Print Friendly and PDF

TAHRİR VAZİFELERİ III-İSMET ÖZEL



"Ölümlerden ölüm beğen".
"Cesur adam için bir ölüm vardır, fakat korkaklar defalarca ölür".
Böyle ifadelerle karşılaştığımız zaman ve bunlar gibi niceleri karşımıza çıktığında çeşitli ölümler olduğu, olabildiği izlenimine kapılırız. Yine de bu ifadelerin içinde saklı an­lamın ölümün mahiyetine değil de ölme biçi­mine ilişkin olduğunu fark etmemek mümkün değil. İnsanlar bir kez, yalnızca bir kez ölecek­lerini hissederler; onları düşündüren ölümün onlara nerede, ne zaman ve nasıl çatacağıdır. Sanatçıların ve diğer birçok başkalarının kendilerini hangi türden bir ölümün bekledi­ğini merakla zaman zaman meşgul oldukları­nı biliriz. Bir halk sözü ve meşguliyetin bey­hude bir gayret olduğunu gösterecek bir açık­lıkla "yorganda da ölüm, urganda da ölüm" demiş ve kestirip atmıştır. Gerçekten ölüş bi­çimi değildir bir ölümü diğerinden ayıran; ölümün sahiden ölüm olup olmadığıdır.
Ölüm gibi böylesine kesin, böylesine tartış­masız bir vakıayı sahici ve sahte diye ikiye ayırmak gereksiz bir zorlama gibi görünebi­lir. İki ölüden biri için sahiden öldü, diğeri için yalancıktan öldü; birinin ölümü sahiciydi, diğerininki sahtedir demek suretiyle saçmala­maya ne gerek var?
Hayır, saçmalamayalım. İşin doğrusunu öğrenmek istiyorsak gündelik dilin ölüm adı altında iki ayrı vakıayı birleş­tirdiğini farketmemiz gerekiyor. İnsan olma haysiyetine ulaşan için ister yorganda, ister­se urganda vuku bulsun bir tek ölüm var.
"Yalnızca insanlar ölür" diyor Heidegger, "di­ğerleri telef olur."
Gündelik mantığımızın yedeğindeki gündelik dilimiz bir insanın ölü­müyle bir köpeğin ölümü arasında bir ayrım gözetmiyor. Giderek ölümü bütün yaratıklara teşmil ediyoruz. Ölü şehirlerden, ölü felsefe­lerden bile bahsediyoruz. Bu gündelik anla­mıyla ölmeyi "tepki vermemek", kendisine bir harekette bulunulduğunda mukabil bir hare­ketle karşılıkta bulunmamak şeklinde anlıyo­ruz. İnsan da dahil olmak üzere her yaratığın böylesi bir ölüme uğraması kolayca kabul edi­lebiliyor. Ne var ki insanla ölüm arasındaki ilişki bütün diğer yaratıkların telef oluşun­dan mahiyet itibarile temelden farklı.
İnsanoğlu bütün diğer yaratıklardan ölece­ğini biliyor oluşundan ötürü değil, ölüm karşı­sında bulunduğunu, ölüme doğru varoluşunu kazandığını bilişinden ötürü farklıdır. Bu fark yalnızca beşer olarak insanı diğer yara­tıklardan ayırmakla kalmaz, insanı da beşer­den ayırır. Yani insan kılığında karşımıza çıkan her kimsenin insan olup olmadığım ölüm karşısında takındığı tavır dolayısıyla anlayabiliriz. Diyebiliriz ki bazıları ölüm adına ve ölüm adı altında bütün diğer yaratıklarla bir­likte "telef oluş'u paylaşırlar ve fakat yalnızca sahici insan olma başarısına erenler ölmeyi de başarılabilecek işler arasına katar.
Nerede, ne zaman ve nasıl bize çatacağını bilmediği­miz ölümü başarmak da neyin nesi?
Eğer inti­hardan sözetmiyorsak ölümümüzle ilgili ve üstelik bizi beşer katından insanlık katına çı­karacak elimizde ne var? (s.22-24)

"İradenin inkârı olmak şöyle dursun" diye yazıyor Schopenhauer, "intihar yaşama ira­desini teyid etmenin yoğun bir belirtisidir".
İlk bakışta ölümü seçmek gibi görünen intiha­rın böylesine yaşamaya dönük bir anlayışla yorumlanmasında öğrenilmeye değer bir şey var ve bu şey dinin intiharı yasaklayan tavrıy­la yakından ilgili.
Kendi eliyle kendi canına kıyan insan aca­ba yaşıyor olmanın bir kayba uğramak oldu­ğunu düşündüğü için mi böyle bir keskin dav­ranış gösteriyor?
İntihar eden kişi ölmekle ka­zanç sahibi olacağını mı hesaplamıştır?
Daha doğrusu, yaşarken ele geçiremediği bir şeyi ölümden mi sağlama beklentisindedir?
Dik­kat ederseniz intihar eden kişinin eyleminde "ölüme doğru" bir yöneliş öne çıkmaz. Yani kendini öldüren kimsenin bir ölüm özlemi so­nucunda bu noktaya vardığını düşünmeyiz. Tersi daha doğrudur. İntihar eden yaşamaya doğru yönelişini anlaşılır kılmaya çabalarken elindeki son imkânı kullanmıştır. Elindeki gerçekten "son" imkân mıdır?
Dinin insana kazandırdığı "nihaî gerçeklik" son imkânın aşkınlıkta aranabileceğini öğretiyor. Böylece intiharın bir çözüm olamayacağını dinden öğ­renebiliyoruz. Bu noktaya birazdan geleceğiz. Şimdilik vurgulamamız gereken intihar eden kişinin ölümle ölüme yaraşan bir bağ kurma­da yetersiz kaldığı, giderek ölüme varamadığı ve nihayet dünya hayatının esas olduğu dü­şüncesinde ısrar ettiğidir.
İntihar eden kimse dünya hayatında yü­rürlükte bulunan anlayışlara, değer yargıla­rına, kalıplaşmış tutumlara yöneltebileceği en sert eleştiriyi yöneltmiş; dünyaya saldır­mıştır. Ne var ki bu saldırı içkin (immanent, mündemiç) bir haklılığın gereği olmadığı gi­bi, aşkın (transcendant, müteâl) bir görevin gereği de değildir. İntiharın dile getirdiği şey dünyadaki yaygın ve genel-geçer yapılanma­nın yanlışlığı ve haksızlığı karşısında bire­yin özgün yanlışlığına ve özgün haksızlığına yer tanınmadığıdır.
İntihar eden kimse hak­sızlığa karşı ancak mukabil haksızlığı, hak­sız da olunsa bir yaşama isteminin belirtilebileceği savunusunu koyabilmektedir. O hal­de intiharla birlikte ortaya çıkan eleştiri dün­yanın tek ve vazgeçilmez geçerlilik olduğu­nu kabulden sonra ortaya çıkan bir eleştiri­dir.
Ölümle ölüme yaraşan bağı nasıl kurabili­riz?
Eğer hayatın biz dünyada bulunduğumuz sırada tadına vardığımız nesne veya olaylarla değil de yalnızca ölümle anlam kazandığını görebilmişsek ilk fark edeceğimiz husus bize varolma duygusunun o nesne ve olayların biz­zat ve bizatihi kendilerinden değil; onların dünyada bulunuş sebebinden dolayı ulaştığı­dır. İnsan olarak bizim ölüm sınırındaki sonluğumuz dünyanın da sonluğuyla bir ilişki içindedir. Yani geçici olan iki unsur (biz ve dünya) ancak bir sebebe dayanarak temas ha­linde olabilir.
Bu sebep ne olursa olsun, insan hayatı "bir şey uğruna" yaşanan bir hayat ola­bilir. İşte uğruna yaşanılan şey tamamen dünyaya ait ve dünyaya bağımlı bir şey ise; yaşama iradesi dünyada kalmaya yönelmiş ise intihar artık dünyada kalınamayacağının bir ifadesi olarak belirir. Öte yandan uğruna yaşanılan şey aşkın bir değerse, insan kendi hayatını o değer ölçüleriyle biçimlenmesini kabul eder. Uğruna yaşanılan şeyin uğruna ölünmesi "intihar" olmaz.
Gerçek yüzüyle görüldüğünde dünyaya zevk ve şehvetler sebebiyle bağlılıkla intihar arasında anlaşılır bir mütekabiliyet vardır.
Her iki tutum da dünyada bulunuşun dünya­nın dışında bir anlamı olduğu ve insanın "ya­ratılmış" özelliğiyle belli yükümlülükler al­tında olduğu gerçeğini görmezlikten gelir. Dünyaya zevk ve şehvetler sebebiyle bağlı olan insanlar (ki onlara sahici insan denilip demlemeyeceği tartışılmalıdır) ellerine geçe­ni gasp ve yağma etmek suretiyle yaratılmış olan üstünde rububiyyet iddiasında bulunmuş sayılırlar. İntihar her ne kadar bu gasba ve yağmaya bir karşı çıkış, bir protesto ise de reddedilen şey haksızlığın kendisi değil, bu haksızlıktaki paylaşımdır. O HALDE DİN İNTİHA­RIN İNSAN İÇİN BİR ÇÖZÜM OLMADIĞINI GÖSTERİR­KEN, AYNI ZAMANDA ÇÖZÜMÜN ZEVK VE ŞEHVETLER ARACILIĞIYLA TATMİN ARAMADA OLMADIĞINI GÖS­TERMİŞ OLUR.
Peki, çözüm nerede?
Ölümü anla­makta, ölümle ölüme yaraşır bir bağ kurarak çözüm bulunabilir mi?
Ölümü anlamak yaşama iradesinin aynı zamanda bir koruma, bir gözetme iradesi ol­duğunu bilmekle başlar. ÇÜNKÜ ÖLÜM BİZE HA­YATIN ÖDÜNÇ VERİLDİĞİNİ HATIRLATIR. Borcu kabul etmeyen için dünya kayıtsız bir etkinlik alam, keyfî tasarruf yeridir. Kendini borçlu sayma­yan, bilâkis alacak iddiasında bulunan için yaşayanların ve yaşama alanlarının yağma­lanması ve tahrip edilmesi bir ahlâk meselesi değildir.
Dünyada bulunuş ister rasyonel, is­terse irrasyonel bir açıklama taşısın bir borcu ifade etmiyorsa yıkmayı ve bozmayı kaçınıl­maz kılan eylemlere kaynaklık edecektir.
Dünya hayatına sevgiyle bağlanmak ve dün­yadan nefret etmek, bu içinde bulunan orta­mın olunabilecek yegâne ortam kabul edildi­ğine işarettir.
İçinde ölüm korkusunu şiddetle duyanlar, hayattan nefreti de aynı şiddetle iç­lerinde taşırlar.
Ne zaman ki ölümü rehinin sona erdiği, borçlu kalmanın son bulduğu bir sınır olarak anlayabiliriz, işte o zaman yaratılmışlar içinde bize istediğimizi verecek hiç bir şeyin, hiç bir kimsenin bulunmadığını; çünkü bunların hiçbirinin canımız üzerindeki rehini çözeme­yeceğini anlarız. Artık yaşama iradesi "verile­cek hesap" iradesine dönüşür. (s.17-21)

Kaynakça
İsmet ÖZEL [Kitap]. - Tahrir Vazifeleri-III, Çıdam Yayınları-1995 İstanbul.







Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar