SÜHEYL ÜNVER HOCA'DAN NOTLAR (Menâkıbı Süheyl Bey)
Not: Bu yazıya tesadüfen rastlayıp okumadan terk edene bir söz etmek bana çok ağır geliyor.
hzl:
Yrd.Doç.Dr. Zuhal ÖZAYDIN
Giriş
Ord. Prof. Dr. Süheyl Ünver Türk sanat ve
kültürünü yaşatmak, korumak ve tanıtmak için büyük bir keyifle çalıştı.
Kültürümüzü yaşamanın ve yaşatmanın vereceği mutluluğu bizlere tattırdı.
1936'da başlattığı Türk Süslemesi Nakışânesindeki çalışmalarını aramızdan
ayrıldığı 1986 yılına kadar sürdürdü. S. Ünver hekimdi. Hekimliği çok sevmiş
olduğunu, tekrar tahsil yapma şansı olsa meslek olarak yine hekimliği
seçeceğini söylerdi. Dahiliye Doçenti iken, 1933 Üniversite Reformu sırasında
kurulan Tıp Tarihi Kürsüsüne başkan olarak atandığında para kazanacağı bir dalı
bıraktığı için çok eleştiri aldığını anlatırdı. Hocamızın Tıp Tarihi Kürsüsü
Başkanlığına atanması tarihimiz, kültürümüz ve yeni bir görüş kazandırdığı
bizler için gerçek bir şans olmuştur. Gerek İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesindeki
Tıp Tarihi Kürsüsünde, gerekse 1967'de İstanbul Üniversitesinde iki tıp
fakültesinin kurulmasıyla tercihi olan Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Tıp Tarihi ve
Deontoloji Kürsüsünde Cuma günleri öğleden sonraları Türk Süslemesi Sanat
Kursları hep devam etti. S. Ünver tıp tarihi çalışmalarının yanısıra Türk
sanatı, gelenekleri, folkloru gibi alanlarda da yaptığı araştırmalar ile
sayısız eserler verdi. Belki de unutulacak olan Türk süslemesi sanatları onunla
yeniden hayat buldu. Bugün Türk süslemesi dalında eserler veren çok sayıda
kıymetli sanatkâr yetiştirdi. Nakışhânede tezhip, minyatür, çini, ebru gibi
sanatlarımız yetiştirdiği ustalar tarafından öğretilirken, tarihimizi daha iyi
tanımanın ve tanıtmanın yollarını gösterdi. Haftada bir yarım gün bile, sanat
çalışmalarına katılıp, Hocamızın konuşmalarını dinlemek öğrencileri için ne
büyük fırsattı.
Hocamızı 1964 yılında tanıma şansına erdim.
Dershanesine sürekli olarak devamım ise 1981 yılında ATATÜRK'ün 100. doğum yılı
kutlamaları sırasında başladı. Hoca dershanesine devam etmemi hep söylerdi.
Fakat çalışma hayatının yoğunluğu içinde fırsat bulamıyordum. ATA'mızın 100.
doğum yılı kutlamalarına ben de Hocamızın dershanesine devam ederek iştirak
ettim. Bu çalışmalara başlamamda beni hep destekleyen, o yıllarda birlikte
çalışma şansına eriştiğim Prof.Dr. Asım Cenani'ye daima şükran duydum ve
duyacağım.
Dershaneye devamın sırasında Hocamızın
söylediklerini yazmaya çalıştım. Zaten Hocamız, kalemi kağıdı olmayanlarla
konuşmadığını söylerdi. Bir toplantıda "Benim konuştuklarımı not
alıyorsunuz, ama doğru yazıp yazmadığınızı bilmiyorum, 46 senedir kimse bana
yazladığını tashih ettirmedi. Birgün yayınlayabilirsiniz. Fikirlerimin yanlış
vurgunlanmasını istemem. Size lâf gelmez, bana gelir. Dikkatli olmak
lâzım" dedi. Bu ikaza uyarak aldığım notlan daktiloda yazarak kendisine
verdim. Tuttuğum notların önemli bir kısmını tashih etti. Hocamızdan tuttuğum
notların bir kısmını yayınlayarak, onun dershanesinin sıcaklığını ilgilenenlere
tanıtmak istedim. Hatalar bana, sevaplar Hocamıza aittir
( S.
Ünver'in hayatı hakkında geniş bilgi için bkz. A.G.Sayar: A.Süheyl ünver
Hayatı, Şahsiyeti ve Eserleri 1898-1986, Eren Yay., İst., 1994.A.G.Sayar'a,
S.Ünver'i bütün yönleri ile aldığı bu mükemmel eser için teşekkür ve
saygılarımızı sunuyoruz. Ayrıca bkz. içinde E.K.Unat, A.Terzioğlu, N.Sarı,
M.Ülker, M.E.Özen, Ü.Erke, A.G.Sayar ve Z.Başar'ın, S.Ünver'i çeşitli yönleri
ile tanıtan ve E.K.Unat'ın düzenlendiği: Ord.Prof.Dr. Ahmet Süheyl Ünver
(1898-1986), I.Ü.Rektörlüğü Yay.No: 3393, îst., 1986. S.Ünver'in
bibliyoğrafyası hakkında bkz.O.Ergin: Dr. A. Süheyl Ünver Bibliyografyası. I.Ü.
Tıp Tarihi Enstitüsü, İst., 1941. O.Ergin: Dr. Süheyl Ünver Bibliyografyası
II.İ.Ü. Tıp Tarihi Enstitüsü, İst., 1952. G.Özdemir-B.Tanyeri-T.Ölez: Dr. A. Süheyl
Ünver Bibliyografyası III. İ.Ü. Yay. Rektörlük No: 1804, Cerrahpaşa Tıp
Fakültesi No:16, İst. - 1972. C. Yalım: Ord.Prof.Dr. A.Süheyl Ünver’in
Bibliyografyası IV., (y.y), îst., 1985.).
Eski Taksim Belediye Gazinosunda düzenlenen
bir geceye S. Ünver ailesi ile birlikte katılmıştır. Ünlü bilim adamlarının da
iştirak ettiği geceye Yahya Kemal Beyatlı da gelir. Salona girişinde kimse
kalkıp Beyatlı'ya karşılamaz. Beyatlı bu kayıtsızlık karşısında geri dönerken
Hocamız büyük şairin yanına gider ve "sizi evinizden alamadım, özür
dilerim" diyerek masasına davet eder. Beyatlı Hocamızın bu inceliği ve
kendisine reva görülen kayıtsızlığı şu sözlerle ifade eder: "Süheyl bütün
dünya senin peşinden gelseydi" ve sonra herkesin neden S. Ünver gibi
olması isteğininim sebeplerini de söyler.
S. Ünver'i tanıma şansına sahip bizler
şüphesiz bu sebepleri biliyoruz. Kurslarına katılanlarımızın çoğu Hocamızın çok
yönlü kişiliğinin bir kısmını yakalamaya çalıştık. Bir kısmını diyorum, çünkü
Hocamız bir toplantısında şöyle demişti : "Beni anlamadılar, benim
metodumu anlamalarını isterdim". Hocamızın metodu ne idi? Ondan
duyduklarımla yazmaya çalıştığım bu satırların, metodu hakkında ipucu vermesini
umarım.
Hocanın çok sık olarak "Kâğıt kalemi
olmayan ahbabu yârânı kabul etmeyin", "Toplumumuzun hastalığı
şifahilik", "Milletçe şifahiyiz", "Hiçbirşeyi aklınızda
tutmaya heves etmeyin, aklınız uşağınız değil, yazın" sözlerini tekrarlardı.
Duyduklarımızı yazmamamızı kültürümüze ihanet olarak kabul ediyordu. Hoca
yazmayanlarla gerçekten konuşmuyordu. Bir gün
"benimle neden konuşmuyorsunuz" diye soran bir tanıdığına;
"söylediklerimi yazmadığın için" diye cevap vermiş. Kültür tarihimizdeki boşlukların yazmamaktan,
şifahilikten kaynaklandığım bıkmadan tekrarladı. Barbaros'un bir minyatürünü
yapan Nigârî için "Nigârî'nin ruhuna Fatiha
okurum ama onu tanıyanlara okumam, onun hakkında birşey yazmamışlar, Kanuni'nin
sohbet arkadaşının kabrini bile kaybetmişler", "Kavalalı'nın kızı
Zeynep Hanım'la evli olan Yusuf Kâmil Paşa mütefekkir ve kâmil bir insan, ama
konuştukları yazılmamış" derdi.
Kültüre ve kültür
değerlerine çok büyük önem veren Hoca duyduklarını yazmış, bulduklarını
muhafaza etmiş, gördüklerinin resmini yapmış, bu şekilde oluşturduğu 1100
dosyayı ve defteri Süleymaniye Kütüphânesine vakfetmişti. Bu dosyalar ve defterler
incelendiği zaman neleri atarak, neleri yazmayarak ziyan ettiğimiz ve önemsiz
sandığımız kültür unsurlarımızı yok ettiğimiz daha iyi anlaşılmaktadır.
Hoca Andre Gide'nin şu sözünü hep
hatırlatırdı: "Anı yazmak, ölümden
birşeyler kurtarmaktır". Tevfik
Sağlam Paşa "Nasıl Okudum" isimli hatıratını, Hocamızın tavsiyesi
üzerine yazmıştı: "Tevfik Sağlam paşa hocam olmadı, ama yazdığı
kitaplarından faydalandım. 50 yıllık tanışıklığımız vardı. Bir zamanlar köy
enstitüleri kurulmuştu, incelemek üzere Tevfik Sağlam Paşa ve davetlileri ile
Adapazarı'na gittik. Yolda bana nasıl okuduğunu ve hocalarını anlattı.
Kendisine, anlattıklarını yalnız benim bildiğimi, bunları yazıp yayınlamasının
iyi bir iş olacağını anlattım. Yazdı".
Tevfik Sağlam Paşa'nın yayınladığı
Hatıratı, bugün tıp tarihçileri için bir kaynak eser niteliğindir (T.Sağlam:
Nasıl Okudum. Üçüncü baskıyı hazırlayanlar: H.Hatemi-A.Kazancıgil, I.Ü. Cerrahpaşa
Tıp Fakültesi Atatürk'ün Yüzüncü Doğum Yılını Kutlama Yay.Özel Seri: 4, İst.,
1981. ).
Hoca bu Hatıratla ilgili olarak : "Tevfik Sağlam Paşa öldüğünde Kürsüde
sattığım kitaplarının az bir parası bende idi. Bu paralarla Süleymaniye'ye
bağışladığım defterlerden birkaçını ciltlettim. Üzerine 'Tevfik Sağlam Paşa
tarafından cilt ettirilmiştir' diye yazdırdım. Tevfik Sağlam Paşa ölmüş
olabilir mi. O yaşıyor" diyerek yazmanın önemini dile getiriyordu.
12 Temmuz 1982 tarihinde, bugün İstanbul
Üniversitesi Rektörlüğü olarak kullanılan binada, ölümünün beşinci yılında
Prof. Dr. Bedi Şehsuvaroğlu'nu anmak üzere bir toplantı düzenlenmişti. Hoca. B.
Şehsuvaroğlu ile ilgili konuşmasında çalışmanın ve eser bırakmanın önemini ele
almıştı: "...B. Şehsuvaroğlu'nu haklı olarak yad ediyorum. Eserleri onu
yaşatıyor. Bir insan yaşamak istiyorsa bilgi derecesine göre eser vermelidir.
B. Şehsuvaroğlu muazzam bir literatür bırakmıştır. İbn Sina veya Anadolu'nun
İbn Sina'sı Hacı Paşa'ya kim öldü derse yanlıştır.
Gençleri eser vermeye teşvik etmeli.
Çalışmak ve eser vermek bir nevi âbı hayât gibidir..."
(Prof.Dr.
Bedi Şehsuvaroğlu: (1914-1977). İstanbul'da doğdu. 1939 yılında Tıp Fakültesini
bitirdi. Adanada sıtma mücadelesine katıldı. Eskişehir Sıtma Şube Tabipliği
yaptı. Tifüs Mücadele Heyeti ile İstanbul'a gelerek merkez hükümet tabibi,
emraz-ı sariye tabibi ve Sağlık Müdür muavini olarak çalıştı. 1947'de çıkan
kolera salgınında Mısır ve Hicaz'a mücadele ekibi şefi olarak gitti. 1950’de
İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Kürsüsüne asistan oldu. 1953'de
uzman, 1955'de doçent, 1962'de profesör oldu. 1967'de İstanbul Üniversitesinde
iki tıp Fakültesinin kurulması ile İstanbul Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Kürsüsü
başkanı oldu. Çeşitli sosyal derneklerde görev aldı. 700 civarında yayını
bulunmaktadır. Eserlerinden bazıları: Anadolu Kaplıcaları ve Selçukluluar
(1957), Eczacılık Tarihi Dersleri (1970). R. Dramur: Şehsuvaroğlu, Bedi, N.
Memleketmizide Türk Hekimliği ve Eczacılığının Yerleşmesinde Önemli Rolü Olan
Bazı Hekim ve Eczacıların Biyogrofyaları- (Mustafa Nevzat İlaç A.Ş. Yay. İst.,
1986). Geniş bilgi için bkz: N.Çağan: Dr. N. Bedi Şensuvaroğlu Biyografi ve
Bibliyograyası II (1947-1970). İst. 1973. Aynca bkz. Cerrahpaşa Tıp Fakültesi
Deontoloji ve Tıp Tarihi Anabilim dalı arşivi.).
Çalışma alışkanlığı elde etmiş insanın
hiçbir zaman yalnız kalmayacağını vurgulardı: "Kütüphanede çalışan bir
adamın yanına gelen biri, neden yalnızsınız diye sormuş. Çalışanın cevabı; siz
geldiniz yalnız kaldım". "Hepinizin içinde bir korku var, ya ölürsek,
ölmek istemiyorsanız ciddi şeyer öğrenin, ama kaydetmeye gelince, saçma sapan
bile olsa kaydediniz".
Hoca kuru bir sevme sözcüğünden hiç
hoşlanmazdı. Onun için hayranlık önemliydi. Hayranlıkta anlama ve benimseme
vardı. Hayranlık daha reeldi: "Sevmek sözünden nefret ettim. İstanbul'u
severiz ama kaç kapısı var bilmeyiz. Mazimizdeki yüzlerce konuyu ihmal ettik.
Mazimiz parlaktır diyoruz, sonra Süleymaniye Camii'ne gitmiyoruz. Oturup
ahbaplık etmeye vaktimiz çok! Biz dünyaya ahbapla yarenlik etmeye gelmedik. Sen
bana gel, bana sana gideyim, böyle şey yok" derdi ve boşa geçirilmiş
zamanın telâfisinin mümkün olamayacağını Şirazlı şair Sadi'nin şu sözleri ile
vurgulardı: "işte nefes aldım, onu geri verdim, geçti gitti".
Hele İstanbul'da oturup da onu tanımamak,
bilmemek kültürsüzlüğünün ta kendisiydi. "İstanbullu, İstanbul'da
oturandır, yalnız doğan değil, İstanbul'da oturup da köprü resmi sahibi
olmamak!", "Bizde şifahilik hastalığı var, işitip de yazmamak,
İstanbul hakkında birşey duyup da yazmamak, ne münasebet, herşey
kaydedilmelidir. İstanbul'u tanımıyoruz, Silivrikapısı'ndan bütün semtlerine,
anıtlarına kadar herşeyini bileceksiniz".
Hoca İstanbul'u ve sahip olduğu
zenginlikleri çok iyi bilirdi, ama "İstanbul'da
o kadar tarihi eser var ki, benim gördüklerim yüzde beşi bile değil"
derdi.
İstanbul'da oturup evinin karşısındaki
tarihi yapının ne olduğunu, İstanbullu olup İstanbul'un kaç kapısı olduğunu,
oturduğu semtin tarihini bilmemek ve merak etmemek onu üzmekten de öte
hiddetlendirirdi. insanların hiçbir şeyi merak etmeyip sonra da sıkıldıklarını,
dünyaya sıkılmaya gelmediğimizi, herşeyle ilgilenmenizi, bizi mutluluğa
götürecek yolun bu olduğunu hatırlatırdı.
Hoca İstanbul'un özellikle eski semtlerine
hayrandı. Oralardan bir hatıra almadan dönmezdi. Bir toplantıda bize 60 yıl
önceki bir defterini gösterdi. Ressam Hoca Ali Rıza Bey'le İstanbul'un mistik
beldelerinden Eyüp'e gitmiş, çeşme, sokak, ev resimleri yapmış.
Batılıların tarihimizi bilmediğimiz ve
tarihi değerlerimizi korumadığımız için bizi geri buldukları görüşünü ileri
sürmüştü. Dr. Roch isimli bir Fransız araştırıcısı ile ilgili anısı
düşündürücüydü : "Dr. Roch'a İstanbul'u gezdirdim. Piyer Loti'ye gitmek
istedi. Ona, orada bulunan mezar taşlan üzerindeki yazıları tercüme ettim. Bu
taşlar üzerinde çalışılıyor mu, buradan ne eserler çıkar dedi". Hoca Eyüp
Sultan'ın pitoresk (resim konusu olmaya elverişli) yerlerimizden biri olduğunu,
ama çalışma yapılmadığından yakınırdı.
"İstanbul'da bir semt gösterin ki
orada TürkIslâm eseri bulunmasın, mezaristanları bitiremedim, İstanbul'a, lâyık
olmayılız. İstanbul'da çeşmeler vardı, evlere su gelince bunlar kapandı, kaçı
akıyor araştırılıyor mu? Mazimizdeki yüzlerce konuyu ihmal etmişiz, ama
konuşuruz, lâklâk, bir de İstanbul'u sevdiğimizi söyleriz, ben bu sözden nefret
ettim" onun tarihimizi ihmal ettiğimiz için söylediği sözlerdi.
Hoca bir semte hep aynı yoldan gitmeyip,
farklı yollardan geçerek gittiğini ve böylece İstanbul'u daha iyi tanıdığını ve
öğrendiğini anlatırdı. İstanbul'u sadece gezmiş olmak için değil, tarihe mal
edecek eserler yapmak için gezerdi : "Yedikule Kapısı'ndan Ayvansarayâ
parça parça her hafta bir yere gittim. Gördüklerinin resmini yaptım. Daha sonra
bir de arkalarından resimlerini yaptım. Obalarda Bizans zamanında lâbirentler
var. Muhasarada sur geçilse içi su dolu labirentlerle karşılaşılır. Melling bu
tür labirentlerin Osmanlı bahçe mimarisinde de kullanıldığını yazar"
(Anton Ignaz Melling: (1763-1831). Alman ressam ve mimar
olan Meling 1782'de İstanbul'a geldi. III. Selim ve kardeşi Hatice Sultan'a
bahçe ve saray mimarisi konusunda hizmet etti. Özellikle Boğaz kıyılarının ve
hayran olduğu İstanbul'un çeşitli semtlerinin resimlerini yaptı. 20 yıl
İstanbul'da kaldı ve 1803'de Paris'e gitti. İstanbul'da yaptığı resimleri oyma
baskı ile bastırdı. Ana Britanica Melling maddesi.).
Hoca çocukluğunun geçtiği İstanbul'un
yedinci tepesi Cerrahpaşa'nın sokaklarının evlerinin, camilerinin, çeşmelerinin
resimlerini iki yıl çalışarak tamamlamış. Ne kadar ev varsa o kadar mezarı olan
ve bugün bambaşka bir çehreye bürünmüş olan İstanbul'un bu eski semti artık
onun resimlerinde yaşıyor. Sahip olduğumuz bazı kültür miraslarımızın birer
birer yok olacağını biliyordu. Benim katılmadığım bir Eyüp Sultan gezisinde,
fotoğraf çeken turistlere bakıp, gezide bulunanlara "hadi siz de çekin,
yoksa gidip onlardan isteyeceksiniz" dediğini anlattılar. Bize ait kültür
varlıkları hakkında bilgiyi yabancılardan isteme durumuna düşmek istemiyorsak,
çalışmamız gerektiğini ne güzel bir hatırlatış. Çevremizi dikkatle incelemeli,
eserleri sanki hemen yok olacakmış gibi zaptetmeliydik.
Hoca İstanbul'un üç
yuvarlağı diye bir anektot anlatmıştı : "Sultan Abdülmecid zamanında
İstanbul'da bir tartışma vardır. Kimileri dünya yuvarlak kimileri düz diyor. Bu
tartışma Sultan Abdülmecid'e iletilmiş. Sultan, babasının yani II. Mahmud'un
medfun bulunduğu yere bir çeşme yaptırmış, üzerine de mermerden bir yuvarlak
koydurmuş. Tophâne'de saatin bulunduğu yere iki yuvarlak, Hasköy'de
Mühendishânei Berrîi Hümâyûn'un kapısına iki yuvarlak koydurmuş. İstanbul'un
çeşitli yerlerine koydurduğu bu kürelerle kendisinin dünyanın yuvarlak olduğuna
inandığını belirtiyor".
Hoca sohbetlerinde İstanbul'a daha çok yer
verirdi. "1600 yaşındayım, Fatih aldığında İstanbul 1000 yaşında",
İstanbul'a böylesine bağlı ve hayrandı. Bugün olmayan İstanbul'u anlatırdı.
Bir örnek: "Her mahallede sadaka taşı vardı. Geçenler bozuk para atar,
yoksul olanlar ihtiyacı olan miktarı alır, fazlasını almazdı". İstanbul'un
semtlerinin özelliklerini, semtlere yapılan atıfları da naklederdi : "Üsküdar'ın
hırdavatı, Kuzguncuk'un haşaratı, Çengelköy'ün zerzevatı, Beylerbeyi'nin
teşrifatı" gibi.
İstanbul hakkında anlattıkları Nakışhâne'de çalışanlara bir çalışma konusu idi.
İstanbul'a olan bağlılığı ve sayısız
çalışmaları sebebi ile şu anılarını nakletmişti : "Ahmet Hamdi Tanpınar
yakın arkadaşımdı. Ara sıra ayakta konuşurduk. Bir gün Bayezit'te rastladım.
Hızlı hızlı Üniversite'ye gidiyordu. Benim yanıma geldiğinde, merhaba Süheyl
dedi, hemen gitti. Herhalde derse girecek diye düşündüm. Beni epey geçtikten
sonra seslendi, geri döndü ve hızlı hızlı tekrar yanıma geldi ve İstanbul sana
emanet dedi gitti. Ben Amerika'ya giderken Yahya Kemal de, İstanbul'u bırakıp
nereye gidiyorsun dedi". Hoca bunları anlattıktan sonra muzip bir şekilde
"sanki Belediye başkanı bendim" diye latife yapmıştı.
Hoca "benim mesleğim şudur budur
diğerleri beni ilgilendirmez" ilgisizliğini, "bana ne hastalığı"
veya "beni alakadar etmez hastalığı" olarak niteler, buna bağlı
olarak "benim kabiliyetim yok" gerekçesini bahane olarak görür,
"size ressam olun demiyorum, resim yapın diyorum" telkininde
bulunurdu.
Hoca Amerika'da dinlediği konferanslarda
insanın pek çok kabiliyetle doğduğunu, bu sebeple bir insanın çok şey
başarabileceğini öğrendiğini ve Amerika'dan başka bir düşünce ile avdet
ettiğini anlatırdı. "Benim kabiliyetim yok ki, ben doğru bir çizgi bile
çizemem", böyle şeyler konuşmak ayıptı, "insan evrim
içindedir, bazı kabiliyetler doğuştan olmayabilir, inkişâf ettirmek gerekir,
herhangi bir konuda usul öğrendikten sonra kabiliyetinize göre geliştirin"
tavsiyesi ile tezhip, minyatür gibi Türk süslemesi sanatlarını öğrenmeye
çalışan bizleri "size tezhip, minyatür değil, Türk süslemesine ait
kabiliyete sahip olduğunuzu öğretiyorum" diyerek yüreklendirirdi.
İnsan merak etse neler öğrenirdi, güzel
şeyleri ihmal insan sağlığını bozuyor, mutluluğunu engelliyordu, insan manevi
yönden kısır kalmak istemiyorsa birkaç konuyla ilgilenmeliydi.
"Ben ressam değilim, ama resim
yapıyorum" diyordu Hoca. Belge niteliğinde resim yapardı. Bugün artık
olmayan evleri, çeşmeleri, sokakları ve kaybettiğimiz daha nice güzellikleri
onun resimlerinde yaşamak mümkün.
Tarihimizle ilgili güzelliklerin ihmal
edilmesine dayanamıyordu. Taksim, Cihangir, sularımız, yalılarımız,
hattatlarımız akla gelebilecek, gelmeyecek her konuya eğilmişti. 14 yaşında
iken mahya kurmasını bile öğrenmişti. Defterinde 1941 yılında Sultanahmet
Camii'ne de mahya kurduğuna dair not vardı. Medresetü'l Hattatin'e de devam
edip icâzet almıştı, ama hattat değildi. Doğru yazmasını öğrenmek için hat
dersi almıştı.
Peki ama Hoca neden bu kadar geniş bir
alanda çalışıyordu?. Yaşadığı şu olay bu soruya belki cevap olabilir :
"1938-1939 yıllarında Colombia Üniversitesinde misafir öğretim üyesi
olarak bulundum. Orada Kuzey-Güney Harbini yansıtan eserlerin bulunduğu Valley
Forge Müzesi'ne gittim. O muharebede hizmet etmiş neferlere kadar ihmal
etmemişler, resimlerini yapmışlar. İstanbul'u almışız, bizde bir şey yok.
içimde bir ateş yandı. Kaynak topladım. İstanbul'un Mutlu Askerleri ve Şehit
Olanlar adlı kitabı yazdım. Doktorum diye ihmal edemezdim. Üniversite hocaları
var yapsınlar derler, yapmıyorlar efendim, sen yapacaksın".
Bir kütüphane çöplüğünden, atılan kitap
ciltlerini toplamak kaç kişinin aklına gelir? Bir zamanlar Bayezid Kütüphanesi
mücellidleri tarafından atılan eski cild kapaklarını toplamış, el nakışları ile
süslü kitap kapları meydana getirmişti. Kendisi de deriyi traş ettirip cild
yapardı.
"Hattat Kâmil Efendi'ye (*)
"âhârlı kâğıtları merak ediyorum, ufak kâğıtları* atmayın bana verin
dedim, çok sayıda verdi. Çeşitli ülkelere ait bu kâğıtları bir deftere
yapıştırdım. Süleymaniye'ye verdiğim 1100 defterin içine koydum. Süleymaniye
Kütüphânesi müdürü Muammer Ülker'den kağıt hakkında yazı istemişler. O da bu
defterden yararlanmış, böyle şeylerle uğraşın", "ufak bir ip
parçasını bile atmayın, sevdiğiniz çiçekleri bağlamaya yarar" diyen hoca
bugün birçok araştırıcıya geniş bir arşiv, sayısız kitap bıraktı. Türklerin
lehinde ve aleyhinde neler söylenmiş, devlet ricalinden kimleri tanımış sahip
olduğu arşiv dosyalarından sadece birkaçıydı. Arşiv intizam demekti.
* Kamil
Akdik: (1861-1941). Ressam Şeref Akdik'in babasıdır. Hattat Sami Efendi'den
divani, celi divani, sülüs ve nesih yazılarıyla tuğra çekmeyi öğrendi.
Medresetü'l Hattatin'de hat dersi verdi. 1915'de reisül hattatin ünvanını aldı.
İstanbul Güzel Sanatlar Akademisinde hat dersleri verdi. 1940'da Mısır'a davet
edildi ve Prens Mehmed Ali Paşa'nın Kahire'de yaptırdığı camiin kubbe ve kuşak
yazılarını yazdı. Özel hat kolesiyonunu sağlığında Topkapı Sarayı müzesine
bağışladı. Geniş bilgi için bkz. M. Ülker: Başlangıcından Günümüze Türk Hat
Sanatı. Türkiye İş Bankası Kültür Yay. Ankara, 1987. Ayrıca bkz. M.U. Derman :
Akdik Kâmil (1861-1941). Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, Akdik Kâmil
maddesi.
"İnsan dikkati ve intizamı ile hayatta
muvaffak olur, vücut bütün işlerini intizamla yapmaktadır, hayatta başarının
sırrı intizamdır, Descartes, Cemiyette bazıları muvaffak olamıyorsa onu bana
yollayın, ben ona sadece intizamı öğreteceğim, o zaman muvaffak olacaktır demiştir,
bedbaht insanların programı yoktur, bunların istikbalinden korkunuz"
diyordu Hoca. Kendimize öyle bir hayat programı yapmalıydık ki canımız
sıkılmasın. Ahbab u yarenlikle ömrümüzü kısaltmamalıydık.
Hoca ahbab u yarenliğe gerçekten
içerliyordu ve ahbab u yarenlik etmek isteyenlere de Hocaya içerliyorlardı : "Kürsüde
çalışıyordum. Bir arkadaşım geldi. Çalışmamı bırakmadan onunla da ilgilendim.
Kızdı gitti. Onu adam yerine koymadığımı düşünerek darıldı. Hiddet zamanla kîne
döndü. Amerika'da iken bir öğretim üyesi çağırmıştı. Gittim. On kelime ancak
konuştuk. Hep çalıştı. Ahbab u yarenliğe gelmedik".
"Sergilere
gidiyorlar, gördüklerini yazmıyorlar, gördüğünüz eserleri yazın",
"yakın veya uzak bir seyehate giderken küçük bir defter götürün, hiç
olmazsa gittiğiniz tarihi yazarsınız, bir seyahat defteri yapın" diyen Hoca'nın seyahat
defterleri örnek alınacak çalışmalardır. Gittiği şehirde suluboya ile
ilgilendiği yerlerin resimlerini yapar, birçok dokümanı bu deftere koyardı. O
defterler yıllar sonra tarihî ve kültürel kaynaklar olmuştur. "Vakit
bulamıyorum yok, istersek yaparız, istemezsek yapmayız, bize bağlı, insan ne
murad ediyorsa öğrenebilir, yapabilir" sözleri bahane bulanlar içindi.
Hele bir haftalık çalışmayı yazmayıp, unutulmaya mahkhum etmeye acıyordu.
İnsanın kendini ihmal etmesi, başladığı
güzel bir şeyi yarıda bırakması ona göre ruhun ölümüydü.
Çalışmanın ruh ve beden sağlığı bakımından
önemini hep dile getirirdi: "Hiçbir zaman dinlenmeyi düşünmedim.
Çalışmakla sıhhatimin daim olacağını ve olmakta bulunduğunu düşündüm ve öyle
oldu". Dinlemenin boş durmakla değil, meşguliyet değiştirmekle mümkün
olacağını, hatırlatır, çalışmanın manevi yönünü de dile getirirdi" "İçimiz
fesat kumkuması. Boş kalınırsa şeytan insanı fenaya sürükler, çare
meşguliyettir, boş kalıp ona fırsat vermemeli, sanatla uğraşmalı". Boş
durmanın dinimiz açısından da doğru olmadığını Hz. Muhammed'in şu davranışı ile
açıklamıştı. : "Peygamberimiz maiyeti ile bir yere giderken rastladığı
bir adama selâm vermemiş. Fakat dönüşlerinde selam vermiş. Maiyetindekiler
giderken değil de dönüşte selâm verdiniz, neden? diye sormuşlar. Hz. Muhammed,
bir odun parçası ile toprağı karıştırıyordu, bir işle meşgüldü diye cevap
vermiş".
"Bir gün Üsküdar'da
yüksek görevlerde bulunmuş bir tanıdığıma rastladım. 'Süheyl emekli oldum, o
kadar yorgunum ki sabah kahvaltısından sonra yatacağım, kalkıp öğle yemeğini
yiyip yine yatacağım. Bir ay sonra öldüğü haberini aldım. Ne yapalım o da
dinlenerek öldü".
Evet ona göre çalışarak Allah'a kavuşulmalı idi. Nakışhânede çalışan sanatkâr
arkadaşlarımızdan birinin eşi ünlü bir yazardı: "...Bey'i mütefekkir
bir insan, ama okumayı, yazmayı bırakmış, bu kendini ölüme mahkûm
etmektir" diye endişesini belirtmişti.
Bir şeyi yarım yamalak öğrenenleri en
tehlikeli kişiler olarak görür ve "bugünün yarım yamalağı yarının
fakiridir" derdi. Bu kişileri ahlâkî yönden de kusurlu bulurdu.
Faydalı bilgilerin arttırılmasının önemi üzerinde durur, hayatımız hakkında iyi
yorumlarda bulunmamamızı, hayatımızın gidişatından başkasının sorumlu
olmadığına dikkat çeker ve Sokrat'ın sözünü hatırlatırdı: "Kendini
tanı".
Hoca gereksiz iltifat ve övgülere de
karşıydı : "Sizi övenlerden şeytandan kaçar gibi kaçın, metih
bekleyenler bedbaht insanlardır".
Hattat Kamil Akdik de iltifatı makbul
saymayanlardanmış : "Hattat Kamil Akdik bir tezhibimi görse iltifata
girmez, biraz daha biraz daha diyerek ilerleme kaydetmeme yardımcı
olurdu".
Ciddi bir şekilde çalışmak insana onur
sağlardı. Onun için, el öpmek isteyen kendi elini öpmeliydi, insan başkalarına
muhtaç olmamalıydı, kendine yetmeliydi.
Şüpheci olmanın faydasına değinirdi. Hatta
kendisi için de "Allahın emri mi var, her
söylediğime inanmayın" dediğini kaydetmişim. Tuğraî'nin (*) bir
sözünü hatırlatmıştı: "Halifenin mühüJfdarı olan Tuğraî aynı zamanda iyi
şair. Arapça bir şiirinde bir işaret gördüm. Bunu ayırdım. Şöyle diyordu :
Dünyanın en büyük adamı kimseye itimat etmeyendir". Hocamız çok ince bir
insandı. Bu söze bir ilâvesi olmuştu: "Ama itimat eder gibi
görünmeli". îbn Sina'nın da "Akıllı adam kuşkulu adamdır" sözünü
tekrarlar ve "itimadırii Allahımadır" derdi.
* (10) Tuğraî: (1061-1120). Arap divan şairi. Resmi
belgelere tuğra çektiği için Tuğraî adıyla anılır. Asıl adı Fahrü'l Küttab
Müeyyeddin İsmail Hüseyin'dir. Büyük Selçuklu sultanı Melikşah ve oğlu Muhammed
Tapar'ın hizmetinde bulundu. Taht kavgalarına karıştı ve öldürüldü. Tuğraî
Lamiyetü'l Acem adlı kasidesinde güçlülere ve haksızlıklara karşı çıkmıştır.
Türkçe ve Batı dillerinde tercümeleri vardır. Ana Britanice Tuğrai maddesi.
"Lüzumsuz yere ben
sana dostum diyenleri ihtiyatla dinleyin", tavsiyesinde
bulunuyordu: "Kendinize dost olunuz kâfi", "Sen kendini
biliyorsun, kendi kendinin dostu ol, başkasının değil".
Yersiz şöhretten kaçınılması gerekliliği
üzerinde dururdu. Şöhret olmaya uğraşmamalı, hadiseleri kendi haline
bırakmalıydı, insan kendi kendine yetebilirdi. "Bir zamanlar...'nın
hanımı olmak ne büyüklüktü, ama sonra suçlu gibi oldular. Bu sebeple şöhret
olma hevesine kapılmayın. Şöhret Türk'ü dünyaya tanıtmaktır. Cemiyetin
büyükleri hizmet edenlerimizdir" yaptığı uyanlar arasında idi.
Hele kıskançlığın insanı kemiren bir illet
olduğuna işaret eder "kıskançlık delilikten bir şubedir" sözünü yineler ve aklı
başında insanın kimseye darılmayacağını öğütlerdi.
Maddiyat konusunda ise düşüncelerini şöyle
nakletmişti : "İnsan refaha muhtaçtır,
fakat zenginliğe asla. Dünyada felâket menkıbeleri zenginlerden çıkar. Bu tür
zenginlikler peşinde koşmak boştur". Şu sözlerle de düşüncesini
teyit ediyordu: "Şeriatta şu senin bu
benim, tarikatta hem senin hem benim, hakikatta ne senin ne benim". Bir
gün defterinden şu satırları bana okumuştu: "Mal
o değildir ki el için toplayasın, başkasına miras bırakasın ve hesabını sen
veresin".
S. Ünver hem tıp tarihi hem de tıp ahlâkı
hocası idi. Ahlâk meselesi onun esas konusu idi. 14 Mayıs 1982 tarihinde
Hocayla mülâkat yapmak üzere iki gazeteci geldi. Yazılı olarak verdikleri
soruların birkaçı şöyle düzenlenmişti : "Toplumun sosyal gelişiminde
din hakkında ne düşünüyorsunuz? Yakın tarihimizde aydınlarımızın dine karşı
tutumları nasıldı? Dün ile bugünü kıyaslarsanız aydının dine tavrı nasıl?"
Tamamı sekiz tane olan soruları Hoca dikkatle dinledi ve "dine dair bir
şey yazmam, ahlâka dair yazarım" diye cevap verdi.
Hoca din
hakkında yazmazdı, ama sohbetlerinde yer verirdi: "Dininizi yüksek
tutunuz", "Peygamberimizin yaşantısını biliniz",
"Peygamberimizi bilmeyenler var", Hz. Muhammed sallallâhü
aleyhi ve sellemin sözlerini biriktirin, okuyun, bulunduğunuz hayatı cennet
yapın" derdi. Hz. Muhammed'in şu örnek davranışını anlatmıştı : "Hz.
Muhammed'i yemeğe davet ettiler. Birşeyler yiyelim de öyle gidelim dedi. Orada
yemek yeme arzusu azalsın".
Hocamız
biriktirdiği Hadisleri tezhipli bir deftere artistik bir yazı ile yazmıştı. Bu
defter daha sonra çok güzel bir baskı ile Evyap Vakfı tarafından yayınlandı
Hoca olayların üzerinde fazla durulmasını
gereksiz bulurdu: "Hayatta herşeyi mesele yapmaya gelmedik. Herşeyi
mesele yapmayın. Ama bunu da her yerde söylemeyin, başına gelsin de gör
derler". O insanları incitmezdi : "Kimseyi üzmedim, kimseye
keder vermedim, dilgîr olmadım, çünkü önem vermedim, mesele yapmadım,
mahkemelerde sürünmeye gelmedim".
"Görgeç,
bilgiç, durmageç, hadiselerin üzerinde fazla durmayın" dediğini kaydetmişim.
Bursa defterinde de şunu yazmışım: "Dünyanın mihnetini benimseyin. Onun
üzerine çıkıp bacaklarınızı sallayın".
İnsanların mutsuzluklarının sebebine şöyle
bir yaklaşımda bulunurdu: "İnsanlar birbirlerine bilmeden, farkında olmadan ıztırap
verirler. Fakat kendileri de ıztırap çekerler. Lâkin nereden geldiğini
bilmezler. İnsanlar bedbahtlıklarının sebebini başkalarından bilir, kendisinde
kusur bulmaz. Bilmiyerek kendimizi, birbirimizi perişan ederiz". Ona göre, herşey
insanın kendisinde başlıyor, kendisinde bitiyordu. İnsanın kendi telâkkileri
hayatında rol oynuyor ve ona yön veriyordu.
Toplumda "şu bir halt etse de yerden
yere vursam" diyenler bulunabileceğini hatırlatır, uygulandığında faydası
büyük tavsiyelerde bulunurdu: "Münasebetsizlere
cevap vermeyin, insanları terbiye etmeye kalkmayın, kendinizi terbiye edin,
kendinizin hocası olun. Kimseyi kendi arzu ettiğiniz yola sokamazsınız, yani
insanı olduğu gibi kabul edeceksiniz". Terbiye de
münasebetsizlerden öğrenilebilirdi: "Münasebetsizlerden ders nasıl
alınır? Onun münasebetsizliğini yapmazsın. Goethe'ye dünya münasebetsizlerle
dolu demişler, aman fırsatı kaçırmayın, onlardan terbiyeyi öğrenin demiş.
Münasebetsizlerin peşinden gitmeye gerek yok. Islanmışın yağmurdan pervası olmadığından
bu gibilere karşı dikkatli olmak gerek". "Bir yerde münasebetsizlik
yapacaksanız bildiklerinizin yanında prova yapın" diye de
lâtife yapmıştı.
Dikkat Hocanın çok önem verdiği bir
husustu. "Dikkat hocamızdır. Ben namus tanımam. Bir konferansa böyle
başladım, uğultu başladı. Durun mahçup olursunuz dedim. Devam ettim: Dikkati
tanırım, dikkatli kişi namusuna da dikkat eder".
Hoca ahlâkı kendisine uymuyor diye
insanları dışlamamış, öğretmezlik yapmamıştı. Çünkü ona göre insanlar teselliye
muhtaçtı.
insanların kendilerine, başkaları
tarafından fenalık yapma zemini hazırlamamaları gerektiğini savunurdu: "Bana
fenalık yapmadılar, çünkü zemin hazırlamadım. Kimsenin aleyhinde birşey
yazmadım".
Hocanın, okumuş olduğum yazılarında, gerçekten kimse için olumsuz birşey
yazmadığı dikkatimi çekmiştir. Fakat onun için yazılmış bazı saldırgan yazılara
rastladım. Ama o bunlara cevap bile vermemişti. Çünkü insanların kusurlarını
yerli yersiz söylemenin anlamı yoktu, hadiseler bizi uslandırmak içindi.
Hele bazı şeyleri elde edemeyişimizi, sorun
haline sokmamamızı öğütlerdi. Çünkü bazı men edilişler bizim lehimize
olabilirdi.
Hocaya göre hatalarımızı biz fark
etmeliydik. Bizim hatalarımızı başkası farkederse hangi kategoriye girerdik. 13
Ağustos 1982 tarihinde şunları anlatmıştı : "62 sene önce Dr. Ali Hüseyinzâde
isimli bir cildiye hocamız vardı. İttihat ve Terakkicilerdendi. Azerbaycan'da
ayıp lâfının çok ağır bir laf olduğunu, kolay kolay herkese söylenmediğini,
ayıp lafını dedirtmemek için insanın hayatını feda edeceğini bize
anlatmıştı".
Doğrulukla ilgili Hocadan şöyle bir not
almışım:
Doğru
olsan ok gibi
Elden atarlar seni
Eğri olsan yay gibi
Elde tutarlar seni
Menzil alır doğru ok
Elde kalır eğri yay.
Elden atarlar seni
Eğri olsan yay gibi
Elde tutarlar seni
Menzil alır doğru ok
Elde kalır eğri yay.
Hocanın defterlerinden kaydettiğim dizeler
:
Külâhın
sat da harc eyle, yoguncul olma nâmerde
Cihanda kelle sağ olsun, külâhı eksik değil.
Cihanda kelle sağ olsun, külâhı eksik değil.
Bir başkası:
Ahbabıma
davayı mükâfat etmem
Düşmanıma kastı mücazat etmem
Her kârımı mabûduma tefviz ettim
Bestir bana Hak, gayre münâcât etmem.
Düşmanıma kastı mücazat etmem
Her kârımı mabûduma tefviz ettim
Bestir bana Hak, gayre münâcât etmem.
Kurtuluş doğuluktaydı. İnsanlar henüz
andropoiddi ve anarşiyi önleyememişlerdi.: "Farabi
zamanında da Dünya'da karışıklık çok. Farabi'ye nasıl düzelir diye sormuşlar.
Düzelir demiş. Dünya'ya bir hükümet kâfi, onun başına da bir filozof
getirmeli".
Susmanın önemine değinirdi: "içimizde
en hakîm (hikmet sahibi) kimdir? Susmasını bilendir. Aristo'ya sormuşlar, ne
zaman konuşmalı? Başkaları sustuğu zaman". İnsanlar acımasızca
birbirilerini kırmamalıydılar, onu kır, bunanla kavga et, onunla görüşme,
bunlar Müslümanlıkta var mı?
Hoca'ya göre bilimin lezetti başka hiçbir
şeyde yoktu: "Fen tecrübeye dayanır. Tecrübeye dayanmayan şey
dogmatiktir, bize yaraşmaz. Sabırla okuyun, arayın, birşey arandığı nisbette
bulunur, aranmazsa bir şey bulunmaz". Şu çok hoş dizeleri
okumuştu :
Ey ilmü'l noktatün Kesere el cahilün
(İlim bir noktadır, cahiller onu çoğalttılar anlamında).
S. Ünver Şark-İslâm felsefesine göre,
Tanrı'nın yanında öğrencinin hocadan büyük olduğunu söylerdi: "Mevlâna'dan iki
şeyh istemişler. O akşam misafiri olan Şemsi Tebrizi'ye anlatmış: Buldum ve
gönderdim, ya derviş isteselerdi" (Hocalık kolay, derviş olmak zor,
'derviş öğrenen'). Öğrenci sorduğu sorularla hocayı yetiştirirdi.
Öğrenci yalnız sanatı değil, sanatı öğreten
hocayı da öğrenmeliydi. O gerek Medresetü'l Hattatin'deki hocalarını' gerek
yıllarca yanında çalıştığı Ressam Rıza Bey'i ve daha birçok hocasını yakından
izlemiş, onlarla ilişkisini kesmemişti. Hocanın nasıl çalıştığını anlamak
gayemiz olmalıydı. Hoca da öğrencinin iyi yetişmesini istiyorsa onun yanında
çalışmalı, öğrenci onu izlemeliydi.
Hoca konuşmalarında hat sanatımız ve
hattatlarımız hakkında da bilgi verirdi. Hattat Mustafa Rakım Efendi'ye
hayrandı: "Dünyaya onun gibisi
gelmemiştir" derdi. Hoca ve kendisinin yanında yetişmiş tezhip
sanatçısı Tülây Tozanlı ile birlikte Rakım Efendi'nin Fatih'te bulunan kabrini
ziyaret etmiştik. Rakım Efendi'nin taşı üzerinde kazasker kavuğu bulunuyor.
Yanındaki kabirde hattat Haşim Efendi medfun. Hoca bu ziyaretimizde "Rakım
Efendinin kitabesini bir rivayet Rakım Efendi kendisi, bir rivayet Haşim Efendi
yazmış" demişti.
Hoca, yazıları daha çok taş üzerinde
bulunan Rakım Efendi'nin, Eyüp Sultan Mezarlığından aldığı imzasını
göstermişti. Topkapı Sarayında II. Mahmud devrinde restore edilen yazıyla Fatih
Camii'ne giden yol üzerinde bulunan ve II. Mahmud'un annesi Nakşidil Valde
Sultan türbesindeki yazının da Rakım Efendi'ye ait olduğunu Hocadan
öğrenmiştik. Rakım Efendi'nin ağabeyi Zühtî Efendi de hattatmış.
Hoca Hattat Kâmil Efendi'nin kendisini çok
sevdiğini söylemişti: "Hattat Kâmil Efendi'nin hocası Hattat Şevki Bey,
annemin babası idi. Hattatlar elleri durmasın diye karalama yaparlar. Ondan
karalama defterini istedim. Bu karalamalar üzerine İstanbul manzaralı noktalar
yaptım, cedvellerini çektim, ciltledim". Hoca bu defteri bize
göstermişti. O kadar şık ve iç açıcıydı ki, ve doğaldır ki Hocamız can
sıkıntısı nedir bilmiyordu.
Hoca hattatlar diyarı Amasya'dan da söz
ederdi. Karacaahmet'te medfun bulunan Şeyh Hamdullah'ı, Sultan Bayezit'in
Amasya'da Şehzade iken tanıyıp Saray'a aldığını ve hokkasını tuttuğunu, 47
kuran yazdığını anlatmıştı.
Süleymaniye Camii'nin kubbe yazılarını yazan Ahmed Karahisari'nin
önünde elpençe durulmasını gerektiğini, oyma ve hat üstadı Abdülfettah
Efendi'nin yazı yazarken ışığı, su dolu bir sürahinin arkasına koyarak
çalıştığını anlatır ve tanıdığı hattatlara ait bilgiler verirdi. Hocamızın, kendisine
icâzet veren Hakkı Altunbezer hakkında büyük bir dosyası vardı. Hattat Sami
Bey'in de sohbetlerini yazmıştı. Hattat Ali Efendi Rabbiyesir (yarabbi esirge,
kolaylaştır anlamında) diye yuvarlak bir terkip yapmış. Hattat Sami Efendi,
"bu kadar hattatız, şöhretimizle övünüyoruz, ama böyle bir istif
yapamadık" dermiş.
Hoca hattatların kullandığı aletleri de
bize göstermişti. Kamış kalem, sapı fildişi ucu bistüriye benzeyen kalemtraş,
kalemin ucu düzeltilirken dayandırıldığı ve kalemtraş bozulmasın diye
kullanılan fildişi makta, satır düzeni için mıstar. Hattatların kullandığı yazı
takımına divit deniyor. Edevat anlamında. Dershanemize gelen Kançi İşimoto
isimli bir Japon misafir hokka ve divitin eskiden Japonya'da kullanıldığını ve
ceplerinde taşıdıklarını söylemişti. Hoca bir derste kamış bir kalemi açtı,
maktaya dayayıp ucunu düzeltti, üzerinden fırça ile mürekkep koyup yazdı.
Kalemtraşla ilgili bir hikâye de anlatmıştı
Hoca: "Zengin bir adam kalemtraş satın almak istiyor. Kalemtraş ustası
satıcı nasıl bir kalemtraş istediğini soruyor. Zengin alıcı ne istediğini
bilmiyor. O zaman kalemtraş ustası bir kalem, bir kalemtraş veriyor ve kalemi
aç diyor. Zengin alıcı kalemi açmak için mermere dayayınca satıcı o işten
geçimini sağladığı halde kalemtraşı satmıyor. Çünkü eser onun çocuğu gibi.
Mermere çarpan kalemtraş bozulur. Zengin alıcı, satıcıya maktanızı verin dese
imiş kalemtraşı satacıkmış".
Hattatların minder üzerinde oturup
yazdıklarını, Hocamızın dedesi hatat Şevki Efeni'nin titrer iyi yazamaz diye
sağ eliyle ağır birşey taşımadığını, hattat Nazif Efendi'nin daha güzel
yazsın diye yazıya başlamadan önce odun kırdığını ve hattatlarımıza ait hoş
anılar nakletmişti. Bir de bir fıkra anlatmıştı: "Bir
hattat yazıyor, çingene de bakıyormuş. Çingene yazı nedir ki yazı yazıverirsin,
olu oluverir, gel de bir sıraya kalbur del demiş" (12).
Hocamızın toplantıları Cuma günleri öğleden
sonraları idi. Bazen bir sergiyi izlemek veya başka bir sebeple dershaneden
ayrılması gerekse "Allah'ın Cumaları çok, her hafta bir yenisi
geliyor" diyerek ayrılırdı.
Dershaneyi bir ahilik dershanesi olarak
görür, "Garazsız ivazsız toplantı budur" diye niteleme yapardı.
Suluboya ile çalışmayı öyle severdi ki "ah mine'l aşk, ah mine'l suluboya, ah mine'l tezhip,
herşey aşktan doğar" diye
latifeli konuşur, 67 senedir süslemenin içinde olduğu halde hâlâ öğrenemediğini
ifade ederdi (0 gerçek tevazu sahibi bir kişi idi, süslemecilerin de piriydi).
Atatürk ona iki görev
vermişti: 1. Selçuklularda tıbbın
araştırılması, 2. Türk süsleme sanatlarının ihyâ edilmesi. "Emirlerini
yerine getirdim" diyordu.
Fakat o, yalnız Selçuklu değil, Osmanlı
süslemesi ile de ayrıntılı olarak ilgilenmişti. "Bursa'da Muradiye'de Hümâ
Sultan'ın kabrinin süslemeleri çok yıpranmıştı. Şimdi yok. Renkleri soluktu.
Merdivene çıkarak avucumla su attım. Renk koyulaştı. Ortaya çıkan renkleri
kullanarak süslemeyi tesbit ettim". Fatih devri süslemelerinin örnekleri
kendisinde mevcuttu. Süsleme sanatı üzerine de çok sayıda eser yayınlamıştı.
Çini deseni çalışmayı, özellikle çinilerin
göbeklerindeki motifleri çalışmayı çok severdi. "Sultanahmet Camii'nin
çinilerini doya doya seyredin, detaylarından yeni süsler yapın" tasviyesinde
bulunurdu. Turing Otomobil Kurumunun, Sultanahmet'te onardığı Medrese'nin bir
odasını süsleme sanatlarına ayırdığını duyduğunda çok sevinmişti: "ilk
ders Sultanahmet Camii'ne gideriz. Çini modeli almak memnu. Ama çinilerin
göbeğini alacağız. Bunları toplamalı".
Aynı desen çinilerin iki ayrı yapıda
olmasının sebebini şöyle açıklamıştı: "Diyelim Saraya yeni bir daire
yapılacak. Saray Nakışhânesinde çinilerin rengi tesbit ediliyor. Dikkatle
çizilip boyanıyor. Gerekli miktar 1000 parça, ama iki misli sipariş veriliyor.
Kalanlar çini depolarına konuyor. Bir zaman sonra biri cami yaptırıyor, çok
masrafı olmuş. Padişaha iletiliyor. Depoya kaldırılan çiniler, yapılmakta olan
camide kullanılmak üzere veriliyor".
Ankara'da Hacı Bayram'da çinileri de
dikkate değer iki Selçuklu mescidi bulunduğundan söz etmişti.
Tülây Tozanlı derslerde tezhip, çini
yapmasını öğretir, bazen sırlı seramik kabda arap zamkı, ile varak altın ezer,
Gülbün Ünver Mesara minyatür, akıtma boya vb. çalışmasını gösterirdi. Bazen
Hoca da bu çalışmalara iştirak ederdi. Bir derste varak altın yapıştırması Hoca
tarafından yapılmıştı.
Resim, tezhip, minyatür onun için yazıydı
ve okunmalıydı. Nigarî'nin, Barbaros'a ait minyatürüne "Nigârî böyle yazdı
Barbarosî" diye kayıt koyduğunu tekrarlardı. Yapılan veya yazılan birşeye
tarih atılmasına hep dikkat çekerdi: "Bizim dershanemiz 1936'da kuruldu.
Bir çalışma yapıldığı zaman önce tarih atılması söylendiği halde yazılmama
hatası maalesef o zamandan beri devam etmektedir". Bir de şunu
hatırlatırdı: "Son eserim demeyin, en yeni eserim deyin (ya son olursa,
telkin)".
Hat kenarlarına yapılan tezhibin değerini
de şöyle biçerdi: "Yazı 10 değerinde ise tezhibi 10.2 değerinde
olacak".
Hoca ve öğrencileri mezar taşlan
süslemeleri üzerinde de çok çalıştılar. Taşoymacılığımızın muhteşem örnekleri
olan mezar taşlarının birer sanat harikası olduğunu çoğumuz Hocadan öğrendik.
Gerek üzerlerindeki yazıların içerdiği anlam, gerek süslemeleri ile belli
devirlerin birçok özelliklerini yansıtan bu taşları gören bazı yabancı
araştırıcıların, burada bulunsalar bu yapıtlardan ciltle kitap
yazabileceklerini söylediklerini naklederdi Hoca. Nakışhâne'de yetişen
ustalardan Azade Akar çalışmaları ile ilgili şunları söylemişti: "Çinide
de, mezar taşında da, tezhipte de aynı motifi görürüz. Çoğunu aynı süslemeciler
yapmışlar. Mezar taşlarından 400-500 takı çeşidi topladık. Yazı ve resim ile
süslenmiş bu taşlar heykel değildir de nedir? Uzun süre mezarlıklarda çalıştık.
İki yıl sonra sergi açtık. Binin üzerinde rozet, çok sayıda hençer motifi var.
Bir mezar taşında altı çeşit lâle vardı. Çinilerde 380 çeşit lale var. Yüzlerce
buket topladık".
Birlikte yaptığımız bir Eyüp Sultan
gezisini yazıp Hocamıza tashih için vermiştim. Buraya aynen alıyorum :
11. 06. 1982 Cuma günü Dr. Süheyl Ünver'in
Tıp Tarihi ve Deontoloji Kürsüsündeki dersinden sonra saat 17.00'de Eyüp
Sultan'ı ziyarete gittik. Dr. Süheyl Ünver başkanlığında yaptığımız gezide Nimet
Hanım, Tülay Tozanlı, A. Güner Sayar Bey vardı. Burada yazdıklarım
gezimiz sırasında Hocamızın anlattıklarını kapsıyor.
Eyüp Sultan'da ilk olarak türbenin avlu
çeşmelerine bakan çinilerlerine baktık. Süheyl Hoca bu çinilerden bazılarını
daha sonra ayrıntılarıyla incelemek üzere göz koyduk dedi. Üzerinde
çalışacağımız bazılarını gösterdi.
Eyüp Sultan Camii III. Sultan Selim
zamanında eskisi yerine yapıldığı için çeşmelerin başlarında ve daha başka
yerlerinde Sultan'ın tuğrası nakşedilmiş.
Camii'n çakış kapısında (kuzeye bakan kapı)
sağ tarafta mimar Sinan'ın mimarbaşı olduktan sonra yaptığı ilk Ayas Paşa
kabrini ziyaret ettik. Kabir Yılanlı Yalı'nm sahibi Reisü'l Küttap Mustafa
Efendi'ye ait. Üzerindeki yazılan Hocamız okudu. Aziz arkadaşım Tülay Tozanlı
kabir üzerindeki bordürün çok güzel olmakla birlikte kendisinin bunu kalın
bulduğunu söyledi. Kapıdan çıkınca ileride sol taraftaki ihtişamlı türbe III. Selim'in
annesi Mihrişah Sultan'a ait.
Kapıdan çıkıp sağ tarafa dönüldüğünde biraz
ileride yolun sol tarafında İzmit'te Pertev Paşa Camii banisi türbesi, Kanuni
Devri klasik taşları ile dolu. Burada sümbüller, laleler, karanfiller 16. asrın
en güzel mezar taşlarına oyulmuş. Bugün bunlar pek zarif. Hanedana ait kişilerin
mezarları pek süslü.
Bir kabir taşında buhurdanlık veya potaya
benzeyen bir oyma kap gördük. Bu kaplarda suluca bir tatlı ikram edilirmiş. Tatlının
ismi lohuk.
Sultan II. Mahmud devrine ait mezar
taşlarına kavuk yerine fesler konmuş. Kendi zamanında ve daha sonraki
mezarlardaki taşlara fes şekli oyulmuş. Ancak Sultan II. Mahmud fesi rütbelere
göre değişmiş. Sultan Abdülaziz fesinin tepe kısmı biraz daralmış. Mezar
taşlarından hangisinin II. Mahmud hangisinin daha sonraya ait olduğu
anlaşılıyor.
Bu gezi esnasında Tülay taşların
süslerinden hangisinin klasik hangisinin daha sonraya ait olduğunu gösterdi. Bu
mezar taşlan arasında Hocamızın annesinin babası hattat Mehmet Şevki Efendi'nin
imzasını taşıyan bir mezar kitabesi gördük. Tarih 1284.
Bir mezar taşı üzerinde
eski Türkçe ile şunlar yazılı :
Ya İlâhi ol mübârek ismi
pâkîn izzeti
Hem Resûlun fahrı âlem şâhı
kevneyn hörmeti
Eyle kabrin ravzai cennet
Ya ilâhel âlemin
Gece gündüz eylesin huri
gılman hizmeti
Kurukahveci Halil Ağanın kızı Şerife Fatma
Tarih 1271.
Sultan II. Mahmud devrine ait bir diğer
mezar taşında ise "serket hüdâ-i hamamalain Edhem Efendi" yazıyor.
Sultan Abdülmecid 1255 (1839) yılında
Padişah olduğundan şöyle denirmiş:
Bir iki, iki delik
Abdülmecid oldu melik. (5 rakamı eski yazıda
"o" şeklinde yazılıyor).
Hocamız, açık hava, yazılı
taş müzesinden ayrılırken az zamanda çok şey göremedik ama göz koyduk
dedi".
Nakışhâne'de bazan gaz ebru'su da
yapılırdı. Gaz ebrusunda çıkan şekil tesadüfe kalmıştır. Kitre ile yapılan
ebruda %90 istenilen şekil elde ediliyor. Hoca ebru sanatında da 1923'de
Medresetü'l Hattatin'de ebru ustası Necmeddin Okyay'dan icazet almış.
Nakışhâne'de çalışmış ve Hocamızın
yetiştirdiği sanatçılardan Azade Akar, Almanya'da açtığı sergilerde ebru
gösterisi yaptığını ve büyük ilgi gördüğünü, Batılıların ebru sanatının
Türklere ait olduğunu bildiklerini anlatmıştı.
Folklor Hocamızın ilgi ve çalışma alanının
bir kısmıydı. Folklorun çeşitli dallarında yayını vardı. Folklorik inançlar
için "bunlara hurafe diyorlar, hayır değil, bunlar hayatın şiiriyeti,
hayatın romantik tarafıdır" derdi. Çeşitli inançlar anlatmıştı, O
anlatıncaya kadar duymadığım. Bunlardan birkaçını aktarmak istiyorum :
"Eskiden
yazma kitapların başına keb-i kec yazılırmış. Süryanice bir kelime. İnanca göre
bu sözcükler yazılınca kitabı kurt yemiyor. Bir de hikâyesi vardır. Bir kitapta
yazılı olan keb-i kec'i kurt yemiş, ama kitabı yememiş".
Hoca'dan kendisine ait
folklorik bir anektot:
"Çocukken kekeme idim. Haseki'de bulunan BayrampaşaTürbesine
götürdüler. Her yıl değiştirilen Kâbe'nin anahtarlarından birini de buraya
koymuşlar. Su dolu bir tasın içinde demirden paslı anahtar duruyordu. 11
yaşında idim. Babam ölmüş. Tekkenin şeyhi dualar okuyarak anahtarı ağızıma
soktu. Anahtara, kilidi açar gibi bir hareket verdi. Paslı sudan biraz içirdi.
Üç defa gittik. Her defasında aynı işlem yapıldı. Annem yavaş yavaş
iyileştiğimi söylerdi. Belki püberte, belki de başka şeyler etkiledi. Folklor
önemlidir ve hayatın şiiriyetidir".
"Eski
inanışa göre mektubun üzerine beduh yazılırsa yerine çabuk ulaşırmış. Buna
sürati isâl meleği derler. Bir eser yazmaya başlayan yazar da süraklı yazılsın
ve çabuk tamamlanasın diye kağıdına beduh yazarmış.
İbn Sina eserlerini
çetin bir Arapça ile kaleme almıştır. Gevrekzade Hafız Hasan Efendi İbn
Sina'dan çevri yaparken devamlı beduh yazmış. Gevrekzade'nin çocukla ilgili
bölümleri tercüme etmesinin sebebi, kendi çocuklarının çok sık hasta olması
imiş".
Hocamızdan Amasya ağzı ile bir Nasreddin
Hoca fıkrası "Nasreddin Hoca'ya demüşler kü yengaanım çok gezüyor. Acep
dimüş, o çok gezmeez, eğer gezseydüü kendi evine de gelürdü".
Hammer'in Nasreddin Hoca fıkraları ile
ilgili anlattıklarını eksiksiz olması için Hoca'nın yayınından aktarıyorum:
"Alman şairi ve
filozofu Goethe, Osmanlı tarihini bilhassa şark kaynaklarına dayandırarak
mükemmel bir surette kaleme alan müverrih Hammer ile muasırdır. Goethe Türkçe
bilmez. En mühim kayıtları sık sık görüştüğü Von Hammer, Hafız divanını
Almancaya çevirdiği gibi muhtemelen kütüphanesinde bulunan her biri diğer
nüshalarından farklı Nasreddin Hoca fıkralarını da Almancaya çevirmiş ve
okuması için ünlü şaire vermiştir. O da yalnız bu fıkrayı seçerek kitabına
koymuştur:
Timurlek Anadolu'yu istilasında
Akşehirde bir gün misafir kaldığı yerde oturuyormuş. Nasreddin Hoca da
huzurunda. Topal Timur yanında duran bir aynaya bakarak 'Ben ki cihangir bir
padişahım. Dünya benim emrim altında, fakat ne kadar çirkinim', diye
başlamış ağlamaya.
Nasreddin Hoca, Topalın ağladığını
görünce o da başlamış ağlamaya.
Timur ağlamış ağlamış susmuş. Fakat
Hoca susmuyor, o boyuna ağlıyor. Timur dayanamamış, Hocaya demiş ki: Aynaya
baktım çirkinliğime ağladım. Sen de karşımdasın, ayıb olmasın diye sen de
ağlıyorsun, çirkin olan benim, hala ağlamanın sebebi nedir?
Hoca merhumun cevabı:
Ya biz ağlamayalım da kim ağlasın. Siz
bir an kendi çirkinliğinizi görerek ağladınız ve sustunuz. Ya biz her gün
görüyoruz ya.
Anadolu'nun birçok yerlerini istila ile
haksız ve maksatsız Osmanlı ülkesini vurmaya gelen topal Timur'u halk bu gibi
fıkralarla daima küçük düşürmekten fariğ olmamıştır. Asırlar sonra bile
unutulmayan bir ağıyla onu her fırsattan faydalanarak incitmekten
ayrılmamıştır. B. Esad Fuad Tugay'dan").
Hoca darbı mesellere aşırı uçların el
attıklarını ve bozuk laflar ürettiklerinden yakınırdı. Bir Sivas nakışçı sözü "Her yaanış bir nakış".
Nezaketin
getirdiği kinayeli bir laf: "Eskiden namaz kılmayanlara, namaz kılmıyor
demeyin, o Kuruçeşme'de ebdest alıp İhmalpaşa'da namaz kılar derlerdi"
(İhmal Paşa Camii Kuruçeşme ile Ortaköy arasında).
Hocamız esas mesleği olan hekimliğe ait
ilgi çekici ve tıp ahlakının önemini ortaya koyan bazı vakalarını da
anlatmıştı. Fakat bunlar tashihli olmadıkları ve konulan itibariyle önemli
oldukları için yazmayı uygun bulmadım. Çünkü, konuşmalarından aldığım
notlardaki bazı hususları tashihlerinde üzerini çizerek çıkarıyordu. Belli
sebeplerle ve o andaki durum için söylemiş sözler, yazıya geçtiğinde yanlış
yorumlara yol açabilirdi. Tıp ahlakı ile ilgili değindiği birkaç noktaya
değineceğim. Onun tıp ahlak anlayışı doğal olarak bugünkünden biraz farklıydı.
Tıp etiğine gelişen bilim ve teknolojinin getirdiği sorunlara günbegün yenileri
eklenmekte ve toplumun inançları, özgürlük anlayışı, bireysellik, vb. sebeplerle
bambaşka bir boyut kazanmaktadır. Geleneksel olarak tıp ahlakı belki de yalnız
hekimin meselesi iken, bugün toplum ve birçok disiplin tarafından
sorgulanmaktadır.
Günümüzde daha da geliştirilen ve bireyin
önem kazandığı hasta haklan gündemdeki yerini korumaktadır. Bu haklar içinde
hastanın hastalığı hakkında bilgilendirilme, aydınlatılma hakkı, belki de hasta
haklarının en önemli hususlarından biridir. Amerika Birleşik Devletleri gibi
bazı ülkelerde hastaya, kötü bir akibet de söyleniyor. Toplum kuralları,
inançları, yetişme tarzları, hayata bakış açıları böyle gerektiriyor olabilir.
Amerika Birleşik Devletlerinden biraz farklı olarak Avrupa'da ise hastanın
herşeyi öğrenmek istememek hakkı olduğu da tartışılıyor. Hocamız şöyle derdi: "Teşhis iyi değilse hastaya söylenmemelidir. Alın
yazısı olunca değişmez. Onun için iyi yorumlarda bulunmak gerekir. Hastanın
kötü düşünceleri defedilmelidir. İyi telkinlerde bulunulmalıdır. Hastanın
maneviyetini bozmamalıdır". Fakat şu görüşü bugüne de aynen
uyuyor : "Hekim, hastayı herşeyin üzerinde saymalıdır"
Çok söylenen bir söz vardır. Tıbbiye'den
herşey çıkar, ara sıra da hekim çıkar. II. Mahmud döneminde hızlanan
Batılılaşma sürecinde, Batılı tarzda eğitim yapan Tıbbiye'den mezun olanların
çoğu hekimlik yapmayıp, devletin yüksek kademelerde görev almışlardı. Çok yönlü
ve az sayıdaki bu hekimler bir meclisten başka bir meclise, bazan nazır, bazan
sadrazam, bazan da sefir olarak sayısız görevler üstlenmişlerdi. Hoca bu
sebeplerle : "Tıbbiye'den alim, fazıl, devlet adamı, ressam, tarihçi,
şair yetişir, hatta bazan da hekim yetişir" derdi.
Süheyl Hoca'dan Osmanlı Padişahları
hakkında söylediklerinden birkaç not almışım: "Avusturya'da tarihçi Hammer
adına kurulmuş kütüphaneye gittim. Hammer bize ait ne varsa toplamış. Silisilenameleri
de toplamış. Orada, 18. yy. kıyafeti ile Ertuğrul Gazi'nin çok küçük bir
minyatürünü buldum. Minyatür 18. yy. da yapılmış. Burada bir fıkra anlatayım : Adamın biri kendisini çok kızdıran birini dövmüş
öldürmüş. Sonra da doktora götürüp dirilt, hırsımı alamadım bir daha
öldüreceğim demiş. Bunu niye anlattım. Ertuğrul Gazi'ye doyamadım, hırsımı
yenemedim, beş minyatürünü daha yaptım". Hoca her konuda olduğu
gibi Ertuğrul Gazi hakkında da geniş bir arşive sahipti. 27 Ağustos 1982
tarihinde Söğüt kaymakamı Dershaneye gelmişti. Tamir edilen Ertuğrul Gazi
türbesi için Hoca'dan fikir almıştı.
Fatih Sultan Mehmed'in Edirne'de yapılan
doğum günü kutlamalarına konuşmacı olarak davet edilirdi. Fatih hakkında birçok
yayın varsa da çocukluğu ve gençliği hakkındaki araştırmayı Hoca yapmıştı.
Bilime büyük önem veren Fatih Sultan Mehmed'i, âlimleri etrafında toplaması ve
ilk Akademimizi kurması sebebi ile de çok severdi.
Sultanı Gazûb yani
Öfkeli Sultan olarak da bilinen Yavuz Sultan Selim hakkında Ali Emirî'den
Hoca'ya menkul iki anektod :
"Yavuz sefere çıkarken yanına âlimleri
de alırmış. Mısır seferine giderken İbn Kemal'i yanına almış. Su birikintisi
olan bir yerden geçerken İbn Kemal'in atı Yavuz'un beyaz kaftanına çamur
sıçratmış. Ibn Kemal üzülmüş, öfkeli padişahın gazabına uğramaktan korkmuş.
Fakat Yavuz 'bu çamurlu kaftanı muhafaza edin,
ölünce sandukama örtün' diye emir
vermiş. Ben bunu duyunca Yavuz'un türbesine gittim. O zaman bir itikad vardı, Yavuz'un türbesini ziyaret eden
işsizse iş bulur, işi varsa kaybedermiş. O
sıralarda Üniversitede karışık. Türbeye giremedim. Çamurlu beyaz kaftanın
sandukanın üzerinde olup olmadığını türbedâra sordum. Olayı bilmiyordu ama
beyaz kaftan'ın örtülü olduğunu söyledi". "Yavuz
Sultan Selim çok sert ve müsamahası olmayan bir padişah olduğundan, onun
devrinde aileler yaramaz çocuklara "Allah seni Sultan Selim'e vezir yapsın
derlermiş". "Ali
Nihat Tarlan, Mükrimin Halil (Yınanç) ve ben Fatih Kütüphanesinde çok
çalışırdık. Ali Emiri gelip köleye oturduğu zaman Tarlan Farsça, Mükrimin Halil
Tarih, ben Tıp Tarihi kitaplarımızı kapatır onu dinlerdik. Bağırarak konuşurdu.
Yoldan geçenler merakla bize bakarlardı".
Sultan III. Mustafa ile ilgili Hocadan bir
anektot : "Sultan III. Mustafa ismi ile
anılsın diye bir cami yaptırmaya karar verir. Camiyi yaptırdığı yerde
Lâleli Baba diye bir yatır varmış. Halk Camiye Lâleli Camii demiş. Sultan III.
Mustafa bu defa Kadıköy tarafında bir cami yaptırır. Orada bir ayazma varmış.
Halk yeni yapılan bu Camiye de Ayazma Camii demiş. Sultan III. Mustafa bunun
üzerine, iki cami yaptırdım, birini deliye birini suya kaptırdım, benim adımla
anılmadı demiş".
Sultan II. Mahmud ile ilgili anlattığı şu
anektot çok hoştu: "Sultan II. Mahmud ülke işlerinin karışıklığı, yapmak
isteği Islahatlar ve birçok mesele sebebi ile hiç gülmezmiş. Baş mabeyincisi
Said Efendi 'Padişahın güldüğünü bir görsem koç kestireceğim' diye
kurban adamış. Sarayda bir âdet var. Valde Sultan Padişahı geçirmek üzere
selamlık kapısına kadar geliyor. II. Mahmud birgün kahkalarla gülerek mâbeyn'e
girmiş. Said Efendi derhal oradan ayırılarak adağını yerine getirmeye gitmiş.
Tabii Padişah sormuş 'Said nerede?'. Said Efendi geldiğinde orada bulunmayış
sebebini anlatmış. Padişah 'bana neden güldüğümü sorsana, Valde sultan bana 'ne
suratını asıp duruyorsun, Padişah oldun da neyini gördük dedi' diye
kahkkahalarının sebebini anlatmış".
Sultan Abdülaziz'in
ölümü hakkında da şu bilgiyi aktarmıştı: "Sultan Abdülaziz
öldürülmedi, intihar etti. Abdülhamid, Midhat Paşa'ya olan muhalefeti sebebi
ile öldürüldüğü tezini ortaya atmıştır. Sultan Abdülaziz; intihar etmeyip esir
öldüğü için, Bursa'da Yıldırım'ın türbesini ziyaret etmemiştir".
Abdülhak Hamid'i çok
sever ondan sıklıkla sözederdi. Abdülhak Hamid'e ait bir özellik:
"Abdülhak Hamid'in hanımı hastalanmış. Ahbapları pembe gül bulamadıkları
için bir demet sarı gül götürmüşler. Lüsyen Hanım sarı gülleri görünce ağlamaya
başlamış. Çiçeklere teşekkür ettikten sonra 'bilerek mi sarı gül getirdiniz'
demiş. Ziyaretçiler hayır, tesadüf demişler. Lüsyen Hanım ağlama sebebini
anlatmış : "Bizim Bey sarıyı çok severdi, pembe karpuz değil sarı kapruz
yerdi'. Hamid bu işi o kadar ileriye götürmüş ki çekirdeği sarı değil diye sarı
karpuzu da yemezmiş!". Hoca Hamid için sarı renkle bir çiçek buketli bir
kart yapmıştı.
Yahya Kemal Beyatlı'ya hayrandı. Yahya
Kemal'in "Biz herşeyi yapmasını bilmişiz. Şunu, bunu... Fakat iki şeyi
yapmasını bilmemişiz, yazmasını ve resim yapmasını" dediğini nakletmişti.
Yahya Kemal hakkında söylediklerinden şunları not almışım: "Yahya Kemal Kocamustafapaşa'da
Üsküp'ü arıyor. Sümbül Efendi'de Murat Hüdaverdigar Camii'ni görüyor. Atik
Valde'de Üsküp'teki Mustafa Paşa Camiini görüyor. Bakkalda kasapta Üsküplüyü
görüyor. Ne yazık ki artık oralarda doğmuyoruz diyordu". Yahya Kemal'den
Hoca'ya nakil bir anektot: "Hezarfen tabir edilen âlim, fazıl
şahsiyetlerimizden Şanizade Mehmed Ataullah Efendi ve arkadaşları Ortaköy'de
toplanırlarmış. Ortaköy yaranı olarak da bilinen bu fazıl kişiler en anlamlı
Türk mısraını kim söylemiş diye araştırmışlar. Şeyhülislam Yahya Efendi'nin şu
beytini en anlamlı bulmuşlar: Neler çeker bu gönül/Söylesem şikayet olur".
"Abdülhak Hamid'den, Fikret'ten
bahsetmiyoruz, Yahya Kemal'den bahsediyoruz, neden?" diye sormuştu Hoca.
Yahya Kemal dilimizi çok güzel kullanmıştı. Bugün konuştuğumuz gibi. Hoca
dilimizin yanlış kullanılmasına çok üzülürdü: "Bursa'da Yeşil cami
yoktur, Yeşil Camii vardır. Silivri Kapı değil Silivri Kapısı, Edirne Kapı
değil Edirne Kapısı olacak. Esası böyle. 200-300 sene önceki kayıtlarda böyle
yazılı. Dilimizi bozuyoruz. Kutlular olacak, kutlar diyoruz".
Hocamızın hayatında çok önemli rol oynamış
büyük şahsiyetler vardı. Bu önemli kişilerden biri velinimetim dediği, tıp
tarihimizin çok önemli bir ismi olup buluşları ve yazdığı eserlerle tıp
tarihimizde müstesna bir yere sahip olan Ord. Prof. Dr. Akil Muhtar Özden,
İkincisi ise Ressam Rıza Bey'di.
Ressam Rıza Bey'i 1916 yılında tanımıştı:
"Çanakkale Savaşında ayda ya üç ya dört ders yapardık. Ben de ya Karacaahmed'e
veya başka bir yere gider inceleme yapardım. Ressam Rıza Bey'le 1916 yılında
tanıştım. 15 yıl peşini bırakmadım, Bugünümü ona borçluyum". Ressam Rıza
Bey Hocaya resim yapmasını öğretmemişti. Hoca onu izleyerek resim yapmasını
öğrenmişti. Ressam Rıza Bey'e hayrandı: "Ressam Rıza Bey kimsede kusur
aramazdı. Resimden para almaktan hoşlanmıyordu. Utanırdı. Çok az paraya (23
Lira) sipariş yapardı. Resimlerini bedava olarak yakınlarına dağıtırdı. Ressam
Rıza Bey'in çocukları bana 'babamız bizden çok sizi seviyorlar' dediler. Tabii
severdi. Onun bana anlattıkları bir günü bile doldurmazdı ama, onu
incelediğimi, yaşantısını anlamak isteğimi anlamıştı. Onun ahlakı ile içli
dışlı olmuştum. Çok şeyimi Rıza Bey'e medyunum. Biz Şarklılar hoca iyi ders
anlatıyorsa iyi noca deriz. Kolay öğretiyor deriz. Hocayı etüd eden yoktur.
Gayemiz, bu hoca nasıl çalışıyor, onu anlamak olmalı".
Hoca'nın not aldığı küçük bir defterde
Ressam Rıza Bey'in bir tablosunun küçük bir resmi vardı : "Benim
buhranlarım devam etmez, çünkü üzerinde durmuyorum. İkincisi Ressam Rıza Bey'in
bir tablo resmi not defterimdedir, ona bakıyorum".
S. Ünver Hocam'ın
"Satürnümüze" diye ithaf yazdığı ve ressam Rıza Bey'le ilgili teksir
edilmiş bir yazıyı buraya alıyorum :
"HOŞ
GÖR LOKANTASI"
Kalamış
2/11/1976
Ord.Prof.Dr. A. Süheyl Ünver
Ord.Prof.Dr. A. Süheyl Ünver
Sene
1917-1918 arası. Ressam Ali Rıza Bey Hocamı bulabildiğim imkanlar nisbetinde
oldukça sık görebiliyorum. Beraber, ekseriye resim yapıyoruz. Çalışma metoduna
dikkat ediyor, onun gibi resim yapmağa heves ediyorum.
Bir gün
Üsküdar Çarşısından geçiyorduk. Dedi ki;
Süheyl'im,
kabil olsa zamanın meyvalarını satabilmek ve gelecek müşterilere yedirebilmek
için bir dükkân açmak isterdim. Burada muayyen bir şey yapılıp satılmayacaktır.
İnsanlar bahar ve yaz meyvaları nı yoldan geçerken gördüğünde, ondan alıp yemek
arzusuna kapılırlar. Ama, halktan herhangi birisi imiş gibi alıp, çöplerini
sokağa atmak dikkatsizliğini yapmamak için ve yürürken yemek yememek için,
cemiyet deki durumu dolayısı ile, istese de yapamaz. Bu bir külfettir.
Meyvasını nasıl soysun?
Kabuğunu
ne yapsın. Çöplerini nereye bıraksın?
Bunları
düşündükçe vaz geçer. İşhatı kapanır. Yiyemez. Lokantaya gitse istediği meyvayı
yalnız vermezler. Yemek yemeği de şart koşarlar. Sonra, mesela karpuz zamanı,
dilimlerini kesip yemek lazım. Külfet. İster, ama yapamaz. Her meyvanın yeme
usülü vardır. Bununla birlikte mesleğin askeri öğretmenlik ise keyfin istese de
yapamazsın. Askeri teşrifata uymaz.
Bunu
yapmak güç. Fakat, düşünmemizin faydalı olacağını aklımdan çıkarmayarak
kendimce böyle bir dükkan açıp, bu meyvaların isteyenlerce yemesini gönlüm
arzular. Fakat, böyle bir dükkan açılmamıştır. Bu dükkan öyle temiz olacak ki,
ben temizliğin timsali olan beyaz elbisemi giyeceğim. Kâfi değilmiş gibi beyaz
önlük de takacağım. Dükkânımda akar sulu çeşme olacak. Ondan faydalanacağım
gibi müşteriler de ellerini yıkayacak. Mendili ile kurulayacak. Mesela biri
gelecek, kavun zamanı. 1/4 kavundan ver, diyecek. Ben, buyurun diyeceğim. Önce
ellerimi, sonra kavunu yıkayacağım. Müşterilerin gözleri önünde temiz bir
tabağa kesip dilimlere ayırıp önündeki mermer masaya çatal ve bıçağı ile
birlikte götürüp buyurun, diyeceğim. Başka meyva isterse onu da hazırlayacağım.
Hesabını sorunca, o kavunun 1/ 4'ü kaça mal olmuş ise %10 ilave edip hesabınız
70 ve 90 para diyeceğim. Bu şekilde yemenin zevkini dükkânımda bulduğu için
müşterim memnun olacak, ben de hizmet ettim diye sevineceğim.
Üzüm
zamanı üzüm, dut zamanı dut, çilek zamanı çilek. Zamanına göre ne varsa
vitrinimde bulundurulacak, hangisinden istiyorsa dükkanımda oturup yemesi şartı
ile vereceğim.
Bunun hoş
tarafım tasarlayarak bunu düşünebildiğim için de zevk duyacağım. Hem müşteri
memnun olacak, hem de ben sevineceğim. Bu dükkânın ismine de HOŞGÖR LOKANTASI
diyeceğim.
Meyva bulunmadığı zamanlarda mevsim kış ise sabahlan salep diğer
zamanlarda aşure, sütlaç gibi yiyecekleri de bulundurmayı hep düşündüm. Bu
tasarladıklarımı sana anlattığım için çok memnunum, demişti".
Hoca Ord. Prof. Dr. Akil Muhtar Özden'le
birlikte çalışmanın mutluluğunu "kimsenin maiyetinde çalışmadım, yalnız
Akil Muhtar Hoca ile çalışmam en büyük taliimdir" derdi. A. M. Özden onu,
başında bulunduğu Tedavi Kliniğine doçent olacak seçmiş, yine A. M. Özden'in
maddi ve manevi desteği ile iki yıl Paris'te bilgisini arttırmıştı. Dünya
çapında şöhrete sahip A. M. Özden ile çalışmak onun en büyük mutluluklarından
biriydi.
Hoca A. M. Özden'den nakil terbiye ve
incelik arasındaki farkı şu fıkra ile anlatırdı: "Tamircinin biri
onarım yapmak üzere banyoya girer. Fakat bir kadın yıkanmaktadır. Tamirci
pardon mösyö der. Pardon terbiye, mösyö incelik!
Kültürsüzlük onu belki de en çok üzen hatta
Kızdıran çok önemli bir noksanlıktı. Dershaneye devama başladığım ilk yıldı.
Bir toplantıda aniden Kanuni Sultan Sülayman'ın mahlasını sordu. Salonda bir
süre sessizlik hüküm sürdü ve sadece Ahmet Güner Sayar, Muhibbi cevabını verdi.
Hocayı ilk ve son kez o kadar hiddetli gördüm. Nasıl olurdu da Kanuni'nin
mahlasını bilmezdik. Nasıl olurdu da bu kadar basit bir bilgi yoksunu iken
kendimize Türk dedik.
Kültürün mektebi yoktu. Bir diploma vermek
için milyonlar sarfe diliyordu ama insanlar kültürsüz yetişiyordu. Ülkemiz
diplomalı kültürsüzlerle doluydu. 900 senedir Anadolu’daydık, malzeme topluyor
muyduk?
Mazimizle ilgileniyor muyduk?
Tarihimiz de doğru yazılmıyordu. Mürekkep
yapmışız, kağıt terbiye etmişiz, ama tarihimiz gangster tarihi gibi
yazılıyordu. Kahve, çay, Boğazı seyretmek için sandal medeniyetleri kurmuştuk.
Kağıt yapmıştık. Bir yazı medeniyetimiz vardı Mürekkep diye birşeyimiz vardı.
Ama mürekkep adlı kitabımız yoktu. Biz
eserlerimizi bilmediğimiz için Garb bizi geri sayıyordu. Mazimizi bilmiyorduk.
Anadolu Selçuklu çinileri Avrupa müzelerini süslüyordu ama hiçbirinin menşei
doğru belirtilmiyordu. Sadece Küçük Asya eseri olarak tanıtılıyordu. Ahbab u
yarenlikten hoşlanıyorduk. Türk kültürüne önem vermeliydik. Çünkü tarih
medeniyet tarihiydi.
Tanzimatı da yanlış anlamıştık: "Tanzimatla kafamızı değiştirmemişiz. Tanzimatla
kötü bir taklitçilik başlamış. Avrupalı evine ayakkabı ile giriyor diye biz de
ayakkabı ile giriyoruz. Güzel bir yaşantımız vardı. Kültürümüze ait minderi
attık, sandalye üzerinde pinikliyoruz". Hoca o derste genç bir arkadaşı
sandalyanın üzerine çıkarttı ve köylerde böyle tüneyerek oturuyorlar dedi ve
devam etti : "Evimizdeki rahatı kaçırdık, yaşantımızı terkedip sözde
alafranga olduk".
Biz 16. asırda ne yerdik, 17. asırda ne
giyerdik, nasıl evlerde otururduk, bunları merak eden yoktu. Bayezit'te okuyan
tahsildeki adam Süleymaniye'yi görmeye gitmiyordu. Mazimizi araştırmıyorduk.
Bursa'ya gidince nereye bakacağımızı da bilmiyorduk. Bir Ulu Camii öğrenmişiz,
annemiz namaz kılarken bekliyoruz, ama girip bakmıyoruz bile. Fatih'in
annesinin türbesine bakmak kimsenin aklına bile gelmiyordu. Hoca bu türbeyi
görünce aklı başından gitmişti. Mezaristanları dolaşanı görmemişti. Vakit
bulamıyorum, eski harfleri bilmiyorum gerekçesini mazeret gösteriyorlardı. Ama bir
yabancı gelip bu eserleri inceliyor ve okuyordu. Ve Gabriel Türk eserlerini
dünyaya tanıtıyordu .
Bir gazetede Sultan II.
Abdülhamid'e suikastle ilgili yazı çıkıyor, filmi çekiliyor saltanat arabası
diye çocuk arabası gösteriliyordu. Halbuki saltanat arabası Yıldız Sarayı'nda
duruyordu. Neden merak etmiyorduk?
Bir başka kente gidince neden sadece plaj ve lokantalarına gidiliyordu da o
kentin kültür değerleri merak edilmiyordu? Ben bunu bilmiyorum, biz mektepte
bunu okumadık diyorlardı. Hayatta hep mektepte okuduklarımızla mı
karşılaşacaktık? Londra oturan Eski kiliseyi biliyor ama bizde Bayezit'te
oturan daha Bayezit Camii'ni bilmiyordu. Sonra da milli eğitim diyorduk.
Türkiye'yi tanımamak, Türkiye'yi sevmemekti.
Kültürlü kişi sanatında, ilminde, mensup olduğu
dalda ilerliyordu. Hoca 1927-1929 yılları arasında Paris'te bulunmuştu.
Paris'te tanıdığı ve içlerinde Dr. Widal'in de bulunduğu yedi hekimin kültür
yönleriyle de çok ileri olduklarını 20 Eylül 1982'de Edebiyat Fakültesinde
yapılan Türkoloji Kongresinde söylemişti.
Hoca'nın yanında tarih ve kültürümüzle
ilgili bir konu konuşulunca kendi tabiri ile hapı yutuyordu. Kişi söylediğini
hatırlamazdı ama o çoktan araştırmaya girişmişti. Şöyle bir tavır içinde
olunmasını istiyordu: "Yunanlılar İzmir'e girince en kıymetli kitaplar
Sülaymaniye Kütüphanesine görderilmiş. İzmir'den gelmiş Es Said Hasan imzalı
lake bir kab var. No: 809. Eğer bundan şimdi ben haberdar olsaydım, bir yalan
söyler, karnım ağrıyor falan der hemen gider görürdüm". Hoca Eyüp
Nişancası'na gidiyor, resimlerini çektiriyordu. Eskiden bize miras kalan ve
kaybolmaya mahkum ettiğimiz kültür değerlerini zabtetmeye çalışıyordu.
Sanatımıza ait öyle bir incelikler vardı
ki: "Tülay (Tozanlı) ve Azade (Akar) Hanımla Sultan Ahmed'in türbesini
geziyorduk. Mum kollukları dikkatimi çekti. Türbelerimizi tanımadığımı anladım.
Mum kollukları hakkında makale yazdım. Türk süslemesinde ne dallar var. Tezhip
çevresine konan tığ hakkında ciltle kitap yazılır". Haseki kavuğu nedir?
lâ edrî ne demektir? Sadece Lafonten'i biliyoruz. Kelile ve Dimne nedir? Kim
merak ediyordu?
Öğrenmek, araştırmak isteğe tabi idi: "Goethe,
göz görür ama bildiğini görür demiş. Bir
adam Şam'a gitmiş. Meyhanelerden çıkmamış. Döndüğü zaman Şam nasıl bir yer diye
sormuşlar. Adam, bir eğlencedir, bir eğlencedir gidiyor demiş. Başka biri Şam'a
gitmiş. Kütüphanelerden, medreselerden çıkmamış. Şam Nasıl bir yerdir diye ona
sormuşlar. Herkes ilim yapıyor demiş".
Birgün Dershaneye Hocamızla da çalışmış
olan çizgi resim üstadı mimar Nusret Çulpan geldi. Çoğunu yabancıların satın
aldığı Hisarlar, Sarayburnu Sepetçileri Kasrı, Süleymaniye, Haliç, Rüstem Paşa
Camii, Yedikule gibi tarih ve kültür değerleri yüksek yerleri tasvir ettiği
muhteşem güzellikteki eserlerinin slaytlarını gösterdi. Nusret Çulpan Matrakçı
Nasuh'un etkisinde kaldığı söylerken, Hoca Yedikule'yi en iyi resmedenin
Gabriel olduğunu hatırlattı. Hoca bu gösteriden ve N. Çulpan 'in
çalışmalarından çok mutlu olmuştu: "Sanatta ileri gitmek isteyen
kültürünü yükseltsin. Hollywood'u iyi biliyoruz, ama o bizim kültürümüz değil.
Kültür insanın düşünce yapısında ve anlayışında değişiklik yapar,
olgunlaştırır. Kültür olmadan eser meydana getirilebilir mi? Kendi sanatımızı
ve kültürümüzü bilmeliyiz. Zamanın Rektörü hukuk hocası Sıddık Sami Onar'a Türk
süslemesi ile de meşgul olduğumu söyledim. Bana şunları anlattı: Arkadaşlarım
ihtisas için Avrupa'nın çeşitli ülkelerine gidiyorlardı.
İtalya'ca pek talep
yoktu. Ben İtalya'ya gittim. Onların sanat ve kültürlerini de inceledim.
İtalyanların eskiden de süslemeleri var. Kendilerine ait olanları ve eski
Yunan'ınkileri de toplamışlar. Yeni terkipler yapmışlar. Her millet rönesansını
kendi mazisinden yapar".
Eski eserleri yok ederken tarihimizi ve
kültürümüzü de yok ediyoruz
Eyüp Sultan'da bulunan Şeyh Murad
Dergahı'nın onarımı için bundan 45 yıl önce para tahsis edilmişti. Fakat para
başka yere harcandığı için onarım yapılmamıştı. Şimdi harabe halindeydi. Hoca
sözü edilen bu dergâhın da resmini yaparak hiç olmazsa eskiye ait bir unsuru
yaşatıyordu.
Hepsi birer sanat eseri olan mezarlarımızı
yok ediyor, yol açmak için camilerimizi yıkıyor, kalanları da ayakta tutmak
için bir gayret sar fetmiyorduk.
21. asra yeni fikirlerle girmeliydik. Bu
kafayla 21. asrı da mahvedecektik. 20. asra anarşiden tutup daha ne kötülükler
sığdırmıştık. ATATÜRK gibi büyük bir kumandan, büyük bir devlet adamı çıkmış ve
badireleri atlatmıştık. Neydi ATATÜRK'ün çıkmasına sebep? Düzensizlik,
programsızlık.... O milleti daima kendinden üstün görmüştü. Herşeyi Millet için
yapmıştı.
Kendi tarihimizi araştırmaz ve bilmezsek,
yabancıların bizim için söylediklerini yanlış da olsa kabul etmek zorunda
kalacaktık. Hoca'nın şu anısı tıp tarihi kürsülerinin önemini ortaya
koymaktadır: "Paris'te iken hocam Marcel
Labbe'nin de bulunduğu bir toplantıda, Türkler Leprozeri yapmamışlar dendi.
Labbe, hayır yapmışlardır, gittim ve gördüm, ama haraptı diye cevap verdi. Aynı
toplantıda İstanbul Tıp Fakültesini kuranlar Ermeni'dir dendi. Yine Labbe cevap
verdi ve İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesini kuranların Türkler olduğunu
söyledi. Bu ithamları ben cevaplayamadığım için mahçup oldum. Tıp Tarihi
Kürsüsü kurulmalıydı". Hoca
Tıp Tarihi ve Deontoloji Kürsüsünü kurarak tıp ve kültür tarihimize ait sayısız
bilgiyi bize ve dünyaya tanıttı. Duvarlarını süsleyen tıp tarihi ile ilgili
minyatürler, resimler ve müze malzemesiyle Tıp Tarihi Kürsüsü, görenlerde
hayranlık uyandırıyordu. Kurduğu Kürsüyü ziyaret edenlerden Hayyam'ı çeviren
Hüseyin Rıfat, "tebrik ederim doktor, şiir içinde yaşıyorsunuz"
diyerek gördüğü güzellikleri dile getirmiş.
Hoca 1973 yılında emekli olmuştu. Ama
Nakışhâne'ye düzenli olarak geldi. Onun deyişiyle, ihtiyarlamamıştı,
yaşlanmıştı. Dünyaya gelmiş olmaktan mutluydu. "Kainatın tekevvününde
payımız var" diyordu ve Martial'in şu sözlerini hatırlatıyordu: "Geçmiş hayatını kıvançla hatırlayabilen, hayatını
iki kez yaşıyor demektir".
Amerika Birleşik Devletlerinde seçkin 80
hekim tesbit edilmiştir. Bunlar içende Süheyl Ünver Hocamız da vardır.
Amerika'dan gelip kendisiyle mülakat yaparlar: "Mezaristana gider, resim
yapar, müzikle ilgilenir, hocalık yaparmışsınız. İyi bir de aile yapınız
varmış". Çok yönlü kişiliği ve verimliliği ile şöhreti yurt dışında da
yaygın olan Hoca ile yapılan mülakat MD dergisinde yayınlanır.
Dinlenmeyi de çalışmak olarak değerlendiren
Hoca nasıl bir çocukluk geçirmişti? Bunu bize şöyle anlatırdı: "Yalnız
büyüdüğüm için güzel şeyleri merak ettim. Arkadaşım yoktu. Arkadaş bana
yasaktı. Bir de tekkelere gitmem yasaktı. Teyzemin namaz kılarken kullandığı
maşlahı cübbe niyetine giyer hocalık oyunu oynardım. Babamı 11 yaşında kaybettim.
İnsanın tekâmülünde hadiselerin rolü vardır. Babam öldükten üç, beş yıl sonra,
hocalarını ziyaret ettim. Peşlerini bırakmadım. Sonra onlar gelmeye başladılar.
Hocaya muhabbeti anladım. Yunus Emre sevilelim sevelim dememiş, sevelim
sevilelim demiştir".
Bir derste Hoca'nın Haseki'de doğduğu
mahalleye gittik. Orası artık eski Haseki değildi: "Benim İstanbul'um
gitmiş, başka İstanbul gelmiş. Orada eskiden bostan vardı, çeşme vardı. Şimdi
onlar yok artık" diye kırgın konuşmuştu. Hoca yatak odasında birkaç resim
bulunduğunu, bunlardan birinin de suluboya ile yaptığı Haseki'deki evlerinden
görünen manzara olduğunu, bazan uyuyamayınca doğduğu sokağı düşündüğünü ve daha
sokaktan çıkmadan uykuya daldığını söylemişti. Hiçbir arkadaşının hayatta
olmayışından üzüntü duyuyordu.
Bir toplantısında eserlerinin sayısını
bilmediğini söylemişti. O toplantıda bulunan Prof. Dr. Hüsrev Hatemi
"mutlu bilmeyiş" diye cevaplamıştı.
Sayısız tezhip, minyatür yapan, kitaplar,
makaleler yayınlayan ve bunları ilgili kurum ve kuruluşlara vakfeden Hoca
antika toplamamıştı, "Allahtan vaktim yerinde değildi" demişti. Ama
onun bıraktığı eserler bugün nadir eserler arasındadır. Karaborsa olmasın diye
eserlerini dışarıda sattırmıyordu. Bugün müzayedelerde açık arttırma ile satılıyor.
Yazdıkları ve eserleri sahip olana mutluluk veriyor, onur veriyor.
Tarih ve kültürümüzle ilgili hiçbir konuyu
ihmal etmiyordu. Selçuklu süslemesi, Fatih devri süslemesi, Baba Nakşi, Kara
Memi vb. ilk olarak onunla aydınlığa çıkmıştı. Hoca'nın Süleymaniye
Kütüphanesinde açılan bir sergisi sebebi ile sınıf arkadaşı Abdülbaki
Gölpınarlı konuşmasında şunları söylemişti: "Mazimiz,
kültürümüz, dinimiz açısından önemli eserleri açığa çıkaran üç beş kişidir.
Bunlardan biri de Süheyl Ünver'dir. Tezhip, minyatür vb. sanatlarımız bu
insanlarımız olmasaydı kaybolurdu, kültürümüz kaybolurdu".
60 yılda 60 000 kitap karıştırmıştı.
Karıştırdığım kitaplardan not almamaya terbiyem müsaade etmez demişti. 34000
kitabını Bayezit Kütüphanesine, bir o kadarını da Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Tıp
Tarihi ve Deontoloji Anabilim Dalı'na bırakmıştı. Ama fihristlerinin
çıkarılmadığını söylerdi. 85 yaşında kitapları karıştırmaya devam ediyordu: "Üç
beş kitap daha görmek için Hala Süleymaniye Kütüphanesine gidiyorum. Yorulmuyor
muyum? İtiraf edeyim yoruluyorum. Ama sonuçlan beni memnun ediyor.
Kütüphanelere gidin kitap karıştırın".
Selçuklu dönemi ile ilgili 100 civarında
eser vermişti. Hem yazıyor, hem çiziyordu. Yazılanı çizerek göstermek, çizileni
yazarak anlatmak önemliydi. Mısır gezisini anlatmıştı: "Mısır'da bulunan
bir ahbabım beni davet etmişti. Çok masraflı olduğu için gidememiştim. Derken
PTT benden bir Farabi pulu kompozisyonu istedi. Dört pul için 1000 Lira
verdiler. O zamanki 1000 Lira kıymetli idi. Bu 1000 Lira sayesinde eşimle
birlikte Kahire'ye gittim. Sakkari'ye gittik, orada 5000 sene öncesine ait
mezarlar var. Duvarlarında resimler, nakışlar vardı. Resimlerden bir bölümü,
zamanın idarecilerinden birinin düğününe ait. Kayıklarla gelen konuklar, ziyafet
vb. Resimlerin yanma hiyeroglifle açıklamaları vardı. Eski Mısırlılar hem resim
yapmış hem yazmışlar. Bu dersi 1000 Liraya aldım. Bir resim sahibi olunca
açıklamasını mutlaka yazın". Bizde anısı olan resimlerin arkasına bir
tarih bile atılmadığı düşünülürse, bu ikazın önemi ortaya çıkar.
"17. asırda Mustafa Itri Efendi beş
vakit ezanın makamını yapmış. Davutpaşa Camii'nin müezzini Esat Efendi ezanı
Itri makamları ile okurdu. Baş kısmını dinleyemezdim. Minare yuvarlak. Esekapı
tarafına baş kısmını okuyor. Haseki tarafına dönünce hayyealesala kısmını
okuyor. Bu makamda ezanla bant doldurdum". Kimin aklına gelirdi böyle bir
bant doldurmak? Hoca'nın aklına gelirdi. Çünkü o "kafamızdakileri mezara
götürmeye hakkımız olmadığını" direktif olarak söylüyordu.
Duyup da yazmamak, bulup da atmak, hele
yazılı bir şeyi atmak Hoca için yapılması mümkün olmayan ziyankarlıklardı.
Araştırıcıların hizmetinde olan binlerce arşiv belgesi onun sınırsız araştırma
ve çalışmasının sonucuydu. Enver Ziya Karal Batı ülkelerinde çok sayıda arşiv
gördüğünü, ama gördüklerinin gazete kupüründen ibaret olduğunu, Hocanınkiler de
ise zengin notlar bulunduğunu kendisine söylemiş. Hocanın arşivinden, isteyen
herkes faydalanıyordu. Fakat alıp da getirmeyenler veya bilgi ve arşivi
kendisininmiş gibi gösterenler olduğu zaman üzülürdü: "Fransız araştırmacı
Prof. Massignon programında olmadığı halde benimle görüşmek üzere İstanbul'a
geldi. Benden Nuh Gemisine ait notlar istedi. Bende geniş olarak vardı. Adam
bunları görünce aklını oynatacaktı. Ertesi gün döneceği için otelde okusun diye
dosyayı ona verdim. Fakat gidince sanki o bulmuş gibi, sanki benim bu konuda
çalışmış gibi yayınladı", iki araştırıcının, sanırım hamamlarla
ilgili dosyasını bin bir rica ve geri getirmek üzere söz vererek alıp, iade
etmediklerine tanık olmuştum.
Yaptığı binlerce yayın dışında 1500'e yakın
resim, tezhip ve minyatürü ve ayrıca
tarih arşivini Türk Tarih Kurumu'na, değişik konularda kültür ve folklora ait
1100 dosya ve defterini Süleymaniye kütüphanesine, astronomi ile ilgili
aletlerini Kandilli Rasathanesi müzesine bağışladı.
Cerrahaşa Tıp Fakültesi Deontoloji ve Tıp
Tarihi Anabilim Dalına tıp ve tıp dışı yazmalar, Osmanlıca baskı tıp eserleri,
binlerce kitap, tıp ve sanat arşivini bıraktı. Sözü edilen bu Anabilim Dalma
kıymetli tablolar da bıraktı. Bu tablolardan Feyhaman Duran'a ait iki pastel
portre bulunmaktadır. Bu portrelerden biri Dr. Esat Faut Tugay'ın hanıma ait.
Veremden ölen bu hanım Hıdiv hızı imiş, ikinci portre veremden ölen hanımın
teyzesi Ziba Hanım. Resimler o kadar güzel ki. Ziba Hanım mavi gözleri ve mavi
giysisi ile sanki tablodan fırlayacakmış gibi. Sahibi bu tabloları sebebi
bilinmez, yakacakmış, fakat Hocaya vermiş. Yine Anabilim Dalımızda Hocanın
bağışı olan ve ailesinin köklerinin bulunduğu Bulgaristan'ın Tırnova
bölgesininin gravürleri var. Hoca "Bunlar Tırnova'nın Türk hali, bu
gravürler Bulgarlar'da bile yok" demişti.
Konu ile ilgili kendisine ait düşüncesini
şöyle dile getirmişti: "Aldatıcı politika ile ilgilenmedim". Yine
aynı konuda söylediği şu dörtlüğü kaydetmişim:
Karışma devlet işine
Düşme vükela peşine
Devam eyle münâcâta
Bak kendi işine.
Bir toplantıda eskiden kullanılan bir
kandil resmi çizmişti. Çok beğenmiştim. Bana cevabı şöyle oldu: "Eskiye
dönmek yok. Yaptığımız yeniyi beğenmesek de eskiye dönmek yok. Daha iyisini
yapmalıyız. Ama eskiyi de korumalıyız. Yeniyi yapmak için eskiden hız
almalıyız".
Kültürümüze ve tarihimize bu kadar bağlı
olan Hoca kimsenin maziye dönmesini istemiyordu. Bugünün insanı gibi, ama
kültürümüzle yaşamalıydık.
Üzerinde durduğu hususlardan birkaçı da
şuydu: "Benden duyduklarınızla bir sonuca varamazsınız. Sentez
araştırma sonucu yapılır, kulaktan dolma bilgi ile değil". Mükrimin
Halil'den duyduğu şu sözler kendisine rehber olmuştu: "îlim bilmek
değildir, nerede ne var bilmektir".
"50-60 yıl yaş farkımız var, bunun
kıymetini bilin" demişti. Tabii bunun anlamını bilene.
Çalışma sürekli olmalıydı. Öğrenmenin sonu
yoktu ve "Oldum diyen öldüm diyor" sözlerini
hatırlatıyordu.
Bize ait kültürel, tarihi, ahlâki değerleri
bilmek, yaşamak, yazmak, çizmek, boyamak, tanıtmak, korumak, toplamak yaşam
biçimimiz olmalıydı. Ahbab u yarenlikle geçen zamana yazık oluyordu, insanlar
olduğu gibi kabul edilmeli, kabiliyetleri ile değerlendirilmeliydi.
Cuma günleri; herşeyin tarihe geçirilmesi,
araştırılması ve kültür değerlerimiz üzerine sohbetlerini yaparken, kimi
arkadaş tezhip minyatür çalışır, kimisi altın ezerdi. Bu şekilde bir programla
çalışma ile hayatımız cennete dönebilirdi. Cuma günleri Hoca'nın toplantılarına
katılanlar çok iyi hatırlarlar ki bazan günlük işler sebebi ile sıkıntılı
geldiğimiz Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Deontoloji ve Tıp Tarihi Anabilim Dalı
Seminer Salonunudan ne kadar hoşnut ve mutsuzluklardan arınmış olarak
ayrılırdık. Her hafta getirdiği sayısız çalışmalarının örnekler, toplantıda
bulunanlarda yeni hevesler uyandırır ve Cuma günleri sanki kuvvet kazanma
günleri olurdu.
Hoca çok sıcak ve insana keyif veren bir
ortam yaratmıştı.
Bu toplantılarda ben de hem Hocamızın
konuşmalarını kaçırmamaya çalışıyor, hem de tezhip minyatür öğrenmeye
çalışıyordum. Telaşımı gören Hoca birgün bana gülerek "Aziz Satürn, sen
şimdi bana ne oldu ben bilemem, eski halimi hiç göremem şarkısın söylüyorsun
değil mi?" dedi.
Süheyl Hoca'dan tuttuğum notları okurken 11
Haziran 1981 tarihinde yazdığım şu satırlarla karşılaştım : "Bugün
yazdıklarınızı beş yıl sonra okuyun ve bugünle o gününüzü kıyaslayın. Gelişmiş
olacaksınız. O günkü düşüncenizi de yazın. Beş yıl sonra tekrar okuyun".
Hocanın bu sözlerini yazdıktan 15 yıl sonra ondan aldığım notların bir kısmını
yazmaya karar verdiğimi kaydettim.
Süheyl Ünver Hocamı
rahmet, minnet ve şükranla anıyorum.
Ampere gibi, fakirliği bilgi aşkıyla mağlub
et!
Aristippus gibi, haz ahlâkının asil kurucusu
ol!
Bentham gibi, (En alçak adam, kanunları kendi
menfaatine alet edendir.) de.
Bergson gibi, (Hakikat geçmişte değil,
gelecektedir.) diye söyle.
Berkeley gibi, Tanrıdan başka varlık tanımayan
ol!
Buda
gibi, (Ölümün ötesinde hiç kimse yoktur) ne demek, düşün.
Comte gibi, (Müsbet ilim ve insanlıktan üstün
bir hakikat yoktur) dan murad nedir? Onu düşün?
Croce gibi, artist sadece duyan ye
duygularını ifade eden adamdır, diye düşün.
Çiçeron gibi, (Fazilet işlenmiş kötülükleri
affetmekte saklıdır) diyenlerden ol.
Descartes gibi, İnsan bilgisine yeni yollar
açıcı ol.
Dewey gibi, (işe yaramayan her bilginin
sahibini altında ezen bir yük olduğunu) bildir.
Diyojen gibi, (Filozofların Nasreddin Hocası
ol!)
Eflatun gibi, (Kainat mutlak ruhla hareket
eden bir büyük hayvandır.) derken düşün!
Empedokles gibi, (Fikirde bağımsızlığın en
eski kurucusu) ol.
Epikür gibi, (Faziletin örnek büyüklerinden)
olmağa çalış.
Farabi gibi, (Türk'ün ve insanlığın ölmez
şerefi) ol!
Fisagor gibi, (İnsan için sevmek şerefi)
yolunda ol
Hegel gibi, (Ruh ancak ruh olan bir şeyi
hakim kılabilir.) diyenlerden görün!
Hobbes gibi, (insan insanın kurdudur.)
sözünü unutma!
İbni Sina
gibi, (Hayat sırlarını çözen büyük Türk) ol.
Kant gibi, (O suratla hareket etmelidir ki,
insan hiç bir gayenin vasıtası olmasın) diyebilmeli ve yapabilmelidir.
Konfüçyüs gibi, (Bir insan ancak milleti,
hükümeti ve ebeveyni ile öğünebilir.
Bu öğünmeye layık olunuz) öğüdünü kendimize
yapalım.
Leipniz gibi, (Hareketlerin kanunu, iyi ile
kötünün veya en iyi olanın idrakinden doğmuştur.) diye inananlardan ol.
Locke gibi, (malik olduğunuz şeyleri
mahvetmeyiniz! onda bütün milletin hakkı vardır. ) deyiniz.
Pascal gibi, (Herkesin senin hakkında iyi
söylemesini istiyorsan sen söyle) olmaz mı?
Plotinos gibi, (Eflotin) gibi, (Mutlak
güzellik gizli kalmaz ve güzellik, aşksız mevcud olamaz) ı düşünerek
diyenlerden uzaklaşma.
Schopenhauer gibi, (Hayat bir var oldum
savaşından ibarettir. En doğru neticesi
de mağlub olmaktır.) sözünü anlamağa çalış.
Seneca gibi, (Her kusurumdan bir kısmını,
düzeltmek saadeti bana yetişir) diye düşün.
Mademki Sokrat, (insan tatlılıkla
ölmelidir, demiş), Ağlamayınız.
Spinoza gibi, (içinde Tanrı bulunmayan yer
yoktur ve bu alemde hürriyetin asla yeri yoktur) demekte ve buna inanmakta bir zarar yoktur.
Volter ne demiş: (Papazların zekası, bizim
budalalıklarımızın mahsulüdür) Gel de
inanma.
Zenon diyor ki: (iki kulağımız ve bir
ağzımız vardır, demek ki konuşmaktan
çok, dinlememiz lazımdır!) Buna inanalım ve öyle hareket edelim.
Kaynak:
Süheyl Ünver Hoca'dan Notlar (Menâkıbı Süheyl Bey) hzl: Yrd.Doç.Dr. Zuhal ÖZAYDIN Türk Tıp
Tarihi Kurumu Yayınları No : 5 , 1997, İSTANBUL
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar