Print Friendly and PDF

TED DİYALOGLARI


LESLEY HAZLETON: KURAN'I OKUMAK ÜZERİNE

Lesley Hazleton
Journalist and "accidental theologist" Lesley Hazleton is the author of "After the Prophet: The Epic Story of the Shia-Sunni Split." Full bio and more links

Lesley Hazleton bir gün Kuran'ı okumaya koyuldu. Bir gayrimüslim -- kendi tanımlamasıyla İslam'ın kutsal kitabında bir "turist" -- olarak buldukları, bulmayı tahmin ettikleri değildi. Bilimin ciddiyeti ve mizahın sıcaklığı ile, Hazleton, karşılaştığı nezaket, esneklik ve gizemi, Kuran hakkındaki efsaneleri yıkan bu TEDxRainier sunumunda bizimle paylaşıyor.

KONUŞMA METNİ

Kuran'ın cennet tarifinde geçtiği söylenen 72 huri bahsini duymuşsunuzdur. Bu konuya geri döneceğime dair söz vererek geçiyorum. Ama aslında biz, burada kuzeybatıda, Kuran'da 36 defa "içinden ırmaklar akan bahçeler" diye tarif edilen cennete oldukça benzeyen bir hayatı yaşıyoruz. Union Gölü'ne akan bir ırmağın kenarındaki tekne evimde yaşadığımdan bu bana tamamıyla mantıklı geliyor. Fakat asıl mesele şu: nasıl oluyor da bu pek çok insana yeni geliyor?
İYİ NİYETLE KURAN'I OKUMAYA BAŞLADIKTAN SONRA ONA HAS FARKLILIKLARDAN ÖTÜRÜ VAZGEÇMİŞ BİRÇOK GAYRİMÜSLİM TANIYORUM. Tarihçi Thomas Carlyle, Muhammed'in dünyanın en büyük kahramanlarından biri olduğunu düşünmekle beraber, Kuran'ı;
"Şimdiye kadar karşılaştığım okuması en zahmetli, yıpratıcı ve karmaşık kitap." olarak tanımlıyor.
Sanırım sorun biraz da şu: BİZ KURAN'I, DİĞER KİTAPLARI OKURKEN YAPTIĞIMIZ GİBİ, YAĞMURLU BİR ÖĞLEDEN SONRA BİR KASE PATLAMIŞ MISIR EŞLİĞİNDE BİR KENARA KIVRILARAK OKUYABİLECEĞİMİZ BİR KİTAPMIŞ GİBİ ZANNEDİYORUZ. Sanki Allah herhangi bir yazar, Kuran ise Allah'ın Muhammed'le konuşmalarının derlendiği ve çok satanlar listesindeki herhangi bir kitapmış gibi düşünüyoruz. Oysa ki çok az insanın Kuran'ı gerçekten okuyor olmasının sebebi, ondan alıntı yapmanın -- veya aslında yanlış aktarmanın -- çok kolay olması. Kuran'ın genel anlam bütünlüğünden koparılarak, çeşitli ifade ve bölümlerin toplanmasından oluşmuş, daha özet bir uyarlamasını hem köktenci müslümanlar hem de gayrimüslim islamofobikler daha çok tercih ediyor.
Böylece bu yaz bir hevesle Muhammed'in biyografisini yazmaya hazırlanırken Kuran'ı hakkıyla okumaya ihtiyacım olduğunu fark ettim. Yapabildiğim kadarıyla hakkını vermeliydim. Şu anda Arapçam sözlük kullanmaktan ibaret. Ben de dört adet iyi bilinen tercümeyi alıp, Kuran'ın orijinal yedinci yüzyıl Arapçası ile beraber kelime çevirisini cüz cüz ayet ayet okumaya karar verdim. Tabi benim bir avantajım vardı. Son kitabım Şii-Sünni ihtilafının hikâyesi üzerineydi ve bu nedenle İslam tarihi üzerine yakından çalışmalar yapmıştım. Bu nedenle Kuran'da sıklıkla atıfta bulunulan olaylar ve dolayısıyla Kuran'ın referans çerçevesi hakkında bilgi sahibiydim. Ama şunun farkındaydım ki, her ne kadar Kuran'da gezinen bilgi sahibi ve hatta deneyim sahibi bir turist olsam da ben hala başka birinin kutsal kitabını okuyan agnostik (bilinemezci) bir Yahudi idim.
Bu nedenle gayet yavaş okudum.
Başlarken bu proje için üç haftamı ayırdım. Ki kibir bu değilse nedir... Çünkü ancak üç ay sonunda bitirebildim. Geri atlayıp baş taraftaki daha kısa ve açıkça daha mistik bölümleri okuma arzuma karşı koydum.
Fakat ne zaman Kuran'ı kavramaya başladığımı düşünsem
-- "Tamam şimdi oldu" desem -- bir gece sonunda kayıp gidiyordu. Ve ertesi sabah yabancı bir yerde kaybolmuş olma ihtimalimi düşünüyordum. Ama yine de mekân bana tanıdık geliyordu. Kuran, Tevrat ve İncil'in mesajını yenilemek tazelemek için indirildiğini ifade ediyor. Zaten üçte biri, İncilde de geçen İbrahim, Musa Yusuf, Meryem ve İsa gibi şahısların kıssalarını tekrarlıyor. Allah kendisinin daha önceki tezahürü olan Yehova'dan alışkın olduğumuz gibi, ısrarla kendisinden başka ilah olmadığını vurguluyordu. Develer, Dağlar, Çöldeki kuyular ve nehirler, beni Sina Çölünde dolaşarak geçirdiğim yıla götürdü. Ve bir de o dil vardı elbette. Ondaki ritmik ahenk... Bana, bedevi ihtiyarların, saatlerce ezberden anlattıkları hikâyeleri dinleyerek geçirdiğim akşamları hatırlatıyordu. VE BEN NEDEN ŞÖYLE DENDİĞİNİ ANLAMAYA BAŞLADIM: KURAN ANCAK ARAPÇA OLARAK KURAN'DIR.
Fatiha'yı ele alalım. 7 ayetli açılış suresi, öyle ki "Pederimiz Babamız" (Hristiyanlıktaki en bilinen dua) ve "Şema İsrail"in (Tevratın açılışı) birleşimi denebilir. Arapça haliyle sadece 29 kelime iken, tercümeleri 65 ile 72 kelimeye kadar çıkıyor. Ve sanki kelimeler eklendikçe anlam daha fazla kayboluyor. Arapçanın büyülü ve neredeyse hipnoz edici bir kalitesi, okunmaktan çok dinlenmeyi, analiz edilmesinden çok hissedilmeyi bekleyen bir özelliği var. Adeta bir şarkı gibi söylenmek istiyor ki müziği kulakta ve dilde duyulabilsin. Bu yüzden Kuran'ın İngilizce tercümesi kendisinin bir gölgesi gibi ya da Arthur Arberry'nin kendi uyarlamasındaki tabiriyle: "bir anlam çıkarma/yorumlama". Tabi anlamın tamamı tercüme ile kaybolmuyor.
Tıpkı Kuran'ın vaadettiği gibi, sabredenler ödüllendirilecektir. Kuran'da İncil'den farklı olarak pek çok sürprizler bulunuyor: bir çevre bilinci, ya da insanın Allah'ın yarattıklarının vekili olması gibi pek çok sürpriz. Ve özellikle erkeklere yazılmış İncil'de ikinci ya da üçüncü şahıs olarak tamamen erkeğe hitap edilirken; Kuran kadını da dahil ediyor, ve mesela şöyle diyor: "inanan erkekler ve kadınlar" veya "onurlu erkekler ve kadınlar." Ya da şu kötü şöhretli ayeti ele alın; kâfirlerin öldürülmesi hakkında olanı. Evet öyle söyleniyor, ama çok özel bir durum için: savaşın ekseriyetle yasak (haram) olduğu kutsal şehir Mekke'nin beklenen fethi için. Ve öldürme izni çeşitli niteliklerle sınırlandırılmış bir şekilde geliyor. "Mekke'deki kafirleri öldürmelisiniz" şeklinde değil, ancak sadece onlara verilen mühlet dolduğu zaman ve eğer sadece aranızda başka antlaşma yapılmamışsa ve eğer sadece onlar Kabe'ye girmenizi engellemeye karkarsa ve eğer sadece ilk saldıran onlar olursa onları öldürebilirsiniz. Ve o zaman bile -- Allah merhametlidir, ve bağışlayacıdır -- ve bu yüzden de en güzeli hiç kimseyi öldürmemenizdir.
Bu belki de -- en azından sabit fikirli olmayanlar için Kuran'ın ne kadar esnek olduğunu gösteren en büyük sürprizdi.
Kuran der ki: "Bu ayetlerin bazılarının anlamı çok kesindir." "Ama bazıları ise oldukça muğlaktır." "Kalpleri sapıklıktan katılaşmış olanlar bu muğlak noktaları fazlaca kurcalayarak bir uyumsuzluk bulmaya çalışırlar. Herşeyin doğrusunu sadece Allah bilir." "Allah Latif'tir (lütuf sahibi)" ifadesi tekrar tekrar belirir. VE ASLINDA, KURAN'IN TAMAMI, BİZE İNANDIRILANDAN ÇOK DAHA FAZLA ZARİFTİR. Mesela bahsettiğim şu huriler ve cennet meselesinde olduğu gibi. Eski moda oryantalizm burada devreye giriyor. Oryantalizm, Kuran'da dört yerde geçen Huriler kelimesini şöyle tasvir ediyor: kara gözlü, göğüsleri henüz tomurcuklanmış yaşıt eşler veya açıkça dik göğüslü bakireler. Bununla beraber, orijinal Arapçadaki ifadesiyle tek kelime: Huriler. Kabarık ya da dik göğüs ifadesine yer vermeden. Şimdi aslında burada kastedilen -- melekler gibi -- saf varlıklar veya antik Yunan'da geçen Kouros veya Kórē gibi ebedi gençliğe sahip varlıklar olabilir.
Ama gerçek şu ki hiç kimse doğrusunu bilmiyor ve asıl mesele de bu. Çünkü Kuran'da gayet açık bir şekilde şöyle deniyor: "hepiniz cennette yeniden yaratılacaksınız" ve "hiçbirinizin bilmediği bir şekilde yeniden yaratılacaksınız." Kİ BU BANA BİR BAKİRE VAADİNDEN ÇOK DAHA ÇEKİCİ GELİYOR. Ve şu 72 sayısı hiçbir yerde geçmiyor. Kuran'ın hiçbir ayetinde 72 bakireden bahsedilmiyor. O düşünce Kuran' nazilinden 300 yıl sonra ortaya çıktı. Ve çoğu İslam âlimi, bulutların üstünde oturup arp çalan kanatlı insanlar fikrini onunla eşdeğer görüyor. Cennet ise bunun oldukça zıttıdır. O bekâret değil, doğurganlıktır, bolluktur, içinden ırmaklar akan bahçelerdir.

Teşekkürler.

Kaynak
http://www.ted.com/
http://www.ted.com/talks/lesley_hazelton_on_reading_the_koran.html

DAN PİNK İLE ŞAŞIRTICI MOTİVASYON BİLİMİ ÜZERİNE


Kariyer analisti Dan Pink, sosyal bilimcilerin bildiği ama yöneticilerin bilmediği bir gerçekten yola çıkarak motivasyon bilmecesini inceliyor: Geleneksel ödüller düşündüğümüz kadar etkili değildir. Aydınlatıcı hikayeleri -- ve belki de sizi ileri götürecek yolu dinleyin.

KONUŞMA METNİ
Size bir şey itiraf etmeliyim. Yaklaşık 20 sene önce pişman olduğum bir şey yaptım, pek de gurur duymadığım bir şey, bazı bakımlardan kimsenin öğrenmesini istemediğim bir şey, ama şimdi burada bunu açıklamaya kendimi mecbur hissediyorum.   1980 lerin sonunda, aklım bir karış havada iken hukuk fakültesine gittim. 
Şimdi, ABD'de hukuk profesyonel bir derecedir. Önce üniversite derecenizi alır sonra da hukuk fakültesine gidersiniz. Ve ben hukuk fakültesine gittiğimde, pek de başarılı değildim. Nazikçe söylemek gerekirse, pek başarılı olmadım. Daha açık konuşmak gerekirse, mezun olduğum not aralığı benim üzerimdeki %90'lık aralığı mümkün kılmıştı.   Teşekkürler. Hayatım boyunca pratik olarak hukuk mesleğini hiç icra etmedim. Buna izin verilmemişti zaten. 
Ancak bugün, her şeye rağmen, karımın tavsiyesine rağmen, sahip olduğum hukuk yeteneğimin biraz tozunu almak istiyorum, o yeteneklerden geriye her ne kaldıysa. Size bir hikâye anlatmak istemiyorum. Size bir vaka sunmak istiyorum. Size gerçekçi, delillere dayanan ve hatta avukatça bir vaka sunmak istiyorum, işimizi nasıl yönettiğimizi yeniden düşünmek için.
O halde, sayın jüri, baylar ve bayanlar, şuna bir bakın. Buna mum problemi denir. Bazılarınız bunu daha önce görmüş olabilir. 1945 yılında yaratıldı. Karl Duncker isimli bir psikolog tarafından. Karl Duncker davranış bilimlerinde pek çok farklı şekilde kullanılan bu deneyi yarattı. Gelelim nasıl bir şey olduğuna. Diyelim ki ben deneyi yapan kişiyim. Sizi bir odaya sokuyorum. Size bir mum, birkaç raptiye ve birkaç kibrit veriyorum. Ve size diyorum ki, "göreviniz mumu duvara masaya damlatmayacak şekilde tutturmak." Bu durumda ne yapardınız?
Pek çok insan mumu duvara raptiye ile tutturmaya çalışır. Bu işe yaramaz. Kimisi, bazı insanlar ve ben öyle birini gördüm, şuna benzer bir hareket yapar. Bazı insanların parlak bir fikri vardır, kibriti çakar, mumun bir tarafına tutup eritir ve o şekilde duvara yapıştırmaya çalışırlar. Harika bir fikir. İşe yaramaz. Ve nihayet, beş ya da 10 dakika sonra, pek çok insan çözümü bulur, sizin burada görebileceğiniz gibi. Çözümün anahtarı işlevsel sabitlik denen şeyin üstesinden gelmektir. Kutuya baktığınızda sadece raptiyeleri tutacak bir araç görürsünüz. Ancak kutunun başka bir işlevi de olabilir, mumu tutacak bir platform. Mum problemi.
Şimdi size mum problemini kullanan bir problemden bahsetmek istiyorum. Sam Glucksberg isimli bir bilimadamı tarafından yapıldı ve kendisi şu anda ABD'deki Princeton Üniversitesinde çalışmaktadır. Bu deney, teşviklerin gücünü gösteriyor. Ne yaptığına bakalım. Denekleri aldı. Ve onlara dedi ki, "Sürenizi ölçeceğim. Bu problemi ne kadar hızlı çözebilirsiniz?" Bir denek grubuna dedi ki, Normları belirlemek için sürenizi ölçeceğim ve ortalama olarak birinin böyle bir problemi ne kadar sürede çözdüğünü hesaplayacağım.
İkinci gruba ise ödüller sundu. Dedi ki, "Eğer süre olarak ilk %25 içinde olursanız beş dolar alırsınız. Eğer bugün buradaki herkesten daha hızlı olursanız 20 dolar alırsınız." Bu deney yıllar önce idi, enflasyonu hesaba kattık. Birkaç dakikalık bir iş için epey iyi para. Harika bir motive edici.
Soru: Bu grup problemi ne kadar daha hızlı çözdü? Cevap: Yaklaşık olarak, ortalama, üç buçuk dakika daha yavaş. Üç buçuk dakika daha yavaş. İyi ama bu pek anlamlı gelmiyor, değil mi? Yani, ben bir Amerikalıyım. Serbest piyasaya inanırım. Böyle olmaması gerekiyordu. Değil mi?   Eğer insanların daha iyi çalışmasını isterseniz, onları ödüllendirirsiniz. Değil mi? Primler, komisyonlar, kendi reality şovları. Teşvik edersiniz. İşler böyle yürür. Ama burada olan şey bu değil. Bir teşviğiniz var düşünmeyi keskinleştirmek ve yaratıcılığı hızlandırmak için. Ve yapması gereken şeyin tam tersini yapıyor. Düşünceyi köreltiyor ve yaratıcılığı engelliyor.
Ve bu deneyin ilginç yanı bunun anormal bir durum olmaması. Bu deney defalarca tekrarlandı yaklaşık 40 sene boyunca. Bu keyfi motive ediciler, eğer bunu yapar isen şunu alırsın tarzı şeyler, bazı durumlarda işe yarıyor. Ama pek çok görevde işe yaramıyor veya zararlı oluyor. Bu sonuç sosyal bilimlerdeki en sağlam bulgulardan biri. Aynı zamanda en çok göz ardı edileni.

Son birkaç yılımı insan motivasyonu bilimini incelemeye ayırdım. Özellikle de dışsal ve içsel motive edicileri incelemeye. Ve size şunu diyorum, birbirleri ile alakaları yok. Eğer bilime bakarsanız, bilim dünyasının bildiği ile iş dünyasının yaptığı arasında uyumsuzluk var. Ve burada vahim olan şu ki iş işletim sistemimiz -- iş yaparken kullandığımız varsayımları ve protokolleri düşünün, insanları nasıl motive ettiğimizi, insan kaynaklarını nasıl uyguladığımızı -- tamamen dışsal motive ediciler üzerine kurulu, havuçlar ve sopalar üstüne. 20. yüzyıl görevleri için iyi olabilir. Ama 21. yüzyıl görevleri için, bu mekanik, ödül-ve-ceza yaklaşımı işe yaramıyor, genellikle işe yaramıyor ve genellikle zarar veriyor. Ne demek istediğimi göstereyim.
Glucksberg az önce anlattığıma benzer başka bir deney yaptı ve bu deneyde problemi biraz farklı şekilde sundu, burada görüldüğü gibi. Tamam mı? Mumu duvara masaya damlatmayacak şekilde yerleştir. Aynı şey. Siz: ortalamayı ölçüyoruz. Siz: ödül veriyoruz. Bu sefer ne oldu? Bu sefer, ödüllendirilen grup diğer grubun canına okudu. Neden? Çünkü raptiyeler kutunun dışında iken çözümü görmek çok kolay, değil mi? 
Eğer-ise ödülleri çok işe yarar bu tür görevler için, yani basit kurallar ve gidilecek açık seçik bir hedef olduğunda. Ödüller, tam da doğaları gereği, dikkatimizi odaklamamızı ve zihnimizi yoğunlaştırmamızı sağlar. Bu yüzden pek çok durumda işe yararlar. Ve dolayısı ile, bu tür görevler için, tam orada olan hedefi gördüğünüz, doğrudan ona yöneldiğiniz dar bir odak, gerçekten işe yarar. Fakat gerçek mum probleminde böyle bakmak istemezsiniz. Çözüm tam orada değildir. Çözüm biraz daha kenardadır. Etrafa bakıyor olmak istersiniz. Bu ödül odağımızı daraltır ve olasılıklarımızı kısıtlar.
Bunun neden bu kadar önemli olduğunu söyleyeyim. Batı Avrupa'da, Asya'nın pek çok yerinde, Kuzey Amerika'da ve Avustralya'da, beyaz yakalı işçiler daha az bu tür iş ve daha çok bu tür iş yapıyorlar. Bu rutin, kural tabanlı ve sol beyne yönelik iş, yani bazı muhasebe türleri, bazı finansal analiz türleri, bazı bilgisayar programlama türleri, dış kaynak kullanımı açısından çok kolaylaştı, kolayca otomatikleştirilebiliyor. Yazılım o tür işleri daha hızlı yapabiliyor. Dünyanın değişik yerlerindeki ucuz taşeronlar daha ucuza yapabiliyor. Bu yüzden artık önemli olan yetenekler sağ beyine yönelik olan, yaratıcı, kavramsal türde yetenekler.
Kendi işinizi düşünün. Kendi işinizi düşünün. Karşılaştığınız problemler, veya burada bahsettiğimiz problemler, bu tür problemler mi -- açık seçik kuralları ve tek bir çözümleri mi var?
Hayır.
Kurallar gizemli. Ve çözüm, eğer bir çözüm varsa gerçekten, şaşırtıcı ve hiç de aşikar değil. Bu odadaki herkes kendi alanlarına özgü mum problemleri ile uğraşıyor. Ve her türlü mum problemi için, her alandaki bu tür problemler için, bu türden eğer-ise ödülleri, pek çok işimizi dayandırdığımız şeyler, işe yaramıyor.
Bu beni çıldırtıyor. Ve bu şu demek değil. Bu bir duygu değil. Tamam mı? Ben bir avukatım. Duygulara inanmam. Bu bir felsefe değil. Ben bir Amerikalıyım. Felsefeye inanmam.   Bu bir gerçek. Veya, yaşadığım yer olan Washington D.C.'de dediğimiz gibi, hakiki bir gerçek.     Ne demek istediğime dair bir örnek vereyim. Delilleri göstereyim. Çünkü size bir hikâye anlatmıyorum. Bir vaka sunuyorum.
Baylar ve bayanlar, sayın jüri, işte bazı deliller: Zamanımızın büyük ekonomistlerinden Dan Ariely ve üç arkadaşı MIT öğrencileri ile bir çalışma gerçekleştirdi. MIT öğrencilerine birkaç oyun verdiler. Yaratıcılık, motor beceriler ve odaklanma gerektiren oyunlar. Ve onlara gösterecekleri performans için üç seviyede ödüller teklif ettiler.
Küçük ödül, orta ödül ve büyük ödül.
Tamam mı? Eğer gerçekten iyi isen büyük ödülü alırsın ve daha kötü isen daha küçük ödül. Ne oldu? Söz konusu görev sadece mekanik becerileri içerdiği sürece ödüller beklenen etkiyi yarattı: Daha çok paraya daha iyi performans. Tamam mı? Ama görevlerden biri biraz bile daha çok bilişsel yetenek gerektirdiğinde daha çok ödül daha kötü performansa yol açtı.
Onlar da şöyle dediler, "Pekala, bakalım burada kültüre yönelik bir fark var mı. Madurai'ye, Hindistan'a gidelim ve aynı deneyi tekrarlayalım." Orada yaşam standardı çok daha düşük. Kuzey Amerika standartlarına göre vasat bir ödül Madurai'de çok daha anlamlıdır. Aynı düzenek. Bir avuç oyun ve üç farklı ödül. Ne olur? Orta seviyede ödül teklif edilen kişiler kendilerine daha küçük ödül teklif edilen kişilerden daha iyi yapamadı. Ancak bu sefer, en yüksek ödül teklif edilen kişiler en kötü performansı sergiledi. Üç deneydeki dokuz görevin sekizinde, daha yüksek teşvikler daha kötü performansa yol açtı.
Bu bir tür dokunaklı sosyalist komplosu filan mı? Hayır. Bunlar MIT'den, Carnegie Mellon'dan ve Chicago Üniversitesi'nden ekonomistler. Peki bu çalışmanın sponsoru kimdi biliyor musunuz? Amerika Birleşik Devletleri Merkez Bankası. Bu Amerikan deneyimi.
Gidip bir de London School of Economics'e bakalım. LSE, London School of Economics. Ekonomi dalında Nobel kazanmış 11 ekonomistin çıktığı okul. Büyük ekonomi düşünürlerini yetiştiren yer: George Soros, Friedrich Hayek ve Mick Jagger gibi.   Geçen ay, tam da geçen ay, LSE'deki ekonomistler, şirketlerdeki performans üzerinden ödeme yapılan tesislerle ilgili 51 araştırmaya baktılar. Oradaki ekonomistler şöyle dedi, "GÖRÜYORUZ Kİ FİNANSAL TEŞVİKLER GENEL PERFORMANS ÜZERİNDE OLUMSUZ ETKİYE YOL AÇABİLİYOR."
Bilimin bildiği ile iş dünyasının yaptığı arasında bir uyumsuzluk var. Ve beni üzen şey, bir ekonomik çöküşün enkazı üzerinde dururken, pek çok kurum kararlarını verirken, yetenekler ve insanlar hakkında politika belirlerken, modası geçmiş, test edilmemiş ve bilimden çok geleneklere ait varsayımlara dayanarak hareket ediyor. Ve eğer bu ekonomik karmaşadan kurtulmayı gerçekten istiyorsak, ve eğer 21. yüzyıldaki bu belirleyici işlerde gerçekten yüksek performans istiyorsak, çözüm yanlış şeyleri daha fazla yapmak değildir. İnsanları daha tatlı havuçlarla baştan çıkarmak veya daha keskin bir çubukla tehdit etmek değildir. Yepyeni bir yaklaşıma ihtiyacımız var.
Ve tüm bunlarla ilgili iyi haberler var, bunun üzerine çalışan bilimciler motivasyonla ilgili yeni bir yaklaşım sunuyorlar. Bu yaklaşım içsel motivasyona dayanıyor daha çok. Bir şeyleri önemli olduğu için yapmaya, sevdiğimiz için, ilginç olduğu için yapmaya, önemli bir şeyin parçası olduğu için yapmaya. Ve bana göre, yeni iş işletim sistemimiz üç öğe etrafında dönüyor: özerklik, ustalık ve amaç. Özerklik, kendi hayatımızı yönetme isteği. Ustalık, gerçekten anlamlı olan bir şeyde gittikçe daha iyi seviyeye gelmek. Amaç, bizden daha büyük olan bir şeyin hizmetinde bir şeyler gerçekleştirme ihtiyacı. Bunlar işimiz için yepyeni bir işletim sisteminin yapı taşları.
Bugün sadece özerklikten bahsetmek istiyorum. 20. yüzyılda yönetim denen bir fikir getirdi. Yönetim denen şey doğadan çıkmadı. Yönetim bir tür ağaç değil. O bir televizyon seti. Tamam mı? Biri bunu icat etti. Ve bu sonsuza kadar çalışacağı anlamına gelmiyor. Yönetim fikri çok iyi. Geleneksel yönetim kavramları harika eğer uyum istiyorsanız. Ama eğer kendini adama istiyorsanız kendi kendini yönetme daha iyi.
Kendini yönetme ile ilgili bazı radikal kavramlara dair örnekler vereyim. Bunun anlamı -- bunu pek görmüyoruz ama etrafta gerçekten ilginç şeyler olmaya başladı. Çünkü bunun anlamı insanlara uygun şekilde, adilane ve mutlak şekilde ödeme yapmak. Para meselesini masadan kaldırmak. Ve onlara epey özerklik vermek. Birkaç örnek vereyim.
Atlassian isimli şirketi kaçınız duydu? Yarınızdan azı gibi görünüyor.   Atlassian Avustralya'daki bir yazılım şirketi. Ve çok heyecan verici bir şey yapıyorlar. Yılda birkaç kez mühendislerine diyorlar ki, "Git ve önümüzdeki 24 saat boyunca canın ne istiyorsa onun üzerinde çalış, yeter ki işinle alakalı bir şey olmasın. Ne istiyorsan onun üzerinde çalış." Ve böylece mühendisler harika bir kod yaması, çok şık bir çözüm ile çıkıp geliyorlar. Sonra da yaptıkları şeyi takım arkadaşlarına ve şirkete sunuyorlar, gün sonuna dek süren bu çılgın etkinlik boyunca. Ve sonra, Avustralyalı oldukları için tabii ki herkesin birası var.
Buna FedEx Günleri diyorlar. Neden mi? Çünkü bir gün içinde bir şey teslim etmek gerekiyor. Çok güzel. Fena değil. Korkunç bir tescilli marka ihlali. Ama çok zekice. Bu bir günlük özerklik çok güzel yazılım düzeltmeleri üretti hiç ortaya çıkmayabilecek türden.
Ve Atlassian için bu o kadar çok işe yaradı ki bir adım öteye geçtiler ve %20 boş zaman sunmaya başladılar. Google'da meşhur şekilde yapıldığı gibi. Oradaki mühendisler zamanlarının %20'sini istedikleri şey üzerinde harcayabilir. Kendi zamanları, kendi görevleri, kendi takımları ve kendi teknikleri üzerinde özerkliğe sahiptirler. Tamam mı? Radikal miktarda özerklik Ve Google'da, bildiğiniz gibi, her sene çıkan ürünlerin nerede ise yarısı işte bu %20'lik boş zamanda doğmaktadır. Gmail, Orkut, Google News gibi şeyler.
Daha da radikal bir örnek vereyim. Sonuç Odaklı İş Ortamı denen bir şey. SOİO. İki Amerikalı danışman tarafından geliştirildi ve Kuzey Amerika'daki bir düzeni şirkette uygulanıyor. SOİO'DA İNSANLARIN BELLİ BİR VARDİYASI YOKTUR. NE ZAMAN İSTERLERSE O ZAMAN GELİRLER. BELLİ BİR SAATTE OFİSTE OLMALARI GEREKMEZ, YA DA HİÇ GELMEYEBİLİRLER. TEK YAPMALARI GEREKEN İŞİ HALLETMEKTİR. NASIL YAPTIKLARI, NE ZAMAN YAPTIKLARI, NEREDE YAPTIKLARI ONLARA KALMIŞ BİR ŞEYDİR. BU ORTAMLARDA TOPLANTILAR OPSİYONELDİR.
Peki ne olur? Hemen her yerde üretkenlik artar, çalışanın kendini adaması artar, çalışan tatmini artar ve iş değiştirenlerin sayısı azalır. Özerklik, ustalık ve amaç. Bunlar yeni iş yapma şeklinin yapı taşları. Şimdi bazılarınız buna bakıp diyebilir ki, "Bu kulağa hoş geliyor. Ama bir ütopya." Ve ben de diyorum ki, "Hayır. İspatım var."
1990 larda Microsoft, Encarta diye bir ansiklopedi projesine başladı. Tüm doğru teşvikleri devreye sokmuşlardı. Tüm doğru teşvikleri. Profesyonellere binlerce makale yazıp düzeltmeleri için para ödemişlerdi. İyi olanaklarla çalışan yöneticiler işleri düzenliyordu proje zamanında ve belirlenen bütçe dâhilinde bitsin diye. Birkaç sene sonra bir başka ansiklopedi projesi başladı. Başka bir model, değil mi? Zevk için yap. Kimse tek kuruş para almayacak, ya da Euro veya Yen. Sevdiğin için yap.
10 sene önce dünyanın herhangi bir yerindeki ekonomiste gidip deseydiniz ki, "Hey, bir ansiklopedi oluşturmak bu iki modelim var. Kıyasıya rekabet etseler, kim kazanırdı?" 10 sene önce hiçbir yerde Dünya gezegeninin hiçbir yerinde Wikipedia modelini tahmin edebilecek aklı başında bir ekonomist bulamazdınız.
Bu iki yaklaşım arasındaki devasa mücadeledir. Bu motivasyon dünyasının Muhammed Ali - Joe Frazier karşılaşmasıdır. Değil mi? Bu Thrilla' in Manila'dır. Tamam mı? İÇSEL MOTİVE EDİCİLERE KARŞI DIŞSAL MOTİVE EDİCİLER. ÖZERKLİK, USTALIK VE AMAÇ, HAVUÇ VE SOPAYA KARŞI. Peki kim kazanır? İçsel motivasyon, özerklik, ustalık ve amaç rakibini nakavt etti. Özetleyeyim.
Bilim dünyasının bildiği ile iş dünyasının yaptığı arasında bir uyumsuzluk var. Ve işte bilim dünyasının bildiği.
Bir: Şu 20. yüzyıl ödülleri, iş dünyasının doğal bir parçası olduğunu düşündüğümüz motive ediciler, işe yarıyor ama şaşırtıcı derecede az alanda.
İki: Şu eğer-ise ödülleri genellikle yaratıcılığı yok ediyor.
Üç: Yüksek performansın sırrı ödüllerde veya cezalarda değil, görünmeyen içsel güdülerde. Bazı şeyleri yapmış olmak için yapma güdüsünde. Bazı şeyleri önemli oldukları için yapma güdüsünde.
Ve şimdi de en güzel bölüm. En güzel bölüm geliyor. Bunu zaten biliyoruz. Bilim zaten içten içe bildiğimiz şeyi doğruluyor. Yani, eğer iş dünyasının yaptığı ile bilim dünyasının bildiği arasındaki bu uyumsuzluğu düzeltirsek, Eğer motivasyonumuzu, motivasyonla ilgili kavramlarımızı 21. yüzyıla taşırsak, bu tembel, tehlikeli havuç ve sopa ideolojisinden uzaklaşırsak, işlerimizi güçlendirebilir, pek çok mum problemini çözebilir ve belki, belki, belki de dünyayı değiştirebiliriz.

Kaynak:
http://www.ted.com/talks/dan_pink_on_motivation.html



 MİCHAEL SHERMER: KENDİNİ ALDATMANIN ALTINDAKİ PATERNLER

Michael Shermer --uzaylıar tarafından kaçırılmaktan, su arayan çubuklara kadar- tüm tuhaf olaylara olan inanışların, beynin en temel ve basit hayatta kalma yetenekleri nedeniyle ortaya çıktığını anlatıyor. Bu dürtülerden bahsediyor ve onların bizim başımıza ne belalar getirdiğini gösteriyor.

KONUŞMA METNİ
En son buraya geldiğim '06 senesinden beri küresel iklim değişiminin epey ciddi bir konu olduğunu fark ettik. Bu nedenle, bu konuya Skeptic dergisinde oldukça geniş yer ayırdık. Biz, her türlü bilimsel ve sözde -bilime ait tartışmalı konuları inceliyoruz. Ama görünen o ki, buna çok da fazla kafa yormamıza gerek yok ne de olsa 2012'de dünyanın sonu geliyor.
Size bir gelişme daha: Anımsayacaksınız, sizlere Quadra Algılayıcı diye bir cihaz göstermiştim. Bir nevi su bulma cihazı. Dışına sağa sola dönen bir anten tutturulmuş içi boş bir kutudan ibaret. Siz yürüdükçe anten etraftaki nesnelere yöneliyor. Mesela öğrenci dolaplarında esrar arıyorsanız mutlaka birine yönlenecektir.
Benim elimdeki bana hediye gelen bu cihaz ise golf toplarını bulmaya yarıyor, özellikle de bir golf kursundaysnız ve yeterince çalının dibine bakarsanız işe yarıyor. "Bu kadar saçmasapan ama bir o kadar da zararsız bu cihazların ne zararı var?" diye soranlara şu cihazı gösteriyorum: ADE 651, Irak hükümetine satılmıştı, tanesi 40.000 dolara. Aynı buna benziyor, tamamen değersiz, işe yaramaz bir alet. Güya "elektrostatik manyetik iyon çekim gücü" ile çalışıyor, aslında kısaca "sözde-bilim destekli palavra" olarak tercüme edebiliriz -ki daha uygun bir isim bence- Bir grup kulağa iyi gelen kelimeyi birleştirmişler ama aslında hiç bir işe yaramayan bir cihaz. Ama bu örnekte, güvenlik noktalarında bazı insanların bu kontrollerden geçmelerine izin veriyor, çünkü bu ufak cihaz bu kişilerin zararsız olduğunu söylüyor, böylece bir sürü hayata mal oluyor. Öyleyse, sözde-bilim ya da bu tip şeylere inanmak pekâlâ tehlikeli de olabilir.
Bu nedenle, bugün burada bahsetmek istediğim konu inanç. Ben inanmak istiyorum, sizler de öyle. Aslında, sanırım beni inanç kavramının doğal bir durum olduğunu savunuyorum. Bu standart varsayılan seçenek. İnanıyoruz, o kadar. Bir sürü inandığımız şey var. İnanmak doğal bir şey. İnanmamak, şüphecilik, bilim ise doğal değil. Çok daha zor. Bir şeylere inanmıyor olmak çok rahatsız edici. Aynı "X-Files" dizisindeki Fox Mulder gibi. UFO'lara inanmayı kimler istiyor? Evet, hepimiz istiyoruz. Bunun nedeni ise beyinlerimize gömülü bir inanç makinası olması. Esasen, hepimiz patern arayan primatlarız. Noktaları birleştiriyoruz: A noktasını B, B noktasını C'ye. Bazen A noktası gerçekten de B noktasına bağlı oluyor. Bu duruma ilişkilendirme ile öğrenme (association learning) deniyor.
Bazı paternler[1] buluyor, bazı bağlantılar oluşturuyoruz. İster zil sesini yemekle özdeşleştiren Pavlov'un köpeği olsun ve zilin sesini duyduğu zaman ağzı sulansın, ister söz konusu olan davranışı ile buna karşılık aldığı ödülü özdeşleştiren ve bu nedenle davranışını tekrarlayan Skinner'in faresi olsun. Skinner ilginç bir şey keşfetti buna benzer bir kutuya bir güvercin koyarsanız ve güvercinin önüne basması için iki düğme yerleştirip yandaki kutudan onu ödüllendirirseniz güvercin düğmelere basış sırasını çözmeye çalışacaktır. Eğer ödülleri herhangi bir model olmadan tamamen rastgele olarak verseniz bile, gene de bir tür model bulacaklardır. Ödülü almadan hemen önce ne yapıyorlardı ise o hareket modelini tekrar edeceklerdir. Buna bazen kendi etraflarında saat yönünde iki dönmek ve hemen ardından düğmeyi iki kere gagalamak da dâhil. Ve bu davranışa batıl inanç diyoruz. Ve korkarım bu davranış her zaman bizim bir parçamız olacak.
Ben bu sürece "model bulma" diyorum, yani anlamlı ve anlamsız verilerin arasından anlamlı bir model bulma eğilimi. Bunu yaptığımızda iki tür hata yaparız. Birinci grup hata, ya da yalancı pozitif olanı gerçek olmayan bir modele inanmak. İkinci grup hata ise yalancı negatif. Gerçek bir patern olmasına rağmen buna inanmamak. Şimdi bir zihin jimnastiği yapalım. Diyelim ki, bundan 3 milyon yıl önce Afrika ovalarında yürüyen bir ilkel insansınız. Adınız da Lucy olsun, tamam mı? Otların arasında bir hışırtı duyuyorsunuz. Sesi tehlikeli bir yırtıcı hayvan mı çıkarıyor, yoksa sadece rüzgar mı? Bir an sonra vereceğiniz karar hayatınızda aldığınız en önemli karar olabilir. Eğer otlar sizin sandığınız gibi yırtıcı hayvan nedeniyle değil de rüzgâr nedeniyle hışırdıyorsa, algılama konusunda bir hata yaptınız, bu birinci grup hata, yalancı pozitif. Ama bir zararı yok. Sadece orada uzaklaşmanıza neden oldu. Daha bir dikkatlisiniz, daha tetiktesiniz. Öte yandan, eğer otların hışırdamasının nedeninin rüzgâr olduğunu düşünürseniz, ama aslında orada yırtıcı bir hayvan varsa, öğle yemeği oldunuz. Tebrikler, Darwin ödülüne hak kazandınız. Gen havuzundan ayıklandınız.
Şimdi, buradaki sorun şu ki paternlendirme davranışı, birinci grup hata yapma maliyetinin, ikinci grup hata yapma maliyetinden çok daha az olduğu durumlarda ortaya çıkar. Bu arada, gördüğünüz bu konuşmadaki tek formül. Hepimizde bir patern algılama sorunu var, birinci ve ikinci grup hataları değerlendirip aralarındaki farkı bulmak epey problemli, özellikle de ölüm kalım meselesi olan kısa anlar söz konusu ise. Bu nedenle varsayılan ayarımız "tüm paternlerin gerçek olduğuna inanmak." "Çalıların arasında gelen tüm hışırtılar yırtıcı hayvanlara aittir, rüzgar değil." Bu nedenle, sanırım buna göre evrimleştik. Zihnimizdeki inanç mekanizmasının eğilimleri doğal seleksiyona neden oldu. Model(Pattern) arayan beyinlerimiz, her zaman anlamlı modeller bulmak ve bu modeli bizi avlamak isteyen, canımıza kasteden dış etmenlerle bağdaştırmak konusunda çalışıyor. Buna tekrar geleceğim.
Örneğin, burada ne görüyorsunuz? Bir at kafası, doğru. Bir ata benziyor, o zaman at olmalı. Bu bir patern. Peki gerçekten bir at mı? Yoksa bir kurbağaya mı benziyor? Bakın, bizdeki patern tanıma cihazı ki beynimizdeki cingulate cortex'in hemen önünde yer alıyor-- işte bu ufak cihazımız-- kolaylıkla kandırılabilir, bütün sorun burada. Örneğin, burada ne görüyorsunuz? Evet, elbette. Bu bir inek. Bir defa beyni şartladıktan sonra -- ki buna algısal şartlama deniyor-- beyni bir defa şartladıktan sonra arkasındaki alandan ayrı bir şekilde göz önüne çıkıyor. Burada ne görüyorsunuz? Bazı insanlar bir dalmaçyalı köpek görüyorlar. Evet, işte burada. Sınırları da bunlar. Sınırları kaldırsam bile beyninizde artık model oluştuğundan bunu hala görebilirsiniz. Burada ne görüyorsunuz? Satürn gezegeni. Evet, doğru. Peki ya burada? İlk fark eden oturduğu yerden söylesin. Bu gerçekten de çok iyi bir seyirci grubu. Çünkü burada hiç bir şey yok. Aslında özellikle hiç bir şey yok.
Bu Texas Universitesi'nden Jennifer Whitson'un kurumsal ortamlarda yaşanan belirsizlik ve kontrolü elinden kaçırma hislerinin insanların yanılsamalı paternler görmesine neden olup olmadığını araştırmak için yaptığı bir deney. Öyle ki, hemen herkes Satürn gezegenini görüyor. Ama insanlar kontrolün kendilerinde olmadığı bir ortama konulduklarında aslında patern içermeyen bu resimde de bazı paternler görmeye başlayabiliyorlar. Bir başka deyişle, bu tip paternler görme eğilimi kontrol eksikliği olan durumlarda artıyor. Örneğin, beyzbol oyuncuları sopa sallarken batıl inançlara inanılmaz derecede bel bağlarlar, ama yakalarken aynı derecede batıl inançları yoktur. Çünkü yakalayıcılar %90-95 oranında başarılıdırlar. Oysa en iyi vurucular bile 10 vuruşun yedisini kaçırırlar. Bu nedenle batıl inançları, patern bulmaları kontrollerinin eksik olduğu bu gibi durumlarla ilgili.
Peki, bu şekilde ne görüyorsunuz? Burada bir cisim görebilen var mı? Aslında burada bir cisim var, fark edilmez hale getirilmiş. Siz bunu düşünedurun, bu aslında İngiltere'de yaşayan bir psikolog olan Susan Blackmore tarafından yapılmış bir deney. Deneklere bu bozulmuş resmi göstermiş ve bu kişilerin ESP skorları ile, yani doğaüstü olaylara, meleklere filan ne kadar inandıkları ile bir ilişki kurmaya çalışmış. ESP skoru yüksek olan deneklerin bu bozulmuş resimde daha fazla patern gördüklerini, ve hatta bu gördükleri paternlerin çoğunun da yanlış olduğunu saptamış. Deneklere gösterilen resimler bunlar. Bir balık resmi, %20, %50 ve size gösterdiğim resimdeki gibi %70 oranında bozulmuş, noktalarla gizlenmiş. Yüzde yetmiş.
İsveçli bir psikolog olan Peter Brugger, benzer başka deney yapmış, sol görme alanı ile görülen ve sağ beyin tarafından işlenen görüntülerde, sol beyne kıyasla daha fazla sayıda anlamlı patern bulunduğunu saptamış. Yani eğer deneklere beynin sol yarıküresi ile değil sağ yarımküresi ile görebilecekleri nesneler gösterirseniz patern görme ihtimalleri çok daha fazla olacaktır. Beynimizin sağ yarımküresi bu patern bulmanın çoğunun oluştuğu yer. Bunun nerede olduğunu anlamak için beyni derinlemesine incelemeye çalışıyoruz.
Brugger ve meslekdaşı Christine Mohr, deneklere L-DOPA verdiler. L-DOPA bir ilaç, bildiğiniz gibi dopamin eksikliğine bağlı oluşan Parkinson Hastalığı'nın tedavisinde kullanılıyor. L-DOPA, Dopamin miktarını artırıyor. Ve dopamini artırılmış deneyler, Dopamini normal seviyede olan deneklere göre çok daha fazla sayıda patern görüyorlar. Yani Dopamin, patern bulma ile bağlantılı bir ilaç gibi görünüyor. Aslında, nöroleptik ilaçlar psikotik davranışların engellenmesinde kullanılıyor, paranoya, sanrılar ve halüsinasyonlar bunların tamamı patern bulma bozuklukları. Bunlar yanlış paternler. Hatalı pozitifler. Birinci grup hatalar. Ve bu insanlara ilaç verdiğinizde dopamin antagonisti verdiğinizde, paternler kayboluyor. Yani dopamin miktarını ne kadar azaltırsanız onların patern görme ihtimallerini de o kadar azaltmış oluyorsunuz. Diğer yandan, bir amfetamin olan kokain bir dopamin antagonisti (karşıtı). Dopamin miktarını artırıyorlar. Bu nedenle, bu ilaçları aldığınızda daha öforik ve yaratıcı oluyor, daha fazla sayıda patern buluyorsunuz.
Yakın zamanda Robin Williams'ın bir konuşmasını dinledim. Kokain aldığı dönemlerde kendisinin şimdi olduğundan çok daha komik olduğuna inandığını anlatıyordu. Belki de dopamin artışı yaratıcılıktaki artışla bağlantılıdır. Sanırım dopamin, bizdeki parazit-sinyal oranını değiştiriyor. Yani patern bulma konusunda ne kadar kesin ve hatasız olduğumuzu. Eğer çok düşükse, o zaman da ikinci grup hata yapma ihtimaliniz artıyor. Gerçekte olan paternleri fark edememeye başlıyorsunuz. Çok da şüpheci olmak istemezsiniz. Eğer çok şüpheci olursanız bazı ilginiç ve iyi fikirleri kaçırabilirsiniz. Tam dengede olması gerekir, yaratıcı olacak kadar, ama palavralara kanmayacak kadar. Çok yüksek olursa belki her yerde paternler görmeye başlayabilirsiniz. Size insanlar her baktığında sizi izlediklerini zannedersiniz. İnsanların sizin hakkınızda konuştuğunu sanırsınız. Bunu yeterince ileri götürecek olursanız da deli diye etiketlenmeniz an meselesidir. Belki de iki Nobel ödüllü bilim adamı arasındaki fark budur, Richard Feynman ve John Nash. Biri belki Nobel Ödülü kazanmasına yetecek kadar sayıda patern görüyor. Diğer ise belki de çok fazla sayıda paterne sahip. Böyle olunca da bu duruma şizofreni diyoruz.
Yani parazit-sinyal oranı bize kendini patern algılama problemi olarak gösteriyor. Elbette hepiniz bunun ne olduğunu biliyorsunuz, değil mi? Hangi paterni görüyorsunuz? Burada, birbiriyle çelişen patern algılamalarına nedn olan beyninizin ön cingulate korteksini tekrar test ediyorum Elbette biliyorsunuz, bunlar Via Uno mara ayakkabılarç Sandaletler. İtiraf etmeliyim ki, epey çekici bir ayak. Biraz Photoshoplanmış gibi sanki. Elbette, bunlar şift anlamlı figürler, bir an biri bir an diğeri öne çıkıyor. Sonuçta, neyi daha fazla düşünüyorsanız o, sizin benzer şekilleri görme meyillinizi artırıyor. Burada bir lamba gördüğünüzü biliyorum, bakın ışıklar açık hatta. Çevrecilerin girişimleri sayesinde hepimiz denizde yaşayan memelilerin sorunlarına çok hassasız. Bu nedenle buradaki karmaşık şekilde aslında bir sürü yunus görüyorsunuz, değil mi? İşte burada bir yunus var. Bir başkası da burada. Bakın, bir yunus daha. Bu gördüğünüz ise bir yunusun kuyruğu arkadaşlar.
Eğer size tekrar birbiriyle çelişen veriler gösterirsem, beyninizdeki ACC (ant. cingular cortex) aşırı çalışacak ve zorlanacaktır. Burada, aşağıya bakarsanız herşey normal. Ama yukarıya bakarsanız çelişen veri ile karşılaşacaksınız. Bu nedenle resmi çevirmemiz gerekecek ki, bu görüntünün aslında bir düzmece olduğunu fark edin. İmkansız sandık illüzyonu. beyni iki boyutta kandırmak daha kolaydır. Bu nedenle "Hadi ama Shermer, Psikoloji ders kitabı okumuş olan herkes buna benzer bir ülüzyon bulabilir." dediğinizi duyar gibiyim. İşte karşınızda müthiş Jerry Andrus, ve yarattığı 3 boyutlu "imkansız sandık" illüzyonu. Gördüğünüz gibi Jerry, imkansız sandığın içinde ayakta duruyor. Ve bize bunu nasıl yaptığını gösteren bu resmi gönderecek kadar da kibar bir beyefendi. Elbette, bütün olay kamera açısında. Fotoğrafı çeken şurada duruyor. Böylece bu tahta buradakinin, diğeri de şunun üstünde gibi duruyor. Ama bu resmi kaldırsam bile, beyinlerimizin bu tip paternleri bulma konusundaki şartlanması nedeniyle illüzyon hala güçlü bir şekilde görülebiliyor.
Bu daha yeni bir tanesi. Açılardan birini öbürü ile karşılaştırıken oluşan birbiriyle çelişen paternler nedeniyle bizi şaşırtıyor. Aslında yanyana duran bu iki resim birbirinin aynısı. Yaptığınız şey ise bu açıyı, şu açı yerine buradaki ile karşılaştırmak. Ve böylece beyninizi kandırıldı. Bir defa daha patern tanıma cihazlarınız yanıldı.
Yüzleri tanımak daha kolaydır, çünkü hepimizin beyninin temporal (yan) loblarında yüzleri tanımak için evrimleşmiş özel bir program mevcut. Bakın kayanın yan tarafında bazı yüzler var. Bunun gerçek olduğundan emin değilim aslında -- Photoshopla yapılmış olabilir. Ama her neyse, sonuçta demek istediğimi anladınız. Bunlardan hangisi size tuhaf geliyor?
Çok çabuk söyleyin, hangisi acaip görünüyor?
Soldaki değil mi?
Tamam, bakın çeviriyorum. Şimdi sağ tarafa geçti. Ve kesinlikle haklısınız. Bu oldukça meşhur bir illüzyon -- ilk defa Margaret Thatcher'in resmine yapıldı. Bu aralar sürekli resimdeki politikacıları değiştiriyorlar. Pek, bu neden oluyor?
Aslında nerede olduğunu tam olarak biliyoruz, kulağınızın hemen üzerinde, beyninizin temporal lobunda fusiform gyrus denen ufak bir yapı var. Bunu yapabilen iki grup hücre mevcut, yüz hatlarını bir bütün olarak kaydeden hücreler, veya parça parça kaydeden, hızlı çalışan diğer hücreler. Bu nedenle yüze ilk baktığınızda Obama'yı hemen tanıyabiliyorsunuz. Ama hemen sonra bir gözlerle ve ağızla ilgili bir tuhaflık dikkatinizi çekiyor. Özellikle de resim ters dururken. Burada işin içine genel yüz tanıma programı giriyor.
Daha önce başladığımız ufak zihin egzersizine dönelim, Afrika ovalarında yürüyen bir ilkel insansınız. Duyduğunuz rüzgarın sesi mi, yoksa yırtıcı bir hayvan mı? Bu ikisi arasındaki fark nedir? Rüzgar cansız bir varlık; yırtıcı hayvan ise irade sahibi bir etken. Ben bu sürece ETKENLEŞTİRME diyorum. Bu, anlamı ve amacı olan etkenlere ait paternleri birleştirerek bunlardan anlam çıkarma dürtüsü, ki genelde görünmez varlıklara uygulanıyor. Burada konuşan bir başka TED konuşmacısından öğrendiğimiz bir fikir bu, kasıtlı bir tutum alma ile ilgili konuşmuştu.
Bence, bu farklı pek çok şeyi açıklamak için kullanılagelmeye başlamış bir yöntem, ruhlar, hayaletler, tanrılar, şeytanlar, kötü ruhlar, melekler, uzaylılar, akıllı yaratıcılar, hükümet komplocuları, ve gözle görülmeyen ama güç ve amaç sahibi olan her etkenin dünyayı ele geçirdiği ve yaşantımızı kontrol ettiğini sanıyoruz. Bence bu şamanizmin kökeninde yatan olay, çoktanrılılık ve ve tektanrılılık'ın kökenlerinde de var. Uzaylıların bizden her nasılsa her zaman daha ileri uygarlığa sahip olduğu, bizden daha etik oldukları ve bizi kurtarmak için buralara kadar geldikleri yolundaki hikâyelerin kökeninde de bu inanç var. Akıllı yaratıcılar, hayatı tasarlayan bu aşırı zeki ve etik, herşeye kadir varlıklar olarak tanımlanıyor. Hükümetin bizi kurtaracak olduğu fikri de öyle. Bu artık geleceğe ait bir akım değil. Ama bence bu da bir nevi etkenleştirme, bizden üstün birilerinin, birşeylerin bir gün gelip bizi kurtaracağı düşüncesi.
BENCE KOMPLO TEORİLERİNİN KÖKENİNDE DE BU YATIYOR. ORALARDA GİZLİ BİRİSİ BAZI İPLERİ ÇEKİYOR, İSTER İLLUMİNATİ DEYİN İSTER BİLDERBERGERS. ASLINDA BUNLARIN HER BİRİ BİRERE PATERN ALGILAMA SORUNU, DEĞİL Mİ? Bazı paternler gerçek, bazıları ise değil. JFK'nin vurulması bir komplo muydu, yoksa delinin biri kendi başına mı onu vurdu? Eğer vurulduğu yere gidecek olursanız --orada günün her saati bir sürü adam var-- ben gittim, bakın burada bana farklı tetikçilerin durdukları yerleri gösteriyorlar. benim favori noktam ise lağım kapağının altı idi. Güya bir anda kapağı aşıp dışarı fırlamış ve ateş etmiş. Ama elbette, Lincoln'un vurulması bir komplo teorisi idi. Demek ki tüm paternleri bu şekilde göz ardı edemeyiz. Çünkü, kabul etmek lazım ki bazı paternler gerçek olabilir. Bazı komplo teorileri gerçekten de doğru olabilir. Bu pek çok şeyi açıklıyor, değil mi?
9/11 de bir komplo teorisi. Bir komplo. Tamamen bu konuya ayırdığımız bir sayımız var. El-Kaide'nin 19 üyesinin, uçakları kaçırarak binalara çarpmayı planlaması komplonun ta kendisi. Ama "9/11 inkarcıları" böyle düşünmüyor. Onlar, bunun Bush yönetiminin hazırladığı bir komplo olduğunu sanıyorlar. Bu, bambaşka bir konuşmanın konusu. Peki, 9/11 felaketinin Bush yönetiminin işi olmadığı nereden belli biliyor musunuz? Çünkü çuvallamadı.
Bizler, doğuştan gelen düalistleriz. Etkenlendirme sürecimiz buna benzer filmleri izlemekten keyif almamızdan kaynaklanıyor. Çünkü, aslında bizler devamlılığı hayal edebiliyoruz. Bugün şunu biliyoruz ki, eğer temporal lobu uyarırsanız vücut dışına seyahat, ya da ölümden dönme benzeri deneyimler yaratabilirsiniz. tek yapmanız gereken şuradaki temporal loba bir elektrod ile dokunmak. Ya da aynı şeyi bir santrifüj cihazında hızla dönerek de sağlayabilirsiniz. Hipoksi ya da düşük oksijen seviyesi. Böylece beyniniz bir nevi vücut dışına seyahat deneyimi yaşayabilir. Ya da gidip Michael Persinger'in icadı olan "Tanrı Kaskı"nı takıp, temporal loblarınızı elektromanyetik dalgalarla bombardıman ettirebilirsiniz --ben yaptım--. Böylece bir nevi vücut dışına seyahat deneyimi yaşayabilirsiniz.
Burada bitirmeden önce size kısa bir video klip göstermek istiyorum tüm anlattıklarımı toparlıyor aslında. Sadece birbuçuk dakika. Beklentinin gücü ile inançtan kaynaklanan gücü birleştiriyor. Bakın bakalım.
Sunucu: Burası, sözde bir dudak kremi reklamı çekimi için seçilen bir alan.
Kadın: Buradaki çekimlerden bir kısmını bütün ülkede yayınlanacak reklamlarımızda kullanmayı planlıyoruz. Bu test, orada gördüğün dudak kremleri için. Bunlar da bize yardımcı olacak modeller, Roger ve Matt. Biri bizim ürettiğimiz dudak kremini diğeri de en çok satan markayı sürdü. Kremleri denemek için modellerimizi öpmende bir sorun var mı?
Genç kız: Yoo.
Kadın: Yok mu? ( Genç kız: Yok.) Kadın: Sence sorun değil yani.
Genç kız: Yo, sorun değil. ( Kadın: Tamam.)
Bu testi gözü kapalı yapacağız. Senden ricam, bu göz bağını sıkıca takman. Kay, birşey görebiliyor musun?
( Genç kız: Hayır) Biraz daha aşağıya çek ki alt tarafı da kapatsın.
Kadın: Tamam, kapalı şimdi değil mi?
Genç kız: Evet. (Kadın: Tamam.)
Şimdi, bu testte görmek istediklerimiz şunlar, krem dudakları ne kadar koruyor, dokusu nasıl, değil mi, bir de eğer kremin tadını alıyorsan, tadı nasıl, neye benziyor. Tamam?
Genç kız: Tamam. (Kadın: Daha önce hiç öpüşme testi yapmış mıydın?)
Genç kız: Yoo.
Kadın: Öne doğru bir adım at. Tamam şimdi dudaklarını ileri doğru uzat ve biraz öne doğru eğil, tamam mı?
(Erkek mankenlerin yerine maymunlar getirilip öptürülüyor, kız onları gözü kapalı iken anlayamıyor.)
Tamam. Eee, Jennifer, ne hissettin?
Jennifer: Gayet iyi.
Genç kız: Aman Tanrım!
Michael Shermer: Çok teşekkür ederim. Teşekkür ederim.
Sağolun.

Kaynak:

Not: Videosunu muhakkak seyredin.



JİLL BOLTE TAYLOR'A İNEN MÜTHİŞ İÇGÖRÜ DARBESİ


Jill Bolte Taylor'un eline pek az beyin araştırmacısına nasip olacak bir araştırma fırsatı geçti: Büyük bir inme geçirdi ve beyninin hareket, konuşma, farkındalık gibi beyin işlevlerinin birer birer iptal oluşunu izledi. Şaşırtıcı bir öykü.

Beyin araştırmacısı olmak üzere yetiştim çünkü erkek kardeşime bir beyin rahatsızlığı teşhisi konmuştu:
Şizofreni.
Ve kardeşi olarak ve sonra da bir bilim insanı olarak anlamak istiyordum: Neden ben hayallerimi kendi gerçekliğimle ilişkilendirip onları gerçekleştirebilirken, kardeşimin beyninde ve şizofrenisinde ne vardı ki, o kendi hayallerini, ortak ve paylaşılan bir gerçeklikle ilişkilendiremiyor ve hayalleri deliliğe dönüşüyordu?
Böylece kariyerimi ağır akıl hastalıkları üzerinde araştırmalara adadım. Ve doğum yerim olan İndiana'dan Boston'a taşınıp, Harvard'ın psikiyatri bölümünde, Dr. Francine Benes'in laboratuvarında çalışmaya başladım. Laboratuvarda şu soruyu soruyorduk:
"Normal oldukları saptanan bireylerin beyinleriyle, şizofreni, şizoafektif hastalık ve bipolar bozukluk teşhisi konmuş bireylerin beyinleri arasındaki biyolojik farklılıklar nelerdir?"
Yani yaptığımız temel olarak beynin mikro devrelerinin haritasını çıkartmaktı: Hangi hücreler hangi kimyasalları hangi ölçülerde kullanarak hangi hücrelerle konuşurlar? Yaşantım son derece anlamlıydı, çünkü gün boyu bu türden araştırmalarla uğraşıyor, ama akşamları ve hafta sonları ise NAMI, Akıl Hastalıkları için Ulusal Güç Birliği destekçisi olarak geziyordum. Ne var ki 10 Aralık 1996 sabahı uyandığımda benim de kendime ait bir beyin hastalığım olduğunu keşfettim. Beynimin sol yarısındaki bir kan damarı patlamıştı. Ve takip eden dört saat içinde beynimin bilgi işleme yeteneğinin bütünüyle tükenmesini izledim. Kanama sabahı yürüyemiyor, konuşamıyor, okuyamıyor, yazamıyor, hayatıma dair hiçbir şey hatırlayamıyordum. Bir kadın bedeninde tam bir bebek olmuştum.
Eğer bir insan beyni gördüyseniz, iki yarıkürenin birbirinden bütünüyle ayrı olduğu aşikârdır. Ve sizin için gerçek bir insan beyni getirdim. Evet, bu gerçek bir insan beyni.
Burası beynin ön kısmı, burası da aşağı sarkan omurilikle beraber beynin arka tarafı. Ve beynin kafamın içerindeki yerleşimi de bu şekilde. Ve beyine baktığınız zaman, her iki beyin korteksinin birbirlerinden tamamen ayrı olduğu açıkça görülür. Bilgisayarlardan anlayanlarınız için:
sağ yarıküremiz tıpkı bir paralel işlemci gibi çalışırken sol yarıkürenin çalışması ise bir seri işlemciye benzer. Ve iki yarıkürenin birbirleriyle haberleşmesi "corpus collosum" dediğimiz 300 milyon kadar akson lifinden oluşan bir ara bağlantı üzerinden olur. Ama onun dışında iki yarıküre birbirinden bütünüyle ayrıdır. Bilgiyi farklı işledikleri için iki yarıküre farklı biçimlerde düşünür farklı şeyleri önemserler ve hatta diyebilirim ki çok farklı kişilik yapılarına sahiplerdir.
Sağ yarıküremiz bütünüyle şimdiki an ile ilgilidir, tamamen "tam burada ve tam şimdi" olanlarla ilgili. Sağ yarıküremiz resimlerle düşünür ve bedenimizin hareketlerinden kinestetik olarak öğrenir. Enerji formundaki bilgi, duyu sistemlerimizden içeriye sürekli olarak akar ve sonra, şimdiki anın nasıl göründüğünü nasıl koktuğunu, tadının nasıl olduğunu nasıl hisler uyandırdığını ve nasıl ses verdiğini anlatan bu devasa kolajı ortaya çıkarır. Ben etrafımdaki enerjilerle bağlantılı bir enerji-varlığım. Bu bağlantıyı sağ yarıküremin bilinci aracılığıyla kuruyorum. Bizler, birbiriyle bağlantılı enerji-varlıklarız. Bir insanlık ailesi olarak bizi birbirimize bağlayan, sağ yarıküre bilincimizdir. Ve tam burada, şu anda, bu gezegende hepimiz kardeşiz. Bizler bu dünyayı daha iyi bir yer yapmak için buradayız. Ve şu anda, bizler mükemmeliz, bizler bütünüz ve bizler güzeliz.
Beynimin sol yarıküresi, sol yarıkürelerimiz ise çok farklı bir yer. Sol yarıküremiz, doğrusal ve yöntemsel şekilde düşünür. Sol yarıküremiz tamamen geçmişle ve gelecekle ilgilidir. Sol yarıküremiz şimdiki ana ait o dev kolajı alıp içindeki ayrıntıları yakalamak, ve o ayrıntıları daha da ayrıntılandırmak üzere tasarlanmıştır. Sonra bütün bu bilgiyi sınıflar ve düzenler, geçmişte öğrendiğimiz her şeyle ilişkilendirip, tüm olasılıklarımızı geleceğe yansıtır. ve sol yarıküremiz konuşarak düşünür. Beynimin içinde hiç susmayan, beni ve iç dünyamı dış dünyama bağlayan, işte bu sürekli gevezeliktir. O bana şunları söyleyen minik sestir: "Hey, eve giderken muz almayı sakın unutma. Sabaha lazım olacak."
O, ne zaman çamaşır yıkamam gerektiğini bana hatırlatan hesaplayıcı akıldır. Ama belki de en önemlisi, o bana asıl şunu söyleyen minik sestir: "Ben. Ben." Ve sol yarıkürem bana "Ben" der demez, Ben ayrı bir varlık olurum. Tek, ayrı bir cismani birey olurum; çevremdeki enerji akışından ayrı ve sizlerden ayrı bir birey. İşte, inme geçirdiğim sabah kaybettiğim, beynimin bu bölümüydü.
İnme sabahı, sol gözümün arkasında zonklayan bir sancıyla uyandım. Bu delici bir sancıydı. Hani dondurmayı ısırdığınızda saplanan o sancı gibi. Ve bu sancı beni sımsıkı kavradı ve sonra bıraktı. Sonra tekrar sımsıkı kavradı -- ve sonra yine bıraktı. Bir yerimin ağrıması benim için çok sıradışı bir durumdu, o yüzden Olsun, ben normal işlerime başlayayım diye düşündüm.
Böylece kalktım ve kardiyo makinama, tüm bedeni çalıştıran egzersiz aletime oturdum. Ve ben onun üzerinde yürürken baktım ki barı tutan ellerim gözüme ilkel pençeler gibi görünüyorlar. "Çok acayip," dedim kendi kendime. Sonra aşağıya, bedenime baktım ve "Haydaa, amma garip görünüşlü bir şeyim ben böyle," diye düşündüm. Sanki bilincim, egzersiz aletinin ve üstündeki benim bulunduğumuz normal gerçeklikten ayrılmış, kendimi egzersiz yaparken izlediğim bir başka gizemli âleme geçmiş gibi hissediyordum.
Bütün bunlar çok garipti ve başımın ağrısı da giderek kötüleşiyordu. O yüzden makinadan kalktım, ve oturma odamda yürürken bedenimin içindeki her şeyin, çok ama çok yavaşladığını fark ettim. Ve her adımım kaskatı, iyice ağır, ve tutuktu. Yürüyüşümde hiç bir akıcılık yoktu, ve algı alanımdaki o daralıp sıkışma yüzünden, sadece iç sistemlerime odaklanmış durumdaydım. Ve banyomda duşa girmek üzere dikilirken bedenimin içinde süren diyaloğu net bir şekilde duyabiliyordum. Küçük bir ses şöyle diyordu: "Tamam. Siz kaslar, sizin kasılmanız lazım. Ve siz kaslar, siz gevşeyin."
Ve birden dengemi yitirdim ve duvara dayanmam gerekti. Ve koluma bakınca anladım ki bedenimin sınırlarını artık tanımlayamıyordum. Nerede başlayıp nerede bittiğimi bilemiyordum, çünkü kolumun molekül ve atomları duvarın molekül ve atomlarıyla iç içe geçmişti. Ve ayırdında olabildiğim tek şey o enerjiydi -- enerji.
Ve kendime sordum, "Neyim var benim? Neler oluyor böyle?" Ve o anda, beynimdeki konuşma -- o sol yarıküremin gevezeliği -- birden bütünüyle susuverdi. Sanki biri uzaktan kumandayı eline almış ve 'sessiz' tuşuna basmış gibiydi. Mutlak sessizlik. İlk önce, böylesine sessiz bir zihinle başbaşa kalmaktan dehşete düştüm. Ama hemen sonra çevremi kuşatan enerjinin muhteşemliğiyle büyülendim. Bedenimin sınırlarını artık tanımlayamadığımdan, kendimi genişleyip, devleşmiş gibi hissediyordum. Bütün o enerjiyle bir ve bütün olduğumu hissediyordum ve bu harikaydı.
Sonra birden sol yarıkürem devreye girdi: "Hey, bir sorunumuz var! Bir sorunumuz Var! Yardım çağırmalıyız!" diyordu bana. Ve ben tekrarlıyordum: "Ah, bir sorunum var. Bir sorunum var. Tamam, tamam. Bir sorunum var."
Ama hemen ardından yeniden o farklı bilinç durumuna geri kayıyordum, ki şimdi ben orayı sevgiyle "düşler ülkesi" diye isimlendiriyorum. Ama orası çok güzel bir yerdi. Bir düşünsenize, sizi dış dünyaya bağlayan, beyninizdeki o biteviye dırdırdan bütünüyle kopmak nasıl bir şey olurdu?
Ve ben işte o alemdeydim, ve işim -- işimle ilgili tüm gerginliklerim -- hepsi gitmişti. Ve bedenimin içinde kendimi hafiflemiş hissediyordum. Ve düşünün: dış dünyadaki tüm ilişkilerinizi, ve onlarla ilişkili bütün stresi. Düşünün ki hepsi gitmiş. Ve işte derin bir huzur duyuyordum. Ve düşünün, 37 yılın duygusal yükünden kurtulmak nasıl bir şeydir! (Kahkahalar) Mutluluktan uçuyordum! Mutluluktan uçuyordum. Çok güzeldi.
Ve sonra, yine sol yarıkürem devreye giriyor ve "Hey! Dikkatini ver" diyordu bana, "Yardım çağırmalıyız." Ve ben düşünüyordum: "Yardım çağırmalıyım. Kendimi toplamalıyım." Sonra duştan çıkıp mekanik bir şekilde giyindim. Dairemin içinde aşağı yukarı yürüyor ve düşünüyordum: "İşe gitmeliyim. İşe gitmeliyim. Araba sürebilir miyim? Araba sürebilir miyim?"
Ve tam o anda sağ kolum yan tarafımda tamamen felç oldu. O zaman fark ettim: "Aman yarabbi! İnme geçiriyorum! İnme geçiriyorum!"
Ve hemen ardından beynim şöyle diyordu: "Vaaay! Bu harika bir şey!"
"Bu harika bir şey! Kaç tane beyin araştırmacısının kendi beyinlerini böyle içten dışa inceleme fırsatı olmuştur ki?"
Ve sonra birden aklıma geliyordu: "Ama ben çok meşgul bir kadınım!"
"İnmeye zamanım yok benim!"
Sonra kendi kedime "Tamam!" diyordum, "İnme inişini durduramam, o halde bir iki hafta bununla uğraşırım ve sonra eski düzenime geri dönerim. Tamam. Öyleyse yardım çağırmalıyım. İşi aramalıyım." İş telefonum bir türlü aklıma gelmiyordu, o zaman hatırladım ki çalışma odamda, üzerinde numaramın bulunduğu bir kartvizitim olacaktı. Çalışma odama gittim, yedi-sekiz santim kalınlığında bir kartvizit destesini önüme çektim. En üstteki karta bakıyor ve zihnimde kartvizitimin neye benzediğini açık seçik canlandırabilsem de, baktığım kartın o olup olmadığını bilemiyordum, çünkü tek görebildiğim piksellerdi. Ve harflerin pikselleri arkadaki fonu oluşturan piksellerle ve diğer sembollerin pikselleriyle karışıyor, ve ben kartvizitimi bir türlü tanıyamıyordum. O zaman durup "berraklık dalgası" diye tanımlayabileceğim o anı bekliyordum. Ve o an geldiğinde, normal gerçeklikle yeniden bağlantı kurabiliyor ve bir karar verebiliyordum: bu kart değil ... bu kart değil ... bu kart değil. O kart destesinin üçte birini bu şekilde gözden geçirmem kırk beş dakikamı aldı. Bu kırk beş dakika boyunca, beynimin sol yarıküresindeki kanama gitgide büyümeye devam etmekteydi. Sayılardan anlamıyordum; telefondan anlamıyordum, ama tek planım da buydu. O yüzden telefonu karşıma koydum, kartvizitimi de onun yanına. Ve kartın üzerindeki kargacık burgacık şekilleri telefon tuşlarının üzerindeki kargacık burgacık şekillerle eşleştirmeye başladım. Ama arada yeniden o düşler alemine sürükleniyor ve geri geldiğimde o rakamları çevirdim mi çevirmedim mi hatırlayamıyordum. O yüzden tutulmuş kolumu bir kütük parçası gibi kullanıp, çevirdiğim rakamların üstünü kapatarak ilerlemek zorundaydım ki, tekrar normal gerçekliğe geri geldiğimde, "evet, ben bu rakamı zaten çevirmiştim" diyebileyim.
Sonunda bütün numarayı çevirdim ve telefondan gelen sesi dinlemeye başladım; iş arkadaşım telefonu açtı ve bana şöyle dedi: "Voo voo voo voo" Şöyle düşündüm kendi kendime: "Allah Allah, aynen bir Golden Retriever köpek gibi çıkıyor sesi!"
Ben de ona - zihnimde gayet açık bir biçimde, "Ben Jill!" dedim, "Yardıma ihtiyacım var!" Ama ağzımdan çıkan ses şöyleydi: "Voo voo voo voo vooo." "Allah Allah" dedim, "Aynen bir Golden Retriever gibi çıkıyor sesim." Yani, konuşamadığımı ve konuşulanı anlayamadığımı bu denemeyi yapana dek farketmemiştim. Böylece arkadaşım yardıma ihtiyacım olduğunu anladı ve bana yardım sağladı.
Kısa bir süre sonra, bir ambulansın içinde Boston'daki bir hastaneden Massachusetts Genel Hastanesine doğru gidiyordum. Ve ana rahmindeki minicik bir cenin gibi tortop oldum. Ve tıpkı içindeki kalan son havayı da salan, bir balon gibi, enerjimin boşaldığını -- ve ruhumun teslim olduğunu hissettim.
Ve o anda, anladım ki artık hayatımın koreografı ben değildim. Ya doktorlar bedenimi kurtaracak ve bana ikinci bir yaşam şansı vereceklerdi, ya da belki de bu benim için diğer tarafa geçiş anıydı.
O öğleden sonra geç vakit kendime geldiğimde, hâlâ hayatta olduğumu keşfetmek beni şoke etti. Oysa, ruhumun teslim olduğunu hissettiğimde, hayatıma veda etmiştim ben. Şimdi zihnim, birbirinden çok farklı iki gerçeklik durumu arasında asılı kalmıştı. Duyu sistemim aracılığıyla gelen uyarıları, saf acı olarak hissediyordum. Işık beynimi vahşi alevler gibi yakıyordu ve sesler öylesine karmaşık ve o kadar yüksektiler ki, arkadaki gürültünün içinden tek bir sesi bile ayırt edemiyordum ve sadece kaçmak istiyordum. Bedenimin mekânda kapladığı yeri tanımlayamadığımdan, kendimi devleşmiş, genişleyip yayılmış hissediyordum. Tıpkı şişesinden çıkmış bir cin gibi. Ve ruhum, sessiz bir mutluluk denizinde kayarak giden büyük bir balina gibi, özgürce süzülüyordu. Nirvana. Nirvana'yı bulmuştum. Ve şöyle düşündüğümü hatırlıyorum; Bu devleşmiş halimi şu minicik bedenimin içine tekrar sığdırmam asla mümkün olmayacak!
Sonra fark ettim: "Ama, hâlâ hayattayım! Hâlâ yaşıyorum, ve Nirvana'yı buldum. Ve eğer ben Nirvana'yı bulduysam ve hâlâ hayattaysam, o zaman yaşayan herkes de Nirvana'yı bulabilir." Ve bir dünya canlandırdım gözümde Buraya istedikleri her zaman gelebileceklerini bilen, barışçıl, şefkatli, sevgi dolu güzel insanların olduğu bir dünya. Ve onlar sol yarıkürelerinden sağ tarafa geçmeyi bilerek seçiyor ve bu huzuru buluyorlar. Ve sonra bu yaşadıklarımın aslında ne kadar muhteşem bir armağan olabileceğini, hayatlarımızı nasıl yaşadığımıza dair nasıl çarpıcı bir içgörü olabileceğini fark ettim. Ve bu iyileşmem için beni motive etti.
Kanamadan iki buçuk hafta sonra, cerrahlar müdahale edip beynimdeki konuşma merkezlerine baskı yapan golf topu büyüklüğünde bir pıhtı çıkardılar. Bu resimde, hayatımın gerçek meleği olan annem ile birlikteyim. Tam olarak iyileşmek sekiz yılımı aldı.
Peki biz kimiz?
Biz evrenin kudreti, yaşam gücüyüz. El becerilerimiz ve iki bilişsel zekâmız var. Ve anbean, bu dünyada kim olmak, nasıl bir insan olmak istediğimizi seçebilme gücümüz var. Tam burada, hemen şimdi, sağ yarıküremin bilincine geçebilirim; bizim olduğumuz yere. Ben evrenin yaşam gücü, kudretiyim. Ben, diğer herşey ile bir ve tek olan ve cismimi oluşturan 50 trilyon güzel moleküler dehanın yaşam gücü ve kudretiyim. Ya da; sol yarıküremin bilincine geçmeyi seçebilirim: Tek başına bir birey olduğum, bir cisim olduğum duruma. Akıştan ayrı, sizlerden ayrı. Ben Dr. Jill Bolte Taylor: entellektüel, nöroanatomist. Bunlar benim içimdeki "biz"ler. Siz hangisini seçerdiniz? Hangisini seçiyorsunuz? Ve ne zaman? İnanıyorum ki, sağ yarıküremizin o içsel huzur devrelerini çalıştırmayı ne kadar çok seçersek, dış dünyaya da o kadar çok huzur ve barış yansıtacağız ve gezegenimiz çok daha huzurlu bir yer olacak.
Ve düşündüm ki, işte bu yaymaya değer bir fikirdi.

http://www.ted.com/talks/lang/tur/jill_bolte_taylor_s_powerful_stroke_of_insight.html





DAN ARİELY: DEFOLU AHLAKİ KILAVUZUMUZ



Davranışsal ekonomist Dan Ariely ahlaki kılavuzumuzdaki hataları inceliyor: (Bazen) hile yapmanın ya da hırsızlığın caiz olduğunu düşünmemizin gizli nedenleri. Akıllıca hazırlanmış deneyler öngörülebilir mantıksızlığımızı ortaya seriyor, beklenmedik şekillerde tesir altına alınabileceğimizi gösteriyor.

KONUŞMA METNİ
Bugün sizlere biraz öngörülebilir mantıksızlıktan bahsetmek istiyorum. Benim öngörülebilir mantıksızlığa ilgim uzun yıllar önce hastanede başladı. Kötü bir şekilde yanmıştım. Ve hastanede uzun süre geçirince çeşit çeşit mantıksızlık görüyorsunuz. Yanık bölümünde canımı en çok sıkan şey hemşirelerin sargı bezlerimi çıkarma süreciydi. Eminim hepiniz en az bir kere yara bandı sökmüşsünüzdür ve bunu nasıl yapmanın daha iyi olacağını düşünmüşsünüzdür. Birden mi çekmek lazım --kısa süreli ama keskin bir acıyla-- yoksa yavaşça mı çekmeli? Daha uzun bir sürede, fakat her saniye daha az acıyla. Bunlardan hangisi doğru yaklaşım?
Benim bölümümdeki hemşirelere göre doğru yol hızlıca çekmekti, bu yüzden sıkıca tutar, çeker; tekrar tutar, çeker tutar ve çekerlerdi. Ve vücudumun yüzde 70'i yanık olduğundan, bu bir saat kadar sürüyordu. Tahmin edeceğiniz üzere, bu yüksek yoğunluktaki çekme anından nefret ediyordum. Onlarla bunu tartışmaya çalışıp derdim ki,
"Neden farklı bir şey denemiyoruz? Neden biraz daha uzun süre harcayıp -- belki bir yerine iki saat harcayıp -- daha az yoğunlukta yapmıyoruz?
Ve hemşireler bana iki şey söylediler. Bana hastayı doğru şekilde anladıklarını -- hastanın hissettiği acıyı olduğunca azaltmanın yolunu bildiklerini -- bir de "hasta" kelimesinin anlamının fikir vermek ya da müdahale etmek olmadığını söylediler... Ayrıca bu sadece İbranicede değil. Her dilde aynı deneyimle karşılaştım.
Ve, bilmelisiniz ki, yapabileceğim fazla bir şey yoktu, ve aynı şekilde yapmaya devam ettiler. Üç sene kadar sonra, hastaneden ayrıldığımda, üniversitede çalışmaya başladım. Öğrendiğim en önemli derslerden biri şuydu: bir deney yöntemi var; eğer bir sorunuz varsa ve bu sorunun daha soyut bir benzerini yaratabilirseniz ve bu soyut soruyu inceleyebilirseniz, belki dünya hakkında bir şeyler öğrenebilirsiniz.
Ben de bunu yaptım. Hala merak ediyordum, sargı bezini yanık hastalarından nasıl çıkarmalı? İlk başlarda fazla araştırma param yoktu, o yüzden hırdavat dükkanına gittim ve bir tane marangoz mengenesi aldım. Ve insanları laboratuvara getirip, parmaklarını mengeneye koyardım, sonra biraz daha sıkıştırırdım.
Uzun süreler ve kısa süreler boyunca parmaklarını sıkıştırır, acıyı arttırırdım ya da azaltırdım, ara vererek ya da ara vermeden -- türlü çeşitte acı. İnsanların canını biraz acıttıktan sonra, onlara sorardım, Bu ne kadar acıdı? Peki ya bu ne kadar acıdı? Ya da, eğer bu son ikisi arasından seçecek olsaydın, hangisini seçerdin?
Bunu bir süre yapmaya devam ettim.
Ve, her iyi akademik proje gibi, daha fazla mali destek aldım. Seslere, elektrik şoklarına geçtim -- hatta insanlara çok daha fazla acı hissettiren bir acı kıyafetim bile vardı.
Ama bu sürecin sonunda hemşirelerin haksız olduğu ortaya çıktı. Bunlar iyi niyetli harika insanlar ve de oldukça tecrübeliler, fakat yine de öngörülebilir ve tahmin edilebilir bir şekilde sürekli hata yapıyorlardı. Anlaşıldı ki, aslında zamanı, keskinlikle aynı şekilde algılamadığımız için, süreç daha uzun ve acı daha az keskin olsa ben daha az acı çekebilirdim. Anlaşıldı ki, suratımla başlamak daha iyi olurdu, çünkü yüz daha hassas bir bölgedir, ve bacaklarıma doğru devam etmek, böylece zaman içerisinde daha iyi hissederdim -- bu da acıyı azaltırdı. Ayrıca acıya iyi gelebilecek başka bir şey de bazen ara vermek olurdu, böylece acıdan biraz sıyrılabilirdim. Bunların hepsi yapılabilecek harika şeyler, ama hemşirelerimin hiçbirinden haberi yoktu.
O noktadan itibaren düşünmeye başladım, acaba hemşireler dünyada bu tarz hataları yapan tek insanlar mı, yoksa bu daha genel bir durum mu? Ortaya çıktı ki bu oldukça genel bir durum -- yaptığımız bir sürü hata var. Size mantıksızlık ile ilgili bir örnek vermek istiyorum, size hileden bahsedeceğim.
Hile konusunu seçtim, çünkü bu konu ilgi çekici, diğer yandan da sanıyorum bize içinde olduğumuz borsa durumu hakkında birşeyler anlatacak. Benim hileye olan ilgim Enron'un ortaya çıkışı ve aniden patlaması sırasında başladı ve bu süreçte yaşananları değerlendirmeye başladım. Acaba ortada sadece bunları yapabilecek birkaç çürük elma mı var, yoksa daha bulaşıcı bir durumdan mı bahsediyoruz, öyle ki aslında şekilde davranabilecek bir sürü insan var?
Genelde yaptığımız gibi, basit bir deney yapmaya karar verdim. Deneyin gidişatı şöyle:
Denek olduğunuzu düşünelim, size bir parça kağıt veriyorum üzerinde 20 tane basit, herkesin çözebileceği matematik sorusu var, ama size yeterince zaman vermiyorum. Beş dakika sonunda da: "Kağıtları bana uzatın, size her soru için bir dolar vereceğim." İnsanlar soruları çözerdi. 4'er dolar verirdim -- insanlar ortalamada 4 soru çözüyorlardı. Bazılarını ise hile yapmaya ayartırdım. Onlara kağıtlari dağıtırdım. Beş dakika bittiğinde, derdim ki, "Lütfen kağıdı yırtıp, parçalayın. Parçaları cebinize ya da çantanıza koyun, ve bana kaç tane soruyu çözebildiğinizi söyleyin." Bu sefer insanlar ortalama yedi soru çözmeye başladılar. Yani, aralarında sadece birkaç çürük elma varmış değildi -- birkaç insan çok hile yapıyor gibi değildi-- Aksine, gördüğümüz birçok insanın birazcık hile yaptığıydı.
EKONOMİK TEORİDE, HİLEKARLIK ÇOK KOLAY BİR MALİYET-KAZANÇ KARŞILAŞTIRMASIDIR. Dersiniz ki, yakalanma ihtimalim nedir? Hile yaparak ne kadar kazanacağım? Ve eğer yakalanırsam, cezam ne kadar ağır olacak? Ve bu seçenekleri tartarsınız -- kolay bir maliyet-kazanç hesabı yaparsınız, ve bu suçu işlemenin değip değmeyeceğine karar verirsiniz. Biz de bunu sınamaya çalışıyoruz. Bazı insanlar için ne kadar para kazanabileceklerini değiştirdik -- ne kadar para çalabileceklerini. Bir soru için 10 sent (kuruş) ödedik, 50 sent ödedik, bir dolar, beş dolar, on dolar.
Masadaki para arttıkça, insanların daha çok hile yapmasını beklersiniz, ama bu aslında doğru değil. Birçok insan küçük hilelerle, küçük miktarlarda çaldılar. Peki yakalanma ihtimali? Bazı insanlar kağıdın sadece yarısını parçaladı, böylece bir miktar delil vardı. Bazı insanlar bütün kağıdı parçaladı. Bazı insanlar bütün kağıdı parçalayıp, sınıftan çıkıp, kendi ücretlerinin içinde 100 dolardan fazla para olan kaseden ödediler. Beklentiniz, yakalanma ihtimali azaldıkça, insanların daha çok hile yapmasıysa, bu gene yanlış. Yine, birçok insan az bir miktarda hile yaptı ve bu ekonomik teşviklere karşı duyarsızlardı.
Biz de dedik ki "Eğer insanlar ekonomik teori açıklamalarına, bu etkilere duyarsız değillerse, acaba burada ne oluyor?" belki de buradaki olayı iki etki oluşturdu diye düşündük. Bir yanda, hepimiz aynaya bakıp kendimiz hakkında iyi hissedebilmek istiyoruz, dolayısıyla hile yapmak istemiyoruz. Öbür tarafta, azıcık hile de yapabiliriz ve yine de kendimiz hakkında iyi hissedebiliriz. Yani, belki burada olan aşamayacağımız bir hile sınırı var, ama gene de az oranda hile yapmaktan faydalanabiliriz, kendimiz hakkındaki düşüncelerimizi etkilemediği sürece. Buna kişisel belirsizlik katsayısı diyoruz.
Peki, kişisel belirsizlik katsayısını nasıl ölçersiniz? İlk önce dedik ki, bu katsayıyı nasıl azaltabiliriz? İnsanları laboratuvara getirdik ve dedik ki, "Sizin için iki görevimiz var bugün." Önce insanların yarısına lisede okudukları 10 kitabı hatırlamalarını söyledik, ya da On Emiri hatırlamalarını söyledik ve sonra onları hile yapmaya teşvik ettik. Gördük ki On Emiri hatırlamaya çalışan insanlar -- ve kimse On Emirin hepsini hatırlayamadı -- ama o On Emiri hatırlamaya çalışan insanlar kopya çekme imkanı verildiğinde, kesinlikle kopya çekmediler. Daha dindar insanlar -- On Emirin daha çoğunu hatırlayanlar -- daha az hile yapmış değillerdi ve daha az dindar insanlar -- On Emirin neredeyse hiçbirini hatırlayamayanlar -- daha çok hile yapmış değildi. On Emiri hatırlamaya çalışmayı düşündükleri anda, insanlar hile yapmayı bıraktı. Hatta, kendilerini ateist ilan edenlere bile İncil'in üzerine yemin ettirdiğimizde ve kopya çekme imkanı verdiğimizde, hiç kopya çekmediler. Öyle ki, On Emiri eğitim düzenine koymak çok zor bir şey, o yüzden dedik ki, "Neden insanlara bir onur yasası imzalatmıyoruz?" Bizde insanlara şunu imzalattık; "MIT onur yasasının bu kısa araştırmada geçerli olduğunun farkındayım." Sonra bu kağıdı parçaladılar. Kesinlikle kopya çeken olmadı. Ve bu özellikle ilginç bir durum, çünkü MIT'nin bir onur yasası yok. 
Yani. bütün bunlar bu belirsizlik katsayısını azaltmak içindi. Peki ya belirsizlik katsayısını arttırmak? İlk deney -- MIT'yi gezdim ve buzdolaplarına 6'lık kola kutuları koydum -- bunlar üniversite öğrencileri için ortak buzdolaplarıydı. Ve, bizim teknik olarak kolanın yarı ömrü dediğimiz olguyu -- buzdolabında ne kadar durabiliyor? -- ölçmek adına geri geldim. Bekleneceği gibi, çok uzun süre durmuyor. İnsanlar kolaları alıyorlar. Bunun tersine, içinde altı tane bir dolar olan tabağı alıp, aynı buzdolaplarına koydum. Hiçbiri kaybolmadı.
Tabi ki, bu iyi bir toplumsal bilim deneyi değil, o yüzden bunu daha iyi yapabilmek için aynı deneyi sizlere daha önceden anlattığım gibi yaptım. İnsanların 3'te 1'ine kağıtları verdik ve bunlar bize geri verildi. 3'te 1'ine kağıtları verdik ve onlar bu kağıtları parçaladılar, bize gelip dediler ki, "Deneyci Bey, ben X tane soru çözdüm. Bana X dolar verin." 3'te 1'i kâğıdı parçaladıktan sonra bize gelip dediler ki, "Deneyci Bey, ben X tane soru çözdüm. Bana X tane jeton verin." Onları dolarla ödemedik. Başka birşeyle ödedik. Ve bu başka birşeyi alıp, yana doğru 4 metre yürüyüp, dolara bozdurdular.
Şimdi şu mantık hakkında bir düşünün. Bir kalemi iş yerinden alıp, eve götürmek hakkında ne kadar kötü hissedersiniz, peki eğer bunu önemsiz bir para kutusundan 10 kuruş almakla karşılaştırırsanız? Bu iki şey çok farklı geliyor insana. Bir kaç saniye de olsa para fikrinden uzaklaşıp ödemenin jetonla yapılması bir farklılık yaratır mıydı? Deneklerimiz iki kat daha fazla hile yaptılar. Size bu konu ve borsa hakkında ne düşündüğümü bir dakika sonra açıklayacağım. Ama bu Enron'la olan büyük problemimi çözmedi, çünkü Enron'da sosyal öğeler de söz konusu. Herkes diğerlerinin nasıl davrandığını görüyor. Aslında her gün haberlerde dolandırıcılara dair örnekler görüyoruz. Bu bizde neye sebep oluyor?
Böylece başka bir deney daha yaptık. Büyük bir öğrenci grubunu deneye aldık, ödemelerini de önceden yaptık. Herkes deney öncesinde parasını bir zarf içinde aldı ve onlardan deney sırasında kazanamadıkları parayı iade etmelerini istedik. Tamam mı? Aynı şey yaşandı. İnsanlara hile yapmaları için fırsat verdiğimizde, hile yaptılar. Küçük küçük de olsa her zaman hile yaptılar. Ama bu deneyde bir de rol yapan bir öğrenciyi işe aldık. Bu aktör öğrenci, 30 saniye sonra ayağa kalkıp "Ben herşeyi çözdüm! Şimdi ne yapacağım?" diye sordu. Ve deneyci, "Herşeyi bitirdiysen, gidebilirsin" dedi. Bu kadar. Görevin tamamlandı. Şimdi, bir öğrencimiz var, --rol yapan bir öğrenci-- grubun bir parçası. Onun bir oyuncu olduğunu kimse bilmiyordu. Ve açıkça çok çok ciddi bir şekilde yine hile yaptılar. Grupta kalan diğer öğrencilere ne oldu? Daha mı az yoksa daha mı çok hile yaptılar?
Olan şuydu; Hile miktarları giydikleri sweatshirt'lerine bağlı değişkenlik gösterdi. Şöyle ki, bu deneyi Carnegie Mellon ve Pittsburgh'da yaptık. Ve Pittsburgh'da iki büyük üniversite var. Carnegie Mellon ve Pittsburgh üniversiteleri. Deneydeki deneklerin hepsi Carnegie Mellon öğrencileriydiler. Aktör öğrenci ayağa kalktığında ki o da Carnegie Mellon öğrencisiydi, gerçekten de öyleydi-- onların grubundan birisi olduğu için hile arttı. Ama üstünde Pittsburgh üniversitesinin sweatshirt'ü olduğunda hile azaldı.
Şimdi, bu önemli, anımsayın, öğrenci ayağa kalktığı an, öğrenciler hile yapsalar da yakalanmayacaklarını açıkça anladılar. Çünkü deneyi yöneten "Herşeyi bitirdin. Evine git" dedi, ve parayı alıp gitti. Yani bu defa yakalanma ihtimaline dair pek birşey yoktu. Bu hile yapmanın normları ile ilgiliydi. Bizim içimizden birisi hile yapıyorsa, bizde onu görüyorsak, grup olarak bu şekilde davranmanın daha uygun olduğunu hissediyoruz. Ama başka gruptan birisiyse, bu kötü insanlar-- Demek istediğim, bu konuda kötü değil-- ama kendimizi bağdaştırmak istemediğimiz başka bir grup veya başka bir üniversiteden birisi hile yapmışsa, aniden kişilerdeki dürüstlük farkındalığı -bir parça da On Emir'de olduğu gibi--hemen yükseliyor. ve hatta daha da az hile yapıyorlar.
Yani bu konudan hile yapmakla ilgili ne öğrenmiş olduk?
Pek çok insanın hile yapabileceğini öğrendik. Küçük küçük hileler yapıyorlar. Kişilere ahlaki değerler anımsatıldığında, daha az hile yapıyorlar. Hile yapma fikrinden uzaklaşınca, örneğin para objesinden uzaklaşınca, insanlar daha çok hile yapıyor. Ve çevremizde hile yapanları gördüğümüzde, özellikle bizim grubumuzun bir parçasıysalar, hilekârlık artıyor.
Peki şimdi konuya borsa açısından bakalım, ne yaşandığını düşünün. Kişilere büyük paralar ödeyip, gerçeği olduğundan birazcık farklı görmelerini sağlayacak bir durum yarattığınızda ne olur? Bu şekilde farklı görmeyi başaramazlar mı? Elbette başarırlar. Peki ya daha farklı şeyler yaparsanız, yani parayı konudan uzaklaştırırsanız? Onlara hisse, hisse opsiyonları, yan ürünler, veya mortgagelanmış güvence adını verirseniz? Daha uzak şeyler için olay bu olabilir mi, bu bir saniyelik jeton bile değil, çok uzun sürelerdir, paradan pek çok basamakla uzaklaştırılmış bu olaylarda--kişiler daha da çok hile yapmaya yöneliyor olabilir mi? Ve sosyal çevremizde böyle davranan insanları başka insanlar gördüğünde ne oluyor? Ben stok markette tüm bu güçlerin olabilecek en kötü haliyle görev aldığını düşünüyorum.
Davranış ekonomisi hakkında size daha da genel bir şey söylemek istiyorum. Hayatımızda pek çok sezgimiz var ve asıl olay bu sezgisel tahminlerimizin çoğunun hatalı olmasıdır. Soru şu, bu tahmin ve sezgilerimizi test edecek miyiz? Bu sezgilerimizi özel hayatımızda, iş hayatımızda özellikle olay prensiplere dayandığında, Hiçbir Çocuk Geride Kalmadı gibi şeyleri düşündüğümüzde, yeni bir stok market yarattığınızda, ve yeni bir prensip oluşturduğunuzda-- vergilerde, sağlık sisteminde ve nasıl test edeceğinizi düşünebilirsiniz. Sezgilerimizi test etmekteki zorluk öğrendiğim en büyük dersti; hemşirelere geri döndüm,yani onlarla konuşmak için geri gittim. Ve onlara bandajları çıkarma konusunda bulduklarımı anlattım Ve çok ilginç iki şey öğrendim; Birisi Ettie, en sevdiğim hemşiremdi. bana kendisinin çektiği acıyı göz ardı ettiğimi söyledi. "Elbette, senin için çok acı vericiydi", dedi. "Ama beni bir hemşire olarak düşün, Sevdiğim, hoşlandığım birinden bandajları çıkarıyorum. ve uzun bir süre boyunca da bunu yapmak zorunda kalıyorum. Bu kadar çok işkence yaratmak benim için de iyi birşey değildi." Ve belki bir parça zorlandığı için böyle davranmıştı, öyle söyledi. Ama aslında olay bundan da ilginçti, "Senin sezginin doğru olduğunu düşünmüyordum", dedi. "Benim sezgimin doğru olduğunu düşünüyordum". Yani bütün sezgilerinizi düşününce kendi sezginizin yanlış olduğuna inanmak oldukça zor. "Gerçekten de ben kendi sezgimin doğru olduğunu düşünüyordum," dedi. Kendi sezgisinin doğru olduğunu düşünüyordu ve hatalı olup olmadığını anlamak için dahi zor bir deneye katılmayı kabul etmek onun için yine zordu.
Gerçekte, hepimizin her an içinde olduğu durum budur. Her tür şey hakkında çok güçlü sezgilerimiz var, kendi yeteneklerimize, ekonominin nasıl işlediğine, okul öğretmenlerine nasıl maaş verileceğine dair. Ama bu sezgilerimizi test etmeye başlamazsak daha iyi olmamızın imkânı yok. Sadece şunu düşünün, hemşireler sezgilerini kontrol etmeye niyetli olsalardı, hayatım çok daha iyi olabilirdi, ve eğer kendi sezgilerimiz üzerinde daha fazla sistematik deneyler yapmaya başlasak her şey nasıl daha iyi olabilir.

Kaynak:
http://www.ted.com/talks/lang/tur/dan_ariely_on_our_buggy_moral_code.html






[1] Patern, Latince baba anlamındaki pater sözcüğünden gelir. (İngilizce yazılışı: Pattern).Terzilerin kullandıkları anlamda patron sözcüğü de öyle. Psikolojiden mimarlığa; sosyolojiden yazılım mühendisliğine kadar birbiri ile ilgisi yok gibi görünen alanlarda patern sözcüğü çok önemli ve başka sözcüklerle karşılanamayan bir anlam yüklenir. Örneğin, patern, gelişigüzel olmadığı bilinen belli durumlarda sürekli olarak yinelenen somut bir biçimdir (Dirk Riehle ve Heinz Zullighoven). Bu somut biçimin saptanması, tanımı daha güç olan gelişigüzel olmayan durumun belirlenmesine yardımcı olur. Paternin saptanması; sınırların belli, seçeneklerin sınırlı olduğu bir sorun için, geçerli olduğu daha önce sınanmış bir çözümü gündeme getirir. Biçimlerin aksine, paternler mikroskobik büyültmelerden pek etkilenmezler; bir patern, dünya haritasında da, bir elektron mikroskop görüntüsünde de aynı biçimde bulunabilir. Bu nedenle, deneyimli patologların işlerini yaparken -farkında olmadan da olsa- en çok kullandıkları yöntem patern tanımadır.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar