“SULTAN II. ABDULHAMİD DEVRİ DOĞU ANADOLU POLİTİKASI” İSİMLİ KİTAPTAN
ÖNSÖZ
XIX. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren, Osmanlı devletinin hâkimiyeti
altındaki Doğu Anadolu bölgesinin, coğrafi, dini ve etnik bakımından milletler
arası politika ve diplomasi sahnesinde tartışılır hale gelmesinin sebeplerini,
yani tarihi kökenlerini Şark Meselesi çerçevesi içinde aramanın doğru olacağı
kanaatindeyiz. Zira Doğu Anadolu meselesinin, özellikle 1878'den sonra ortaya
çıkması, onun, ne yeni bir politikanın başlangıcı ne de eski bir politikanın
sonucu olduğunu göstermektedir. Gerçekte Doğu Anadolu meselesi, Avrupa'nın veya
Hıristiyan âleminin İslâmiyet ve 1071 tarihinden itibaren Türklere karşı Şark
Meselesi adı altında sürdürmüş olduğu eski bir politikanın sadece bir
halkasından ibarettir. Ancak, şunu belirtmekte fayda vardır ki, Türkler
İslamiyet’in hâmisi ve İslâm âleminin önderi durumuna geçmekle, Avrupa için
Şark Meselesi Türk veya Osmanlı meselesi halini almıştır. Durum bu olunca,
artık İslamiyet’le Türklük aynı anlamı ifade eder olmuştur. Böylece,
Türk-İslâm ve Avrupa Hıristiyan mücadelesi Şark Meselesi'nin temelini teşkil
etmiştir. Bu safhada Şark Meselesi'nde Avrupalının anladığı Türk-İslâm
fütuhatını mutlaka durdurmak ve Hıristiyanlarla meskun toprakların fethini
engellemektir. Avrupalı bu hedefine ancak 1699 Karlofça anlaşmasıyla
ulaşabilmiştir. Bu tarihten sonra, Osmanlı İmparatorluğu'nda yaşayan
Hıristiyanları kurtarmak Şark Meselesi'nin esasını teşkil etmeye başlamıştır.
Ancak, Avrupa'nın ilim ve teknikteki başarısı, Sanayi İnkılâbını başlatması ve
nihayet sömürgecilik hareketine girişmesiyle Şark Meselesi'nin itici güçleri
veya faktörleri arasına yeni unsurlar girmeye başlamıştır. Nitekim, XIX.
yüzyılda Şark Meselesi'nin çehresi tamamen değişerek, dini faktörlerin yanında
ekonomik ve stratejik menfaatler, milliyet faktörleri ağırlık kazanmaya
başlamıştır. Bunlara XX. yüzyılda politik ve ideolojik menfaatler de eklenince,
Şark Meselesi'nin şekli ve muhtevası tamamen değişerek, Türklere karşı
yürütülen çok yönlü ve zararlı bir politika haline dönüşmüştür.
Her nekadar, dini, ekonomik, stratejik, kültürel, politik, ideolojik
vesaire gibi menfaatleri birbirinden ayırmak mümkün değilse de, Avrupalı büyük
devletler zaman, mekân ve diğer şartlara göre bu unsurları ayrı ayrı kullanarak
hedeflerine yavaş yavaş yaklaşmışlar ve nihayet Osmanlı Devletini yıkmışlardır.
Bununla beraber, Şark Meselesi son bulmamış, günümüzde Orta Doğu, Filistin,
Afganistan, Kıbrıs, Ege ve Petrol meselesi olarak devam etmektedir. Özellikle Türkiye
için Şark Meselesi hâlen fiili olarak mevcut olup, stratejik ve ideolojik
görünümüyle varlığını sürdürmektedir. Osmanlı devletinin Şark Meselesi'nden
edineceği acı tecrübelerden ders alarak, Türkiye Cumhuriyetini günümüzdeki Şark
Meselesi'nden korumanın ve kurtarmanın mümkün olduğuna inanıyoruz.
1683 İkinci Viyana kuşatması ve
1699 Karlofça Antlaşması ile Şark Meselesi'nin birinci safhası yani Türkleri
durdurma politikası son bulmuş, ikinci safhasını teşkil eden Türkleri Rumeli'den
atma politikası başlamıştır. Aralarındaki büyük rekabete rağmen, büyük
devletler Türkleri Balkanlar'dan atmak ve imparatorluğu sömürge haline getirmek
için her fırsatta elbirliği yapmaktan geri kalmamışlardır. Balkan savaşlarıyla
da bu ikinci safhayı tamamlamaya gayret etmişlerdir.
Büyük devletler daha 1878 Berlin antlaşmasıyla Balkanlar'dan Türkleri
attıklarına veya atmak üzere olduklarına inandıkları için, Şark Meselesi'ni
Osmanlı İmparatorluğu'nun Asya topraklarına kaydırmayı başardılar. Nitekim,
Berlin antlaşmasına koydukları 61. madde ile Anadolu'da Ermeniler lehine
reformlar yapılmasını Bâbı Ali'ye kabul ettirmişlerdi. Artık, Avrupalı
devletler için Şark Meselesi Hıristiyan Ermenileri kurtarmak ve Doğu Anadolu'da
bir Ermenistan devleti kurmak anlamına geliyordu.
Bu sırada Osmanlı İmparatorluğu'nun başında II. Abdülhamid bulunuyordu.
II. Abdülhamid Şark Meselesi adı altında İmparatorluk sınırları içinde tahrik
edilen her buhranın veya krizin ve arkasından Düveli Muazzam tarafından tavsiye
telkin edilen ve desteklenen reformların Hıristiyan teb'a için önce muhtariyet
sonra istiklâl, Osmanlı devleti için de zayıflama ve parçalanma anlamına
geldiğini, yaşanan tarihi tecrübeler vasıtasıyla gayet iyi biliyordu. Bu yüzdendir
ki, II. Abdülhamid bütün gücüyle ve maharetiyle Doğu Anadolu'yu kurtarmak,
orada bir Ermenistan devletinin kuruluşunu engellemek, Rus ve İngiliz
emperyalizminin hareket kabiliyetini azaltmak için çalışmıştır. Bunun için
takip ettiği politikanın esaslarını şu şekilde sıralamak mümkündür:
a) Devletin askeri ve mülki
otoritesini maddeten ve manen Doğu Anadolu'da tesis etmek,
b) Resmi kuvvet ve otoritenin
yetersiz kaldığı yerlerde mahalli kuvvet ve otoritelerden yararlanmak,
c) Bütün Doğu Anadolu halkının
menfaatini koruyan reformlar yapmak, sadece Ermeniler lehine yapılacak olanları
reddetmek,
d) Büyük devletlerin reform
isteklerini geciktirmek ve uygulamamak,
e) Doğu Anadolu'ya Batı taraftan
ve hayranı olan memurları yollamamak,
f) Ermenilerin olupbittileri
karşısında kalmamak için Müslüman halkı, özellikle aşiretleri silahlandırmak ve
onları müteyakkız hale getirmek,
g) Müslüman halkını ve mahalli
otoriteleri (Reis, Şeyh vb.) himaye etmek ve onları Merkezi Saltanat ve
Hilafet'e bağlamak,
h) Ermenilerin çıkaracağı her
türlü hadiseye zamanında müdahale etmek veya ettirmek,
ı) Avrupalı misyonerlerin faaliyetlerini engellemek veya kontrol altında
bulundurmak,
i) Aşiretlerden askeri birlikler teşkil etmek,
Yukarıda saydığımız ilkeler ışığında yürütülen politika sayesinde
Vilâyatı Sitte (Altı vilâyet) denilen Doğu Anadolu vilâyetleri imparatorluk
sınırları içinde tutulabildi. Doğu Anadolu'nun stratejik mevkii, Hıristiyan
Ermenilerin arzu ve faaliyetleri, Rus ve İngiltere'nin emperyalist emelleri ve
nihayet Osmanlı devletinin içinde bulunduğu vaziyet nazarı dikkate alınırsa,
uygulanan politikanın ve alınan sonucun değerlendirmesini yapmak daha da
kolaylaşır kanaatindeyiz. Çünkü günümüzde de dış merkezlerce yönlendirilen ve
Türkiye'nin bölünmesini hedef alan siyasi faaliyetler 1800 yıllarına kadar
inmektedir. Türk Milleti’nin bölünmez bir parçası olan Doğu ve güneydoğu
Anadolu Türk Aşiretlerinden Kürtler ( ) üzerinde oynanan ve günümüzde de devam
ettirilmeye çalışılan kirli oyunların iyice anlaşılabilmesi, yakın tarihi
olayların ilmi usullerle tedkiki, tahlili ile elde edilebilecek sonuçlarla
mümkün olabilecektir. Bu bakımdan otuz üç yıllık II. Abdülhamid devrinin
sadece Genç Osmanlılar ve Genç Türkler gözüyle onlarla padişahın münasebetleri
açısından değil, fakat bütün yönleriyle ele alınıp müsbet ve menfi taraflarıyla
değerlendirildiğinde yakın tarihimizin aydınlığa kavuşacağı ve nesillerin ön
yargılardan kurtulacağı muhakkaktır. Bu bakımdan, şayet bu kitabımızla II.
Abdülhamid devrinin karanlık kalmış bir yönünü aydınlatabildikse, kendimizi
ilim adına ve Türk tarihi adına bahtiyar sayacağız.
10 Temmuz 1983 Elâzığ
Prof. Dr. Bayram KODAMAN
OSMANLI DEVRİNDE DOĞU ANADOLU'NUN İDARİ DURUMU
Giriş:
Doğu Anadolu 1071'den itibaren Türklerin anavatanı, özyurdu ve yerleşim
merkezi olarak Türklüğün, milli kültürün ve müslümanlığın kök saldığı,
geliştiği ve yaşadığı bir bölgedir. Bu yönüyle, Doğu Anadolu'nun Batı
Anadolu'dan ve Trakya'dan, Edirne'nin Hakkâri'den, Bursa'nın Diyarbakır'dan,
Konya'nın Van'dan farkı yoktur. Her biri, bütün olan milli varlığın, devletin
ve vatanın ayrılmaz değişik parçalarıdır. Bugünkü milli hudutlarımız içinde,
Selçuklu İmparatorluğu, Osmanlı İmparatorluğu, Akkoyunlu, Karakoyunlu,
Artukoğulları gibi irili ufaklı Türk devletleriyle ve beylikleriyle sürdürülen
900 yıllık Türk varlığı, milli bütünlüğümüz aleyhine içerde ve dışarda söylenen
her türlü fikri ve iddiayı çürütecek ve mesnedsiz kılacak, inkârı mümkün
olmayan, en büyük tarihi delildir. O halde Doğu Anadolu'da 900 yıldır
kültürüyle, devletleriyle, imparatorluklarıyla, insanıyla, eserleriyle var ola
gelen Türk varlığı ilmi araştırmalarla sıhhatli bir şekilde ortaya çıkarılmalı
ve ilim alemine duyurulmalıdır. Bu tür araştırmaların şimdiye kadar tam
manasıyla yapıldığını söylemek mümkün değildir. Bu sebeple Türk tarihçilerine
önemli ve millî bir görev düşmektedir.
Bilindiği üzere, 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren dünyayı menfaat
sahaları şeklinde paylaşan Batılı büyük güçler (özellikle İngiltere, Rusya,
Fransa), aynı şekilde Osmanlı İmparatorluğu'nu da çeşitli şekil ve vasıtalarla
bölerek, Orta Doğu'da kendi nüfuz ve tesir sahalarını genişletmek temayülünde
idiler, Osmanlı İmparatorluğu'nun parçalanması meselesini ve Osmanlı'nın dâhili
problemlerini "Şark Meselesi" çerçevesi içinde ele alan Büyük
Devletler Balkanlar'da. Afrika topraklarında ve diğer bazı yerlerde siyasi emellerini
büyük nisbette gerçekleştirdiler. Sıra Anadolu'ya gelince, Doğu bölgelerinde
dağınık ve azınlık halinde yaşayan Ermenilerle ilgilenmeye ve onları tahrik
etmeye başladılar. Bunun üzerinedir ki, Doğu Anadolu'nun tarihi ve mevcut
durumu hakkında siyasi maksatlı kitaplar, makaleler yazılmaya ve yayınlanmaya
başladı. Bütün bu siyasi yayınların ve propagandanın maksadı Doğu Anadolu'nun "Ermenistan"
olduğu fikrini dünya kamuoyuna benimsetmekti. Tarihen ve ilmen bu fikrin
yanlışlığına rağmen özellikle Avrupa kamuoyu, haçlı zihniyetiyle, Ermeni
iddialarını desteklemekte hiç bir sakınca görmemiştir. Fakat bu şekilde
evvela fikren, daha sonra özellikle 1878 Berlin Andlaşması'ndan sonra fiilen
başlatılan Doğu Anadolu'yu Ermenileştirme veya Ermenistan yapma gayretleri 900
yıllık tarihi gerçekler ve Türk-İslâm varlığı karşısında netice vermemiştir.
Bununla birlikte Doğu Anadolu'yu Türk devletinden koparmak için yapılan faaliyetler
durmamıştır. NİTEKİM, DOĞU ANADOLU'YU BÖLMEK İÇİN ERMENİLER VEYA ERMENİSTAN
FİKRİ VE TEZİ KÂFİ GELMEYİNCE, BÖLGEDEKİ MÜSLÜMAN HALKIN BİR KISMINI TÜRKLERDEN
AYRI BİR ETNİK CEMAAT ŞEKLİNDE TAKDİM VE TELKİNE BAŞLADILAR. HATTÂ ÖYLE İLERİ
GİTTİLER Kİ, ORTA ASYA KÖKENLİ VE MÜSLÜMAN OLAN KÜRT UNSURUNUN ERMENİLERLE
AKRABA OLDUKLARI GİBİ İDDİALARI ORTAYA ATTILAR. ANCAK, BÖLGE HALKININ DİNİ
VE TARİHİ ŞUURU, BU TÜR İDDİALARIN NE KADAR GEÇERSİZ OLDUĞUNU FİİLEN
GÖSTERMİŞTİR. Zira, müslüman halk imparatorluk zamanında daima halifenin ve
padişahın, Cumhuriyet devrinde de devletin yanında yer alarak Ermenilerin ve
emperyalist devletlerin niyet ve arzularını boşa çıkarmıştır. Ermenilerin,
Kürtçülerin ve Türkiye'nin parçalanmasından fayda bekleyen büyük devletlerin
Ermenistan ve Kürdistan gibi hayalî devletler kurmak için kendilerinin
yarattıkları son ve büyük fırsat olan Sevres Anlaşması ve Milli Mücadele
devrinde dahi Doğu Anadolu halkı evvela Kâzım Karabekir'in daha sonra Mustafa
Kemal Paşa'nın etrafında birleşerek, bölgenin insanıyla, toprağıyla, kültürüyle
ve diniyle Türk milleti ve devletinin ayrılmaz bir parçası olduğunu bütün
dünyaya ispat etmiştir.
Bütün bunlara yani Ermenistan ve Kürdistan yaratma hayalleri fiilen son
bulmasına rağmen, içte ve dışta bulunan bölücü mihraklar Doğu bölgelerini
Türkiye'den ayırmak için bir yandan etnik ve dini unsurları istismara, öbür
taraftan da fikri alanda hayallerini canlı tutabilmek için teorik çalışmalarını
yani tarihi gerçekleri çarptırarak ele alan yayın faaliyetlerini sürdürmeye
gayret etmektedirler. Bu gayretlerinde, kendilerini Türkiye aleyhine
vasıta olarak kullanmak isteyen devletlerce de teşvik ve destek görmektedirler.
Neticede, Türkiye aleyhine ve Doğu Anadolu üzerine yazılmış pek çok kitabı,
dergiyi ve gazete haberini dünya kamuoyuna arz ederek sempati ve destek
toplayabiliyorlar. Ayrıca, bu yolla meselâ Ermenilerin isyanını ve devlete
karşı hıyanetlerini önlemek için Osmanlı devletinin aldığı tedbirleri "katliâm"mış
gibi gösterebiliyorlar ve Doğu Anadolu'da Türklerden ayrı bir etnik gurup
varmış gibi bir intiba uyandırabiliyorlar. Kısaca, bölücüler tarafından yazılan
ve yazdırılan siyasi ve ideolojik maksatlı çeşitli yazılar dünya kamuoyunu
Türkiye aleyhine yönlendirmede önemli bir rol oynayabiliyor.
Hemen ifade etmek gerekir ki, gerek Ermeni ve gerekse Kürtçülerin iddia
ve hayalleri kitaplara, makalelere, sanat faaliyetlerine ve metodik
araştırmalara dayandırılmaktadır. Bu tür faaliyetler tarihi hakikatlerin
tahrifi şeklinde sürdürülmesine rağmen, Türkiye aleyhine zihinlerde iz
bırakmaktadır. Bütün bu faaliyetler karşısında Türk devleti diplomatlarıyla,
aydınlarıyla ve tarihçileriyle sessiz kalmış ve bu sessizliği büyük bir siyaset
olarak görmüştür. Bu sessizlik iki zihniyetin eseri olmuştur:
Birincisi, "Ermeni meselesi bizim meselemiz değildir, bizi
ilgilendirmiyor. O mesele Osmanlı devleti ile Ermeniler arasında olup bitmiş
tarihi bir hadiseden ibarettir. Türkiye Cumhuriyeti'nin Osmanlı devleti ile
herhangi bir münasebeti yoktur". Bu zihniyetin sahipleri Ermenilerle
ve diğer bölücülerle beraber Osmanlı devletini kötülemekte ve itham etmekteler.
Hatta bölücülerin iddialarının haklı olduğunu dolaylı bir şekilde ima etmeye
kalkışmaktadırlar.
İkincisi ise, "Aman bu tür meseleleri kurcalamayalım. Üstüne
gitmeyelim. Ermeniler ve Kürtçüler ne derse dersin cevap vermeyelim; onlar
Türkiye'yi tartışmanın içine çekmek istiyorlar, oyunlarına gelmeyelim",
diyen zihniyettir. İşte bu iki zihniyettir ki, Doğu Anadolu'nun tarihi hakkında
ilmi araştırmaları engellemiş ve lehimize olan tarihi kaynakların gün ışığına
çıkarılmasına mani olmuştur. Bunun sonucu, aydınlarımız ve diplomatlarımız
milli tehlikeler karşısında şuursuz ve bilgisiz kalmış ve 1970-1985 yılları
arasında tehlikeyi fark etmiş ise de bu defa da fikir edinebileceği ilmi
neşriyatın yetersizliğini, hatta yokluğunu görmüştür.
Bu bakımdan 12 Eylül 1980 harekâtından sonra Tarih ve Dil Kurumlarına
yeniden şekil verilerek Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu çatısı
altında toplanmaları tesadüfî değildir. Bu teşebbüs, hiç şüphesiz maziden
kopmakla, maziyi özellikle Osmanlı devletini kötülemekle bir yere varılamayacağının
ve istikbâlin kurulamayacağının iyice anlaşılmış olduğunu göstermesi bakımından
anlamlıdır. Ermeniler ve kürtçüler tarihten medet umarken, kendi hayallerine
tarihî dayanaklar bulmak için arşivlerdeki ufak bir vesikayı leyhlerine
kullanırken ve marxistler Osmanlı tarihini kendi teorilerine temel teşkil
edecek tarzda yorumlarken Türk devleti elbette kendi mazisine, tarihine ve
kültürüne bigâne kalamazdı. Şüphesiz tarih araştırmaları, mazide övünç
kaynakları bulmak ve maziyi yeniden ihya etmek için değil, fakat istikbâli
temellendirmek, kurmak ve tarih şuurunu beslemek için yapılmalıdır. Bu
anlayışla Doğu Anadolu tarihi üzerinde yapılacak ilmi araştırmaların, günümüzde
karşılaşılan bazı problemlerin çözümünde bize kolaylıklar sağlayacağı
muhakkaktır. Zira, dış güçlerin Doğu Anadolu'da istismar konusu haline
getirdikleri etnik ve mezhep meselelerinin tarihi kökenleri ve evrimi aydınlığa
kavuşturulduğu takdirde tedbir almak ve çözüm getirmek daha da kolaylaşacak ve
istismar unsuru olmaları böylece önlenebilecektir. Meselâ, mahdut
araştırmalara rağmen Doğu Anadolu'da Ermenilerin hiç bir bölgede çoğunluğu
teşkil etmedikleri ve halkının yüzde 80 veya 90 nın müslüman olduğu bir bölgede
devlet kurma isteklerinin hayal ve bu istikamette ki faaliyetlerinin macera
niteliğinde olduğu anlaşılmıştır Ayrıca, günümüzde Doğu Anadolu'da, bazı
şehirlerdeki bir kaç Ermeni ailenin dışında, hiç bir yerde Ermeni yerleşim
merkezinin olmadığı bilinen bir gerçektir.
Aynı şekilde, emperyalist emeller için diğer önemli
bir istismar unsuru ise Türk milletinden ayrı bir etnik gurupmuş gibi empoze
edilmeye çalışılan Kürtler'dir. Burada Kürt kelimesinin ve bu ad altında
kastedilen topluluğun menşei hakkında görüşler ileri sürecek değiliz. Bu konuda
bilhassa yabancılar tarafından yapılan ve bir çoğu maksatlı olan araştırmalara
rağmen Kürtler'in ayrı bir ırktan geldikleri tezinin ispat edilememiş olduğunu
belirtmekle yetineceğiz . Her ne kadar Türkçe, Arapça ve Farsça kelimelerin
çoğunluk teşkil ettikleri ve belirli bir gramer yapısına sahip olmayan ve bir
dilden ziyade bir çok ağızların varlığı ve konuşulması bölücülerin dayanak
noktasını teşkil etmekte ise de, milli bir dilin olmadığı açıktır. Dil
konusunun dışında, Kürt aşiretleriyle Türkmenler arasındaki, özellikle folklor
ve kültür açısından benzerlikler, ileri sürülen iddiaları ihtiyatla karşılamayı,
hattâ meseleye farklı bir şekilde yaklaşmayı gerekli kılmaktadır.
Bugün Doğu Anadolu'da Zaza ve Kurmanço gibi iki ayrı gurubun farklı
konuşması, kürtçe konuşan bazı aşiretlerin Orta Asya'dan geldiklerini ve Türk
olduklarını beyan etmeleri ve bazı arşiv vesikalarında "Türkman
Ekradı" ve "Ekrad Türkmanı" gibi tabirlerin kullanılması Kürt ve
Türkmen aşiretlerinin uzun asırlar boyunca tefrik edilemeyecek derecede
kaynaşmaları ve 900 yıllık müşterek mazi ve aynı kültür potası içinde
bulunmaları sebebiyle Doğu Anadolu'da yaşayan halkı birbirinden ayrı mütalaa
etmek mümkün görünmemektedir. Doğu halkı birbirine o kadar karışmış ve aynaşmıştır
ki, XVI. ve XVII. yüzyıla ait tarihi belgelerde dahi "EKRAD" VE
"ETRAK" tabirleriyle zikredilen aşiretler genellikle
karıştırılmıştır*. Dolayısıyla,, Doğu Anadolu halkî arasındaki mahalli
farklılıkların menşei ne olursa olsun milli kültür bütünlüğümüzü meydana
getiren folklorik çeşitlilikler olarak kabul edilmesi gerekmektedir. Her
milletin hayatında bu tür farklılıkları ve çeşitlilikleri görmek mümkündür.
Dikkati çeken bir diğer husus da kendilerine zeamet tevcih edilen
"Ekrad" ümerasının adlarının tamamıyla Orta Asya kökenli eski Türk
adları olmasıdır. Meselâ, 1518 tarihli Mufassal Tahrir Defterinde zeamet tevcih
edildiği görülen ve "Ekrad Ümerası" olarak zikredilen Çemişkezekli
Saruhan Bey'in ve XVI. yüzyılda Palu'da teşkil edilen "hükümet
sancağı"nın hâkimleri olan Mirdesi aşiretinden Kara Cemşid Bey'in
oğullarının bazılarının isimlerinin Orta Asya kökenli Türk isimleri olduğu
görülmektedir.
Netice itibariyle, Türklerle Kürtler arasında mevcut ufak ve önemsiz
farklılıklardan ziyade büyük ve önemli tarihi, kültürel, coğrafi ve dini bağlar
ve müşterek noktalar ağır basmaktadır. Bu bakımdan, ufak mahalli
farklılıklardan hareket ederek. Doğu Anadolu'nun siyasi, dini, kültürel ve
idari bütünlüğünü bozmak ve parçalamak maksadıyla içerde ve dışarda yapılan
faaliyetlerin, bölge halkı arasında müessir olması mümkün değildir. Yeter ki,
müşterek bağlar, modern çağın icaplarına göre devlet tarafından muhafaza
edilsin, kuvvetlendirilsin ve yeni bağlarla takviye yapılsın. (sh: 5-8)
Hiç şüphesiz, Doğu ve Güney Doğu Anadolu dokuz yüz yıldır Türk
coğrafyası içinde, Türk devletlerinin idaresi altında, Türk kültürü
hakimiyetinde ve Türk milletinin tasarrufunda bulunduğu bilinen ve inkârı
mümkün olmayan tarihî gerçektir. Her ne kadar üzerinde Bizans'tan tevarüs
edilen (miras alınan dağınık ve az az sayıda Ermeniler, Yezidîler, Süryanîler
gibi gayri müslim etnik guruplar yaşamışsa da bu durum bölgenin Türk olduğu
gerçeğini değiştirmemişlerdir. Bu gün, bu cemaatlere mensup insanların sayısı
yok denecek kadar az olması itibariyle, artık onların adlarından bile
bahsetmeye gerek kalmamıştır. Bu durumu kabullenmek mecburiyetinde kalan iç ve
dıştaki bölücü mihraklar Doğu bölgelerinde Türk milletini parçalamak
maksadıyla, yeni etnik guruplar aramak ve yaratmak gayreti içine girmişlerdir.
Neticede, dokuz yüz yıllık müşterek mazinin, kültürün, dinin, törenin,
devletin, toplumların hayatı bakımından sosyolojik ve tarihi açıdan ne mana
ifade ettiği düşünülmeden, özellikle ırkçılığın çok gerilerde kaldığı bir
çağda, Doğu bölgelerinde yaşayan halkın bir kısmını Türkler'den ayrı bir etnik
gurup gibi gösterme faaliyetlerine girişmişlerdir. Üstelik kendi iddialarını
doğrulamak için tarihi tahrif etmeye kalkışmışlardır. Böylece, kendilerine mazi
yaratabileceklerini zannetmektedirler. Halbuki ilimle, tahrif edilmiş
gerçeklerle, propogandayla, iddialarla kendisine mazi ve tarih bulmuş hiç bir
toplum yoktur. Bu basit gerçeği bile görmemektedirler. Bu bakımdan, Osmanlı
devletinin Doğu Anadolu'da tesis ettiği "Yurtluk ve ocaklık" gibi
özel sistemler de yanlış değerlendirmelere tutulmuştur. Bu sistemin, bölgenin
verimsiz coğrafi yapısından, nüfus kesafetinin azlığından, İstanbul'a
uzaklığından ve Osmanlı'nın idare anlayışından kaynaklandığı açık bir şekilde
bilinmektedir. Ayrıca, İran tecavüzlerine ve XIX. yüzyılda Ermeni tehdidine ve
Rus saldırılarına karşı, yerli halka özel statüler tanıyarak kendi kendini
savunur hale getirmek isteği de mühim rol oynamıştır. Böylece Osmanlı devleti,
Doğu'da devamlı olarak kalabalık bir ordu bulundurma külfetinden de kurtulmuş
oluyordu.
Şüphesiz, Osmanlı devletinin Doğu'da tatbik ettiği değişik özel
sistemler, bölgedeki feodal yapıyı muhafaza etmiş hatta kuvvetlendirmiştir.
Ancak feodal düzeni Osmanlı yaratmamış, daha önce var olan düzeni Osmanlı kendi
sistemine göre uyarlamaya çalışmıştır. Kaldı ki, o çağlarda hemen hemen
dünyanın pek çok yerinde feodal düzen hakimdir. Osmanlı Doğu Anadolu’yu ve
halkını imtiyazlı ve farklı durumuna rağmen imparatorluğun aslî parçası, asli
unsuru olarak görmüş ve öyle kabul etmiştir. Başta İdrîsi Bitlîs olmak şartıyla
bölgedeki halk ve beyler Saltanat ve Hilafete itaat ve sadakada bağlı
kalmıştır. Rumeli ve Batı Anadolu'daki feodal Ayanlar kadar gaile
çıkarmamışlardır. Batı'yı Doğu'dan, Doğu'yu Batı'dan ve Van'lıyı Edirne'liden
ayırmayan tarihtir, kültürdür, coğrafyadır, dindir, devlettir. Bu unsurlar ebedidir.
O halde birlik de ebedî olacaktır. Bu birliği bozmak tarihe, coğrafyaya dine,
kültüre ve devlete meydan okumaktır ki, şimdiye kadar kimsenin gücü
yetmemiştir. (sh:19-20)
****
II. Abdülhamid devrinde de yükselmek ve çağdaşlaşmak için Batı
Medeniyeti'nden faydalanmanın zarureti inkâr edilememiştir. Ancak Tanzimat
devrinin aksine, Batı taraftarı olan ve yeni bir sınıf teşkil eden aydınların
denetim altında tutulmasından yana bir siyasetin benimsendiği kabul edilebilir.
Ayrıca, keyfi ve denetimden uzak inkılâp hareketlerinin imparatorluk ve toplum
için felâket olacağı görüşü ağır bastığından, bu gibi yeniliklerin ve
değişikliklerin toplumu rahatsız etmeden devletin kontrolü altında yapılması
eğilimi mevcuttur.
Aydınları ve yenilikleri denetim altında bulundurma eğiliminin
doğmasında şüphesiz o devrin aydın tipinin büyük etkisi olmuştur. O zamanki
aydınların iki büyük kusuru vardı: Birincisi, nasıl ki eski Osmanlı aydınları
Batı Medeniyeti'ni tanımadan "dogmatik" bir tarzda Batı düşmanı
kesilmişlerse, Tanzimat aydınları da ters istikâmette, fakat aynı
"dogmatizm" içine düşerek Batı'ya hayran, eskiye ve mevcuda düşman
oldular. Aydınlarımızın çelişkisi belki bu noktada yatmaktadır. Kısaca,
Tanzimatçı'lar Batı medeniyetinin esasını tanıma ve Osmanlı toplum yapısını
tahlil etme zahmetine katlanmadan "taklitçilikte ustalık"
yarışına girdiler . İkinci kusuru ise, Tanzimat aydını, Avrupa'ya Batı
medeniyeti'ni öğrenmeye değil, kendi tarihini öğrenmeye gitmiştir. Başka bir
deyişle devrin aydınları çeşitli vesilelerle Avrupa'ya gittiğinde ve Batı
Medeniyeti'ni öğrenmeye değil, kendi tarihini öğrenmelerine rağmen, onlar orada
Türk-Osmanlı tarihini ve İslam toplumunu ve medeniyetini öğrenmeye çalışmışlar
ve birtakım şeyler de öğrenmişlerdir. Ancak sonuç müsbet olmadı. Zira aydınlarımız
Osmanlı toplumuna ve Türk-İslâm medeniyetine Avrupalı gözüyle bakmaya
başladılar, meselelerimize Avrupa'nın ileri sürdüğü çözüm yollarıyla
yaklaştılar. Bunun sonucu olarak da, aydınlarımız topluma yabancılaştılar,
eskiyi ve mevcudu inkâra yöneldiler. Böylece halkaydın kopukluğu, ruhî ve fikrî
bocalamalar ortaya çıktı. Türk kültürünün üzerindeki Arap-Fars şalını kaldırmak
şöyle dursun, ayrıca onun üzerine bir de Avrupa (Fransız-İngiliz-Alman) şalı
çekilerek iyice altta kalmasına yol açıldı. Bunun sonucu olarak ise Türk
kültürünü muhafaza ve temsil eden Türk halkı kendi kaderine terk edildi. Ancak,
bu arada bazı aydınlarımızın olumlu yöndeki çalışmalarını inkâr etmemek yerinde
olur kanaatindeyiz.
İşte 1876'ya kadar, İmparatorluk'ta idari değeri olan fakat sosyal
değeri olmayan, yukarıda izah ettiğimiz özelliklere sahip bir aydın veya
aydın-bürokrat zümre mevcuttu. Bunların karşısında da çeşitli eğilimleri
yansıtan fakat merkeziyetçi-islâmcı-padişahcı tutumlarıyla asgari müştereklerde
birleşebilen ve az çok halkın desteğine sahip muhafazakâraydın grup vardır.
II. Abdülhamid bu iki grup arasında hassas bir denge meydana getirerek,
her ikisinin de isteklerini karşılayacak ve ayrıca merkeziyetçiliğin ve İslam
birliğinin kuvvetlenmesine yardımcı olacak reformları yapmayı tasarlıyordu
demek yerinde olur. Hattâ dengeyi kurmuş ve bazı reformları yapabilmiştir.
Ancak 1890 yılından itibaren, iki aydın gurup arasındaki denge, üçüncü bir
gurubun veya fikrin (İttihat Terakki Fırkası ve Türkçülük akımı) ortaya çıkmasıyla
bozulmuştur. Bu üçüncü muhalifler gurubuna ek olarak, gayri müslimlerin
taşkınlıkları ve Avrupa"nın tahrikleri de artınca imparatorluk her yönden
bocalama devrine girmiş ve II. Abdülhamid devrini sona erdirmiştir. Büyük
Devletler ve Doğu Anadolu
1877-78 Osmanlı-Rus savaşı sonunda, Rusya Balkanlar'da ve Doğu Anadolu'
da mevcut dengeyi kendi lehine bozarak etkisini arttırmış ve ayrıca İngiliz
çıkarlarını tehdid eder bir güç haline gelmişti. İngiltere Rusya'nın elde
ettiği üstünlüğü dengelemek ve çıkarlarını koruyabilmek için Bâbı Ali'den gizli
bir anlaşma ile (1878) Kıbrıs'a kiracı olarak yerleştiği gibi, Berlin
Antlaşması'na da Ermeniler lehine olan 61. maddeyi koydurarak Doğu Anadolu'ya
müdahale hakkını elde etmişti. Böylece, "Şark Meselesi" Balkanlardan
Anadolu’ya kaydırılmış ve "Ermeni Meselesi" ortaya atılarak Osmanlı
İmparatorluğu'nun Asya toprakları da tartışma konusu haline getirilmiştir.
Bunda İngiltere'nin payı büyük olmuştur. Berlin Antlaşmasının 61. maddesiyle "Bâbı
Ali Ermenilerin sakin oldukları eyaletlerde mahalli ihtiyaçların gerektirdiği
ıslahat ve tanzimatı vakit kaybetmeksizin yapmayı ve Ermenilerin güvenliğini,
Çerkez ve Kürtler'e karşı korumayı taahhüd etmiştir". Yapılacak
ıslahata büyük devletler nezaret edeceklerdi. Bu madde ile Bâbı Ali Doğu
Anadolu üzerindeki hâkimiyetini kaybetmiş oluyordu. İngiltere ise, Rusya'nın
güneye inişini, durduramayan zayıf Osmanlı Devleti'nin toprak bütünlüğünden
vazgeçmiş ve Doğu Anadolu'da Avrupa'nın her zaman desteğine sahip olabilecek,
aynı zamanda Rusya'nın Irak taraflarına inmesini engelleyecek bir Ermenistan
devleti yaratmayı düşünüyordu. Zaten, İngiltere, Mısır'ı ve Arap yarımadasını
da ele geçirmenin planlarını yapıyordu.
II. Abdülhamid ilk yıllarda Kıbrıs'ı üs olarak kiralamakla Asya'daki
topraklarının muhafazası için İngiltere'ye güvendiğini ve onun politikasını
tercih ettiğini göstermiştir. Ancak 1887'lerden itibaren II. Abdülhamid'in
İngiltere'den uzaklaştığını veya ona karşı daha ihtiyatlı davranmaya
başladığını, buna karşılık giderek Rusya'ya yaklaştığını görüyoruz. Bu değişikliğin
esası: İngiltere'nin Mısır'ı işgali ve Arap Yarımadası, Irak-Kuveyt
taraflarındaki faaliyetleri, ayrıca Doğu Anadolu'da Ermeni örgütlerine yardım
ve Ermenileri himaye etmesidir. İngiltere'nin bu tutumu, II. Abdülhamid’i
kuşkulandırmış, hatta korkutmuş olduğundan, Doğu Anadolu'da kendi politik
anlayışına göre tedbir almaya itmiştir. Bu tedbirleri alırken de, sosyal dengeyi
merkeziyetçilik esasını İslamcılığı Ermeni tehlikesini— hesaba katmıştır
denilebilir. Özellikle 1890, 1891'den itibaren politikasını uygulamaya koymaya
başlamıştır. Bu tarihten sonra, İngiltere başta olmak üzere Avrupa'nın Osmanlı
Devleti hakkındaki düşüncesi tamamıyla değişti ve Tanzimat devrinde "Osmanlı
İmparatorluğu'nun toprak bütünlüğünü koruma" politikaları Osmanlı
İmparatorluğu'nu yavaş yavaş parçalama ve yıkma politikasına dönüştü. Ondan
sonra da Ermeni Girit Makedonya, olaylarını yaratarak daima iç işlerimize
karışma ve Osmanlı devletini yıpratma yolunu benimsemişlerdir.
Doğu Anadolu'nun Durumu
Coğrafi ve sosyal yapısı sebebiyle, Doğu Anadolu'ya Osmanlı hâkimiyeti
tam anlamıyla, Yavuz ve Kanunî devrinde bile girememiştir. Bu yüzden, Doğu
Anadolu ile merkezî otorite arasında ciddi bir ilişki kurulamamış ve bölge,
Cumhuriyet devrine kadar muhtar olarak kalmıştır. Bu özelliğinden dolayı Doğu
Anadolu'nun sosyal ekonomik kültürel yapısı kendine özgü bir durum kazanmıştır.
Bu yapının en belirgin yanı iki şekilde somut olarak göze batmaktadır:
I) Ağalık düzeni, servet esasına özellikle toprak mülkiyeti esasına
dayanıyordu. Herkes kendine göre daha zenginin nüfuzuna girerek zincirleme bir
bağlılık içinde en zenginin kuvvetlinin— egemenliği altında bulunuyordu.
Böylece bir "Ağa" tabakası meydana gelmiştir.
II) Şeyhlik düzeni ise, mezhep ve tarikatlardan yani dini duygulardan
kaynaklanıyordu. Ağalar maddi yönden, şeyhlerdim' yönden Doğu Anadolu halkını
etkileri altında bulunduruyorlardı. Bu iki gurup daha ziyade aşiretler ve
kırsal bölgelerdeki halk üzerinde etkili idiler.
Ayrıca, Vilâyet, Sancak, Kaza merkezlerinde de "eşraf
tabakası" mevcuttu. Bu grup Tanzimat'tan itibaren politik idari kültürel
yönden şehirlerde egemen durumda idi. Valileri etki altına alabiliyorlar,
reformlarda söz sahibi olabiliyorlar, reformlarla ilgili heyetlere komisyonlara
mahalli yönetime katılabiliyorlardı. Bu gibi imtiyazlarını yitirmemek için de
merkezî otoritenin fazla kuvvetlenmesini istemiyorlardı. Zaten mahalli
otoriteleri (vali, mutasarrıf, kaymakam, müdür kadı vs.) çeşitli yollarla
kolayca elde edebiliyorlardı. Diğer taraftan kırsal bölgedeki aşiret reislerine
ve ağalara da resmî yollardan baskı yaptırarak kendi nüfuzlarını arttırıyorlardı.
Şehir eşrafının reformlara güvenleri olmadığından, uygulamasın? Geciktiriyorlar
veya hâkim oldukları heyetler yoluyla engelliyorlardı. Ermeniler lehine yapılan
reformlardan dolayı da Osmanlı bürokrasisini suçluyorlardı.
Doğu Anadolu'nun diğer bir özelliği de etnik ve dinî yönden çok çeşitli
oluşu idi. Türkler çoğunlukta olmakla beraber çeşitli azınlıklar mevcuttu. Dinî
yönden müslüman ve hıristiyan olmak üzere iki cemaat varsa da, mezhep ve
tarikat yönünden pek çok çeşitlilik arz etmekteydi. Fakat etnik dinî konuda en
büyük çelişki Hristiyan Ermeniler'le müslüman halkın bir arada olmasıydı. Bir
kısım Kürtler merkezî otoriteyi tanımakla beraber İstanbul'un kontrolü dışında
olduklarından serbest hareket etme imkânına her zaman sahip idiler. Bu yüzden
kendi aralarında kavgaları, köylere saldırıları eksik olmuyordu. Ermeniler
ise 187778 Osmanlı Rus savaşından sonra devlet kurma hayaline kapıldıklarından
İstanbul'u dinlemiyorlardı. Yukarıda belirttiğimiz gibi, eşraf da şehirlere
hâkim her türlü kontrolü ellerinde bulunduruyorlardı.
Bütün bunlar yetmiyormuş gibi yabancı devletler de ajanlarıyla, Doğu
Anadolu'daki konsolosluklarıyla ve dinî siyasi amaçlarla açmış oldukları
okullarıyla bir yandan hıristiyan azınlıkları tahrik ediyorlar, diğer yandan da
mahallî idarelere müdahale ederek merkezî otoritenin kuvvetlenmesini
engelliyorlardı. Özellikle İngiliz, Amerikan, Fransız misyoner okulları ve kollejleri
Doğu Anadolu'da yıkıcı faaliyetlerde bulunuyorlardı. Bir ara, II. Abdülhamid
izinsiz açılmış yabancı okulları kapatmış ve yeni açılacakları hükümetin iznine
bağlamış ve kontrol altına almak istemişse de tam bir başarı sağlanmıştır denilemez.
İşte, II. Abdülhamid böyle bir Doğu Anadolu ile karşı karşıya idi. Kendi
merkeziyetçi İslamcı-dengeci-reformcu devlet anlayışına göre, her yönden
çelişkiler içinde olan ve uluslararası çıkarların çarpıştığı Doğu Anadolu'da
II. Abdülhamid bir politika denemesine girmiştir. Bu politika, Doğu Anadolu
şartlarına uymak mecburiyetinde kalınca kimi zaman sert, kimi zaman
"tavizci" kimi zaman da ılımlı, dengeli ve olumlu şekilde kendini
göstermiştir. Fakat bu politika Doğu ' Anadolu'nun sosyoekonomik yapısında bir
değişiklik yapamamıştır. Fakat politik ve az çok kültürel durumda müslüman
halkın lehine bir durum yaratmıştır. Zaten, II. Abdülhamid politikasının temeli
Doğu Anadolu'da Ermeni Devleti'nin kuruluşunu önlemek ve Doğu Anadolu'yu
İmparatorluk sınırları içinde tutmaktı. Kısaca, Doğu Anadolu'da ikinci bir Doğu
Rumeli veya Girit hadisesine meydan vermemekti. Bu açıdan bakıldığında, II.
Abdülhamid zamanında Doğu Anadolu'nun bütün meselelerinin ele alınmış olduğu
şüphesiz savunulamaz. İçten ve dıştan sarsılan, mali gücü olmayan imparatorluğu
ayakta tutmak zamanın yönetici kadroları için, önemli bir mesele idi.
(sh:26-27)
Hamidiye Süvari Alaylarının Kuruluşu Sebepleri:
Adı geçen alayların kuruluş sebebi şüphesiz sadece bir olaya, yani
yukarıda değindiğimiz gibi Ermeni meselesine dayandırılamaz. Bu bakımdan,
Hamidiye Alayları'nın kuruluş sebeblerini II. Abdülhamid'in giriş kısmında ana
hatlarıyla belirtmeye çalıştığımız, politikasında aramak doğru olur
kanısındayız. Şunu da belirtmekte fayda vardır: Hamidiye Alayları, Abdülhamid
politikasının hedefi değil, fakat vasıtasıdır. O halde, bu alayların
kuruluşunda rol oynayan etkenleri aşağıdaki şekilde sıralamak mümkündür:
1-Merkezi otoriteyi tesis etmek,
2-Doğu Anadolu'da devletin etkin olabileceği yeni bir sosyopolitik denge
kurmak,
3-Aşiretlerden askeri güç olarak faydalanmak,
4-Ermeniler'in faaliyetlerine engel olmak ve Müslüman halkla Ermeniler
arasında güç dengesini temin etmek,
5-Ruslar'ın saldırısından ve İngiliz politikasından Doğu Anadolu'yu
korumak,
6-Panislamizm politikasını yürütmek. (sh:29)
ERMENİ MESELESİNİN DOĞUŞ SEBEBLERİ
XIX. yüzyılın son ve XX. yüzyılın ilk çeyreğinde "Şark
Meselesi"nin önemli bir safhası ve aynı zamanda Osmanlı Devleti'nin dahili
bir problemi olarak dünya ve bilhassa Avrupa kamuoyunu meşgul eden
milletlerarası meselelerden bir tanesi de hiç şüphesiz "Ermeni Meselesi'dir.
Bu mesele, Avrupalı koloniyalist ve emperyalist devletleri de yakından
ilgilendirecek boyutlara erişmesine veya eriştirilmesine rağmen, dünya
kamuoyuna kasıtlı olarak daima "Türk-Ermeni" meselesi olarak
yansıtılmıştır. Böylece "Ermeni Meselesi"nin ortaya çıkmasında
birinci derecede rol oynayan ve makro seviyede ele alınması gereken sebepler
gözden kaçırılmak istenmiştir. Nitekim, konu daima tek taraflı dar bir açıdan
mütaala edilerek, Avrupalı devletlerin Osmanlı devletinin iç işlerine
karışmaları, dünya kamuoyu nazarında tasvip edilebilir bir hareket şekline
sokulmuştur. Ayrıca, konu Türk-Ermeni meselesi olarak takdim edilmekle,
birtarafa Osmanlı Devleti, Osman İmparatorluğu ve müslüman Türk toplumu, öbür
tarafa Osmanlı devletine tabi imparatorluğun sınırları içinde yaşayan küçük
hristiyan bir cemaat olan Ermeni toplumu konularak, bütün hristiyan âleminin
(katolik, ortodoks, protestan vs.) maddî ve manevî desteği, hristiyan ermeni
cemaatinin lehine çevrilebilmiştir. Bütün bunlara rağmen, tarihî ve sosyal
gerçekler, Avrupa'nın emellerine ve onun tahriklerine kapılan Ermeni
çetelerinin hayali ihtiraslarına üstün gelmiştir. Ermeni meselesi tarih ilmi
metodu çerçevesinde ele alındığı zaman, bu meselenin çıkış sebeplerinin Türk
Ermeni münasebetlerinden veya sadece Ermenilerin imparatorlukta sahip oldukları
sosyal, kültürel ekonomik, idarî ve siyasî statüden ileri gelmediği, fakat
dünyanın genel konjonktüründen ileri geldiği görülmektedir. Bu bakımdan Ermeni
meselesinin makro seviyedeki sebeplerini görmekte fayda bulunduğu
kanaatindeyiz:
ŞARK MESELESİ:
Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, Ermeni Meselesi Hristiyan Avrupa için
ciddi ve çok yönlü bir anlam taşıyan ve dünya tarih literatürüne "Şark
Meselesi" adıyla geçen (günümüze Orta Doğu, Petrol, Lübnan, İsrail,
Filistin, Arap meseleleri olarak yansıyan veya öyle görünen) milletlerarası
meseleler dizisinin bir parçasından ibarettir. Başka bir ifade ile, Ermeni
Meselesi sömürgeci Avrupa devletlerinin Osmanlı imparatorluğuna karşı uygulamak
istedikleri genel politikanın sadece Doğu Anadolu bölgesinde sahneye konulan
kısmını teşkil etmektedir. O halde "Şark Meselesi" nedir? Daha ziyade
XIX. yüzyılda politik bir terim olarak ifade edilmeye başlanan "Şark
Meselesi"nin tarihî menşei oldukça eskidir. Zaman ve mekâna bağlı olarak
çeşitli görünümde ortaya çıkan ve değişik şekillerde tarif edilen "Şark
Meselesi"nin temelinde Hristiyan-Müslüman veya Avrupa Türk (Osmanlı
devleti) münasebetleri yatmaktadır. Terimin Avrupa'da ortaya çıktığı dikkate
alınırsa, "Şark Meselesi"nin esasen Avrupa'nın haçlı zihniyetiyle
üzerine eğildiği ve kendi menfaatlerine uygun bir biçimde halletmeye çalıştığı
bir mesele olduğu kendiliğinden anlaşılmaktadır. Avrupa'yı fazlasıyla meşgul
eden "Şark Meselesi" ni iki kısımda mütalaa etmek mümkündür.
Birincisi 1071-1683 tarihleri arasındaki
Şark Meselesi"dir. Bu safhada, Avrupa savunmada Türkler taarruz
halindedir. Yukarıda belirtilen tarihler arasında Avrupa için "Şark
Meselesi'nin" esasını ve safhalarını şu şekilde özetleyebiliriz:
a) Türkleri Anadolu'ya sokmamak,
b) Türkleri Anadolu'da
durdurmak,
c) Türklerin Rumeli'ye geçişini
önlemek,
e) Türklerin Balkanlar üzerinden Avrupa içlerine doğru ilerleyişine mani
olmak.
Şark Meselesinin kabul edilen bu hedeflerine rağmen, Türkler Anadolu'ya
girmiş, Rumeli'ye geçmiş, Balkanlar'ı tamamen zaptetmiş ve Viyana kapılarına
kadar ilerlemişlerdir. Fakat, 1683 tarihinde Türklerin Viyana'da mağlubiyete
uğramasıyla "Şark Meselesi'nin ilk safhası bitmiş, ikinci safhası başlamıştır.
Bu safhada Türkler savunmada Avrupa taarruzdadır. 1920 yıllarına kadar devam
eden bu safhada "Şark Meselesi"nin gelişmesi şu tarzda olmuştur:
a) Balkanlardaki hristiyan
milletleri Osmanlı hâkimiyetinden kurtarmak. Bunun için hristiyan toplumları
isyana teşvik ederek evvela onların muhtariyetini sonra istiklâllerini temin etmek.
b) Birinci maddede belirtilen
hususlar gerçekleşmezse, Hristiyanlar için reform istemek ve onların lehine
Bâbı Alî nezdinde müdahalelerde bulunmak,
c) Türkler'i Balkanlar'dan
tamamen atmak,
d) İstanbul'u Türklerin elinden
geri almak,
e) Osmanlı Devletinin Asya
toprakları üzerinde yaşayan hristiyan cemaatler (azınlıklar) lehine reformlar
yaptırmak, muhtariyet elde etmek veya mümkün olursa istiklâllerine kavuşturmak.
f) Anadolu'yu paylaşmak,
Türkler'i Anadolu'dan çıkarmak.
Görüldüğü üzere, Ermeni Meselesi "Şark Meselesi"nin Osmanlı
İmparatorluğunun Asya toprakları üzerindeki uzantısıdır. Bilhassa ikinci
safhada uygulanmak istenen Anadolu'daki hristiyanları kurtarma gayretlerinin
veya kısaca "haçlı zihniyetinin" XIX. yüzyılın son çeyreğinde Doğu
Anadolu'da tezahürüdür. Bu bakımdan Ermeni Meselesi'nin temelinde Avrupa'nın
dinî şuurla beslenen siyasî ve millî tahrikleri yatmaktadır.
EMPERYALİZM VE SÖMÜRGECİLİK:
Osmanlı İmparatorluğunda, XIX. yüzyılın ikinci yarısında zuhur eden
"Ermeni Meselesi"nin sebeplerinin bir diğeri ve en önemlisi de
Avrupa'nın koloniyalist yayılma ve ekonomik emperyalizm politikasıdır.
Avrupa'da emperyalist ve koloniyalist politikanın gelişme sebeblerini üç ana
başlık altında toplamak mümkündür.
1) Maddi sebebler: XIX. yüzyılda
Avrupa, dünyanın sanayi, sermaye ve üretim merkezi durumundadır. Bu bakımdan
Avrupa'nın sanayii için hammaddeye, üretimi için pazarlara, sermayesi için
emeğin ucuz olduğu, tekniğin ve sanayiin bulunmadığı ülkelere ihtiyacı vardı.
Bu ihtiyaçları Avrupa kıtasında karşılamak, uygulanan himaye politikası
yüzünden zordu. O halde Avrupa dışında yayılma lâzımdı. Böylece, emperyalizm ve
koloniyalizm Avrupa'nın "emniyet sübabı" durumuna geldi.
2) Stratejik sebepler:
Kolonileri, pazarları, etki sahalarını korumak ve irtibatı temin etmek için
stratejik mevkileri ele geçirmek veya tesir sahası içine almak lâzımdı.
3) Psikolojik sebepler:
Bilindiği gibi emperyalizm ve koloniyalizm sadece ekonomik ihtiyaçları
gidermez. Onlar aynı zamanda ruhi ihtiyaçları da tatmin eder. Devletin
prestijini artırma, büyük millet ve devlet olma arzularının yanında Avrupalı
beyaz insanın diğer ırklardan üstün olması hissi ve hristiyanlık şuuru emperyalist
ve koloniyal yayılmanın motor unsurları olmuşlardır. Bunlara bağlı olarak,
Avrupalı kendi dışındaki dünya milletlerini ve halklarını uyandırmak,
medenileştirmek, hristiyanlığı yaymak, başka devletlerin sınırları içinde
bulunan hristiyanları kurtarmak gibi bir görevi kendi işi kabul ediyordu.
Bu üç unsur Avrupa emperyalizminin umumî esaslarını teşkil etmekle
birlikte, ayrıca her büyük devletin kendine has koloniyal ve emperyalist
politikasının itici gücünü ve gerekçesini oluşturmaktaydı. Bu ise, büyük
devletler (Düveli Muazzama) arasında rekabeti ve çelişkiyi artırmıştır. Millî
his ve millî menfaatler arasındaki bu çelişki devletten devlete (veya milletten
millete) şüpheleri ve düşmanlıkları, diplomatik mücadeleler yoluyla iyice
tahrik etmiştir.
Avrupa'nın emperyalist ve koloniyalist politikasıyla Ermeni Meselesi
arasındaki münasebete gelince, bu konuda her şeyden önce, XIX. yüzyıldan
itibaren Osmanlı İmparatorluğu'nun pek çok yönlerden Avrupa emperyalizmi için
cazip bir bölge olmaya, başlamış olduğu söylenebilir. Ancak, Avrupa; Osmanlı
İmparatorluğunda, Amerika kıtasında, Avusturalya ve Yeni Zelanda'da tatbik
ettiği nüfus ihracı yoluyla kolonizasyon veya Afrika kıtasında uyguladığı
fizikî, beşerî ve manevî tahribata dayalı gerçek bir sömürge politikası tatbik
edememiştir. Zira, Osmanlı İmparatorluğu ne Amerika, Yeni Zelanda vs. gibi
nüfusu az boş bir toprak parçası ne de Afrika gibi siyasî ve sosyal
müesseselere sahip olmayan ilkel kabilelerin oturduğu bir bölge idi. Buna
karşılık, Osmanlı toplumu oturmuş siyasî, sosyal müesseseleriyle Avrupa
toplumundan daha eski bir yapıya ve tarihî geçmişe sahiptir. Bunun da ötesinde
Türk-İslâm toplumu, psikolojik yönden kendisini Avrupalıdan üstün görüyordu. Bu
yüzden Avrupa, Osmanlı İmparatorluğu'na başka yollarla nüfuz etmeye
çalışmıştır. Bu nüfuz yollarının başında "ticarî ve malî anlaşmalar"
ve imparatorluktaki "gayri müslimler" gelmekteydi. Bu konularda fazla
teferruata girmeden Ermenilerin durumunu ele almakta fayda vardır.
Avrupa emperyalizmi 1838 yılından itibaren imparatorluğun Asya
topraklarını pazar haline getirebilmek için Rumlardan sonra Ermenilerden de
yararlanılabileceğini hesap etmeye başlamıştır. Bu hesapladır ki, Avrupa
Ermenilerle ilgilenmeye başlamıştır. Nitekim kısa zaman zarfında Ermeni
tüccarlar imparatorlukta Avrupa’nın, özellikle İngiliz sanayiinin
"simsarları" durumuna geldiler. Böylece imparatorluğun sömürülmesinde
Avrupa emperyalizmine hizmet eden ve onunla bütünleşmekte fayda gören
Ermenilerden müteşekkil bir aracı (komprador) sınıf oluşturulmuştur. Öte yandan
Avrupa'nın Ermeni toplumuyla ilgilenmesinin bir diğer sebebi de Ermenilerin
azınlık halinde bulunduğu Doğu Anadolu bölgesinin stratejik durumu idi.
Gerçekten bu bölge Kara Deniz, İskenderun körfezi, Basra körfezi üçgeni
arasında bulunması, hatta İran Kafkasya yoluyla Asya içlerine açılma imkânına
sahip olması dolayısıyla emperyalist devletler, özellikle Rus ve İngiliz
emperyalizmi için ihmal edilmemesi gereken çok önemli stratejik bir mevkie
sahip idi. Bu öneminden ötürü, hem devletlerin dikkatini çekmiş hem de
devletler arası rekabet konusu olmuştur. Böyle bir durumda bölgede üstünlük
sağlamak isteyen güçler için, Ermeni toplumu istismar edilmesi kolay ideal bir
"vasıta" durumunda idi. Avrupa'yı veya hıristiyan dünyayı Ermenilerle
ilgilenmeye iten üçüncü bir sebep de psikolojiktir. Hristiyan dünyası Osmanlı
sınırları içindeki Ermenileri din kardeşi olarak görüyorlardı. Onların
nazarında Balkanlardaki hristiyanlann çoğu kurtarılmış veya himaye altına
alınmış, Lübnan'daki Hristiyan Marunîler ve Doğu Akdeniz kıyılarında yaşayan
diğer gayri müslimler için bir takım imtiyazlar temin edilmiş olduğundan, artık
sıra Anadolu'da yaşayan Ermeni azınlığına gelmişti. Bu ilgide Hristiyanlık
şuuru ve haçlı zihniyeti ağır basıyordu. Nitekim, Fransızlar, Katolik
Ermenileri Amerika ve İngiltere Protestan Ermenileri koruma ve şuurlandırma
görevini üzerlerine almakta gecikmediler. Gregorien mezhebine dahil Ermeniler
ise kendilerini destekleyen her devletin himayesine ve aynı zamanda
tahriklerine açık idiler. Batılı devletler dinî, kültürel ve manevî yönden
Ermenilerle ilgilenerek, kendi kamuoyu ve Hristiyan kamuoyu önünde güçlü ve
tesirli bir propaganda silâhını elde etmiş oluyordu. Böylece, emperyalist
emellerini Ermenileri katolik veya protestan yapmak, Hristiyan Ermenileri kurtarmak,
onlara Batı medeniyetini götürmek ve Müslümanların idaresi altından çıkarmak
gibi propagandalarla gizleyebilecekleri inancında idiler. Gerçekten, Ermeniler
bütün bunlara inanmışlar ve asırlardır huzur içinde yaşadıkları imparatorluğu
parçalamaya kalkışmışlardır. (sh:105-108)
MİLLİ BÜTÜNLÜĞÜMÜZ ÜÇ DEVİR-ÜÇ POLİTİKA
Osmanlı İmparatorluğu zamanında Anadolu'nun çeşitli yerlerinde değişik,
fakat asla siyasî olmayan sebeplerden ötürü bazı isyanvâri başkaldırmalar,
ayaklanmalar gibi hadiselerin olduğu bilinen bir gerçektir.
Celâli isyanlarını haksız muameleye uğradığını iddia eden bazı güçlü valilerin
Bâbı Alî'ye kafa tutmalarını, yine 18. ve 19. yüzyıllarda Anadolu'daki
Ayanların hareket ve tavırlarını isyanvâri olaylar içinde mütalâa edebiliriz.
Bütün bu hadiseleri Anadolu’nun bütünlüğüne, Osmanlı devletine ve rejimine
karşı yönelmiş isyanlar olarak kabul etmek mümkün değildir. Şüphesiz, bu
olayların devleti zaafa uğrattığı, meşgul ettiği doğrudur. Fakat olay veya
isyanların hedefi hiç bir zaman devleti, saltanatı, hilafeti yıkmak, Osmanlı
dışında Anadolu'da müstakil bir başka devlet kurmak değildir. Bunların
sebepleri daha çok sosyal, iktisadî, dinî, şahsî ve mahallî ölçülerde
kalıyordu. Bu sebeple de siyasî bir muhteva ve hedef söz konusu olmamıştır.
Daha ziyade Bâbı Alî'nin çeşitli konularda aldığı tedbir ve benimsediği
politikaya karşı tepki niteliğindeki olaylardır. Bu durumda Bâbı Alî Vali, Bâbı
Âli, Mahallî güçler, Vali-Mahallî güçler münasebetlerindeki uyumsuzluklardan,
hatta bazan iki vali veya mahalli güçler arasındaki sürtüşmelerden ileri
geliyordu. Böyle bir olay meydana geldiğinde devlet doğrudan kuvvete
başvurarak, isyancıların lider veya liderlerini yakalatır ve isyan da
kendiliğinden sona ermiş olurdu. Zira bu isyanlar şahsî, münferit ve mahalli
hadiseler olmaktan öteye gitmiyordu. Ne sebepler, ne de olaylar süreklilik
gösterirdi. Meselâ, isyan vergi yüzünden çıkmış ise, verginin kaldırılması veya
hafifletilmesiyle sona ererdi. Ayan isyan etmiş ise, Ayanın itaati veya öldürülmesiyle
hadise kapanırdı.
Bu tür bir hadiseye Doğu Anadolu'dan bir örnek olarak Cizre'li Bedirhan
olayını verebiliriz. Bedirhan, devlete hizmeti ve bağlılığı görülerek, 1838'de
Cizre mütesellimi tayin edilmiştir. Cizre Diyarbakır vilayetine bağlı iken, 1842
yılında Cizre topraklarının bir kısmı Musul'a bağlanmıştı. Bedirhan'ın Musul
Valisi Mehmet Paşa ile arası açık olduğundan kendisinin idaresindeki bölgenin
Musul'a bağlanmasını istemiyor, eskiden olduğu gibi Diyarbakır vilayeti sınırları
içinde kalmasını arzu ediyordu. Bu arzusunu hem Diyarbakır valisi Vecihi
Paşa'ya, hem de Bâbı Alî'ye mektup ve aracılar vasıtasıyla iletmişti. Bedirhan'ın
bu isteği müsbet bir neticeye bağlanmamıştı. Musul Valisi de Bedirhan üzerinde
baskı yapıyordu. Bedirhan böylece hem küskün, hem de Musul valisinden tedirgin
idi.
Bu sırada Tanzimat fermanı'nın getirmiş olduğu bazı hakları yanlış
anlayarak, müslüman halka karşı hal ve hareketlerinde ileri giden bölgedeki
gayrı müslimler, özellikle Nesturiler, Bedirhan'ı rahatsız ediyordu. Musul'daki
İngiliz ve Fransız Konsoloslukları da Nesturileri himaye ediyorlar ve onlar
lehine Bâbı Ali nezdinde teşebbüste bulunuyorlardı. Bundan cesaret alan
Nesturiler, 1843 yılında bir müslüman köyünü basmışlar ve bazı kişileri
öldürmüşlerdi. Bunun üzerine Bedirhan, Nesturilerin üzerine yürümüş ve
intikamını almıştı. Fakat hadise devletlerarası mesele boyutlarını aldı.
İngiltere ve Fransa Bâbı Âlî'ye baskı yaparak, Nesturiler ve Keldaniler lehine
tavizler koparmak istiyorlardı. Bâbı Âlî işin büyümesini önlemek maksadıyla
Bedirhan'ı itaat altına almak istedi. Üzerine asker gönderdi. Bunun üzerine
Bedirhan korkusundan Eruh dolaylarına kaçtı ise de, sonunda teslim olmayı
tercih etti. Bedirhan İstanbul'a gönderildi ve daha sonra Girit adasında
Kandiye şehrinde mecburi ikâmete tabi tutuldu. Böylece hadise kapandı.
Görüldüğü üzere Bedirhan'ın Bâbı Ali'ye itaatsizliği, tamamen şahsi
meselelerden, Nesturilerin müslümanlara karşı tavrından, Tanzimat’ın müslüman
halkta yarattığı memnuniyetsizlikten ve İngiliz-Fransız müdahalesinden
kaynaklanıyordu. Temelde devlete karşı bir hareket olmadığı, Bedirhan'ın
mektuplarından anlaşılmaktadır. Bu mektuplarında devlete, saltanata, hilafete
bağlılığından ve sadakatinden daima bahsetmiştir.
Birinci Devir
XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren, Osmanlı imparatorluğunun
mukadderatında rol oynamış bir birine paralel üç olaylar serisi dikkat
çekicidir. Her seride ise, üçer nirengi noktası mevcuttur. Bunları şu şekilde
göstermek mümkündür:
1 Buhranlar (Krizler) serisi:
Mısır Meselesi, Kırım Harbi, 93 harbi (1877-78,Osmanlı Rus Harbi)
2 Islahatlar serisi: Tanzimat
Fermanı, Islahat Fermanı, I. Meşrutiyet.
3 Andlaşmalar serisi: 1841
Londra Andlaşması, 1856 Paris Andlaşması,
1878 Berlin Andlaşması.
Buhranlar serisi, Osmanlılar'ın parçalanmasına sebep oluyor. Islahatlar
serisi Osmanlı toplumunu alt üst ediyor ve onu yeni bölünmelere hazırlıyor.
Andlaşmalar serisi ise, Osmanlı Devletini Büyük devletlerin (Düveli Muazzama)
yani emperyalizmin menfaat ve mücadele sahası içine sokuyordu. Bütün bu olup
bitenlerin Anadolu'da yankıları kısa zamanda kendisini gösterdi. Kars,
Ardahan'a Rusya, Kıbrıs'a İngiltere sahip çıktı. Ayrıca, Doğu Anadolu'da Ermeniler
lehine, parçalanmanın başlangıcı manasına gelen ıslahatlar büyük devletlerin
nezaretinde yapılacaktı. Artık Anadolu toprakları ve müslüman halk,
emperyalizmin desteğinde olan misyonerlerin, gayri müslim mekteplerin, ecnebi
mekteplerin, ecnebi konsoloslukların, ecnebi tüccarların insafına terk
ediliyordu. Nitekim, mektep, misyoner, konsolos ve tüccar dörtlüsü Anadolu'yu
kültürel, iktisadî ve siyasi yönden kolonize ederken, bir taraftan da Anadolu'yu
istikbaldeki menfaatleri icabı bölmeye çalışıyorlardı. Haçlı zihniyeti, Türk ve
müslüman düşmanlığı Anadolu'yu bölme arzularını tahrik ediyordu. Bu emellerini
gerçekleştirmek için de kendilerine müttefik bulmada güçlük çekmediler.
Müttefikleri Ermeni cemaatı, özellikle Ermeni eşkiyaları ve cemiyetleri idi.
Neticede, Doğu bölgelerinde "Ermeni macerasını" yarattılar.
Ermeniler, devlet için iki yönlü bir tehlike yaratıyorlardı.
1 Anadolu'nun doğusunu
devletten kopararak, Ermenistan devletini kurmak istiyorlardı.
2 Bölgenin esas sahibi olan
müslüman Türk halkını, öldürme ve göçe zorlamak yoluyla yok etmek istiyorlardı.
İstekleri hem Anavatanın bütünlüğünü, hem de milletin varlığını tehdit
eden siyasi nitelikler taşıyordu. İşte daha önceki yüzyıllarda meydana gelmiş
hadiselerden Ermeniler'inkini ayıran bu siyasi ve bölücü özelliğidir.
II. Abdülhamid, emperyalist devletlerin desteklediği ve tahrik ettiği
Ermeni Mecerası'nın ne gibi neticeler doğurabileceğinin farkında idi. Bunun
için, Doğu Anadolu'da Ermeniler lehine yapılacak hiç bir ıslahat projesini
kabul etmedi. İlk aldığı ve inatla sürdürdüğü tedbir bu olmuştur. Zira Büyük devletlerin
müdahale ihtimali, Osmanlı devletinin zayıflığı, Bâbı Ali'nin diğer
bölgelerdeki meşguliyeti, doğrudan kuvvete başvurmasını önlüyordu. Ayrıca, Doğu
Anadolu'nun coğrafi yapısının ulaşıma ve düzenli birliklerin harekâtına müsait
olmaması da bazı tedbirleri engelliyordu. Bunun üzerine II. Abdülhamid Ermeni
çetelerine karşı, sivil savunma metodlarına uygun olarak kendini savunabilir
hale getirme usulünü benimsedi. Bu maksatla, Urfa, Diyarbekir, Mardin,
Cizre, Hakkari, Van, Ağrı, Erzurum, Sivas, Bingöl, Bitlis gibi bölgelerde Aşiret
veya Hamidiye Alaylarını teşkil etti. Bunların sayısı altmış kadardı. Ermeniler
karşısında savunmasız ve zayıf olan Doğu Anadolu halkı, devletin bu teşebbüsünü
gönüllü alaylar kurarak kuvveden fiile çıkardı. Özellikle Millî, Haydaranlı,
Cıbranlı, Karapapak, Hasenanlı, Karakeçili, Miran, Ertuşi, Berazi, Kays, Tay,
Milan gibi müslüman aşiretler derhal alaylara dahil oldular. II. Abdülhamid
Aşiret Alayları vasıtasıyla şu neticeleri elde etmek istiyordu:
1 Ermenilere karşı, devletin
Müslüman halkın yanında olduğunu göstermek.
2 Ermeni tehlikesinin
ciddiyetini halka anlatmak ve halkı şuurlandırmak.
3 Halkı silahlandırmak ve
onları bölücü Ermeni çeteleriyle mücadele edebilecek hale getirmek,
4 Halkı teşkilâtlandırmak ve
Ermeniler'e karşı ordu-devlet-halk işbirliğini temin etmek,
5 Ermeni çetelerinin
metodlarına aynı metodlarla cevap vermek.
Bu politika ve tedbirler neticesindedir ki, Ermeni eşkiyalarına fırsat
verilmedi. Anadolu'nun toprak bütünlüğü ve halkın huzuru sağlandı. Bu tedbirler
alınmasa idi, 1890-1909 yılları arasında Anadolu'da da ikinci bir Doğu Rumeli
olayı yaratılabilirdi.
İkinci Devir
Emperyalist İngiliz, Rus ve Fransız gayretlerine rağmen, "Hasta
adam" olarak nitelenen Osmanlı İmparatorluğu Doğu Anadolu'da bir
Ermenistan devleti kurulmasına bütün gücüyle mani olmaya çalışmış ve
başarmıştır. Fakat, Osmanlı devletinin I. Dünya Harbinde mağlup olmasını fırsat
bilen emperyalist devletler, XIX. yüzyıl boyunca gizlice diplomasi yoluyla ve
dostluk gösterileriyle parçalamaya çalıştıkları Osmanlı İmparatorluğu'nu, bu
sefer alenen ve resmen bölmeye ve parçalamaya karar verdiler. Mustafa Kemal
önderliğinde başlatılan Milli Mücadele hareketini ve Kuvvai Milliye ruhunu görmemezlikten
gelerek ve ciddiye almayarak 10 Ağustos 1920'de Sevres Anlaşmasını imzaladılar.
Sevres Anlaşması üç bakımdan önem arz etmekteydi.
1 Bu anlaşma Osmanlı
İmparatorluğu'nu tasfiye ediyordu. Yani Türk olmayan bölgeleri Osmanlı
devletinden ayırıyordu. Bu durumun özel bir önemi yoktur. Zira İmparatorluğu
ihya etmenin imkânsızlığını gören Mustafa Kemal, daha Milli Mücadelenin
başlarında, imparatorluk fikrinden vazgeçerek, Türklerin yaşadığı Anadolu'da
yeni Türk devletinin sınırlarını tesbit etmiştir. Nitekim, daha Sevres
imzalanmadan, 28 Ocak 1920 günü Osmanlı Meclisi Mebusan'ından bu sınırları
Misâkı Millî adı altında geçirtmiştir. O halde Osmanlı İmparatorluğu bizzat
Mustafa Kemal tarafından tasfiye edilmiş oluyordu.
2 Sevres Anlaşması Misakı Millî
hudutları içinde, yani Anavatanımız olan Anadolu'da Ermenistan ve Kürdistan
gibi devletlerin kurulmasını öngörüyordu. İşte Sevres'in bu özelliğidir ki,
emperyalist devletlerin maksadının Osmanlı İmparatorluğu kadar, Türk yurdunu ve
Türk milletini yok etmek olduğunu göstermektedir. Onlara göre bu gerçekleşirse,
hem Türkler tarihten silinecek, hem de yer yüzünde müstakil bir müslüman
devleti kalmayacaktı. Bu ise, İslâm âleminin bir taraftan batılılarca
sömürüsünü kolaylaştıracak, öbür taraftan da millî uyanışlarını
zorlaştıracaktı.
3 Sevres Anlaşmasının üçüncü
özelliği de, XIX. yüzyıl boyunca Osmanlı İmparatorluğu içinde meydana gelen her
türlü isyanı her türlü kargaşayı batılıların tahrik ettiğini, Anadolu'da Ermeni
çetelerinin onlarca desteklendiğini somut olarak ispat etmesidir.
Bu bakımlardan biz Sevres Anlaşmasında hem yakın tarihîmizde meydana gelen
hadiselerin izahına yarayacak unsurları, hem de istikbalimizi inşa ederken göz
önünde bulunduracağımız esasları bulmaktayız. Bu yönüyle Sevres, bizim için çok
değerli olmalıdır. İmzalayanlar ve fayda bekleyenler için de yüz karasıdır.
Evvelâ suçüstü yakalandıkları için yüz karasıdır. İkinci olarak
gerçekleştiremedikleri için yüz karasıdır. Üçüncüsü, yüzyıllardır hür yaşamış
Türk milletine böyle bir anlaşmayı reva gördükleri için yüz karasıdır.
Sevres Anlaşmasına rağmen, Türk milleti, Mustafa Kemal önderliğinde
verdiği Milli Mücadele ile milli devletini ve vatanını kurarak, Rum ve Ermeni
bölücülüğüne hukuken ve fiilen son vermiş ve bunu bizzat tahrikçi devletlere
Lozan'da kabul ettirmiştir. Bununla birlikte, Büyük devletler Türk devletini ve
milletini bölme ve zayıflatma faaliyetlerinden vazgeçmediler. İngiltere
Musul'u, Fransa Hatay'ı elde tutmak ve Türkiye'ye vermemek için, Rusya
Boğazlarda imtiyazlar elde etmek ve Kars Ardahan bölgesini Türkiye'den koparmak
için Atatürk Türkiye'sinde yeni oyunlar tezgâhlamaya başladılar. Bu
emellerine erişebilmek için, hiç bir fırsatı kaçırmadılar. Atatürk'ün yeni
devlete temel teşkil edecek ve topluma yeni karakter kazandıracak inkılâplarını
fırsat bilerek, henüz maziden kopmamış Türk toplumunu, devlet ve rejim aleyhine
kışkırtmışlardır. Ayrıca, Türk toplumunun demokrasiye geçiş denemeleri gibi
kritik anlarda, iktidar-muhalefet çekişmelerinden yararlanarak devletten tavizler
koparmak için yeni gaileler açmışlardır.
NİTEKİM İNGİLTERE MUSUL MESELESİNİ KENDİ LEHİNE HALLEDEBİLMEK İÇİN,
HİLÂFETİN KALDIRILDIĞI VE CUMHURİYETÇİ TERAKKİPERVER FIRKASININ KURULDUĞU 1924
YILINDAN İTİBAREN DOĞU ANADOLU'DA AJANLARI VE BÖLÜCÜLER VASITASIYLA HALKIN DİNÎ
DUYGULARINI İSTİSMAR EDEREK, ŞEYH SAİT İSYANI'NI ÇIKARTTIRMIŞTIR (1925).
FRANSA, HATAY'I ELDE TUTABİLMEK, RUSYA MONTREUX ANLAŞMASINI ENGELLEMEK
İÇİN DERSİM İSYANINI TAHRİK VE TEŞVİK ETMİŞLERDİR. SERBEST FIRKA'NIN KURULDUĞU
1930 YILINDA DA AĞRI İSYANLARINI DÜZENLEMİŞLERDİR.
Görüldüğü üzere, inkılâp hareketleri ve demokrasi denemeleri dahi,
Türkiye'yi ve milleti bölmek için vesile sayılmıştır. Fakat Atatürk bu
bölücülük hareketlerini tavizsiz bir şekilde önlemiş ve suçlulara gereken
cezayı vermiştir.
Atatürk, bu tür olayları zabıta vakası olarak değil, Millî varlığımıza
yönelmiş tehlikeler olarak telakki etmiş ve meselelerin üstüne bu şuurla
orduyla, devletle, milletle birlikte gitmiştir.
Atatürk, kendi şahsında ORDU-DEVLET-MİLLET bütünlüğünü ve
birliğini toplamış bir kişi olarak bölücülüğe karşı her türlü imkânı seferber
edebilmiştir. Zira o asker yönüyle orduyu, devlet başkanı sıfatıyla aydın
bürokrasiyi, Milli Mücadele Önderi olarak halkı temsil edebilme hususiyetine
sahip bir şahsiyetti. Bu bakımdan Atatürk, devlet ve millet bütünlüğüne
yönelmiş her türlü bölücülük faaliyetlerini engelleme ve yok etme işini ne
sadece orduya, ne sadece polise, ne sadece hakimlere, ne sadece iktidara
bırakmıştır. O, bölücülüğe karşı devletin bütün güçleriyle tedbir almış ve
başarılı da olmuştur.
Atatürk, doğrudan doğruya ve fiilen vatanı parçalamaya yönelik hareketleri
anında güç kullanarak önlerken, öbür taraftan da bunların esas kaynağı olan
fikrî, dinî, etnik, ideolojik bölücülük için de gerekli tedbirleri almayı ihmal
etmemiştir. Zira o biliyordu ki, Türkiye Cumhuriyeti devlet,
Osmanlı İmparatorluğu'nun iyi veya kötü yönlerini içinde bulunduran bir mirasçıdır.
İmparatorluğunun mirasçısı olduğu için de onun sosyal bir minyatürü ve
mozayiğini andıran bir yapıya sahipti. İmparatorluk çatırdamaya ve parçalanmaya
başlayınca Rumeli'lisi, Kafkas'lısı, Giritlisi, velhasıl kendini Osmanlı gören,
Türk kabul eden, müslüman hisseden Anadolu'yu Anavatan, Anadolulu'yu kardeş
bilen herkesin son durağı ve sığınağı bu topraklar olmuştur.
Anadolu'daki bu topluma yeni bir çehre vermek için, onu millet haline
getirmek, daha doğrusu bir pota içinde yoğurmak için, hem mazinin tesirinden,
hem de hâl'in cazibesinden kurtarmak ve ona yeni fakat millî bir yön vermek
gerekiyordu. Mazinin tesiri derken, hilâfeti, saltanatı, şeriatı, kozmopolitliği,
hâl'in cazibesi derken, kapitalizmi, komünizmi, faşizmi, nazizmi anlıyoruz.
Atatürk, yeni türk toplumunu bizim olan eski sistemin ve Avrupa’nın olan
o günkü sisteminin üzerinde oturtmak istemiyordu. Zira mazi olan sistem
hayatiyetini kaybetmiş, hâl olan sistemler insanî olmadığı gibi yapı ve karakterimize
yabancı idi. O halde mozayik manzarası arz eden, iç ve dış düşmanlarca
istismara müsait olan Türk toplumunu yeni bir ideoloji etrafında birleştirmek
lâzımdı.
İşte Atatürk, bu tür bir tahlilden sonradır ki, Türk toplumunu yeni bir
senteze doğru yöneltmeye karar vermiştir. Bu sentez, Modern Türk devleti ve
milleti olacaktı. Senteze, Atatürk’ün ilkelerini bizzat koyduğu ve bugün
Atatürkçülük dediğimiz ideoloji istikametinde ulaşılacaktı. Bunun neticesinde Türk
toplumu içinde mevcut olan sosyal, dinî, mezhebî, iktisadî, siyasî gibi
alanlarda bazı çelişkiler giderilmiş veya asgariye indirilmiş olacaktı. Böylece
Atatürk, toplumda siyasî, ideolojik, dinî bölücülük yapmak isteyenlerin
faaliyetlerine set çekmek istemiştir…..
Üçüncü Devir:
Bu dönem, demokrasi ve çok partili dönemdir. Bölücülük hareketleri başka
şekilde tezahür etmeye, bölücüler taktik değiştirmeye başlamışlardır.
Artık demokrasi ve demokratik sistemin içinde ve bunların kurallarına uygun
olarak bir bölücülük yapılmalıydı. Nitekim bu şekilde de gelişti. Bunu bir
türlü fark edemedik. Fark edenler oldu ise de, fazla müessir olamamışlardır.
Atatürkçülükten uzaklaşıldığı için de bölücülerin ve bölücülüğün üzerine devlet
güçleri ve ideoloji ile gidilememiştir. Böyle olunca devletin gücünden, milletin
birliğinden taviz verilmiş, fakat milli bütünlüğümüz için üçüncü, dördüncü
derecede gerekli olan hususlardan taviz verilmemeye çalışılmıştır. Böylece,
MİLLET HAYATINDA DEVLETİN, VATANIN VE MİLLETİN BÜTÜNLÜĞÜNÜN ESAS OLDUĞU İLKESİ
unutturulmuş, dikkatler daha az önemsiz konular üzerine çekilmiştir. Nitekim bu
şekilde evvelâ fikrî, sonra siyasî alanda bölücülüğe zemin hazırlanmıştır. Bu
hazır zemine uygun atmosfer bekleniyordu. Bu atmosfer ise, 1967 İsrail-Arap
savaşıyla evvelâ Orta Doğu'da yaratıldı. Sonra Türkiye'yi de etki sahası içine
soktu.
Bu dönemdeki bölücülük hareketlerinin özellik ve karakterine gelince:
İçten kaynaklanan ve dıştan kaynaklanan bölücülük akımları olarak iki kısımda
mütalâa edilebilir. Ancak ikisi arasında organik bir bağ bulunduğu için
birbirinden ayırmak da zor görünüyor. Bu bakımdan ideolojik ve coğrafi
bölücülük olarak ikiye ayırmak belki daha mantıklı olur kanaatindeyiz.
İdeolojik bölücülük ile coğrafi bölücülük arasında her ne kadar gaye
farklılığı var ise de, vasıtalar ve metodlar bakımından bir benzerlik vardır.
Bunların esas itibariyle birleştikleri bir önemli nokta da kendi gayelerine
ulaşabilmek için Türkiye Cumhuriyeti devletinin yıkılması, zaafa
uğratılmasıdır. Bu takdirde, biri kendi ideolojisini hâkim kılma,
öbürü kendi devletini kurma imkânını elde etmiş olacaktı. İdeolojik bölücülük
veya yıkıcılık bu şekilde gelişip, kuvvetlenip kendisine müsait zemini hazırlamada
başarılı olduğu bir sırada coğrafî bölücüler hazır zeminden faydalanmak için
bütün güçleriyle birlikte, onların yanında veya ayrı olarak devreye girdiler.
Bunların maksadı, devlet ve rejim yıkıcısı olan ideolojik bölücülük Türkiye'de
gerçekleşme durumuna gelir ise, arkasından derhal coğrafî bölücülüğü
gündeme getirerek, istenilen toprakları Türkiye'den koparmaktı. (sh:117-124)
Kaynak:
Prof.
Dr. Bayram KODAMAN, Sultan II. Abdulhamid Devri Doğu Anadolu Politikası,
Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları: 67; Seri : IV Sayı : A. 21,
ANKARA, 1987Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar