TARİHTE YAHUDİLER-DÜŞMANLIK VE SEBEPLERİ
“Yahudiler hakkında her şeyi bilmek
isteyenler için okunması gereken bir yazı”
Yazan: Rıza ÇAVDARLI
Endülüs hükümetinin inkirazından [son bulma,
yıkılma. ] sonra, İspanya’da bin bir çeşit zulüm. ve işkence içinde kalan
Yahudiler; Türk bazusunun kuvvetiyle, kendilerini kahredenlerin ellerinden
kurtarılmış ve Türkiyeye getirilmişti.
O
zamandan bu güne kadar geçen asırlar zarfında, burada bir ahenk içinde
yaşamadığımızı hiç kimse iddia edemez. Bu gün de aynı his muhafaza
edilmektedir.
Vatanımızda,
bizim gibi birer vatandaş olan Musevileri göz önünde tutanlar; yabancı
ülkelerde neden bir Yahudi düşmanlığı bulunduğunu pek haklı olarak
soruşturuyorlar. « Neden
ve ne için Türkiyede böyle bir düşmanlık yok» diyorlar.
Türklerle
Yahudiler arasındaki dost ve dürüst hayatın görenler için böyle bir sualin
tevcih edilmesi pek haksız bir şey değildir.
Bunu
Türkün seciyye ve karakterinin yüksekliğinde, hakkı kabul ve tesliminde aramak
daha doğru bir şey olur.
Siyasî,
İktisadî, İçtimaî her şeyde, her varlığımızda her şeyden evvel bir insan
olduğumuzu düşünmeliyiz. Hayatta iddia ettiğimiz bir fazilet varsa; bu
kelimenin bizden istediği insanlık, bitaraflık, merhamet ve adâlet gibi sözleri
buna rüşvet diye sunmamamız lâzım gelir. Bu sebepten karilerimin
(okuyucularımın) bu küçük tarihi, benim gibi, benim hissimle okumaları
lâzımdır. Yani ne Yahudi
dostu, ne de Yahudi düşmanı sıfatıyla.
Dünyada
salhaneye [mezbaha] götürülen koyun sürülerinin vaziyetinden daha elim bir
sürü peyda oldu. Bu sürüyü bilâ tereddüt Yahudi muhaceret sürüsü diye tevsim
[İsimlendirme ] edebiliriz. Mezbahaya götürülen koyunlarla bunlar arasındaki
fark insan olmaları, anî bir ölümle kurtulmayarak en katı ıstırapları bütün
acılarıyla, bütün dertleriyle çekmeleridir. Bu feci levha karşısında
kalplerimizde küçük bir sızı peyda olmuyorsa, bunu insan zümresine mensup fakat
en vahşi, en iptidaî ırkının kalplerine sahip olmamızda aramalıyız. Çünkü
medeniyet beşerî her ıstırap önünde bizden merhamet ve adâlet talep eder.
Denecek
ki sebebe müstenit olmayan günahlar yoktur. Doğrudur. Yalnız tahrik edilmeden
yapılmış, işlenilmiş bir günah, bir cinayet de mevcut değildir. Kötü huylu bir
insan, huyunda sebat ile onu terk etmediği için ne kadar muhatap tutulursa ;
onun her zaman izzeti nefsini rencide ederek bu huyun muhafazasına sebebiyet
verenler de aynı derecede muhatap tutulurlar. Bu satırları Yahudi
düşmanları ve Yahudiler hakkında pek güzel istimal [kullanmak]
edebiliriz.
Yahudi
düşmanları, Yahudileri Sami bir ırk olarak kabul eder ve bunun için çok pis
görür, Yahudi ırkı dediğimiz, halk kitlesi bir ırk mıdır ? Ve Yahudi düşmanları
bu ırk ile mi mücadele etmektedirler ?
Antisemitlerin,
yani Yahudi düşmanlarının iddialarına bakacak olursak, Yahudiler Samî bir ırk
olmak üzere kabul edilmektedirler ! Bu yüzden de aşağı ve bayağı olmaları icap
etmektedir! Bu antisimitlerin ellerinde yegâne «ethnologique» bir şikâyet
dolabıdır. Bunu antropolojik esaslar üzerine ittikâ ettirmek isterler. Diğer
ittikâ etttikleri nokta da dünün tefessüh etmiş, bu gün doğru olmadığı
tahakkuk eden tarihidir.
Bizim
bu hususu iki noktadan tetkik etmemiz icap eder. Eğer bir dindâr gibi her şeyi
dinî düşüncelerle göz önünde tutacak olursak «nıonogenisme» in iddia ettiği
gibi, insan nesillerinin bir adamdan geldiğini kabul etmek icabedecektir.
Monogenesis:(i.),
(biyol.) bütün canlı organizmaların tek bir hücreden oluştuğu kuramı; (biyol.)
metamorfoz olmadan büyüme; bütün insan ırkların aynı soydan geldiği öğretisi.
Yani
insanlar aynı kandan, aynı cismanî ve ruhî hasletlere sahip olarak meydana
çıkmışlardır. Şu hâlde ırkları ve insanları tefrika hiç lüzum yoktur. Bunun,
aksine olarak, «poligenisme» yani büyük insan ırklarının bugün malûm olan esas
seciyelerle bir birinden ayrılmış oldukları kanaatini besleyecek olursak
ırklar arasında da mümtazlık ve aşağılık gibi şeyleri aramamamız lâzımgelir.
Gumplondez’in şu sözü buna en doğru bir cevaptır :
«
Tarihin ilk aydınlanmağa başladığı devirlerde bize en iptidaî gibi görünen
bütün milletler, bizim için inkişaf eden bir hali tanın mahsulleridirler ki,
gayrı mütecanis etnik (Ethnique) unsurlar arasında bulunurlar. » (La
lutte des races)
Bunu
böyle kabul ettikten sonra «Alexandre
de Humboldt» mı
şu kat’i neticesine varmamız zaruri bir keyfiyyet olur :
«
Diğerlerinden daha asil olan etnik bir nesil mevcut değildir. »
Hayatta
bir ırkın mevcudiyyetini kabul edecek olursak, ırklar arasında aşağılık ve
yükseklik gibi hususların bulunmaması icabedecektir.
Topipard’ın
da iddia ettiği gibi : « birlik yoktur. Irklar, binlerce
asırlardan beri her istikamette, her vüs’atte ayrılmışlar, karışmışlar, dağılmışlar,
karşılaşmışlardır. Bunlardan bir çokları galiplerin şereflerine lisanlarını
terk etmişler, yeni kabul ettikleri lisanı da bir üçüncü veya dördüncü
şerefine aynı surette bırakmışlardır. Esas kitleler kaybolmuşlardır. Bu
sebepten artık ırklar değil, fakat halklar mevcuttur. »
(L’anthropolegie)
Yani
antropoloji müflis bir mevkide kalmaktadır. Antropolojik bir tasnif olarak
gözümüzün önüne konan, beyaz ırk, sarı ırk ilâh... gibi sözlerde iflâs eden bu
ilmin, tabiatı tetkik etmeden ortaya attığı bir nazariyedir. Çünkü insanların
renkleri, kıyafetleri, kafa tasları, hatta telaffuz ve sesleri antropolojiye değil,
fakat tabiata, iklime, toprağa bağlıdır. Her insan grubu; düştüğü toprağın,
düştüğü iklimin talep ve şartlarına göre ilk iklimden getirdiği rengi,
kıyafeti, dimağı yeni iklimin istediği şartlara uygun olarak değiştirir.
Şu
hâlde Yahudileri «Samî ırk» diye diğer halk kitlelerinden ayırmak, onları daha
aşağı, daha süflî bir mevkide görmek ilmin düşünemeyeceği bir şey olduğu gibi,
ilimle iştigal eden dimağların da kabul edemeyeceği boş, vahî bir nazariyedir.
Yani Yahudiler de bütün insanlar gibi insan, binlerce asırlardan beri devam
eden karışmalarda hemcinsleriyle karışmış bir varlık, gayrı mütecanisi etnik
unsurların inkişaf eden halitası içinde diğerleriyle beraber yaşamış bir
zihayattır.
Şu
hâlde neden son seneler, antisemitizm dediğimiz Yahudi düşmanlığına en canlı
bir sahne teşkil etti ?
İşte
bizim umdemiz bunu bitaraf bir surette göstermektir.
Bu
husustan bahsetmek isteyen fakat edemeyen, etmedikten başka da edebî ve nezih
olmayan birçok eserler intişar etmiştir. İlmi, tarihî hakikatlere, tetkiklere
istinat etmeyen bu yazılar, ilim ve nezahetle kabili telif olmayan birer
söğüntü kumkumaları mevkiinde kalmışlardır. Halkın bilmek, öğrenmek istedikleri
şeyi de verememişlerdir. Bizim arzumuz, bunu öğretmek ve bildirmektir.
Burada
istitrat kabilinden şunu da söylemek lâzımdır. Bu yazılarımızla biz Türkiyede
bir « Yahudilik » meselesinin bulunduğunu ileriye sürmek istemiyoruz.
Birçok büyüklerimizin de itiraf ve tasdik ettikleri gibi, Türkiye Cumhuriyeti
dâhilinde bir «Yahudi meselesi» mevcut değildir. Bu sebepten bu kitabı Türkiye
müstesna olarak okumak icap eder.
Bizim
gibi birer insan olan bu kitlenin, bugün maruz kaldığı felâketlere bakıp acımamak
mümkün olamıyor. Fakat milattan evvel başlayan bu düşmanlığın da birer sebebe
istinat ettiğini söylememek bitaraf bir kalem için büyük bir günah olur.
Hiç
kimse iddia edemez ki Yahudi cemiyeti, ilk teşekkülü anında, medenî ve İnsanî
gayeler üzerine kurulmuş olsun. Bunu bu halkın tabi bulunduğu akidede, dinde
aramak lâzımdır. Fakat bu kusur yalnız Yahudi dininde mevcut değildir. Hemen
her din, teşekkülünde sade kendisine tapanları, taabbüt edenleri himaye etmiş,
diğer insan kitlelerini kendi hududu haricinde bırakmıştır. Zamanla dinlerde
yapılan ıslahat, veya ondan büsbütün tecerrüt, bizde insanlık dediğimiz
gayelerin inkişaf ve tekemmülüne sebep olmuştur.
Yahudiler
ise, münevverlerinin büyük bir hatası neticesi, geniş bir taassupla, ilk
akidelerine sadakatle bağlı kalmağı tercih etmişler ve bu yüzden bir Yahudi
düşmanlığı meselesini ihdas (ortaya çıkarmışlar) etmişlerdir.
Fakat
burada onları bir dereceye kadar mazur görmemiz lâzımdır. . Çünkü vatansız
kalan bir halkın mevcudiyetini muhafaza ve idame edebilmesi ancak bu suretle
mümkün olabilirdi.
Milattan
evvel doğan, ve milattan sonra da bütün dehşetiyle yaşayan Yahudi düşmanlığının
tarihini üç noktadan tetkik etmelidir :
a— Dinî,
b— İçtimaî,
c—
İktisadî.
Milattan
evvel başlayan düşmanlık, dinî sebeplerden ziyade, İçtimaî ve İktisadî,
bilhassa siyasî hâllerden husule gelmiştir.
Fakat
milattan sonraki düşmanlık, uzun asırlar din kisvesini bir türlü terk etmeğe
muvaffak olamamıştır, ve bize ciltlerle miras kitaplar bırakmışlardır ki ; bu
eserlerin, daha ilk bakışta, kin ve garez ile dolu olduklarım, iftiralarla
süslenmiş bulunduklarını der’akap [Hemen arkasından, hemencecik, derhâl ]
görürüz.
Yani,
bu eserler elimizde hakiki bir me’haz olmaktan ziyade, asırların zihniyyet ve
telakkilerini kıyasa bir miyardırlar.
Yahudilerin
aleyhinde ilk yazılan eserlerin tarihini, miladî üçüncü ve dördüncü
asırlara oturtmak icabeder. Fakat bunlar umumiyyetle dinî
gaye takip etmişlerdir. Birisi Hristiyan itikat ve sembollerini
müdafaa etmek, diğeri de Yahudiliğe karşı din maskesi altında
hücum eylemek... birer klişe müdafii olmaktan başka bir
şey olmayan Hristiyan
doktorları, filozofları, rahipleri ; Yahudileri her
zaman, bahtiyar kuzuları yemek için
etrafında dolaşan kurtlara teşbih etmişlerdir. Böyle
bir teşbihte ileriye gittiklerini söylemekle
beraber, bütün Yahudi aleyhdarı yazıcılar; da aynı tesir
altında bıraktırmışlardır.
Cendrenus’ün
« Disputatio contra judoeos » u ; Theophane’ın « Contra judoeos
» u ; Westminster papası Gilbert Crepin’in « Dis pulatio judei cum christiano de fide christiana »
namındaki eserleri bu cümleden
olarak gösterilebilir.
Yedinci
asırda yazılmış olan İsidore de Seville’in neşrettiği üç eser de, yakasını
bunların birer muakkibi olmaktan kurtaramamıştır. Hatta bunların içinde daha az
söğen Anselme de Cantor Bery’nin eseri « De fide san de incamatione verbis
contra judoeos » da başka bir varlık gösterememiştir.
Bütün
bu dinî söğüntü kitaplarının içinde pek iyi düşündüğüne hükmedilen Raymond
Martin de iki eser yazmıştır. Bunlardan birisi,
« Capistrum
judoerum » yani
(Yahudi bürundurağı), diğeri
de « Pugio
Fidei » yani
(Dinin hançeri) dir.
İsimleri
bile daha ilk hamlede kendilerini gösterirler. Alim ve âkil
tasavvur ettiğimiz bu zatın ikinci eserinde en merhametli sözü şudur
: « Hristiyanlar ellerine düşmanları
Yahudilerin kılıçlarını alarak onları kesecek olurlarsa çok iyi bir iş olur. »
Demek
oluyor ki bütün bunlar gayrı İnsanî, sırf dinin verdiği bir tesir ile yazılmış
kitaplardan başka bir şey değildirler, ve dinî devre aittirler.
Yahudi
düşmanlığının İktisadî ve İçtimaî bir cephe aldığı zamandan sonra yapılan
neşriyatta, diğerlerinden pek o kadar büyük bir farka sahip değildir. Bunlarda
da •— İktisadî ve İçtimaî cephelerden tetkik edilmelerine rağmen — asırlarca
devam eden taassup ve dinî telkinlerin, el’an hükümran olan izlerini pek açık
biı surette görmek mümkündür. En liberâl olduklarına hükmettiğimiz insanların
bile kalemlerinden, bu eski iptidaî düşmanlık, hahamhane ile kilisenin veya
camiin yekdiğeriyle olan münakaşalarının neticesi olan bir garaz, bir hiddet,
bir şiddet akar.
Yahudiler büsbütün masum
olmadıkları gibi karşılarındakiler de hiç günahsız değildirler. Bu
hususu biz bizzat bir Yahudi muharriri olan Bernard Lazar’ın ağzından
da işitiriz. « Antisemitisme » namındaki kitabında bu muharrir bunu pek açık
göstermiştir. Bu satırları aynı muharrirden hülâsatan alıyoruz :
« Bunu böyle
düşündüğümüz gibi, bunun yanında diğer mühim noktayı da ihmâl etmememiz
icabeder : Bütün bu düşmanlıklar da boş yere ve hiçten meydana çıkmamıştırlar.
» Bunun da bir sebebi vardır ki; tarih işte bu sebebi bitaraf bir kalem ile bulup
çıkartacak ellere muhtaçtır.
Yahudi
düşmanlığı bir Yahudi olan Bernard Lazar’ın dediği gibi, milâdî asırlardan
evvel her zaman, her yerde meselâ İskenderiye’de, Roma’da, Antakya’da,
Arabistan’da, İran’da, tek bir tabir ile bu halkın yayıldığı her yerde
mevcuttu. (L’antisemitsme
; I, 40)
Muharrir der ki : «
Böyle bir söz bir fantezi olmadığı gibi, bunun tamamıyla dinden ayrı
sebeplerden de husule geldiğine bir delildir. » (Op. cit.= adı geçen eserde)
« Yahudiler tavattun ettikleri her yerde hürriyyet ve
istiklâllerini müdafaa etmeğe hazırlanmaları yüzünden Yahudi düşmanlığı
dediğimiz • hissiyatın doğmasına ve inkişaf etmesine sebep
olmuşlardır.
Eğer bu düşmanlık yalnız bir yerde, bir tarihte ve bir
halk arasında gösterilmiş olsaydı, bunun sebeplerini arayıp bulmak pek kolay
bir iş olurdu. Hâlbuki Yahudi dediğimiz halk, aksine olarak, hangi halkın arasına
ve vatanına bir mülteci, bir misafir sıfatıyla yerleşmişlerse orada muhakkak
bir Yahudi düşmanlığının vücut bulması sebeplerini kendileri hazırlamışlardır.
Hâlbuki Yahudi düşmanları, yekdiğerinden pek ziyade uzak yaşayan, başka başka
kanunlarla idare edilen, birbirlerine makûs nizamlara sahip bulunan halklar
dipler. Ve hepsinde de aynı his, aynı ruh, aynı düşmanlık vardır.
« Bu da gösteriyor ki hak, yalnız ve her zaman
Yahudilerin tarafında değildir. Az veya çok, halklar abrasındaki bu
düşmanlıkları bizzat Yahudiler kendileri vücude getirmişlerdir. Ve yahut ta
vücut bulmasına yardım etmişlerdir. (Op.cit.)
Yahudilerle
diğer halklar arasında başlayan dinî muharebeyi vahdaniyet ile çok ilâhların,
Hristiyan teslisi ile tek ilâh Jahova’nın birbiri eriyle olan mücadelesi gibi
kabul etmemek lâzımdır. Yine Yahudi Bernard Lazar’ın dediği gibi ; hristiyan halkları gibi müşrik halklar, tek ilâh akidesiyle değil, fakat
Yahudilikle mücadele etmişlerdir.
Yahudilere karşı olan bu umumî kin ve
düşmanlık neden, nereden neş’et etmektedir?
Neden Babililer, Mısırlılar, İskenderiyeliler,
Romalılar, İranlılar, Araplar ve Hristiyan halklar bu kavme karşı düşman
kesilmişlerdir?
Bunun sebebi gayet basittir. Bernard
Lazare’ın da gösterdiği gibi bunu Yahudilerin gayrı muaşşerî bir halk olmasında
aramalıdır. (L’antisemitisme: 43)
Bunlar neden gayrı muaşşerîdirler? [Birlikte
yaşanılanlar. * Sünnet dâiresinde insanlarla iyi münâsebet.]
Neden diğer bir
cem’iyet ile ünsiyet peyda edemezler ?
Bu, imtizaç etmemek hastalığıdır. Bu
imtizaçsızlık da hem siyasî ve hem dinî sebeplerden, daha doğru bir tabir ile,
dinlerini siyasi-dinî bir kanun üzerine kurmalarından neş’et eder.
Hayatta
mağlup milletlerin tarihlerini tetkik edecek olursak, bütün bu mağlupların,
galiblerin itikat ve kanunlarına itaatla dehalei ettiklerini görürüz.
Yahudilerde ise bu aksinedir. Galiplerin hüküm ve nufuzları hatta satırları
altında bile, kendi itikat ve ananelerini muhafaza etmişlerdir. Spinoza’nın da
pek iyi dikkat ettiği gibi : « Allah
tarafından verilen kanunlar, İbranilerin hususî hükümet kanunlarından başka bir
şey değillerdi. » (Tractatus theologie politique’ ;
Mukaddime)
Hz. Musa aleyhisselâm bunları kendi kavmine
söyledi. İlâh « İahave »(Yahve)
İbranilere yalnız : «
Tek bir ilâha itikat edeceksiniz, putlara tapmayacaksınız » demiyordu. Aynı zamanda sıhhî ve ahlakî kanunlar
da vaz etmişti. Sadece kurban kesecekleri toprakları tesbit etmejnişti.
bunun yanında o toprakların idaresi şekillerini de göstermişti. Bir halka
gönderilmiş olan bu kanunlar, o halkın her ferdini çiftçilik, ticaret, din ve
ahlâk noktasından da tenvir ediyordu. Fakat bu muhtelif kanunlar birleşerek
sert ve şiddetli bir huzme,
bir şebeke vücude getiriyordu ki onu birbirinden ayırmak mukaddesatı tahkir
olarak kabul ediliyordu. Böylece Yahudiler, dünyada hiç kimsenin yenemeyeceği
ve onunla dövüşemeyeceği bir kuvvetin, İahve’nin idaresi altında yaşamakta
idiler. Bu da yalnız ve sade tek bir şey bilirdi. O da kanunlardı. Bir kanun
ki, İahve bunu bir gün Musaya vermeği düşünmüştü. Ve bu İlâhî mükemmel kanuna, ezelî ve ebedî olan nizama sade ve sadece Yahudiler
sahip olabilmişlerdi!
Tevratın
vaz etmiş olduğu bu kanun ile Yahudilerin, ecnebî halkların kanunlarına itaat
etmeyecekleri pek tabii bir işti. Fakat bu kanunlar her yerde mukaddes denir
bir şekilde değildi. Bunların İçtimaî ve siyasî olan maddeleri Yahudi ırkının
eza ve ıztırabını hazırlıyor, fakat bu gözler onu görebilmek kuvvet ve
iktidarına sahip bulunamıyorlardı. Yahudiler, Kudüs’ü ve beni İsrail krallığını
terk etmelerine ve diğer halkların esareti altına düşmelerine rağmen yine bu
eski, İlâhî akideleri terk edemezlerdi.
Bu
yüzden Yahudiler nereye gidüp yerleşmişlerse, nereye götürülmüşlerse yalnız o
idareden dinî merasimlerini ifa etmek talepleriyle kalmamışlar; iltica
ettikleri halkın içinde onların adât ve an’anelerinden hariç, kendilerine, hâs
olan kanunlarla idare edilmelerini de istemişlerdir.
İskenderiye’de,
Roma’da, Antakya’da, Adalar denizi, İzmir, Bursa havalilerinde hatta
Bythinie’de yani bugünkü İzmit ve İstanbul boğazları mıntakasında da an’ane ve
dinlerine sadık kalarak yaşamağa başlamışlardı. Cumartesi günleri mahkemeye
çagırılmazlardı. İmperatorluk kanununa göre değil, fakat kendi kanunlarına
göre hüküm almalarına da müsaade edilmişti. (Code Theod.: I, II, t. VIII, 2.
Code just. : I, II, t. IX, 2.) Hatta huhübât tevziatı Cumartesiye isabet edecek
olursa onların hisseleri ayrılarak ertesi günü verilirdi. (Philon, Legat.
acai.) İskenderiye’de olduğu gibi her yerde de, kendi reisleri, kendi
meclisleriyle yaşıyorlar, mahallî idarenin emri altında bulunmuyorlardı. Yani
her yerde Yahudi olarak kalmak ve hükümet içinde diğer bir hükümet yaratmak
istiyorlardı. Bundan başka içinde yaşadıkları şehir
halklarından de vergi vesaire gibi hususlarda daha mümtaz bir mevkie sahip
bulunuyorlardı. Böylece çabuk zengin olabilmek imkân ve iktidarına sahip
olmuşlardı. Bu da kendileri hakkındaki ilk kıskançlık ve kini doğurttu. Bu hâl
de kendilerini daha biraz vahşiliğe, daha ziyade ayrılığa, daha ziyade kibir
ve gurura sevk ediyordu. Spinoza bu hususu şu suretle tasvir eder :
(Bir çok senelerden beri bunların
muhtelif topraklara yayılarak hükümetsiz bir hâlde yaşayabilmeleri hayret
edilecek bir şey değildir. Çünkü bütün diğer halklardan ayrı yaşarlar, yalnız
işittiğimiz dinî dualarla değil, bundan hariç olan sebeplerle, bu ayrılık
yüzünden bir kin, bir nefret uyandırmışlardır.) (Tractet, B. III.)
Bu kanuna itaat mecburiyetinde kalan Yahudiler pek tabii
olarak mütebaki diğer halklardan uzaklaşıyorlar ve ayrılıyorlardı. Çünkü,
Yahudiler, « Allahın kendileriyle bir muahede akdettiği yegâne temiz ve iyi
bir halk idi. » (Bu sözler
Tevrattandir.)
(Diğer halklar tamamıyla bunların yani : « İbranîlerin
aşağısında olan insanlardı. »
« Diğer halklar yeryüzünde küçük bir atıfete sahip
olmuşlarsa bunu yaptıran merhametti. »
« Hâlbuki sade Yahudi ve Yahudilerin ruhu ilk insandan
geliyordu. »
« Diğer halklara
verilen refah ve saadet, servet hakikatte Yahudilere aitti. »
Hatta İsa bile İsa olmadan evvel, bu tesir altında, bir
Yunan kadınına şu sözü söylemiştir :
« Çocukların ekmeğini alıp onu küçük köpeklere (Yunan
çocuklarına) atmak doğru bir şey değildir. » ( Marc ; VII, 27.)
Bütün bunlar Yahudilerde pek tabii
olarak bitmek tükenmek bilmeyen bir gurur, bir kibir uyandırdı. Yahudi olmayanlara nefretle bakmağa başladılar.
Buna dinî ve vatanî sebepler de karışınca bu his daha ziyade büyüdü. Yahudiliği
bütün insanlığın düşmanı bir hâle soktu. Bunda en ziyade amil olanlar münevverler,
dinî kendi menfaatlerine bir varidât yapmak isteyenlerdi. Pek tabii olarak
iltica ettikleri ecnebi halkların topraklarını artık pis olarak görüyorlardı.
Bir
Yahudi’nin başka bir insan ile münasebet tesis etmesi ; kirlenmesi, pislenmesi,
günahkâr olması demekti. Hatta Şamaite’ler bu ayrılığı temin
edecek — Onsekiz maddelik — bir nizam vücude getirmişlerdi. Antakya’da toplanan
büyük konseyde bu hususlar açıktan açığa gösterilmişti :
« Putperestlerle
hiç bir alâkada bulunmayarak onların haricinde Yahudi muhitinde yaşamak
lâzımdır, ve onlarla olacak alâka ve irtibatı, daha zor olamadağı takdirde,
gayrı mümkün bir hâle sokmak icabeder. » ( Derembourg;
geographie de la Palestine.)
Bu
ayrılık yeni yeni nizamlarla elbiselere, meskene, gıdaya kadar teşmil ediliyor,
dinin istediği « mukaddes bir ayrılık »
oluyordu.
Yahudilerin
mühim takatlerinden olan (Farizi) ler ve (Rabbani) 1er bu ayrılmayı daha ziyade
ileriye götürmüşlerdir. Bunlar Yahudileri diğer halklardan yalnız vücut ile
ayırmak istemiyorlar, bu ayrılığı ruhî hususlara da teşmil ediyorlardı.
Bunlar bu
arzularını tahakkuk ettirmeğe muvaffak oldular. Yahudi muharriri Bernard
Lazar’ın dediği gibi : « Böylece küçük ve ruhan süflileşmiş bir halk,
ayrılıktan zayıflamış bir unsur, her zaman vurulmaktan demoralize olmuş bir
kitle meydana koydular. » (Antisemitisme.)
İşte
bu zamandan sonra, yani Yahudi ruhunun da tamamen değişmesini müteakip, resmî
cebir ve tazyikler başladı. Bu zamana kadar Yahudi düşmanlığı mevzu
bir hâlde kalıyor, Sistematik bir organizasyonla tahrik edilmiyordu. (Rabbanî)
lerin bütün Yahudi ruhuna hakim olmaları, tehcirleri, katliâmları, doğurttu. Artık Yahudilik
şu şekilde tecelli ediyordu.
1.) Ayrı bir yerde yaşamak;
2.) Diğer halklardan ayrılmak.
3.) İçinde yaşadıkları halklardan nefret
etmek ve düşmanlık yapmak.
Böylece
Yahudilerde iki ruh hasıl oldu. Birisi mistik, değeri de müsbet. işte bu iki
ruhun birbiriyle bir kuvvei elektrikiye gibi yaptığı iltisaktan müdhiş bir
cereyan hâsıl oldu. Diğer «
sefil halklardan » daha
üstün olabilmek için ticaret ve para lâzımdı. Bu para ve altın hırsı, ve bunu
tahrik eden dinî bir cem’iyet Yahudi itisafının başlıca âmillerinden birisi
olarak gösterilebilir.
Bütün
bu sebepler, ayrı ayrı halkları umumî ve tek bir hedefe, Yahudiliğe karşı
seferber bir hâle sokmuştur. Ve Yahudi düşmanlığı bu cem’iyetin aldığı
şekillere göre —umumî denmesine rağmen — yine her yerde, ve her asırda aynı
surette meydana çıkmamış, başka başka şekiller ve suretler göstermiştir.
Bunun
sebeplerini, bu iptidaî cem’iyetin fena teşekkül etmiş bünyesinde aramak icap
etmektedir ki; bugün milyonlarca insana hatır ve hayale gelmedik cefa ve
işkenceleri çektirtmekte, onları tam bir tabir ile, «vatansız» bir hâlde
bırakmaktadır.
Bu
cümleyi basit bir hüküm ve düşünce ile tahlil etmek doğru olamaz. Halkların ve
insanların ruhî hallerini tetkik etmek ve bunların ne gibi telkinler ve
tesirler altında kaldıklarım göz önünde tutmak icabeder.
Fertlerin
ve onların iştirakiyle hâsıl olan kitlenin, üzerinde ruha hitap eden bir
tesirin en büyük günahkâr olmadığını kim inkâr edebilir ?
Bir
Yahudi bütün diğer insanları kendi madununda, pis, mülevves, Allah tarafından
kendilerine hiç bir hak verilmemiş gibi görürmüş !
Bunda
kabahatli olmak üzere ferdi ve dolayısıyla kitleyi ittiham etmek doğru bir
haraket olabilir mi ?
Bizce
tesirler altında haraket eden bu kitle günahkâr olmasa bile, yine bunların
içinde, bugün günahkâr olanlar mevcuttur. Onlar da bunların münevver
tabakasıdır ki; dinde ve cem’iyette yapacakları her hangi bir inkilâp ile, bu
kavmi de beynelmilel hayat içinde İnsanî bir kürsüye sahip kılabilirlerdi.
Yahudilerin
mazideki entellektüel başları, kurdukları bu iptidaî cem’iyyetin ebediliğini
muhafaza edebilmek için, halkın İlmî mütalaa ve tetkiklere koyulmasını bile
men’etmişlerdi. Hatta Josephe pek açık olarak şunları söylüyordu :
« Bizim aramızda
birçok lisan öğrenenler makbul değildirler. » (Ant. jud. XX, 4.)
Fakat
müsbet ruhun yarattığı ticaret ve altın aşkı yavaş yavaş bunu sildi. Birçok
lisan öğrenmeğe başladılar. Yalnız bu öğrenilen lisanlar, ilim için değil,
altın elde etmek için öğreniliyordu. Mahâza bu öğrenme bunlar arasında da yavaş
yavaş İlmî adamların da çıkmasına yardım etti.
İşte bizce günahkâr olanlar, bu İlmî
insanlardır ki; mensup olduğu halkın dinî ve İçtimaî hayatında bir inkilâp
vücude getirerek onları muhakkak bir ölümden kurtarmak istemiyorlar. Ve bütün
insanları kalben sızlatan bir akibet hazırlatıyorlar.
Yahudiler
bu fena an’anelerine sadık kaldıkça, İnsanî gayelerle mücehhez olan insan
cem’iyyetinin daima haricinde kalacaklardır. Bu hariçte kalmak belki dün
onlara yardım ve bir menfaat temin ediyordu. Hâlbuki bugünkü asrî şartlar
içinde hariç kalmak bir millet için en büyük bir felâkettir. Yirminci asır,
vatansız hiç kimseyi yaşatmıyor. Yaşatsa bile öyle feci akıbetler ihzar ediyor
ki; bu dilsuz [gönül yakan, yürek yakıcı. ] levhayı kalbe sahip bir insanın
görüpte bir acı duymaması mümkün değildir.
Ortada
salhanaye düşen koyunların hayat şartlarından daha müellim [Acı ve elem veren. Acıtan,
ağrıtan ] kurban bir kitle hâsıl oldu. Bunu tek ve umumî bir tabir ile ifade
etmek icabederse sadece « Yahudiler » demekle iktifa
edebiliriz. Bizim
gibi birer insan olduklarına hiç şüphe edilmeyen bu insanlar, cem’iyyetin bir
kurbanı değil; fakat mevhum bir itikadın, sefil bir muhit tesirinin
kurbanıdırlar.
Bundan
kurtulabilmek, sade ve sade hayat şartlarını tebdil ile mümkün olabilir.
Bugünkü
cem’iyyetleri, tarihin bütün safhasında, kendilerine zarardan başka bir şey
getirmemiştir.
Bunu bu suretle tetkik etmemiz, Yahudi
düşmanlarını haklı gösterdiğimiz gibi bir zihap (görüş) uyandırmamalıdır.
Yahudiler ne kadar günahkâr iseler bunlar da o nisbette günahkârdırlar.
Yahudiler,
iptidaî olan dinlerinin etrafında toplanmışlar, akidelerine tabi olan bu
kitleden bir halk meydana çıkarmışlardır.
Biz
bu halkı milattan evvelki devirlerde, Kudüs’te ve civarında toplanmış bir hükümet
olarak buluruz. Birdenbire, fatihlerin bitmek tükenmek bilmeyen hırslariyle
kurulan bu hükümet yıkılıverir. Bu vatansız kalan Yahudilerin dağınık ve
perişan bir hâlde etrafa yayıldıkları tarihin başlangıcıdır.
İlk
Vatanı mağlup terk etmek mecburiyetinde kalan bu halk, ne gibi hislerle,
yuvasından ve mukaddesatından ayrılmıştır?
Bunu
Yahudi masal ve menkibeleri, edebiyatı bize pek güzel bir surette gösterir.
Bundan böyle bunlarda ilk akide her mağlup millet gibi intikam ve tekrar zafer
düşüncesi olmuştur. Bunun temini mağlup ve perişan, bir mülteci gibi iltica
ettikleri topraklarda, ancak an’ane ve itikatlarını muhafaza etmek, koyu
mutaassıp bir milliyeti idame edebilmek, diğer halklarla temas etmemek, gaip
ettikleri vatanı daima hatırlamakla mümkün olabilirdi.
Böyle
bir düşüncü, bütün insanlık tarafından her halkla verilmiş bir hak olarak
görülmektedir. Fransa Alsas Loren’in dert ve aşkı ile yanarken, onu bu
yanmasından dolayı kimse tezyif etmiyordu. Bilakis bunu insanlığın en kudsî
faziletlerinden birisi olan vatanperverlik diye tavsif ediyorlardı.
Şu hâlde pek
tabii olan bu hak neden Yahudiler üzerinde tanınmadı?
Milattan
evvelki putperestlik zamanında, Yahudi akidesi bu kökleşmiş dinler arasında
bambaşka bir şekilde tecelli edivermişti. Yahudi itikadı onlara putlara
tapmağı, onların karşısında eğilmeği menediyordu. Hâlbuki putperest haklar;
milletlerini, sitelerini temsil eden putlara sahip idiler. Bunların
karşılarında eğilmek, putları selâmlamak, bütün bir milleti ve onların
hürmetli hakânlarını selâmlamak demekti. Yahudiler bunu, dinlerinin men
etmesi hasebiyle yapamıyorlardı. İşte bu, ilk münaferetin esas temelini attı.
Çünkü içinde yaşadıkları halkın an’ane ve adâtından hariç bir an’aneye, bir
adete sahip idiler.
Bundan
başka milliyeti muhafaza ve idame ettirebilmek için biran evvel söylediğimiz
gibi Yahudiliği bütün taassup ve itikadı ile muhafaza etmek lâzımdı. Yahudi
tarikatları, ve bu tarikatları idare eden Sinagokları, Yahudiliği diğer
insanlardan ruhen ayırmak suretiyle bunu temine muvaffak olmuşlardı. Bunların;
ayrı yaşamaları, yerli halklarla münasebete girişmemeleri yüzünden, umumî bir
tecessüs ve merak genişledikçe genişliyor, Yahudiler aleyhinde yüz bin çeşit
efsanelerden uydurulmuş gayrı mantikî masallar, hikâyeler uyandırıyordu.
Mantıkî
düşünecek olursak, bir milletin kendi dertleriyle yanması, ayrılması ve
milliyeti muhafaza için ihtilât ve münasebâtta bulunmaması bir hak değil midir
?
Böyle
olmasına rağmen bu, düşmanlığın ikinci basamağını vücuda getirmiştir. .
Milattan
evvelki devirlerde düşmanlığın birinci sebebi de İktisadî hususlar yüzünden
meydana çıkmıştı. Meselâ İskenderiye’de. Roma’da ve diğer yerlerde olduğu gibi.
Fakat
buraya ilk muhaceretlerde gelen Yahudiler, bütün İktisadî hilelere vakıf bir
unsur olarak mı gelmişlerdi ?
Bu
sualin cevabını tetkika koyulduğumuz zaman, bambaşka hadiseler ile
karşılaşırız.
Tarih
bize ilk muhacir olarak gelenlerin, toprağa merbut birer çiftçi olduklarını
göstermektedir. Bütün diğer insanlar gibi canlarını, sapanın arkasında
yürümekte, tarlada bulan insanlardı.
Fakat
muhaceretten sonra bu hâl birdenbire tahavvül ve tebeddül etti. Daha
Hristiyanlıktan evvel Yahudilik, İktisadî bir unsur olarak karşımıza göçer.
Acaba bunların bu hâli almalarına yerdim eden sebep nedir ?
İbranîlik,
Yahudilik başlangıcı olarak telâkki edilir. Bu sebepten Yahudi tarihini
İbranîlikten tetkik etmek icap eder.
İbranîlerin
ilk babası olarak gösterilen (İbrahim) peygamberin Babilden neden ve ne için
çıkarıldığını bugün lâyıkiyle ve kat’i bir surette tayin edebilmek kuvvetinden
mahrumuz.
Fakat
yer altından çıkan vesikalara bakacak olursak, bunun bir Allah akidesinden ve
bu akideyi müdafaadan da ileriye gelmediği anlaşılmaktadır. Çünkü
İbrahim’den evvel, Babilde ve bilhassa Kildanî Türkleri arasında tek Allah
akidesi mevcuttu. Zaten İbrahim aynen bu akideyi hamil olduğu hâlde
Babil’den ayrıldı. Kabilesine Suyun öte yakasından gelenlere verilen (İbranî)
ismini verdikten sonra Filistin topraklarına indi, ve burada yine Sümer
Türklerinden bir parça olan yerli halklarla, yani Tevratın (Div insanlar)
ismini verdiği halklarla karşılaştı. Gerek lisan, gerekse akide itibariyle
bunlarla anlaşmakta hiçte güçlük çekmedi (İlk Türkler) namındaki eserimde bu hususta
tafsilat vardır)
Demek
oluyor ki; Babil’den bu çıkışta dinî sebeplerden başka sebepleri araştırmak
icap etmektedir. Yer altından çıkan eserler ise İbrahim’in ayrıldığı
zamanlarda, Babil’in İktisadî büyük bir faaliyette sahne olduğunu, fakat bir unsurun
bu İktisadî faaliyeti baltalamağa teşebbüs ettiğini göstermektedir.
Tarihte
bu nokta henüz tenevvür etmediği için bu hususta fazla söz söylemek lüzumunu
his etmiyoruz. Yalnız ilk İbranî cem’iyyetinin ne gibi esaslar üzerine
kurulduğunu söylemekle iktifa edeceğiz.
Tevrat’ın
bizce sahih olduğu şüpheli olan bir masalı, ilk İbranî cem’iyyetinin nelere
istinat ettiğini pek güzel gösterir.
Tevrat’a
göre İbrahim, yanında son derece güzel karısı, Sara, olduğu hâlde, kabilesiyle
beraber Filistin’e gelmiş ve oradan da Mısıra geçmiştir. Mısırda « Allah’ın
emriyle » İbrahim, karısı Sarâ’yı Firavuna hemşiresi diye takdim etmiş ve
böylece Sara, Firavunun sarayında birkaç ay kaldıktan sonra, birçok giranbahâ
[ Pahada ağır, değerli (olan):] mücevherlere sahip olmuş, ve bu servet
ile tekrar kocası İbrahim’in yanına avdet (dönmüş) etmiştir. '
Zengin olan İbrahim, tekrar Filistin
topraklarına dönmüştür. Fakat masal bu kadarcıkla bitmez. Filistin’de bir yere,
bir araziye sahip olmak için İbrahim bu sefer Filistin kralına da karısı Sara
yı, yine « Allahın emriyle » hemşiresi gibi takdim etmiş, karısını bir kaç ay
kralın sarayında bıraktırdıktan sonra, kralın fermanıyla tavattun [Bir yeri
vatan edinmek. Bir yerde yerleşmek ] edecek bir yer, bir toprak elde
etmiştir.
Biz, Tevrat’ın bize anlattığı bu masala
inanmağı hatır ve hayalimizden bile geçiremeyiz. Hiç şüphe yoktur ki; İbrahim,
menfaat için karısını sermaye gibi kullanmak zilletini irtikâp etmemiştir. Bu
masalı İbranî cem’iyyetinin teessüsünden sonraki zamanlara oturtmak ve
bil’ahare uydurulmuş birşey olduğunu söylemek daha doğru ve daha mantıkî bir
hareket olur.
Yalnız
bu masal bize İbranî dediğimiz cem’iyyetin ittikâ ettiği esasları göstermeğe
yardım etmektedir. Demek
oluyor ki; Bu cem’iyyet ilk kuruluşunda sade menfaat hissi üzerine teessüs
etmiş ve bunun için en kudsî olması icabeden ahlâk düstur ve kaidelerini bile
bir hiç olarak telakki etmiştir. Belkide bu, yerleştikleri Filistin
topraklarının Fırat ve Dijle halkları ile Nil halkları arasında, her zaman kanlı
kavgalara sahne olması yüzündendi. Çünkü bu düelloda İbranîler,
istemeye istemeye her hangi bir kısmın tarafını iltizam ediyorlar, bu beliyeden
[Felâket, keder, tasa] yakalarını hile ve tabasbus ile, her gün biraz daha
ahlâklarından gaybetmek suretiyle bus [Etek öpen ] ile, her gün biraz daha
ahlâklarından kaybetmek suretiyle kurtarabiliyorlardı.
Biz
Yahudilerin Mısıra hangi tarihte ve ne gibi şerait altında girdiklerini de
bilmiyoruz. Hürriyet ve serbestîlerine sahip olarak mı, yoksa esir olarak mı geldikleri
de malûm değildir. (Will Durant: Histoir de; la civilisation, II, 10.) Fakat
tarihî izler, Hiksos’ları Mısırı işğale sevk edenlerin Yahudiler olduklarını
göstermektedir.
Yahudiler
bunların kuyruğunda, onları kendilerine hami edinerek Mısıra girmişlerdir. Ve
ilk defa pek az miktarda bulunuyorlardı. Yahudilerin girişleri milattan evvel
(1650) dir. (Joseple works ; II, 466.)
Fakat daha ilk girişlerinde yerli halkı
ızrar [Zarar
vermek. Zarara uğratmak]
hususunda baş vurdukları binlerce dalavere, riya ve tabasbusları sayesinde elde
ettikleri monopoller, tababet ve sihirbazlığa daha ziyade atılmış oldukları
için, halkı soymak yolunda kasten vücude getirdikleri hastalıklar; civar
komşulara Mısır aleyhinde yaptıkları casusluklar bunları pek az zaman zarfında
burada bir esir menzilesine indirmişti.
Milattan
evvel üçüncü asırda yaşamış olan Mısır muharriri Manotho bize bu hususu
pek açık bir surette gösterir. Der ki : « Sefil ve pis bir hayat içinde yaşayan
Yahudiler, Mısıra vebayı sokmak isterlerken buna kendileri tutulmuşlardı. O
zaman bir Mısır rahibi olan (Musa) da, Yahudiler, Lepreuş Ier — ki veba
demektir — arasına sıhhî şartları tatbik etmek üzere Mısır mabedi tarafından
gönderilmişti. (Schneider ; History of world civilization ; I, 285.)
Filhakika
lisanı noktadan tetkik edecek olursak, Mois kelimesi bir Yahudi kelimesi olmaktan ziyade bir
Mısır kelimesidir. (United Press Dispatch from London, Jan, 28,
1132.) Bundan başka, Profesör Garstang’ın, Jericho kral mezarında bulduğu
vesikalarda, Musa'nın milattan evvel 1527 tarihinde bilahare kraliçe olan
Hatshapsut’un sarayında büyüdüğünü, fakat bundan sonra kraliçenin düşmanı
(Thoutmes 111) ün tahta çıkması üzerine kaçmak mecburiyetinde kaldığını ve başına
Yahudileri toplandığını göstermektedir. (Will Durant, II, 19.)
Bu da gösteriyor ki, Musa’nın Mısırdan
firarı dinî sebeplerden değil, fakat doğrudan doğruya siyasî sebeplerden neşet
etmiştir.
Bunu
bundan sonra Filistin’de gelip yerleştikleri zamanda da görmek mümkündür. Musa
o zaman Mısırda bazıları arasında hükümran olan tek Allah akidesine salik
olduğu hâlde, kabilesi Yahudiler; boğalara, koyunlara, kuzulara tapmaktan
vazgeçemiyorlar, Musa bunları altın buzağıya tapmaktan bir türlü men
edemiyordu. (Will Durant: II, 12.) Hatta bütün dağınık Yahudileri bir araya toplamağa
ve onları bu yeni dine alıştırmağa muvaffak olan (Salomon) dan sonrada daha bir
asır aynı hayvanlara tabbüd Yahudiler arasında kalmıştı. (Joseple, Oeuvres ;
VIII, 12.)
İlk
Yahudi hayatının esaslarını vazeden Salomon idi. (Will Duran : II, 13.)
Binaenaleyh Yahudiler Hyksos’ların kuyruğunda bir fatih gibi girdikleri Mısırda
gördükleri eza ve cezayı dinî sebeplerden çekmemişlerdi.
Hariçte
bulundukları hâlde, ecnebi halkları Mısır üzerine teşvikten geri kalmıyorlar.
Mısırda kalan küçük cüz’ü tamlarıyla güzel bir casus şebekesi vücuda
getiriyorlardı. Musa’yı kaçırtan (Thoutmes III) den sonra, tahta çıkan
(Amenhotep III ün varisi (İkhnaton) ismini alan ve tek Allah’a mutedik bulunan
(Amenhotep IV) zamanında, Yahudi projesi tahakkuk ediyordu. Yahudiler bu
sefer de (Etilleri) Mısırın başına musallat edivermişlerdi.
İkhnaton’un
elinden bütün Vilâyetleri zaptettiler. Bu büyük dindar, ahlâklı imparator
milattan evvel 1362 senesinde, ümitsizlik içinde iman ettiği ve Aton ismini
verdiği tek, büyük Allah’ın kudsiyetine iman, ile ona iltica etti. Ölürken bile
bu tek Allah’ın ismini, o dakikada dudakları arasından çıkarmamıştı.
Bu
da Yahudilerin kendilerini müdaffa için her zaman dinî sebepleri ileriye
sürmemeleri lâzım geldiğini gösterir. Eğer ortada din meselesi mevzuu bahis
olsaydı, Yahudilerin Ikhnaton’a yardım etmeleri icap ederdi. Hâlbuki Yahudiler
dinden ziyade kendi şahsî menfaatlerini gözetiyorlar, bir paralık bir kâr için
halkların hayatlarıyla oynuyorlardı. Fakat ondan bir saltanat sonra tahta çıkan
(Ramses II) Yahudiler den onun intikamım almağa muvaffak olmuştu. Büyük
ordusuyla Filistin’in üzerine yürüdü. Ve oradan Mısıra saldıran Etililere
dokunmayarak Yahudilerin bir kısmını esir alıp Mısıra getirdi. (Will Durant, I,
270) İşte bu ikinci Ramses ; Exode firavunu namıyla şöhret bulan imparatordur.
İkhnaton’un mezarından çıkan vesikalar, Yahudi
hıyanetinin ne olduğunu açık gösteren levhalardırlar.
(Breasted, History 446.) Bilhassa kabartma resimler o zamanlarda bunların
karakter ve hâllerini
de göstermeğe
yardım eder. Bu resimler riya ve tabasbusun en büyük timsalidirler, ye aynen bu
günkü karaktere sahiptirler.
İkhnaton’un
tek Allah akidesini müdafaa etmeğe başladığı zamanda, Yahudilerin Mısır
rahipleriyle teşriki mesai ettiklerine şahit oluruz. Böylece temin ettikleri
büyük menfaatlerin elden gideceğini anlayan Yahudiler, müşrik ve pis halk diye
telâkki ettikleri, Mısır rahipleriyle uyuşmakta bir zarar görmemişler ve o
zaman Mısırda yayılmakta bulunan (tek Allah) akidesini kökünden yok
etmişlerdir. Bilhassa (Salomon) dan sonra Yahudilerdeki ahlâk telâkki ve
mefhumunun, daha iğrenç bir şekle girdiğine şahid oluruz. Yani ilk Yahudi
cem’iyeti "hile ve hud’a üzerine kurulmuş, (Salomon) dan sonra ise bu
akideler, daha iğrenç ve sefil bir hâl almıştır.
Bugünkü
Yahudi düşmanlarının ellerinde yegâne bir silâh vardır. O da milattan evvelki
asırlarda Mısırda ilk defa Yahudiler aleyhine yapılan kıyamdır.
Bize bu husustan
Tevrat kitabı da bahseder. Ve derki : « Mısırlılar, İbranîlerle beraber yemek yiyemezler. » (Tevrat, XLIII, 32.)
Buna karşılık olmak
üzere de Exode’da da şu okunur : «
İşte beni İsrail evlâtları bizden daha kuvvetli, daha nüfuzlu, daha külliyetli
bir halk vücuda getiriyorlar. » (Exode, I, 8, 10.)
Ve bunlara mani olmak yollarını araştırır.
Şurası muhakkakdır ki ; Yakubun
evlatları, Mısıra firavun Afobis’in zamanında girdikleri vakit, Mısırlılar
tarafından fena ve menfur bir şekilde karşılanmışlardı. Hatta Hiyeroglif yazılarında
Leprö diye tesmiye edilen ve bu kelime ile (veba) manasında gösterilen
Hyksos’ların bir kardeşleri olarak telakki edilmişlerdi. ( Histoire de peuple d’israel, I, 53.)
Fakat
asıl Yahudi düşmanlığı tarihini, Yahudilerin vatanları Filistini terk ile
çekilmek mecburiyetinde kaldıkları zamandan başlamak lâzımdır. (Amman) tarihi
bunu bize pek açık bir surette gösterir.
Her
ne kadar (Ester) in yazdığı bu tarihe tamamıyla itimad etmek caiz değilsede, bu
tarihde Amman ağzından söylenilmiş gayet ehemmiyetli bir kaç satıra tesadüf
ederiz. Bu satırları buraya aynen alıyoruz :
« Amman, krala
dediği, krallığın bütün vilâyetlerine dağılmış bir halk vardır ki ; asıl yerli
halktan ayrı yaşayan bu halk, yerli halkın itaat ettiği kanundan başka bir
kanuna sahip olup kralın kanununu tanımamaktadırlar. » (Esther, 11, 8.)
Aynı
söz orta çağlarda ve son asırlarda de aynen tekrar edilmektedir. Bu hâle her
yerde, her zaman tesadüf edilmiştir.
Böylece
Yahudi düşmanlığı milattan evvel dördüncü asırlarda başlamıştır. Milattan
evvel 331 senesinde (İskenderi Kebîr) Yahudileri İskenderiyeye yerleştirmiş ;
Ptolémée bunları (Syrenai‘que) e göndermiş, Selenkos da Yahudileri toplayıp
Antakyaya getirmiştir.
İsa
doğduğu zamanlarda, Yahudilik her tarafta şa’şaa ile parlıyordu. Mısırda,
Fenikede, Suriyede, Silisyada, Bitinide, Tisalyada, Makedonyada, büyük
adalarda, Giritte, Kıbrısta, Roraada Yahudiler bol bol yerleşmişlerdi. Miladî
asırların başlangıcında Strabon, bunlardan bahis ederken, aynen şu cümleyi söyler
:
« Dünyada hiç bir yer
yokdur ki, bu ırkı kabul etmemiş olsun.
Yahudi
muharrir Bernard Lazar, ırkının bütün dünyada yayıldıkları noktaları ayrı ayrı
izah ettikten sonra, şu suali sorar :
« Bütün bu yerlerde, şehirlerde neden Yahudiler nefretle
karşılaştılar ? » Bunun cevabını yine kendisi verir ve der ki :
« Çünkü, Yahudiler hiç bir yere ne bir vatandaş, ne de
bir mülteci hissiyle girmediler » ( Ant.Sm.) der.
Bernard Lazar, bu
hususu şu suretle nakletmektedir : « Bunlar yerli halklardan dualarla, adetleriyle ayrılıyorlardı. Bu
ecnebi halkların topraklarını pis telakki ediyorlar ; ve her şehirde, ayrı ve
mukaddes bir toprak vücuda getirmek istiyorlardı. Ayrı oturuyorlar, hususî
vücuda getirdikleri mahallelerde kendi kendilerine kapanıyorlardı. Kendi
aralarında evleniyorlar, ve evlerinin pislenmemesi için hiç bir ecnebiyi
içeriye sokmuyorlardı. Bunların böyle esrarengiz bir hayat sürmesi tecessüs ve
aynı zamanda da nefreti uyandırmıştı. » (L’antisemitisme, I. 73.)
Bu
zamanda en külliyetli miktarda Yahudi, İskenderiyede oturmakta idi. Philon’un
bize anlattığına bakılırsa, o sıralarda İskenderiye beş mahalleye taksim
edilmişti. (Inflaccum.) Bu beş mahalleden ikisini Yahudiler işgal ediyorlardı.
Sezar’ın bunlara vermiş olduğu hukuk, itina ile muhafaza ettiriliyordu. Ve bu
hukuk sütunlar üzerine hâk ettirilmişti. Bir hahamın reyaseti altında, sade
Yahudi işleriyle iştigal eden bir meclisleri vardı. Bu Yahudilerin kısmı azami;
gemi sahipleri, tüccarlar, zürralar yani zengin insanlardı. Ptolémée, bunlara
çiftçi vergileri toplamak hakkım da vermişti. Bu, halkın nefretini üzerlerine
cezbetmeğe en canlı bir vak’a oldu.
Fazla
iltifat ve müsamahadan cesaret alan Yahudiler, Nil nehri üzerinde gemilerle
seyrü sefer edebilmek imtiyazını da ellerine almışlardı. Bu sayede büyük bir
servete sahip olmuşlardı. İşte bu dakikadan itibaren, Latinlerin « L’invidia
auri judaîci » dedikleri Yahudi düşmanlığı meydana çıktı. Artık yerli halk,
aralarına karışan bu halka isyanlarla hücum etmek istiyor, Germanikus vesaire
gibi insanlar, Yahudileri güçlükle müdafaa ve himaye edebiliyorlardı.
Fakat
Mısırlılar, onların dinî adetleriyle eğlenmek suretiyle intikam almağa
başlamışlardı. Bir defa şehirde Karabaş namında bir deliyi gezdirmişler, başına
papirüsten bir tac, üstüne de bir kral elbisesi giydirmişler, ve bu deliyi
Yahudilerin kralı namına selamlamışlardı. Bunu takiben Filadelf’in zamanında,
Helyopolis mabedinin baş rahibi, Manethon beyanatiyle, halkın nefretini teşdide
muvaffak olmuştu. Bu rahip, Yahudileri Mısır topraklarını berbat eden
Hyksos’ların kardeşleri olarak gösteriyordu. Aynı sözleri bil’ahara Seremon
ile Lysmaque da tekrar etmişti.
Yahudiler
yalnız halkın düşmanlığı ile karşı karşıya kalmamışlardı. Karşılarında bir de
Stoiciens’lerle Sofist’ler hasıl oldu.
Bu
düşmanlık da dinî sebepten ileri geliyordu. Çünkü, Stoicienler, Yahudiler gibi
tek bir Allaha itikat ediyorlardı. Buna rağmen bunlar Yahudileri dinsizlikle
ittiham etmişlerdi. Ve en ziyade hücumları Yahudilerin içinde misafir
yaşadıkları vatanın
Allahına karşı hürmetkar bulunmamaları idi. Ve şöyle diyorlardı : « Bunlarda bir eşek başı vardır, ve bu onlara bir şerefi verir. »
(L’antisemıtisme, I, 74)
Daha
sonra da bunların her sene ormanda, bir insanı kurban ettiklerini, etlerini
aralarında paylaştıklarını, ve bunun kanı üstünde ecnebilere karşı ihanet
etmek için yeminler ettiklerini ilâve ediyorlardı. Hatta « Appolonins Molon »
şu satırları yazmıştı :
« Yahudiier, bütün
halkların düşmanıdırlar. » (Op. cit)
Posidonins
de bu söze şunu ilâve ediyordu : « Onlar, bütün insanların en fenasıdır. »
(Op. cit)
Bernard Lazar, Etoıcien’lerle
Sofist’lerin bu düşmanlık sebeplerini, dinî
olarak görmemektedir. (Op. cit.) Ve bu
düşmanlığı edebî bir sahaya atar.
Filhakika bunlardan Oppson,
yazdığı Yahudilik aleyhindeki eserinde, Musaya son derecede hücum ediyor, ve onun
kanunlarını tenkit ederek hayatta (Bundan daha
kötü ve bundan dahil tehlikeli hiç bir teşekkül bulunmadığını) iddia
ediyordu. (Josephe, contre Appion
I,
II. Ch- IV))
Fakat
bu zamanda da Yahudilerin müdafileri vardı. Bunlardan birisi Filon, diğeri de
Joseph idi. Bu Yahudi müdafilerden Jozef, Appion’u bir köpeğe benzetiyordu. Ve
bu köpeğin de milletin taptığı ilâhlardan olduğunu söylüyordu.
Filon
ise, ırkından olan Yahudilere hücum edenlere şiddetle hücum ediyor, fakat
kavmine nasihatlerde bulunarak saburla büyük Yahudi imparatorluğunun teessüs
edeceği günü beklemelerini söylüyordu.
Neticede,
hiçbir şey kurtulamamış, İskenderiye’deki müthiş Yahudi katliamı meydana
çıkıvermişti.
Bunda da görülüyor ki, İskenderiye vak’asında
da halktan ziyade münevverler günahkârdırlar. Ve
netice itibariyle, bitaraf bir surette muhakeme edecek olursak, kabahat daha
ziyade Yahudilere teveccüh etmektedir. Çünkü; Yahudiler, hahamlarının sözlerine
uyarak, batıl ve insaniyet için tehlikeli olan cemiyetlerine sadık kalarak,
misafir ve mülteci gibi sığındıkları topraklarda yerli halkı tahkir
etmemeleri. Onların
mukaddesatına dokunmamaları, onların zararına istismar yollarını tutmamaları
icap ederdi. Fakat bunda kitlenin ne kabahati olabilirdi? Biz bu kabahati, daha
ziyade, dini ellerinde tutan reislerine atfederiz.
Eğer
bunlar, şahsî menfaatlerini göz önünde tutmayıp da, kitlenin menfaatini nazarı
itibara almış olsalardı, ilk günlerde İskenderiye’de büyük bir hürmetle
karşılanan Yahudilerin batıl itikatlarında küçük küçük fedakârlıkta bulunurlar,
onları yerli halk ile kaynaştırırlar, misafir ve mülteci olduklarını hiçbir zaman
da unutmazlardı.
ROMA’DA
Biz
aynı Yahudilere, aynı devirde Roma’da da tesadüf ederiz.
Yahudiler
milattan evvelki asırlarda, Roma’da, zengin ve haizi ehemmiyet koloniler tesis
etmişlerdi.
Bunlar
Roma’ya milattan 139 sene evvel gelmişlerdi. Bunu Valere Maxime’in zamanına
veyahut da Cains Calpurnins’in zamanını oturtanlar vardır. (Valere Maxime. I,
3. 2.)
Muhakkak
olan bir şey varsa, milattan evvel 160 senelerinde, Roma Cumhuriyeti ile
Suriyeliler aleyhine bir ittifak akdetmek için Yahudi Judo Makhabe namında bir
murahhasın gelmesidir. Bunu takiben milattan evvel 143 ve 139 senelerinde diğer
sefirler de gelmiştir. I. (I.Mahab, VIII, II, 17. 32)
Bu
dakikadan itibaren Yahudiler Roma’da yerleşmeğe başlamışlardı. Pompei’nin
zamanında ise, adetleri arttıkça artmış, milattan 58 sene evvel, haizi
ehemmiyet bir yekûne baliğ olmuştu. Ve
Roma’da Yahudi cem’iyeti, siyasî büyük bir rol oynayor, dehşetli bir nufuza
sahip bulunuyordu. Sezar onlara birçok lutufarda bulunmuştu. Onları askerî
hizmetten affetmişti. Aügust
de Sezarı takliden birçok hukuk vermişti. Filistine para göndermelerine ve
Kudüste bir mabet tesis etmelerine müsaade etmişti. Tibere hükümeti eline
aldığı zaman, Roma’daki Yahudi adet: tam 20.000’e baliğ oluyordu.
Fakat
buna rağmen, büyük Yahudi ailelerinden Herode ve Agrippa müstesna olmak üzere,
Yahudi kitlesi halktan tamamıyla çekilmiş ve ayrı yaşıyordu. (Antisemitisme. I,
82.) Bunların kısmı azami Roma’nın en pis fakat en ticaretgâh yerlerinde
oturuyorlardı.
Roma’da da, aynı İskenderiye’de husule gelen hâller husule gelmeğe
başladı. ( Op.cit.) Bunların Topladıkları
servet, bazılarının yaşadığı lüks hayatı, ayrılık, halkın umumî bir nefretini
uyandırmağa başladı. ( Op.cit.) Bunun yanında daha ehemmiyetli sebepler de
mevcuttu. Bu
sebeplerden en mühimmi tamamıyla dinî idi. Yahudiler, bunların mukaddesatına
hürmetkâr olmuyorlar, ve hatta tezyif [ Aşağılamak] ediyorlardı. İlâhlarına son derecede merbut olan bir dakika onların huzurundan
ayrılmak istemeyen Romalıların karşısında bu hâller pek fena tesirler husule
getirmeğe başlamıştı. Bu yüzden Romalılar, Yahudileri bir misafir olarak
aralarına aldıklarına artık nedamet ediyorlardı. Sermaye meselesi de bunun üzerine
inzimam edince bu nedamet, nefret haline munkalip (dönmeye) olmağa başladı.
Bernard Lazar, bu hususu şu suretle tasvir eder :
«
Yahudilerin zenginleri, siyasî nufuzları, ve vaziyetleri Roma’da Yahudi
aleyhtarlığının husul bulmasına sebep oldu. Ciceron’dan itibaren Latin ve Yunan
muharrirlerinin yazdıkları, bu ruhî hâle tamamiyle şehadet eder. »
(Op. cit, I, 87.)
Ciceron,
işte bu sırada feryad etmeğe başlamıştır. Bir gün birdenbire : « Bunların
vahşi akideleriyle mücadele etmek lâzımdır » (Pro. Flacco) diye bağırır.
Ve sonra daha ileriye giderek bu halkın şüpheli bir halk olduğunu ve bunların
Roma’nın azametine karşı bir kin ve nefret beslediklerini söyler.
Bundan
sonra birçok muharrirler, aynı yolu tutmuşlar, aynı sözleri tekrar etmişlerdir.
Suetone ile Juvenal de eserlerine başka bir şey ilâve edememişlerdir. Derlerki
: « Bunların kendilerine mahsus bir akideleri, kendilerine mahsus bir
kanunları var. Bunlar Roma kanunlarını tahkir ediyorlar. » (Juvenal, sat,
XIV, 96, 104)
Stoicien
olan, yani tek Allaha itikat eden Seneque de aynı nakaratı terennüm etmiştir,
ve derki : « mağluplar, galiplere kanunlar veriyorlar. » (De la
inpartition, frag. XXXVI)
Bundan
sonra cumhuriyet ve imparatorluk, Yahudi nufuzunun daha ziyade ilerlemesine
mani olmak için tedbirler, çareler aramağa başlar. Milattan evvel 22.
senelerinde, Tibere reyaseti altında teşekkül eden bir mecliste, Sezar’ın
Yahudilere verdiği bütün hukuk lağvedilmekle beraber, dört bin Yahudi de
Sardikaya sürülmüştü. Artık bu dakikadan itibaren Yahudiler, Roma’da
tamamıyla bir esir muamelesi görmeğe başlamışlardı. Yahudilere ve Yahudi
hayatı yaşayanlara müthiş bir vergi vaz edilmişti. Antonin le pieux, kanın
karışmaması için, Yahudi kızlarının kendi oğlanlarından başkalarıyla
evlenmelerini men etmişti.
Artık
Roma’da da İskenderiye’de olduğu gibi, Yahudi düşmanlığı bütün dehşetiyle
hükümferma idi. Yukarıda da dediğimiz gibi bu hem dinî, hem İktisadî, hem de
İçtimaî sebeplerden doğmuştu. Yahudiler
vatanperver Romalıların karşısında Onların vatanlarına hürmet etmeği bir zaman
olsun akıllarından geçirmemişlerdi. Her yerde yaptıkları gibi birdenbire
toplamak, her şeye sahip olmak, vatanın asıl sahiplerini bir esir mevkiinde
bırakmak istemişlerdi. Yerli halka, nefretli nazarlarla
bakıyorlar, onların millî varlıklarına dokunacak sebepler ihzar ediyorlardı.
Roma’da yaşadıkları hâlde vatanın lisaniyle tekellüm etmeğe bile tenezzül
etmiyorlardı. Yabancı lisanlar konuşarak bunları iğzab [Gazaba
getirme, hiddetlendirme, kızdırma, öfkelendirme ] ediyorlardı. Yani
aynen bizdeki bugünkü hal !
Bu
hâller pek tabii olarak, umumî bir nefret ve galeyanı uyandırdı. Ve bilahare de
devam edecek olan Yahudi düşmanlığının temelini tarsin etti.
Babil’de
ve İran’da Yahudiler, esir olarak götürüldükleri zamandan beri kalmışlardı.
Kudüsün tahrip edilmesinden sonra, bu münbit toplaklara daha birçok Yahudiler
gelip yerleşmişlerdi.
Artık
Arsasides’lerin devrinde bahtiyar yaşıyorlardı. Arapların bütün toprakları
kendilerine verilmişti. Vasi’ bir imtiyaza sahip idiler. « Sora » de,
«Nehardea» da, «Pumbaditha» da mektepler açmışlar, birçok insanları ihtida
ettirerek Yahudi yapmışlardı. Yani dinî hususda da pek büyük bir serbestiye
sahip bulunuyorlardı.
Yahudiler
bu vasi imtiyazlan İktisadî cephelerde de kullanmağı unutmamışlardı. Bütün
ülkenin servetini topluyorlar, yerli halkın fakirleşmesine rağmen kendileri o
nispette bir zenginlik elde ediyorlardı. Fakat üçüncü asrın ortalarına doğru,
Arsacides’ler sukut ettiler. Ve «Erdeşir» yeni sülâlenin Sasanîlerin birinci
hükümdarı oldu. Bu İranda, millî ve dinî bir hareketin baş göstermesi idi. Yeni
İranlılar Yunanlılaşmış Arsecides’lerden nefret ediyorlardı. Onları, mukaddes
ateş mezhebini terk etmekle tahtia [barışma, uzlaştırma, huzura kavuşturma]
ediyorlardı.
Bunların
kazanmaları, tekrar Maj’ların kazanması olmuştu. Yunanlılaşmak isteyenlere,
Edesse Hristiyanlarına bunlarla beraber Yahudilere karşı da mühim bir cidal
baş gösterdi. Bu halklar için artık yeniden uzun ıztırap seneleri meydana
çıkıyordu.
Üçüncü asrın nihayetine doğru, ikinci Şapur,
70.000 esir Yahudiyi Isfahana ve Ermenistana sevk etmişti.
Bununla beraber Yahudiler daha bir iki asır rahatsız edilmeyerek
yaşayabilmişlerdi. Fakat beşinci ve altıncı asırlarda, ikinci (Şapur) in zamanında
ve onu takiben Kavadh’ın devrinde iş tamamıyla değişiverdi. Artık
Yahudilere Cumartesi gününü tesit [haz almak, tadını çıkarmak, tatil yapmak] etmek
hakkı verilmiyordu. Bütün mektepleri kapatılmış, kurdukları Yahudi mahkemeleri
lağvedilmişti. (Zendik) ve (Mazdak), yeni neşrettikleri mezhebi ile Yahudilerin
kadınlarını ve mallarını zapt ediyorlardı. Nihayet Yahudiler bu hâllere karşı isyan
edebilmişler, Maj taraftarlarını mağlup ederek, İranın Yahudiliği kabul etmiş
bir şehri olan Mahuza’da birde hükümet tesis edebilmişlerdi. Fakat bu hükümeti
kuran Marzutra’nın yedi sene sonra maktulen düşmesi üzerine bu istiklâl de o
dakikaden itibaren havaya uçtu. Bu sebepten Yahudiler, İranda sulhün bir düşmanı olarak kabul
edildiler. (Hüsrevi nev Şirvan) nın ve ikinci (Hüsrev) in
zamanında bahtiyar ve zengin olan Yahudiler, Hormisdas IV ün zamanında bedbaht
ve sefil oldular, ve bu hâl bu toprakları Arap ordularının istilâsına kadar
devam etti.
Bu
devirde Yahudi düşmanlığı yalnız bu yerlere münhasır değildi. Yalnız Roma’da,
İskenderiye’de, İran’da, Babil’de görülemiyordu. Daha milattan evvelki
asırlarda Antakyada da bunlara karşı mühim katliamlar yapılmıştı.
Lybie’de;
kral Katullus, halkı Yahudiler aleyhine tahrik ile kıyam ettirmişti. Auguste’ün
zamanında İonie’de Yahudiler ya itikatlarını terk etmeğe ve yahutta bütün umumî
hizmeti yüklenmeğe mecbur tutulmuşlardı.
Bütün bunların sebepleri, dinden ziyade,
İktisadî sahalarda beliriyor, bütün bu felâketleri, imtizaç edememek hastalığı
hazırlıyordu.
Tabir caiz ise kilise, havranın
bir kızıdır. Onun
sinesinde doğmuş, onun arasında büyümüş, onun mabedi altında yükselmiş ve
nihayet annesine karşı isyan etmiştir. Bu isyan, kilise ile havrayı asırlarca
kanlı bir boğuşma arasında bırakmıştır.
Hıristiyanlığın
intişarı zamanında, Roma’da çoktan başlayan Yahudi düşmanlığı ilerledikçe
ilerlemiş, ve Sezar’ın ülkeye bunları bir belâ olarak getirdikleri kanaati
yaşamağa başlamıştı. Halkın ağzında sade şu söz dolaşıyordu : « Sezar’a ait olan her şeyi, Sezar’a veriniz ».
Hıristiyanlığın
başlangıcında da; Hristiyanlar, Yahudiler gibi fena muamelelere maruz
kalmışlardı. Fakat yavaş yavaş Roma asilzadelerinin Hristiyanlığı kabul
etmeleri ve bu Hristiyanlığa girişte beraberlerindeki Yahudi düşmanlığını da
getirmeği unutmamışlardı.
Miladın
ilk bin senelerine kadar Yahudiler, pek o kadar mühim hadiselerle
karşılaşmıyorlar, dinî bir düşmanlığa rağmen, ufak tefek vak’a ve hadiseleri
kapatıyorlardı. Felâket miladî XI. inci asırdan sonra başladı.
Bu
tarihte fena hâlde şiddetlenen düşmanlıkta evvela esas olarak elde din
tutuluyordu. Bu zamana kadar Yahudilerin kendi lehlerinde yaptıkları ve
yaptırdıkları propagandalar, kilise ve tevabiini son derece kışkırtmıştı. 1215,
de toplanan IV üncü Latoran konsili, Yahudiler için felâketin habercisi oluyordu.
Bütün dünya halkları Yahudilerden fena hâlde nefret etmekte idiler. Ayrı
evleri, tuhaf ve garip adetleri, iltica ettikleri toprakların dillerini kabul
etmedikleri için görüştükleri anlaşılmayan dilleri, tuhaf elbiseler ve bu hâlin
husule getirdiği korkunç çehreleri, bunları meş’um bir şekil ve kıyafette
göstermekte idi. (Robert de Beauplau, le drame juif; p. 7)
Bizzat kendileri, (Talmut) un ruhî tesiri
altında, hasıl olan bu hayatlarıyla nefreti celp ediyorlardı. (Op. cıt) Bunlara
her türlü cinayetler atfedilmeğe başlanmıştı. Hamursuz bayramındaki ekmeklerini
öldürdükleri Hristiyan çocüklarının kanlarıyla yoğurdukları, doktorlarının
kralları zehirledikleri, kuyuları pislettikleri, harp zamanında düşmanlara
casusluk ettikleri söyleniyordu.
Doğru
veya yalan olan bu şayialar, halkı igzab ediyor, netice itibariyle de bu
gazaplar ancak sürgünler, katliâmlar, hapislerle teskin edilebiliyordu.
XI.
inci asırdan sonra, bu dinî düşmanlıklara, o zamana kadar pek az görülen
İktisadî düşmanlıklar da ilâve edildi.
İbranî cem’iyyeti ilk teşekkülü anında toprak ile
uğraşır, çiftçi bir halk idi. Bunlar, ticareti Yunanlılardan görmüş ve
öğrenmişlerdi. Bunda temel tutturmaları ve daima onun üzerinde kalmaları da
doğrudan doğruya kilisenin bir hatası olarak gösterilebilir. Çünkü kilise
bunlardan her türlü hukuku gasp etmiş, sadece para ve ticaret işini bunlara
bırakmıştı. Yahudilere sadece ticaret ve tababet gibi işler kalmıştı. Böylece
Yahudiler yavaş yavaş faizciliğe veya tefeciliğe başladılar.
Bunların faizci olmalarında diğer mühim
bir sebep de, kilise kanunlarının Hristiyanlara faizcilik yapmasını men etmesi
idi.
Bu hâl iktisadî vaziyette pek tabii olarak bir durgunluk vücude getiriyordu.
Diğer taraftan, Yahudiler, kendi dinî kanunlarıyla başkalarına faizle para
ikraz etmek [Borç veya ödünç verme] hakkına sahip idiler. Böylece Yahudiler,
para ticaretinde adeta bir monopol elde etmeğe muvaffak oldular. Gerçi bu hâl
kendileri için bir menfaat vasıtası olduysa da, aynı zamanda faizciliğin pek
tabii olan fahiş şekli de yine umumi kin ve nefreti celbe bir vasıta idi. Fakat
hükümetler bile ihtiyaç hâlinde bu Yahudiier e müracaat ediyorlar, onların
delâletiyle istikraz akdediyorlardı.
1096
dan itibaren ilk ehli salipler, Yahudiler üzerine atılmağa ve çullanmağa
başladılar. Bu ehli salip Moselle’deki, Ahin’deki, Danub’deki Yahudileri yağma
ve imha ettiler. Aynı hadisât 1146. da Almanyada da oldu. 1189. da ise
İngiltere’de tehaddüs [Yok iken peyda olmak. Ortaya çıkmak. Meydana gelmek.
Olmak] etti.
İnnocent
III. ün ruhanî reisliği zamanında (1198-1216 daha şiddetli bir hâl aldı. IV.
üncü Latran konsili artık engizisyonları vücude getiriyor, Yahudi kanlarını akıtıyor, fakat
Yahudilerde de büyük bir inat ile an’ane ve tinetlerinden küçük bir fedakârlıkta
bile bulunmak istemiyorlar, altın ve paraya sahip olarak ölmeği tercih
ediyorlardı. Fakat
bu sırada, XIII. üncü asrın son senelerinde, Moğolların istilası da Yahudilerin
bir işi olarak görülmüş bu yüzden ta (Alsas) a kadar bütün Yahudilerden intikam
alınmıştı. Asıl müthişi kara vebanın zuhuru idi. (1350-1348). Yahudiler
kuyuları zehirlemekle ittiham ediliyorlardı. İspanyadan başlayarak İsviçreye,
Macaristana, Avusturyaya, Almanyaya kadar bütün bu geniş saha üzerinde binlerce
Yahudiler katil olunuyorlardı.
Bunu daha iyi tesbit edebilmek için her
yerdeki düşmanlığı ayrı ayrı gösterelim
İspanya’da
Yahudilerin vaziyeti başlangıçta tamamıyla başka bir şekilde idi. Daha ilk
muhaceret zamanında bu topraklara gelmişler, buralarda serbestçe yerleşebilmek
imkânını bulmuşlardı. Vespasien’in, Titus’ün ve Hadrien’in zamanında külliyetli
bir halk olarak bulunuyorlardı. Bu topraklarda son derecede zengin olmuşlar,
büyük bir nufuz kazanmışlardı. VI. inci aşıra kadar tam bir saadet içinde
yaşamışlardı. İspanyada başka bir vatan vücuda getirmişlerdi.
Visigoths’ların
zaferinde ise, Yahudiler hiç birşey gaip etmemişlerdi. Eski hayırhah,
İspanyolları unutmuşlar, bunlardan gördükleri lutuf ve insaniyeti bir tarafa
atmışlar, yeni galiplerle İspanyollar aleyhine anlaşıvermişlerdi.
Hâlbuki
İspanya onlar hakkında, Romalıların kanunlarını tatbik etmemiş, Elvire
konsilinin verdiği kararı, yani Hristiyanların Yahudilerle alâkada
bulunmamaları hususundaki emrini bile tanımamıştı.
Şimdi
vahşi Got sürülerine karışmış olarak İspanyaya düşmanlık ediyorlardı. Galipler
kadar siyasî ve İdarî hukuka sahip bulunuyorlardı. Hatta ordularına bile
girmişler. Yahudi grupları vücude getirmişler, bu truplar Pirene hududunu
muhafazaya memur edilmişlerdi.
Fakat
kral Rekkared’in Hristiyanhğı kabul etmesi, mağlup İspanyolların bu suretle
tekrar vatan sahibi ve evlatları hesap edilmesi (M. SM. 588.) işleri büsbütün
değiştiriverdi. Şiddetli kanunlar vücuda getirildi ki ; bu kanunlar, 652. de
Reseswinth tarafından neşir edimiştir. XII. inci Tolede konsili ise (680), bunları
daha şiddetli şekillere bağlamıştı. (Leges, visigoth. GXII, tit, II, 5)
Yahudilerin sünnet olmaları men edildi, yemeklerde bir fark aramalarına müsaade
yoktu. Yani eti haham kesemedi. Bunlardan başka altıncı batından aşağı
akrabalarla evlenmeleri, Hristiyanlar tarafından men edilen kitapları da
okumaları yasak edilmişti.
Hristiyanlar
aleyhinde şahadetleri de makbul değildi. Sonra bunlara karşı dava ikame
hakkından da sakıt idiler. Ve hiç kimsenin yanında bir iş, bir memuriyet
alamayacaklardı.
İşte
bu tarihte İspanyada Marranes
denen dönmeler meydana çıkmıştır. God prenslerinin ve İspanya halkının bu
tazyiklerinden daha fazla şiddetle hareket eden kilise, bütün Yahudileri ya
Hristiyan etmeğe ve yahut da öldürmeğe karar verdi.
Bu hâl karşısında Yahudiler için yegâne çare
Hristiyan olmaktı, ve kiliseyi aldatmak icap ediyordu. Artık
hepsi yakayı kurtarmak için fevç fevç vaftiz olmağa başladılar.
Hemen hemen ortada Yahudi kalmamış gibi bir şey olmuştu. Kilise bunların vaftiz
edilmelerine inanıyor, Yahudi meselesini kökünden hallettiğine kani
bulunuyordu. Fakat aldatıldığını pek çabuk anladı. Çünkü; dönmeler, kendilerinden başkalarıyla
evlenmiyorlar, aynı Yahudi akide ve an’anelerini muhafaza ediyorlar, bilakis
Hristiyan ismi altında İspanyayı daha ziyade istismar edebiliyorlardı.
Mamafih mesele pek çabuk anlaşılmış, Yahudi Hristiyanların mahiyeti ortaya
çıkıvermişti ki, bilahare kurulan engizisyon, bu Marranes denen dönmeleri
temizlemek gayesiyle vücuda getirilmiş ve temizlemişti. (Antisemitisme, I,
159)
Yahudiler
Portekiz’de de yerleştikten sonra mühim bir müsaadekârlığa nail olmuşlardı.
Siyasî büyük bir hüriyetet ve hatta nufuza sahip bulunuyorlar, yedi mıntıkada
kendilerinden tek bir reisin emir ,ve idaresi altında yaşıyorlardı. Bütün
Portekizin iktisadiyatı bunların ellerinde idi. Yerli halkın fakirleşmesine rağmen
Yahudiler, o nisbette bir servet ve sâmana sahip oluyorlar, faizcilikleri ve
bankalarıyla halkın ellerindekini topluyorlardı.
Nihayet
Ferdinand le Katolik’in müdahalesi ile kral Manuel, Yahudiler hakkında yeni bir
tedbir almak lüzumunu hissetti. Zaten bu sırada İspanyadan kaçan Yahudi
mültecileri de gelmiş bunların Portekiz millî iktisadiyatı üzerindeki tesirleri
bir anda kendisini gösterivermişti. Kral her şeyden evvel büyük bir memnuniyetsizlik
içinde kalan halkı teskin etmek zaruretinde bulunuyordu. 1496. da neşrettiği
bir emirname ile bütün Portekiz topraklarını Yahudilere kapadı. Artık hiç bir
Yahudi mülteci kabul edilmiyordu. Yeni bir emirname ile bütün Yahudilerin
Hristiyan olmaları ve vaftiz edilmeleri ileriye sürülüyordu. Nihayet ikinci
Filip tarafından Portekizin fetih ve istilâsı meselesi işi kökünden
hâllediverdi.
Portekizde,
İspanyada olduğu gibi dönmeler dolu idi. Fakat Portekizde de bu (Hristiyan
Yahudilere) itimat edilmiyordu. Bu Yahudi Hristiyanlar, vaftiz edilmelerine
rağmen bir türlü Yahudiliği terk edememişlerdi. Böylece tamam XVI. ıncı asıra
kadar bu (Yahudi Hristiyanlar), yani dönmelerin — Marranes — muhacereti devam
etti. Rahatça yaşayabilecek bir toprak bulabilmek için Amerikaya ve daha başka
yerlere hicret ediyorlardı. (İtalya, Fransa, Türkiye, Holanda gibi.)
Bu
dönmelerle dolmuş, ve yerleştikleri dakikadan itibaren, açıktan açığa yine
ecdat dinlerini takibe başlamışlardı. (Le drame juif, 9)
Fransa’da
da bir zamanlar Yahudiler için, saf ve güneşli bir hava açmıştı. Gollerin
memleketlerinde birçok koloniler vücuda getirmişlerdi. Bu koloniler, Sezar’ın
yani Roma cumhuriyetinin Yahudilere bir vatandaş hakkım verdiği zamanda gelip
yerleşmişlerdi.
Büyük
bir servete malik bulunuyorlar, her işi ellerinde tutuyorlar, Gollerin büyük
siyasî uzuvları olarak hesap ediliyorlardı.
Bu
vaziyet Fransa’nın Burgonde’lar tarafından ideresiyle de değişmedi. Yani tıpkı İtalya’da
ve İspanyadaki tarihlerini burada da takip ediyorlardı.
Fakat
Burgondeların kralı Sigismonde’un anî bir kararı her şeyi değiştirdi.
Birdenbire bir Yahudi düşmanlığı hasıl oldu, ve Yahudileri, Yahudilikten
ayrılarak Hristiyan olmağa tazyik ettiler. (Les Burgundionum, tit, XVI, 2-3)
Franklara
gelince, bunlar Yahudilerin mevcudiyetinden bile haberdâr değildiler. Hâlbuki
en ziyade Yahudi iktisadiyatı esareti altında kalan bu cahil halkdı. Gözlerini
biraz açmaları, bunlar arasında da Yahudilere karşı müdhiş bir ceryan husule
getirdi. Ve böylece beşinci asırdan sekizinci aşıra kadar bu yerlerde de bir
Yahudi tazyiki baş gösterdi.
Bu
üç asır zarfında kilise de bütün kuvvetiyle çalışıyor, Yahudileri
Hristiyanlardan ayırıyor, Hristiyanları Yahudileştirmekten uzaklaştırıyor, ve
Yahudi ayin ve ibadetlerinin yapılmamasına çalışıyordu. Hatta sekizinci asırda
artık ne Yahudiler için, ne de Yahudileşenler için rahatça nefes alabilecek bir
delik bırakmamıştı. Nihayet Yahudileri ya vaftiz olmak veyahut da sürgünleri,
katliâmları tercih etmek zaruretinde bıraktı.
Buna rağmen Yahudiler, yine
yaşayabilecek kadar ittika (sığınabilecek) edecek kuvvetler bulabiliyorlardı.
Çünkü, en büyük senyörlerin müşterileri veyahut da tüccarları olmuşlardı. Bunu,
Sidoine Apollinaire’in iki mektubu pek güzel gösterir. ( Sidoine apollinaire, I, III.)
Birçok
zamanlar, büyük rahipler kendilerini ziyaret ediyorlar, kilisede aleyhinde
bulunmalarına rağmen, hahamhanenin hahamları ile pek güzel anlaşabiliyorlardı.
İlk
asırlarda Fransa içinde, hatta köylere kadar yayılmış olan Yahudiler, toprak ve
çiftçilikle uğraşıyorlar, Fransızlasıyorlar, ve hatta İbranî isimlerini terk
ederek Fransız isimleri alıyorlardı, (Le drame juif, 9.) Daha bu zamanda henüz
para ticaretine başlamamışlar, sadece esir ticareti ile iştigal ediyorlardı.
Fakat para ticaretine girişleri, büsbütün işi açığa vurdu. 1182. de Filip
Ogüst bunları bütün krallık topraklarından kovdu. Fakat Fransa’yı bir türlü
unutmayan, ve oraya daima avdet etmek isteyen Yahudiler, ne yapıp bir
kolayını bulmuşlar, tekrar geriye dönmek müsaadesini kraldan alabilmişlerdi.
Aynı tehciri 1250. de Sent Luvi’de yaptı. XIII. üncü asrın sonlarında ise
Fransa Yahudilerinin vaziyetleri büsbütün tehlikeli bir şekil aldı. Artık
Yahudiler bir esir ad ve itibar ediliyorlar, efendilerinin izni olmadan bağlı
bulundukları toprakları terk edemiyorlar, arabaya binemiyorlardı. Nihayet 1306.
da Filip le Bel’in bir iradesiyle yani tamamen mallarının zaptı ile ve sürgün
edilmeleriyle bu işten yakalarını kurtarabildiler. Bu sırada tamam 100.000 Fransız
yahudisi de öldürülmüştür.
Fransa
yine tamamen boşalmamıştı. Yine bir yolunu bulup kalanlar vardı. Fakat 1394. de
VI. inci Şarl mütebaki kalanları da tebid etti. Sürgünler, İtalya ve
Almanya’nın yolunu tuttular. Fakat Fransada, vaftiz olmak suretiyle, Yahudi
Hristiyanları bıraktılar.
XII. üncü
Lui zamanında ise bu dönmeler hakkında da yeni bir karar ve sürgün kararı
verilmiştir. (1615)
Fakat
1648 de yine bir yolunu bularak tekrar Fransaya avdet etmişler, ve nüfuslarını
mümkün olduğu kadar tezyit etmek yollarım bulabilmişlerdi.
İngiltere’de
Yahudi düşmanlığı XI. inci asır ortalarında başlar. Birdenbire Birinci
Henri’nin bir emirnamesi bunlar üzerindeki tazyikin başlamasıdır.
Bundan
evvelki asırlarda İngiltere’de Yahudiler büyük bir refaha sahip olmuşlardı. Her
ne kadar zaman vergileri tezyid edilmiş ise de bu ağır vergileri vermek
imkânını bulmuşlar, yine rahatça yaşamışlardı.
Fakat
Birinci Henri’nin emriyle Yahudiler artık hiç bir milk sahibi olamıyorlardı.
1290. da ise Birinci Edvard’ın bir emri ile bütün Yahudiler umumî bir sürgüne
tabi tutuldular. İçlerinden 16.000 kadarı krallığı terk ettiler. Bunların
tekrar İngiltere’de görünüşleri 1655. de Kromwell’in zamanında olmuştur. XVIII.
inci asırda İngiltere’de Yahudiler tamamıyla bir ecnebi gibi telakki
edilmişlerdir. 1753
de kendilerine İngilizleşmek hakkı verilmiş ise de bu hak bir sene sonra tekrar
ref edilmiştir.
Almanya’da
Yahudilerin mevkii her zaman sefil bir hâlden kurtulamamıştır. Birçok facialar
görmüşlerdir. 1906. daki ilk ehli salip; 1146 daki ikinci ehli salip; 1928 deki
Alsas Yahudi katliamı ; 1336 da Frankoni, ve onu takip eden sepede Friburg,
Spir, Strasburg, Worms, Frankfort, 1348 deki siyah veba zamanı Mayence deki
Katliamlar, Almanya’da Yahudilerin ne zor bir hayat geçirdiklerine şehadet
eder. Buna rağmen Yahudiler bir türlü Almanya’yı terk edip çıkmak
istememişlerdir.
XIV
üncu asırdan sonra Almanya’daki Yahudi düşmanlığı, tamamıyla dinî sebeplerden
ayrılarak İktisadî sebepler üzerine kurulmuştur. XVI. inci asrın nihayetlerinde
üç ehemmiyetli Yahudi mıntıkasına hücum ediliyordu : Fürth, Worme,
Frankfort.
Artık
Yahudilerin evleri, kapılarının üzerine konan işaretlerle ayrılıyor, ve
gösteriliyordu.
Biz
aynı düşmanlığı İsviçre’de, Avusturya’da, Macaristan’da ve ilâh... her yerde
aynı şekil ve surette görürüz.
Acaba bütün bu
düşmanlıkları izhar eden sebep ne idi ?
Bunda
dinî en büyük sebep göstermekle beraber, hunim yaranda İktisadî vaziyeti de bir sebep
olarak göstermemek bir günah olur.
Yahudiler bulundukları her yerde nizamı
İçtimaîye karşı geliyorlar, onu ihlâle çalışıyorlardı.
Çünkü, bu nizamı İçtimaî, Hristiyanlık akide ve as asları üzerine dayanıyordu.
(Antisemitisme, I, 171)
Yahudiler
gittikleri yerlerde yalnız dinlerini düşünmemişler, onu neşretmek gayret ve
sevdasına kapılmamışlardı. Belki bunun kadar, bunun yanında, ticarî ve İktisadî
bir hakimiyet temin etmek istiyorlardı.
VIII.
inci asrın nihayetine doğru, İspanya halifeleri ve Şarlman tarafından büyük bir
himayeye mazhar olan Yahudiler, ticaretlerini son derecede tevsi etmişler,
bütün esir alım satımını kendi ellerine almışlardı. Bu esir ticareti ve
ellerinde bulunan güzel cariyeler, onlara fevkal’ade bir mevki bahşetmekte idi.
(Op. cit, 173.) Zenginlikleri çoğaldıkça hırsları da o nisbette artmış, onları
yeni ve hususî bir ticarete sevk etmişti. Bu da altın ticareti idi. '(Op. cit
174) Sonra bu ticareti, dinleri istiyordu. Altın aşkını faizciliği içinde
bulundukları-dinî cemiyet vermekte idi. Bu din onlara şu emri veriyordu :
« Kendi kardeşine faizle hiç bir şey vermeyeceksin. Ne
para ve ne saire... Yalnız ecnebilere faizle borç verebilirsin. » (Deuteronane
: XXIII, 19,20) Buna Hristiyan bugzu da ilâve edilince bunlar az zaman
zarfında altın ticaretinde büyük bir ihtisasa sahip olmuşlar, böylece
yerleştikleri her memleket altınlarını kendi nam ve hesaplarına toplamışlardı.
Ve onu Yahudiliğin menfaatından başka bir yere sarfetmemişlerdi. Çünkü, aynı
dinî cemiyet onlara şunun da yapılmasını emir ediyordu :
«
Eğer bir kardeşin fakir olursa, ve sana titreyerek ellerini uzatırsa, ecnebî
ülkesinde otursan bile sen onu tutacaksın. Tâki o da seninle beraber
yaşayabilsin. Ondan ne bir faiz, ne bir menfaat istemeyeceksin. » (Levitique,
XXV, 35 )
Pek
tabii olarak bu hâller, yaşadıkları halkların de gözlerinden kaçınıyordu. Sahibi bulunduğu ülkede yabancı bir ırkın İktisadî
esaretinde kalmak hepsinin gurur ve izzeti nefsini kırıyordu. Bunu daha iyi
anlayabilmek için Yahudi dinini derin bir şekilde tetkik etmek icabeder.
Yukarıda
izah ettiğimiz dinî ve İktisadî sebeplerden Antisemitisme dediğimiz « Yahudi
düşmanlığı » nın doğduğunu gördük.
Bundan
sonra Yahudilik, düşmanları tarafından ihtilâlci bir ruh ile meydana çıkarılır.
Bu ne dereceye kadar doğrudur ?
Son
asrın cemiyet hayatlarım tetkik edecek olursak, birçok gizli müesseseler ve
teşkilâtın bunların elleriyle meydana çıktıklarına şahid oluruz.
Bernard
Lazar’ın da itiraf ettiği gibi, (Frank-Masoneri) yani masonluk beşiğini
Yahudiler arasında aramak lâzımdır. (Antisemitisme, II ,196) Ve biraz aşağıda
da şunları ilâve eder : « Bu gizli cemiyetler, Yahudi ruhunu iki
cihetten temsil eder : Amelî akıl, Vahdeti mutlaka. Bu vahdeti mutlaka, bir
Allaha itikad eden metafizikin bir eseridir. »
(Op. cit)
Bu gizli cemiyetlerde bunlar iki hassayı
tavhide muvaffak olmuşlardır. Fransız ihtilâlinde de büyük rol oynamışlardır. Meselâ
ihtilâlciler arasında nezaret mevkiini işgal edenler meyanında ( Josef Ravel,
İsak Kalmer, Jakop Preyra...) gibi bir çokları bulunur. Bernard Lazar, yine şu
sözleri söyler :
«
Hiç şüphesizki Yahudiler altını ile, enerjileriyle, talanları ile Avrupa
ihtilâlini tutmuşlar ve onda ikinci bir âmil olmuşlardır »
Belki de bu, Liberalizmi tesis ve bu suretle cemiyetler dahilinde bir hakka
sahip olmak arzusundan ileri geliyordu. Bunun bir intikam gayesiyle yapıldığım
kabul etmek akla yakın olmayan bir harekettir.
Yahudilerin
Sosyalizmi tesis ettikleri fikrine gelince; bu hususi herkesden ziyade yine
Bernard Lazar’ın ağzından söylemek daha doğru olacaktır. Bernard Lazar diyorki
« Yahudiler, hâli hazır
cemiyetinin iki kulpunu işgal ederler.
Bunlar malî ve sinaî sermayenin müessisleri arasında bulundukları gibi, bu
sermayeye karşı koyanların da en müfritleridirler. Para için muharebe ve
paraya karşı muharebe ve borsa muameleciliğinin kozmopolitliğini, beynelmilel
işçiliği ve ihtilâli meydana çıkarmışlardır. İlk defa Marx 1847 de manifestile
beynelmilelciliğin bir müşevvikidir. Engels, onun tesiri altında beynelmilelciliği
vücude getirmiştir. Bu sebepden gizli bir cemiyet gibi olan beynelmilelcilik
reisleri olmuşlardır. » (Op. cit: 202)
Filhakika
bütün memleketlerdeki sosyalist teşkilâtını tetkik edecek olursak bunların,
Yahudilerin elleriyle kurulduklarına şahid oluruz. Almanya’da bunu ilk vücude
getiren Marş ile Lassalle dır. Avusturyada Aaron Libermann, Romanyada D.
Obrojann Ghera, Amerikada Gampers, Kahu, Leon kurmuşlardır. Bunların hepsi
de Yahudidir.
Rusya
Yahudilerine gelince, bunlar ilk zamanlarda nihlist olmuşlardı. Bunlardan kaçan
mülteciler Nevyorkta, Londrada da büyük işçi teşkilâtı vücude getirmişlerdir.
Bunlar hem sosyalist, hem de anarşist komünist propagandası yapmışlardır. 1891
senesi Nisanında ihtilâlci Yahudiler Londrada Berner Street kulubunun yıl
dönümünü tesid ederken bir hatip şu sözleri söylemiştir :
« Yedi senedenberi
Yahudilerin İçtimaî hareketleri tarihî bir hadise oldu. İhtilâlci Yahudiler
meydana çıktı. Her nerede olursa olsun, Yahudi bulunan her yerde, Londra’da,
Amerika’da, Avustralya’da, Polonya’da, Rusya’da anarşist ve ihtilâlci Yahudiler
vardır. » (Op. cit, 203)
Bu
yedi sene Yahudi proletaryasının ihtilâlci hareketlere girdiği tarihdir.
Fakat
bu ihtilâlcilik onları dinsizliğe doğru sevk etmişimdir?
Bu
suretle cemiyet için fena olan batıl itikatlardan kurtulmuşlardır ?
Bunun
cevabım verebilmek için Yahudi ruhunun ne olduğunu bilmek lâzımdır. Bunun için
de bir Yahudi olmak icabeder.
Bu
sebepten tekrar Yahudi muharriri Bernard Lazar’ın fikrini ve söylediklerini
almak mecburiyetinde kalıyoruz :
« Umumiyetle Yahudiler, ihtilâlci da olsalar, Yahudi
ruhunu muhafaza ederler. Bütün din ve itikadı terk etseler bile, terbiyevî ve
ecdadı olan Yahudi milliyeti nufuzundan azacık bile kurtulamazlar » (Op. cit, 204) der. Ve son
asrın ilk ortasında yaşayan Yahudi ihtilâlciliğini misâl olarak gösterdikten sonra
(Karl Marx) ile (Henri Heine) in iki güzel numune olduğunu ilâve eder. (Op.
cit, 205) Ve derki, « Almanya’da bir Fransız olduğu zannedilen, Fransada da bir Alman
telakki edilen (Heine), her şeyden evvel bir Yahudidir. »
Ve
bunu takiben Heine’in felsefesini tetkik ederken şu sözleri söyler :
« Heine’in mistisizmisi eski
Job’undur. » (Op. cit, 206)
Karl
Marks için de aynı şeyi düşünür. Bunun da felsefesini tetkik ettikten sonra,
bunun eski Yahudi (Rabbani) akidesine dayandığını söyler ve derki : « Karl Marx tam açık, vazıh bir
Talmudcudur. » (Op. cit. 206) Onun gözü önünde Marx,
Talmud’u bu günkü sosyolojik esaslara uydurmuş ve eski Yahudi
materyalizmasından yeni bir ekonomi politik meydana çıkarmıştır. Yani
bu Yahudi muharririne göre bu günkü komünizm’in ceddi ve babası Yahudiliktir. Müellif
bundan sonra da bu Yahudi ruhunun Spinoza ile Montaigne zamanında da mevcut
olduğunu söyler. Müellif bütün bunları göz önünde tuttuktan sonra,
Antisemistlerin Yahudileri ahlâksız insanlar olarak kabul ettiklerini anlatır
ve şu sözleri söyler:
Vaktiyle olduğu gibi bu gün de bütün ülkelerde
Yahudiler cemiyet haricî kalmağı muhafaza etmişler, bu cemiyette yalnız
Talmud’un terbiyesini almışlar; nefretler, ademi memnuniyetler,
(memnuniyetsizlikleri) tahkir ve tezlil edilmekler, tazyikler karşısında
kalmışlardır. Bunlar için bir insan olarak tanınmak haslatı kabul edilmemiştir.
Yahudiler bu vaziyetlerini bizzat kendileri, haricî
sebeplerden ve kendisine öğretilen kanun ile ruhunun bu maya ile yoğrulmasından
vücude getirmişlerdir. » (Antisimitisme, II.
229)
Biz
bu sözlere başka bir şey ilâve edecek değiliz. Bizzat Yahudi olan bir muharrir
tarafından ileriye sürülen bu hükümleri tenkid etmek hakkını da kendimizde
göremiyoruz. Çünkü o, içinde yaşadığı cemiyetin ruhunu bizden daha iyi tetkik
etmiş, ve bizden daha iyi görebilmiştir.
Ancak
unutmamalıdır ki, Yahudiler de insandır. Onların bugünkü sefil vaziyetlerini
görüp de acımamak elden gelemez. Eğer beşeriyet, hakikaten böyle bir dilsüz
[gönül yakan] levhayı görmek istemiyorsa buna bir nihayet vermek icap eder. Her
iki cemiyet de varlıklarından bir fedakârlıkta bulunmalıdırlar. Ve Yahudiliği,
yanlış anlaşılmasın, halkını değil Yahudi itikadını ortadan kaldırmalıdır. Ve
bunda en ziyade âmil olacak olanlar, bizzat yine Yahudilerin kendileridirler.
Biz
sırf İnsanî gaye ve noktalardan hesap ederek bu nazariyeye varıyoruz. Cemiyet
içinde bir muhrip olarak telakki edilen Yahudiler de ihtilâlleri bir tarafa
bırakıp sükûn ve sükûneti idameye tevessül etmelidirler. Beşeriyetin gözü çoktan
açılmıştır. İttikâ ettiği cemiyeti paralamak ve baltalamak isteyenlerin kimler
olduğunu görmeyen bir muhit kalmamıştır.
Bu
sebepten her iki cemiyet de, evvelâ insan olduklarım düşünmeli, an’aneyi
değil, fakat insanlığı göz önünde tutarak bu işleri yoluna koyacak bir hâl
çaresi bulmalıdırlar. İnsaniyetin her iki cemiyetten de beklediği bu yolu temin edecek olan şey
fedakârlıklardır.
Kaynak: Rıza ÇAVDARLI, Tarihte
Yahudiler-Düşmanlık Ve Sebepleri, Rızzo Basımevi Galata – 1939, İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar