Tanıdığım Kastamonu Delileri İçinde Bir Veli DELİ EŞREF VEYA HACI EŞREF
KASTAMONU DELİLERİ
Siz de Kastamonu delilerini
Görebilseydiniz çok severdiniz
Hallerine bakıp şaşırırdınız
Ve, bunlar ne güzel deli derdiniz
Deli Satiye'yi tanısaydınız
Anlardınız nedir esmer güzeli
Sırım gibi , boylu-boslu, gamzeli
Gönlünüzü usulca önüne sererdiniz
Oynardınız bilirim deli ziya geçince
Mini gıdısı kadına ısınırdınız zamanla
Mohmoh Hüseyin'le, Mohmoh Hasan'la
Oturup yemek yerdiniz
Nasrullah'ta bulurdunuz Deli Ahmet'i
Sallûûûû , 7A4diye bağırırdı farza dururken
Sesiyle kubbeleri gümbür gümbür vururken
Gülümserdiniz…
Sonra Deli Eşref'i görürdünüz karşıdan
Her adım başında yâ sabır derdi
Tayy-ı zaman tayy-ı mekân ederdi
Savrulur giderdiniz
Siz de Kastamonu delilerini
Görebilseydiniz çok severdiniz
Hallerine bakıp şaşırırdınız
Ve, bunlar ne güzel deli derdiniz
Deli Satiye'yi tanısaydınız
Anlardınız nedir esmer güzeli
Sırım gibi , boylu-boslu, gamzeli
Gönlünüzü usulca önüne sererdiniz
Oynardınız bilirim deli ziya geçince
Mini gıdısı kadına ısınırdınız zamanla
Mohmoh Hüseyin'le, Mohmoh Hasan'la
Oturup yemek yerdiniz
Nasrullah'ta bulurdunuz Deli Ahmet'i
Sallûûûû , 7A4diye bağırırdı farza dururken
Sesiyle kubbeleri gümbür gümbür vururken
Gülümserdiniz…
Sonra Deli Eşref'i görürdünüz karşıdan
Her adım başında yâ sabır derdi
Tayy-ı zaman tayy-ı mekân ederdi
Savrulur giderdiniz
Ne gözünde para, ne
ev-bark, ne gam..
Dilendiği parayı en son kuruşuna dek
Fakire, fukaraya verirdi sevinerek
Siz de hâlinize şükrederdiniz
Bunlar ne güzel deli , derdiniz
Dilendiği parayı en son kuruşuna dek
Fakire, fukaraya verirdi sevinerek
Siz de hâlinize şükrederdiniz
Bunlar ne güzel deli , derdiniz
YAVUZ BÜLENT BAKİLER
BİRKAÇ SÖZ
Bu küçük kitap bazı
özelliklere sahiptir Başlangıçta bir makale olması düşünülerek işlenen konunun,
Tanıdığım Kastamonu Delileri İçinde Bir Veli
DELİ EŞREF VEYA HACI EŞREF başlığı ile Eylül 1991 ve Ekim 1991
aylarında olmak üzere iki baskısı yapıldı. Merhum Eşrefin hayranları kitabı
kapıştılar, defalarca okudular. Baskı masrafları çıktıktan sonra kalan para,
bir keresinde Eşref adına bir camiye bağışlandı; bir keresinde de, şehrin ünlü
Nasrullah Camii'nde onun için saltanatlı bir mevlid okutuldu. Bu defa,
fotoğrafta görüldüğünden daha fazla göçen mezarı ve çevre düzenlemesi yaptırılacaktır.
Hacmi küçük de olsa
müstakillen delilerin konu edinildiği bilinen ilk kitap olması bakımından, Türk
Edebiyatı Tarihi içinde bu kitabın ayrı bir yeri olmalıdır.
Bu baskıda kitabın adını
kısalttık; fakat münhasıran Eşrefe ayırmayıp, öncekilerde olduğu gibi, konunun
Türk Edebiyatı Tarihi içindeki yerini belirledik ve bu kültür içinde kulaklarda
paslanmış birçok bilgiyi gün yüzüne çıkartmağa çalıştık. Üçüncü baskıya
ilâvelerimiz de oldu.
Bilindiği üzere şiir,
hislerin ifadesinde kullanılan en güzel vasıtalardan biridir; bir nevi "Sözün en
hayırlısı kısa olan ve söylenmek istenen şeye delâlet edendir". Kastamonu'nun aziz damadı
Yavuz Bülent BAKİLER Beyefendi'den, kitabı okuduktan sonra Eşrefin hayatını
şiirleştirmesi ricasında bulunmuştum. Yazdıkları şiiri kitabın baş kısmına
koyuyor ve kendilerine teşekkür ediyorum.
Bu vesile ile bir vâkı'a
(rüyâ) dan söz etmek istiyorum. Bir kimsenin hayatı yazılırsa o kimse sanki
yaşatılmış gibi olurmuş. Eşref Kitabı'nın Eylül ve Ekim 1991 aylarında iki baskısının
yapılmasını takip eden 10/11 Kasım 1991 günü sabah vakti, merhûm Eşrefi rüyâmda
gördüm. Siyah ve yeni bir takım elbise içinde, beyaz gömlekli ve kravatlı,
yeni saç-sakal traşı olmuş, zümrüt gibi siyah sakallı, yirmi beş yaş civarında
genç ve çok hoş biri olarak temessül etti. Tabir kitaplarına göre bu rüyânın
son derece güzel yorumları vardır. Merhûmun bizlerden memnun olacağını tahmin
etmekteyim.
İsmail Habib Sevük 1940'larda Kayseri, Kırşehir ve
Kastamonu'da deliler var derken, her halde kayda değer olanlarını
kastediyordu. Bunlardan biri de Deli Eşref veya Hacı Eşref olup kendisini
meczûb-ı İlâhî olan velilerden addediyoruz. Eşref gibilerin memleket açısından
mahallî birer değer ve bereket vesilesi olduklarına inanıyoruz.
Son olarak bu üçüncü baskı
için teşvik ve peşinen finansa eden, şehrin önde gelen esnâfından H. Kemâl ve
Ahmet PATTABANOĞLU Beyler'e; dizgi ve baskı işi için matbaanın bütün
personeline teşekkür ediyorum.
Prof. Dr. Abdülkerim
ABDULKADİROĞLU
Ankara, Nisan 1994
GİRİŞ
Türkçe'mizde çok
kullanılan kelimelerden biri de "deli"dir. İşimize gelsin gelmesin
gerek medih gerekse zemm yerinde kullanarak birine hemen "d e I i" yaftasını
yapıştırıveririz. "Delisin
sen", "Aklını mı kaçırdır?", "Sevincinden deli oldu (veya)
deliye döndü.", "Deli gibi ne yaptığını bilmiyor ", "Aklının
yan tahtası eksik." "Deli mi velî mi bilinmez." "... yerin
akıllısından delisi çoktur", "Delisi çok olan yerde işler sürüncemede
kalır ", "Ölüsü olan değil, delisi olan ağlasın." "Delilere
bakarak aklımızın kıymetini bilip Allah'a hamd etmeliyiz." ve benzerleri olan deyim
ve cümleler sıkça duyulup kullanılırlar.
Toplumumuzun çok
kullandığı kelimelerden biri olan "deli" kelimesi genel manâsı ile
kullanılır. Hâlbuki eski metinlerde ve zengin kültür dilimizde bunu ifade eden
farklı kelime ve terkiplerle karşılaşmaktayız. Bilhassa Şuarâ Tezkireleri metinlerinde,
Menâkıbnâmelerle vefeyatnâmelerde bazı
şâirler hakkında" cezbe-i İlâhîye kapılarak..." meczûb-ı İlâhî bir
kimesne idi "meczûbînden idi" "mecnûn sınıfından idi."
"bûdelâdan idi", "Ebdâlan sınıfından idi", "meclûb
sınıfından idi" gibi kelime ve terkipler zengin boyutlu çağrışımlara
sebep olmaktadır. Şöyle ki: Mecnûn ile meczûb farklı anlamları olan
kelimelerdir. Dikkat edilirse "cezbe-i İlâhî", "meczûb-ı İlâhî..."
"meclûb" gibi kelime ve terkipler Allah'a ait manevî bir hali ifade
ediyorlar. "Cezbe"de
ve "Meczûb"da
manevi taraf ağır basmaktadır. Cinnet getirmekten dolayı "Mecnûn" denen
kimselere ait vasıflandırmada ise maddi aşk veya bir başka olay hâkim olmakta,
hareket noktası madde ile bağlantılı geçmektedir. Böylelerine
"çılgın", "cinlere uğramış", "çılgınca seviyor (veya)
karasevdalı", "şeydâ" da denir. Leylâ ve Mecnûn mesnevilerine
konu, mektep yıllarına kadar inen maddî bir aşk değil midir? Sonu değişik de
olsa Mecnûn'u aklından eden dünyevî yani maddî aşktır. Bundan dolayı
"Mecnûnâne aşk" tabiri meşhur olmuştur.
Bizde "aptal"
kelimesi "ahmak, budala, geri
zekâlı, sersem"... gibi manâları çağrışım yaptırır, yani kelimenin
altında menfi bir yorum vardır. Aynı şekilde birine "budala"
demekle de "Akılsız, bön, ahmak, ebleh" demiş oluruz. Aptal'ın birde hile bilmeyen
temiz yürekli, safderûn manâları da vardır. Bu anlamlar içinde kalender
yaratılışlı, derviş tabiatlı kimse akla gelir. Bu tipler genelde ciddî olarak
bir şeye akıl yormazlar. Hakk'a tam bir teslimiyet içindedirler. "Mevlâ
görelim neyler, Neylerse güzel eyler.." felsefesi ile tefvîz-i umûr
(işleri olduğu gibi Allah'a ısmarlayıp havâle etme) etmişlerdir. Onlar sadece
ârif kişilikleri ile olayları seyrederler. Bundan dolayıdır ki bir şeyin
olacağını önceden bilir yerinde "Abdala malûm olur." tabiri şaka
yollu ve tevazu duyguları ile müştereken kullanılır. Bu kelimenin Arapça tekili
olan bedîl nerede
ise hiç kullanılmaz. Tekil anlamında ve biraz galat haliyle budala veya aptal (büdelâ veya ebdâl) olan
çoğulları kullanılır. Dikkat edildiğinde bunlarda da meczûb ve cezbe ile meclûb
kelimelerine yakın manâların olduğu görülür ve manevî yönün ağır bastığı
anlaşılır.
Günümüzde doğuştan geri zekâlılar (handicapped,
ab- sent minded) meselesi dünyanın üzerinde en çok durduğu, hükümet
bütçelerinden mühim payların ayrıldığı ve programlarında yer verildiği bir
konu olmuştur.
Her geçen gün sayılarında
artışlar kaydedilen geri zekâlılar, insan unsuru olarak, milletlerarası
tedbirler alınmasını gerektirecek derecede yakın ve uzak çevrelerini
düşündürmektedir. Meselâ İngiltere’de okulları, okul servisleri, hastahaneleri
ayrıdır. Öğretmenleri özel eğitimden geçirilmiş ve emsali arasında daha fazla
maaş alan kimselerdir Yetiş kin geri zekâlıların, günün belli saatlerindi;
şehirde gezdiril meleri, parklara götürülmeleri gibi ihtimam isteyim bakımları
ilgililerce zevkle yerme getirilmektedir Kısaca ifade etmek gerekirse doğuştan
geri zekalı olan bu vatandaşları hakkında devlet, âdeta kendisini sorumlu
hissetmektedir Meselenin bu yönü ayrı bir makale hatta kitap konusu olacak
boyutlu dur.
Sevindirici bir husus
olarak Türkiye'de de bu konuda oldukça mesafeler alındığını kaydetmeliyiz
Ülkemizde soz konusu kimselerin lehlerine kaydedebileceğimiz ve başka yerlerde
benzerlerine rastlayamayacağımız bazı hususlar vardır. Şöyle ki: İstisnaları
mevcut olmakla birlikte bir kimsenin eksik tarafı ile bilhassa alay konusu
olacak şekilde ilgilenmek, söz konusu kimseyi küçük düşürmek, imâ yollu da olsa
onun kalbini rencide etmek İslâm âdâb ve örfünde yasaklanmıştır. Bu konularda
kesin ve uyarıcı deliller vardır. Toplumumuzda bu hususlar bilindiği için,
ileri giden biri hemen ikaz edilir. Bir de delilerle alay edilmek şöyle dursun onlara
ibret gözü ile bakarak kendi hâlimize hamdetmek lâzımdır. İster doğuştan olsun
isterse sonradan tecennun tabir edilen cinnet getirmek şeklinde olsun geçici
olan bu dünya hayatına karşılık, ebedi âlemde lehlerine tecelli edecek olan
durumlar vardır ve İlâhi adâlet onlar lehine fazlasıyla yerim bulacaktır.
Deliler, tecennün akibetlerinı kendileri hazırlamamak şartıyla dini mükellefiyetler
ile hesap kitaptan sorumlu tutulmazlar. Böylece dünya hayatında onun bunun
alayına marûz kalsalar bile obur dünyada dâimi saadet kendilerim beklemektedir
kı bu hususlar Allah'a ve ahiret gününe: Cennet ile Cehennem'e iman esaslarım
havi dinler ve bu din salıklerı bakımından çok muhim sonuçlardır. Diyebiliriz
ki İslâmiyet, derecelerine göre deliler hakkında İnsanî, içtimai fıkhî ve
ahlakî esaslar vazetmiştir Özellikle velî sıfatlı delilerin mezarlarının
ziyaret mahalleri arasında bulunması, adlarına mahalleler kurulması ve camiler
yapılması (meselâ Bursa'da Ebdal ile başlayan yer ve mekân adları) toplumumuzun
onlara verdiği değer ölçülerinin boyutlarını tayin bakımından mühimdir. Bu
vesile ile batıda zincirlere vurularak tecrîd edilen delilerin benzerlerinin,
Türk toplumunda müzikle tedavi edilmeleri ve özel hastahanelerinin kurulması
gibi medeniyet izlerinin, dünya kamuoyu önünde her zaman için lehimize
sonuçlar olduğunu bir kere daha ifade edebiliriz. Lüzumlu olacağına inandığımız
bu uzun girişten sonra sözü konumuza getirelim. Eşref ile ilgili olan ve
menkıbe özelliği taşıyan bilgilere geçmeden önce, yaşım itibariyle tanıdığım
Kastamonu Delileri’nden söz etmek istiyorum.
Benim bu delileri biraz
daha yakın tanımamın bazı sebepleri vardır. Rahmetli babam, ramazanlarda birer
akşam şehrin bütün fakirlerine ve delilerine iftar verirdi O yıllar bahar ile
yaz mevsimleri arasına tesadüf eden ramazanlarda, bahçe ye sofralar kurulur:
menekşe, leylak, zambak ve gül kokuları arasında iftar edilirdi Bu arada
dikkatimi çeken bazı hususlar olurdu. Rahmetli anneannem ve rahmetli anneciğim,
diğer misafirlerle bunlar arasında hiçbir ayırım yapmadan büyük bir heyecan ve
zevkle hazırlanırlar, diğer sofralar gibi bunlara ait sofralar da aynen
donatılırdı. Bir şeyi hatırlıyorum: Belki dişlerine yumuşak geldiği için belki
de kaşıkla bol bol yiyebildikleri için olacak istek üzerine tatlıda sütlü
kadayıf daha çok yapılırdı Rahmetli babamın da kurulan sofralar arasında (en
az 30- 40 kişi olurlardı) dolaşarak hepsiyle hatırlaştığı. iftarlıkları ve
yemekleri sıra ile değişik yerlerde ama onlar arasında yediği hep gözlerimin
önündedir Tabiî ki bunlar dış kirası almadan asla evden ayrılmazlar; başka bir
ifade ile yemekten çok verilmesi ve alınması âdet haline gelmiş o paraların
peşinde koştururlardı. Bahçe çıkışında, gündüzden kâğıtlara sarılarak
hazırlanmış diş kiralarını alırken her birinin sevinçli yüz ifadelerini hâlâ
görür gibiyim.
Rahmetli Eşref evimize her
zaman gelirdi Buna bağlı olarak elli yılı aşan ömrümün şu faslında, bazı
şeyleri içe atmanın hiç bir anlamı kalmadığından ve okuyanlara ibret olması
düşüncesiyle yazılmasında fayda gördüğüm hususlar var. Şöyle ki: Babam cömert,
evimiz misafire hep açık bilinir, tanınırdık. Bir gün "Abdullah Efendi
misafiri çok sever" demişler de, sanırım bu konuda evi ile arası pek iyi
olmayan biri söze karışarak; "Esas
misafiri seven Abdullah Efendi değil, hanımıdır. Evden surat etseler, izzet
ikramda eksiklik gösterseler bak bir daha kimseye buyur deyebilir mi?" demiş. Bu gerçektir,
aynen katılıyorum. Evin bu halini bilen Eşref istediği zaman gelir, canının
çektiği yemekler derhal yapılır; zaman zaman bıraktığı çamaşırları yıkanıp
ütülenirdi. Birkaç defa da üst kattaki banyo yakılmış, Eşref gönlünce orada
yıkanmıştı.
TANIDIĞIM KASTAMONU DELİLERİ:
Her yerin delisi olur. Yukarıda da bahsettiğmiz üzere bunların
kimi meczûb veya meclûb, kimisi de mecnûndur Bize değişik suretlerde
göründükleri halde iç yüzlerini kesinlikle bilemediklerimiz de pek çoktur.
Kastamonu'nun da delileri olmuştur ve olagelecektir. Çocukluğumdan beri
tanıdığım ve isimlerim hatırlayabildiğim kadarıyla Hımhım Muhiddin. Mohmoh Hüseyin ve Mohmoh Hasan (iki mohmoh
kardeşler). İsmet (kadın), Ziya. Mini Gıdısı(kadın), Calay. Dedo İsmail, Huriye,
Hamal Dogu Hasan, Mahir, Caba(kadın), Safiye, Deli Nebiyye, Yumuk, Deli Mahiye,
Yaylı, Kâhya, Halime Çavuş (Kuva-yı milliye kıyafetiyle resmi bayramlara
katılırdı), Yoğurtçu Osman Ağa, Deli Şükrü'yü sayabilirim.
Bunların
her biri ayrı ayrı özellikleri ile kendilerim dâima gündemde tutmasını
bilmişlerdir Yoğurtçu Osman Ağa, yaz kış ceket giymez; belinde
kuşak, başında siyah bir fötr şapka, iki kolunun altında badı sopası denen
koltuk kısmı yüksek ve kalın bastonlarına dayanarak yürür, köyünden yayan
gelip giderdi İs- met'in ayakları şiş idi ve zorlukla
yürürdü Deli Mahiye fala bakardı. Satıye, halk ağzında Deli Satiye, gene halkın ifadesi ve beğenisi
ile karabiber gibi bir esmer güzeli, son derece endamlı, kızdığı zamanlar
dışında çok hassas ve kibar bir İstanbul Saray Hanımefendisi idi. Genç yaşta
bir subay ile aşk evliliği yapmış, ama kısa süre sonra yüzbaşı kocasını kaybedince
cinnet getirmiş ve bu hallere düşmüş İstanbul ağzıyla konuşur, konuşmasından
okur yazar kişiliği hemen farkedilir ve dâima günün başbakanı veya
cumhurbaşkanı ile düğün hazırlıkları içinde olur, çevresindekileri düğününe
davet ederdi. Merhum Adnan Menderes Kastamonu'ya
gelmiş, Şeker Fabrikası'nın temeli de o gelişinde atılmıştı Satıye Hanım hiç
böyle bir fırsatı kaçırır mı?
Aklına göre başbakan onu istemeğe gelmişti ve aylarca süren düğün sözleri
halkı epeyce eğlendirmişti Seçim yapılır yapılmaz adım duyduğu cumhurbaşkanı
veya başbakan ile çok yakında yapılacak düğünlerinden söz etmeğe başlar daha
aşağısını asla beğenmezdi
Kâhya, (adı Ahmet) Kastamonu’nun
ünlü Nasrullah Camii ana kapısını bekler, ezanlar okunur okunmaz kapı önünden,
elini kulağına götürerek "Ezân okunduuu" diye bağırır, gaflet içinde
olup ezanı duymayanları ikaz ederdi. Bir de namazların ilk sünnetleri kılınıp
tarza durulmak üzere kamet getirilirken aynı minval üzere
"Saallûû..." diye bağırırdı ki bilhassa bu seslenişi, geç kalarak,
şardıvanda abdest alanlar için son bir ikaz olurdu: farzı kaçırabilirsiniz
demekti Bu görevinden dolayı kendisine "Kâhya" veya
"Salâcı Kâhya " derlerdi Kâhya'nın bir görevi de
hemen girişteki ayakkabıları gözetlemek, bunun karşılığı bahşişini almaktı
Sünnetlere bir hayli gecikmeli durur, gecikmeli de olsa mutlaka sünnet
namazları kılar ama şayet namazda iken ayakkabı bırakan veya alnn olursa onları
gözleri ile sağlı sollu takıp ederdi Görevine bu derece düşkün biri idi(l).
Kastamonu'nun cenazelerinin kaldı rıldığı en büyük ve merkezî camisi olması
bakımından cenazeler Nasrullah Camii'ne getirilir, Kâhya da bunlardan nasibi nı
alırdı. Ancak arka arkaya birkaç gün cenaze olmaması kâhyayı üzer, belki de
kara kara düşündürürdü Şayet üç gün arka arkaya cenaze olmamışsa, kâhyanın uğur
saydığı bir hareketi vardı. Sabah namazını kılar kılmaz, güneş doğmadan,
kâhyanın, camimin musallâ taşının bulunduğu tarafa gidip etrafını kontrol
ettikten sonra, sağ eliyle "Diril ya mübarek..." sözleriyle musallâ taşına
vurduğunu görenler pek çoktur. Bazen taşa vurdu, iki uç saat içinde cenaze
haberi geldi diyenler de olurdu. Cenaze olduğunda, Kâhya çarşıyı dolaşarak
esnafı ve halkı cenâze namazına davet ederdi.
Adları yazılı delilerin
bazılarını bir cenaze esnasında görmek lâzımdı. Kastamonu dinî folklorunda
cenaze evi yemek verir, kabir başında pide üzeri helva dağıtılır ve kabristana
gelenlere -haline göre- o yıllar için gümüş 10 kuruş, 25 kuruş, 50 kuruş veya
çoğunlukla bir lira verilirdi. O günün gümüş bir lirasının günümüzde iki yüz
bin liranın üstünde bir fiatla satıldığını hatırlatmak isterim. Cenaze
gömüldüğünün ertesi günü, sabah namazından sonra kabristana gidilir, Kur'an
okunur, pide üzeri helva veya simit dağıtılırdı ki buna ziyaretten galat
"zirat" denirdi Tabiî yedisi, kırkı, elli ikisi, mevlidi; sene-i
devriyeleri vs. çok hareketli bir hava içinde bunlar yapılırdı. Günümüzde bu
şartlar değişmiştir.
Suluköprü karşısında
fukaradan Mehmet Ağa'nın oğulları olan Mohmohlar (Hasan
ve Hüseyin), cenaze sahibinin maddî durumunu da dikkate alarak
kafalarından geçirdikleri parayı mutlaka alırlar, aksi takdirde bağırıp
çağırarak olay çıkartırlar ve halk tabiri ile cenaze sahibini ve ölüyü kepâze
ederlerdi. Meselâ ".. Parası yoktu
da neden öldü?" derlerdi Bu maskaralıkları bir kereye mahsus da
olmazdı. Gelip gidip günlerce cenaze sahibini rahatsız ederlerdi ki en iyisi
verip kurtulmak olurdu. Cenazeyi mezarından çıkartıp evinin önüne bırakmakla
da tehdit ederlerdi hatta bir keresinde böyle bir olay duyulmuştu. Sanki ölmek
için onlara para hazırlığı yapmak zarureti vardı. Nitekim arkalarından lâf
edilmesin diye çıkın denen bez parçalarına, belirli miktarlarda paraları sararak
onların haklarını hayatta iken ayırıp saklayan ve bu minval üzere vasiyet eden
yaşlı hanımları hatırlarım. Merhum babam (öi.5.8.1960) latifeyi sever ve
yapardı Birgün Mohmoh Hüseyin'e "Bizim
hanım (merhume annem öl. 13.8.1992) sizin paranızı hazırlayıp bir kenara
koymuş, arkasından lâf etmenizden korkuyor..." demiş. Gelip gidip "Sen bize hakkımızı ver, arkandan kepâze
etmeyiz, söz veriyoruz..." diyerek günlerce yalvardılar. Sanki kimin
sona kalacağına dair garantileri vardı. Büyük Mohmoh (ağabey)
Hüseyin, bir ayağını dik basar,
elinde bastanu ile devamlı dolaşır, bir iş yaparak para kazanmağa gelemezdi.
Küçük Mohmoh Hasan ise
belinde ipi, bulursa hamallık ederdi ama sırtında eşya ile giderken "Mohmoh" denir yahut
ıslıklanırsa hızlıca yürümeye başlar, küfürler eder, daha da ileri gidilirse
eşyayı bırakarak kaçabilirdi. Bundan dolayı kendisi ile pazarIık yapanlar kızmayacağına
dâir sıkı sıkı tenbihde bulunurlardı O, her ne kadar başını sallasa da sokak
aralarında nelerin zuhur edeceğini bilemediği için dâima aklınca hareket
ederdi. Her iki kardeşi hadsiz derecede kızdırdıklarımda Allah'a, peygambere,
kitaba, dine ve imâna bile küfrettikleri duyulurdu ki hoş olmayan bu halin
manası o kişinin inancındaki tanrıya ve kitabına idi.
Cenaze olduğu haberi
duyulur duyulmaz Mohmoh Hüseyin, cenaze
evine en yakın camiden, mezar üzenine dökülecek suyum bakır ibriğim alır ve cenaze
evine götüırüp bırakırdı. Mohmoh Hasan salağacı
denen, tabutum üzerine konarak taşındığı ayağı: Hüseyin tabutun
kapağını (daima başının üstünde), Calay ise
tabutun gövde kısmını cenaze evine götürürler; aynı minval üzere mezarlık
dönüşü aldıkları parçaları hangi camiden almışlarsa oraya kadar götürüp bırakırlardı
Hiç kimse, herkesin kanuni hakkı gibi olmuş bu parçalara el süremezdi. Aksi
takdirde küfürler başlar, âdeta küçük kıyamet kopardı. Calay, mohmohlara göre daha
akıllıca hareket eder, konuşamamasına karşılık işaretlerle onları ayıpladığımı
gösterir ve etrafındakilere sus ve sabır işaretleri yapardı Taşınan bu parçalar
adları geçenlerin güç ve takatlarına göne aralarında kararlaştırılmış olup
yıllarım tecrübesi ile kesinlik kazanmıştı. Bunların bir hususiyeti cüe gömülen
Kimselerin yedisi, kırkı, elliikisi vb gibi günlen hiç şaşırmadan tayinleri
v<e o günlerde cenaze evinde hazır bulunmaları idi
Mohmohlar, boğazlarına çok yiyen
kimselerdi. Bu hal, o dereceye varırdı ki onların (bilhassa Mohmoh Hüseyin'in)
çok yemeleri konusunda iddiaya girenler bulunurdu. Mohmoh Hüseyin'in
yediklerini, o zayıf bedeninin neresine yerleştirdiğine dâir şaşkınlığa
uğradığınız olurdu Mahalli bir yemek olan Sopa Çorbası veya Kölemen Hamuru,
onun için üç kilogram undan yapılmış, normal şartlarda 10-15 kişinin doya
bileceği koca bir tepsiye dökülmüş hamuru silip süpürmüş, hâlâ da doydum
dememişti. Eskiden evlerde nefis baklavalar yapılırdı Tartıya vurulduğunda en
az 4-5 kilogram gelen bir tepsi baklavayı temizleyip arkasından gülücüklerle
alt çeneyi burnuna yapıştırdığı çok olmuştu. Ağzında hiç diş olmadığı için
Hüseyin'in bu vaziyeti etrafına, onun bir şenliği sayılırdı. Mohmohlar ve Calay
beş vakit namazlarını kılan kimselerdi.
Dile Ziya namazlarda Nasrullah
Camii'ne gelir, ayakkabılarını bırakır ve ceplerindeki bütün paraları da
onların içlerine koyduktan sonra namaza dururdu İki rekât namaz esnasında nice
inşaatlar yapan, kamyonlarla malzeme boşaltan; ihracât ve ithâlât hesapları
yapan iş adamları ile öğle sonu mesâisinde nasıl izin alacağını plânlayan
memurlara karşılık, dünya ağırlığını pabuç içine silkeleyerek Allah huzuruna duran
Deli Ziya'nın bu hareketinde
alınacak dersler bulunduğunu hatırlamalıyız Ziya’nın
bir özelliği de dışarda davul sesi duyduğunda önünde döne döne oynaması idi
Tabiî ki Ziya, günümüzde folklor çalışması yapanların aslâ erişemeyecekleri
bir mutluluk olarak vasıflandırabileceğimiz Davulcu Karayılan
diye meşhur Mahir Dağlı (öl.
3.10.1964)'nın davulu önünde oynuyordu Karayılan, o yıllarda dünya
devletlerince kendisine verilen 30 civarında madalyon çepkeninde takılı olduğu
halde davul çalardı Karayılan da namazlarını kılardı ve cami, mektep ile
bebekli evlerin önlerinden geçerken 15-20 adım kadar çalma işine ara verirdi. Mahir Dağlı mortinsız, çok seri
diş çekerdi: ayrıca o soğanı sevmediği için evine soğan almamak ve soğandan
korkmakla tanınırdı.
Ziya,
zaman zaman bazılarına takılır ve sıraladığı kelimelerden sonra
"Adam mı oldun lân..."
derdi. Bir keresinde, bazı akşamüzerleri dere kenarında gezinti yapan ilin
valisini görür, Kendisini tanımaz ve ona hitaben gür sesiyle aynen der Ki: "Evin yok, işin yok, dükkânın yok,
sarışın avratın yok, araban yok. Adam mı oldun lân..." Bu olaydan
sonra Vali, gezintilerine son vermişti.
Şimdi bu Kitaba adını
verdiren Deli Eşret veya Hacı Eşref'ten söz ederek onun âdeta menkıbeleşen
taraflarını öğrenelim:
DELİ EŞREF VEYA HACI EŞREF
Yazımızın bu kısmını
teşkil edecek olan Deli Eşref veya
hacı olduktan sonra Hacı Eşref denen
Eşref Özbenli (eski şöhreti ile
ve mahallî ağızla Benlizâdeler veya
Benlioğlu/ Benloğlu) H.1324/M
1906 yılında, Mustafa ve Nebiyye’den, Kastamonu'da doğmuştur. İlin Deveciler
Mahalleli nüfusuna kayıtlı olup 7 nolu haneden çıkmaktadır. O, aslında varlıklı
bir ailenin oğludur. Aile, eski İnebolu yolu üzerinde bulunan Hacortu
Köyü'ndendir Babası Hacı Mustafa'nın 1912 Balkan Harbi'nde asker iken şehadeti
üzerine kendisine şehid maaşı bağlanmış olup ağabeyi Tevfik bey tarafından
vasîlik ve amcası Ahmed Benlioğlu, Hisarardı Mahallesi Muhtarı Hamdi Pehlivan
ve eski Belediye Başkanlarından Şerafeddin Sabirin tarafından kendisine bakım
ve hizmette bulunulmuştur. Bir ara Şerafeddin Sabirin de vasîsi olmuştur.
Eşrefin amcası Hüseyin Rüşdü Özbenli de, 1959 yılında vaki ölümüne kadar onun
vasiliğini yapmış, hertürlü kahrını çekmiştir.
Eşref Özbenli'nin
yaşı
icabı nasıl bir eğitim gördüğüne dâir her hangi bir belge bulamamakla birlikte,
sahih derecede namazlarını kılmasına; az ve öz konuştuğunda hikmetli
konuşmalarına bakılırsa onun en azından bir mahalle mektebi eğitiminden geçmiş
olduğunu söyleyebiliriz. Nitekim kaynak kişilerden Enver Eroğlu'nun
anlattıklarına göre, dedesi Hacı Mustafa'dan ders almış ve bir kere de dayağını
yemiştir
Eşrefin, babası tarafından kalan
mirası, vasî vasıtasıyla kullanabilmiş olması keyfiyeti, onun aklî dengesinin
doğuştan yerinde olmadığını göstermektedir ki yakın akrabasından bazılarının
kendisi ile hiç ilgilenmediklerini söyleyenler de vardır.
Deli Eşref tavır ve hareketleri ile
meczûb biri olarak tanınır; çocukluk alışkanlığı olacak ki çarşı ve sokaklarda
dilenirdi; ancak onun bu hali kesinlikle maddeye hırsından kaynaklanmıyordu.
Çok az konuşur, sabır kelimesini
sıkça söylerdi. Herkesin verdiği parayı almaz ve herkesten de para istemezdi.
Bilhassa buluntu paraları kabul etmez; ayyaş, kumarbaz gibi kişilerle,
kazancında helallik görmediklerinin paralarını, verseler de almazdı. Topladığı
bu paraları kimsesiz fakir kişilere, öksüz ve yetimlere, muhtaç okul
öğrencilerine, çeyiz hazırlığı yapan fakir kızlara; kırlarda ve köy yollarında
bakımsızlıktan kullanılmaz hale gelmiş suların tamiri gibi hayır işlerine
sarfederdi.
Eşrefin yanında üç adet para
kesesi bulunurdu. Rastladıklarından "Kuruş
ver", "Kuruş, kuruş..." diyerek para ister;
zamanında oldukça değerli olan tırtıllı veya ortası delik kuruşu alır; meselâ
biri 25 kuruşluk verse 24 kuruşu sayarak iade ederdi. O, aslâ mücerred bir para
dilencisi olmamıştır. Keselerden biri günde bir, bazen günde iki kere dolar:
diğeri iki veya üç haftada hatta ayda bir dolar; üçüncüsü ise aylar sonra ancak
dolmuş olurdu. Aldığı paraları, manevi bir ilhamla, ilgili keselere koymasını
gayet iyi bilirdi ki bunun keyfiyeti, verilen paraların helal ve temiz olmaları
ve onların temizlik derecelerine uygun keselere konmasıyla daha çok zarurî ve
cevaplı işlere sarfedilmeleri bakımından âdeta bir ölçü olurdu.
Okulların
açılmasıyla Eşref, şehirdeki vo bazı köylerdeki ilkokullara giderek muhtaç
öğrencileri tesbit eder ve kimi okula 50 pabuç, kimi okula 40-50 önlük, kimine
defter, kitap ve benzeri zaruri ihtiyaçları götürerek öğrencilere dağıtırdı. Bunları aldığı esnafa
peşinen borçlanır, hesaplar açtırır ve topladıklarını kesesi oldukça o
dükkânlara götürüp boşaltır, sayılanı hesaptan düşürterek peyderpey borçlarını
kapatırdı. Onun bu halini bilen hiç bir esnaf itiraz etmez, hatta bizim de
hayrımız dokunsun düşüncesiyle aldıkları mallarda ikrâmda bulunurlardı.
Yaptıklarına ilâveten topladığı paralarla sokakta yaşlı, bakımsız bir fakir
görse kadın olsun, erkek olsun hemen en yakın bakkaldan yiyecek bir şeyler
alır hatta ihtiyaç durumuna göre giyecek malzemesi de alarak kendisine verirdi.
Şehrin hangi mahallesinde olursa olsun yaşlılıktan dolayı evinden çıkamayan
düşkünleri araştırır, ihtiyaçlarını alarak evlerine kadar götürürdü.
Eşrefin, sahipleri marûf
ve güvenilir kimseler olan bazı dükkânlarda emanet para kutuları da vardı
Meselâ Halıcı merhum İbrahim Selvi'nin, şehrin diğer güvenilir esnafının; daha
sonraki yıllarda Kemal Pattabanoğlu'nun dükkânları böyle yerlerdendi. Oralara
zaman zaman kesesini boşaltır, biriktirdiği paraları bütünletir, bir hayır için
böylece stokta bulunurdu. Aniden gidip meselâ bana 10 lira ver diyerek para
istediği dükkân sahiplerinin, çekmecelerinde bulunan kutusunu açtıklarında
tamamı tamamına 10 lira bozuk para bularak şaşkınlığa düştükleri çoktur. Eşref
tarafından sayılması, hesabının yapılması mümkün olmayan bu halin izahı
gerçekten zordur.
Eşref, küfür bilmediği gibi
küfürbazlardan uzak durur, onların verdiklerini almazdı. Çok gezer, gezdikleri
yerlerde dâima âlim ve şeyh kişileri ziyaret eder, şayet fotoğraflarını eline
geçirirse onları cebinde taşırdı. Şehirlerarası selâm getirenleri, önceden
karşılayarak alır; selâmı getiren, unutup söylememişse hemen karşısına çıkarak
"Hani benim emâneti niçin
vermedin?" der,
böylece muhatabını şaşkınlığa uğratırdı Bunun örnekleri oldukça fazladır.
Onun Kerâmet Sayılan Diğer Halleri
·
Yozgat Hakimliği'ne naklen tayin
edilen Necip Ruşen Oktay, izinli olarak memleketi olan Kastamonu'ya geleceği
günlerde biri, "Hacı Eşrefe selâm götür" der Kıymet vermediği için
kendisine söylemeyi düşünmez, fakat şehre iner inmez Eşref yolunu keser ve
"Hani, benim emâneti vermedin." deyince şaşırır. Bu olaydan sonra
hâkim, kendisine ayrı bir saygı hissi duymağa başlar. N.R.Oktay bu olayı
zamanın müftü yardımcısı Kâmil Anbarcıoğlu'na bizzat anlatmıştır. (Kaynak kişi
Kâmil Anbarcıoğlu).
·
Çorum'da askerlik yapan
Kastamonu'lu biri, şubede cam kırmış, camcıya gitmiş. Camcı, askerin
Kastamonulu olduğunu öğrenince "Orada bir Hacı Eşref var, tanır mısın, o
deli değil, velîdir izne giderken bana uğra, sana bir paket vereceğim, selâmımı
da götürürsün..." der. Çocuk Kastamonu'ya geldiğinde Eşref, ondan daha
evvel davranarak babasını görür ve "Oğlun askerden gelmiş, emânetimi
versin." diyerek karşısındakini şaşkınlığa uğratır. (Kaynak kişi Yavuz
Kapıcı)
·
Bediüzzaman Said Nursî
Kastamonu'da mecburî ikamettedir. Ziyaretine giden biri, köyden hediye olarak
yoğurt götürmüştür. Onun hediye almak âdeti olmadığından yoğurdu getirene,
"Ben aldım, kabul ettim. Hediyeyi alın ve giderken Eşrefe verin." der
Evden ayrılıp giderken yoğurt sahibi Eşrefi görür. Eşref kendisine "Benim
yoğurdumu veriniz” diyerek kerametinin bir örneğini daha ortaya koyar (Kaynak
kişi Enver Eroğlu).
·
Eşrefin tayy-ı mekân ve tayy-ı zamanı
da vardır Bunlar tasavvufî tabirlerden olup mekânı ve zamanı âdeta katlayarak
aşma manâsına gelir. Bu cümleden olarak Eşref, köylerden veya şehir dışından
gelirken oto şoförleri yolda kendisini görüp arabalarına almazlar. Bakarlar ki
kendilerinden önce şehre gelmiş ve onlara "Merhaba..." diyor. Bu
hali, birçok şoförden duyulduğu gibi şehrin avukatlarından Ali Dikmenli'den de
menkuldür. Şöyle ki: İki avukat ile birlikte Daday ilçesi'nde mahkemeden
çıkmışlar, içkili bir lokantada demlenmişler ve bir Anadol taksi ile
Kastamonu'ya doğru hareket etmişler Eşref de Daday'da imiş ve ilçenin çıkışında
arabaya el kaldırmış. Bunlar içkili olduklarından, kendisini arabaya almak
istememişler. Yağmurlu bir havada, şehre girinceye kadar yolda kendilerini
geçen bir at arabası bile olmadığı halde Eşref şehirde kendilerini karşılayıp
selâm vermiş
·
Kastamonu'dan İnebolu'ya yolcu
taşıyan arabaların birinin şoförü, Eşrefin parasının olmayacağını veya ücreti
alamayacağını düşünerek kendisini arabaya almıyor İnebolu yolculuğu esnasında
şoför beyin arabasını hiç bir araba geçmediği halde ilçeye iner inmez Eşrefi
görüyor: böylece onun tayyı-mekânla İnebolu’ya ulaştığı anlaşılıyor. (Kaynak
kişi Lüttullah Yücel)
· Eşrefin
uğruna inanılırdı Bu konuda söylenecek çok şey bulunmakla birlikte Ankara'dan
canlı bir örnek vereceğiz. Amcası oğlu olan Avni Özbenlı naklediyor
"Eşrefin gözlerine inme olmuştu. Ankara Numune Hastahanesi'nde katarakt
ameliyatı geçirdiğini haber aldım, eşimle ziyaretine gittik Gördüklerimizden
şaşkınlığa uğramıştık. Kendisine müstakil, lüks bir oda tahsis edilmiş, kapıda
hemşireler nöbet tutuyorlar. Şaşkınlık içinde onlardan sorduğumda 'Efendim,
bize Başhekim Münif Islâmoğlu'nun hususi talimatları var; bu zat hastahaneye
uğur getirir, kendisine milletvekili ve bakan protokolü uygulayın, sakın
incitip gücendirmeyin dediler' cevabını aldık. Daha sonra eski yıllardan
tanıdığım başhekim beye, ailemiz adına teşekkür etmek için gittiğimde de
"Kastamonu’ya doktorluk yaptığım yıllarda (1950 öncesi) muayenehanemi
açtığımda bazı günler Eşref gelirdi. Kendisine 25 kuruş verirdim. Onun geldiği
günler hastadan başımı kaldıramazdım . Bunu yüzlerce, binlerce defa denemiş
biriyim, aynen öyledir." dedi.
(Kaynak kişi Avni Özbenli).
·
İskilipli Osman usta Kastamonu
Karayolları'nda operatör olarak çalışmaktadır Sene 1969 Kırkçeşme Caddesi
üzerinde yürürken Eşref yolunu keser ve 2,5 lira ver der. Arkasından
"Senin işin olacak", diye ilâve eder. Duyanlar, ne iş olduğunu
sorduklarında Osman Usta "Yarın Ankara’ya ağır vasıflı ehliyeti
imtihanına girmek için gideceğim." der. Gerçekten Osman Usta ilk imtihanda
kazanıyor ve ehliyetini alıyor , (Kaynak kişi Osman Usta'nın hemşehrisi olup
birinci kaynaktan dinleyen Doç. Dr. Mücteba Uğur).
·
il merkezinde, Karamehmed'in
kahvesine Eşref gelir, selâm verir Orada bulunan bir yabancı Eşrefin
kim olduğunu sorar "Deli derler ama muhterem biridir." diye
cevaplarlar. konuşmalar çok sessiz bir şekilde cereyan eder İlin en büyük
birkaç kahvesinden biri olan ve o anda kahvenin başka bir köşesinde bulunan
Eşref "Ben meczûb deliyim " diye söze karışır (Kaynak kişi Mehmet
Tufan Arslan)
·
Merhum Mustafa Değer'den oğlu
nakleder: Bir cenazeyi arabaya koymuşlar, köyüne götürüyorlarmış. Eşref
"Beni de alın." der Yer yok diyerek almazlar Arabadakiler köye
vardıklarında Eşrefi orada görürler. Eşref köye geleli epey zaman olmuştur ve
"Cenaze geliyor, kabri hazırlayın." sözleriyle köylüyü haberdar edip
hazırlıklara başlatmıştır. (Kaynak kişi Burhan Değer).
·
Tarzan lakabıyla meşhur
Abdurrahman Temizdal bir kaç devre il merkezinde Belediye Başkanlığı yaptı. Bir
defasında aday olunca, seçimlerden önce kesin olarak kazanacağını söylüyor ve
neticede dediği gibi oluyor (Kaynak kişi Feyzi Ertem)
·
Eşref, 1970 yılında Enver
Karakülâh’a gelir ve "Sizin evde fakirlere yemek vereceğim: bir şartla ki
bütün malzeme benden, yapması sizden..."der. İki ay kadar topladığı paralarla
eve devamlı malzeme stok eder. Davet günü arka arkaya faytonlar içinde bütün
deli ve sakatları eve getirir. Kaynak kişi devamla diyor ki: "Tepsilere
konan yemek sahanları ortaya konduğu anda temizleniyordu. Bu bize iyi bir ders
oldu. Bakıma muhtaç bu kişilerin sıcak yemek ihtiyacı içinde oldukları
sonucunu çıkartarak İlim Yayma Cemiyeti'nin Kastamonu Şubesi'ni açtık ve
özellikle ramazanlarda sistemli bir şekilde fakirlere sıcak yemekler verdik,
hatta gelemeyenlerin evlerine kadar götürdük " Eşref, iftarı takip eden
günlerde evin hanımlarına entarilik kumaşlar getirir ve hakkınız geçti diyerek
helallik ister (Kaynak kişi, Enver Karakülâh). Eşrefin inceliğine bakınız.
· Eşref,
1950 li yıllarda, şehrin ileri gelenlerinin yardımları ile ve onların
refakatinde Hacc’a gider. Kendisinden, orada olsun dilencilik yapmamasını ve
memleketin haysiyetini küçük düşürmemesini rica ederek söz alırlar. Mukaddes
yerlerde aşkla gezdiği anlatılırdı; ancak alışkanlıklardan kurtulmak kolay
olmamalı. Duramayıp para toplar ama topladığı bu paralarla hırsızlara cüzdanını
kaptırıp parasız kalanlara, hasta- hanede çaresiz bekleyenlere yardım elini
uzatır. Yürütülen bazı hizmetlerin altında bulunan gerçek eli bilmediğimizi
itraf etmeliyiz. Bundan sonra Deli Eşref, Hacı
Eşref olur
·
Bir gün Hasip Yılanlıoğlu'nun
köyüne gelerek iki çuval buğday ister. Aldığı buğdayı, köyün üst kısmındaki bir
mahallede oturan ve yiyeceği bulunmayan bir fakire götürüp verir, (Kaynak kişi
Hasip Yılanlıoğlu).
·
Eşrefin ara sıra bazı evlere
giderek canının çektiği yemekleri yaptırdığı olurdu. Bizim eve de gelirdi Bu
evlerden biri de Hasip Yılanlıoğlu'nun evidir. Bir gün ikindi vakti evlerine
gelir, fakat evde kimseyi bulamaz. Yolda Hasip Efendi'yi görür ve "Eve
uğradım, kimse yoktu Saniye Hanım'a deyiver." der. "Ne
diyeyim?" sorusuna, "Sen deyiver." cevabında bulunur. Saniye
Hanım o gece vefat eder. Anlaşılıyor ki helallaşmak için gelmiş imiş (Kaynak
kişi Hasip Yılanlıoğlu)
·
Eşref bir defasında Mehmet Tufan
Arslan'ın evine gelir Kendisi evde yoktur. Merhume hanımı ve çocukları karşılarlar.
İçeri girer ve "Bana helva yapın." der. O esnada tüp biter Ocak
yaktırıp helvayı tamamlatır. Birazını yedikten sonra artanını paket yaptırıp
hasta ve muhtaç birine götürür (Kaynak kişi Mehmet Tufan Arslan).
·
Topçuoğlu'nda Berber merhum Nuri
Efendi'nın evine gidiyor ve çok acele kaydıyla çorba pişirtiyor Nuri Efendi ile
birlikte evden çıkıyorlar ve çorbayı şehrin kenar bir semtinde yaşayan
kimsesiz, hasta birine götürüyorlar Bunun örneklen de pek çoktur (Kaynak kişi
Enver Eroglu).
·
Eşref zaman zaman bazı evlere
misafir olurdu ama nvln hanımı yüksünürse kararından sür'atle vazgeçerdi.
PTT'de koli memurluğu yapan Sarı Mehmet diye meşhur Mehmet Altınöz vardı. Bir
gün ona uğrayıp "Bana ekşili bulur pilavı yaptır" der. Eşi Necmiye
Hanımın o gün için bir işi varmış. "Keşke yarın gelseydi" diye
içinden geçiriyor. Eşref yarım saat içinde tekrar PTT'ye uğrayarak "Bugün
kalsın, vazgeçtim." diyerek iptal eder. Necmiye Hanım bu olaydan sonra
pişman olmuş ve bir daha gücendirmemeye gayret göstermiş. Bir başka zaman da
aynı istekte bulunmuş.. Necmiye Hanım, ocağa pilavı koymuş ve mahalleye
çıkmış. Nasılsa 4-5 saat gibi uzunca bir süre pilav ocakta kalmış. En azından
iki defa tencerenin dibini tutup yanması gereken bu zaman süresi içinde pilava
hiç bir şey olmaz, eve döndüğünde tam kıvamında pişmiş ve indirilmeye hazır
bulur. (Bundan 32 yıl önce bizzat ailenin fertlerinden dinlemiştim.)
·
Eskiden kış aylarında cumartesi
günü (pazar) geceleri sıra gezmeleri olurdu. Eşref de onlara iştirak ederdi.
Geceler, yeme içmenin yanında manevî bir hava içinde geçerdi. İlâhî ekipleri
İlâhiler okurlar, bazen mevlid okunur, hatta hatim de indirilirdi. Eşref zikri
çok severdi ve ortaya atılan bir minderin üzerine oturur, yoruluncaya kadar
âşikâne zikirler ederdi. Zikirde hep "Allah, Allah..." derdi. (Kaynak
kişi Kâmil Anbarcıoğlu). Çocukluk yıllarımda bu manzarayı defalarca ben de
seyrettim.
·
Eşref beşerî münasebetlere çok
dikkat ederdi. İnce bir hassasiyeti vardı. Türkiye'nin değişik yerlerinde
dostları bulunuyordu ve onlara zaman zaman mektuplar yazdırıyordu. Enver
Karakülâh onun kâtiplerinden. Diyor ki:".... Yazdırdığı mektuplarında
'gelemeyeceğim", ' zaman geleceğim’
gibi ifadeler bulunurdu. Mektup yazdıklarımız hakim, savcı, doktor, öğretmen
ve benzeri tahsilli makam sahibi ve bir yerin önde gelen kişileri olur;
yazdırdıkları doğrultusunda ve dediği tarihlerde ziyaretlerinde
bulunurdu" (Kaynak kişi Enver Kara külâh]
·
Eşrefin ziyaretlerine bir örnek
daha vermek istiyoruz. Onun fayton zevki de vardır. Bir gün faytona biner ve
Başköy'de İmadi Bey'in mevlidine gider. Kasaba Köyü'ne de uğrar ve "Hilmi
Bey'de iftar edeceğim." diyerek kalır; iftardan sonra Başköy'e gider.
Fayton emrindedir. Kasaba'dan ayrılırken "Beyden Beye, beyden
beye..." diye memnuniyetini ortaya koyar (Kaynak kişi Merhum Hilmi Bey'in
oğlu Yavuz Kapıcı).
·
Zengin bir kadın fakir düşer.
Eşref o derece hassas bir yaratılışa sahiptir ki, bir ramazan ayında entarilik,
başörtüsü, çorap, ayakkabı gibi kadının şahsî ihtiyaçlarını alarak onu hususi
surette ziyaret eder. (Kaynak kişi Enver Eroğlu).
·
Eşrefin fayton zevkinden söz
ettik. Zaman zaman fayton kiralar, arkaya kurulur, heybetli bir görünüm içinde
gideceği yere giderdi. Şehrin Aycılar Camii'nde (Neden bu camiyi tercih
ettiğinin cevabını henüz bulamadım) ara sıra mevlid tertip eder, duasını,
zamanın müftü yardımcısı Kâmil Anbarcıoğlu'na yaptırırmış. Bu günlerde, hayli
uzak olmasına rağmen adı geçenin evine faytonla bizzat gelerek kendisini alır
ve camiye götürürmüş. Burada bir ilim adamına duyulan saygıdan söz etmeliyiz
(Kaynak kişi Kâmil Anbarcıoğlu)
·
Enver Eroğlu'nun dedesi Hacı
Mustafa’nın, şehrin 35 kilometre uzağındaki Ömersin Köyü'nde mevlidi
okunacaktır. Yukarıda da bahsedildiği üzere Eşref kendisinden dersler almış,
bir kere de dayağını yemiştir. 1960 lı yıllarda 25 lira ödeyerek fayton
kiralar ve bu kadar uzak mesafeye faytonla gider gelir Hocalık hakkına saygının
güzel bir örneği değil mi? (Kaynak kişi Enver Eroğlu)
·
Eşref, Taşköprü İlçesinde bir eve
misafir oluyor. Ev sahibi, Eşrefi sevmekle birlikte, üzerinin kirli ve bitli
olabileceği i düşünüyor; ancak içinden geçirdiği bu hususu kendisine
söylemiyor. Tam yatılacağı zaman Eşref, ev sahibine hitaben "Hiç merak
etmeyin, daha sabahleyin üstümü değiştirdim, tertemizim." diyor. (Kaynak
kişi İrfan Yücel)
·
Saime Karayel Öğretmen, naklen
gittiği İstanbul'dan, memleketindeki geçmişleri için mevlid okutulmasını
sipariş eder. Gönderilen meblağdan, bütün masraflar çıkınca, artan yüz kuruşun
(1965 yılının bir lirası) Eşrefe verilmesi kararlaştırılır. Eşref ile
karşılaşıldığında "Hacı, size verilecek bir emânet var, ancak bilirsen
vereceğiz" denmesine karşılık "Ver yüz kuruşu, ver yüz kuruşu"
cevabında bulunur ve para kendisine verilir. (Kaynak kişi Abdurrahim
Abdulkadiroğlu)
·
İstanbul Barosu avukatlarından
M.Emin Paskaloğlu şahidi olduğu bir olayı naklediyor. 1968'lerde esnaftan
Hüseyin Eroğlu'nun dükkânında oturuyorduk. Uzaklan Eşrefin geldiğini gördüm.
Birikmiş sadakalarımın da yerine geçmek üzere kendisine bir lira (yüz kuruş)
vermeye karar verdim. Hüseyin Eroğlu "O, yirmi beş kuruştan fazlasını
almaz." dedi. Ben ona bir lira verdim. Gönlümden geçeni bilmiş olmalıkı
itirazsız kabul etti.
·
Eşref hakkında Kemal
Pattabanoğlu'nun bizzat şahidi olduğu olaylar da enteresandır. Özetle der ki:
"Onu Devrekâni'de esnaf iken tanıdım. İlçeye geldiği günlerde bana uğrar,
para ister, aldığı parayı bir keseye biriktirir, fakirlere dağıtırdı. 1974'de
ticaretimi Kastamonu'ya naklettim. Hayırlı olsun demeye geldi. Kahve içti.
Cebinden bir karton kutu çıkartarak "Şunun içine sen de para at' dedi.
Attım. Kutuyu bana vererek "Bu sende kalsın." dedi. Parayı saymak
için kutuyu masaya boşalttımsa da hemen müdahele edip "Sayma, bereketi kaçar." sözleriyle önledi. "Bunu kasaya
koy, tekrar getireceğim, fakirlere dağıtacağım.." diye tembihledi.
Zaman zaman fakirler için giyecek şeyler alır, aldığı eşyaya karşılık kutudaki
miktar kâfi gelirdi. Bir ramazan günü iftara 20-25 dakika kala, mağazayı
kapatacağımız bir anda faytona binmiş olarak geldi. Çabuk 2 erkek gömleği, 2
bayan elbiseliği verin dedi. Verdik. Evvelce hiç fiat sormadığı halde bu defa
"Borcum ne kadar?" diye sordu. Ben de aniden 89 lira dedim. Gece
saat 24.00 sularında ev kapısının zili çaldı. Aşağıya indim. Kapıda tanımadığım
biri "Seni Hacı Eşref çağırıyor." dedi. Evden 100-150 metre ileride
fayton içinde oturuyordu. Selamlaştık. "Şunu al" dedi. Bir beze
sarılı olan parayı aldım, eve döndüğümde saydım, tam 89 lira idi. Halbuki
akşam aldıkları 30 lira civarında tutuyordu. Ertesi sabah mağazayı açtım. 59
liralık kısmını verdiği beze sarıp çekmeceye koydum. Bir saat sonra geldi;
sohbet ettik, artan parayı verdim, aldı ve cebine koydu."
·
K. Pattabanoğlu'nun enteresan bir
hatırası daha vardır. Der ki: "Bir gün bir paketle geldi. Aç dedi, açtım.
İçinden sarık ve cübbe ile çekilmiş ve çerçevelenmiş fotoğrafı çıktı. 'Bunu
şuraya as.' dedi. Masamın arkasına, gösterdiği yere astım. Geldiğinde
fotoğrafa bakar, bana imamlık yakışıyormuş.' der, kahve içer giderdi. Epey
zaman geçti. Bir arkadaşım 'Yahu bu fotoğraf buraya olmamış, bunu kaldır.'
dedi. Ben de kasanın altındaki çekmeceye koyuverdim. Hacı Eşref geldiğinde
baktı ki fotoğraf yok, sordu. Ben de "Bir arkadaşa verdim,
bana bir tane daha getirirsin.' dedim. Kahve içip gitti. Fotoğrafı koyduğum
çekmeceyi, öteden beri olduğu üzere her akşam kasa ile beraber kilitliyorduk
ama sabahleyin kasayı kilitli, çekmeceyi açık ve yarısına kadar çekilmiş buluyorduk.
Bu hâl bir süre devam etti. Fotoğrafı çekmeceden çıkartıp eski yerine
astığımızda çekmece de kilitli kalmağa başladı. Fotoğrafı gördüğü ilk gün
'Hapsettiğin yerden çıkarttın mı?' dedi ve kahvesini içip gitti. Vefatında
kasamda 55 lirası kalmştı. Sevabına fakir öğrencilere dağıttık. (Kaynak kişi Kemal
Pattabanoğlu)
·
Enver Karakülâh der ki: "Bir
gün beni Aşağıimaret civarında yakaladı. Elinde torbası ile kahveye girdik.
Bana 'Ben Hacıyı görün diyeceğim, sen torbayı masaların arasında gezdirip
toplayacaksın.' dedi. Elime torbayı verdi. Öyle sıkıntılı bir an yaşadım ki
âdeta ter döktüm. Öte yandan nefsi öldürmenin kolay olmadığını bizzat anlamış
oldum. Hacı Eşref 'İki gayem vardı, biri hacc'a gitmek, İkincisi cami
yaptırmak. Hacc'a gittim ama henüz camiyi yaptıramadım.' derdi" (Kaynak
kişi Enver Karakülâh).
·
Hacı Eşref çok temiz bir hayat
sürmüş, yaratılışında Allah'ın takdiri doğrultusundaki görevlerini yerine
getirmiş, tatlı hatıralar bırakarak bu dünyadan ayrılmıştır. O, âdeta halkın
sevgilisi idi. Namazlarını hiç terketmez, kışın en soğuk günlerinde bile soğuk
su ile abdest alırdı. Son yıllarda gözlerini kaybetmesine rağmen Nasrullah
Camii önündeki şadırvanlarda abdestini alır, bu camide namazlarını cemaatle
kılardı. Onu görenler abdest alırken yardımcı olurlardı. O, o derece temiz bir
hayat sürmüştür ki buluntu ve kazancında şüphe gördüğü paraları almaz,
kendisine para veren biri sonradan kötü yollara düşerse aldıklarını da iade
ederdi. Ceplerinde ta- vidığı defterleri birbirine karıştırmadan hitap ettiği kişiye
ait defteri anında bulur ve 'Şuraya yaz' diye talimat verirdi.
·
Hacı Eşref 11 Şubat 1976 günü Hakk’a yürümüş, eski
İnebolu yolu üzerinde Hacortu (Hoca-orta veya Hacı-orta) Köyünde bulunan Meşeli Türbe'de sırlanmıştır.
Vefatı tipili bir Şubat ayına rastlamasına rağmen, toprağa verilmesi esnasında,
çevre vilâyetlerden otobüslerle çok sayıda gelenler olmuş ve bunlar
cenazesinde hazır bulunmuşlardır.
·
TRT Halk Musikîsi arşivlerinde
Eşreften derlenmiş türkülerin bulunduğunu söyleyenler olmuşsa da amcası oğlu
ve konunun uzmanı Avni Özbenli bu konudaki söylentilerin yakıştırma olduğunu
ifade etmiştir.
SONUÇ
Her toplum için değer mefhumları vardır.
Türklerin de kendi öz malları olan değer mefhumları, kültürlerinin kaynağını
teşkil etmiştir. Anlatılmakla değişmelere uğramağa ve kaybolmağa mahkûm olan
bu değer mefhumlarımın sür'atle kayda geçirilmesi lâzımdır. Bu değerlerin bir
bölümünü şahıslar meydana getirmektedir. Bu kabil çalışmaların folklorik değerleri
de göz ardı edilmemelidir. Okuduğunuz kitapçıkta deli denmekle birlikte velî
olduğunda herkesin birleştiği Hacı Eşref üzerinde
duruldu ve umarım hakkında unutulmağa mahkûm bir çok husus böylece kayda
geçirilmiş oldu. Bu gibi zâtların hayatları etrafında senaryolar yazılarak bir
başka açıdan da değerlendirilmelidir. Çünkü Hacı Eşrefte ve benzerlerinde
örnek alacağımız birçok güzel husus vardır.
Yazımızda adları geçen
delilerin hepsi de bugün dünyalarını değiştirmiş bulunmaktadırlar. Cümlesini
rahmetle anarken mahalli bir faaliyet olmak üzere Eşref Özbenli
adının Kastamonu'nun bir sokağına verilmesini:; bir de merhumun
içinde yarım kalmış bir arzusu olan cami yaptırma niyetini dikkate alarak,
Kastamonu'nun yeni yapılan camilerinden birinin de Eşref Özbenli
Camii olarak adlandırılmasını teklif ediyorum.
Dipnotlar
1 ve 2 Söz konusu yemekler
hakkında bir çalışmamız için bkz. "Kastamonu Mutfağı (Dünü-Bugünü)"
IV. Milletlerarası Türk Halk Kültürü Kongresi Bildirileri, Ankara 1992, c.5,
s. 1-21.
3. Konu etrafında bir
yazımız için bkz. "Sıranâme" Halk Kültürü/Derleme-Araştırma 1984-4,
s.5-12
NOT:
Bu
yazıda adları geçen ve geçmeyen kaynak kişiler olarak Kâmil Anbarcıoğlu, İrfan
Yücel, Lütfullah Yücel Abdurrahim Abdulkadiroğlu, Kemal Pattabanoğlu, Ahmet
Pattabanoğlu, Mücteba Uğur, Yavuz Kapıcı, Hasip Yılanlıoğlu, Enver Eroğlu,
Mehmet Tufan Arslan, Enver Karakülâh, Avni Özbenli, Feyzi Ertem, Burhan Değer,
Abidin Demirkaya ve Mustafa Eski Beyler ile Sevgi, (Selvi) Ersoy Hanım'a
yardımları için teşekkür ederim.
Kaynak: BİR DELİ VELİ “EŞREF” Abdülkerim ABDULKADİROĞLU Ankara -
1994
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar