TARİHTEN ALINACAK DERSLER (The Lessons Of History)
WILL And ARIEL DURANT
Çeviren Nejat Muallimoğlu
Will Durant
(1885-1981) büyük bir Amerikan tarihçisi idi. Yazarlık hayatına felsefe üzerine
kitaplar yazmakla başlayan Will Durant, 1929-1935 yıllarında çok okunan iki
felsefe kitabı yazdıktan sonra, tarihçi karısı Ariel Durant'la birlikte The
Story of Civilization (Medeniyetin Hikâyesi) adını verdikleri ve her biri
900-1000 (büyük boy) sayfalık, on ciltten oluşan büyük eseri yazmaya koyuldu.
Birinci cildi 1935'te yayımlanan, The New York Times gazetesinin
kelimeleri ile bu "muhteşem ve abidevî" eserin nihayet 1967'de
tamamlanması Amerikan akademik çevrelerinde ve basında bir "hâdise"
olmuştu.
Will ve Ariel
Durant, bu "muhteşem" eserlerinde, hemen hemen kırk yıl süren
çalışmalarından edindikleri bilgi ve tecrübeyi imbikten geçirilmiş bir özet
hâlinde gözler önüne seriyor, insanoğlunun, tarih boyunca geçirdiği tecrübeleri
göz kamaştırırcasına derinden inceleyerek, binlerce yıldan beri medeniyet ve
kültürün hangi safhalardan geçerek günümüze kadar geldiğini hayret uyandırıcı
bir berraklıkla anlatıyorlardı. *
*
Durant'ları, belki de Türkiye'de ilk defa
bu yazar tanıttı. Onların, on ciltlik The Story of Civilization eserinin
birinci cildindeki "Takdim" yazısını 1978'de, Medeniyetin
Temelleri adı altında, 170 sayfalık bir kitap hâlinde bir diğer yayımevi
için Türkçe'ye çevirmiştim.
Will ve Ariel
Durant, bir hayat boyu süren çalışmalarım bitirdikten sonra, elinizdeki bu
kitapta geriye bakarak, insanoğlunun tabiatı, davranışları, ve geleceği
hakkında tarihin ne gibi hükümler verdiklerini araştırıyor, mazinin büyük
insanlarının hayatlarından, büyük fikirlerden, ve büyük hâdiselerden,
insanoğlunun harpler, istilâlar, ve yaratıcılıkla geçen uzun yolculuğunun
mânasını arıyor, kendi çağımızı anlamamıza yarayacak büyük tez ve fikirleri gösteriyorlar.
Durantlar için
tarih, "insanoğlunun sadece ahmaklıklarının ve suçlarının
hatırlatılmasını ikaz eden biri olarak değil, çoğaltıcı ve doğurucu ruhların
hatırlatılmasının cesaret verici olduğunu söylemek için inceleyenler indinde,
mâzi, ümitsizliğe düşürücü, dehşet uyandırıcı hâdiselerin teşhir edildiği bir
salon olmaktan çıkar, semavî bir şehir, bin evliyanın, devlet adamlarının,
mucitlerin, ilim adamlarının, sanatkârların, müzisyenlerin, âşıkların, ve
filozofların hâlâ içinde yaşadıkları, konuştukları, öğrettikleri, yonttukları
ve şarkı söyledikleri büyük bir ülke' dir.
Will ve Ariel
Durant in The Lessons of History adlı bu kitabını dilimize bilhassa
çevirmek istememdeki başlıca sebep, kitabın 1992'de, Prof. Dr. Bozkurt Güvenç tarafından Tarihten Dersler adı altında, güya Türkçe'leştirilmiş
olmasıdır. (Cem Yayınevi, İstanbul.) "Güya" dedim, zira Bozkurt
Güvenç’in tercüme etmeğe çalışırken kullandığı The Lessons of History
nin beşinci baskısının (1968) bir kopyası da benim önümde; ve Tarihten Dersler,
Birinci Bölüm ün ilk satırından son bölümün son satırına kadar baştanbaşa asla
affedilemeyecek hatâlarla dolu.
Ben, yabancı
dillerden yapılan pek çok çevirinin affedilemeyecek kadar yanlış olduğunu pek
çoklarından iyi biliyorum. İki sene kadar önce Genç Akademi dergisinde
yayımlanan "Tercüme
Kepazelikleri" başlıklı
makalemde, İngiliz şair ve yazan Rudyard Kipling'in "If (Eğer)
başlıklı şiirinin kimler tarafından nasıl yalan yanlış tercüme edildiğini,
şiirin İngilizce aslını da vererek göstermiştim. Şiiri yanlış ve ekşit
Türkçe'leştirenler arasında Bülent Ecevit de vardı.
Bozkurt
Güvenç'in çevirisindeki fâhiş hatâları belirtmeden önce, diğerlerinin fikir ve
düşüncelerini yanlış aksettirmenin entellektüel ciddiyetle asla
bağdaşamayacağını söylemek isterim. Allah şahittir: ben, gerek tercüme gerekse
telif kitaplarımda bu altın kurala sadık kalmaya çalıştım. Bir arada, eserinden
alıntı yapığım bir yazar, o belirli cümleyi veya kelimeleri italik harflerle
yazmış ise, iktibasının sonuna, köşeli parentez içinde, "italikler
yazarındır," kelimelerin: eklerim. Yok, yazar italikle belirtmediği halde
ben italik harflerle yazarsam, "italikler eklendi," veya
"italikler benimdir," cümlelerini eklerim. Bu gibi ilâvelerde köşeli
parantez şart, zira normal parantez kullanılırsa, onu, yazarın kendisinin
koyduğu anlaşılır.
Diyelim, bir
yazar, meselâ, benim, içinde "mebus" kelime si geçen bir cümlemi
iktibas etti. O, "mebus"u aynen almayı mecburdur. İsterse, kelimenin
yanma, köşeli parantez içindi 'milletvekili" kelimesini ekleyebilir:
[milletvekili]. Ama mut laka köşeli parantez içinde, çünkü normal parantez
içindi (milletvekili) diye alırsa, o parantezi benim koyduğum anlaşılır. Demek
oluyor ki, bir yazarın noktalama işaretlerini de iyi bilmesi gerekir.
Her ne ise, Bozkurt
Güvenç'in baştan başa yanlış tercümelerle dolu "çevirisinden bazı örnekler
verelim. Hatâ, dahi Birinci Bölüm'ün başlığında başlıyor (İngilizce aslında s.
11 Bozkurt Güvenç'in çevirisinde, s. 13): GİRİŞ: BİLDİK KONULAR, ÇETİN SORULAR.
B. ve Bn. Durant'ın bu başlığı verdikleri ad ise, Hesitations, yâni
"Tereddütler."
Bunu böyle
belirttikten sonra, tarihçi Durant'ların niçin "tereddütler" içinde
bulunduklarını kendi kalemlerinden okuyalım:
As his studies
come lo a close the historian faces the challenge: Of what use have your
studies been? Have you found in your uıork orıly the amusemerıt of recounting
the rise and fail of nations and ideas, and retelling "sad stories of the
death of kings"? Have you learned more about human nature than the man in
the Street can learn without so much as opening a book? Have you derived from
history any illumination of our present condition, and guidance for our
judgements and policies, any guard against the rebuffs of surprise or the
vicissitudes of change? Have you found such regularities in the sequence of
past events that you can predict the future actions of mankind or the fate of
states? İs it possible that, after ali, "history has no sense"1
that it teaches us nothing, that the immense past u>as only the weary rehearsals
of the mistakes that the future is destined to make on a larger stage and
scale?
Bozkurt Güvenç,
kitabın bu ilk paragrafını şöyle Türkçe'leştirmiş (s. 13):
Yazıp
çizdiklerinin sonuna gelen tarihçi kişi şu sorulan cevaplamaktan kaçmamaz.
Yazdığın tarih sanki ne işe yarayacak?
Tarihte, sadece
yükselen ya da çöken milletlerle türlü düşünce akımlarının serüvenini mi
buldun; yoksa "geçip-gitmiş kralların acıklı öyküsünü mü” anlattın?
İnsanoğlu nun
yazgısını, hiç kitap yüzü görmemiş bir kimseden daha iyi anladın mı?
Yazdığın tarihten, bugünü anlamamıza
yarayacak, inanç ve politikalarımızı yönlendirecek, toplumu istenmeyen
sürprizlerden sakınacak [kitaptan aynen aktarıyorum] değişmenin sürekliliğini
(veya kaçınılmazlığını) ortaya koyacak hangi sonuçları çıkardın?
Geçmişteki olayların ardışıklığından insanlığın
geleceğini ve devletlerin yazgısını söylemeye yarayacak ne gibi düzenlilikler
(yasalar) buldun?
"Tarihte
bir anlam bulunmadığı, tarihin bize hiçbir şey öğretmediği, öncesiz geçmişle
sonrasız geleceğin, aslında, daha geniş bir sahnede yinelecek hatâların bir
provası olduğu" görüşü acaba gerçek mi?
Yanlışları
düzeltmeye nereden başlayacağımı bilemiyorum. Yazının İngilizce aslındaki human
nature kelimeleri, "insanoğlunun yazgısı" diye Türkçe’leştirilmiş!
İbarede! nature kelimesi, "tabiat, mizaç, yaradılış, maya"
mânasındadır; yazgı ise, "kader, kısmet, mukadderat,
alınyazısı" demektir ki, çevirmen, "devletlerin yazgısını
söylemeye" kelimeleri ile nature kelimesini "alınyazısı"
anlamında kullanılmış. Ama o zaman sormak gerekecek: "tabiat, mizaç,
yaratılış" ve "yazgı" anlamdaş kelimeler midir?
Çevirmen Bozkurt
Güvenç, daha aşağıda, "düzenlilikle kelimesinden sonra, parantez içine
aldığı "yasalar" kelimesini kullanmış. Burada, mutlaka köşeli
parantez kullanım gerek, zira yukarıda söylediğim gibi, parantez, onu
Durant'ların koyduğu hissini uyandırıyor. Evet, bir yazarın, bilhassa
üniversitelerde ders veren bir akademisyenin noktalama işaretlerini iyi bilmesi
şarttır.
Şimdi, Amerikalı
tarihçilerin dediklerinin, elinizdeki kitapta nasıl Türkçe'leştirildiğini (s.
23) görelim:
İncelemeleri
sona eren tarihçi bir meydan okuma ile karşı karşıya:
Bütün bu
çalışmalarının ne faydası oldu? Çalışmalarınıza sadece milletlerin ve
fikirlerin yükseliş ve düşüşlerini nakletmemek: ve "kralların ölümlerinin
acıklı hikâyeleri"ni yeniden anlatman zevkini mi tattınız?
insan tabiatı
hakkında, sokaktaki adamın hemen hemen hiç kitap açmaksızın öğrenebileceğinden
fazlasını öğrendiniz?
Tarihten, bugün
içinde bulunduğumuz şartlan aydınlatabilecek herhangi bir ışık, hükümlerimiz ve
takip edeceğimiz politikalar için bir rehber, sürprizlerin red ve tersliklerine
veya değinmenin iniş ve çıkışlarına karşı herhangi bir korunma çıkarabildik mi?
Mazinin,
biribirini takip eden hâdiselerinde, beşeriyetin İstikbalde nasıl hareket
edeceğinde veya devletlerin kaderlerinin nasıl tecelli edeceğinde kehanette
bulunabileceğimiz muntazamlık buldunuz
mu?
Nasıl olsa,
"Tarihin hissi yoktur,” sözü doğru mudur, yâni tarih bize bir
şey öğretmez, yâni vâsi mâzi, istikbalin, daha büyük bir sahnede ve daha büyük
ölçüde tekrarlanması, kaderinde yazılı hatâların bıkkın provalardan başka bir
şey değil midi
İngilizce
bilenlerinizin daha iyi görecekleri üzere, eksik tercümeler var. Meselâ, weary
rehearsals kelimelerindeki "weary"nin ne olduğu belirtilmemiş.
Sonra, immense past, "vâsi, muzzam mâzi" demektir. Yine predict
kelimesi "söylemek" değildir; "bir şeyin vukuunu önceden haber
vermek, kehanette bulunmak" demektir. Yıllardan beri tekrarlaya geldiğim
bir sözüm var: dağarcıklarında bir kaç yüz "öz Türkçe" kelimeden
fazla kelime bulunmayanlar, kim olurlarsa olsunlar, meselâ İngilizce'den doğru
bir tercüme yapamazlar. Bozkurt Güvenç, bu "çeviri si ile benim bu sözümü
doğruluyor.
Kitabın,
İngilizce aslının onbirinci sayfasında başlayan ve onikincide de devam eden,
ikinci paragrafta şu cümleler de var:
At times, we feel so, and
a multitude of doubts assail our enterprise. To begin with, do ive really know
what the past was, what actually happened, or is history "a fable"
not quite agreed upon? Our knovuledge of any past event is alıvays incomplete,
probably inaccurate, beclouded by ambivalent evidence and biased historians,
and perhaps distorted by our oıvn pairiotic or religious partisanship.
Bozkurt Güvenç,
Durant'ların cümlelerini, çok kötü bir dille şöyle Türkçeleştirmiş:
Giriştiğimiz
tarih (yazma) serüveninin şüphe ve kuşku çıkmazlarıyla dolu olduğunu duyumsar
dururuz. Söz gelişi, geçmişin öyküsünü, tarihte neler olup bittiğini, tarihin
bir öykü (masal) ya da tartışılmaz verilerden kurulu olmadığını biliyor muyuz?
Geçmişe ait bilgilerimiz, güvenilmez ya da şüpheli kanıtlara ve önyargılı yazarların
tarihlerine dayandırılmış, dini inançlar ve milli duygularla çarpıtılmış
olabileceği gibi, çok kez eksiktir de.
Amerikalı,
tarihçilerin söyledikleri, hakîkî Türkçe ile şöyle:
“Zaman zaman
biz de öyle hissediyoruz, ve çok sayıda şüpheler teşebbüsümüzü engellemeğe
çalışıyor, tikin, mâzinin ne olduğunu, nelerin vuku bulduğunu, veya tarihin,
üzerinde henüz bir "anlaşmaya varılmamış bir masal" olup olmadığını
gerçekten biliyor muyuz? Mâzide vuku bulmuş herhangi bir hâdise hakkındaki
bilgimiz daima eksik olduğundan, ve kesin olmayan delillerle ve tek taraflı
tarihçilerle karartıldığından muhtemelen yanlış ve belki de, kendimizin millî
ve dinî partizanlığımızla tahrif edilmiştir.”
Durant'ların
kitabının ikinci bölümünün başlığı şöyle: History and the Earth. Bozkurt
Güvenç'in başlığı ise şu: TARİH VE DÜNYAMIZ. Ben, sayın profesörün
"earth" ve "world" kelimelerinin tıpatıp aynı şeyler
olmadıklarını bildiğini sanıyorum. Şu halde, yazarın "earth"
kelimesini "yeryüzü" kelimesi ile niye Türkçeleştirmedi?
Bu bölümdeki
yanlış çeviriler de, tıpkı birinci bölümde olduğu gibi, bölümün ilk
paragrafının birinci cümlesinde başlı yor: "Geçmiş olayları, geçmişin
belgelerini 'tarih' olarak görmek tartışmaya açık bir eğilimdir."
B. ve Bn.
Durant'ın cümlesi şöyle: "Let us define hislory in its troublesome
duplexity, as the events or record of tht past."
Hayret etmemek
elde değil: Sayın Bozkurt Güvenç, bu cümlenin yukarıya aldığım Türkçe'sini
rüyasında mı buldu' Cümlenin Türkçesi'ni müsaadenizle ben söyleyeyim:
"Tarihi aynı zamanda veya aynı şekilde işleyen iki ayrı kısmı
bulunduğundan, güçlük verse de, mazinin hâdiseleri veya kayıtlar diye tarif
edelim."
Aşağıda, kitabın
İngilizce aslından alınmış iki cümle göreceksiniz (s. 15):
Geogj-aphy is
the matrix of history, its nourishing mother anı disciplining home. its rivers,
lakes, oases, and oceans draw settler to their shores, for water is the. life
of organisms and tourns, and oj fers inexpensive roads for transport and trade.
Bozkurt
Güvenç'in, bilhassa ilk cümlede buram buram keyfilik kokan, çok yanlış
tercümesi şöyle (s. 17):
Coğrafya,
tarihin yuvası, sütannesi, babaocağıdır. Canlılara ve kentlere hayat veren su,
alışverişe ve ulaşıma elverişli suyollarını oluşturur. İnsanlar, akarsular,
göller, denizler kıyısında, vahalarda toplanır.
Aşağıdaki
satırlar da benim tercümem:
Coğrafya, tarihi
şekillendiren kalıp, tarihin besleyici annesi ve onu disiplin altında tutan
evidir. Onun nehirleri, gölleri, vahaları ve okyanusları insanları,
yerleşmeleri için kıyılarına çeker, zira organizmaların ve şehirlerin can
damarları sudur, taşıt ve ticaret için yollar gösteren de odur.
Amerikan
tarihçileri kitabın onaltıncı sayfasında şu cümleye de yer vermişler:
Wherı the Greeks
grew too numerous for their boundaries, they founded colonies along the
Mediterranean ("like frogs around a pond," said Plato8)
and along the Euxine, or Black, Sea.
Önce şunu
belirtmek isterim: Çevirmen Güvenç, dikkatlice bakmış olsa idi, tarihçilerin, Euxine
Sea ile Black Sea'nin aynı denizler (yâni Karadeniz) olduğunu
göstermek için, cümledeki "or Black" kelimelerini—ki "veya
Kara" demektir—iki virgül arasında belirttiklerini görecekti. Şunu demek
istiyorum: Cümlede "Ege" kelimesi yok.
Türkiye'deki
çeviri kitaplarındaki en büyük hatâlardan biri, sadece çevirdikleri dili değil
Türkçe'yi de iyi bilmeyen çevirmenlerin, uzun bir cümleye rastladıkları zaman,
parçalayıp, küçük küçük cümleler hâlinde göstermeleridir ki, bu da, yazarın
dilini çok basitleştirdiği gibi, zaman zaman mânayı da altüst ediyor.
Profesör Bozkurt
Güvenç, Durant'ların bu bir cümlesini, iki cümle hâlinde şöyle dilimize
aktarmış:
Nüfusu hızla
çoğalan Grekler, Akdeniz ve Karadeniz kıyılarında, Ege’de koloniler kurmuştu.
Platon ('Eflatun) "gölcükte yaşayan kurbağalar"8
benzetmesini yapmıştı kendi halkı için.
Söyledim, yine
söyleyeceğim: Bilhassa bir çevirmenin noktalama işaretlerini iyi bilmesi
gerekir. Parantez içindeki "Eflatun” kelimesini, çevirmenin kim olduğunu
bilmeseydim, B. ve Bn. Durant’ın koyduklarını sanabilirdim.
Bozkurt
Güvenç’in, iki cümlede ifade ettiği cümleyi, ben, İngilizce aslına sadık
kalarak, bir cümle ile Türkçe’leştireyim:
Yunanlar, kendi
sınırları dahilinde yaşayamayacakları kadar çoğalınca, Akdeniz ve Karadeniz
sahillerinde (Platon un deyişi ile, "gölcük çevresindeki kurbağalar
gibi") koloniler kurdular.
Kitabın üçüncü
bölümü: Biyoloji ve Tarih. Önce, kitabın İngilizce aslındaki şu cümleler (s.
19):
The secorıd
biological lesson ofhistory is that life is selection. In the competition for
food or mates or poıver some organisms succeed and some fail. In the struggle
for existence some individuals are better equipped than others to meel the.
test of survival. Since Nature (here meaning total reatity and its processes)
has not read very carefully the American Declaration of Independence or the
French Revolutionary Declaration of the Rights of Man, we are ali born unfree
and unequal: subject to our psychological heredity, and to the customs and
iraditions of our group; diversely endouıed in health and strength, in mental
capacity and qualities of character.
Bozkurt
Güvenç'in İngilizcesi, bilmiyorum, belki günlük konuşmalar için yeterli, ama
bilhassa akademik kitapları Türkçeleştirmek için pek de yeterli olmadığı
anlaşılıyor. Buna bir de yıllardan beri kurtulamadığı saçma öz Türkçeciliğini
de eklerseniz, yukarıdaki İngilizce cümlelerin Türkçe'sini—daha doğrusu onun
Türkçe’sini—anlamakta niye güçlük çektiğinizi daha iyi anlayacaksınız (s. 25):
Hayatın bir tür
"seçilim" (ayıklanma) olması tarihin ikinci biyoloji dersidir. Aş,
eş ve iş için süregelen yarışmada kimi kazanır, kimi yitirir. Hayatta kalma
savaşında kimileri ötekilerden daha güçlüdür. Bütün gerçeklikler ve onların
süreçleri anlamındaki doğa, Amerikan Bağımsızlık Bildirisi ile Fransız İnsan
Haklan Beyannamesi'ni hiç dikkate almadı. Bizler, özgür doğmadık ve eşitsizlik
içinde büyüdük. Bu durum fizik ve fizyolojik mirasımızla toplumumuzun gelenek
ve görenekleriyle doğru; beden ve düşünce gücümüzle ve karakter, (kişilik)
niteliklerimizle ters orantılıdır.
Şimdi de,
Amerikalı tarihçilerin, hakîkî Türkçe ile ne dediklerini görelim:
Tarihin ikinci
biyolojik dersi, hayatın bir seçim, bir ayıklama olduğudur. Gıda tedarik etmek
veya bulmak veya iktidar uğrundaki rekabette bazı organizmalar başarılı olur,
diğerleri olmaz. Var olabilme mücadelesinde bazı fertler, ayakta kalabilmenin
sınavı için diğerlerinden daha iyi teçhiz edilmişlerdir. Tabiat (buradaki mânası
ile topyekün gerçek ve onun işlemleri) Amerikan İstiklâl Beyannamesini veya
Fransız İhtilâlinin İnsan Haklan Beyannamesini çok dikkatli okumadığından,
bizler gayr-i hür ve gayr-i eşit doğarız: hepimiz, fizikî ve psikolojik
ırsiyetimize, ve bağlı olduğumuz grubun âdet ve geleneklerine tabiyiz;
hepimize bahşedilen sıhhat ve fizikî güç, zihnî kapasite ve karakter
özellikleri biribirinden farklıdır.
Gördüğünüz gibi,
yazının aslında "fizyolojik miras," "ters" ve
"doğru" orantılar yoktur; anlayan, ve anladıklarını diğerlerine
aktarmasını bilenler için gayet derin mânalı sözler vardır. Bilhassa akademik
yazıların tercümesinde keyfîliğe, adamsendeciliğe asla yer yoktur.
Kitabın Beşinci
Bölüm ünün başlığı Character and History, yâni "Karakter ve
Tarih." Bozkurt Güvenç ise, "İNSANIN DOĞASI VE TARİH" demiş.
Bölüm, İngilizce aslında şu kelimelerle başlıyor:
Society is
founded not on the ideals but on the nature of man, and the constitution of man
reıvrites the constitution of states. But w hat is the constitution of man?
Amerikalı
tarihçilerin bu kelimeleri, Türk çevirmeni Bozkurt Güvenç tarafından, tırnak
içinde gösterilen toplum ve ikinci cümle ortasına sıkıştırılan sırıtkan bir
"ya" edatı ile kitabına şöyle aktarılmış:
"Toplum”
adına verdiğimiz varlık—ilkeler, ülküler üstüne değil—insan doğası üzerine
kuruludur. Devletlerin anayasalarını yazan insanın anayasasıdır ya, İnsanın
Anayasası nedir?
İngilizcesinin
derecesi artık iyiden iyiye anlaşılan Bozkurt Güvenç'e söyleyelim ki,
"anayasa" mânasına gelen constitution kelimesinin bir diğer
mânası da, "vücut yapısı, bünye"dir. "İnsanın anayasası" da
ne demek? Bu cümlede asla kullanılmaması gereken bir "söz'u, koca bir
profesör doktor nasıl kitabına alır, benim aklım almıyor. Her ne ise, bir de
biz aktaralım:
Cemiyet,
idealler üzerine değil, insan tabiatı üzerine kurulur, ve insanın yapısı da,
devletlerin anayasalarını yeniden yazar? Peki, insanoğlunun yapısını neler
oluşturur?
Bozkurt
Güvenç'in bu çevirisindeki akıl almaz yanlışları göstermek için bölümleri dikkatle
okumaya gerek yok. Bir bölümün ilk cümlesini ele almak kâfi. Meselâ,
Durant’ların, "Din ve Tarih" bölümünün ilk cümlesi şöyle (s. 43):
Even the
skeptical historian develops a humble respect for religion, since he sees it
functioning, and seemingly indispensable in every land and age.
Bozkurt.
Güvenç'e göre, Amerikan tarihçileri şunu demek istemişler:
En titiz bir
tarihçi bile, işlevine ve evrenselliğine bakarak din konusunda saygılı bir
tutum alır.
Kitap boyunca
kendini belli eden keyfîlik burada da karşımızda. "Titiz" kelimesi
de nereden çıktı? Yoksa onun Türkçe'sinde "şüpheci" ve
"titiz" eş anlamlı kelimeler midir? Sonra cümlede "en"
sıfat eki de yok.
Bozkurt Güvenç,
o cümleyi şöyle tercüme edemez miydi?
Skeptik
[şüpheci] bir tarihçi bile, her ülkede ve her çağda işlemini yürüten, ve
zahiren, kaçınılamayacak müessese olarak gördüğünden, dine, mütevazi bir
hürmet geliştirir.
Birinci
sayfasından son sayfasına kadar berbat bir Türkçe ile dilimize aktarılmış,
akıl almaz yanlışlarla dolu bu kitabın, bir akademisyene asla yakışmayacak bir
tarafı da, kitabın aslında bulunmayan cümlelerin, yazarların düşünceleri
imişcesine eklenmesi. Ne demek istediğimizi anlatmak için, bu "Din ve
Tarih" bölümünün birinci paragrafının, yukarıya aldığımız birinci cümleden
sonrasını aynen alalım:
To the unhappy,
the suffering, the bereaved, the old, it has brought supernatural comforts
valued by millions of souls as more precious ihan any natural aid. It has
helped parerıts and teachers to discipline the young. It has conferred meaning
and dignity upon the loıvliest existence, and through its sacraments has made
for stability by transforming human covenants into solemn relationship ıvith
God. It has kept the poor(said Napoleon) from murdering the rich. For since the
natural inequaiity of men dooms many of us to poverty or defeat, some
supernatural hope may be the sole alternative to despair. Destroy that hope,
and the class war is intensifıed. Heaven and utopia are buckets in a well: when
one goes down the other goes up; when relıgion declines Communism gi'ouıs.
İngilizce ‘den
tercümeler yapan, gazetelerdeki yazıları ve kitaplarıyla ona buna ders vermeye
çalışan Prof. Dr. Bozkurt Güvenç, B. ve Bn. Durant'ın bu çok derin mânalı
cümlelerini yazının aslındaki bir cümleyi tercüme etmeyerek ve—he; halde kendi
politik düşüncelerini aksettirmek için—yazımı aslında bulunmayan bir cümle de
ekleyerek, kötü bir Türkçe ile şöyle aktarmış:
Umudunu
yitirene, acı çekene, yoksula, yaşlıya her türlü madde yardımdan daha etkili
gelen, huzur sağlayan dindir. Çocuk eğitiminde ana-babalarla öğretmenlere
yardımcı olan da dindir. Ve yine din değil midir, en düşük yaşama düzeyine
anlam ve saygınlık kazandıran, insanoğlunun Tanrı ile ilişkisini kuran, hayatın
sürekliliğini kutsal değerler zinciriyle birbirine bağlayan? İnsanlar
arasındaki eşitsizlikler, çoğumuzu yoksulluğa ve şaşkınlığa sürüklediğ için
doğaüstü inançlar çaresizliğin ilk seçeneği oluyor. Umutların yitirilmesi sınıf
çatışmasını körükler. Cennet ve ütopya bostan kuyusundaki kova çiftine benzer:
Biri inerken öteki çıkar! Şu anlamda ki din zayıflayınca komünizm
güçlenir—tersi de görülür, toplumculuk zayıflayınca din güçlenir!
*
İşte, yıllardır
Türkçe'den politikaya kadar her türlü konuda ahkâm kesen bir profesörün
çevirisi. Yazarların kullanmadığı noktalama işaretlerini ne hakla kullanıyor?
Durant'lar, bu paragrafta bir tane dahi nida (!) işareti kullanmazlarken, Prof.
Dr. Güvenç iki tane kullanmış. Sonra, "Ve yine din değil midir?" diye başlayan soru cümlesi de ne
oluyor? Yazının aslında böylesine yılışık bir söz yok. Sonra, Napoleon'un sözü
niye atlandı? Dürüst bir çevirici, kitapta ne varsa çevirmeye mecbur değil
midir? Ve hele hele,"—tersi de görülür, toplumculuk zayıflayınca din
güçlenir!" cümlesini kendi politik ve sosyal düşüncesini, sanki Amerikan
tarihçilerin düşünceleri imişcesine kitaba almanın, hangi ahlâk anlayışı ile
bağdaşabileceğini Bozkurt Güvenç bana söyleyebilir mi? Aslında olmayan bir şeyi
varmış gibi göstermek.
sahtekârlık,
yalancılık değilse nedir? (Bu tür ilâveler diğer sayfalarda da var.) Defalarla
yazdım: kendilerini aydın sananlar, gerçek aydınlar olmaya çalışmadıkça, bu
ülkenin başı dertten kurtulamayacaktır.
Her ne ise,
Prof. Dr. Bozkurt Güvenç'in Türkçe’leştiremediği, veya Türkçeleştirmek
istemediği cümleleri biz Türkçeleştirelim:
Din mutsuzlara,
acı ve ızdırap içindekilere, mahrum kalmışlara, yaşlılara, milyonlarca insanın
herhangi materyal [maddî] bir yardımdan daha değerli gördüğü tabiat-üstü
huzuru getirdi. Din, ebeveynlere ve öğretmenlere, gençlerin disiplininde
yardımcı oldu. Cemiyetin en alttaki tabakalarında varlıklarını sürdüren
insanlara pâye verdi, hayatın bir mânası olduğunu gösterdi, ve emirleri ve
âyinleriyle, beşerî mukaveleleri Allah'la girişilmiş kutsal münasebetler hâline
dönüştürerek topluluklarda istikrar sağladı. Din, fakirlerin zenginleri
öldürmelerini önledi. (Bu Napoleon’un sözü idi.) Zira insanlar arasındaki
tabiî eşitsizlik, pek çoğumuzu sefalet veya yenilgiye sürükleyeceğinden, bir
tabiat-üstü ümit tek alternatif olabilir. O ümidi ortadan kaldırın, sınıf harbi
şiddetlenir. Cennet ve
ütopya, bir kuyudaki kovalardır: biri aşağı indiği zaman diğeri yukarı çıkar;
din zayıflayınca Komünizm yayılır.
Takdir edersiniz
ki, Prof. Dr. Bozkurt Güvenç'in "çevirisindeki bütün hatâları bu
sayfalarda belirtmeme imkân yok. Fakat sizi bir defa daha temin edeyim ki,
aslında "İndeks "li olmasına rağmen onun çevirisinde indekssiz olan Tarihten
Dersler, baştanbaşa yanlış ve eksik tercüme edilmiş. Bozkurt Güvenç ise, bu
"çeviri"sinin çok iyi olduğuna inanmış olmalı ki, "Çevirenin
Sözbaşı"smda diyor ki: "Okurlarım beğendiklerini başkalarına
söyler, eleştirilerini çevirene iletirlerse sevinirim."
Nejat Muallimoğlu
Sh: 9-22
İncelemeleri
sona eren tarihçi bir meydan okuma ile karşı karşıya: Bütün bu çalışmalarının
ne faydası oldu?
Çalışmalarınızda,
sadece milletlerin ve fikirlerin yükseliş ve düşüşlerini nakletmenin, ve
"kralların ölümlerinin acıklı hikâyelerini yeniden anlatmanın zevkini mi
tattınız?
İnsan tabiatı
hakkında, sokaktaki adamın hemen hemen hiç kitap açmaksızın öğrenebileceğinden
fazlasını mı öğrendiniz?
Tarihten, bugün
içinde bulunduğumuz şartlan aydınlatabilecek herhangi bir ışık, hükümlerimiz
ve takip edeceğimiz politikalar için herhangi bir rehber, sürprizlerin ret ve
tersliklerine veya değişmenin iniş ve çıkışlarına karşı herhangi bir korunma
çıkarabildiniz mi?
Mazinin, biribirini takip eden hâdiselerinde,
beşeriyetin istikbalde nasıl hareket edeceğinde veya devletlerin kaderlerinin
nasıl tecelli edeceğinde kehanette bulunabileceğiniz muntazamlıklar buldunuz
mu?
Nasıl olsa,
"Tarihin hissi yoktur," sözü doğru mudur; yâni, tarih bize bir şey
öğretmez, yâni, vâsi mâzi, istikbalin, daha büyük bir sahnede ve daha büyük
ölçüde tekrarlanması kaderinde yazılı hatâların bıkkın provalarından başka bir
şey değil midir?
Zaman zaman biz
de öyle hissediyoruz, ve çok sayıda şüpheler teşebbüsümüzü engellemeğe
çalışıyor. İlkin, mazinin ne olduğunu, nelerin vuku bulduğunu, veya tarihin,
üzerinde henüz bir "anlaşmaya varılmamış bir masal" olup olmadığını
gerçekten biliyor muyuz?
Mazide vuku
bulmuş herhangi bir hâdise hakkındaki bilgimiz daima eksik olduğundan, ve kesin
olmayan delillerle ve tek taraflı tarihçilerle karartıldığından muhtemelen
yanlıştır, ve belki de kendimizin millî ve dinî partizanlığımızla tahrif
edilmiştir. "Tarihin büyük bir kısmı
tahmin, ve mütebakisi peşin hükümlerdir." Hattâ kendi ülkesi, ırkı, inancı,
veya sınıfı için duyabileceği tarafgirlik hislerinin üstüne çıktığını sanan
tarihçi bile, seçtiği malzemesi ile, ve kullandığı sıfatlardaki nüanslarla
kendi gizli tercihlerini açığa vurur. "Tarihçi, daima gerektiğinden fazla
basitleştirir, ve çok yönlü muğlaklığını hiç bir zaman benimseyemediği veya
anlayamadığı kalabalık ruhlar ve hâdiseler arasından kolaylıkla yoğurabileceği
azınlıktaki gerçekleri ve insanları acele ile seçer." Yine, mazide olup bitenlerden
istikbal için çıkardığımız neticeler, değişmenin gittikçe hız kazanmasından
ötürü, önceki zamanlardakinden fazla rizikolu oluyor. Charles Peguy 1909'da,
"dünyada, İsa'nın zamanından itibaren vuku bulan bütün değişmelerin, son
otuz yıldaki değişmelerden az" olduğunu sandı; ve belki günümüzde, fizik
üzerine doktora yapmış genç bir ilim adamı, kendi ilminin 1909’dan bu yana,
daha önceki yazılı tarih boyunca gördüğü değişmelerden fazla değişikliğe
uğradığını söyleyecektir. Her sene—bazen, harpte, her ay—yeni bir icad, metod,
veya durum, davranış ve fikirlerin yeniden düzenlenmesine zorluyor. Üstelik,
tesâdüfî bir unsurun, belki de metallerin ve insanların davranışlarına tesir
ettikleri anlaşılıyor. Biz, organizmalar bir yana, atomların bile istikbalde,
mazide hareket ettiklerini sandığımız tarzda hareket edeceklerine artık emin
değiliz. Elektronlar, Cowper'in Tanrısı gibi, hayret uyandırıcı icraatlarını
esrarengiz şekillerde yaparlar, ve İskender'in, kendisini, kendisini öldürecek
kadar içkiye vererek, kurduğu yeni imparatorluğunun parçalanmasına sebep oluşu
gibi (M.Ö. 323), veya Rusya tahtına Prusyalılar'ın davranış ve usullerine aşık
bir Çarın tahta geçmesinin (1762) Büyük Frederick'i felâketten kurtarması
gibi, herhangi bir karakterin acayip bir hareketi veya bir durum millî
denklemleri altüst edebilir.
Besbelli ki,
tarih yazıcılığı bir ilim değildir. O, sadece bir emek, bir sanat, ve bir
felsefe olabilir—gerçekleri bulup çıkarmakla bir emek, eldeki kaotik malzemeye
anlaşılır bir düzen vermekle bir sanat, perspektif ve aydınlatma uğrunda bir
felsefe.
"Şimdiki zaman, bir yumak hâlinde harekete geçmeye hazır mâzi, ve mâzi
de, anlamamız için yumağından çözülmüş şimdiki zamandır," veya biz böyle olduğuna inanıyor ve
ümit ediyoruz. Felsefede, bütünün ışığında parçayı görmeğe çalışırken,
"tarih felsefesı'nde ise, mazinin ışığında şimdiki ânı görmeğe çalışırız.
Biz her iki durumda da, bunun, bir mükemmellik tedbiri olduğunu biliyoruz;
topyekün perspektif ise bir optik yanılmadır. Biz, insanoğlunun bütün tarihini
bilmiyoruz; Sümer ve Mısır medeniyetlerinden önce, muhtemelen bir çok medeniyet
vardı; kazılarımıza ancak başladık! Biz bu işe, kısmî bilgimizle girişmeli, ve
şartlı olarak, ihtimallerle tatmin olmalıyız; tarihte, ilim ve politikada
olduğu gibi, hükümranlık eden nisbîliktir, ve bütün formüller şüphe ile ele
alınmalı. "Tarih, kendi akışını teorik ölçülere veya mantıkî kanallara
zorlama teşebbüslerine gülümser; bizim genelleştirmelerimizi altüst eder, bütün
kurallarımızı çiğner; tarih baroque' dır." * Belki bu sınırlar
dahilinde, realiteye sabırla katlanabilmek, ve biribirimizin vehimlerine saygı
beslemek için tarihten yeterince öğreneceklerimiz vardır.
* Onaltıncı asrın ikinci yarısından
onsekizinci asrın ikinci yansına kadar uzanan çağın, sanat ve mimarî tarzına baroque denir, önceki standartlara azim ve
enerji ile karşı çıkan baraque üslûbu, bilhassa son çağlarında
inceden inceye işlenmiş, ve bazen acayip süslemeleri ihtiva ediyordu. Kelime,
buradaki kullanılışı ile, "acayip, aşırı veya son derece süslü" demektir.—
İnsanoğlu,
astronomik zamanda bir ân, yeryüzünün geçici bir misafiri, kendi cinsinden
olanların bir tohumu, kendi ırkının bir evlâdı, Vücuttan, karakterden, ve
akıldan oluşan bir bileşik, ailenin ve topluluğun bir üyesi, bir dine inanan
veya şüphe eden biri, bir ekonomide bir ünite, belki bir devletin vatandaşı
veya bir ordunun askeri olduğundan, biz de bunlara tekabül eden başlıklar
altında—astronomi, jeoloji, coğrafya, etnoloji [ırkları araştıran ilim],
psikoloji, moralite [ahlâk], din, ekonomi, politika, ve harp—insan tabiatı,
davranışı, ve görünüşü hakkında tarihin neler dediklerini öğrenebiliriz. Bu
nazik, rizikolu bir teşebbüs, ve ancak bir ahmaktır ki, yüzlerce asrı
güvenilemez sonuçlarla dolu yüz sayfaya sıkıştırmağa çalışabilir. Biz bu
işleme başlıyoruz.
Sh: 23-26
Skeptik [şüpheci] bir tarihçi bile
dini, her ülkede ve her çağda işlemini yürüten, ve zâhiren, kaçınılamayacak
bir müessese olarak gördüğünden, dine, mütevazi bir hürmet geliştirir. Din
mutsuzlara, acı ve ızdırap içindekilere, mahrum kalmışlara, yaşlılara,
milyonlarca insanın herhangi maddî bir yardımdan daha değerli gördüğü
tabiat-üstü huzuru getirdi. Din, ebeveynlere ve öğretmenlere, gençlerin
disiplininde yardımcı oldu. Cemiyetin en alttaki tabakalarında
varlıklarını sürdüren insanlara pâye verdi, hayatın bir mânası olduğunu
gösterdi, ve emirleri ve âyinleriyle beşerî mukaveleleri Allah'la girişilmiş
kutsal münasebetler hâline dönüştürerek topluluklarda istikrar sağladı. Din,
fakirlerin zenginleri öldürmelerini önledi. (Bu Napoleon’un sözü idi.) Zira insanlar arasındaki tabiî
eşitsizlik, pek çoğumuzu sefalet veya yenilgiye sürükleyeceğinden, bir tabiat-üstü
ümit tek alternatif olabilir. O ümidi ortadan kaldırın, sınıf harbi şiddetlenir.
Cennet ve ütopya, bir kuyudaki kovalardır: biri aşağı indiği zaman diğeri
yukarı çıkar; din zayıflayınca Komünizm gelişir.
Dinin
başlangıçta, ahlâkla herhangi bir bağlantısı bulunduğu görülmüyor. Görünürde
(zira biz sadece tahmin ediyoruz, veya Lukretius'u yankılayan Petronius'u
yankılıyoruz) "ilâhları ilk defa yapan şey korku idi"—topraktaki,
nehirİerdeki, okyanuslardaki, ağaçlardaki, rüzgârlardaki, veya gökyüzündeki
gizli kuvvetlerin yarattığı korku. Din, teklifler, yardımlar, kurbanlar,
büyüler, ve dualarla bu kuvvetlere tâviz verici bir âyin hâline geldi. Ne zaman
ki rahipler, bu korkulan ve âyinleri ahlâkî ve dinî kanunları desteklemekte
kullandılar, din, hayatî bir güç ve devletin rakibi oldu. Halka, mahallî
ahlâkî kuralların ve kanunların, ilâhların emirleri olduğunu söyledi. Din,
ilâh Tot'un, Menes'e Mısır'ın kanunlarını, ilâh Şamaş'ın, Hammurabi'ye Bâbil
kanunlarını, Yahvehin, Musa'ya, Yahudiler için On Emir ve diğer 613 emiri, ve
İlâhî peri [su veya orman perisi] Egeria'nın Numa Pompilius'a Romanın
kanunlarını verdiğini söyledi. Putperest kült'leri [cult, mezhep,
inanç, tapınma] ve Hıristiyan akideleri, dünyevî hükümdarların ilâhlar
tarafından tayin ve korunduğunu ilân ettiler. Her devlet de, bundan duyduğu
minnetin ifadesi olarak, topraklarını ve gelirlerini rahiplerle paylaştı.
Ahlâksızlık,
dinin hâkim olduğu çağlarda da yaygın olduğundan, resmî kilisenin kanunlarına
karşı çıkanlar, dinin ahlâkî sağlamlık, yaydığından şüphe ettiler. Şehvet
düşkünlüğü, sarhoşluk, kaba hareketler, tamah, sahtekârlık, haydutluk, ve
şiddet Orta Çağlar'da da vardı; fakat Hıristiyan ahlâkının dunlaştırıcı tesiri,
rahiplerin nasihatleri, azizlerin ortaya koydukları örnek hareketler
olmaksızın, muhtemeldir ki, beş-yüz sene süren barbar istilâlarının, harplerin,
ekonomik tahribatın, ve dağılan siyasî teşkilâtların doğurduğu ahlâkî
düzensizliğin tesirleri çok daha kötü olacaktı. Roma Katolik Kilisesi köleliği,
aile kavgalarını, millî çatışmaları azaltmak, mütareke ve barış devrelerini
uzatmak, ve dövüşme veya sıkıntılarla sürdürülen mahkemeler yerine düzenli
mahkemeler getirmek için çalıştı; kadîm Roma veya barbar kanunlarının getirdiği
cezaları hafifletti, ve yardımlaşmanın sınır ve teşkilâtlarını muazzam bir
şekilde genişletti.
Kilise [Katolik
Kilisesi], devlete hizmet etmesine rağmen, kilisenin, bütün devletlerin ve
ahlâkın da, gücün üzerinde bulunduğunu ilân etti. Kilise, daha yüksek bir
varlığa duyulan sadâkatin dizginlemediği vatanseverliğin, tamah ve suç uğrunda
bir âlet olacağını söyledi. Kilise, Hıristiyanlık âleminde birebirleriyle
rekâbet hâlinde bulunan hükümetlerin üstünde bir ahlâk kanununu yaydı.
Kendisinin ilâhı bir orijini ve ruhî üstünlüğü bulunduğunu iddia eden kilise
kendisini, bütün hükümdarların ahlâken sorumlu tutulacağı beynelmilel bir
mahkeme olarak tanıttı. İmparator IV. Henry, Papa VII. Gregory'ye Canossa'da
[Kanosa] boyun eğerek bu iddiayı kabul etti (1077); ve bir asır sonra da Papa
III. Innocent, Gregory'nin ideali olan ahlâkî bir süper devletin gerçekleştiği
intibaını verircesine, papalığın otorite ve prestijini yeni bir yüksekliğe
çıkardı.
Bu muhteşem rüya
milliyetçiliğin, skeptisizm’in [şüpheciliğin], ve beşerî zaaflığın tesirleri
altında parçalandı. Kilise, çok
defa tek taraflı, rüşvetle satın alınabilen, veya zorba insanlarla
yönetiliyordu. Fransa, zengin
ve güçlü bir ülke hâline geldi, ve papalığı, kendisinin siyasî bir âleti olarak
kullandı. Krallar, bir papanın, papaları sadâkatle destekleyen bir Cizvit
emrini geri aldırtacak kadar güçlendiler. Kilise, dinî efsanelerle, düzme
kalıntılarla, ve şüpheli mucizelerle sahtekârlık önünde iki büklüm eğildi;
asırlar boyunca, Batı Avrupa’nın Papa I. Silvester'e (papalık, 314-335)
"Kostantin'in Bağışı" olduğu efsanesinden, ve papanın Kadîr-i mutlaklığını
iddia eden "False Decretals"dan [Düzmece Emirler] (842) yararlandı.26
Dinî
hiyerarşi, ahlâkî inançları yaymak yerine, enerjisini gittikçe ve gittikçe dinî
katılığı yaymak uğrunda sarfetti, ve Engizisyon da Kiliseyi, hemen hemen
öldürürcesine itibardan düşürdü. Kilise, barış vaazları verirken bile,
onaltıncı yüzyıl Fransa'sında dinî harpleri ve onyedinci asır Almanyasında da
Otuz Yıl Harbi'ni körükledi. Modern ahlâkın başta gelen başarılarından biri
olan köleliğin kaldırılmasında sadece mütevazi bir rol oynadı; zamanımızın
kötülüklerinin tesirlerini azaltan hümanist hareketlerde başı, filozofların
çekmelerine müsaade etti.
Tarih,
kütlelerin mucizelerle, esrarengizliklerle, ve efsanelerle zenginleştirilmiş
bir din arzu ettiğinde Kiliseyi haklı çıkardı. Kilise, âyinlerde, rahiplerin
giyinişlerinde, ve piskoposların otoritelerinde ikinci derecede bazı
değişikliklere müsaade etti ise de, aklın gülümseme ile karşıladığı doktrinleri
değiştirmeyi aklından geçirmez, zira bunlardaki herhangi bir değişme,
ümitlerini, ilham verici, teselli edici tahayyüllere bağlayan milyonlarca
insanı gücendirerek ümitsizliğe düşürür. Filozofların, Kilisenin ahlâkî
fonksiyonu yerine koyacakları başka bir şey bulamadıklarını kabul etmeleri, ve
Kilisenin de, dinî ve entellektüel hürriyeti kabul etmesi dışında, din ve
felsefe arasında bir uzlaşma mümkün değildir.
Tarih, Allah’a
inanışı destekliyor mu? Eğer Allah derken, tabiatın yaratıcı canlılığını değil
de, zeki ve müşfik bir yüce varlığı kastediyorsak, sorunun cevabı mütereddit
bir negatif olmalı. Biyolojinin diğer kolları gibi, tarih, en sağlam fertlerin
ve grupların, iyiliğin mukabele görmediği, talihsizliklerin bol olduğu, ve
nihaî test'in ayakta kalabilmek yeteneği olduğu mücadelesinin tabiî seçiminde
dipte kalır. Bu suçlara, periyodik olarak insan ve hayvan hayatını perişan
eden harpleri, insanların insanlara zulmünü, depremleri, fırtınaları,
kasırgaları, salgın hastalıkları, denizlerdeki deprem dalgalarını, ve diğer
"takdîr-i İlâhı'leri eklediğiniz zaman, eldeki bütün deliller, bizim
sübjektif olarak düzen, şaşaa, güzellik ve yücelik atfettiğimiz, tesadüfi ve
görünürdeki gelişigüzel manzaraları ile kör veya tarafsız bir kaderi akla
getiriyor. Eğer tarih herhangi bir teolojiyi destekliyorsa bu Zoroastrian veya
Manichean gibi düalizm [ikilik, kâinatın zihin ve madde olarak iki prensipten
meydana geldiği görüşü] olacaktır: kâinatı ve insanların ruhlarını kontrol için
biribirleriyle çarpışan iyi ve kötü ruhlar. Bu inançlar ve Hıristiyanlık (ki
aslında Manichean'dir) [Manichean (Maniçien) M.S. üçüncü ve
beşinci asırlar arasında rağbet bulan, ilhamını Zerdüştlük mezhebinden alarak
hem Allah'a hem şeytana inanan bir mezheptir.—N.M.] kendilerine inananlara, sonunda iyi
ruhun kazanacağını güvenle söyledi; fakat tarih bu kesin ifadenin doğruluğunu
garanti etmez. Tabiat ve
tarih, bizim iyilik ve kötülük anlayışımızla hemfikir değillerdir; onlar
iyiyi, ayakta kalan, ve kötüyü de, yıkılan diye tarif ederler, ve kâinatın da,
İsa'yı tercih ederek Cengiz Han aleyhinde peşin hükümleri yoktur.
İnsanın kâinatta
miniskül bir yeri işgal ettiğinin gittikçe daha derinden anlaşılması, dinî
inançların daha da zayıflamasına yol açtı. Bu gerilemenin başlangıcını
Hıristiyanlık'ta Kopernik'e (1543) kadar uzatabiliriz. Bu gerileme işlemi yavaş
oldu, fakat Johne Donne 161 İ de, yeryüzünün, dünyanın bir "banliyö
"su hâline geldiğinden yakınıyordu, ve "yeni felsefe her şeyden
şüphe etti"; ve Francis Bacon, piskoposları zaman zaman şapkasını
çıkararak selâmlamasına rağmen, hürriyetine kavuşmuş insanın dininin ilim
olduğunu ilân ediyordu. İşte, Allah'ın, dışımızdaki bir İlâhî Varlık olarak
"ölümü" onların neslinde başladı.
Bunda, ilmin ve
tarihî bilginin yayılması dışında, daha pek çok sebep rol oynadı. İlkin,
başlangıçta özel hükümleri savunan Protestan Reformasyonu geldi. Ardından, her
birinin hem İlâhî kitaplara hem akla başvurduğu çok sayıdaki Protestan
mezhepleri ve ideolojiler geldi. Daha sonra, İncil'in daha yüksek ölçüde
tenkidi geldi ki, İlâhî kitapların oluşturduğu o fevkalâde kütüphaneyi
kendisinden hatâ sâdır olabilen insanın gayri-mükemmel eseri diye
nitelendirdi. Ardından İngiltere'de dini, tabiattan hemen hemen ayırt
edilemeyen bir Allah'a müphem bir tarzda inanışa indiren "deistik"
hareket göründü. Ardından, diğer dinler hakkında gittikçe artan bilgiler
geldi ki, bu dinlerin, pek çoklarının Hıristiyanlık-öncesine kadar uzanan
efsaneleri, bir kimsenin tevarüs ettiği inançlarının gerçek tabanına
rahatsızlık uyandırırcasına benziyordu. Ardından, Protestanlığın, Katolik
efsanelerini ekspoze [teşhir] etmesi, deist'ler tarafından İncil'de bahsedilen
mucizelerin ekspoze edilmesi, ve din tarihindeki sahtekârlıkların,
engizisyonların, ve katliâmların ekspoze edilmesi geldi. Ardından, ziraatın—ki
hayatın her yıl yeniden canlanması ve büyümenin sırrı, insanlardaki inanç ateşini
yakıtlıyordu—yerini, bir dünya makinesini akla getirircesine, âdeta her gün dua
ediyorlarmış gibi bir nakaratla işleyen makinelerle meydana çıkan sanayileşme aldı.
Bunlara, Bayle'nin yazılarında görüldüğü üzere skeptik [şüpheci] felsefenin,
ve Spinoza'nın yazılarında görüldüğü üzere pantheistic [Allah'ın her şey
olduğunu ve her şeyin Allah’ın bir parçası olduğunu söyleyen] felsefenin cesur
ilerleyişini; Fransız Aydınlanmasının Hıristiyanlığa kütlevî hücumunu; ve Fransız
İhtilâli sırasında Paris in Kiliseye karşı ayaklanmasını da ilâve ediniz. Yine
bunlara, modern harplerin kendi zamanımızda sivil halkı gelişigüzel
katiedişini de ilâve ediniz. Nihayet, insanoğluna kadır-i mutlaklık ve
yıkıcılık vâdeden, ve gökyüzünün İlâhi kumandasına meydan okuyan İlmî teknolojinin
hayret uyandırıcı zaferlerini ekleyiniz.
Hıristiyanlık
bir bakıma, çok sayıda Hıristiyan'da, geleneksel teolojinin kindar Allah'ını
kabul edemeyecek bir ahlâkî his geliştirmekle, kendi aleyhindeki cereyanlara
yakıt hazırladı. Cehennem fikri, sadece eğitim
görmüş düşüncelerde değil, kilise kürsülerinde de kayboldu. [Protestanlığın bir mezhebinin
sâlikleri olan] Presbeteryanlar, Westminister İtirafından utanç duymaya
başladılar. Bu itiraf onları, fazilet ve suçları ne olursa olsun, hem
milyarlarca kadın ve erkeği yaratan ve hem de onların ebedî bir cehenneme
gideceklerini söyleyen bir Allah’a inanmayı taahhüd ettirmişti. Eğitim görmüş Hıristiyanlar
[Vatikan'daki] Sistin Mâbedi'ni ziyaret ettikleri vakit, İsa'nın, Michelangelo
tarafından günahkârları, ateşleri hiç bir zaman söndürülmeyecek cehenneme
paldır-küldür fırlatırken çizilen resminden dehşete düştüler. Gençlerimize ilham verecek
"nazik, uysal ve yumuşak İsa" bu muydu? Nasıl Elenler'in ahlâkî
gelişmeleri, Olimpus'un kavgacı ve zina yapan ilâhlara inançlarını zayıflattı
ise (Platon dedi ki: "Beşeriyetin büyük bir kısmı ilâhların mevcudiyetine
hiç inanmıyor."), Hıristiyan ahlâkının gelişmesi de Hıristiyan teolojisini
yavaş yavaş aşındırdı. İsa Jehovah’ı yıktı. (Jehovah (Jehova), Allah'ın
İbranice'den aktarılan bir diğer adıdır.]
Hıristiyanlık'ta,
ruhanî müesseseler yerine seküler [dinî olmayan, laik] müesseselerin
yerleştirilmesi Sanayi İhtilâli'nin nihaî ve kritik neticesi idi. Devletlerin
teolojik desteklerden vazgeçmesi bugün kafamızı karıştıran ve davranışlarımızı
altüst eden bir çok kritik tecrübeden bir tanesidir. Bir zamanlar, Allah’ın
yeryüzündeki vekili kralın iradeleri olarak takdim edilen kanunlar, şimdi,
kendilerinden hatâ sâdır olabilen şaşkınlık içindeki insanların emirleri idi.
Eğitim, ki bir zamanlar Allah'ın ilham verdiği rahiplerin kutsal inhisarında
idi, şimdi sadece polisten korkan ve makul hükümler vermeyi belki hiç bir
zaman öğrenemeyecek genç âsileri akıl ve ikna yolu ile. medenileştirmek görevi
teolojik cüppe ve huşûdan sıyrılmış erkek ve kadınların uhdesine verildi. Bir
zamanlar kiliselerle ittifak yapan kolejler, işadamları ve ilim adamları
tarafından zaptedildi. Vatanseverlik, Kapitalizm, veya Komünizm propagandaları,
tabiat-üstü bir inanç ve ahlâkî sistem telkin etmekten daha başarılı oluyor.
Kutsal günlerin yerini tatil günleri alıyor. Tiyatrolar ve sinemalar Pazar
günleri de dolu, ve Pazar günleri bile kiliselerin yarısı boş. Anglo-Sakson
ailelerinde din, sosyal bir görenek ve âdet, koruyucu bir renklendirme oldu;
Amerikan Katolik ailelerinde canlılığını muhafaza ediyor; Fransa'nın ve İtalya'nın
üst ve orta sınıflarında din, "kadının ikinci derecedeki seksüel
özelliğidir.'' Yüzlerce ve yüzlerce işaret, Sofistler in gelişinden ve Yunan
Aydınlanmasından sonra eski Yunan dininin karşılaştığı gerilemenin bir
benzerinin Hıristiyanlık’ta da vuku bulmakta olduğunu gösteriyor.
Katoliklik
ayakta duruyor, çünkü tahayyüle, hislere, ve ümide hitap ediyor; çünkü onun
mitolojisi fakirlere teselli veriyor ve hayatlarını parlatıyor; ve çünkü
inananların takdir edilen velûdlukları sayesinde Reformasyon'a kaybettiği
yerleri yavaş yavaş geri alıyor. Katoliklik, entellektüel topluluğun
sadakatini feda etti, ve sektiler eğitim ve edebiyatla temas neticesi gittikçe
artan kayıplar veriyor; fakat aklın kesinsizliğinden usananları, ve
Kilise'nin, dahilî huzursuzluğu gidererek Komünist dalgasına set çekeceğini
ümit edenleri kendi safına çekiyor.
Eğer bir büyük
harp Batı medeniyetini harabeye çevirirse, yıkılmış şehirler, yaygınlaşmış
sefalet, ve itibarını kaybeden ilim, Kiliseyi, M.S. 476'da olduğu gibi, bu
büyük felâketten ayakta kalanların yegâne ümit ve rehberi yapabilir.
Tarihin bir
dersi şu: dinin pek çok hayatı vardır, ve yeniden canlanmayı âdet hâline
getirmiştir. Allah ve din mazide kaç defa öldü ve tekrar doğdu! İkhnaton, Amon
dinini ortadan kaldırmak için bîr Firavunun bütün gücünü kullandı; İkhnaton’un
ölümünden bir yıl sonra Amon dini geri geldi. Budha'nın gençliğinde ateizm [Allah’a
inanmamak] Hindistan'ın her tarafına yayılmıştı, ve Budha da ilâhsız bir din
kurdu; Budha'nın
ölümünden sonra Budaizm ilâhlarla, evliyalarla, ve cehennemle örülmüş muğlak
bir din haline geldi. Felsefe, ilim, ve eğitim [bütün Yunan ilâhlarına adanmış
bir mâbed olan] Elen Panteonunun ilâhlarını azalttı, fakat boşluk, yeniden
canlanma efsaneleriyle zengin bir düzine Doğu inancını cezbetti. Voltaire’i
yanlış yorumlayan Hebert ve Chaumette 1793'te Paris'te, Makuliyet Tanrıçası'na
ateistik bir âyinle tapılmayı kurdu; bir yıl sonra kaos'tan korkan Robespierre,
Rousseau'nun ilhamı altında, Yüce Varlığa tapılmayı getirdi; ve 1801'de de,
tarihi iyi bilen Napoleon, Papa VII. Pius'la bir antlaşma imzalayarak, Katolik
Kilisesini Fransa'ya geri getirdi. Onsekizinci asır İngiltere'sinin dinsizliği,
Kraliçe Victoria zamanında. Hristiyanlıkla yapılan bir uzlaşma ile kayboldu:
devlet, Anglikan Kilisesini desteklemeyi kabul etti, ve Kilisenin, devletin üstünlüğünü
kabul ettiğinin ve köy papazının köy eşrafına hizmet edeceğinin zımnen
anlaşılması neticesi, eğitim görmüş sınıf mensupları şüphelerini içlerinde
tuttular. Amerika’da, ülkenin kurucularının rasyonelliğinin [akılcılığının]
yerini, ondokuzuncu yüzyılda, dinî canlanma aldı.
Püritanizm ve
paganizm—his ve arzuların baskı altında tutulması ve ifade edilmesi—tarihte,
karşılıklı reaksiyonlar göstererek münavebe ile yer değiştirirler. Genellikle,
din ve püritanizm, kanunların tesirsiz olduğu ve sosyal düzenin yükünü ahlâkî
inançların taşıdığı topluluklarda hâkim olurlar; skeptisizm [şüphecilik] ve
paganizm ise (diğer faktörleri eşit kabul edersek), kanunların ve hükümetin
yükselen gücünün, devletin istikrarını belirlice sarsmaksızın, kilisenin,
ailenin, ve ahlâkın gerilemesine müsaade etiği zamanlarda gelişir. Bizim kendi
zamanımızda devletin gücü, dinî ve ahlâkî inançları gevşetmek için yukarıda
belirtilen müteaddid güçle birleşti, ve sarkacın paganizme doğru kaymasına
müsaade etti. Muhtemeldir ki, bizim aşırıcılığımız bir diğer reaksiyon
getirecek; ahlâkî düzensizlik dinî canlanmaya yol açacak; ateistler (Fransa'da
1870 çöküşünden sonra görüldüğü üzere) çocuklarını, onlarda dinî inancın
disiplinini yerleştirmesi için, tekrar Katolik mekteplerine gönderecekler.
Burada, agnostik
[Allah’ın varlığından şüpheli] Renan'ın 1866'daki seslenişini işitelim:
Allah'ın
çocuklarının hürriyetinden zevk alalım, fakat eğer Hıristiyanlık zayıflarsa,
faziletin ortadan kaybolmasında suç ortakları olmamağa gayret edelim. Onsuz
[din olmaksızın] ne yapabiliriz? ... Eğer rasyonalizm, ruhun dinî ihtiyaçlarını
göz önünde bulundur maksızm dünyayı yönetmek istiyorsa, böyle bir hatânın neye
mal olacağım anlamak için de Fransız İhtilâli tecrübesi meydanda.
Dinin, ahlâk
için gerekli olduğunda tarih, Renan'ın sözlerine kefil oluyor mu—yâni
medeniyetin altından başını gösteren ve rüyalarımıza giren suçlara ve harplere
karşı koyabilmek için tabu ahlâkî inançlar çok zayıf mıdır? Joseph de Maistre
cevap verdi: "Bir alçağın kalbinin nasıl olduğunu bilmiyorum; namuslu
bir insanın kalbinde ne bulunduğunu biliyorum; o, dehşet verici bir şey."
Kendi
çağımızdan önceki zamanlarda bir cemiyetin, dinin yardımına ihtiyaç
hissetmeksizin ahlâkî hayatı sağlam bir şekilde ayakta tutuşunun belirli bir örneği
yoktur. Fransa, Birleşik Amerika, ve diğer bazı milletler, hükümetlerini kiliseden
sıyırdılar, fakat sosyal düzeni sağlamak için de dinin yardımını sağladılar. Sadece bir kaç Komünist devleti, kendilerini
sadece dinden sıyırmakla kalmadı, onun yardımını da reddetti; ve belki bu
tecrübenin Rusya'da görünürdeki ve mahallî başarısı, Komünizm'in muvakkaten din
olarak (veya skeptiklerin kelimesi ile afyon olarak) kabul edilişine ve huzur
ve ümit satıcısı olarak kilisenin yerini almasına borçlu. Eğer sosyalist
rejimi, kütlelerdeki nisbî sefaleti ortadan kaldıramazsa, bu yeni din, şevk ve
tesirliliğini kaybedebilir, ve devlet de, tatmin olunmamış huzursuzlukları
yatıştırmak için tabiat-üstü inançların restore edilmesine göz kırpabilir. "Sefalet hükmünü yürüttüğü
müddetçe tanrılar da olacaktır."
Sh: 68-67
Medeniyeti,
"kültürel yaratıcılığı teşvik eden ve geliştiren sosyal düzen" diye
tarif ettik. Medeniyet, âdet ve geleneklerle, ahlâkî inançlarla, ve kanunlarla
temin edilen siyasî düzendir; istihsal ve mübadelenin devamlılığı ile sağlanan
ekonomik düzendir; orijinalliği, ifade tarzlarını, tecrübeleri, ve fikirlerin
meyva vermesini, edebiyatı, tavır ve hareketleri ve sanatları kolaylaştıran
hürriyet vasıtasıyle sağlanan kültürel yaratıcılıktır. Medeniyet, pek çok
emekle inşa edilen ve hemen tahrip edilebilen beşerî ilişkilerin muğlak ve
nazik bir ağıdır.
Tarih, niye her
tarafta görülen medeniyet harabeleri ile doludur, ve niye bize sanki,
Sheliey’in "Ozymandias"ında belirtildiği gibi, herkesin kaderi
ölümdür demek istiyor? Bu büyümeye çürüme işleminde, mazideki medeniyetlerin
takip ettikleri yollardan, kendi medeniyetimiz için kehanette bulunmamızı
sağlayacak muntazamlıklar görüyor muyuz?
Tahayyül gücüne
sahip bazı ruhlar böyle sandılar, ve hattâ istikbal hakkında teferruatlı
kehanetlerde bulundular. Virgil, Dördüncü Eclogue nde [karşılıklı
konuşma şeklinde yazılan pastoral şiir] değişme uğrundaki yaratıcılığın tükendiği
bir gün, bütün kâinatın, isteyerek veya tesadüfen, eski çağların artık
unutulmuş zamanlarındaki hâline döneceğini,
ve ondan sonra
da, her hususta azimli bir kadercilikle, daha önce o durumdan sonra gelen bütün
hadiselerinin tekrarlanacağını ilan etti.
Alter erit tum
Tiphys, et altera quae vehat Argo delectos heroas; erunt atiam altera bella,
akque iterum ad Troiam magnııs mittetur Achilles—
"o zaman
bir diğer [peygamber] Tiphys, ve bir diğer Argo [Jason ve öteki] sevgili
kahramanları götürecek; daha başka harpler de görülecek, ve büyük Achilles
tekrar Troy'a gönderilecek:" Friedrich Nietzsche, bu "ezelî
tekrar'ın vizyonu ile [görüş, görünüş] çıldırdı. Böylesine ahmakça başka bir
şey düşünülemezse de, filozoflarda görülebilir.
Tarih tekerrür
eder, ama sadece bir taslak hâlinde ve bütün kapsamı ile. Hemen hemen
doğrulanabileceğine inanarak tahmin edebiliriz ki, istikbalde, mazide olduğu
gibi, bazı yeni devletler yükselecek, bazı eski devletler gerileyecek ve
çökecek; ve yeni medeniyetler hayvancılık ve ziraatle başlayacak, ticaret ve
sanayi genişleyecek, ve malî durumu ile bolluğa kavuşacak. Düşünce, (Vico ve
Comte'ın Söyledikleri üzere), süper-tabiîden efsanevî ve tabiatçı yorumlara
geçecek; yeni teoriler, icatlar, keşifler, ve hatâlar, eııtellektüel akımları
tekrar harekete getirecek; yeni nesiller, eski nesillere başkaldıracak, ve
isyandan konformiti'ye [cemiyetin hâkim teamül ve âdetlerine boyun eğmek] ve
reaksiyon'a geçecek; ahlâkî inançlardaki tecrübeler gelenekleri gevşetecek ve
bu inançlardan yararlananları korkutacak, ve zamanın aldırış etmeyeceği bir
çağında yenilik heyecanı unutulacak. Tarih bütün kapsamı ile tekerrür eder,
çünkü insan tabiatı jeolojik rahatlık ve huzurla değişir, ve insanoğlu da
açlık, tehlike, ve seks gibi sık sık vuku bulan durum ve dürtülere alışılmış
basmakalıp yollarla cevap verebilecek tarzda teçhiz edilmiştir. Fakat gelişmiş
ve muğlak bir medeniyette fertler, bir ilkel cemiyetteki fertlerden daha
farklı ve daha benzersizdirler, ve medeniyetin ortaya çıkardığı pek çok durum
yepyeni şartlan ihtiva ettiklerinden, içgüdüsel mukabelelerin değişik ve farklı
olmalarını gerektirir; âdetlerin geçerlilikleri azalır, aklî düşünceler
yayılır; ve netice hakkında da daha az kehanette bulunulur. İstikbalin, maziyi
tekrarlayacağı kesinlikle söylenemez. Her yıl bir maceradır.
Bazı üstün
kafalar, tarihin gevşek muntazamlıklarını muhteşem örneklere sığdırmayı
düşündüler. Fransız sosyalizminin kurucusu Claude-Henri de Rouvroy, Comte de
Saint-Simon (1760-1825), maziyi ve istikbali "organik" ve
"tenkitçi" periyodların bir dönüşümüne böldü:
Beşerî gelişme
kanunu. . . cemiyetin iki belirli ve alternatif safhasını ifşa eder: biri
organiktir ki, bütün beşerî hareketler bir genel teori ile sınıflandırılmış, bu
sınıflandırılmanın nasıl olacağı önceden görülmüş, ve düzenlenmiş, ve sosyal
faaliyetin gayesi açıkça belirtilmiştir: diğeri, tenkitçidir ki, topluluktaki
bütün düşünceler, bütün toplumsal hareketler, bütün koordinasyonlar son
bulmuştur, ve cemiyet artık, biribirleriyle çatışma hâlindeki ayrı ayn
fertlerin sadece bir yığınıdır.
Bu ilk safha
veya şartın her biri tarihin iki periyodunda göründü. Bizim, felsefe çağı
dediğimiz Yunan çağından önce (ki bu çağı tenkit çağı diye adlandırmak daha
yerinde olur), organik bir periyod göründü. Sonraları yeni bir doktrin
yükseldi, inceden inceye işlenme ve tamamlanma safhalanndan geçtikten sonra
nihayet, Batı medeniyeti üzerinde siyasî gücünü kurdu. Katolik kilisesinin
yapısı yeni bir çağı başlattı ki, Reformcuların, bizim neslimize kadar devam
eden tenkit çağının geldiğini haber verdikleri onbeşinci yüzyılda son buldu.
Organik
çağlarda, bütün temel meseleler [teolojik, politik, ekonomik, ahlâkî] hiç
olmazsa muvakkat çarelerle ele alındı. Fakat çok geçmeden, bu meselelerin hal
çareleri ile ve onlar vasıtası ile kurulan müesseselerin koruyuculuğu altında
başarıları gelişme, o hal çarelerinin yetersiz olduğunu gösterdi, ve
yenilikleri hatırlattı. Tenkitçi periyodlar—tartışma, protesto .... ve intikal devreleri—eski ruhî
durumların yerine şüpheyi, ferdiyetçiliği, ve büyük meseleler karşısındaki
umursamazlığı getirdi. . . . Organik periyodlarda, insanlar inşa etmekle
meşguldürler; tenkitçi periyodlarda ise tahrip etmekle.
Saint Simon,
sosyalizmin kurulmasının, birleşik inanç, organizasyon, işbirliği, ve
istikrarın oluşturacağı yeni bir çağı başlatacağına inandı. Eğer Komünizm,
hayatın yeni düzeni olduğunu zaferle ispat ederse, Saint-Simon'un analiz ve
kehanetleri doğrul anacaktır.
Oswald Spengler
(1880-1936); Saint-Simon'un tarihini, her birinin ayrı ayrı bağımsız bir ömrü
ve dört mevsimden oluşan bir yörüngesi fakat aslında iki periyodu bulanan
medeniyetlere bölerek değiştirdi: biri, kültürü, bütün safhalarında emsalsiz,
ahenkli, ve sanatkârca bir şekilde birleştiren merkezî organizasyon; diğeri,
merkezden uzaklaşan bir teşkilâtsızlık periyodudur ki, bu teşkilâtsızlıkta,
inanç ve kültür, bölünme ve tenkitlerle çürür, ve ferdiyetçiliğin, skeptizmin
[şüpheciliğin], ve sanatkârca dalâletlerin [doğru yoldan ayrılma] oluşturacağı
bir kaosta son bulur. Saint-Simon, yeni bir sentez olarak sosyalizme bakarken,
Spengler (Tallyrand gibi), hayat ve düşüncenin biribirine uygun ve düzenli
olduğu ve hayatı, canlı bir sanat eseri olarak gördüğü önceki aristokratik çağa
baktı:
Çünkü Batı
varoluşu indinde aradaki fark takriben 1800 yılında görülüyor: o sınırın bir
tarafinda, Gotik çocukluğundan Goethe ve Napoleon'a kadar, bir büyük,
kısıntısız tekâmülde kendi içinden büyüme ile teşekkül eden, kendinden emin
tam bir hayat; ve diğerinde, zekânın şekillendirdiği form'lar altında, büyük
şehirlerimizdeki sonbaharımsı, sun’î ve köksüz hayat. ... Bu neticenin
kaçınılmaz ve tâdillere karşı hissiz olduğunu anlamayan bir kimse, tarihi
anlama yolundaki bütün arzularını terketmelidir.
Bir noktada
hepsi hemfikir: medeniyetler hayata başlar, gelişir, geriler, ve kaybolur—veya
bir zamanların hayat bahşedici ırmaklarını kaybetmiş durgun ve hareketsiz bir
gölcük gibi ölüşünü geciktirmeğe çalışırlar. Gelişmenin sebepleri nelerdir, ve
çürümenin sebepleri nelerdir?
Devletlerin,
fertler arasındaki veya halk ile bir hükümdar arasındaki bir "sosyal
mukavele" ile kurulduğundaki onyedinci yüzyıl düşüncesini tarihle haşır
neşir olan hiç kimse ciddiye almaz. Muhtemeldir ki, devletlerin ekserisi (yâni,
siyasî bakımdan organize olmuş cemiyetler), bir grubun bir diğerini fethetmesi,
ve fethedenin, fethedilen üzerinde devamlı bir kuvvet uygulaması ile
kuruldular. Fethedenin emirleri, ülkenin ilk kanunları idi ve bunlar, halkın
âdet ve gelenekleriyle birlikte yeni bir sosyal düzen yarattı. Latin
Amerika'nın bazı devletleri, besbelli ki, böyle kuruldu. Yöneticiler (Mısır ve
Asya'nın nehirleri gibi) ülkenin fizikî nimetlerinden yararlanmak için
uyruklarının çalıştırılmalarını organize ettikleri vakit, ekonomik sağduyu ve
yivecek-giyecek ihtiyacı medeniyetin bir diğer temelini oluşturdu. Yönetenler
ve yönetilenler arasındaki tehlikeli bir gerginlik, entellektüel ve hissî
faaliyetleri, ilkel aşiretlerin günlük normal faaliyetleri üstüne çıkarabilir.
Büyüme ve gelişmeyi daha da arttıracak dürtüler, çevredeki meydan okuyucu
herhangi bir değişiklikten gelebilir, meselâ, dış bir ülkeden yöneltilen tecavüz
veya yağmurun azalması. Bu tür meydan okumalara, askerî gücün geliştirilmesi
veya sulama kanallarının yapılması ile karşı gelinebilir.
Meseleyi daha da
gerilere götürür, ve meydan okunmaya karşı çıkılacağını veya çıkılamayacağını
neyin tayin ettiğini soracak olursak, cevap şudur ki, bu, yeni durumlara karşı
tesirli mukabelelerde bulunabilecek (İd hemen hemen zekânın bir tarifidir)
berrak kafalı ve irade enerjisine sahip (ki hemen hemen dehanın bir tarifidir)
inisiyatif sahibi ve yaratıcı fertlerin mevcut olup olmadığına bağlıdır. Eğer
yaratıcı bir ferdi yapan şeyin ne olduğunu sorarsak, tarihten, psikoloji ve
biyolojiye gitmemiz gerekir çevrenin tesirine ve kromozomların oynadıkları
kumara ve onların sırlarına. Nasıl olursa olsun (Birleşik Amerika'nın 1917,
1933, ve 1941) yıllarındaki durumlarında görüldüğü gibi, meydan okumaya başarı
ile karşı konulursa ve (İngiltere'nin 1945’teki durumunda görüldüğü gibi)
karşı konulma, galip geleni yıpratmazsa, bir milletin millî tabiatını ve
seviyesini yükselterek onu, daha sonraki meydan okumalara yeterlice hazırlıklı
hâle getirir.
Eğer büyümenin
kaynakları bunlar ise, çürümenin sebepleri nelerdir?
Her medeniyetin
tabiî ve yine de esrarengiz bir tarzda gelişme kudreti ve ölümün kaderiyle
mükâfatlandırılmış bir organizma olduğunu söyleyen Spengler ve diğerlerinin
düşüncelerini mi paylaşacağız?
Grupların
davranışlarını, psikoloji veya fizikten alınan benzetmelerle, ve bir cemiyetin
bozulmasını, onun ömrüne doğuştan getirilen sınırlarla, veya tamir
edilemeyecek bir dahilî kuvvetle anlatmak cezbedici bir izah. Bu tür
benzetmeler, fertlerin aralarındaki işbirliğini yığın halindeki hücrelerle,
veya paranın bankacıdan tekrar bankacıya sirkülasyonunu [akışını], kalbin, damarlarla
birlikte, kasılması ve genişlemesiyle mukayese ettiğimiz zaman muvakkat olarak
bizi aydınlatabilir. Fakat bir grup, onu oluşturan fertlere fizikî olarak
eklenen bir organizma değildir; onun kendisinin ne beyini ne de midesi vardır;
üyelerinin beyinleri veya sinirleriyle düşünmeli veya hissetmelidir. Bir grup
veya medeniyet, bir ticarî şirketin hayatının mistik sınıırlandınlmalarıyle
değil, politik ve entellektüel liderlerinin, değişmenin meydan okumasına karşı
koyamadıklarından geriler ve çöker.
Meydan okumalar
bir düzine kaynaktan gelebilir ve tekrarlanmaları veya birlikte gelmeleriyle
yıkıcı bir şiddet kazanabilirler. Yağmursuzluk veya vahaların kuruması toprağı
kaskatı verimsizliğe dönüştürebilir. Toprağın beceriksizce işlenmesi veya
tedbirsizlik onun verimini yitirebilir. Toprağın işlenmesi, hür işçilerden köle
emeğine verilirse, bu durum, istihsal şevkini azaltarak tarlaları işlenmemiş ve
şehirleri doyurulmamış bırakabilir. Âletlerdeki veya ticaret yollarındaki—taşımacılığın
deniz veya hava yoluna aktarılması gibi—bir değişiklik, Piza veya Venedik'in
1492'den sonraki durumlarında görüldüğü üzere, medeniyetin eski merkezlerini
durgunlaştırabilir veya çöktürebilir. Vergiler, sermaye yatırımlarına veya
istihsal dürtülerine cesaret vermeyecek bir noktaya erişebilir. Dış pazarlar ve
ham madde kaynakları daha müteşebbis rakiplere kayabilir; ithalatın ihracattan
fazla oluşu, mahallî hâzinenin kıymetli madenlerini yitirebilir. Zenginliğin belirli ellerde
toplanması milleti, sınıf veya ırk harbine sürükleyebilir. Nüfusun ve fakirliğin büyük şehirlerde
toplanması, bir hükümeti, sosyal yardım ve ianelerle ekonomiyi zayıflatmak
veya isyan ve ihtilâl rizikosu arasında bir tercih yapmaya zorlayabilir.
Eşitsizlik,
büyüyen bir ekonomide arttığından, bir cemiyet, kendisini kültürlü bir
azınlıkla, tabiat veya şartların etkileri altında mükemmellik standart ve
zevkleri tevarüs edememiş veya geliştirememiş çok talihsiz erkek ve kadınların
oluşturdukları bir çoğunluk arasında bölünmüş bulabilir. Bu çoğunluk büyüdükçe,
azınlığı, kültürel bir geriletici olarak etkileyebilir; onların konuşma,
giyinme, eğlence, hissetme, hüküm verme, ve düşünme tarzları yukarıya doğru
yayılabilir, ve eğitim ve ekonomik fırsatları kontrol eden azınlığın böylece
ödediği fiyat da, çoğunluğun sebep olduğu dahilî barbarlaşma olur.
Eğitim
yayıldıkça teolojiler, kendilerine beslenen güveni kaybeder, ve tavır ve
hareketler veya ümit üzerinde bir tesir icra etmeksizin haricî bir konformiteye
bürünür. Hayat ve fikirler gittikçe seküler [laik] bir mahiyet alır,
tabiat-üstü izahlar ve korkulara sırt çevirilir. Ahlâkî inançların beşerî
orijinleri ifşa edilince ve ilâhı nezaret [gözetme] ve müeyyideler
[yaptırımlar] kaldırıldıkça, ahlakî inançlar, ruhunu ve gücünü kaybeder. Kadîm
[çok eski] Yunanistan’da filozoflar, eğitim görmüş sınıfların önceki eski
inançlarını yıktılar; modern Avrupa'nın bir çok ülkesinde filozoflar aynı
neticeyi getirdiler. Protagoras, Volu.ire oldu, Diyojen Rousseau, Demokritus
Hobbes, Plato Kant, Thrasymachus Nietzsche, Aristo Spenser, Epikurus Diderot
oldular. Çok eski çağlarda olduğu gibi, modern çağlarda da analitik düşünce,
ahlâkî inançları pekiştiren dini parçaladı, dağıttı. Yeni dinler ortaya çıktı,
fakat önler kendilerini yönetici sınıftan sıyırmışlardı, ve devlete hizmet
etmediler. Hıristiyanlıktan önceki son asırda, rasyonalizmin mitoloji
üzerindeki zaferinin ardından yorgun bir skeptisizm ve epiküryanizm [zevk
peşinde gitme] geldi, ve bugün, Hıristiyanlıktan sonraki ilk yüzyılın ardından
gelen aynı zaferin hâkimiyetini görüyoruz.
Bir ahlâkî inançla ondan sonraki
ahlâkî inanç arasındaki devrede rahatlamış görünen desteksiz bir nesil
kendisini lükse, soysuzlaşmaya, ve huzursuz bir aile düzeni ve ahlâkına
terkeder, sadece küçük bir kalıntı önceki zamanların engellemelerine ve
usullerine sarılmaya çalışır. Artık, "bir kimsenin ülkesi için ölmesi
güzel ve şereflidir,' diyen pek azdır. Liderlikteki bir başarısızlık, Bir
devleti iç çatışmalarla zayıflatabilir. Bu işlemin sonunda da, bir harpteki
kesin bir yenilgi nihaî darbeyi indirebilir, veya dışarıdan gelen bir barbar
istilâsı içeriden yükselen bir barbarlıkla birleşerek medeniyete son
verebilir.
Bu, kasvetli bir
manzara mı?
Hiç de değil.
Hayatın, ebedîlik üzerinde doğuştan bir iddiası yoktur. Ölüm tabiîdir, ve
zamanında geldiği takdirde affedilebilir ve faydalıdır, ve olgun bir kafa onun
gelişine gücenmez. Ama medeniyetler ölürler mi? Tekrar edelim: hiç de tamamen
ölmezler. Yunan medeniyeti gerçekte hiç de ölü değil; onun sadece çerçevesi
gitti ve yaşadığı bölge değişti ve yayıldı. O medeniyet ırkın kafasında
yaşıyor, ve öylesine bir bollukla yaşıyor ki, hiç bir hayat, ne kadar tam ve
uzun olursa olsun, onu tamamen hazmedemez. Homer'in günümüzde, kendi
zamanınkinden ve ülkesindekinden fazla okuyucusu var. Yunan şairleri ve
filozofları her kütüphane ve üniversitede; şu ânda Platonu yeni keşfeden
yüz-bin kişi, hayatın üzerine yayılmış felsefenin "aziz zevki'ni anlayıcı
bir düşünce ile inceliyorlar. Yaratıcı kafaların böylesine seçilerek
yaşatılması, ölümsüzlüğün en gerçek ve faydalı şeklidir. Milletler ölür. Bazı
bölgeler kuraklaşır, veya diğer değişimlerin etkilerinden acı çeker. Azimli
insanlar, hâtıralarını beraberlerine alarak, âletlerini ve sanatlarını toplar,
başka bir yere göç ederler. Eğer eğitim bu hâtıraları derinleştirdi ve
genişletti ise, medeniyet de onunla birlikte göç eder, ve başka bir yerde
kendisine yeni bir ev kurar. Yeni ülkede, tamamıyla yeniden başlamak
mecburiyetinde olmadığı gibi, yeni yolunu dostça yardımlardan mahrum olarak da
tayin etmez, besleyici placenla'da [bitki tohumunu üzerindeki zarfa
bağlayan kısım] olduğu gibi, iletişim ve ulaşım vasıtaları onu yeni vatanına
bağlar. Roma, Yunan medeniyetini ithal etti ve onu Batı Avrupa'ya aktardı;
Amerika, Avrupa medeniyetinden yararlandı ve şimdi onu, daha önceleri bir
benzeri görülmemiş bir iletişim tekniği ile diğerlerine nakletmeye
hazırlanıyor. Medeniyetler, ırkî ruhun nesilleridirler. Hayat, kendisini
yeniden üreterek ölüme galebe çaldığı gibi, yaşlanmış bir kültür de kendi
mirasını, seneler ve denizler ötesindeki vârislerine aktarır. Bu satırlar
yazılırken dahi, ticaret ve basım, teller ve dalgalar [hava dalgaları] ve
havanın göze görünmeyen Merküri'leri [Merküri, eski Romalıların ticaret
ilâhı idi], her ülkenin, herkes için muhafaza edilmesi için medeniyetin
mirasına verdikleri ile, milletleri ve medeniyetleri biribirlerine
bağlıyorlar.
Sh: 107-115
Milletlerin,
ahlâkî inançların, ve dinlerin yükselen ve alçalan panoraması karşısında,
gelişme fikri kendisini şüpheli bir durumda görüyor. Bu, sadece her
"modern" neslin mağrur ve geleneksel övünmesi midir?
İnsan tabiatında
tarihî zamanlarda belirli bir değişme görülmediğini kabul ettiğimizden, bütün
teknolojik gelişmelerin eski hedeflere—eşya elde etme hırsı, bir cinsin bir
diğeri peşinde gitmesi (veya aynı cinsten birinin peşinde gitmesi), rekabetin
üstesinden gelmişi, harplerin savaşılması—yeni vasıtalarla ulaşılmak istenmesinden
başka bir şey değildir diye değerlerini sıfıra mı indireceğiz?
Bizim kendi asrımızın
ümitsizliğe düşürücü keşiflerinden biri, ilmin tarafsız olduğudur: bizim için,
iyileştirmeye olduğu kadar öldürmeye de hazır, ve bizim için, inşa edeceğinden
daha çabuk bir zamanda da, yıkmaya hazır. Francis Bacon’un gururla
söylediği, "Bilgi kuvvettir!"
ilkesi, şimdi ne
kadar yetersiz görünüyor! Biz bazen, ilim ve kudretten çok mitoloji ve sanat
üzerinde durmuş olan Orta Çağlar ve Rönesans'ın, gayemizi geliştirmeksizin
elimizdeki âletleri tekrar tekrar büyüten bizlerden daha akıllı olduklarını hissediyoruz.
Bizim, ilim ve
teknikteki gelişmemiz, sağladığı iyiliklerle birlikte kötülükler de aşıladı.
Bize rahatlık, yaşayışımıza kolaylık sağlayan şeyler, fizikî dayanıklılığımızı
ve ahlâkî dokumuzu zayıflatmış olabilir. Biz hareket vasıtalarımızı vâsice [çok
büyük bir şekilde] geliştirdik, fakat bazılarımız onları, suçlan kolaylaştırmak
ve hemcinslerimizi veya kendimizi öldürmek için kullanıyoruz. Biz, süratimizi
iki misline, üç misline, dört misline çıkardık, ama işlem sırasında sinirlerimizi
parça parça ediyor ve saatte iki-bin mil süratle giderken dahi iki ayaklı
olduğumuz zamanlardaki gibi pantolonlu maymunlarız. Hastalığın, kendinden başka
bir yan tesir husule getirmediği takdirde, modern tıbbın tedavi ve
kesip-yarmalarını alkışlıyoruz; mikropların esnekliğine ve hastalıkların
yaratıcılığına karşı çılgınca bir yanşa giren doktorlarımızın gayretlerini
takdirle karşılıyoruz; eğer hastalığın, hareketsizliğin, ve kasvetin yükünü
daha da arttırılmasına ve uzatılmasına sebep olmadıkları takdirde, tıb ilminin
ömürlerimize kattığı yıllardan ötürü minnettarız. Günümüzde ve dünyada
olup-bitenleri bildirme yeteneklerimizi yüz kat arttırdık, fakat zaman zaman,
huzurları, kendi köylerindeki haberlerle hafifçe bozulan ecdadımıza gıpta
ediyoruz. Biz, kalifiye işçinin ve orta-sınıfın hayat şartlarını
alkışlanırcasına arttırdık, fakat şehirlerimizin karanlık geto'larla * ve
gecekondu mahalleleriyle çürümelerine müsaade ettik.
* Sosyolojik bir terim olan geto, herhangi bir şehirin sınırları
dahilinde bulunmakla birlikte, sâkinlerinin, kötü ekonomik, kültürel, ve sosyal
şartlarından ötürü, şehirin kültürel, sosyal, ve siyasî hayatı ile
ilgilenmeyen, âdeta şehirden sıyrılmış alt-tabaka insanlarının yaşadıkları
mahalleler-
Teolojinin
sınırlamalarından kurtulduğumuz için seviniyoruz, fakat bu işlemi
geliştirirken, tabiî bir ahlâk sistemi—din karşısında bağımsız bir ahlâk
sistemi—mal-mülk edinme, kavgacılık, ve seks içgüdülerimizin medeniyetimizi bir
tamah, suç, ve şehvanî cinsî münasebetler bataklığına sürükleyebilmesini
engelleyecek bir ahlâk sistemi geliştirdik mi?
Artık, bizim gibi olmayan veya bizim gibi
düşünmeyenlere karşı müsamahasızlıktan kurtulduk mu, yoksa müsamahasızlığı
dinî düşmanlıktan, millî, ideolojik, veya ırkî düşmanlığa mı transfer ettik?
Bizim şimdiki
tavır ve hareketlerimiz, önceki zamanlarınkinden daha mı iyidir, yoksa daha mı
kötü?
Ondokuzuncu
yüzyılda bir gezgin diyordu ki: "Tavır ve hareketler, Doğudan Batıya
gittikçe devamlıca bozuluyor; tavır ve hareketler Asya'da kötü, Avrupa'da hiç
de iyi değil, ve batı Amerikan eyaletlerinde tamamen kötü,' ve günümüzde de Doğu Batıyı taklit ediyor.
Kanunlarımız, cemiyete ve devlete karşı suç işleyenlere diğerlerinden çok daha
fazla mı korunma imkânları sağlıyor?
Yoksa, korku dan
dehşete düşen ebeveynlerin tekrar Kilise Anne'ye koşarak, entellektüel
hürriyete neye mal olursa olsun, çocuklarını disiplinli etmesini yalvaracakları
bir ahlâkî ve sosyal huzursuzluğa doğru mu gidiyorum? İnsanoğlunun teselli
edilmesinde ve kontrolunda mit'in [efsane] oynadığı rolü göremediği için
felsefenin, Descartes'tan beri görülen gelişmesi bir hatâ mı idi?
"Bilgisini arttıran kederini
de arttırır, ve hikmet ne kadar fazla olursa, elem ve dert de o kadar çok
olur."
Felsefede,
Konfüçyüs'ten beri hiç mi gelişme görülmedi?
Veya Açilus'tan
beri edebiyatta? Musikîmiz, muğlak formları ve güçlü orkestraları ile
Palestrina'nın [1525-94] musikîsinden daha derin, veya Ortaçağ Arapları'nın
basit âletlerin refakatinde söyledikleri tek sesli şarkılardan daha ahenkli ve
ilham verici olduğuna emin miyiz?
(Edward Lane,
Kahire müzisyenlerinden şu kelimelerle bahsetti: "Onların şarkıları, benim
şimdiye kadar dinlediğim herhangi bir musikîden daha zevklendirici.")
Çağdaş—cüretli,
orijinal, ve izlenim bırakıcı—mimarlığımız, eski Mısır ve Yunanistan'ın
mimarlığı ile, veya bizim heykeltıraşlığımız Chephren ve Hermes'in heykelleri
ile, veya bizim bas-relief'lerimiz [heykeltraşlıkta yarım-kabartma]
Persopolis veya Parthenon'dakilerle mukayesede, veya bizim resimlerimiz, Van
Eycks ve Holbein'in tablolarıyle mukayesede ne anlatıyor?
Eğer "sanat
ve medeniyetin özü, kaosun yerine düzen getirmek" ise, Amerika ve Batı
Avrupa'nın çağdaş resim sanatında düzenin yerine kaos getirilmesi, medeniye
timizin canlı bir sembolünün şaşkın ve yapışız bir çürümeye dönüşmesi midir?
Tarih, öyle
umursamazcasına zengindir ki, belirli haller için, herhangi bir durumdan bir
netice çıkarmak mümkün. Delilimizi, daha parlak bir peşin hükümle seçersek daha
huzur verici sonuçlar çıkarabiliriz. Fakat belki gelişmenin, bize neyi ifade
ettiğini belirtmemiz gerekecek. Eğer gelişme mutluluğun artması demekse, bu
iddia daha ilk bakışta dâvasını kaybeder. Bizim üzülme, rahatsızlanma kapasitemiz
sonsuzdur, ve kaç güçlüğün üstesinden gelirsek gelelim, kaç idealimizi
gerçekleştirirsek gerçekleştirelim, biz, kendimizi şaheserce mutsuz hissetmek
için her zaman bahane buluruz; beşeriyeti veya kâinatı bizim tasdikimize lâyık
görmeyerek reddetmekle sinsi bir zevk duyarız. Gelişmeyi, vasat bir çocuğu,
erişkin veya âkil bir insandan daha yüksek, hayatın daha gelişmiş bir ürünü
yapabilmekle ifade etmek ahmakçasına bir şey olur, zira, çocuk, hiç şüphe
edilemez ki, her üçünden de mutludur. Daha objektif bir tarif mümkün müdür?
Burada gelişmeyi çevrenin, hayat tarafından gittikçe kontrolü diye tarif
edeceğiz. Bu, insan için olduğu kadar, en alttaki organizma için de yerinde bir
test'tir.
Gelişmenin,
devamlı veya evrensel olması gerektiğini talep etmemeliyiz. Şüphesiz,
gelişmekte olan bir fertte başarısızlık, yorgunluk, ve duraklama periyodları
görüldüğü gibi, gerilemeler de görülecektir. Eğer şimdiki durum, çevrenin
kontrolunda bir ilerleme ise, gelişme gerçektir. Rusya'nın günümüzdeki
[1968'de] gelişmesinde ve İngiltere'nin gerilemesinde görüldüğü üzere, tarihin
hemen hemen herhangi bir devrinde bazı milletlerin geliştiklerini ve
bazılarının da gerilediklerini düşünebiliriz. Amerika'nın bugün teknolojide
ilerlemesi ve grafik sanatlarda gerilemesi gibi, aynı millet beşer
faaliyetlerinin bir sahasında ilerleyebilir ve bir diğerinde de gerileyebilir.
Eğer Amerika ve Avustralya gibi genç ülkelerdeki deha tipleri, resim
yapanlardan veya şiir yazanlardan, veya taşları yontanlardan olmayıp da
pratik, icat edici, ilmî yöneticiler arasından çıkıyorsa, anlamamız gerekir ki,
her çağ ve ülke, çevresini kontrol gayretlerinde, diğerlerinden ziyade ihtiyaç
hissettiği kabiliyet tiplerini çıkarır. Bir ülkenin ve zamanın eserlerini,
mazinin toplam en iyi eserleriyle mukayese etmemeliyiz. Bizim meselemiz,
vasatî insanın, hayatın şartlarını kontrol yeteneğini arttırıp arttırmadığıdır.
Kendi modern
varlığımızı geniş kapsamlı bir manzara olarak ele alır ve kendi modern
hayatımızı, istikrarsızlığına, kaotikliğine, ve öldürücülüğüne rağmen, ilkel
insanların cehaleti, hurafeleri ve hastalıklarıyla karşılaştırırsak, pek de
ümitsiz sayılmayız. Medenî ülkelerin en alt kademelerinde bulunanlar,
barbarlardan hâlâ pek az farklı olsalar bile, bu kademeler üstündeki binlerce,
milyonlarca insan, ilkel insanlar arasında nâdiren bulunan zihnî ve ahlâkî
seviyeye yükseldi. Biz, şehir
hayatının muğlak zorlamaları altında, hayalimizde, medeniyet öncesinin basit
sanılan davranış ve usullerine sığmıyoruz; fakat daha az romantik ânlarımızda
bunun, önümüzdeki gerçek görevlerden kaçış reaksiyonu olduğunu, ve diğer pek
çok karamsarların yaptıkları gibi vahşi insanlara prestij edilmesini, henüz
çevresine adapte olamayan çocuğun sabırsız sözleri, henüz olgunlaşmamış ve
rahatça yerleşmemiş şuurlu yeteneğin bir ifadesi olduğunu biliyoruz. Hâlâ ayakta kalmış ilkel aşiretlerde
yapılan bir araştırma, onlardaki bebek ölümlerinin yüksek, hayatlarının kısa,
dayanma güçleri ve süratlerinin daha az, ve daha çabuk hastalık kapan
insanlar" olduklarını gösteriyor.
Eğer hayatın
uzatılması çevrenin daha iyi kontrol edilmesi ise, ölüm cetvelleri,
insanoğlunun daha uzun yaşadığını gösteriyor, zira son üç asır boyunca Avrupa
ve Amerika'daki beyazların ömürleri üç misli arttı. Bir müddet önce, mortician'ların
[Amerika'da cenaze işleri ile uğraşanlar] bir kongresinde, insanların
ölümle randevülerini geciktirmelerinin kendi sanayilerini tehdit ettiği
söylendi. Eğer ölü kaldırıcıları
fakirleşiyorsa, gelişme gerçektir.
Eski zamanların
insanları ile modernler arasındaki tartışmada, mükâfatın, eski çağların
insanlarına gittiği hiç de doğru değildir. Modern ülkelerde açlığın
giderilmesini, ve şimdi bir ülkenin kendi halkını besledikten sonra ihtiyaç
içindeki ülkelere yüzlerce milyon kile buğday göndermesini önemsiz bir başarı
mı kabul edeceğiz?
Hurafeleri, ilme
karşı çıkan engelleyicileri, veya dinî müsamahasızlığı azalttığı için ilmi,
veya yiyecekleri, ev sahibi olmayı, rahat ve huzuru, eğitimi, ve çalışma
saatleri dışında geçen zamanı şimdiye kadar görülmemiş bir tarzda arttırdığı
için teknolojiyi çuvala koyup ağızını bağlayacak mıyız?
Biz gerçekten
Atina'nın Agora'sını veya Romanın Comitia'sını İngiltere Parlamentosuna veya
Birleşik Amerika'nın Kongre sine tercih mi edeceğiz, veya Attika'da olduğu
gibi, oy kullanma hakkının pek az kimseye tanındığı, veya yöneticilerin
imparator muhafızları tarafından seçildiği bir sistem altında yaşamakla daha
fazla mı tatmin olurduk? Bize hukukî haklarımızı, jüriler tarafından muhakeme
edilmeyi, dinî ve entellektüel hürriyeti, ve kadın haklarını veren anayasalar
altında yaşamak yerine, Atina veya Roma İmparatorluğu kanunları altında mı
yaşamayı tercih ederdik?
Ahlâkımız,
gevşemiş olmasına rağmen, ambiseksüel [cinsî ilişkilerde hem erkek hem kadın
gibi hareket eden kimse] Alkibiades'in ahlâkından daha mı kötü, veya bilgili
bir fahişe ile yaşıyan Periklesi taklit eden herhangi bir Amerika
Cumhurbaşkanı göründü mü?
Büyük
üniversitelerimiz, pek çok sayıdaki yayımevlerimiz, pek bol sayıdaki
kütüphanelerimiz bizi utandırıyor mu?
Atina'da büyük
dramatistlar vardı, ama Shakespeare'den büyük mü idiler ve Aristophanes,
Moliere kadar derin ve beşerî mi idi? Demosten'in, İsokrates'in, ve Açines'in
hitabeleri Chatnam'ın, Burke'nin ve Sheridanın hitabelerinden üstün mü idi?
Gibbon'u Herodot'un
veya Thucydides'in altına mı koyacağız?
Eski çağların
kurgu yazılarında, modern romanın kapsamı ve derinliği ile mukayese
edilebilecek bir şey var mıdır?
O çağlar
insanlarının sanattaki üstünlüklerini kabul edebiliriz, ama bazılarımız yine
Paris’in Nötre Dame'ini Parthenon'a tercih edebilir. Eğer Amerika'nın
kurucuları Amerika'ya, veya Fox ve Bentham İngiltere'ye, veya Voltaire ve
Diderot Fransa'ya dönebilseydiler, bizleri dün, hattâ Perikles ve Augustus'un
zamanında yaşamayıp da bugün yaşadığımız için talihimize şükretmeyen
nankörler diye azarlamaz mı idiler?
Bir gün,
medeniyetimizin de öteki medeniyetler gibi ölebileceği bizi fazla rahatsız
etmemeli. Frederîck, Kolin'de, ricat eden askerlerine sordu: "Ebediyen mi yaşayacaksınız?” Belki, hayatın yeni şekiller alması,
yeni medeniyetlerin ve merkezlerin yükselmesi arzu edilebilir. Bu arada,
yükselen Doğunun meydan okumasına karşı koyma gayretleri, Batı ya yeni bir
hayat getirebilir.
Medeniyetin
tamamiyle ölmediğini söyledik—non omnis moritur.—Bazı değerli başarılar,
yükselen ve düşen devletler arasında, yine ayakta kaldılar: ateş veya ışık
yapılması, tekerlek veya öteki temel âletler; lisan, yazma, sanat ve şarkı;
ziraat ve aile, ve ebeveynlerin çocuklarım yetiştirmeleri; sosyal organizasyon,
ahlâk, hayır işleri; ve ailenin ve ırkın bildiklerinin arkadan gelenlere
nakledilmek için öğretime başvurulması. Bunlar medeniyetin unsurlarıdırlar, ve
bir medeniyetten diğerine geçilirken azimle muhafaza olundular. Onlar,
insanlık tarihinin bağlayıcı lifleridirler.
Eğer eğitim,
medeniyetin aktarılması ise, biz şüphesiz gelişiyoruz. Medeniyet tevarüs
edilmez: medeniyet öğrenilmeli, ve her nesil onu yeniden öğrenmelidir. Eğer bu
aktarılma işlemi bir asır kısıntıya uğrayacak olursa, medeniyet ölür, ve bizler
tekrar vahşiler oluruz. Bundan böyle, bizim en iyi başarımız, eğitim sağlama
yolunda, daha önceki yıllarda benzeri görülmemiş bir tarzda sarfettiğimiz
zenginlik ve emeklerimizdir. Bir zamanlar kolejler, zevk sınıfındaki erkeklerin
yarısı için kurulmuş lükslerdi, bugün üniversitelerimizin sayısı o kadar
çoğaldı ki, artık biraz koşan biri bile Ph.D olabilir [doktora sahibi
olabilir]. Biz çok eski çağların seçilmiş dehalarının üstüne belki çıkamadık,
fakat seviyeyi ve vasatî bilgiyi herhangi bir çağda görülmemişcesine yükselttik.
Çocuklar dışında
kimse öğretmenlerimizin, on-bin yılın hatâ ve hurafelerini tamamen
gidermediklerinden şikâyet edemez. Büyük tecrübe ancak şimdi başladı, ve bu
tecrübe, isteksiz ve doktrine edilmiş cehaletin yüksek doğum nisbeti karşısında
belki de başarıya ulaşamaz. Fakat her çocuk yirminci yaşma kadar okul
eğitiminden geçerse, ve ırkın entellektüel ve sanatkârca hâzinelerini muhafaza
eden üniversitelerin, kütüphanelerin ve müzelerin kapıları önlerine açılırsa,
bunun meyvaları neler olabilir?
Eğitimi
gerçeklerin, tarihlerin, ve hükümdarlıkların kafada zorla yerleştirilmesi,
ferdin sadece dünyada yaşayışını sağlayacak imkânları elde etmek için bir
hazırlık olarak düşünmemeli. Eğitimi, insanoğlunun hayat anlayışını genişletmek,
kontrol etmek, süslemek, ve ondan zevk almak için zihnî, ahlâkî, teknik, ve
estetik mirasımızı mümkün olduğu nisbette en çok sayıda insana aktarmak diye
ele almalı.
Günümüzde,
bizden sonrakilere aktarabileceğimiz miras her zamankinden zengindir. Perikles'in
zamanından zengindir, zira ondan sonra gelen Yunan çiçeklenmesini de ihtiva
eder; İtalyan Rönesans'ını da ihtiva ettiğinden Leonardo’nun zamanından
zengindir; Voltaire'in zamanından da zengindir, çünkü bütün Fransız
aydınlanmasını ve onun evrensel yayılmasını da içine alır. Bizim ağlayıp
sızlamamıza rağmen, gelişme gerçek ise, bu bizim, mazideki bebeklerden daha
sıhhatli, daha iyi, veya daha akıllı olarak doğduğumuzdan değil, daha zengin
bir miras içinde doğduğumuzdandır; kendi varlığımızın durduğu ve desteklediği
yer yükseldikçe, bilgi ve sanat birikiminin de yüklendiği daha yüksek bir
taban üzerinde dünyaya geldiğimizdendir. Miras yükselir, ve insanoğlu da bu
mirastan yararlandığı nisbette yücelir.
Tarih, her
şeyden önce, o mirasın yaratılması ve kayıtlara geçirilmesidir; gelişme, o
mirasın artan bolluğu, muhafaza edilmesi, iletilmesi ve kullanılmasıdır.
Tarihi, insanoğlunun sadece ahmaklıklarının ve suçlarının hatırlatılmasını ikaz
eden biri olarak değil, çoğaltıcı ve doğurucu ruhların hatırlatılmasının
cesaret verici olduğunu söylemek için inceleyenler indinde, mazi, ümitsizliğe
düşürücü, dehşet uyandırıcı hâdiselerin teşhir edildiği bir salon olmaktan
çıkar, semavî bir şehir, bin evliyanın, devlet adamlarının, mucitlerin, ilim
adamlarının, sanatkârların, müzisyenlerin, âşıkların, ve filozofların hâlâ
içinde yaşadıkları, konuştukları, öğrettikleri, yonttukları ve şarkı
söyledikleri büyük bir ülke olur. Tarihçi, beşerî varoluşta, insanoğlunun
ona verdiğinden başka bir mânâ göremediği için yas tutmaz; bizim gururumuz
şu olsun ki, biz kendimiz hayatımıza bir mâna, ve bazen ölümün de ötesine
geçebilecek bir önem verebiliriz. Eğer insanoğlu talihli ise, ölmeden önce,
kendi medenî mirasını mümkün olduğu kadar toplayacak ve çocuklarına transfer edecektir.
Ve son nefesinde, bu tükenmez mirasın, bizi besleyen annemiz ve devamlı
hayatımız olduğunu bildiğinden, minnettarlık duyacaktır.
Kaynak: Will And Arıel Durant,
Tarihten Alınacak Dersler (The Lessons Of History) Çeviren Nejat Muallimoğlu
Bedir Yayınevi, 1994, İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar