Print Friendly and PDF

TANRI, TARİH BOYU TÜRKÜN YANINDA OLMUŞTUR



 Ve Tanrı, İlâhî düzeni (Töre’yi) korumak maksadıyla kendine inananlara Devlet vermekteydi.
Devletin vazifesi Töre’yi korumak ve böylece insanlığı huzura, kavuşturmaktı.
Tanrı Türkİer’e: “Kösleri yok olmasın, Töre’nin tebliğ ve hâkimiyeti durmasın” diye Vatan, Devlet ve Hâkan vermekteydi.
Kutadgu Bilig

“GÖK TANRI” DİNİ

Eski Türklerde Gök-Tanrı dini hâkimdi. Gök-Tanrı, bozkır kavimleri inancında tek yaratıcı olarak görünmekte ve din sisteminin merkezinde yer almış bulunmaktaydı. Hunlar, Tabgaçlar, Gök-Türkler ve Uygurlar gibi tarihî Türk topluluklarında, kur­ban sunulan kutsal varlıkların başında ve hepsinin üstünde geliyordu
Türklerin havaya ve hava tabakasına “kalık” dedikleri ve bunu kutsal saymadıkları bilinen bir husustur. “Gök”, aslında görünen hava ve onunla ilgili mekânî bir yer ise bu Türklerce kutsal tanınmamıştır. Alelâde “gök” veya “gökteki” bir mabud şeklinde dar bir açıklama yapmanın son derece yetersiz olacağı ortada olan bir gerçektir.
Moğolların yüce tanrılarının ismi “Tengri”dir ve “gök” anla­mını ifade eder. Buryatlar “Tengri”, Volga Tatarları “Tengere”, Beltirler “Tingir”, Yakutlar “Tangara” ve Çuvaşlar da “Tura” adını kul­lanmaktadırlar.
Tanrı (Tengri) kelimesi, Asya kıtasının en doğu ucundan baş­layarak, Orta Avrupa içerisine kadar yerleşmiş olan Musevî, Hıristi­yan, Müslüman ve diğer dinlere mensup Türk ve Moğol kavimlerince kullanılmaktadır .
Muhtelif Türk lehçelerinde kullanılan “Tengri” kelimesi, her lehçenin fonetik özelliklerine göre çeşitli şekillerde söylenilmektedir. Musevî Türkler (Karailer) Allah karşılığı olarak “Tçnri” kelimesini kullanırken, Gagauzlar ise, Tanrı kelimesi yerine “Allah” kelime­sini kullanmaktadırlar ve en ilgi çekici olanı da Gagauzların söz­lüklerinde “Tanrı” kelimesinin bulunmamasıdır.
Hikmet Tanyu, İslâmlıktan önce Türklerde Tek Tanrı inan­cı adlı 233 sayfalık geniş araştırmasında; İslâm öncesi Türkler tara­fından “Tanrı” ve “Gök”-anlamını ifade eden “Tengri” kelimesinin, Türklerin İslâmiyeti kabul etmelerinden sonra “Allah” karşılığında kullanıldığını açıklamıştır. Şayet bugün de yaşayan Türkçemizde bu kelimeyi kullanıyorsak; (Tanrı misafiri gibi) ifade ettiği, ortaya koy­duğu kavram “Allah” lâfzıdır.
Eski Türklerde hâkim olan “Tek Tanrı” inancı içinde Tanrı, tam iktidar sahibi idi. Aynı zamanda “semâvî” mâhiyeti haizdi. Bun­dan dolayıdır ki, Eski Türk vesikalarında çok defa “Gök-Tanrı” adı ile zikredilmiştir . Bu ifade Süryani kaynaklarınca da teyit edilmekte­dir. Süryani Mihael'in, Chronique adlı eserinde şu ifadelere rastlamak­tayız:
“Türkler oturdukları iç bölgelerde bile Tek Tanrı'ya inanı­yorlardı. Onu, görünen gökyüzü gibi mülahaza etmelerine rağmen bu, onların Tanrıyı tek olarak kabul etmelerine engel değildi ".
Türkler, disiplinli bir hayat ve toplum düzenleri sebebiyle. “Tek Tanrı” düşüncesine çok erken çağlarda erişmişlerdi: Çin ve Hindistan gibi ziraat memleketlerinde, tanrıların sayıları pek çoktur. Sabahtan akşama kadar tarlası ile uğraşan bir ziraatçi için, kendi tar­lasındaki faydalı ve zararlı hayvanların hepsi de, ayrı ayrı kutsal idi­ler. Atlı Türklerin günlük hayatları ise, ziraatçılardan bambaşka idi. Atlı Türkler yere, yalnızca atlarının ayakları ile bağlı idiler. Onlar kendilerini, yağız yer ile masmavi gök arasında asılmış bir boşlukta yürür gibi düşünürlerdi. Türkün başı gökteydi. Onun zihnini yoran ve kalbini dolduran tek şey, üzerini kaplayan sonsuz mavilikti. Sonsuz göğün, tek rengi ve tek kubbesi, onun düşüncelerini birleştiren ve tek amaca yönelten, önemli bir sebepti .
Toprak ile ilişiği bulunmayan Gök-Tanrı telâkkisinin “yerle­şik” kavimlerden ziyade avcı, çoban ve hayvan besleyen kütlelere mahsus olduğu, bu itibarla menşeinin de Asya bozkırlarına bağlanma­sı gerektiği etnologlar tarafından kabul edilmektedir .
Türklerde “Tanrı anlayışı” da, gelişmiş bir seviyede idi. Tanrı'nın şekli ve biçimi hakkındaki tasavvurlar, zihinlerden silinmiş ve manevî bir ruh’ anlamına getirilmiştir. Türklerin, Tanrı'nın şekli ile bi­çimini nasıl düşündüklerini, yine en iyi olarak Göktürk yazıtlarında bulabiliyoruz. Onlara göre Tanrı, “Tengri teg Tenri”, yani “Tann'ya benzer Tanrı” veya “Kendine benzer Tanrı” idi. “Tenri teg Tenri”yi, “göğe benzer gök” diye açıklayanlar, bizce aldanmaktadırlar. “Göğe benzer gök” şeklinde söylenmiş bir cümle, hangi manevî anlamı ifade edebilir? Sözler, taş ve toprak gibi cisim değildirler. Onlar, kafalar ile kalplerdeki his ve düşünceleri ifade ederler. Herşeyden önce maddî söz yapısından kurtulup, fikir ummanlarına inmemiz lâzımdır .
Tanrı, semadan ayrı manevî kudret halindedir. Yani, Tanrı, “ebedîliği”, “kaadir-i mutlak”hğı yanında, bir şekle sokulamayan ve “her yerde hazır olma” vasfını da taşıyordu . İslâmiyetten önce Oğuz boylan içinden geçerek Eski Türk kültür unsurları hakkında kıymetli bilgiler veren
İbn-Fadlan'a, bir Oğuz'un; “Rabbınızın karısı var mı?” diye sorduktan sonra, İbn Fadlan ile birlikte tövbe etmesi, Tanrı'nın insan olamıyacağını düşündüğünü gösterir. Aynı İbn Fad­lan, Oğuzlardan birinin, haksızlığa uğradığı, yahut hoşlanmadığı bir işle karşılaştığı zaman, başını kaldırarak “Bir Tanrı” dediğini bildi­rir.
Ebu Dulafin Seyahatnamesi'nde de Oğuzlarda put bulunmadı­ğının belirtilmesi (42) Eski Türk dini hakkındaki fikirlerin berraklaş­masına yardımcı olmaktadır.
İslâmiyet gibi mütekâmil dinlerde de, Tann’nın biçimi, tarif edilemez ve İslâm felsefesinde; Tanrı'nın vücudu “vacîbü'l-vücud”dıır. Yani Allah, kendince nasıl gerekmişse öyledir. Onu bilme kimsenin haddi değildir. Dede Korkut hikayelerinde; “Yücelerden yücesin!”, “Kimse bilmez, nicesin!”, “Yüce Tanrı!” şeklindeki ifadeler, Türklerdeki “vacîbü'l-vücud” düşüncesinin açık delillerinden sayılmalıdır.
“Üze kök tengri asra yağız yir kılındukda ikin ara kişi oğh kılınmış. Kişi oğlında üze eçUm apanı Bumın Kağan İstemi Kağan olurmış... ” ifadeleriyle Türk kültür tarihine önemli bir kaynak olma özelliğini taşıyan Orhun Abideleri incelendiğinde Eski Türk dinî inancı hakkında sağlam bilgiler bulunacaktır. Bu abidelerden öğrendi­ğimize göre Eski Türk dinî inancı tevhid esasına dayanan dinlerle ayniyetlik gösterir .
Bu dinde; gökyüzü belirtileri (güneş, ay, yıldızlar) değil, yek­pare göğün sembolleştirdiği tek “Tanrı” inancı temel teşkil etmekte­dir. Bu suretledir ki, “Gök-Tanrı” dini Türklere mahsus bir inanç siste­mi olarak ortaya çıkmaktadır.
Bizanslı tarihçi Th. Simokattes VII. yüzyılda, GökTürk çevre­sinde Gök-Tanrı'nın tek yaratıcı varlık olduğunu ve Türklerin ateş, su gibi bazı şeylere kutsallık atfetmekle beraber, ancak “yer ile gök'ün yaratıcısı olan” Tanrı'ya taptıklarını kaydetmiştir.
Bu din, yani Gök-Tanrı dini hakkında kaynaklardan elde edi­len bilgilere göre diyebiliriz ki Gök-Tanrı; semaların Rabbi, âlemlerin yaratıcısı ve sahibi olan Tanrı, yargılayan, bağışlayan Tanrı'dır.
Göktürkler çağını inceleyecek olursak yirmiye yakın “Esmaü’l-Hüsna”dan kelimelerin varlığını görürüz. Bunlardan birkaçını şöyle sıralayabili­riz:
Bu sıfatlar, ilâhî kitaplarda da geçen ve Türklerin inandığı tek Allah içindir. Çin kaynaklarında da, Türklerin gözle görülmeyen bir Tanrı'ya inandıkları, dara düşünce de ellerini göğe kaldırarak dua et­tikleri, fakat tapınakların olmadığı belirtilmektedir. Bu vaziyet mücerred mânâda “Allah” inancım ortaya çıkarıyor ve diyoruz ki; Eski Türk dini, tevhid dinidir . Bu tevhid dinine, “Gök-Tanrı” dini veya bazı ilim adamlarımız gibi “Haniflik” diyebiliriz .
Eski Türk dini olabileceği belirtilen bu din üzerinde de biraz durmak gerekir. Haniflik dininin tebliğcisi Hz. İbrahim'dir. Başta Hz. İsmail ve Hz. İshak olmak üzere İbrahim (aleyhisselâm)'den sonra, Hz. Musa'ya kadar gelen bütün peygamberler, İbrahim'e gelen hüküm­lerle amel etmiş olmalıdırlar. Şehristanî, İbrahim'in davetinin mevziî olmayıp umumî olduğunu, o zamana kadar O'nun daveti gibi yaygın bir davetin vâki olmadığını ifade ettikten sonra, Hicaz, Filistin, Harran ve Sümer ülkesinin yanısıra, O'nun davetinin bütün Acem ülkelerine yayıldığını, bütün Acem meliklerinin ve halkının İbrahim'in yaşadığı sırada Haniflik dinini benimsediklerini söyler .


Zülkarneyn'i, İbrahim'in ordu komutanı kabul edersek, O'nun İb­rahim'in Haniflik inancını dünyanın her tarafına, İran'a, Türkistan'a, Çin'e, Hindistan'a, Afrika'ya, Avrupa'ya götürmesi ihtimal dahilinde­dir. Bu sebepten dünyanın pek çok yerindeki dinlerde, Hanifliğin izle­rini görmek mümkündür.
Eski Türk dininde de Haniflikten birtakım prensipler varolabi­lir veya zamanında Türkler İranlılar gibi kavimler arasında bu inanç yayılmış olabilir. Belirttiğimiz bu hususun, açık ifadelerle bir delilinin mevcut olduğunu söyleyemeyiz. Ancak, Eski Tiirklerde mevcut olan “Gök-Tann” inancının prensipleri, Hanifliğin prensipleriyle karşılaş­tırıldığında, iki inanç arasında çok büyük bir benzerliğin varolduğu açıkça görülür ki, bunu tesadüf olarak izah etmek mümkün değildir.
Kur'an-ı Kerim'deki Zülkarneyn'in, doğuya giderek oradakilere Allah'ın birliğini öğrettiğine dair bilgiler, Kitab-ı Mukaddes'te İbra­him’in çocuklarının doğuya gittiklerinin zikredilmesi, buna paralel ola­rak İbni Sa‘d'da, İbrahim'in oğullarının Horasan'da Türklerle karşılaştıklarının belirtilmesi, Şehristanî'nin de İbrahim'in davetinin bütün Acem ülkelerine yayılmış olduğunu ifade etmesi, son olarak da Haniflikle Eski Türk dini arasında görülen fevkalade benzerlik, bu iki din arasında bir irtibatın bulunabileceğini ortaya koyar kanaatindeyiz .
Burada bir hususa ayrıca temas etmeden geçemeyeceğiz. O da; Kur'an'da ismi geçen Zülkarneyn’in kim olduğu meselesidir. Dinler Tarihçisi Şaban Kuzgun'a göre, tek Allah inancına sahip olan Zülkarneyn, Türklerle temas etmiş ve onlara “hak dini” öğretmiştir. “Eğer O'nu, Hz. İbrahim'in yardımcısı kabul edersek, O'nun İbrahim'in “Haniflik” dinini Türklere öğrettiğini ve böylece Eski Türk dininin ilahili­ğini kabul etmiş oluruz .
Tarihçi Aydın Taneri'nin kendisinden, “Türk ve Oğuz kelime ve kavramlarını rahatlıkla kullanan bir kültür milliyetçisi ” olarak bahsettiği Vânî Mehmed Efendi  ise, “Arâisü'l-Kur'an” isimli ese­rinde Zülkarneyn'in OĞUZ HAN olduğunu açıklamıştır. Adı geçen eserin ikinci cildinin 250 nci sayfasında “Oğuz Han”dan bahsederken şu ifadelere yer vermiştir:
Arap müfes'sirlerinin “Ye'cüc ve Me'cüc”u Türkleştirmelerine mukabil, Vânî Mehmed Efendi işte bu ifadesiyle aksini müdafaa edi­yor, “Ye'cüc ve Me'cüc”a karşı demir ve bakırdan bir sed yaptıran Zülkarneyn'i Türkleştiriyor. Bunu yaparken de kendi şahsî telâkkisine değil, Eski Türklerin bu husustaki millî telâkki ve an'anesine dayanı­yor. Bu an‘aneyi te'yid eden bir iki rivayet daha vardır:
Meselâ “Neşri”nin İkinci Bayezid devrinde yazdığı “Kitâb-ı Cihannûma”nın birin­ci cildinin 10 ncu sayfasında, “Oğuz Han”ın, Şark'a, Garb'a hâkim ol­duğundan bahsedildikten sonra, bu millî telâkki şöyle ifade edilmekte­dir
Buna benzer, İstanbul Üniversitesi kütüphanesindeki “Halis Efendi Kolleksiyonu”nda 2438 numarada kayıtlı ve Kanunî devrine ait Rüstem Paşa “Tevârih-i Al-i Osman”ının 2 nci sayfasında şöyle bir fıkra vardır:
Bu satırlar bize Vânî Mehmed Efendi'nin herhalde o zaman halk arasında yaşayan bir an'aneye dayandığını gösteriyor. Arap tefsircilerinin hüviyeti hakkında çelişkili bilgiler verdikleri Yemen’in Himyeri hükümdarlarından “Sa'b” ile “Büyük İskender’e izafe edilen “Zülkarneyn” lâkabından dolayı her ikisi üzerinde bir hayli yazı yaz­dıkları, şark ve garb fatihinin bütün vasıflarını Türkler Oğuz Han'da bulmuşlardır. Eski Türk an'anesine göre, Oğuz Han bütün dünyayı fethetmiştir:
An'anenin Oğuz Han'ı 116 sene yaşamış göstermesi de çok mühimdir. Çünkü, bazı Arap kaynaklarında “Zülkarneyn” lâkabındaki “karn” kelimesi umumiyetle zannedildiği gibi “boynuz” anlamıyla de­ğil, “asır” ve “devir” mefhumlarıyla izah edilir. Lâkab sahibi bir asır­dan fazla yaşamış sayılır. Meselâ, câhiliye devrinin son hatiplerinden meşhur Kıss İbni Sâide'nin “Okâz” panayırında irad ettiği nutukların­dan birinde dünyanın fâniliğinden bahsolunurken, bu nokta şöyle izah edilmiştir:
Bu ibarede “iki asır” manasına gelen “karneyn”in, “elfeyn = iki bin sene” şeklindeki izahı aslında edebî bir mübalağadan başka bir şey değildir. Herhalde Yemen'in Himyeri hükümdarı “Sa'b”ın çok ya­şamış ve efsanevî bir Asya seferine çıkmış olmasından dolayı Araplar tarafından, Kur'an’da bahsi geçen Zülkarneyn ile birleştirilmesi ile ilgilidir. Türk an'anesinin bu evsâfı, 116 sene yaşamış olan Oğuz Han'da bulması daha makuldür. Vânî Mehmed Efendi “Arâisü'l- Kur'an” ismindeki tefsirinde Zülkarneyn'in hüviyetini izah ederken iş­te bu eski an‘aneye istinad etmiştir. Ashnda an‘ane vesika demek de­ğildir. Diğer taraftan Arap müellifler, Türkler aleyhindeki sözleriyle Zülkarneyn'in Himyeriliği hakkmdaki iddialarında da herhangi bir ve­sika gösterememektedirler.
Bu mesele ile meşgul olan Rusyalı Musa Cârullah, “Ye'cüc” ismindeki eserinde, Zülkarneyn’in şimdiye kadar: “Türklerin iki boy­nuzlu Oğuzu, Yunanlıların İskenderi, Mısır firavunlarının biri veya­hut Himyeri tebâbiasından biri sayıldığından bahsettikten sonra, bu açıklamaların hepsini birden reddetmiştir .
Zülkarneyn meselesinde Arap iddialarına karşılık, daha kuv­vetli bir Türk telâkkisini ileri süren Vânî Mehmed Efendi'nin asıl da­vası millî an‘ane ve efsâne sahasında değil, tarih sahasındadır.
Sh:19-27
Kaynak: Yrd. Doç. Dr. Mustafa Ekincikli, TÜRK ORTODOKSLARI, Siyasal Kitabevi, 1998, Ankara



Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar