerçekleşmeyecek. Bunda başarısızlığa
uğranılması da son kez olmayacak. Ama iki farklı koşul, onu önceki deneylerden
ayırıyor. Biri benim hemen hemen hiç İbranice bilmemem; diğeri ise öğretiyi
kurtarmaktansa ona ulaşan yazıların yorumuna, ya da harflerin yanlış
kullanımlarından oluşan gizli yazılara (Kryptographie)
bakmak istememden kaynaklanıyor. Bilindiği gibi bu işlem kutsal metinlerin
dikey olarak okunmasıdır. Buna "Bovestrophedon
Okuma Biçimi" denmektedir. (Sağdan sola ve aşağıdaki satırlar da
soldan sağa doğru okunur).Yani abecenin belirli harfleri arasında metodik bir
değiş tokuş, harflerin sayı değerlerinin toplamı gibi. Bu tür işlemleri alaya
almak kolaydır. Ben onları daha çok anlamaya çabalıyorum.
Onun
(hurufiliğin Ç.N.) en uzak nedeni İncil’in mekanik bir biçimde yorumlanması
görüşüdür, İncil’i yazan dört Havariden ve peygamberden, tanrının belirli bir
kurala göre yazan, kişisel olmayan sekreterlerini ortaya .çıkaran bu görüş,
sesli harflerin ve hatta daha önceki yorumlarda gizli kalmış fark yaratan, noktaların
yazımı için bir otorite gerektiren "Formula
consensus helvetica"yı ifade ediyor. (Tanrının insandaki bu
yazınsal amaçlarının harfi harfine yerine getirilmesi, esinlenme ya da insanın
kendinden vazgeçmesidir. Yani Tanrılaştırmadır). Müslümanlar, bu
hiperbolden [abartma, mübalağa] daha yüksek bir hiperbole sahip olduklarından
övünebilirler. Çünkü "Kitapların Anası" olan
Kuran'nın orijinalinin, gazab ya da bağışlayıcılık gibi tanrının sıfatlarından
biri olduğuna karar vermişlerdir. Ve onlar onun dilden ve yaradılıştan daha
eski olduğu görüşündedirler. Aynı biçimde kutsal yazıyı, yaratılan nesneler
arasında görmeyen ve onu kutsal ruhun vücut bulması olarak ele alan Lutheryen
din bilimcileri de vardır.
Kutsal Ruh: Burada bir gizle karşı karşıyayız.
İncil’in bildirdiği genelde tanrıcılık değil, tanrılığın üçüncü temeli, görüngüydü.
Bu genel görüştür. Bacon 1625 yılında şöyle yazıyordu: Kutsal ruhun manastırı
Salomonis'in sonsuz mutluluklarından Hiobs'un dertleri üzerinde daha çok
durdu." Çağdaşı John Donne ise şöyle yazıyordu: "Kutsal ruh canlı bir
yazardır. Ateşli faydalı bir yazardır. Ama asla bir geveze değildir. Eksik olandan
çok uzaktır. Tıpkı abartılı bir biçimde olduğu gibi."
Kutsal
ruhu tanımlamak ve parçası olduğu teslisi (üçlük) suskunlukla geçiştirmek
olanaksızdır. Katolik halk onda sonsuz yetkin bir biçimde bir araya getirilmiş;
ama o, aynı zamanda onsuz can sıkıcı bir metin gibi. Liberallerin yüzyılın
sayısız ilerlemelerini bir anda silip süpürecek teolojik bir yanlışlığı, bir
batıl inancı var. Doğallıkla üçlük bunların çok üzerinde. Tek bir organizmada
oluşan baba, oğul ve kutsal ruh fantazisinin dayandığı görüş kendini, tinsel
bir kavram kargaşası ve sadece karabasanın dehşetinden dünyaya gelebilecek olan
bir hilkat garibesi olarak ortaya koyuyor. Bundan ötürü amacını bilmediniz her
konunun önce korkunç olduğunu düşünmeye çabalıyorum. Konunun meslek sırrı, bu
genel gözlemi zorlaştırıcı bir koşul olarak ortaya çıkıyor.
Kurtuluş kavramından
(Erlösungsbergriff) ayrı
bu üç kişiliğin tek bir kişilik içinde ayrımlanması zorunlu olarak keyfi bir
etki yapıyor. Onda bir inanç gerekliliği görülüyor. Böylece, gerçi un temel
gizi aydınlanmakla kalmıyor sonul amaç ve görev kendini gösteriyor. Üçlükten ya
da en azından ikilikten vazgeçme, İsa'yı tanrının bir elçisi, bir tarihsel olay
yapmak buna karşın ibadetimizin sonsuz, sürekli kabul edicisi olarak görmek
anlamına gelir. Eğer oğul aynı zamanda baba da
değilse, kurtuluş da tanrısal değildir. Eğer o sonsuz değilse, insana indirgediği ve
çarmıha gerilerek ölen kurbanı da sonsuz değildir. Jeremais
Taylor, sonsuz bir zaman boyunca yitirilmiş bir ruhun doyumu için sonsuz bir
olağanüstülük yeterlidir diyordu. Böylece her ne kadar Oğulun baba yoluyla
tanıklığı ve kutsal ruhun her ikisinden ileri gelmesi bir öncelik düşüncesini
akla yakın kılsa da, dogma kendini haklı çıkarıyor.
Eğer
oğul, tanrının dünyayla bir uzlaşmasıysa, o zaman kutsal ruh için -Atanasius'a
göre şifa (Heiligung) ilkesi, Macedonius'a göre ise diğerleri arasında bir
melek-onun tanrının bilincimizde ve yüreğimizde içkin olduğu tanımından daha
iyi başka bir tanım yoktur. (Sozinianer için -korktuğum gibi, yeterli bir nedenden
ötürü o sadece kişiselleşmiş somutlaşmış bir konuşma biçimi, daha sonra baş
döndürecek denli eziyet çektirilen tanrısal etkinin bir mecazı, benzetmesiydi)
Söz dizimsel bir bütünlük olsun olmasın, karmaşık üçlüğün (teslis)
anlaşılamayan, bilinmeyen üçüncü kişisi kutsal metnin yazarıdır. Gibbon İslâmî
konu edinen yapıtının her bölümünde kesin bir alçakgönüllülükle, fark
gözetmeksizin kutsal ruhun, yüzlerce sayıya ulaşan yazılarıyla yüzleşir. Ama
beni bugün için ilgilendiren yaradılışın tarihidir.
Sayı
ve harf mistiğiyle uğraşanlar, bugün pek çok Hıristiyanın inandığı gibi bu
öykünün tanrısallığına, sonsuz bir tinsel güçle kaleme alındığına inanırlar. Bu
koyutun [doğru varsayılan kanıtsız
önerme] sonuçları sayısızdır. Alışılmış bir konunun hünerli bir biçimde yazılması
(Absetzen-yere indirmek) -tıpkı basındaki günlük haberler gibi- rastlantının
çok sayıdaki rastlantıya karşı direnişidir. Bir gerçek, koyutlandığı sırada,
bildirilir. Dünün caddede, köşede, öğleden önce olan olayları sürekli düzensiz
bir biçimde ne çok sayıda duyurulur. Bu bildirim şeması için kimse sorumluluk
alamaz. O bize bilgi aktarımı (Information) yoluşla verilen mekânla sınırlıdır.
Böyle gerçeklik bildirimlerinde metin parçalarının yankısının genişliği
rastlantıya kalmıştır. Karşı olayın en büyük yasası anlamın, harmoninin (ya da
kuruntu tasarımlarının) gerekliliklerine boyun eğmesi ve bunun da dizelerde,
satırlarda ortaya çıkmasıdır. Onlardaki rastlantı bir ses değildir. O daha çok
ne anlama geliyorsa odur. Tennyson'da, Verlaine'yde ve Svvinburn'da bu
böyleydi. Dizeler, sadece Tartıbilimin (prosodie) tehlikeli medyumlardaki
genel durumların ifadesine adandığı şeylerdir. Üçüncü bir yazarı ele alalım.
Yani entellektüeli. İster düz yazı biçiminde olsun (Valery, de Ouincey gibi),
ister şiir biçiminde olsun bunlar bu biçimleri kullanırken rastlantıyı bir
kenara itmezler. Ama entellektüel olduğu ölçüde ölçülemez katkısını reddeder ve
onun önünü alır. Uzak bir biçimde belirsiz bir kavram olan rastlantının
nezdinde hiçbir anlamı olmayan tanrıya yakınlaşmayı yerine getirir.
Din
bilimciler, tek bir "an" içinde bu kenarı bol dünyanın ne tür
gerçekleri sakladığını bilmekle kalmaz, ayrıca aralarındaki görülemeyen
değiştiğinde ortaya çıkan gerçekleri de yani olanaksız olanları da bilir.
Şimdi
artık kendini açığa vurmaya çalışan ve hanedanlarda, yok oluşlarda ve kuşlarda
değil, aksine yazılı sözcüklerde kendini ortaya çıkarmaya çalışan bu parlak
zekâyı imgeleyelim. Ayrıca sözsel yorumun Augustin öncesi teorisiyle hemfikir
olarak, tanrının söylemek istediği her şeyi sözcüğü süzcüğüne dikte ettiğini
düşünelim.'
[Origenes
yazının sözcüklerine üç anlam yükler. İnsanı oluşturan bedene, ruha ve akla
uygun olarak tarihsel, ahlâki ve mistik. Johannes Scotus Erige na anlamların
sonsuz sayısını tavus kuşu tüylerinin parlak etkisine benzetir.]
Bu öncüller yazıdan, rastlantının etkisinin
sıfırla noktalandığı mutlak bir metin ortaya çıkarıyorlar. Bu, dokümanın
sadece kavramsal tasarımı, onun hanesine yazılan her şeyden daha büyük bir
olağanüstülük yapıtıdır. Olumsallık karşısında emniyette olan bir kitap, sonsuz
tümceler mekanizması, pusuda yatan vahiylerin, ışık yüklemelerinin yanılmaz çeşitlemelerin
toplamıdır. Kabbala'nın gerçekleştirdiği bu anlamsızlık, bu sonsuzluk hakkında
nasıl bilgi edinilmez? Sh: 93-96
1931
1905
yılında Montaner'li Simon'un "Diccionario Enciclopédico Hispano
Americano" adlı yapıtında A dan Z ye kadar coşkulu ve ayrıntılı bir
anlatımın gizlendiğini biliyordum. Profilden horoza benzer bir kafa, bir kalkan
ve kırbaç tutan eller, geniş omuzlar. I916 yılında Quevedos'un aşağıdaki
yazısını okumuştum: "Lanetlenmiş sapkın Basilides, Antiochier'li
Nikolaus, Karpokrates, Kerinthos ve Ebion oradaydılar. Daha sonra orada olan
her şeyi, denizi ve suskunluğu başlangıç olarak ele alan Valentinus
geldi." 1923 yılında Cenevre'de yazarını şimdi anımsayamadığım ve
sapkınlık öğretisi hakkında Almanca kaleme alınmış olan bir kitap okumuştum. Bu
kitaptan utanç verici bir biçimde Basilides'i baştacı eden, onu yarı tanrı
durumunda betimleyen taksindirici bir resim gördüm. Ayrıca koca adamlara göre
Gnostiklerin nasıl olduğunu ve onların ateşli öğretilerini öğrendim. Daha
sonra Mead'ın "Kayıp Bir İnancın
Fragmanı" ve Wolfgang Schuts'un "Gnosis Dökümanları, 1910" adlı
kitaplarıyla Wilhelm Bousset'in Encyclopaedia Britannica'daki bir makalesinde
özel yazın hakkında bilgi edindim. Şimdi onların, evren-doğumu hakkındaki
görüşlerini özetlemek ve tartışmak istiyorum. Bunun yanında sapkın Basilides'i
de tartışmaya açacağım. Tamamıyla Irenaus'un bildirisine sadık kalacağım. Pek
çok kişinin onun geçerliliğini yadsıdığını biliyorum. Ama bu kesilmiş düşlerin
plansız bir biçimde gözden geçirilmesi, düş gören birinin saklayıp
saklamadığını bilmediğimiz bir düşe barınak olabilir.
[Basilides
İncili Basilides tarafından yazıldığı düşünülen "yitik" bir metindir.
Yapıt; Origenes, Jerome, Ambrose, Philip Sidetes ve Saygıdeğer Bede tarafından
kaynak gösterilmiştir. M.S. 120-140 yılları arasında yazıldığı düşünülen metin;
özgün İncil'in, Basilides'in gnostik öğretileriyle varsıllaştırılmış hali
olarak kabul edilmektedir ]
Öte
yandan Basilides'in sapkınlığına gelince, durum kavranılabilir ölçüde basittir.
Basilides, söylediğine göre Suriyeliler ve Yunanlılar arasında İsa'nın çarmıha
gerilmesinden yüz yıl sonra İskenderiye’de doğdu. Din-bilim o zamanlar halkta
yaygın olan bir tutkuydu.
Basiides'in
evrendoğumunun başlangıcında tek bir tanrı vardır. Bu tanrı olma halinin bir
eksiği vardı. Bu da isim ve kökendi. Daha scnra "pater innatus"
olarak adlandırıldı. Aracısı ise Pleroma ya da bolluktu. Yani Platon’un ilk
örneklerinin, makul özlerin, genel kavramların bir müzesiydi. O tanrı olarak
başka bir şeye dönüştürülemez ama onun sessizliğinden gökyüzünün birinci
katını kuran ve onun başkanlığını üstlenen yedi küçük tanrısallık daha ortaya
çıktı. Bu ilk Corona'dan meleklerle, güç ve tahtla dananmış bir İkincisi ortaya
çıktı. Bu da ilkinin tıpatıp benzeri olan daha alçak bir gökyüzü kurdu. En
yüksekteki gökyüzünün egemeni, kutsal kitabın da egemeniydi. Ve tanrısallık
taşıyan /anı hemen hemen hiç yoktu. O ve melekleri bu görülebilen gökyüzünü
kurdular, her gün ayaklarımızla çiğnediğimiz yeryüzünü tapladılar (oynadılar)
ve onu kendi içinde kısımlara ayırdılar. Bu evreni insanın yaradılışına
bağlayan söylenceler kesinlik taşımazlar ama bize diğer çağdaş fantazi
örnekleri bu boşluğu belirsiz ve olası bir biçimde de olsa ödünleme olanağı
verirler. Hilgenfeld tarafından yayınlanan bir yapıtta karanlık ve aydınlık,
birbirlerini tanımaksızın yan yana yer alırlar. Sonunda birbirlerini
gördüklerinde aydınlık, tıpkı bir anlık göz kayması gibi karanlığa yüz
çevirir. Sevdalı karanlık bu arada yansısını ya da bellek izini
(Gedachtnisspur) emri altına alır ve böylece insan meydana gelir. Stornilos'un
analog biçimindeki sisteminde gökyüzü, yaratıcı meleklere anlık bir bakış
verir. Ve bu anlık bakışa göre insan yaratılır ama toprakta bir yılan gibi
kıvrılarak yürümektedir. Bu durum tanrının acıyarak gücünün bir kıvılcımını
insan üzerinde duyurmasına dek sürer. Bu öykülerdeki ortak unsur önemlidir.
Yani biz düşünülemeyen bir maddeden oluşan eksik bir tanrısallığın suçlu ya da
kabına sığmayan bir doğaçlaması olarak yaratıldık.
Şimdi
Basilides öyküsüne döneceğim. İbrani Tanrısının hantal
melekleri tarafından huzuru bozulan insan sürüsü onlara bir kurtarıcı
bağışlayan ölümsüz tanrıya acırlar. Bu tanrı, insan bedeninin üstünde bir
bedene sahip olmak zorundadır. Onun acılardan arınmış düşsel imgesi ise
çarmıha bağlıydı. Buna karşın tözel İsa birbiri üzerine sıralanmış gökyüzünü
boydan boya geçti ve tekrar Pleroma’ya katıldı. O (İsa Ç.N) onu (gökyüzünü Ç.N)
onların tanrılıklarının gizli isimlerini bildiği için rahatlıkla geçti.
"Ve bu öykünün gerçek olduğunu bilenler" der irenaus tarafından
ortaya atılan inanç "bu dünyayı kuran prenslerin gücünden haberdar
olacaklar”. Her gökyüzü katının bir adı vardır. Tıpkı bunların
meleklerinin, egemenlerinin olduğu gibi. Kim onların eşsiz isimlerini bilirse
görülmez olur ve tıpkı kurtarıcı (peygamber Ç.N.) gibi gökyüzünü boydan boya
geçer. "Ve bu sırlar açığa
vurulmamalı, aksine suskunlukla korunmalıdır. Seni tanımayan her şeyi
tanı."
Başlangıçta
yer alan evrenbilim sayıları, sayı büyüsünün sonunda yozlaşır. Yedi egemeniyle 365 gökyüzü tabakası, ağızdan ağıza
aktarılan 2555 isim formülüyle korunmak zorunda olan olasılık dışı bir isteği
belleğe yerleştirir.
Bu, yıllarca kurtarıcının ismine yani Abraxas'ın ismine -dayanan bir deyimdir.
Kurtuluş, bu yanlış yola girmiş sapkınlık için ölülerin bir bellek
etkinliğidir. (Gedachtnisleistung). Tıpkı kurtarıcının işkencesinin optik bir
yanılgı olması gibi. (Onun dünyasının gereksinimi ancak karşılayan gerçekle
uyumlu olan iki fantazma). Boş bir çoğaltımı, simetrik olarak yansıtılan
gökyüzü ve tamamıyla sözde melekleriyle bu evren-bilime alaycı bir biçimde omuz
silkmek hiç de zor değildir. Occam'ın düzen ilkesi "Entia non
sunt multiplicanda praeter necessi tatem" ona uygulanabilir. Ben
bu katılığı tarihe aykırı ve yüzeysel olarak görüyorum. Bu zor, sallanan
sembolün gerçek anlamına kavuşması önemli olan tek şeydir. Ben bu evrenbilimde
iki amaç görüyorum. Birincisi eleştirinin ortak meydanı. Diğeri -onu yeniden
bulduğumu söyleyerek abartmak istemiyorum -şimdiye dek araştırılmadı. Ben en
çarpıcı olanıyla başlıyorum. Bu da kötülük sorununu ahlaka aykırı olmayan bir
biçimde çözmek ve daha az hipotetik olmayan tanrı ile geçek arasındaki
derecelendirilmiş tanrısallıkların hipotetik bir biçimde devreye sokulmasıdır.
Araştırdığımız sistemde tanrının bu türevleri hoş olmayan bir konuyla
insanları yanlış olarak bir araya getirmiş olan tiksindirici güçlerin
eriştikleri en yüksek dereceye kadar, uzaklıkları ölçüsünde güvenilir
değildirler. Başlangıç olarak denizi ve suskunluğu alan Valentinus'un sisteminde
Achamoth adlı bir tanrıçanın iki oğlu
vardır. Bunlar dünyanın yaratıcısı ve şeytandır. Simon Magus bu öykünün bir yorumunu yapmıştır. İlk
tanrının Troyalı Helen olması gereken bu ilk kızı daha sonra melekler
tarafından sürekli yolculuk etmeye tutsak edilmiş ve Tyrus'ta denizcilerin
devam ettiği bir genelevde fidye karşılığı kurtarılmıştır.'
[Helena,
tanrının talihsiz kızı. Bu tanrısal bağlılık ilişkisinde onlara ilişkin
söylencenin Isa söylencesiyle sadece temas (değinim Ç.N.) noktaları yoktur.
Buna Basilides yandaşları tözel olmayan bir varlık yüklerler. Trajik kraliçe
tarafından kendisinin sadece düşsel olarak Troya’ya kaçırıldığı ileri sürülür.
Güzel bir tin bizi günahlarımızdan arındırdı. Bir diğeri soykırımlarda ve
Homaros'da varlığını sürdürdü. Helena Doketizmi için Platon'un "Phaidros"
ve Andre Lang'ın 'Adventures Among Books" adlı yapıtlarını
karşılaştırınız.s. 237-248.]
33
yaşındaki İsa ve onun çarmıha gerilerek ölmesi, katı Gnostikler için yeterli
bir ceza değildi. Bize bu karanlık buluşların başka anlamlarını incelemek
kalıyor.
Basilius'un
sapkınlığının gökyüzünün sallanan yüceliklerine kuruluş kulesi, çok sayıda
melekleri Pleroma'ya karşı bu görkemli mitolojinin anlaşılmaz halkının
Pleroma'ya karşı yaptığı hileler; bütün bunlar bu dünyanın önemsenmemesini,
değerinin düşürülmesini amaçlıyor. Ona sadece bizim kötülüğümüz değil, aynı
zaman merkezî anlamsızlığımız da damgasını vurmuş durumda. Gökyüzünün
Llanura'daki baş döndürücü günbatamları gibi acılı ve anıtsal olmasına karşın,
yeryüzü yoksul ve zavallı. Bu, Valentinus'un bir kötülük meleğinin
entrikasından oluşan ve evlilikle sonuçlanan, birbirini yeniden tanıyan
doğaüstü özelliklere sahip iki kardeşe dayalı bir masal temasını işlediği
melodramatik evrenbiliminin kendini haklı çıkaran hedefidir. Bu melodramda ya
da bağlılık romanında (Feuilleton Roman) dünyanın yaradılışı yalnızca ikinci
dereceden bir olaydır. Asıl düşünce şudur: Dünya son derece anlamsız bir olgu,
eski göksel episodların kayıp bir yan tepkisi (Seitenreflex) olarak
tasarımlanmıştır. Yani yaradılış, rastlantısal bir olaydır.
Taslak
kahramancaydı. Ortodoks dinsel duygular ve dinbilim bu olasılığı nefretle
yadsırlar, ilk yaradılış bunlara göre tanrının özgür ve gerekli bir edimidir.
Augustin'in bize gösterdiği gibi Evren kısa zamanda yaratılmadı, aksine onunla
aynı zamanda yaratıldı. (Yaradanın öncüllüğünü yadsıyan bir karar.) Strauss bu
görüşün ilk andan itibaren; zamansallık unsuruyla sadece önceki anları değil,
aksine "önceki" sonsuzluğu lekelediği için yanıltıcı olduğu
kanısındadır.
Çağımızın ilk yüzyıllarında Gnostikler
Hristiyanlarla tartışmışlardı. Ama onların utku [Birçok emek ve tehlikeli
uğraşmalar pahasına erişilen mutlu sonuç, yengi, zafer ] kazandıklarını
varsayabiliriz. Roma değil, İskenderiye utku kazansaydı, burada tekrar sözünü
ettiğim karmakarışık öyküler kutsal ve olağan olurlardı. Novalis’in kullandığı
tümcelere benzeyen tümceler tıpkı "Yaşam ruhun bir hastalığıdır" ya
da Rimbaud'un kullandığı "Asıl yaşam yoktur. Biz dünyada değiliz." gibi
tümceler, kanonik [kilise hukukuna ilişkin demektir. ] kitaplarda bizi aydınlatıyor.
Yıldızlardan oluşan yaşamın kökeni hakkında yargıçların yaptıkları
spekülasyonlar ve bu gezegenler üzerinde rastlantı sonucu yer alışları gibi
dindar laboratuvarların koşulsuz onayı alınırdı. Her neyse. Anlamsızlığımızdan
daha iyi hangi armağanı alabiliriz? Hangi ün bir tanrı için dünyadan aklanmış
olmak kadar büyük olabilir? 1931
Sh:
97-101
Dipnot:
"Yaşam
ruhun bir hastalığı, acılı bir edimidir." Sözü, yaygınlığını 1829 yılında
"Foreign Review" adlı kitaptaki ünlü makalesinde kullanan Carlyle'e
borçludur. Sadece anlık bir buluşma değil, aksine Gnostizmin can çekişmesi ve
onun anlama biçiminin yeniden keşfi William Blake'ın "Prophetic
Books" adlı yapıtında vardır.
********************
Jorge Luis BORGES,
1899'da Buenos Aires'de doğdu. Arjantin'in saygın ailelerinden birinin oğlu.
Babası, bir İngiliz okulunda öğretmen. Borges, İngilizceyi küçük yaşta öğrendi
ve çeviriler yapmaya başladı. 1914'de ailesiyle birlikte Cenevre'ye gitti. I.
Dünya Savaşı sırasında orada yaşadı. Fransızca ve Almanca öğrendi. 1921'de
Buenos Aires'e döndü. 1923-1929 arası üç şiir kitabı yayınlandı. 1930'da
deneme, şiir, eleştiri ve kısa öykü türlerini birleştirerek başka bir tür
oluşturdu. Historia de la eternidad (Sonsuzluğun Tarihi) buna bir örnektir. 1938'de
babası öldü. Aynı yıl Buenos Aires Kitaplığında çalışmaya başladı. 1946'da
Peron'un yönetime gelmesiyle kitaplıktaki görevinden uzaklaştırıldı. 1946-1955
arası yayıncılık yaptı. 1955'de Peron devrilince Kitaplık Müdürlüğüne
getirildi. Ve aynı yıl görme yetisini kaybetti. 1961'de Uluslararası Yayıncılar
Ödülü'nü Samuel Beckett’le paylaştı. Ve dünya çapında üne kavuştu.
Başlıca
Eserleri:
El tamano de mi esperanza, 1926 (Umudumun
Boyutları)
Historia de la eternidad, 1936 (Sonsuzluğun
Tarihi)
Historia universal de la infamia, 1935
(Rezaletin Evrensel Tarihi)
La muertey la bruyula, 1951 (Ölüm ve
Pusula)
El hacedor, 1960 (Düş Kaplanları)
Kaynak:Jorge
Luis Borges, SONSUZLUĞUN TARİHİ, trc: Ayşe Atalay ,Düzlem Yayınları : 6 Birinci
Basım : Eylül 1990
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar