'STRANGER İN STRANGER LAND' YABAN DİYARLARDAKİ YABANCI
Ünlü bilimkurgu yazarı Robert Anson Heinlein ve eseri olan 'Stranger İn Strangerland' [Yaban Diyarlardaki Yabancı], Türkiye okur kitlesi arasında için
çok bilindik bir isim değildir.
Ülkemizde epey geç yayınlanan 'Stranger in
Strangerland' (Yaban Diyarlardaki Yabancı/Garib) ile gündeme düşen olan
Heinlein, Almanya'dan göç eden bir ailenin çocuğu olarak 1907'de Butler,
Missouri'de dünyaya geldi. Heinlein'in kendini bulduğu ve mutlu olduğu yer okul
sonrası girdiği orduydu. Ama görevinin beşinci yılında (1934) sağlık sorunları
nedeniyle çürüğe ayrılınca büyük bir hayal kırıklığına uğradı. Bilimkurgu
yazarlığına epey geç yaşta ve tesadüflerle geçiş yaptı. Bir işe yaramama,
ordudan çürüğe ayrılmanın kompleksi, bu alanda büyük bir azim ve hırs
göstermesini sağladı.
İlk bilimkurgu öyküsü 'Lifelin' 32 yaşındayken (1939) Astounding Sci-Fi Magazines'in mayıs sayısında yayımlandı. Bu başlangıç Heinlein'in önündeki barajı yıkmış gibiydi, bundan sonraki aylarda çeşitli dergilerde öyküleri çıkmaya başladı.
İlk bilimkurgu öyküsü 'Lifelin' 32 yaşındayken (1939) Astounding Sci-Fi Magazines'in mayıs sayısında yayımlandı. Bu başlangıç Heinlein'in önündeki barajı yıkmış gibiydi, bundan sonraki aylarda çeşitli dergilerde öyküleri çıkmaya başladı.
1941 yılında Denver'da yapılan Dünya Bilimkurgu
kongresine şeref konuğu olarak çağrılan yazar yine aynı yıl okurların anketinde
en popüler yazar seçildi. Savaş sonrası 1947'de bilimkurgu yazarlığına dönüş
yaptı ve ardı ardına eserler verdi. Bazı eserleri filme de çekilen Heinlein'in
1951 yılında basılan 'Puppet Masters' soğuk savaşın ayak seslerinin
hissedildiği yıllarda büyük bir ilgi ile karşılandı.
Heinlein’in eserlerindeki militarist ve faşist yönetim yanlısı içerikler yüzünden tartışılan bir yazar olmuştur. Özellikle 'Starship Troopers'taki demokratik hakların geçerli olmadığı toplum yapısı ve bazı yazılarındaki faşizme benzeyen fikirler, otoriter yöneticiler hakkındaki tercihi bu açıdan delil olabilir.
Heinlein’in eserlerindeki militarist ve faşist yönetim yanlısı içerikler yüzünden tartışılan bir yazar olmuştur. Özellikle 'Starship Troopers'taki demokratik hakların geçerli olmadığı toplum yapısı ve bazı yazılarındaki faşizme benzeyen fikirler, otoriter yöneticiler hakkındaki tercihi bu açıdan delil olabilir.
Eserlerin militarizme rastlanır olması, orduda kendini
bulmuş ve iki dünya savaşı arasında büyümüş olmasındandır. Ayrıca Alman kökenli
bir aile olarak, elbetteki Hitler'in savaş sonrası Almanya'yı faşizm sayesinde
nasıl yükselttiğini, morali bozuk, boynu bükük Alman gururunu nasıl ayağa
kaldırdığını gözlemlemiş, uzaktan sempatiyle bakmış olabilir. Unutmayalım
ki, Almanya yükselirken A.B.D. 1929'daki Kara Perşembe sonrası ciddi bir
ekonomik kriz yaşıyordu. Ve savaşta İngiltere tarafını seçene kadar A.B.D.
içindeki çok ulusluluk yüzünden tam konumunu belli etmemişti.
Heinlein bu tartışmalar nedeniyle
bilimkurgunun bir kesimi tarafından dışlanmış, hatta Türkiye'de sol düşünceyi
benimsemiş bilimkurgu kesimi içinde bile tartışılan, soğuk bakılan bir isim
olmuştur. Üzeri örtülmüş ve ilgisizliğe terk edilmiştir.
Heinlein'in bir başka özelliği bilimkurgu
okuru olarak nitelendirilmeyecek okuyucuları da kendisine çekmesidir. Stranger in Strangerland basıldığı
yıllarda 7 milyon adet gibi bir satış rakamına ulaşmış olması önemlidir.
Heinlein Karısı Virginia, diyor ki, Robert 1948 yılında, Marslılar tarafından
yükseltilmiş bir insan kavramı ilginç bir hikâye olacağını
düşündük. Heinlein bazı notlar aldı ve onları saklayabildi. 1961
yılında nihayet yayınlandığı zaman, yeni bir Hugo Ödülü kazandıysa da
sansürlenen kısımları oldu. (1988 yılında Heinlein ölümünden sonra, Virginia
1991 yılında yayınlanan orijinal kısaltılmamış versiyonunu çıkardı.) Heinlein
ölümünden Karısı Virginia’nın kitap için yazdığı önsözde şu hususları dile
getiriyor.
Bu kitabın Yaban Diyarlardaki Yabancı’nm ilk baskısından daha kaim
olduğunu ve daha fazla sayfa içerdiğini düşünüyorsanız, haklısınız. Bu baskı,
orijinal olandır: Robert Heinlein’in kafasında oluşturduğu ve kağıda döktüğü
hali.
Önceki baskı 160.000’den biraz fazla sözcük içeriyordu, bu baskıdaysa
220.000 civarı sözcük var. Robert’ın el yazı kopyası diyalogların miktarına
göre genelde sayfa başı 250 300 kelime içeriyordu. Yani, ortalama 275 kelime
olduğunu kabul edersek, el yazması da 800 sayfa olduğuna göre elimizde toplam
220.000, belki de biraz daha fazla kelime olur.
Bu kitap, basıldığı 1961 yılında bilim kurgu okuyucularına sunulandan
son derece farklıdır. Editörler ilk baskıda, halkın rahatsız olabileceği bazı
sahneleri kitaptan çıkarmışlardır.
Astounding Science Fiction dergisinin Kasım 1948 sayısında editöre yollanmış bir okur
mektubunda, bir yıl sonraki sayı için öykü başlıkları öneriliyordu. Bu
başlıklar arasında Robert A. Heinlein tarafından yazılacak bir öykü de vardı:
“Körfez.”
O editör, John W. Campbell Jr. ve Robert arasında geçen uzun bir
konuşma sonucunda okuyucunun başlıklarını verdiği öykülerin yazılması için
yeterli zaman olduğuna karar verildi; bu sayı Kasım 1949’da çıkacaktı. Robert,
o başlığı taşıyan bir kısa öykü yazmaya söz verdi. Diğer yazarların çoğu da bu
oyuna katılmaya karar verdiler. Bu konu, ‘Zamanda Yolculuk’ adıyla anılmaya başlandı.
Robert’in sorunu, kendisine verilen başlığa uygun bir öykü bulmaktı.
Böylece birlikte bir ‘beyin fırtınası’ yaptık. Uygun olmayan diğer
fikirlerin arasında ona, yabancı bir ırk tarafından yetiştirilmiş bir insan
çocuğun öyküsünü önerdim. Robert, bu fikrin bir kısa öykü için fazla kapsamlı
olduğunu söyledi ama bunu bir kenara not aldı. O akşam çalışma odasına gitti,
birtakım uzun notlar tuttu ve bunları bir kenara koydu.
‘Körfez’ başlığı için başka bir öykü yazdı.
Aldığı notlar bir dosyada birkaç yıl bekledi ve sonra Robert, sonunda
Yaban Diyarlardaki
Yabancı olacak kitabı yazmaya başladı. Nedense, hikâye
yerli yerine oturmadı ve Robert kitabı bir kenara kaldırdı. Birkaç kez
elyazmasına döndü ama kitap 1960’a kadar tamamlanmadı: şu anda elinizde tuttuğunuz
o versiyondur.
1960’ın koşullarında Yaban Diyarlardaki Yabancı, yayıncılarını
korkutan bir kitaptı: fazlaca sıra dışıydı. Bu yüzden, olası kayıpları en aza
indirmek amacıyla Robert’ten el yazmasını 150.000 kelimeye indirmesi istendi;
yaklaşık 70.000 kelime kaybolacaktı. Editör, yayınlama riskini göze almadan
önce başka değişiklikler de istedi.
Uzun, karmaşık bir kitabın neredeyse dörtte birini çıkarıp atmak
neredeyse imkânsız bir işti. Ama birkaç ay sonunda Robert bunu başardı. Son
sözcük sayısı 160.087 idi. Robert daha fazlasını çıkarmanın mümkün olmadığına
inanıyordu ve kitabın bu uzunluğu kabul edildi.
Kitap, 28 yıl boyunca o şekilde basıldı.
1976’da Kongre yeni Telif Yasasını kabul etti. Buna göre, yazarın
ölümü ve dul eşinin telif hakkını yenilemesi halinde tüm eski kontratlar iptal
oluyordu. Robert 1988’de öldü ve ertesi yıl Yaban Diyarlardaki Yabancı’nın
telif hakkının yenilenmesi zamanı geldi.
Diğer pek çok yazarın aksine Robert, orijinal daktilo kopyasını
yayınlanmak üzere sunduğu haliyle arşivciliğini yapan Santa Cruz’daki
Kaliforniya Üniversitesi kütüphanesinde bir
dosyada saklamıştı. O kopyadan bir tane istedim ve yayınlanan
versiyonla ikisini karşılaştırarak okudum. Ve kitabı kesmenin bir hata olduğu
sonucuna vardım.
Böylece bu daktilo kopyasını Robert’in menajeri Eleanor Wood’a
yolladım. Eleanor da iki kopyayı birlikte okuduktan sonra kararımı onayladı. Ve
yayınevine haber verdikten sonra onlara yeni/eski versiyonu sundu.
Kimse kitabın bu kadar ciddi bir şekilde kesilmiş olduğunu
hatırlamıyordu; yıllar içinde yayınevinin editörleri ve yetkili müdürleri
değişmişti. Dolayısıyla bu versiyon, onlar için tam bir sürpriz oldu.
Orijinal versiyonun kesilmiş olandan daha iyi olduğunu onayladılar ve
bu versiyonu yayınlamaya karar verdiler.
Şu anda elinizde, Robert Anson Heinlein tarafından yazıldığı haliyle
orijinal Yaban Diyarlardaki Yabancı ‘yı tutmaktasınız.
Baş karakterlerin adları olay örgüsünde önemli bir yer tutmaktadır.
Hepsi dikkatle seçilmiştir: Jubal, Eski Ahid’de Kabirin torunu Yubal, Michael
Başmelek Mikhail’dir. Diğer isimlerin anlamını bulmayı okuyucuya bırakıyorum. -Virginia Heinlein/Carmel, Kaliforniya
'Stranger in Strangerland' hem okurların hem de yazarın bizzat kendisinin
beklemediği bir tepki yaratmış olması,
içerisinde daha sonraki yıllar da dinler arası diyalog ile dinlerin
eleştirel konuma geleceğinin Bilim Kurgu romanında işlenmiş olmasıdır.
Eleştiriler yapılırken bir kurtarıcı ve Mesihin beklentisi hissini de insana
duyuruyordu. Kitabın tercümesi dahi 750 sayfayı geçince okuyana zorluk vermesi
de okuyucuyu uzak tutmasına sebep oluşturmuştur.
'Yaban Diyarlardaki Yabancı', Mars'a
keşfe giden Enwoy adlı gemide kazaya uğradıktan sonra sağ kalan
Valentine Michael
Smith'in hikâyesidir.
Kahraman
Valentine Michael Smith Mars'a giden ilk seferindeki astronotun oğludur. Ancak
bu seferdeki mürettebat öldükten sonra yetim kalan Smith, akıl, beceri ve
organları üzerinde tam kontrole sahip
Marslıların kültürüyle büyütüldü. Yaklaşık yirmi yıl sonra düzenlenen ikinci
seferde ise mürettebat Smith’i bulur ve Dünya'ya getirilir.
Smith
gezegenler arası seyahat yapan ve
değerli buluşların sahibi annesinin Lyle Drive’nde bulunduğu bir partinin kaderi varisi olduğu için,
varlığı siyasi piyon haline gelir.
Michael, Marslılar ve onların kültürüne göre yetiştiğinden arz insanı
kültürüne olabildiğince yabancıdır. Dünya'nın atmosferine ve yerçekimine alışık
değildir. O bir kadın görmemiştir. Bu nedenle Bethesda Hastanesi’nde sadece
erkek personel tarafından tedaviye alınma zorunluluğunu doğurdu. Ancak bu
hususu bir meydan okuma ve kısıtlama
olarak gören , Hemşire Gillian
Boardman Smith'i görmek için korumaları geçerek Simth
ile bir bardak su paylaşarak onun arzda gördüğü ilk kadın " su kardeşi " olur. (Havva Misali) Bu ilişki “su kardeşliği” Mars ilkelerine göre kutsal
bir ilişki olarak kabul edilmiştir.
Gillian,
Smith’ le olan hadiseyi muhabiri Ben Caxton söyler, onlar Smith hakkında
hükümetin yalanlarını karşı hareket etme düşüncesini doğurur. Ben, daha sonra,
Gillian ile Smith'i ikna ederek
hastaneden ayrılmayı başarırlar. Ancak Dünya Hükümeti'nin emriyle hükümet
ajanları tarafından saldırıya uğrarlar. Takibe alınırlar. Gillian, aynı zamanda bir doktor ve bir
avukat olan ünlü bir yazar olan Jubal Harshaw’ın evine Smith’i taşırlar .
Smith
psişik yetenekleri ve çocuksu bir saflık ile birleştiğinde insanüstü arz
bilgilerini groklamaya ve anlayış göstermeye çalışır. Harshaw, Smith’e dinini
anlatmaya çalıştığında, Smith sadece her şeyde
kaybolmamış organizma içeren " groks biri
" olarak “Tanrı” kavramını anlar . O bu kötü bir çeviri
olduğunu bildiği halde bu ifade " Sen Tanrı’sın
" (Sen Tanrının Sanatısın) dır. Bu ifade Mars kavramını ifade etmek için en
uygun olandır. Mars'ta hükümet "eskilere"
ait bir gerçektir. Marslıların ruhları ölmüş, savaş, giyim ve kıskançlık gibi
diğer birçok insanî kavramlar, ona yabancıdır . Bu aynı zamanda komünyon bir
ruhla, sevdiklerini ve ölü bedenlerini yemek için arkadaşlar için gelenektir.
Sonunda Harshaw, Smith için özgürlük ve Mars sahipliğini verilmesini hukukunu
düzenler.
Smith ünlü olur ve Dünya'nın elit tarafından ağırlanır. O New Vahiy
Fosterite Kilisesi, popülist dâhil olmak üzere birçok dinleri araştırır.
Onu etkileyen Fosterite Kilisesisi Kurucusu Rahip Foster, dünyadaki tüm diğer büyük dini
liderlerin sahip olduğu iki özelliğe sahipti: Çok çekici bir kişiliği vardı
(onu eleştirenler, başka sıfatlarla birlikte “hipnotize edici” sözünü de sık
sık kullanıyorlardı) ve cinsel olarak insan normları içinde bir yere sahip
değildi. Dünyadaki büyük dini liderler ya tümüyle cinsellikten uzaktılar ya da
bunun tam tersi geçerliydi. (Büyük liderler, yeni bir şeyi başlatanlar ama üst
düzey yöneticiler değil.) Foster cinsellikten uzak değildi.
Karıları ya da baş rahibelerinin hiçbiri de öyle değildi. Yeni Vahiy
Kilisesi’ne geçiş ve kabul edilme, genellikle Valentine Michael Smith’in daha
sonradan yakınlaşma için uygun bulduğu töreni de içerirdi.
Tabii ki bu, yeni bir şey değildi. Arz tarihindeki pek çok mezhep, tarikat
ve sayılamayacak kadar çok sayıda büyük din özünde aynı tekniği kullanmıştı ama
Foster’ın zamanından önce Amerika’da bunu büyük ölçekli bir şekilde görmek
mümkün olmamıştı. Metodu ve organizasyonunu tarikatının yayılmasını sağlayacak
şekilde “mükemmelleştirmeyi” başaramadan Foster’ın, kasabalardan kovalandığı
çok olmuştu. Organizasyonunda masonluk, Katoliklik, Komünist Parti ve Madison
Caddesi’nden etkilenmeler vardı, tıpkı
Yeni Vahiy’i yazarken eski metinlerden birçok parçayı bir araya toplaması
gibi... ve hepsini, müşterilere uygun şekilde Hıristiyanlığın özüne dönüş
adında bir şekerle kaplamıştı. Herkesin katılabileceği bir dış kilise ayarlamıştı... insan, bu kilisenin pek çok hizmetinden
yararlanıp yıllarca “arayıcı” olarak kalabilirdi. Sonra sırada dışarıya “Yeni
Vahiy Kilisesi” olarak görünen orta kilise vardı, günahlarından arınmış mutlu kişiler,
katkı paylarını ödüyorlar, kilisenin sürekli genişleyen iş bağlantıları ağından
yararlanıyor ve hepsinin keyfîni bitmek tükenmek bilmez karnaval atmosferinde
çıkarıyorlardı, Mutluluk, Mutluluk, Mutluluk!
Günahları bağışlanıyordu ve kiliselerini destekledikleri sürece geriye
günah olan pek az şey kaldığından diğer Fostercılarla dürüstçe geçiniyor,
günahkârları lanetliyor ve Mutlu kalıyorlardı. Yeni Vahiy özellikle eşlerin
birbirini aldatmasını savunmuyordu; sadece cinsel ilişkiyi tartışırken mistik
bir hava takınılıyordu.
Orta kilisenin günahtan arınmış üyeleri doğrudan saldırı gerektiğinde şok
askerleri olarak görev yapıyorlardı. Foster, yirminci yüzyılın başlarında var
olan Wobblielerden [Wobblieler: Tüm işçilerin gücü ve etkinliğini
artırmayı hedefleyen radikal bir işçi sendikası. ]bir numara ödünç almıştı; bir toplum gelişen Fostercı hareketini
bastırmaya çalışırsa, başka yerlerden gelen Fostercılar, polis de hapishaneler
de yetersiz kalıncaya dek o kasabaya doluşuyorlardı ve genellikle polisler
dayak yiyor, hapishaneler de yıkılıyordu.
Bir savcı olaylardan sonra dava açacak kadar cesur davransa bile, davayı
sürdürmesi imkânsız oluyordu. Foster (savaş alanında dersini aldıktan sonra)
böyle suçlamaların gerçekten de kanuni suçlamalar olduğunu fark çtmişti; bir
Fostercınm tutuklanması, Foster aleyhinde ne eyalet mahkemesinde, ne de ulusal
Yüksek Mahkeme’de bir dava açılmasına yol açmadı.
Ama görünürdeki
kiliseye ek olarak bir de İç Kilise vardı, bu isim dışarıya hiç
sızmamıştı... bunlar sadece
rahipliğe yükselecek kadar adanmış olanlar, kilisenin tüm cemaat liderleri,
anahtarları ve kayıtları koruyanlar ile politika belirleyenlerden oluşuyordu. Bunlar
“yeniden doğanlar”dı, günahın ötesindeydiler, cennetteki yerleri hazırdı ve iç
kilisenin gizemlerini sadece onlar bilirdi... ayrıca doğrudan Cennet’e
yollanmaya sadece onlar adaydı.
Foster, bunları büyük bir titizlikle seçiyordu, operasyon çok fazla
büyüyene kadar her birini kendi elleriyle seçmişti. Mümkünse kendisi gibi
erkekler ve rahibe eşleri gibi, dinamik, tümüyle ikna olmuş (kendisinin olduğu
gibi), inatçı ve en basit, insani anlamıyla kıskançlıktan uzak (ya da günah ve
kusurları temizlendikten sonra böyle olmaya hazır) kadınlar. Hepsi de
potansiyel satirler ve nymphelerdi çünkü iç kilise, Amerika’da hiç görülmemiş
ve bu yüzden talebin çok fazla olduğu Dioniysyen bir yapıya sahipti.
Ama çok dikkatli davranıyordu; adaylar evliyse, her iki de gelmek
zorundaydı. Bekâr bir adayın cinsel açıdan çekici ve yine cinsel açıdan atak
olması gerekirdi; ve rahiplerine her zaman erkeklerin sayısının kadınlara eşit
ya da daha fazla olmasını öğütlemişti. Hiçbir yerde Foster’ın Amerikan tarihindeki
benzer tarikatların tarihini araştırdığı yazmıyordu... ama bunların çoğunun
çöküş sebebinin rahiplerin sahiplenici cinsel tutkularının sonuçta kıskançlığa
ve şiddete yol açması olduğunu ya biliyordu ya da hissetmişti. Foster bu
hataya asla düşmedi; hiçbir kadını sadece kendisine saklamadı, yasal olarak
evli olduğu karısını bile.
Ayrıca kendi iç grubunu büyütmeye de çalışmadı; halk tarafından bilinen
orta kilise, suçluluk duygusuyla yüklü ve mutsuz kitlelerin ihtiyaçlarını
karşılamak için yeterince seçenek sundu. Bir yerdeki uyanış, “Cennetsel Evliliğe” uygun iki çift bile çıkarsa, Foster’a yetti;
eğer uygun kimse yoksa Foster tohumların büyümesini bekledi ve bir rahip ya da
rahibe göndererek bunların beslenmesini sağladı.
Ama mümkün olduğu sürece her zaman aday çiftleri, yanında birkaç adanmış
rahibeyle birlikte kendisi test etti. Böyle bir çift zaten orta kiliseden
geçip “arınmış” olduğundan pek bir risk taşımadı... kadın adayla ilgili risk
hiç yoktu ve her zaman rahibelerini yollamadan önce erkek adayı kendisi iyice
değerlendirirdi.
Smith zamanla bir
büyücü gibi kısa bir kariyere sahip oldu. Sonunda Smith ile Fosterite
kültünün (özellikle cinsel açıdan) öğelerini Mars-kültü ile birleştirerek "Bütün âlemlerin Kilisesi" kurar. Batı
ezoterizmin üyeleri Mars dil öğrenmek ve psikokinetik yetenekleri kazanmak için
kiliseye dâhil olurlar. Ancak bu kilise sonunda Fosterites tarafından
kuşatılır "küfür" binası olur. Kilise birçok siyasetçiye ve karşı çıkanlara karşı şiddet eylemi
gerçekleştirmektedir. Smith ve onun takipçileri güvenliği tehlikeye girer.
Smith polis tarafından tutuklanır ama,
kaçar ve onun takipçileri döner. Daha sonra Jubal devasa servet ve
kilisenin mirasçısı olduğunu açıklar. O ve yeni yetenekleri ile Kilise
üyeleri yeniden organize insan toplumları ve kültürleri mümkün olacaktır. Smith, Fosterites tarafından hazırlanmış bir çete tarafından vurulur.
Smith,
ölüm korkusu ve sonra intihar girişiminde kurtardığı Juballe, konuşur ve
ölür. Jubal Smith'in hatıraları kaybolmadan ve istekleri doğrultusunda eski
koşulları yeniden yaratmak için Jubal evine döner. Bu arada Smith enkarne
olarak Fosterites kurucusu Baş Melek
olarak belirir .
ROBERT A. HEİNLEİN VE
ETKİLERİ
Kitapta başlıca aşağıdaki konulara el atar.
• 50'li yılların muhafazakâr doğasını
sorgular
• evlenmeden birlikte yaşamaya
• bireysel özgürlükler
• barış
• hükümetin eylemleri sorgulamak
Kitabın içindeki komünal yaşantı,
serbest seks ilişkileri, iktidara karşı güvensizlik Heinlein'den beklenmeyen
fikirlerdir ve çıktığı yıllarda A.B.D. ölçütünde küçük çaplı olaylara sebep olur. Savaş sonrası hippi akımının yükselişe
geçtiği yıllardır ve Hippiler bu kitabı kutsal kitap gibi kabul ederler.
Hatta o kadar ki Heinlein'in evinin çevresine hippi
hayranları kamp yapmaya başlar, bir tür kutsal mekân olur. Oysa yazarımız
askeri geçmişten de gelen etkiyle -Stranger in Strangerland içinde tersini
yazsa bile bunlara hâlâ karşıdır ve hippilerden rahatsız olup evinin çevresine
dört metre yüksekliğinde duvar ördürür.
Valentine Michael Smith, romanda, bazen Adem
aleyhisselâm, İsa aleyhisselâm, Mesih, görünümlerine girerken, bazen de bütün dünya dinlerini
birleştirmek için geri dönmüş bir peygamber ve mesih olduğu görülmesi; kitaptaki dine karşı eleştiriler
dinsizliğin propagandası haline döndüğünden Hıristiyan dünyada yasaklanmaya ve
sansürlenmesine neden olmuştur. İslam dünyası Dr Mahmud ile eleştirilmiştir.
(Bizim dünyada zaten kimseler pek bilmiyor) Daha sonraki bölümlerde Hz İsa yı
çağrıştıracak ögeler taşıyınca kutsal kitap özelliğine bürünmesini sağlar. Bu
şekilde Marstan Gelen Adam, tanrılaşmış kişiliğe bürünmüş vasfıyla dünyaya yeni
düzen getirmek isteyenlere ilham kaynağı olmuştur. Yine Hz. İsâ aleyhisselâm gibi Smith öldürülür.
Enkarne olur.
Oberon Zell-Ravenheart tarafından oluşturulan “Dünyalar Kilisesi” ve inanışın temelleri Robert A. Heinlein’in yazdığı
“Stranger in a Strange Land” adlı romandan ve Yunan Mitolojisi, paganizm ve
şamanizmden esinlenerek oluştu. Oberon
Zell-Ravenheart sadece kilise kurmakla kalmadı, ayrıca insanların birbirlerini
iyileştirmeleri için “Grey School of
Wizardry” adında bir büyücülük okulu da açtı. Oberon ve karısı Morning Glory
Zell-Ravenheart tarafından yönetilen kilisenin amaçları arasında, Yunan
tanrıçası Gaia’yı uyandırmak da vardır.
Yine Charles
Manson kurduğu tarikatı Robert Heinlein’ın
yazdığı Yaban Diyarlardaki Yabancı romanındaki yapılanmaya
dayandırır. Hatta müritlerinden birinin oğlunun adı Valentine Michael
Smith’tir.
Kaynak:
Robert A. Heinlein, 'Yaban
Diyarlardaki Yabancı' Orijinal Adı
: Stranger in a Strange Land İngilizce Aslından çeviren : Kağan Çam, Yayına Hazırlayan : Ferhan Ertürk,
Artemis Yayınları, 1. Basım : Aralık 2003, İstanbul
Heinlein, Robert A. Stranger in a
Strange Land. 1961. NY: Ace Books, 1987.
“Smith bir insan değil. Bir insanın genlerine ve soyuna sahip ama insan
değil. İnsandan daha çok bir
Marslı o. Biz gidene kadar asla bir insan görmemişti. Bir Marslı gibi düşünüyor,
bir Marslı gibi hissediyor. Bizimle hiçbir ortak noktası olmayan bir ırk
tarafından yetiştirildi. Yahu, cinsellik bile yok onlarda. Smith daha
önce hiç kadın görmedi ve emirlerime uyulduysa hâlâ da görmemiştir. İnsan
soyundan gelme ama çevresi ve yetiştirilişiyle bir Marslı.
Şimdi, eğer onu çıldırtmak ve meşhur ‘bilimsel hâzinenizi’ ziyan etmek
istiyorsanız, kaim kafalı profesörlerinizi çağırın da onu didik didik
etsinler. Ona iyileşip güçlenmesi ve bu dünya denen tımarhaneye alışması
için hiçbir şans vermeyin. Devam edin, limon gibi sıkın onu. Benden günah
gitti; işimi yaptım!”
Sessizlik Genel Sekreter Douglas’ın bizzat kendisi tarafından sakince bozuldu.
“İşinizi çok da iyi yaptınız, Kaptan. Önerileriniz dikkate alınacaktır ve
alelacele bir şeyler yapmayacağımıza emin olun. Eğer bu Smith denen adamın ya
da Mars’tan Gelen Adam’ın uyum sağlamak için birkaç güne ihtiyacı varsa,
eminim ki bilim biraz bekleyebilir, bu yüzden, sakin ol, Pete. Tartışmanın bu
kısmını kapatalım beyler ve diğer konulara geçelim. Kaptan Van Tromp yorgun.” Sh: 16
--
“‘Kesinlikle
Kadın Yok’ emri de ne demek oluyor? Bu adam bir çeşit seks manyağı mı?”
“Bildiğim kadarıyla değil. Tek bildiğim onu buraya Champion’dan (Uzay
Gemisi) getirdikleri ve kesin bir sessizlik içinde olması gerektiği.
“‘Champion mu?’” dedi ilk piyade. “Tabii! Şimdi anlaşılıyor.
“Ne anlaşılıyor?”
“Sebebi var. Aylardır hiç kadınla beraber olmadı, hiç kadın görmedi, hiçbir kadına
dokunmadı. Ve hasta. Anlıyor musunuz? Eğer bir kadınla
olursa kendisini öldürür diye korkuyorlar.” Göz kırptı ve dumanı üfledi. “Benzer durumda olsaydım ben kesin kendimi
öldürürdüm. Etrafında hiç piliç istememelerine şaşmıyorum.” Sh: 21
--
Hemşire Jill sütunun Ben’in kendi sendikaya bağlı makalesi olduğunu gördü.
KARGA YUVASI-Ben Caxton
Herkes, hastanelerin ve
hapishanelerin ortak bir yönü olduğunu bilir: İkisinden de kurtulmak çok zor
olabilir. Bazı yönlerden bir mahkûm bir hastadan daha az tecrit edilmiştir;
avukatını çağırtabilir, Adil Tanık talebinde bulunabilir, Kamuya açık bir
mahkemede kendisini hapseden makamdan sebep göstermesini isteyip Habeas Corpus’tan yararlanabilir.
Habeas Corpus: Kişinin keyfi olarak gözaltına
alınamayacağını ve bir mahkeme emri gerektiğini belirten hukuki terim.
16.yüzyılda İngiltere’de Habeas Corpus Act adı altında kanunlaşmış ve Dünya
çapında bir hukuk kavramı olmuştur.
Fakat kafadan kontak kabilemizin
büyücü doktorlarından birisinin emriyle konulan basit bir ZİYARET YASAK
levhası, bir hastayı Demir Maskeli Adam’ın karşılaştığı unutulmuşluktan çok
daha derinine atabiliyor.
Tabii ki hastanın en yakın
akrabası bu yöntemle uzak tutulamaz ama Mars’tan Gelen Adam’ın en yakın
akrabası yokmuş gibi görünüyor. Talihsiz Envoy’un mürettebatının Arz’da kalan
bağları çok azdı; eğer ki Demir Maskeli Adam’ın, pardon “Mars’tan Gelen Adam”
demek istemiştim, çıkarlarını koruyan herhangi bir akrabası varsa, (bu satırların
yazarı da dahil olmak üzere) birkaç bin araştırmacı gazeteci hâlâ bunu
doğrulayamadı.
Öyleyse Mars’tan Gelen Adam
adına kim konuşuyor? Kim çevresine silahlı nöbetçiler yerleştirilmesini
emretti? Ondaki dehşetengiz hastalık ne ki bırakın ona bir soru sormayı,
adamı göz ucuyla bile gören yok. Size sesleniyorum Sayın Genel Sekreter;
“fiziksel zafiyet” ve “G-Yorgunluğu” açıklamalarını yutmuyoruz; eğer cevap bu
olsaydı, silahlı muhafızların işini kırk beş kiloluk bir hemşire de yapardı. Bu
hastalık, doğası gereği mali olmasın sakın?
Ya da (kibarlığı elden
bırakmayalım) siyasi?
Sh:56-57
--
“Ben, neden biri böyle bir gücü istesin ki?”
“Neden güveler ışığa doğru uçarlar? İktidar hırsı cinsellik güdüsünden bile
daha mantıksız ve daha güçlüdür.. Ama bunun iki yönlü bir soru olduğunu
söylemiştim. Smith’in mal varlığı neredeyse Mars’ın sözde Kralı-İmparatoru
olmasının yarattığı özel durumu kadar önemli. Hatta, bir Yüksek Mahkeme kararı
onu Mars üzerindeki fiili işgal hakkından edebilir ama Lyle İtkisi ve Lunar
Girişimcilik’teki yüklü hissesi üzerindeki mülkiyetini sarsacak bir şeyin
varlığından şüphe ederim. Her şeyden önce sekiz vasiyet kamuya açık kayıtlar
ve en önemli üç durumda vasiyetli ya da vasiyetsiz mirasa konuyor. Ölürse ne
olur? Bilemiyorum. Tabii ki ortaya binlerce kuzen adayı fırlar ama Bilim
Vakfı böyle açgözlü pislikleri yirmi yıldır savuşturmayı becerdi. Öyle
gözüküyor ki eğer Smith vasiyet bırakmadan ölürse muazzam serveti devlete
kalacak.” Sh:66
--
“Sefahat dolu bir hafta sonu için Atlantic City’ye gidelim hemen, sadece
ikimiz.”
“Ama Jubal!”
“Faydalanmaya kalktığımda minnetin ne kadar derine kadar gidebildiğini
gördün mü?”
“Ah! Hazırım. Ne zaman gidiyoruz?”
“Haydi oradan! Kırk yıl önce
gitmiş olmalıydık. Kapa çeneni. Söylemek istediğim ikinci şey; haklısın; çocuk
gerçekten de insan âdetlerini öğrenmek zorunda. Camiye girerken ayakkabısını,
sinagoga girerken şapkasını çıkarmak ve tabu bunu gerektirdikçe çıplaklığını
örtmek zorunda, yoksa kabilemizin şamanları onu sapkınlıkla suçlayıp yakarlar. Ama
çocuğum, Şeytan’ın beş farklı yüzü adına, ne yaparsan yap, bu süreçte onun
beynini yıkama. Her zaman alaycı kalmasını sağla.”
“Ih, bunu nasıl başarabileceğimi bilmiyorum, Jubal. Yani, Mike’ta
alaycılığın zerresi yok gibi.” Sh:183
--
“Şimdi bana o stereovizyonda ne gördüğünü ve ondan ne grokladığını anlat.”
Ardından yaptıkları konuşma Mike ile yapılan her zamanki sohbetlerden bile
daha uzun, karmaşık ve yorucuydu. Mike aptal kutusunda gördüğü her bir
ayrıntıyı, hareketi, sesi ve mimiği -reklamları da dahil ederek anlattı.
Ansiklopediyi okumayı neredeyse bitirmişti. “Din”, “Hıristiyanlık”, “İslam”,
“Musevilik”, “Konfüçyüsçülük”, “Budizm” ve din ile ilgili başka birçok maddeyi
de okumuştu. Ama bunların hiçbirini
groklamamıştı.
En azından Jubal kafasındaki bazı fikirlerden emindi, (a) Mike Fostercı
töreninin dini bir şey olduğunu bilmiyordu; (b) Mike dinler hakkında
okuduklarını hatırlıyor ama bunları anlamadığının farkında olduğundan
gelecekte üzerine düşünmek için saklıyordu; (c) aslında Mike’ın asıl
anlamadığı sözlükte yazan dokuz karşılığını da tekrarlayabilecek durumda olmasına rağmen “din”
kelimesinin kendisiydi; (d) Mars dilinde buna
karşılık gelen ve Mike’ın karşılaştırabileceği bir kelime (ya da kavram) yoktu;
(e) Jubal’in Duke’e anlatmış olduğu Marslı “dinsel törenler”in Mike’a göre
bunlarla ilgisi yoktu; Mike için bu gibi
şeyler Jubal için markete gitmek zorunluluğu kadar sıradandı; (f) Mars dilinde “din”,
“bilim”, “felsefe” gibi insana özgü kavramları ayrı ayrı ifade etmeye imkân
bulunmuyordu. Mike da artık akıcı
bir İngilizce konuşuyor olsa da hâlâ Marsça düşündüğünden bu kavramlardan
herhangi birini diğer ikisinden ayırabilmesi mümkün değildi. Tüm bu meseleler
kısaca “Eskiler”den gelen öğretilerdi.
Hiç şüphe duymamıştı ve araştırması gerekmemişti (Marsça’da her iki kavramın da
karşılığı yoktu); her sorunun cevabı Eskiler’den alınmalıydı. Onlar, ister
kozmik teoloji isterse sh:239
--
“Sonuç?”
“Sen
bana ‘Dünyayı Tanrı yaptı’ dedin.”
“Hayır! Hayır!” dedi Harshaw, aceleyle. “Ben sana
tüm bu dinlerin açıklamaları farklı olsa da çoğunun ‘Dünyayı Tanrı yaptı’
dediğini söyledim. Bunu tam olarak groklamasam da kullanılan terimin ‘Tanrı’
olduğunu söyledim.”
“Evet, Jubal,” diye onayladı Mike. “Kelime ‘Tanrı’,” diye ekledi.
“Grokluyorsun.”
“Hayır! İtiraf edeyim ki groklamıyorum.” “Grokluyorsun,” diye ekledi Mike,
kararlı bir şekilde. “Ben açıklayacak kelimeyi bulamamıştım. Sen grokluyorsun.
Anne grokluyor. Ben de grokluyorum. Ayaklarımın altındaki çimen de mutlu ve
güzelce grokluyor. Ama kelimeye ihtiyacım vardı. Bu kelime ‘Tanrı’.”
Jubal kafasını temizlemek istercesine iki yana salladı. “Devam et.”
Mike zafer kazanmış edasıyla parmağını Jubal’e doğrulttu. “Sen
Tanrı"sın!”
Jubal eliyle alnına vurdu. “Ah, İsa aşkına: Ben ne yaptım? Bak, Mike, sakin
ol! Acele etme! Beni anlayamadm. Üzgünüm. Çok üzgünüm! Söylediklerimi unut ve
başka bir gün en baştan başlayalım. Ama...”
“Sen Tanrı’sm,” diye tekrarladı Mike, sakince. “Groklayabilen kişi. Anne,
Tanrı. Ben Tanrı’yım.sh:249
--
Smith hâlâ “Tanrı” denilen insan sözcüğünü doğru grokladığını düşünüyordu;
karışıklık, onun diğer insan sözcüklerini seçmekteki başarısızlığından
kaynaklanmıştı. Kavram aslında o kadar basit, o kadar temel ve o kadar
gerekliydi ki herhangi bir yuvalı bunu rahatlıkla açıklayabilirdi tabii ki
Marsça’da. O zaman sorun, doğru şekilde konuşmasını sağlayacak insan
sözcüklerini bulmakta ve kendi insanlarının dilindeki benzerlerin uyacak
şekilde sıraya koymaktaydı.
Bunu, İngilizce’de bile olsa söylemenin neden zor olduğu üzerine kısa bir
an için şaşkınlıkla düşündü, sonuçta bu, herkesin bildiği bir şeydi... öyle
olmasa canlıyken groklamak mümkün olmazdı. Belki de kelimelerin durmadan
değişen anlamlarıyla uğraşıp durmak yerine insanların Eskilerine bunu nasıl tarif
edeceğini sormalıydı. Eğer öyleyse, Jubal
bunu ayarlayıncaya kadar beklemeliydi çünkü burada kendisi sadece bir yumurta
sayılırdı ve böyle bir şeyi ayarlaması mümkün değildi.sh:256
--
“Her zaman bir seçenek vardır! Bu seferki ‘kötü’ ve ‘daha kötü’ arasında
bir seçim... bu da ‘iyi’ ve ‘daha iyi’ arasındakinden çok daha üzücü.”
“Şey, Jubal? Ne yapmamı bekliyorsun?”
“Hiçbir şey,” diye karşılık verdi Harshaw. “Çünkü bu gösteriyi tümüyle
kendim yürüteceğim. Ya da neredeyse hiçbir şey diyelim. Şu yazdığın günlük
pislikte Joe Douglas’ı bu görüşmeyle ilgili olarak yerden yere vurmaktan
kaçınmanı istiyorum hatta onu ‘bir devlet adamı gibi kendini kontrol
edebildiği’ için biraz övebilirsin de.”
“Şimdi kusacağım!”
“Çimenlere kusma lütfen. Şapkanı kullan. Çünkü, neler yapacağımı, neden
yapacağımı ve Joe Douglas’ın bunları neden kabul edeceğini sana önceden
söyleyeceğim. Bir kaplanın sırtında yolculuk etmenin en önemli kuralı, kulaklarını asla
bırakmamaktır.”
“Ukalalığı bırak. Durum ne?”
“Kaim kafalılığı bırak da dinle. Bu çocuk meteliksiz bir ‘hiç kimse’
olsaydı, sorun olmazdı. Ama o, Karun’un hayal bile edemeyeceği kadar büyük bir
servetin tartışmasız tek varisi... artı Sekreter Fall’ın Doherty’nin
vermediğini kanıtladığı rüşveti almakla suçlanması örneğinden bu yana görülen
en aptalca politik-adli iddia ile bu servetten de büyük bir politik güce sahip
olduğu düşünülüyor.”
“Evet ama...”
“Kontrol bende. Jill’e de söylediğim gibi, şu ‘Gerçek Prens’ saçmalığıyla
işim yok. Ayrıca tüm o serveti ‘onun’ olarak da görmüyorum; bir kuruşunu bile
kendisi kazanmış değil. Kendisi kazanmış olsaydı bile -onun yaşında bu imkânsız
‘mülk’, çoğu insanın düşündüğü doğal ve açıkça ortada olan kavramdan biraz
farklıdır.”
“Anlayamadım?”
“Herhangi bir şeyin mülkiyeti
çok karmaşık bir soyutlamadır, mistik bir ilişkidir, gerçekten de Tanrı biliyor
ki hukuk teorisyenlerimiz bu gizemli ilişkiyi iyice karmaşık hale getiriyorlar;
ama bunun ne kadar ince bir nokta olduğunu Marslıların anlayışını görünceye
kadar fark etmemiştim. Marslıların mülkü yok. Hiçbir şeyin... kendi
vücutlarının bile sahibi değiller”
“Bir dakika, Jubal. Hayvanların bile mülkü
vardır. Marslılar hayvan değiller; büyük şehirleri ve tüm o başka şeylerle çok
gelişmiş bir uygarlıkları var.”
“Evet. ‘Tilkilerin delikleri ve havadaki kuşların yuvaları vardır.’ Ye
kimse bir mülkün sınırlarını ve onunla ilgili hakları bir bekçi köpeğinden daha
iyi bilemez. Ama Marslılar öyle değil. Tabii ki her şeyin birkaç milyon ya da
milyar yaşlı vatandaş -sana göre ‘hayalet’ tarafından ortak olarak
sahiplenilmesine ‘mülkiyet’ diyorsan başka.”
“Söylesene, Jubal, şu Mike’m bahsettiği ‘Eskiler’ de ne?” “Resmi versiyonu mu
istersin? Yoksa benim kişisel fikrimi mi?”
“Ha? Kişisel fikrini. Ne düşünüyorsun?”
“O zaman bunu kendine sakla. Bence tümüyle dinsel bir saçmalık, gübre
olarak kullanılacak nitelikte. Bence, bir çocuğun kafasına daha sonra
kurtulmasını imkânsız kılacak kadar erken yaşlarda sokulmuş bir batıl inanç
bu.”
“Jill, sanki inanıyormuş gibi konuşuyor.” Sh:320-321
--
Marslıların bireyler arası ilişkilere verdikleri yüksek değeri doğru
şekilde grokluyordu.
Ortada yapacak bir şey yoktu; Valentine Michael ile suyu paylaşmıştı ve şimdi dostunun güvenini boşa
çıkarmaması gerekiyordu... elinden sadece bu
Yankeelerin tümüyle onursuz insanlar olmadıklarını ümit etmek geliyordu.
Böylece yüzünde sıcak bir gülümsemeyle Jubal’in elini sıktı. “Evet.
Valentine Michael bana –gururla hepinizin onunla...” (Dr. Mahmud Marsça bir
kelime söyledi) “... olduğunuzu söyledi.”
“Hı?”
“Su
kardeşliği. Anlıyor musunuz?”
“Grokladım.”
Mahmud’un bu konuda ciddi şüpheleri vardı ama belli etmeden devam etti:
“Zaten onunla böyle bir ilişkim olduğundan ailenin bir parçası olarak kabul
edilmeyi diliyorum. Sizin adınızı biliyorum ve sanırım bu da Bay Caxton; aslında resminizi köşenizin üzerinde
görmüştüm, Bay Caxton; fırsat buldukça
okuyorum. Bakalım genç bayanları tanıyabilecek miyim. Şu, Anne olmalı.”
“Evet. Ama şu anda cüppesi üzerinde.”
“Evet, tabii ki. Mesleğiyle meşgul olmadığı bir zamanda ona saygılarımı
sunarım.”
Harshaw onu diğer üçüyle tanıştırdı... ve Jill onu,
bir su kardeşine söylenen hitap şeklini doğru kullanarak şaşırttı. Sesi
yetişkin bir Marslıya göre üç oktav daha tizdi ama gırtlaktan gelen aksansız
telaffuzu doğruydu. Bu, Jill’in güçlükle anladığı yaklaşık yüz kelime içinde
telaffuz edebildiği birkaç kelimeden biriydi; bu kelimeyi çok iyi öğrenmişti
çünkü her gün defalarca duyuyor ve kullanıyordu.
Dr. Mahmud’un gözleri şaşkınlıktan hafifçe büyüdü; belki de bu insanlar
basit, sünnetsiz barbarlar olmayabilirlerdi... ayrıca genç dostunun sezgileri
güçlüydü. Hemen Jill’e doğru hitapla karşılık verdi ve başını eğerek onu
selamladı.
Jill, Mike’ın durumdan çok memnun olduğunu açıkça görebiliyordu; biraz
beceriksizce ama anlaşılır şekilde bir su kardeşinin karşılık vermekte
kullanabileceği dokuz sözcükten en kısa olanını söyledi; oysa bunun anlamını
tam olarak groklayamıyordu ve insan biyolojisindeki karşılığını (İngilizce olarak)
yeni tanıştığı bir adama karşı kesinlikle kullanmazdı!·
Oysa Mahmud, söyleneni anladı ve (insanlar için imkânsız olan) direkt
tercümesini değil, sembolik anlamını aldı ve uygun karşılığı verdi. Ama Jill’in
linguistik yeteneğinin sınırı bu kadardı; adamın söylediğini anlamamıştı ve
gündelik İngilizce’yle bile kişilik veremezdi.
Ama bir anda ilham geldi. Masaya belirli aralıklarla insanların
yüzyıllardır konuşma sırasında kullandıkları birer eşya konmuştu; su dolu
sürahiler ve yanlarında da bardaklar. Uzandı, sürahilerden biriyle bir bardak
aldı ve su doldurdu.
Mahmud’un gözünün içine baktı. “Su. Yuvamız senindir,” dedi içtenlikle. Bardağı dudaklarına değdirdi
ve Mahmud’a uzattı.
Mahmud ona Marsça bir karşılık verdi, sonra anlamadığını görünce tercüme
etti. “Suyu paylaşan her şeyi paylaşır.”
Bir yudum aldı ve tam bardağı Jill’e geri veriyordu ki yanlışını düzeltti,
Harshaw’a baktı ve bardağı ona
sundu.
“Ben Marsça konuşamıyorum, evlat; ama su için sağ ol.
Asla susuz kalmayasın,” dedi Jubal. Bir yudum aldı, sonra bardağın üçte
birini bitirdi. “Ah!”sh:334
--
“Dilin
kendisi bir insanın en temel düşüncelerini belirler.”
“Evet ama... Doktor Mahmud, Arapça biliyorsun, değil mi?”
“Eh? Uzun yıllar önce, pek de iyi olmasa da biliyordum,” diye kabullendi
Jubal. “Bir süre AFS aracılığıyla Filistin’de bulunmuştum. Ama artık pek
hatırlamıyorum. Hâlâ biraz okuyabiliyorum... çünkü peygamberin sözlerini orijinal haliyle
okumayı tercih ediyorum.”
“Gayet uygun. Kuran
tercüme edilemeyeceğinden dolayı... ne kadar dikkatli olunursa olunsun tercüme
sırasında ‘harita’ değişir. Öyleyse İngilizce’nin bana ne kadar zor
geldiğini anlayabilirsin. Sadece benim dilimin
kelimelerinin anlamlarının daha sınırlı olması ya da zamanların daha az olması
değil; tüm ‘harita’ değişiyor. İngilizce, insan dilleri içinde en genişi en yakın rakibinden birkaç kat fazla
kelime içeriyor; sadece bu bile İngilizce’nin dünyanın lingua francası ’ [Lingua franca: İtalyanca, eri yaygın şekilde
kullanılan dil.] olmasının kaçınılmaz olduğunu gösteriyor çünkü -barbarların
etkisine rağmen en zengin ve en esnek dil bu... ya da belki de barbarların
etkisi yüzünden demeliyiz. İngilizce, karşısına çıkan her şeyi yutuyor ve buradan yeni bir İngilizce
türetiyor. Kimse, korunan ve
sınırları olan bazı dillerde olduğu gibi bu süreci durdurmaya çalışmadı...
muhtemelen bunun sebebi de bir ‘Kraliyet İngilizcesi’nin olmayışı; çünkü ‘Kraliyet İngilizcesi’
Fransızca’dır. İngilizce,
kimsenin nasıl büyüdüğünü umursamadığı karışık bir dildi... ve o da büyüdü!
Devasa boyutlara ulaştı. Öyle ki bu canavarı kucaklamayı göze almayan kimse
eğitimli sayılmıyor artık.
“Bu çeşitlilik, incelik ve mantıksız, yerel ağızlara bağlı bu karmaşıklık,
başka dillerde söylenmesi mümkün olmayan şeyleri İngilizce söylememizi
sağlıyor. Bu, neredeyse beni çıldırtıyordu... ta ki bu dilde düşünmeyi -ve bu
sayede doğup büyüdüğüm ‘haritanın’ üzerine bir başkasını koymayı öğrenene
kadar. Birçok açıdan daha iyi bir harita bu; en azından daha ayrıntılı olduğu
kesin.”
“Ama yine de basit bir dil olan Arapça’da
söylenip de İngilizce’de karşılığı olmayan şeyler var.”
Jubal başıyla onayladı. “Çok doğru. İşte bu yüzden, az da olsa Arapça
okumayı bırakmadım.”
“Evet. Ama Mars dili İngilizce’den öyle karmaşık -ve evrenin algılanmasını
soyutlayışı bakımından çok farklıki kıyaslarsak İngilizce ve Arapça aynı dil
sayılabilir. Bir İngiliz ve bir Arap birbirlerinin düşüncelerini diğerinin
dilinde anlamayı öğrenebilirler. Ama herhangi birimizin (kendine özgü bir
şekilde öğrenen Mike dışında) Marsça düşünebileceğinden emin değilim -evet,
ikinci bir dil olarak Marsçayı öğrenebiliriz zaten benim konuştuğum da bu.
“Şimdi bu kelimeyi ele alalım:
‘grok’. Anlamı sanırım Marslıların bir ırk olarak düşünmeye ve konuşmaya
başladıkları zamana kadar uzanıyor -bu da onların tüm ‘haritasını gözler önüne
seriyor ve aslında oldukça basit. ‘Grok’, ‘içmek’ demek.”
“Ha?” dedi Jubal. “Ama Mike sadece içmekten bahsederken asla ‘grok’
demiyor. O...”
“Bir dakika.” Mahmud, Mike’la Marsça konuştu.
Mike biraz şaşırmış görünüyordu. “Grok içmek demek,” dedi ve konuyu
kapattı.
“Ama Mike aynı zamanda,” diye devam etti Mahmud, “söyleyeceğim yüzlerce
başka kelimeyi de kabul ederdi, bizim farklı kavramlar, hatta zıt kavramlar
olarak adlandıracağımız sözcükleri bile. Ve ‘grok’, nasıl kullandığınıza bağlı olarak bu anlamların hepsini
kapsıyor. ‘Korku’ demek, ‘sevgi’ demek, ‘nefret’ demek Marslıların ‘haritasına’ göre bir şeyi tümüyle
groklamadan, onunla kendinizi bütünleşmiş sayacak kadar iyi anlamadan ondan
nefret edemezsiniz. Kendinizden de nefret etmeniz gerekir. Ama bu, aynı zamanda
o şeyi sevmenizi ve bağrına basmayı gerektirir. İşte o zaman nefret edebilirsiniz
ve (bence) Marslıların nefreti öyle yoğun bir duygu ki bizim buna en yakın
duygumuz onun yanında ancak hafif bir hoşnutsuzluk gibi kalır.”sh:355
--
“Kaptan, Jubal’in çıkarımını destekleyecek
sağlam kanıtlar var,” diye aniden araya
girdi Mahmud. “Bir kültürü diline bakarak analiz edebilirsin ve Marsça’da ‘savaş’
anlamına gelen bir sözcük yok.” Durdu, kafası karışmış gibiydi. “En azından ben olmadığını sanıyorum.
Ayrıca ‘silah’ ya da ‘kavga’ anlamına gelen sözcükler de yok. Bir dilde bir
kavramla ilgili sözcük yoksa, o sözcüğün sembolize ettiği şey de yok demektir.”
“Ah, saçmalama, Kokarca! Hayvanlar dövüşür...
hatta karıncalar organize savaşlar yapar. Bana onların savaşmadan önce bunun için bir kelime icat etmek zorunda
olduklarını mı söylemeye çalışıyorsun?”sh:385
--
Örneğin, “Zuruf suresi’ yetmişinci ayet, değil mi, Kokulu?”
“‘Cennet’e girin! Siz ve eşleriniz ikramlarla ağırlanacaksınız.’
İngilizce’ye aşağı yukarı bu şekilde tercüme edilebilir,” diye onayladı Mahmud.
“Şey,” dedi Miriam, “Muhammedi erkeklerin cennete gittiklerinde oynamaları
için onlara sunulan güzel hurilerden bahsedildiğini duydum, bu da karılarına
pek ihtiyaç kalmadığı anlamına geliyor.”
“Huriler kadın değildir,” dedi Jubal. “Onlar, tıpkı cinler ve melekler
gibi farklı yaratıklardır. İnsan ruhlarına ihtiyaçları yoktur, onlar zaten
ruhturlar, yaşlanmazlar, değişmezler ve güzeldirler. Erkek huriler de vardır ya
da en azından erkeğe eşdeğer olanlar. Hurilerin Cennet’e girmek için
uğraşmaları gerekmez, onlar zaten çalışanlar listesindedirler. Sınırsız lezzetli
yiyecekleri, asla baş ağrısı yapmayan içkileri taşırlar ve istenildiğinde başka
eğlenceler de sunarlar. Ama insan kadınlarının ruhları da tıpkı erkekler gibi
Cennet’te ev işi yapmak zorunda değildir, değil mi, Kokulu?”
“Gerçeğe oldukça yakın, kullandığın saygısızca sözcükleri saymazsak tabii.
Huriler...” Bir anda durdu ve öyle hızla doğruldu ki Miriam sırtından düştü.
“Hey! Siz kızların ruhu olmayabilir! ”
Miriam doğruldu. “Seni nankör kâfir! Sözünü geri al!” dedi kızgın bir
sesle.
“Sakin ol, Meryem. Ruhun yoksa zaten bir ölümsüzsün demektir, ruha ihtiyacın olmaz. Jubal... bir insanın ölmesi ve bunu fark
etmemesi mümkün mü sence?”
“Bir şey diyemeyeceğim. Hiç denemedim.”
“Mars’ta ölmüş ve eve döndüğümü sadece hayal etmiş olmam mümkün mü?
Etrafına bak! Peygamberin kendisinin bile memnun kalacağı bir bahçe. Her an
leziz yiyecekler ve içecekler taşıyan dört huri. Hatta, huysuzluk edip
fazlasını istersen erkekler de var. Burası Cennet mi?”
“Öyle olmadığını garanti ederim,” dedi ona Jubal. “Bu hafta vergilerimi
ödemem gerekiyor.”
“Bu beni etkileyen bir şey değil.”
“Ve şu hurileri ele alalım -tartışma adına onların tanıma uygun olarak
kabul edilebileceklerini varsaysak bilesonuçta güzellik gözlerdedir,
bakılanlarda değil...”
“Kesinlikle geçer not alırlar.”
“Ve bunu ödeyeceksin, Patron,” diye ekledi Miriam.
“... hâlâ hurilere ait bir özellik eksik kalıyor,” dedi Jubal. “Hımm...”
dedi Mahmud, “bu konuya girmesek iyi olur. Cennet’te bu geçici bir fiziksel
durum değil, kalıcı bir ruhsal durum olurdu; düşünüş şekli gibi. Değil mi?”
“Bu durumda,” dedi Jubal, “bunların huri olmadıklarına eminim.”
Mahmud iç çekti. “Bu durumda birini kendi dinime çekmem gerekecek.”
“Neden sadece birini? Dünya üzerinde hâlâ kotanın tamamını
doldurabileceğin ülkeler var.”
“Hayır, dostum. Yasalar dördüne izin verse de Peygamber’in hadislerinde bir
erkeğin birden fazla kadınla hakkını vererek ilgilenmesinin imkânsız olduğu
yazar.” Sh:454
--
Neden, biliyor musun? Bir ahmağı ahmak yapan şeyin ne olduğunu
bilmiyorsun; onların zihnine giremiyorsun. Gerçek bir sihirbaz sadece ufak bir
bozuk para numarasıyla bile kurbanların ağzını bir karış açık bırakır. Şu
yaptığın Thurston levitasyonu... bundan daha mükemmelini yapanı görmedim ama
kurbanlar bir türlü ısınamadılar. Psikoloji yok. Şimdi, örnek olarak beni
alalım. Ben havadan bir çeyreklik bile yaratamam... lanet olsun, kendimi
yaralamadan çatal bıçakla yemek yemeyi bile zor beceriyorum.
Oyunculuk yeteneğim de yok... ama işe yarar bir numara, var. Kurbanları tanıyorum.
Kalplerinde neyin yattığını, nerede ve ne kadar, olduğunu biliyorum. Onlar
bilmese bile ben neyi arzuladıklarını biliyorum. Şovmenlik budur, evlat. Seçilmeye çalışan bir politikacı da olsan, kürsüde tepinen bir vaiz de
olsan... bir sihirbaz da olsan budur. Ahmakların ne istediklerini öğren,
numaralarının yarısını yapmana gerek bile kalmaz.”
“Haklı olduğundan eminim.”
“Haklı olduğumu biliyorum. Ahmaklar seks, kan ve para ister. Onlara gerçek kan vermeyiz... tabii alev yutan ya da bıçak atanlardan
biri korkunç bir hata yapmadığı sürece. Onlara para da vermeyiz; sadece kazanma
umudu sunarız ve bu sırada ceplerindeki parayı azar azar alırız. Onlara gerçek seks de sunmayız. Peki neden
her on müşteriden yedisi ekstra sürprize bilet alır? Bir hatunu çıplak görmek
için -ve sadece bakmanın karşılığında iki onluk kazanma şansı olduğundan oysa
muhtemelen evlerinde en az bizimki kadar, belki daha da güzel ve üstelik
istediklerinde çıplak görebilecekleri bir tane vardır. Onlar çıplak bir kadın
da görmez, para da kazanmazlar; buna rağmen onları evlerine mutlu bir şekilde
yollarız.
“Ahmaklar
başka ne ister?”
Gizem! Öyle olmadığını gayet iyi bilmesine rağmen dünyanın romantik bir yer
olduğunu düşünmek isterler. Senin işin bu... sadece nasıl yapacağını henüz
bilmiyorsun. Lanet olsun, evlat, kurbanlar bile senin numaralarının sahte
olduğunu bilir... sadece gerçek olduğuna inanmak isterler ve onların, çadırda
oldukları sürece inanmalarını sağlamak da senin işin. İşte sende bu eksik.”
“Bunu nasıl yapabilirim, Tim? Ahmakların ne istediğini nasıl öğrenebilirim?”
sh:476
--
Peder Foster, mesele dini özgürlükleri
savunmak olunca bronz muştalar, sopalar ve polislerle kavga etme hevesinin
pasif direnişten çok daha etkili olduğunu daha en başta fark etmişti. Onun
kilisesi kuruluşundan itibaren militandı. Ama kendisi aynı
zamanda bir taktisyendi; büyük savaşlar ancak topçu desteği Tanrı’nın yanındaysa yapılıyordu. “... ve onu kurtarıyorlar, onu oraya atan
putperest yargıcı da katran ve tüye buluyorlar. Ön tarafa dönüyoruz. Ih, pek
iyi göremiyorsunuz; sutyenim çoğunu örtüyor. Ne kötü.” Sh:491
--
“Patty Teyze dedi ki “Inancın bana neler yaptığını görmenizi
istedim. Ama bu sadece dışarıdan görünen; esas değişiklik içeride. Mutluluk.
Bunu size anlatmayı denemeliyim. Yüce Tanrı biliyor ya, benim hitabet yeteneğim
hiç yoktur... ama denemek zorundayım. Sonra da becerebilirsem sorularınızı
cevaplamaya çalışacağım. Öncelikle diğer sözde kiliselerin Şeytan’nın tuzakları olduğunu kabul etmeniz gerekiyor. Sevgili İsa Gerçek İnancı duyurdu, Foster böyle söylüyor ve ben de ona inanıyorum.
Ama Karanlık Çağlarda
onun sözleri bilerek çarpıtıldı ve eklemelerle İsa’nın kendisinin
tanıyamayacağı hale getirildi. İşte Foster bu yüzden
dünyaya gönderildi, Yeni Vahiy’i duyurmak ve her şeyi düzeltip açıklığa
kavuşturmak için.”
Kilise mensubu Patricia Paiwonski bir parmağını uzattı ve bir anda çok
etkileyici göründü, kutsal bir ahlak ve mistik sembollerle donanmış bir rahibe
gibiydi. “Tanrı Mutlu olmamızı istiyor. Tüm dünyayı, eğer ışığı görürsek bizleri
mutlu edecek şeylerle doldurdu. İçip neşelenmemizi istemeseydi üzüm suyunun
şaraba dönüşmesine izin verir miydi? Üzüm suyu olarak kalmasını
sağlayabilirdi... ya da kimseye azıcık keyif bile vermeyerek doğrudan sirkeye
dönüşmesini. Bu doğru, değil mi? Tabii ki körkütük sarhoş olup karınızı ihmal etmenizi
ve çocuklarınızı dövmenizi kastetmedi... ama bize kullanabileceğimiz güzel
şeyler verdi, tabii ki kötüye kullanmamız... ya da umursamamamız için değil.
Ama ışığı görmüş arkadaşlarının arasında birkaç kadeh içmek istiyorsan ve bu da
sende zıplayıp dans ederek Tanrı’ya şükranlarını sunma isteği uyandırıyorsa...
neden yapmayasın? Tanrı alkolü de yarattı, ayakları da... ve onları ikisini bir
araya getirip mutlu olalım diye yarattı.”
Durakladı. “Kadehi doldur, şekerim; vaaz vermek insanı susatıyor; bu sefer o kadar
fazla gazoz koyma; viski gayet güzel. Ve hepsi bu da değil. Tanrı kadınlara
bakılmasını istemeseydi, onları çirkin yaratırdı... bu mantıklı, değil mi? Tanrı hile yapmaz. Bu oyunu kendisi yarattı;
onu kurbanların asla kazanamayacağı şekilde ayarlamamıştır. Hileli bir oyunda
kaybettikleri için kimseyi Cehennem’e yollamaz.”
“Pekâlâ! Tanrı Mutlu olmamızı istiyor ve nasıl olacağını da söylemiş: ‘Birbirinizi sevin!’ Zavallının ihtiyacı varsa bir yılanı sevin.
Işığı görmüşse ve kalbinde sevgi varsa komşunuzu sevin... ve sizi belirlenmiş
yoldan saptırıp Cehennem çukuruna götürmeye çalışan günahkârlar ve Şeytan’ın yoz uşaklarına da elinizin tersiyle çakıverin. Ve ‘sevgi’ derken sadece tenin baştan
çıkarıcılığına kapılmamak için kafasını ilahi kitaplarından kaldırmayan şu
duygusal yaşlı teyze sevgisini de kastetmedi. Tanrı tenden nefret ediyorsa, Niçin o
kadar ten yarattı? Tanrı ödlek değildir. Grand Canyon’u ve gökyüzünde gezen kuyruklu yıldızları, kasırgaları ve
depremleri yarattı... tüm bunları yapan bir Tanrı’nın, genç kızın biri bir şey almak için eğildi ve adamın biri de onun
göğüslerini gördü diye altına kaçırıyor olması mümkün mü? Öyle olmadığını iyi biliyorsun, şekerim; ben
de biliyorum! Tanrı bize sevmemizi söylediğinde bize bir kart uzatmıyordu; gerçekten
onu kastediyordu. Sürekli altlarının değişmesine ve sevgiye ihtiyacı olan küçük
bebekleri sevelim ve güçlü, kokulu erkekleri de sevelim ki sevecek başka
bebekler de olsun... ve ikisinin arasında sevişmeye devam edelim çünkü sevişmek
çok güzel!
“Tabii ki bunda da bir viski şişesine fazlaca dalarak sarhoş olup sonra da
gidip bir polis dövmek gibi aşırılığa kaçmayacağım. Aşkı satamazsın, mutluluğu
satın alamazsın, ikisinin de fiyat etiketi yoktur... öyle olduğunu
düşünüyorsan, Cehennem’e giden yollar sana açık demektir. Ama açık yüreklilikle
verir ve Tann’nın sonsuz kaynağından alırsan, Şeytan sana dokunamaz. Para mı?”
Jill’e baktı. “Şekerim, şu su paylaşma işini birisiyle, diyelim bir milyon
dolar karşılığı yapar mıydm? On milyon yapalım, vergisiz.”
“Tabii ki hayır.” (“Michael, bunu grokluyor musun?”)
(“Neredeyse tümüyle, Jill. Beklemek var.”)
“Görüyor musun, tatlım? Ne anlama geldiğini biliyordum, o suda sevgi
olduğunu biliyordum. Sizler arayıcısınız, ışığa çok yakınsınız. Ama sizi
ikiniz, içinizde sevgiyle Michael’ın dediği gibi ‘suyu paylaşıp daha da
yakınlaştığınıza’ göre, size normalde bir arayıcıya anlatmayacağım şeyleri de
anlatabilirim...”
Kendi kendini öyle ilan etmiş ya da doğrudan doğruya Tanrı tarafından ilan
edilmiş, otoriteden otoriteye değişir. Rahip Foster, yaşadığı kültür ve zamanın
nabzını tutmak konusunda en az, becerikli bir panayır çalışanının bir kurbanı
tanıması kadar yetenekliydi. “Amerika” adıyla bilinen ülke ve kültür tüm tarihi
boyunca bölünmüş bir kişiliğe sahip olmuştu. Kanunları, Rabelaisçi [Rabelais,
François: Ortaçağ skolastizmini ve batıl inançlarını eleştiren Fransız yazar ve
hümanist] olmaya eğilimli bir halk için fazlasıyla püritendi; büyük dinlerinin
hepsi çeşitli derecelerde Apolloncuydu; dinlerin yeniden uyanışlarıysa
Dioniysosçu denecek kadar isterik olabiliyordu. Yirminci yüzyılda (Arz’ın
Hıristiyan Dönemi), seks Dünya’nın hiçbir yerinde,
Amerika’daki kadar baskı görmemişti ve başka hiçbir yerde de sekse bu kadar
büyük bir ilgi yoktu.
Rahip Foster, dünyadaki tüm diğer büyük dini liderlerin sahip olduğu iki
özelliğe sahipti: Çok çekici bir kişiliği vardı (onu eleştirenler, başka
sıfatlarla birlikte “hipnotize edici” sözünü de sık sık kullanıyorlardı) ve
cinsel olarak insan normları içinde bir yere sahip değildi. Dünyadaki büyük
dini liderler ya tümüyle cinsellikten uzaktılar ya da bunun tam tersi
geçerliydi. (Büyük liderler, yeni bir şeyi başlatanlar ama üst düzey
yöneticiler değil.) Foster cinsellikten uzak değildi.
Karıları ya da baş rahibelerinin hiçbiri de öyle değildi. Yeni Vahiy
Kilisesi’ne geçiş ve kabul edilme, genellikle Valentine Michael Smith’in daha
sonradan yakınlaşma için uygun bulduğu töreni de içerirdi.
Tabii ki bu, yeni bir şey değildi. Arz tarihindeki pek çok mezhep, tarikat
ve sayılamayacak kadar çok sayıda büyük din özünde aynı tekniği kullanmıştı ama
Foster’ın zamanından önce Amerika’da bunu büyük ölçekli bir şekilde görmek
mümkün olmamıştı. Metodu ve organizasyonunu tarikatının yayılmasını sağlayacak
şekilde “mükemmelleştirmeyi” başaramadan Foster’ın, kasabalardan kovalandığı
çok olmuştu. Organizasyonunda masonluk, Katoliklik, Komünist Parti ve Madison
Caddesi’nden etkilenmeler vardı, tıpkı
Yeni Vahiy’i yazarken eski metinlerden birçok parçayı bir araya toplaması
gibi... ve hepsini, müşterilere uygun şekilde Hıristiyanlığın özüne dönüş
adında bir şekerle kaplamıştı. Herkesin katılabileceği bir dış kilise ayarlamıştı... insan, bu kilisenin pek çok hizmetinden
yararlanıp yıllarca “arayıcı” olarak kalabilirdi. Sonra sırada dışarıya “Yeni
Vahiy Kilisesi” olarak görünen orta kilise vardı, günahlarından arınmış mutlu
kişiler, katkı paylarını ödüyorlar, kilisenin sürekli genişleyen iş
bağlantıları ağından yararlanıyor ve hepsinin keyfîni bitmek tükenmek bilmez
karnaval atmosferinde çıkarıyorlardı, Mutluluk, Mutluluk, Mutluluk!
Günahları bağışlanıyordu ve kiliselerini destekledikleri sürece geriye
günah olan pek az şey kaldığından diğer Fostercılarla dürüstçe geçiniyor,
günahkârları lanetliyor ve Mutlu kalıyorlardı. Yeni Vahiy özellikle eşlerin
birbirini aldatmasını savunmuyordu; sadece cinsel ilişkiyi tartışırken mistik
bir hava takınılıyordu.
Orta kilisenin günahtan arınmış üyeleri doğrudan saldırı gerektiğinde şok
askerleri olarak görev yapıyorlardı. Foster, yirminci yüzyılın başlarında var
olan Wobblielerden [Wobblieler: Tüm işçilerin gücü ve etkinliğini
artırmayı hedefleyen radikal bir işçi sendikası. ]bir numara ödünç almıştı; bir toplum gelişen Fostercı hareketini
bastırmaya çalışırsa, başka yerlerden gelen Fostercılar, polis de hapishaneler
de yetersiz kalıncaya dek o kasabaya doluşuyorlardı ve genellikle polisler
dayak yiyor, hapishaneler de yıkılıyordu.
Bir savcı olaylardan sonra dava açacak kadar cesur davransa bile, davayı
sürdürmesi imkânsız oluyordu. Foster (savaş alanında dersini aldıktan sonra)
böyle suçlamaların gerçekten de kanuni suçlamalar olduğunu fark çtmişti; bir
Fostercınm tutuklanması, Foster aleyhinde ne eyalet mahkemesinde, ne de ulusal
Yüksek Mahkeme’de bir dava açılmasına yol açmadı.
Ama görünürdeki
kiliseye ek olarak bir de İç Kilise vardı, bu isim dışarıya hiç sızmamıştı... bunlar sadece rahipliğe yükselecek kadar
adanmış olanlar, kilisenin tüm cemaat liderleri, anahtarları ve kayıtları
koruyanlar ile politika belirleyenlerden oluşuyordu. Bunlar “yeniden
doğanlar”dı, günahın ötesindeydiler, cennetteki yerleri hazırdı ve iç kilisenin
gizemlerini sadece onlar bilirdi... ayrıca doğrudan Cennet’e yollanmaya sadece
onlar adaydı.
Foster, bunları büyük bir titizlikle seçiyordu, operasyon çok fazla
büyüyene kadar her birini kendi elleriyle seçmişti. Mümkünse kendisi gibi
erkekler ve rahibe eşleri gibi, dinamik, tümüyle ikna olmuş (kendisinin olduğu
gibi), inatçı ve en basit, insani anlamıyla kıskançlıktan uzak (ya da günah ve
kusurları temizlendikten sonra böyle olmaya hazır) kadınlar. Hepsi de
potansiyel satirler ve nymphelerdi çünkü iç kilise, Amerika’da hiç görülmemiş
ve bu yüzden talebin çok fazla olduğu Dioniysyen bir yapıya sahipti.
Ama çok dikkatli davranıyordu; adaylar evliyse, her iki de gelmek
zorundaydı. Bekâr bir adayın cinsel açıdan çekici ve yine cinsel açıdan atak
olması gerekirdi; ve rahiplerine her zaman erkeklerin sayısının kadınlara eşit
ya da daha fazla olmasını öğütlemişti. Hiçbir yerde Foster’ın Amerikan tarihindeki
benzer tarikatların tarihini araştırdığı yazmıyordu... ama bunların çoğunun
çöküş sebebinin rahiplerin sahiplenici cinsel tutkularının sonuçta kıskançlığa
ve şiddete yol açması olduğunu ya biliyordu ya da hissetmişti. Foster bu
hataya asla düşmedi; hiçbir kadını sadece kendisine saklamadı, yasal olarak
evli olduğu karısını bile.
Ayrıca kendi iç grubunu büyütmeye de çalışmadı; halk tarafından bilinen
orta kilise, suçluluk duygusuyla yüklü ve mutsuz kitlelerin ihtiyaçlarını
karşılamak için yeterince seçenek sundu. Bir yerdeki uyanış, “Cennetsel Evliliğe” uygun iki çift bile çıkarsa, Foster’a yetti;
eğer uygun kimse yoksa Foster tohumların büyümesini bekledi ve bir rahip ya da
rahibe göndererek bunların beslenmesini sağladı.
Ama mümkün olduğu sürece her zaman aday çiftleri, yanında birkaç adanmış rahibeyle
birlikte kendisi test etti. Böyle bir çift zaten orta kiliseden geçip
“arınmış” olduğundan pek bir risk taşımadı... kadın adayla ilgili risk hiç
yoktu ve her zaman rahibelerini yollamadan önce erkek adayı kendisi iyice
değerlendirirdi. Sh:504-507
--
Jill, Mike’ın yumuşak ama kesin bir sesle konuştuğunu duydu.
“Sen Tanrı’sın.”
“‘Sen Tanrı’sın...’” diye uyuşmuş gibi bir sesle fısıldadı Patricia.
“Evet. Jill Tanrı’dır.”
“Jill... Tanrı’dır. Evet, Michael.”
“Ve sen de Tanrı’sın.”
“Sen Tanrı’sın. Şimdi, Michael, şimdi!”
Jill sessizce yatak odasına döndü ve dişlerini fırçaladı. Bu sırada
zihninden sessizce Mike’a uyanık olduğunu haber verdi ve Mike’ın bunu zaten
bildiğini öğrenince hiç şaşırmadı.
Oturma odasına tekrar geldiğinde perdeler açılmış, sabah güneşi içeriyi
dolduruyordu. “Günaydın, sevgililerim!” İkisini de öptü.
“Sen Tanrı’sın,” dedi Patty, basitçe.
“Evet, Patty. Ve sen de Tanrı’sın. Tanrı hepimizin içinde.” Patty’ye sabahın çiğ, parlak ışığında baktı
ve yeni kardeşinin hiç de yorgun görünmediğini fark etti. Patty sanki bir gecelik
uykusunu, hatta biraz da fazlasını almış gibiydi... üstelik her zamankinden
daha genç ve tatlı görünüyordu. Bu etkiyi biliyordu... Mike, okumak ya da
düşünmek yerine bütün gece ayakta kalmaya karar verirse Jill, ona eşlik
etmekte hiç zorluk çekmiyordu... ayrıca önceki gece aniden uykusunun bastırmasının
da Mike’ın fikri olduğundan şüpheleniyordu... ve zihninde Mike’m bunu onaylayan
düşüncesini duydu.
“Şimdi, siz iki sevgilime birer kahve... ve bana da tabii. Ayrıca, bir kutu
portakal suyu da almıştım.”
Mutluluk içinde, hafif bir kahvaltı ettiler. Jill, Patty’nin düşünceli
olduğunu gördü. “Sorun nedir, tatlım?”
“Ih, bunu söylemekten nefret ediyorum... ama siz çocuklar neyle
geçineceksiniz? Patty Teyze’nin oldukça dolu bir cüzdanı var ve düşündüm de...”
Jill bir kahkaha attı. “Ah, sevgilim, üzgünüm; gülmek istememiştim. Ama
Mars’tan Gelen Adam zengin! Bunu biliyorsun herhalde? Yoksa haberleri okumuyor
musun?”sh:514
--
Benmerkezcilik Turnuvası’ndan adının silindiğini hatırlıyorum, bu onun
serbest görevde olduğuna işaret çünkü Mike bu bölgedeki en hevesli
benmerkezcilik oyuncularından biridir.”
“Ama bu
düşünce müstehcen!”
“Patronun en iyi fikirlerinin kaçının bazı bölgelerde ‘müstehcen’ olarak
adlandırıldığını duysan şaşarsın ya da yerinde araştırma sırasında yaptıkların
göz önüne alınırsa, şaşırmaman gerekir. Ama ‘müstehcen’ diye bir kavrama
ihtiyacın yok; teolojik bir anlam içermiyor. ‘Temiz olana her şey temiz
gelir.”’
Ama... sh:519
--
“Teşhircilik”, onun için sadece
anormal psikolojide kullanılan bir sözcük olmuştu; hep aşağılayarak baktığı
nevrotik bir zayıflıktı. Oysa şimdi, kendi hislerini incelediğinde ya böyle bir
kendini beğenmişliğin normal olduğuna ya da başından beri kendisinin anormal
olduğu ama bunun farkına varmadığına karar verdi. Ama kendini anormal
hissetmiyordu; sağlıklı ve mutluydu... hatta her zamankinden daha da sağlıklıydı.
Sağlığı hep yerinde olmuştu -hemşirelerin böyle olmaları gerekirdi ama en son
ne zaman burnunu çektiğini ya da midesinin kötü olduğunu hatırlamıyordu bile...
hey, diye düşündü şaşkınlıkla, âdet dönemi sancıları bile yoktu.
Pekâlâ, gayet sağlıklıydı -ve sağlıklı bir kadın kendisine bakılmasından
hoşlanıyorsa, tabii ki bir biftek gibi değil! sağlıklı bir erkeğin bir kadına
bakmaktan hoşlanması da gecenin ardından gündüzün gelmesi kadar normaldi,
yoksa işin bir mantığı olmazdı! O anda nihayet Duke ve resimlerini entelektüel
bir düzeyde anladı... ve zihninde Duke’ten özür diledi.
Bunu Mike’la tartıştı, değişen bakış açısını ona anlatmaya çalıştı... kolay
değildi çünkü Mike, Jill’in herhangi bir zamanda, herhangi biri tarafından
kendisine bakılmasını neden umursadığını anlayamıyordu. Dokunulmak istememesini
anlıyordu; Mike da kabalık etmeden bunu yapabiliyorsa el sıkışmaktan
kaçmıyordu, sadece su kardeşlerine dokunmayı ve onların kendisine dokunmasını
istiyordu. (Jill, bunun Mike’ın kafasında erkek kardeşlerini ne kadar
kapsadığından tam olarak emin değildi; Mike, hakkında bir şeyler okuyup
groklamayı başaramadığında ona homoseksüelliği açıklamıştı... hatta ona bir
homoseksüel gibi görünmemesi ve birilerinin ona asılmasını önlemesi konusunda
öğütler de vermişti. Çünkü Mike, tatlı biriydi ve Jill onun böyle şeylere maruz
kalacağını -doğru şekilde tahmin etmişti. Mike onun tavsiyelerine uyup yüz
hatlarını başlangıçta sahip olduğu androjen güzellikten kurtarıp daha erkeksi
bir hale getirmişti. Yine de Jill, Mike’ın, diyelim Duke’ten gelecek böyle bir
daveti reddedeceğinden emin değildi... neyse ki Mike’ın erkek su kardeşlerinin
hepsi oldukça erkeksi adamlardı, tıpkı diğer kardeşlerinin oldukça dişi
kadınlar olduğu gibi. Jill, her şeyin böyle kalmasını umuyordu; zaten Mike’ın
zavallı arada kalmışlarda bir “yanlışlık” groklayacağım düşünüyordu...
öylelerine asla su sunulmazdı.)
Mike onun artık kendisine bakılmasından neden hoşlandığını da anlamıyordu.
İkisinin bakış açılarının neredeyse aynı olduğu tek zaman, panayırdan
ayrıldıkları dönemdi. Jill, bakışları umursamamayı öğrenmişti... Patty’ye
söylediği gibi, bir işe yarayacak olsa gösterilerine “anadan doğma” da çıkabilirdi.
Jill, şu andaki kendini tanımasının o noktada gelişmeye başladığını fark
etti; gerçekte hiçbir zaman için erkeklerin bakışlarına karşı kayıtsız
kalmamıştı. Mars’tan Gelen Adam’la birlikte yaşamanın tamamen kendine has
gerekliliklerine uyum sağlayabilmek için o yapay, eğitimle geliştirilmiş kişiliğinin,
hiçbir şekilde saçmalığa yer olmayan bir mesleğin tüm zorluklarına rağmen, bir
hemşirenin koruyabildiği o hanımefendilere özgü titiz kaygıların bir kısmını
fırlatıp atmak zorunda kalmıştı. Ama Jill, bundan kurtuluncaya kadar böyle titiz
kaygıları olduğunun farkında bile değildi.
Tabii ki Jill her zamankinden bile daha fazla “Hanımefendi”ydi ama kendini
bir “centilmen” olarak düşünmeyi tercih ediyordu. Ama artık içinde bir yerlerde
çevredeki erkek kedileri azdırmak için göbek atan kızışmış bir dişi kedi kadar
utanmaz bir şeyler olduğunu kendinden gizleyemiyordu (gizlemek gibi bir isteği
de yoktu). Sh:528
--
Bir gün Jill eve geldi ve Mike’ı transta olmadığı halde hiçbir şey
yapmadan kitapların ortasında otururken buldu. Bunların aralarında Tevrat,
Kama-Sutra, çeşitli İncil versiyonları, Ölüler Kitabı, Mormonlar Kitabı,
Patty’nin değerli Yeni Vahiy kopyası, çeşitli Apocryphalar, [Apocryphalar:
İbranice orijinal metinde yer almadığı için Protestanlar tarafından kabul
görmeyen 14 kitaplık İncil metinleri grubu.] Kurân, Altın Dal’ın orijinal
kopyası, Yol, Kutsal Metinler Anahtarıyla Birlikte Bilim ve Sağlık, küçüklü
büyüklü bir düzine başka dinin kutsal metinleri hatta Crovvley’in Kanun Kitabı
gibi sıra dışı eserler bile vardı.
“Sorun nedir, tatlım?”
“Jill, groklamıyorum.” Eliyle kitapları işaret etti. (“Beklemek, Michael.
Tamamlanana kadar beklemek var.”)
“Beklemenin
bunu tamamlayabileceğini sanmıyorum. Ah, sorunun ne olduğunu biliyorum; ben
gerçek bir insan değilim, bir Marslıyım; yanlış bir vücuda hapsolmuş bir
Marslıyım.”
“Bana göre yeterince insansın, tatlım... ayrıca vücudunun şekline de
bayılıyorum.”
“Ah, neden bahsettiğimi grokluyorsun. İnsanları groklamıyorum. Dinlerin bu
çeşitliliğini anlamıyorum. Benim insanlarım arasında...”
538 “Senin insanların mı,
Mike?”
“Üzgünüm. Marslılar arasında demeliydim, sadece bir din vardır... üstelik o
da bir inanç değildir, kesin bir gerçektir. Sen grokluyorsun. ‘Sen Tanrı’sın!'”
“Evet,” diye onayladı Jill. “Grokluyorum... Marsça’da tabii. Ama
biliyorsun, tatlım, İngilizce’de ya da bir başka insan dilinde aynı şeyi ifade
etmiyor bu. Nedenini bilmiyorum.” “Hımm... Mars’ta, bilmemiz gereken bir şey
olduğunda herhangi bir şey Eskilere danışırız ve aldığımız cevap da asla
yanlış olmaz. Jill, insanların
‘Eskiler’inin olmaması mümkün mü? Bunun anlamı ruhların olmaması demek. Biz
çözüldüğümüzde –öldüğümüzde tümüyle ölüyor muyuz... geriye hiçbir şey kalmıyor
mu? Bir önemi olmadığı
için mi cehalet içinde yaşıyoruz? Yaşamımız bir Marslının bir konuyu düşünmek
için harcayacağı kadar kısa bir zamanda, hızla geçip gittiği için mi? Söyle
bana, Jill. Sen insansın.”
Jill sakin ve ciddi bir şekilde gülümsedi. “Bunu bana sen kendin söyledin.
Sonsuzluğu bana sen öğrettin ve bunu geri alman da mümkün değil. Ölemezsin,
Mike; ancak çözülebilirsin.” Elleriyle kendi vücudunu gösterdi. “Senin gözlerinle görebilmeyi bana öğrettiğin
ve o kadar güzel şekilde sevdiğin bu vücut... bir gün yok olacak. Ama ben bir
yok olmayacağım... ben neysem oyum! Sen Tanrı’sın, ben Tanrı’yım ve hepimiz
Tanrı’yız, sonsuza dek. Nerede olacağımı ya da bir zamanlar hastaların
altlarını temizlerken ve sahne ışıkları altında vücudunu sergilerken mutlu
olan Jill Boardman olduğumu hatırlayıp hatırlamayacağımı bilmiyorum. Bu vücudu
sevdim...”
Mike, alışılmadık derecede sabırsız bir hareketle Jill’in giysilerini yok
ediverdi.
“Teşekkürler, tatlım,” dedi sessizce Jill, oturduğu yerde, ufak bir hareket
bile yapmamıştı. “Bu benim için güzel bir bedendi -senin için de onun hakkında
düşünen ikimiz için de. Ama işim bittiğinde onu özleyeceğimi hiç sanmıyorum.
Umarım ben çözüldüğümde bedenimi yersin.”
“Ah, seni yiyeceğim, tabii ki... tabii ki ben senden önce çözülmezsem.”
“Öyle olacağını sanmam. Güzel vücudun üzerindeki o sağlam kontrolün
sayesinde en azından birkaç yüzyıl yaşayacağını sanıyorum. Tabii ki bunu
istersen. Daha önce çözülmeyi seçmezsen.”
“Bunu yapabilirim. Ama şu an değil. Jill, denedim, denedim. Kaç kiliseye
gittik?”
“San Francisco’daki tüm kiliselere sanırım... tabii ki adreslerini
rehberlere koymayan küçük, gizli kiliseler hariç. Kaç kez arayıcı ayinlerine
katıldığımızı hatırlamıyorum bile.” Sh:538
--
“Jubal, sen korkağın tekisin.”
“Aynen öyle, bayım! Beni endişelendiren,
bu masumların kendi düzenlerini çirkin bir dünyaya uydurup uydurmayacakları. Ah, bunu daha önce de deneyenler oldu ve her
seferinde dünya onları asit gibi yıpratıp yok etti. İlk Hıristiyanlardan bazıları -anarşi,
komünizm, grup evliliği hatta şu kardeşlik öpücüğünde bile ilkel, Hıristiyanca
bir hava var. Belki de Mike bunu
oradan öğrenmiştir, sonuçta yaptığı her şey, özellikle de şu Toprak Ana töreni,
diğer inanışlardan hazırlanmış bir karma.” Jubal kaşlarını çattı. “Bunu ilkel
Hıristiyanlardan aldıysa -yani sadece kızları öpmekten hoşlandığı için
yapmıyorsa bu durumda erkeklerin erkekleri öpmesini de beklerim.”
Ben homurdandı. “Söylemeyi unuttum, onu da yapıyorlar. Ama bu homoca bir
şey değil. Bir kez yakalandım; sonrakilerden kurtulmayı başardım.”
“Yani? Her şey yerli yerine oturuyor. Oneida Kolonisi [Oneida Kolonisi:
1848’de Oneida, New York’ta kurulan ve 1880’de dağılan, komünist ilkelere
dayanan bir dinsel ve sosyal deney sayılabilecek ütopik topluluk.] Mike’ın
‘Yuva’sına oldukça benziyordu; uzunca bir süre ayakta kalmayı başardılar ama
nüfus yoğunluğunun düşük olduğu bir yerdeydiler; kalabalık bir şehrin
ortasında değil. Pek çok başka örnek de var, hepsinin de hikâyesi aynı:
kusursuz bir paylaşım ve kusursuz bir sevgiyi düşünerek hazırlanmış, büyük
umutlar ve idealler içeren bir plan... hemen arkasından gelen suçlamalar ve
kaçınılmaz başarısızlık.” Jubal
“Daha önce Mike için
endişeleniyordum; şimdi hepsi için endişeliyim.”
“Sen mi
endişelisin? Sence ben ne haldeyim?
Jubal,
senin şu tatlı mutluluk teorini kabul edemem. Yaptıkları yanlış!”
“Ne olmuş? Ben, senin boğazında kalan şey sadece şu son olay.”
“Şey... belki de. Ama hepsi o değil.”
“Hemen hemen hepsi o. Ben, seksin etiği can sıkıcı bir problemdir... çünkü
hepimiz ‘ahlaki değerler’ denilen aptalca, işe yaramaz ve kötü bir toplum
kuralları sistemiyle uyum sağlayabilmek için pragmatik çözümler bulmak
zorundayız. Çoğumuz bu sistemin yanlış olduğunu biliyor ya da en azından öyle
olduğundan şüpheleniyor ve bu kuralları çiğniyoruz. Hepimiz toplum içinde
bunları onayladığımızı söyleyip gizli gizli çiğnemenin suçluluğunu duyarak
bedelini ödüyoruz. İster istemez, bu kural bizi yönetiyor, ölü ve pis kokuyor.
Biliyorum, kendini özgür birisi olarak görüyorsun ve bu şeytani kuralı kendin
yıkmış durumdasın ama cinsel ahlak açısından daha önce rastlamadığın bir
sorunla karşılaştın, bilinç düzeyinde uymayı reddettiğin bu Yahudi-Hıristiyan
kuralını bilinçaltında geçerli kıstas olarak aldın. Dolayısıyla, otomatik
olarak miden bulandı... ve senin refleksinin seni ‘haklı’, onları da ‘haksız’
gösterdiğine inandın hâlâ da inanıyorsun. Öğğğ! Senin mideni suçu
tespit eden bir araç olarak kullanmaktansa eziyet çekmeyi tercih ederim.
Midenin yansıtabildiği tek şey, daha mantığın oluşmadan önce sana öğretilmiş
olan önyargılar.”
“Senin midenden ne haber?”
“Benimki de en az seninki kadar aptal ama ben onun aklımı yönetmesine izin
vermiyorum. Ben en azından Mike’ın ideal bir insan ahlakı yaratma çabasındaki
güzelliği görebiliyorum. Ve bu -sen dahil pek çok insanı ürkütecek kadar
radikal değişiklikler içerse de böyle ideal bir ahlakın ancak ideal cinsel
davranışlarla kurulabileceğini gördüğü için de onu alkışlıyorum. Bu yüzden ona
hayranlık duyuyorum... onu Filozoflar Birliği’ne aday göstermeliyim. Çoğu ahlak
filozofu bilinçli ya da bilinçsiz şekilde kültürümüzün cinsel kurallarının
doğruluğunu kabul eder; aile, tekeşlilik, kendini kontrol, şu senin canını çok
sıkan gizlilik kanunu, cinsel ilişkiyi gerdek gecesine bağlama ve benzeri
şeyleri. Kültürel kurallarımızın tamamının üzerinde uzlaştıktan sonra
ayrıntılarla uğraşırlar... kadın göğsünün görünmesinin ahlaksızlık olup
olmadığı gibi saçmalıklarla! Ama çoğunlukla insan
denen hayvanın bu kanunlara uymaya nasıl ikna edileceğini ya da zorlanacağını
tartışırlar, oysa çevrelerinde gördükleri acılar ve trajedilerin bu kurallara
uymamaktan değil, tam tersine bu kuralları birebir uygulamaktan kaynaklandığını
görmezden gelirler.
“Şimdi, Mars’tan Gelen Adam
dünyaya iniyor, bu kutsal kuralları görüyor ve hepsini birden reddediyor.
Mike’ın cinsellik anlayışını tam olarak anlamıyorum ama bana anlattığın azıcık
şeyden bile onun görüşlerinin tüm Dünya’daki tüm büyük devletlerin kanunlarına
karşı olduğunu ve herhangi bir dine bağlı ‘aklı başında’ birini -hatta
agnostiklerin ve ateistlerin çoğunu da öfkelendireceğini anlayabiliyorum. Ama
yine de bu zavallı çocuk...”
“Jubal, tekrar söylüyorum, o bir çocuk değil, yetişkin bir insan.”
“O bir ‘insan’ mı? Acaba? Anlattığına göre bu zavallı yapay Marslı, seksin
birlikte mutlu olmanın bir yolu olduğunu söylüyor. Buraya kadar Mike’a
katılıyorum: Seks mutluluk getirmeli. Oysa biz en kötüsünü yapıp seksi
birbirimizin canını yakmak için kullanıyoruz. Asla acı vermemeli; mutluluk
getirmeli ya da en azından keyif vermeli. Bundan başka bir şey olması için
anlamlı bir sebep yok.
“Kurallar diyor ki: ‘Komşunun karısına göz
dikmeyeceksin’; peki sonuç ne? Gönülsüz bekâret, zina, kıskançlık, trajik aile
kavgaları, yumruklar ve bazen cinayetler, dağılan yuvalar ve mahvolan
çocuklar... ve şehir kulüplerindeki dansçı kızlara yapılan ufak, gizli
ziyaretler, cinsel birleşme olsun olmasın hem erkeği hem de kadını alçaltacak
türden. Bu emre uyan oldu mu? ‘Göz dikmemeyi’ öngören Emirden bahsediyorum;
fiziksel bir şeyden değil. Sanmam. Bir erkek bana gelip sadece öyle
emredildiği için bir başkasının karısına yan gözle bakmadığına dair İncil
üzerine yemin etse ya adamın kendini kandırdığını ya da cinsel bir eksikliği
olduğunu düşünürüm. Bir çocuk sahibi olabilecek kadar erkek olan herkes pek
çok kadına yan gözle bakmıştır; bir girişimde bulunup bulunmamasının önemi
yoktur.
“Şimdi, Mike gelip diyor ki: ‘Benim karıma yan gözle bakmana gerek yok...
onu sev! Onun sevgisinin sınırı yok, böylece hepimiz kazanırız... korku,
suçluluk, nefret ve kıskançlık dışında kaybedeceğimiz bir şey yok.’ Bu teklif
o kadar safça ki muhteşem. Hatırladığım kadarıyla sadece uygarlık öncesi
Eskimolar bu kadar saftılar ve bizden o kadar uzaktaydılar ki onlara da
‘Mars’tan Gelen Adamlar’ diyebilirsin. Ancak, kısa sürede onlara kendi
erdemlerimizi aşıladık ve onlar da artık bizim gibi mutlu bir paylaşım yerine
bekâret ve zinaya sahipler; tabii ki bu sadece dönüşüm sırasında hayatta
kalmayı başaranlar için geçerli. Acaba onlara ne yararı oldu? Ne dersin, Ben?”
“Eskimo olmayı istemem, teşekkür ederim.” Sh:638-640
--
Kadınlarla ilgili bir şey.”
“Şu anda duymak istemiyorum. Sabaha söylersin.”
“Şimdi, Jubal.”
İç çekti. “Konuş. Olduğun yerde kal.”
“Jubal... sevgili kardeşim. Erkekler, biz kadınların nasıl göründüğüne çok
önem verir. Biz de güzel olmaya çalışırız ve bu da bir iyiliktir. Bir zamanlar
bir striptizciydim, bildiğini biliyorum. Bu da bir iyilikti, erkeklere onlar
için ne kadar güzel olduğumu göstermek. Benim verebileceklerime ihtiyaçları
olduğunu bilmek de benim için bir iyilikti.
“Ama Jubal, kadınlar erkekler gibi değildir. Biz bir erkeğin ne olduğuna
önem veririz. ‘Varlıklı mı?’ gibi aptalca bir şey de olabilir, ‘Çocuklarıma
bakıp onlara iyi davranacak mı?’ gibi bir şey de. Ya da bazen bu ‘İyi biri
mi?’ olur senin iyi olduğun gibi, Jubal. Bizim sizde gördüğümüz güzellik, sizin
bizde gördüğünüzden farklıdır. Sen güzelsin, Jubal.”
“Tanrı aşkına!”
“Doğru konuştuğunu düşünüyorum. Sen Tanrı’sın ve ben de Tanrı’yım; ve sana
ihtiyacım var. Sana su sunuyorum. Paylaşıp yakınlaşmama izin verecek misin?”
“Ah, bak, küçük kız, ne sunduğunu yanlış anlamadıysam...”
“Grokladın, Jubal. Sahip olduğumuz her şeyi
birlikte paylaşmak. Kendimizi. Benliğimizi.”sh:707
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar