TASAVVUFÇULARIN KAYGAN ZEMİNİNDE YÜRÜMEK
19.12.2012
tarihinde çıkan bir haber gündeme şu şekilde geldi.
Yayın dünyasının
konuştuğu otosansür, geçtiğimiz hafta Evrensel gazetesinin haberiyle ortaya
çıktı. Fırat Yayınevi, 10. Sınıf edebiyat kitabında Yunus Emre'nin ilahi
türündeki şiirini 8 kıtadan 7 kıtaya
indirdi.İlahi'nin en bilinen dörtlüğü olan,
"Cennet
cennet dedikleri
Birkaç köşkle birkaç huri
İsteyene ver onları
Bana seni gerek seni"
mısraları sansürlenmişti.
Birkaç köşkle birkaç huri
İsteyene ver onları
Bana seni gerek seni"
mısraları sansürlenmişti.
Yayınevi, "Şiir bu
haliyle Talim Terbiye'den onay aldı" diyerek kendisini savundu. Ancak,
sansürü yayınevinin kendisinin mi yaptığı, Talim Terbiye Kurulu'nun mu talep
ettiği anlaşılamadı.Kültür Bakanlığı, Talim Terbiye Kurulu'nun onaylama
gerekçesini, "şiirden beklenen kazanımların, söz konusu eksik haliyle de
sağlanması" olarak gösterdi.Talim ve Terbiye Kurulu'nda yönetici düzeyde
çalışmış iki eğitmen, Radikal gazetesine konuyu iki farklı açıdan değerlendirdi
;Uygulamayı 'hatalı' bulduğunu belirten eski yönetici, "Şiir bütünsel
olarak alınmışsa kıta çıkarılamaz, şiirin tamamı alınmadığı için kitap geri
dönmeliydi" görüşünde. Kurulda başkanlık düzeyine çıkmış bir başka isim
ise, uygulamada 'teknik olarak' yanlışlık olmadığı görüşünde.Bakan Dinçer: "Öküz altında buzağı aramak"
Milli Eğitim Bakanı Ömer Dinçer İlköğretim Kitaplarında Yunus Emre şiirinin
sansürlendiği iddialarına ilişkin olarak, “Ben bu tartışmayı biraz öküz altında
buzağı arama tartışması olarak görüyorum" dedi. Dinçer, İstanbul'da “Okullar Hayat Olsun
Projesi" değerlendirme toplantısına katıldı. Toplantı çıkışı basın
mensuplarının soruların yanıtlayan Dinçer, İlköğretim ders kitaplarında Yunus
Emre şiirinin sansürlendiği iddialarına ilişkin olarak şunları söyledi: "Konu
Yunus Emre olunca, Yunus Emre'yi sansürlemek bizim haddimize mi? Böyle bir şeyi
düşünüyor olmak bile bence çok doğru bir yaklaşım değil. Bu, bizi bilmemek,
bizi tanımamak anlamına gelir. Normal şartlarda, bahsedilen kitap, özel bir
yayınevinin hazırladığı bir ders kitabı. Talim ve Terbiye Kurulu'nun denetim ve
süreçlerinden geçmiş bir kitap. Talim ve Terbiye Kurulu, bir sansür kurulu
değil ki, böyle bir şey yapsın?
Bakanlık olarak hangi
sınıfta, hangi kazanımların olacağını tespit ediyoruz. Piyasadaki ders
kitaplarını hazırlayan öğretmenlerin, bu kazanımları, oradaki anlatımlarında
sağlayıp sağlamadıklarını ölçüyoruz. Dolayısıyla kitabı yayımlayan yazar,
kazanımları öngören dizeleri almış, onun dışındaki dizelere yer vermemiş. Bizim
ölçümümüzde şiirin tamamı var mı yok mu diye bir inceleme yapılmaz." Dinçer, tartışmayı
"öküz altında buzağı arama" tartışması olarak gördüğünü ifade ederek,
"Biz asla öyle bir şey düşünmeyiz ve yapmayız. Piyasadan gelen kitapların,
kazanımlara uygun şekilde hazırlanıp hazırlanmadığını kontrol ederiz. Kitaba,
bu süreçte bakılmış ve kazanımları sağladığı görülünce de onay
verilmiştir" dedi.
Bu meyanda yapılan hatalar bakış açısıyla
çeşitlemeli olur. Ancak umumun sorumlu olduğu dini hukuk çerçevesinde Yunus
Emre kaddesellâhü sırrahu’l azizin şathiye sınıfına girecek ilâhisinin eğitimi
tamamlanmamış ve seviye itibarı ile zamanımız itibariyle zayıflıkları olan umum
talebenin ders kitaplarına konulması birinci yanlıştır.
İkinci yanlışta koyanın veya sâirenin hangi
niyetle olduğunu bilmediğimiz şekilde Molla Kasım cephesiyle sansürlenmesidir.
Üçüncü yanlışta açığa çıkmış bu konuyla
eğitim kitaplarında başıboşluğun varlığıdır.
Bu yanlışlar sayısı artırılabilir.
Önemli olan eğitimde ülkenin nerelere doğru
gittiğidir. Lise okul kitaplarında tasavvuf konusunun okutulacak muhakkak bir
ders seviyesi vardır. Fakat genç dimağların daha kulluğun şuuruna ermeden Allah
Teâlâ ile naz makamında söylenecek sözlerin içeriğine çekilmesi ile onların
Ateist zihniyetinin katmanlarına çekmek ve ileride dini alaya almaya varacak
bir yol açmanın sebebi olmak müthiş hata kabilinden olacağı unutulmamalıdır.
Aslında veli zâtların sözlerinin hak ve hakikatin bir cephesinde olsa da,
nefsini temizlemek isteyen birçok tâlibleri şek ve şüpheye düşürmüştür. Bu sözler, şek ve şüpheye düşürmek için
söylenmişde değildir. Belki insanların şek ve şüphesinden çıkarıp ve izâle
etmek ve ileri seviyede Allah Teâlâ’ya muhabbetti sağlamak olsa da Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellemin irşad sünnetine muvafık olmadığından zarara
meyletmiştir. Neticede kaygan zemindeki şathiyenin unsurları kabilin olup
faydadan çok zarara dönük bir hal almıştır.
Tasavvufun en çetrefilli konularında
cesaretli konuşan Melâmilerin üçüncü dönem Piri Seyyid Muhammed Nûr’ül Ârabî
kaddesellâhü sırrahu’l azîz dahi bu gibi tasavvufun ince meselelerinin ulu orta
konuşulmasından muzdâr olmuş zararın varlığına işaret etmiştir. Hakkında
anlatılır ki;
Kendileri bir akşam çok
müteessir bir halde hane-i saâdetlerine dönmüşlerdi. Bu teessürü gören eşi,
O'na, neden müteessir ve üzgün olduğunu sorunca, şu cevabı aldı:
“Ey hanımım, ben üzgün
olmayayım da kim olsun? Biraz önce İhvanın kahve köşelerinde tevhidin sırlarını
konuştuklarını duydum. Umum yerde konuşulmaması gereken şeyleri kahve
köşelerinde konuşuyorlar!”
Konuyla ilgili gelecek şathiye ve
açıklamalı bir fetvâ makaleyi burada zikredelim. Allah Teâlâ’m doğru yaptığımız
yanlışlardan Zâtına sığınırız.
İhramcızâde
İsmail Hakkı
ŞATHİYE
Mutasavvıfların birçoğunun teveccüh gösterdikleri "Şath" lugatte Arapça Ş-T-H kökünden iştikakla; sarsılma,
hareket, titreme anlamına gelir. Bu bağlamda, içinde fazla hareket vukû bulduğu
için un elenen alete de 'miştâh' denilir. Miştâh denilmesi hareketin
çokluğundan, belki de bu hareket sırasında dışına un taşmasındandır.
Sûfîler bununla "vecd ve istiğrak halinde tecelliyata gark olan
kalb(sır)lerinin hareketini ve sarsılmasını kasd ederler. Bu hareket ve
sarsılmaya maruz kalan sûfî, dinleyenin çok garip karşılayacağı sözler söyler.
İşte bu şekilde söylenmiş sözlere şathiyat denir.
Sûfîlerin en çok tenkide maruz kaldıkları hususlardan birisi de, ne kasd
edildiği kolay anlaşılmayan kapalı veya sembolik ifadelerden oluşan ve sûfîyi
kuşatıp ondan taşan vecd halinin tasviri anlamına gelen ruh lisanıyla
konuşmasının açılımı ve hissettiği hallerin lafızlarla ifadesi olan bu
"şath/şatah"larıdır.
Bu sebeple tasavvuf ehli nazarındaki hakiki manasını göz önüne almayarak,
zahir şekline göre bunları manasızlıkla suçlamak yanlıştır. Bu tür manzumeler
mana derinliğine nüfûz edemeyen "kâl ehli"ne göre saçma gibi
görünürse de, tasavvuf rumuzuna layıkıyla aşina olanlara, onların pek sarih bir
manası ve birçok anlamı vardır.
Bakî'nin de bir şiirinde
dediği gibi;
"Hüner esrâr-ı
ma'nâ anlamaktır lafz-ı muğlâktan "
Mistik tecrübe aklî değildir sadece
yaşanır. Bu bakımdan mistik tecrübenin kişilere anlatılması, nakledilmesi
zordur. Ancak, nakil de şarttır. Zira hiçbir bilgi gizli kalmaz, kalmayacaktır.
Bu eşyanın hakikatine aykırıdır. Var olan bilgi tezahür etmek için var
olmuştur. Ne var ki, insanlığın idraki aynı seviyede değildir. Aktarılan
bilgilerin anlayış farklarına göre kavranılması muhakkaktır. Ayrıca muhatabın
ve konunun seviyesi yükseldikçe, kelamda tasarruf ve ifadede semboller
kullanmayı çoğaltma, bir kâinat kanunudur. [1]
Soru:
Bazı
kitaplar da Muhyiddîn İbnu’l-Arabî kaddesellâhü sırrahu’l azîzin ‘’Fusus’ul
Hikem’’ini Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem tarafından yazılıp ona
verildiği yazmakta. Hâlbuki İbn-i Arabî’nin ‘’Fusus’ul Hikem’’ ve diğer
kitaplarında küfür sözleri türü bulunmaktadır. Bu kitabı peygamberin yazdığı
doğru olabilir mi? Bu kitapların okunması caiz mi? İbn-i Arabî hakkında ne
dersin?
BİSMİHİ TEÂLÂ
Ulema arasında
en çok tartışılan kişilerden birisi de İbn-i Arabî’dir (kuddise
sırruhu). Ulemanın bir kısmı onun veli olduğuna kabul etmektedir. Nitekim
bunlardan biri olan İbn-i Haceri’l mekki, İbn-i Arabî (rahmetullahi aleyhima)
hakkında şöyle demektedir.
‘’ İbn-i Arabî (
kuddise sırruhu) arifi billâh olan, ALLAH’ın (Celle celalühü) veli kullarından
olup bildiği ile amil olan ulemadandır. İbn-i Arabî’nin ( kuddise sırruhu)
zamanının âlimlerinden olduğu hususunda ittifak edilmiştir. Öyle ki kendisi her
türlü ilimde kendisine tabi olunan olup, kendisi başkasına tabi olanlardan
değildir…. Kendisi zamanının en takvalılarından olup sünneti seniyye’yi ihya
etmiş ve mücahede hususunda zamanının en büyüklerindendir. Hatta kendisinin bir
abdest ile üç ay durduğu rivayet edilmiştir. Diğer hallerini buna kıyas
et. Kendisinin ‘’Futuhatu’l Mekkiyye’’
isimli eserini yazdıktan sonra sayfaları hiçbir koruyucu olmadan Kâbe’nin
üzerine koymuş, bir sene orada kalmasına rağmen Mekke çok yağmur ve rüzgârlı
bir yer olmasına rağmen ne sayfaları yağmurdan ıslanmış, ne de rüzgâr
sayfalarından birisini uçurmuştur… Onun kitaplarında ilk bakışta anlaşılması
zor olan hakikatlerden yüz çevirmek gerekir. Zira o hakikatleri ancak o
mertebeye gelen arifler, kitab ve sünnet hakikatlerine muttali olanlar
anlayabilir. Bu hakikatleri anlayamayan bir takım cahil insanlar onun boynundan
İslâm ipini çıkaranlar ve ondan şer’i teklifleri düşürerek onu en büyük
şirklerden bir şirk ile suçlayanlar hem dünyada hem de ahirette açık bir
hüsrana düştüler. (İbn-i Haceri’l mekki,
feteva-i hadisiyye, c:1 sh: 210)
Osmanlı devletinin 9. Şeyhulislam’ı olan İbn-i
Kemal Paşazade’de, İbn-i Arabî (rahmetullahi aleyhima) hakkında şöyle
demektedir.
‘’ Ey İnsanlar iyi bilin ki İbn-i Arabî
(kuddise sırruhu) kâmil bir müçtehid, fazıl bir mürşidtir. Kendisinin yüksek
mertebelerine işaret eden birçok menkıbe ve harikulade halleri olan biri olup,
ulema arasında makbul ve faziletli birisidir. Kim onun hakkında ileri geri
konuşur, onun faziletini inkâr ederse hata eder. Eğer inkârında ısrarcı olursa
delalete düşer ve zamanın sultanı onu bundan dolayı cezalandırır. Onun
eserlerinden olan ‘’Fususu’l Hikem’’ ve ‘’ Futuhatu’l mekkiyye’’ isimli eserlerinde ki bazı meseleler emri
ilahiye’ye ve şer’i muhammediyye’ye uygun olup ehl-i keşif ve ehl-i batın
dışında ki zahir ehline gizli hususlardır. Kim bunlarda ki manayı ve anlatılmak
isteneni anlamazsa ‘’ hakkında bilgin olmayan şeylerin arkasına düşme. Zira
kulak, göz ve kalb bundan mes’uldür.’’ (İsra/36) ayeti kerimesi gereği susması
gerekir.’’
(Tabakatu’l müçtehidin, c: 1 sh: 133)
İbn-i Arabî’nin (kuddise sırruhu) özellikle
‘’Fususu’l Hikem’’ ve ‘’Futuhatu’l Mekkiyye’’ isimli eserlerinde ki görüş ve
vahdet-i vucud hakkında ki görüşlerinden ötürü ulemanın büyük bölümü tarafından
küfür ve zındıklıkla itham edilmiştir.
Mesela Hanefilerden Şehabeddin Hüseyin b.
Süleyman (rahmetullahi aleyh) ibn-i
Arabî’nin (kuddise sırruhu) küfrüne hükmederek, kitablarının okunmaması
gerektiğine hükmetmiştir. Takiyyiddin ibn-i teymiyye, Şerafeddin İsa zevavi,
kadı kuzat bedreddin, Sadedin harisi, Zeyneddin Ömer b. ebi hazm, (rahmetullahi
aleyhim ecmain) gibi birçok âlim İbn-i
Arabî’nin (kuddise sırruhu) kâfir ve zındık olduğuna hükmederek kitablarının
okunmaması gerektiğini söylemişlerdir. (Abdurrahman sehavi, kavlu’l münbi an
tercümeti ibn-i Arabî, c: 2 sh:365, 379)
İbn-i
Arabî (kuddise sırruhu) hakkında leh’te ve aleyh’te Konuşanlar olduğu gibi onun
hakkında konuşmayıp ‘’onun hakkında konuşmayıp susan kurtulmuştur.’’
(Suyuti, tenbihü’l gabi bi tebrieti ibn-i Arabî, sh:9) diyen Şerafeddin Münavi,
Hafız zehebi (rahmetullahi aleyhima) gibi ulemada bulunmaktadır. İbn-i Teymiyye
ise İbn-i Arabî (kuddise sırruhu) hakkında ‘’fetvalar’’ın da ‘’ onun kâfir
olduğunu söyleyenler olmakla beraber onun öldüğünü zaman İslâm dinine yakın
olduğunu zannediyorum….. ama nasıl öldüğünü en iyi ALLAH (Celle celalühü)
bilir.’’ (Mecmau’l feteva, c: 2 sh: 143) derken, ‘’el Furkan beyne
evliya-i’r-rahman ve evliya-i’ş-şeytan’’ isimli eserin de ‘’ İbn-i Arabî
(kuddise sırruhu) kendisi hakkında söylenen şeylerden uzak olup ‘’Futuhatu
mekkiyye’’ isimli eserinde ki sözleri tasavvuf erbabının bazı hallerinden
dolayı söylediği sözler olduğundan bunlar hakkında mazur sayılır.’’ (c:1
sh:210, 215) demektedir.
İbn-i Arabî’nin (kuddise sırruhu) hakkında ki
olumsuz görüşler genellikle onun tasavvufi yönünden dolayıdır. İkinci bin’in
müceddidi İmamı Rabbâni (kuddise sırruhu) ‘’Mektubat’’ isimli eserin de onun
hakkında özet olarak ‘’ …..Bize düşen onun
şeriate uygun olan sözlerini kabul edip, şeraite uygun olmayan sözlerini kabul
etmemektir. İbn-i Arabî’yi (kuddise sırruhu) kabul etmede veya etmeme de bu
fakirin tercih ettiği orta yol budur. Onun halini en iyi bilen ALLAH’tır (Celle
celalühü).’’ (Mektubat c: 2 mek:
77) demek suretiyle onun hakkında en uygun olanın orta yol olduğunu ifade
etmiştir.
İbn-i Arabî (kuddise sırruhu) hakkında en iyi
yolun orta yol olduğunu beyan edenlerden birisi de Hanefi mezhebi’nin Osmanlı
dönemin de yaşayan muhakkik âlimlerinden İbn-i Abidin’dir (rahmetullahi aleyh).
İbn-i Abidin (rahmetullahi aleyh) babasının “Reddul muhtar”ına yaptığı “dürrul
muhtar” isimli haşiyede İbn-i Arabî’ye (kuddise sırruhu) bir bab ayırarak onun
hakkında geniş malumat vermektedir.
METİN
Eş-şeyhu’l-Ekber
Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin halinin beyanındadır. – Allah Teâlâ bizi
onunla fâidelendirsin -
Ebussûud Efendi’nin Marûzât’ında
zikredilmiştir ki, Ebussûud Efendi’ye “Şeyh Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin
“Füsûsu’l-Hikem” isimli eserindeki bazı sözleri şeriata uymamaktadır. O eseri
kendinden sonra gelenleri sapıtmak için yazmıştır. Onu okuyan mülhiddir, diyen
kimsenin sözünün mânası nedir? Ve bu kimseye ne lâzım gelir?” diye
sorulmuş.
Ebussûud Efendi de:
“Evet, o
eserde şeriata uymayan bazı sözler vardır. Bazıları bu sözleri şeriata uydurmak
için tevîl etmişlerdir. Fakat biz, bu şeriata uymayan sözlerin bazı Yahudiler
tarafından Şeyh Muhyiddin İbnü’l-Arabî Hazretlerine iftira edilmiş olduğunu
yakinen biliyoruz. Artık bu şeriata uymayan sözleri ihtiyaten okumamak
vâcibdir. Sultan, bunların okunmasını yasaklayan bir de emir çıkarmıştır. Buna
göre şeriata uymayanı eserleri okumaktan, ezberlemekten ve dinlemekten sakınmak
vâcibdir.” diye
cevap vermiştir.
FETVA AÇIKLAMASI
“Yakînen biliyoruz ilh…” Yani şeriata uymayan sözlerin bazı Yahudiler tarafından
Muhyiddin Arabî Hazretlerine iftira edilmiş olduğunu Ebussûud Efendinin yakînen
bilmesi ya yanında sâbit olan bir delil iledir veya Şeyh-i Ekber’in bu sözler
ile muradı anlaşılmayıp tevili de mümkün olmadığı için bu sözlerin Şeyh-i
Ekber’e iftira olduğu taayyün etmekledir. Nitekim İmam Şarânî’yi de
çekemeyenler, bazı kitaplarına şeriata muhâlif sözler ilave edip İmam Şarânî’ye
iftirada bulunmuşlardır.
Bunun üzerine İmam Şarânî asrındaki
âlimleri toplayıp, bu kitabların müsveddelerini göstermiş. Bu müsveddelerde
şeriata muhâlif sözlerin bulunmadığı görülmüştür.
Şeyh-i Ekber’in itiraz ettikleri sözlerinin
açıklanmasını isteyenler Nablûsi Abdülganî’nin “Er-Reddü’l-metin alâ
müntakısı’l-ârif Muhyiddin” isimli kitabına müracaat etsinler.
“İhtiyaten okumamak
vâcibdir ilh…”
Şeyh-i Ekber’in kitabında şeriata uymayan sözlerin iftira olduğu sâbit olursa
zaten bunların okunmaması vâcibdir.
İftira olduğu sâbit olmazsa herkes bu
sözler ile Şeyh-i Ekber’in ya muradını anlayamaz veya muradının hilâfını onlar
da bu sözleri inkâr eder. Bu takdirde de bu sözlerin okunmaması vâcibdir.
İmam Suyûtî “Tenbihü’l-gabî bi-tebriet-i
İbn-i Arabî” ismindeki risâlesinde:
“Muhyiddin İbnü’l-Arabî
hakkında âlimler iki fırkaya ayrılıp birisi onun velî olduğuna, diğeri ise velî
olmadığına inanmıştır. Bence iki fırkanın da razı olmayacağı bir yol vardır:
Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin velî olduğuna inanılması, fakat kitablarının
okunmasının haram olmasıdır.”
demiştir.
Muhyiddin
İbnü’l-Arabî’den “Biz öyle bir zümreyiz ki, bizden olmayanların
kitaplarımızı okumaları haramdır.” diye nakledilmiştir.
Çünkü Sufiler ıstılah olarak bir takım lâfızlar
üzerine anlaşıp o lâfızlar ile fukahâ arasında bilinen mânaları murad
etmemişlerdir. Kim o lâfızları fukahâ arasında bilinen mânâlara hamlederse
kâfir olur.
İmam Gazâli bazı kitablarında; “Sufilerin
bazı sözleri, Kur’ân-ı Kerim’de ve hadis-i şerifdeki yed, ayn, istivâ gibi
müteşabih olan âyet ve hadîslere benzemektedir.” demiştir.
Bir kitabın Muhyiddin Arabî’ye aid olduğu
sâbit olunca, o kitaba bir düşman veya bir mülhid veyahut bir zındık tarafından
kelimeler sokulmuş olması ihtimali bulunabileceğinden o kitapta mevcud olan her
kelimenin Şeyhin sözlerinden olduğunun sâbit olması veya o kelimeler ile
sufiler arasında bilinen manânın kasdedilmiş olduğunun sâbit olması lazımdır.
Bunu bilmek ise mümkün değildir. Bildiğini iddia eden insan kâfir olur. Çünkü
bu kalbe aid olan işlerdendir ki, bunu ancak Allah Teâlâ bilir.
Büyük âlimlerden birisi sufilerin
büyüklerinden birisine “Zâhiri inkârı gerektiren lâfızlar üzerine anlaşıp
ıstılah yapmağa sizi sevk eden nedir?” diye sormuş. Sufi de: “Bu
ıstılahları bilmeyen, tarikat dâvâsında bulunmasın ve ehil olmayan tarikata
girmesin. Ehil olmayan kitaplarımızı okumasın. Bilhassa kitaplarımızı okuyan
zâhiri ilimleri anlamaktan âciz ise hem kendisi sapar, hem de başkalarını
sapıtır. Kitaplarımızı okuyan ârif ise müritlerine kitap okutmak
tarikatlarından değildir ve ilmi de kitaplardan almazlar.” diye cevap
vermiştir.
İmam Suyûtî’nin
Risâlesinin başka bir yerinde “Fakîh, âlim İzzüddin b. Abdüsselâm “Muhyiddin
İbnü’l-Arabî aleyhinde konuşur ve o, zındık dır.” derdi.
Bir gün arkadaşları
kendisine “Bize kutubu göstermeni istiyoruz.” dediler. O da Muhyiddin
İbnü’l-Arabi’yi gösterdi. Bunun üzerine arkadaşları: “Sen ona hem zındıkdır,
hem de kutubdur diyorsun. Bu nasıl olur?” dediler.
İzzüddin b. Abdüsselâm: “Ben,
ona zındık demekle şeriatı koruyorum. Kutub demekle hakikatı söylüyorum.”
demiştir.” diye zikredilmiştir. İmam Suyûtî’nin sözü burada bitmiştir.
Muhakkik İbn-i Kemal Paşa Fetvasında
“Muhyiddin İbnü’l-Arabi’yi medhetmiş, onun pek çok eserleri bulunduğunu
söylemiş, “Füsusû’l-Hikem” ile “Fütuhât-ı Mekkiyye” onun eserlerindendir. Bu
kitapların meselelerinin bazıları, Allah Teâlâ’nın emrine ve Peygamber
Efendimizin sünnetine muvafıktır. Bu kitapların meselelerinin bazılarını,
zahir ehil anlayamaz. Ancak keşif ve batın ehli anlar.
Bu meseleler ile murad edilen mânâyı
anlayamayan kimsenin bu hususda sükût etmesi vâcibdir. Çünkü Hak Teâlâ
Hazretleri:
“Senin için hakkında bir
bilgi hasıl olmayan şeyin ardına düşme. Çünkü kulak, göz, kalp: Bunların her
biri bundan mesuldür.”
(İsra Suresi: âyet : 36) buyurmuştur, diye zikretmiştir.
“Muhyiddin-i
İbnü’l-Arabi hal ve ilim cihetinden tarikatın şeyhidir îlh…” Tarikat; Allah Teâlâ’ya
ulaşmak arzusuyla menzillerden geçerek, makamlarda yükselerek giden kimselerin
takib ettikleri hususi yoldan ibarettir.
Ehl-i Hakk’a göre hal: Sırf Hakk’ın lütfün
dan kalbe gelen neşe, hüzün, sıkıntı, ferahlık gibi şeylerdir ki, bunlar
insanın kendi kendine elde ettiği hallerden olmayıp, Hakk’tan kalbe gelen
hallerdir.
Makam: Allah yolcusunun manevi menziline
denir ki, çalışma neticesinde elde edilir.
İlim : Gerçeğe uygun olan kesin inanç dan
ibarettir.
“Erbab-ı hakayık ilh…” Hakikat: Allah Teâlâ’nın sırlarını kalp ile müşahede etmekten
ibarettir. Hakikat, manevi bir sırdır ki, onun sınırı ve ciheti yoktur. Şeriat,
tarikat ve hakikat bir mânayadır. Allah Teâlâ’ya giden yolun bir zâhiri, bir de
bâtını vardır. Zâhiri: şeriat ile tarikattır. Batını ise; hakikattir. Şeriat
ile tarikattaki hakikatin gizli olması, sütte kaymağın gizli olması gibidir.
Sütü yaymadan kaymağını elde etmek mümkün değildir. Şeriat, tarikat ve
hakikatten maksat, kulun kendisinden istenilen şekilde kulluk vazifesini yerine
getirmesinden ibarettir.‘‘ (İbn-i Abidin, dürrul muhtar, c: 4 sh:
238,239).
Hulasa İbn-i Abidin’in (rahmetullahi
aleyh) haşiyesinden anlaşılan İbn-i
Arabî kaddesellâhü sırrahu’l azîzin şeriat’e uygun olmayan sözlerinin kendisine
ait olmayıp İslâm düşmanı Yahudiler tarafından uydurularak onun eserlerine
ilave edilmiş olmasıdır. Ancak bu sözlerin kendisi tarafından söylendiğini
farz-ı muhal etsek dahi gerek İmam-ı Rabbanî kaddesellâhü sırrahu’l azîzin,
gerekse İbn-i Abidin’in (rahmetullahi aleyh) işaret ettiği gibi onun şeriate
uygun olmayan sözlerini okumayıp (ki bu gibi sözleri okumak izah edildiği gibi
caiz değildir) orta yol üzere olmaktır.
(http://makalat.net/muhiddin-ibn-i-arabi.html)
[1] Yrd. Doç.
Dr. Cengiz GÜNDOĞDU Abdülmecîd Sivâsî'nin Mevlânâ'nın Şathiyye Türünde Yazdığı
Bir Gazeli'ne Yaptığı Şerh: Şerh-i Ebyât-ı Celâleddîn-i Rûmî [Dergi]. - [s.l.]
: Atatürk Üniv. İlâhiyat Fak. Tasavvuf Anabilim Dalı.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar