TED DİYALOGLARI
LESLEY HAZLETON: KURAN'I OKUMAK ÜZERİNE
Lesley Hazleton
Journalist and
"accidental theologist" Lesley Hazleton is the author of "After
the Prophet: The Epic Story of the Shia-Sunni Split." Full bio and more
links
Lesley
Hazleton bir gün Kuran'ı okumaya koyuldu. Bir gayrimüslim -- kendi tanımlamasıyla
İslam'ın kutsal kitabında bir "turist" -- olarak buldukları, bulmayı
tahmin ettikleri değildi. Bilimin ciddiyeti ve mizahın sıcaklığı ile, Hazleton,
karşılaştığı nezaket, esneklik ve gizemi, Kuran hakkındaki efsaneleri yıkan bu
TEDxRainier sunumunda bizimle paylaşıyor.
KONUŞMA
METNİ
Kuran'ın
cennet tarifinde geçtiği söylenen 72 huri bahsini duymuşsunuzdur. Bu konuya geri
döneceğime dair söz vererek geçiyorum. Ama aslında biz, burada kuzeybatıda,
Kuran'da 36 defa "içinden ırmaklar akan bahçeler" diye tarif edilen
cennete oldukça benzeyen bir hayatı yaşıyoruz. Union Gölü'ne akan bir ırmağın
kenarındaki tekne evimde yaşadığımdan bu bana tamamıyla mantıklı geliyor. Fakat
asıl mesele şu: nasıl oluyor da bu pek çok insana yeni geliyor?
İYİ NİYETLE
KURAN'I OKUMAYA BAŞLADIKTAN SONRA ONA HAS FARKLILIKLARDAN ÖTÜRÜ VAZGEÇMİŞ
BİRÇOK GAYRİMÜSLİM TANIYORUM. Tarihçi Thomas Carlyle, Muhammed'in dünyanın en büyük kahramanlarından
biri olduğunu düşünmekle beraber, Kuran'ı;
"Şimdiye
kadar karşılaştığım okuması en zahmetli, yıpratıcı ve karmaşık kitap." olarak tanımlıyor.
Sanırım
sorun biraz da şu: BİZ KURAN'I, DİĞER KİTAPLARI OKURKEN YAPTIĞIMIZ GİBİ,
YAĞMURLU BİR ÖĞLEDEN SONRA BİR KASE PATLAMIŞ MISIR EŞLİĞİNDE BİR KENARA
KIVRILARAK OKUYABİLECEĞİMİZ BİR KİTAPMIŞ GİBİ ZANNEDİYORUZ. Sanki Allah
herhangi bir yazar, Kuran ise Allah'ın Muhammed'le konuşmalarının derlendiği ve
çok satanlar listesindeki herhangi bir kitapmış gibi düşünüyoruz. Oysa ki çok
az insanın Kuran'ı gerçekten okuyor olmasının sebebi, ondan alıntı yapmanın --
veya aslında yanlış aktarmanın -- çok kolay olması. Kuran'ın genel anlam
bütünlüğünden koparılarak, çeşitli ifade ve bölümlerin toplanmasından oluşmuş,
daha özet bir uyarlamasını hem köktenci müslümanlar hem de gayrimüslim
islamofobikler daha çok tercih ediyor.
Böylece bu
yaz bir hevesle Muhammed'in biyografisini yazmaya hazırlanırken Kuran'ı
hakkıyla okumaya ihtiyacım olduğunu fark ettim. Yapabildiğim kadarıyla hakkını
vermeliydim. Şu anda Arapçam sözlük kullanmaktan ibaret. Ben de dört adet iyi
bilinen tercümeyi alıp, Kuran'ın orijinal yedinci yüzyıl Arapçası ile beraber
kelime çevirisini cüz cüz ayet ayet okumaya karar verdim. Tabi benim bir
avantajım vardı. Son kitabım Şii-Sünni ihtilafının hikâyesi üzerineydi ve bu
nedenle İslam tarihi üzerine yakından çalışmalar yapmıştım. Bu nedenle Kuran'da
sıklıkla atıfta bulunulan olaylar ve dolayısıyla Kuran'ın referans çerçevesi
hakkında bilgi sahibiydim. Ama şunun farkındaydım ki, her ne kadar Kuran'da
gezinen bilgi sahibi ve hatta deneyim sahibi bir turist olsam da ben hala başka
birinin kutsal kitabını okuyan agnostik (bilinemezci) bir Yahudi idim.
Bu nedenle
gayet yavaş okudum.
Başlarken
bu proje için üç haftamı ayırdım. Ki kibir bu değilse nedir... Çünkü ancak üç
ay sonunda bitirebildim. Geri atlayıp baş taraftaki daha kısa ve açıkça daha
mistik bölümleri okuma arzuma karşı koydum.
Fakat ne
zaman Kuran'ı kavramaya başladığımı düşünsem
--
"Tamam şimdi oldu" desem -- bir gece sonunda kayıp gidiyordu. Ve
ertesi sabah yabancı bir yerde kaybolmuş olma ihtimalimi düşünüyordum. Ama yine
de mekân bana tanıdık geliyordu. Kuran, Tevrat ve İncil'in mesajını yenilemek
tazelemek için indirildiğini ifade ediyor. Zaten üçte biri, İncilde de geçen
İbrahim, Musa Yusuf, Meryem ve İsa gibi şahısların kıssalarını tekrarlıyor.
Allah kendisinin daha önceki tezahürü olan Yehova'dan alışkın olduğumuz gibi,
ısrarla kendisinden başka ilah olmadığını vurguluyordu. Develer, Dağlar,
Çöldeki kuyular ve nehirler, beni Sina Çölünde dolaşarak geçirdiğim yıla
götürdü. Ve bir de o dil vardı elbette. Ondaki ritmik ahenk... Bana, bedevi
ihtiyarların, saatlerce ezberden anlattıkları hikâyeleri dinleyerek geçirdiğim
akşamları hatırlatıyordu. VE BEN NEDEN ŞÖYLE DENDİĞİNİ ANLAMAYA BAŞLADIM:
KURAN ANCAK ARAPÇA OLARAK KURAN'DIR.
Fatiha'yı
ele alalım. 7 ayetli açılış suresi, öyle ki "Pederimiz Babamız"
(Hristiyanlıktaki en bilinen dua) ve "Şema İsrail"in (Tevratın açılışı)
birleşimi denebilir. Arapça haliyle sadece 29 kelime iken, tercümeleri 65 ile
72 kelimeye kadar çıkıyor. Ve sanki kelimeler eklendikçe anlam daha fazla
kayboluyor. Arapçanın büyülü ve neredeyse hipnoz edici bir kalitesi, okunmaktan
çok dinlenmeyi, analiz edilmesinden çok hissedilmeyi bekleyen bir özelliği var.
Adeta bir şarkı gibi söylenmek istiyor ki müziği kulakta ve dilde duyulabilsin.
Bu yüzden Kuran'ın İngilizce tercümesi kendisinin bir gölgesi gibi ya da Arthur
Arberry'nin kendi uyarlamasındaki tabiriyle: "bir anlam
çıkarma/yorumlama". Tabi anlamın tamamı tercüme ile kaybolmuyor.
Tıpkı
Kuran'ın vaadettiği gibi, sabredenler ödüllendirilecektir. Kuran'da İncil'den
farklı olarak pek çok sürprizler bulunuyor: bir çevre bilinci, ya da insanın
Allah'ın yarattıklarının vekili olması gibi pek çok sürpriz. Ve özellikle
erkeklere yazılmış İncil'de ikinci ya da üçüncü şahıs olarak tamamen erkeğe
hitap edilirken; Kuran kadını da dahil ediyor, ve mesela şöyle diyor: "inanan
erkekler ve kadınlar" veya "onurlu erkekler ve kadınlar."
Ya da şu kötü şöhretli ayeti ele alın; kâfirlerin öldürülmesi hakkında olanı.
Evet öyle söyleniyor, ama çok özel bir durum için: savaşın ekseriyetle yasak
(haram) olduğu kutsal şehir Mekke'nin beklenen fethi için. Ve öldürme izni
çeşitli niteliklerle sınırlandırılmış bir şekilde geliyor. "Mekke'deki
kafirleri öldürmelisiniz" şeklinde değil, ancak sadece onlara verilen
mühlet dolduğu zaman ve eğer sadece aranızda başka antlaşma yapılmamışsa ve
eğer sadece onlar Kabe'ye girmenizi engellemeye karkarsa ve eğer sadece ilk
saldıran onlar olursa onları öldürebilirsiniz. Ve o zaman bile -- Allah
merhametlidir, ve bağışlayacıdır -- ve bu yüzden de en güzeli hiç kimseyi
öldürmemenizdir.
Bu belki de
-- en azından sabit fikirli olmayanlar için Kuran'ın ne kadar esnek olduğunu
gösteren en büyük sürprizdi.
Kuran der
ki: "Bu ayetlerin bazılarının anlamı çok kesindir." "Ama
bazıları ise oldukça muğlaktır." "Kalpleri sapıklıktan katılaşmış
olanlar bu muğlak noktaları fazlaca kurcalayarak bir uyumsuzluk bulmaya
çalışırlar. Herşeyin doğrusunu sadece Allah bilir." "Allah Latif'tir
(lütuf sahibi)" ifadesi tekrar tekrar belirir. VE ASLINDA, KURAN'IN
TAMAMI, BİZE İNANDIRILANDAN ÇOK DAHA FAZLA ZARİFTİR. Mesela bahsettiğim şu
huriler ve cennet meselesinde olduğu gibi. Eski moda oryantalizm burada devreye
giriyor. Oryantalizm, Kuran'da dört yerde geçen Huriler kelimesini şöyle tasvir
ediyor: kara gözlü, göğüsleri henüz tomurcuklanmış yaşıt eşler veya açıkça dik
göğüslü bakireler. Bununla beraber, orijinal Arapçadaki ifadesiyle tek kelime:
Huriler. Kabarık ya da dik göğüs ifadesine yer vermeden. Şimdi aslında burada
kastedilen -- melekler gibi -- saf varlıklar veya antik Yunan'da geçen Kouros
veya Kórē gibi ebedi gençliğe sahip varlıklar olabilir.
Ama gerçek
şu ki hiç kimse doğrusunu bilmiyor ve asıl mesele de bu. Çünkü Kuran'da gayet
açık bir şekilde şöyle deniyor: "hepiniz cennette yeniden
yaratılacaksınız" ve "hiçbirinizin bilmediği bir şekilde yeniden
yaratılacaksınız." Kİ BU BANA BİR BAKİRE VAADİNDEN ÇOK DAHA ÇEKİCİ
GELİYOR. Ve şu 72 sayısı hiçbir yerde geçmiyor. Kuran'ın hiçbir ayetinde 72
bakireden bahsedilmiyor. O düşünce Kuran' nazilinden 300 yıl sonra ortaya
çıktı. Ve çoğu İslam âlimi, bulutların üstünde oturup arp çalan kanatlı
insanlar fikrini onunla eşdeğer görüyor. Cennet ise bunun oldukça zıttıdır.
O bekâret değil, doğurganlıktır, bolluktur, içinden ırmaklar akan bahçelerdir.
Teşekkürler.
Kaynak
http://www.ted.com/
http://www.ted.com/talks/lesley_hazelton_on_reading_the_koran.html
DAN PİNK İLE ŞAŞIRTICI MOTİVASYON BİLİMİ ÜZERİNE
Kariyer analisti
Dan Pink, sosyal bilimcilerin bildiği ama yöneticilerin bilmediği bir gerçekten
yola çıkarak motivasyon bilmecesini inceliyor: Geleneksel ödüller düşündüğümüz
kadar etkili değildir. Aydınlatıcı hikayeleri -- ve belki de sizi ileri
götürecek yolu dinleyin.
KONUŞMA METNİ
Size bir şey itiraf
etmeliyim. Yaklaşık 20 sene önce pişman olduğum bir şey yaptım, pek de gurur
duymadığım bir şey, bazı bakımlardan kimsenin öğrenmesini istemediğim bir şey,
ama şimdi burada bunu açıklamaya kendimi mecbur hissediyorum. 1980 lerin sonunda, aklım bir karış havada
iken hukuk fakültesine gittim.
Şimdi, ABD'de hukuk
profesyonel bir derecedir. Önce üniversite derecenizi alır sonra da hukuk
fakültesine gidersiniz. Ve ben hukuk fakültesine gittiğimde, pek de başarılı
değildim. Nazikçe söylemek gerekirse, pek başarılı olmadım. Daha açık konuşmak
gerekirse, mezun olduğum not aralığı benim üzerimdeki %90'lık aralığı mümkün
kılmıştı. Teşekkürler. Hayatım
boyunca pratik olarak hukuk mesleğini hiç icra etmedim. Buna izin verilmemişti
zaten.
Ancak bugün, her
şeye rağmen, karımın tavsiyesine rağmen, sahip olduğum hukuk yeteneğimin biraz
tozunu almak istiyorum, o yeteneklerden geriye her ne kaldıysa. Size bir hikâye
anlatmak istemiyorum. Size bir vaka sunmak istiyorum. Size gerçekçi, delillere
dayanan ve hatta avukatça bir vaka sunmak istiyorum, işimizi nasıl
yönettiğimizi yeniden düşünmek için.
O halde, sayın
jüri, baylar ve bayanlar, şuna bir bakın. Buna mum problemi denir. Bazılarınız
bunu daha önce görmüş olabilir. 1945 yılında yaratıldı. Karl Duncker
isimli bir psikolog tarafından. Karl Duncker davranış bilimlerinde pek çok
farklı şekilde kullanılan bu deneyi yarattı. Gelelim nasıl bir şey olduğuna.
Diyelim ki ben deneyi yapan kişiyim. Sizi bir odaya sokuyorum. Size bir mum,
birkaç raptiye ve birkaç kibrit veriyorum. Ve size diyorum ki, "göreviniz
mumu duvara masaya damlatmayacak şekilde tutturmak." Bu durumda ne
yapardınız?
Pek çok insan mumu
duvara raptiye ile tutturmaya çalışır. Bu işe yaramaz. Kimisi, bazı insanlar ve
ben öyle birini gördüm, şuna benzer bir hareket yapar. Bazı insanların parlak
bir fikri vardır, kibriti çakar, mumun bir tarafına tutup eritir ve o şekilde
duvara yapıştırmaya çalışırlar. Harika bir fikir. İşe yaramaz. Ve nihayet, beş
ya da 10 dakika sonra, pek çok insan çözümü bulur, sizin burada görebileceğiniz
gibi. Çözümün anahtarı işlevsel sabitlik denen şeyin üstesinden gelmektir.
Kutuya baktığınızda sadece raptiyeleri tutacak bir araç görürsünüz. Ancak
kutunun başka bir işlevi de olabilir, mumu tutacak bir platform. Mum
problemi.
Şimdi size mum
problemini kullanan bir problemden bahsetmek istiyorum. Sam Glucksberg isimli
bir bilimadamı tarafından yapıldı ve kendisi şu anda ABD'deki Princeton
Üniversitesinde çalışmaktadır. Bu deney, teşviklerin gücünü gösteriyor. Ne
yaptığına bakalım. Denekleri aldı. Ve onlara dedi ki, "Sürenizi
ölçeceğim. Bu problemi ne kadar hızlı çözebilirsiniz?" Bir denek
grubuna dedi ki, Normları belirlemek için sürenizi ölçeceğim ve ortalama olarak
birinin böyle bir problemi ne kadar sürede çözdüğünü hesaplayacağım.
İkinci gruba ise
ödüller sundu. Dedi ki, "Eğer süre olarak ilk %25 içinde olursanız beş
dolar alırsınız. Eğer bugün buradaki herkesten daha hızlı olursanız 20 dolar
alırsınız." Bu deney yıllar önce idi, enflasyonu hesaba kattık. Birkaç
dakikalık bir iş için epey iyi para. Harika bir motive edici.
Soru: Bu grup
problemi ne kadar daha hızlı çözdü? Cevap: Yaklaşık olarak, ortalama, üç buçuk
dakika daha yavaş. Üç buçuk dakika daha yavaş. İyi ama bu pek anlamlı gelmiyor,
değil mi? Yani, ben bir Amerikalıyım. Serbest piyasaya inanırım. Böyle olmaması
gerekiyordu. Değil mi? Eğer
insanların daha iyi çalışmasını isterseniz, onları ödüllendirirsiniz. Değil
mi? Primler, komisyonlar, kendi reality şovları. Teşvik edersiniz. İşler böyle
yürür. Ama burada olan şey bu değil. Bir teşviğiniz var düşünmeyi
keskinleştirmek ve yaratıcılığı hızlandırmak için. Ve yapması gereken şeyin tam
tersini yapıyor. Düşünceyi köreltiyor ve yaratıcılığı engelliyor.
Ve bu deneyin
ilginç yanı bunun anormal bir durum olmaması. Bu deney defalarca tekrarlandı
yaklaşık 40 sene boyunca. Bu keyfi motive ediciler, eğer bunu yapar isen şunu
alırsın tarzı şeyler, bazı durumlarda işe yarıyor. Ama pek çok görevde işe
yaramıyor veya zararlı oluyor. Bu sonuç sosyal bilimlerdeki en sağlam
bulgulardan biri. Aynı zamanda en çok göz ardı edileni.
Son birkaç yılımı
insan motivasyonu bilimini incelemeye ayırdım. Özellikle de dışsal ve içsel
motive edicileri incelemeye. Ve size şunu diyorum, birbirleri ile alakaları
yok. Eğer bilime bakarsanız, bilim dünyasının bildiği ile iş dünyasının yaptığı
arasında uyumsuzluk var. Ve burada vahim olan şu ki iş işletim sistemimiz -- iş
yaparken kullandığımız varsayımları ve protokolleri düşünün, insanları nasıl
motive ettiğimizi, insan kaynaklarını nasıl uyguladığımızı -- tamamen dışsal
motive ediciler üzerine kurulu, havuçlar ve sopalar üstüne. 20. yüzyıl görevleri
için iyi olabilir. Ama 21. yüzyıl görevleri için, bu mekanik, ödül-ve-ceza
yaklaşımı işe yaramıyor, genellikle işe yaramıyor ve genellikle zarar veriyor.
Ne demek istediğimi göstereyim.
Glucksberg az önce
anlattığıma benzer başka bir deney yaptı ve bu deneyde problemi biraz farklı
şekilde sundu, burada görüldüğü gibi. Tamam mı? Mumu duvara masaya damlatmayacak
şekilde yerleştir. Aynı şey. Siz: ortalamayı ölçüyoruz. Siz: ödül veriyoruz. Bu
sefer ne oldu? Bu sefer, ödüllendirilen grup diğer grubun canına okudu. Neden?
Çünkü raptiyeler kutunun dışında iken çözümü görmek çok kolay, değil mi?
Eğer-ise ödülleri
çok işe yarar bu tür görevler için, yani basit kurallar ve gidilecek açık seçik
bir hedef olduğunda. Ödüller, tam da doğaları gereği, dikkatimizi odaklamamızı
ve zihnimizi yoğunlaştırmamızı sağlar. Bu yüzden pek çok durumda işe yararlar.
Ve dolayısı ile, bu tür görevler için, tam orada olan hedefi gördüğünüz,
doğrudan ona yöneldiğiniz dar bir odak, gerçekten işe yarar. Fakat gerçek mum
probleminde böyle bakmak istemezsiniz. Çözüm tam orada değildir. Çözüm biraz
daha kenardadır. Etrafa bakıyor olmak istersiniz. Bu ödül odağımızı
daraltır ve olasılıklarımızı kısıtlar.
Bunun neden bu
kadar önemli olduğunu söyleyeyim. Batı Avrupa'da, Asya'nın pek çok yerinde,
Kuzey Amerika'da ve Avustralya'da, beyaz yakalı işçiler daha az bu tür iş ve
daha çok bu tür iş yapıyorlar. Bu rutin, kural tabanlı ve sol beyne yönelik iş,
yani bazı muhasebe türleri, bazı finansal analiz türleri, bazı bilgisayar
programlama türleri, dış kaynak kullanımı açısından çok kolaylaştı, kolayca
otomatikleştirilebiliyor. Yazılım o tür işleri daha hızlı yapabiliyor. Dünyanın
değişik yerlerindeki ucuz taşeronlar daha ucuza yapabiliyor. Bu yüzden artık
önemli olan yetenekler sağ beyine yönelik olan, yaratıcı, kavramsal türde
yetenekler.
Kendi işinizi
düşünün. Kendi işinizi düşünün. Karşılaştığınız problemler, veya burada
bahsettiğimiz problemler, bu tür problemler mi -- açık seçik kuralları ve tek
bir çözümleri mi var?
Hayır.
Kurallar gizemli. Ve çözüm, eğer bir
çözüm varsa gerçekten, şaşırtıcı ve hiç de aşikar değil. Bu odadaki herkes kendi
alanlarına özgü mum problemleri ile uğraşıyor. Ve her türlü mum problemi için,
her alandaki bu tür problemler için, bu türden eğer-ise ödülleri, pek çok
işimizi dayandırdığımız şeyler, işe yaramıyor.
Bu beni
çıldırtıyor. Ve bu şu demek değil. Bu bir duygu değil. Tamam mı? Ben bir avukatım.
Duygulara inanmam. Bu bir felsefe değil. Ben bir Amerikalıyım. Felsefeye
inanmam. Bu bir gerçek. Veya, yaşadığım
yer olan Washington D.C.'de dediğimiz gibi, hakiki bir gerçek. Ne demek istediğime dair bir örnek vereyim.
Delilleri göstereyim. Çünkü size bir hikâye anlatmıyorum. Bir vaka sunuyorum.
Baylar ve bayanlar,
sayın jüri, işte bazı deliller: Zamanımızın büyük ekonomistlerinden Dan
Ariely ve üç arkadaşı MIT öğrencileri ile bir çalışma gerçekleştirdi. MIT öğrencilerine
birkaç oyun verdiler. Yaratıcılık, motor beceriler ve odaklanma gerektiren
oyunlar. Ve onlara gösterecekleri performans için üç seviyede ödüller teklif
ettiler.
Küçük ödül, orta
ödül ve büyük ödül.
Tamam mı? Eğer
gerçekten iyi isen büyük ödülü alırsın ve daha kötü isen daha küçük ödül. Ne
oldu? Söz konusu görev sadece mekanik becerileri içerdiği sürece ödüller
beklenen etkiyi yarattı: Daha çok paraya daha iyi performans. Tamam mı?
Ama görevlerden biri biraz bile daha çok bilişsel yetenek gerektirdiğinde daha
çok ödül daha kötü performansa yol açtı.
Onlar da şöyle
dediler, "Pekala, bakalım burada kültüre yönelik bir fark var mı. Madurai'ye,
Hindistan'a gidelim ve aynı deneyi tekrarlayalım." Orada yaşam
standardı çok daha düşük. Kuzey Amerika standartlarına göre vasat bir ödül
Madurai'de çok daha anlamlıdır. Aynı düzenek. Bir avuç oyun ve üç farklı ödül.
Ne olur? Orta seviyede ödül teklif edilen kişiler kendilerine daha küçük ödül
teklif edilen kişilerden daha iyi yapamadı. Ancak bu sefer, en yüksek ödül
teklif edilen kişiler en kötü performansı sergiledi. Üç deneydeki dokuz görevin
sekizinde, daha yüksek teşvikler daha kötü performansa yol açtı.
Bu bir tür
dokunaklı sosyalist komplosu filan mı? Hayır. Bunlar MIT'den, Carnegie Mellon'dan
ve Chicago Üniversitesi'nden ekonomistler. Peki bu çalışmanın sponsoru kimdi
biliyor musunuz? Amerika Birleşik Devletleri Merkez Bankası. Bu Amerikan
deneyimi.
Gidip bir de London
School of Economics'e bakalım. LSE, London School of Economics. Ekonomi dalında
Nobel kazanmış 11 ekonomistin çıktığı okul. Büyük ekonomi düşünürlerini
yetiştiren yer: George Soros, Friedrich Hayek ve Mick Jagger gibi. Geçen ay, tam da geçen ay, LSE'deki
ekonomistler, şirketlerdeki performans üzerinden ödeme yapılan tesislerle
ilgili 51 araştırmaya baktılar. Oradaki ekonomistler şöyle dedi, "GÖRÜYORUZ
Kİ FİNANSAL TEŞVİKLER GENEL PERFORMANS ÜZERİNDE OLUMSUZ ETKİYE YOL AÇABİLİYOR."
Bilimin bildiği ile
iş dünyasının yaptığı arasında bir uyumsuzluk var. Ve beni üzen şey, bir
ekonomik çöküşün enkazı üzerinde dururken, pek çok kurum kararlarını verirken,
yetenekler ve insanlar hakkında politika belirlerken, modası geçmiş, test
edilmemiş ve bilimden çok geleneklere ait varsayımlara dayanarak hareket
ediyor. Ve eğer bu ekonomik karmaşadan kurtulmayı gerçekten istiyorsak, ve eğer
21. yüzyıldaki bu belirleyici işlerde gerçekten yüksek performans istiyorsak,
çözüm yanlış şeyleri daha fazla yapmak değildir. İnsanları daha tatlı
havuçlarla baştan çıkarmak veya daha keskin bir çubukla tehdit etmek değildir. Yepyeni
bir yaklaşıma ihtiyacımız var.
Ve tüm bunlarla
ilgili iyi haberler var, bunun üzerine çalışan bilimciler motivasyonla ilgili
yeni bir yaklaşım sunuyorlar. Bu yaklaşım içsel motivasyona dayanıyor daha çok.
Bir şeyleri önemli olduğu için yapmaya, sevdiğimiz için, ilginç olduğu için
yapmaya, önemli bir şeyin parçası olduğu için yapmaya. Ve bana göre, yeni iş
işletim sistemimiz üç öğe etrafında dönüyor: özerklik, ustalık ve amaç.
Özerklik, kendi hayatımızı yönetme isteği. Ustalık, gerçekten anlamlı olan bir
şeyde gittikçe daha iyi seviyeye gelmek. Amaç, bizden daha büyük olan bir şeyin
hizmetinde bir şeyler gerçekleştirme ihtiyacı. Bunlar işimiz için yepyeni bir
işletim sisteminin yapı taşları.
Bugün sadece
özerklikten bahsetmek istiyorum. 20. yüzyılda yönetim denen bir fikir getirdi.
Yönetim denen şey doğadan çıkmadı. Yönetim bir tür ağaç değil. O bir televizyon
seti. Tamam mı? Biri bunu icat etti. Ve bu sonsuza kadar çalışacağı anlamına
gelmiyor. Yönetim fikri çok iyi. Geleneksel yönetim kavramları harika eğer uyum
istiyorsanız. Ama eğer kendini adama istiyorsanız kendi kendini yönetme daha
iyi.
Kendini yönetme ile
ilgili bazı radikal kavramlara dair örnekler vereyim. Bunun anlamı -- bunu pek
görmüyoruz ama etrafta gerçekten ilginç şeyler olmaya başladı. Çünkü bunun anlamı
insanlara uygun şekilde, adilane ve mutlak şekilde ödeme yapmak. Para
meselesini masadan kaldırmak. Ve onlara epey özerklik vermek. Birkaç örnek
vereyim.
Atlassian isimli
şirketi kaçınız duydu? Yarınızdan azı gibi görünüyor. Atlassian Avustralya'daki bir yazılım
şirketi. Ve çok heyecan verici bir şey yapıyorlar. Yılda birkaç kez mühendislerine
diyorlar ki, "Git ve önümüzdeki 24 saat boyunca canın ne istiyorsa onun
üzerinde çalış, yeter ki işinle alakalı bir şey olmasın. Ne istiyorsan onun
üzerinde çalış." Ve böylece mühendisler harika bir kod yaması, çok şık
bir çözüm ile çıkıp geliyorlar. Sonra da yaptıkları şeyi takım arkadaşlarına ve
şirkete sunuyorlar, gün sonuna dek süren bu çılgın etkinlik boyunca. Ve sonra,
Avustralyalı oldukları için tabii ki herkesin birası var.
Buna FedEx Günleri
diyorlar. Neden mi? Çünkü bir gün içinde bir şey teslim etmek gerekiyor. Çok
güzel. Fena değil. Korkunç bir tescilli marka ihlali. Ama çok zekice. Bu bir
günlük özerklik çok güzel yazılım düzeltmeleri üretti hiç ortaya çıkmayabilecek
türden.
Ve Atlassian için
bu o kadar çok işe yaradı ki bir adım öteye geçtiler ve %20 boş zaman sunmaya
başladılar. Google'da meşhur şekilde yapıldığı gibi. Oradaki mühendisler zamanlarının
%20'sini istedikleri şey üzerinde harcayabilir. Kendi zamanları, kendi
görevleri, kendi takımları ve kendi teknikleri üzerinde özerkliğe sahiptirler.
Tamam mı? Radikal miktarda özerklik Ve Google'da, bildiğiniz gibi, her sene
çıkan ürünlerin nerede ise yarısı işte bu %20'lik boş zamanda doğmaktadır. Gmail,
Orkut, Google News gibi şeyler.
Daha da radikal bir
örnek vereyim. Sonuç Odaklı İş Ortamı denen bir şey. SOİO. İki Amerikalı
danışman tarafından geliştirildi ve Kuzey Amerika'daki bir düzeni şirkette
uygulanıyor. SOİO'DA İNSANLARIN BELLİ BİR VARDİYASI YOKTUR. NE ZAMAN
İSTERLERSE O ZAMAN GELİRLER. BELLİ BİR SAATTE OFİSTE OLMALARI GEREKMEZ, YA DA
HİÇ GELMEYEBİLİRLER. TEK YAPMALARI GEREKEN İŞİ HALLETMEKTİR. NASIL YAPTIKLARI,
NE ZAMAN YAPTIKLARI, NEREDE YAPTIKLARI ONLARA KALMIŞ BİR ŞEYDİR. BU ORTAMLARDA
TOPLANTILAR OPSİYONELDİR.
Peki ne olur? Hemen
her yerde üretkenlik artar, çalışanın kendini adaması artar, çalışan tatmini
artar ve iş değiştirenlerin sayısı azalır. Özerklik, ustalık ve amaç.
Bunlar yeni iş yapma şeklinin yapı taşları. Şimdi bazılarınız buna bakıp
diyebilir ki, "Bu kulağa hoş geliyor. Ama bir ütopya." Ve ben
de diyorum ki, "Hayır. İspatım var."
1990 larda
Microsoft, Encarta diye bir ansiklopedi projesine başladı. Tüm doğru teşvikleri
devreye sokmuşlardı. Tüm doğru teşvikleri. Profesyonellere binlerce makale
yazıp düzeltmeleri için para ödemişlerdi. İyi olanaklarla çalışan yöneticiler
işleri düzenliyordu proje zamanında ve belirlenen bütçe dâhilinde bitsin diye.
Birkaç sene sonra bir başka ansiklopedi projesi başladı. Başka bir model, değil
mi? Zevk için yap. Kimse tek kuruş para almayacak, ya da Euro veya Yen.
Sevdiğin için yap.
10 sene önce
dünyanın herhangi bir yerindeki ekonomiste gidip deseydiniz ki, "Hey,
bir ansiklopedi oluşturmak bu iki modelim var. Kıyasıya rekabet etseler, kim
kazanırdı?" 10 sene önce hiçbir yerde Dünya gezegeninin hiçbir yerinde
Wikipedia modelini tahmin edebilecek aklı başında bir ekonomist bulamazdınız.
Bu iki yaklaşım
arasındaki devasa mücadeledir. Bu motivasyon dünyasının Muhammed Ali - Joe
Frazier karşılaşmasıdır. Değil mi? Bu Thrilla' in Manila'dır. Tamam mı? İÇSEL
MOTİVE EDİCİLERE KARŞI DIŞSAL MOTİVE EDİCİLER. ÖZERKLİK, USTALIK VE AMAÇ, HAVUÇ
VE SOPAYA KARŞI. Peki kim kazanır? İçsel motivasyon, özerklik, ustalık
ve amaç rakibini nakavt etti. Özetleyeyim.
Bilim dünyasının
bildiği ile iş dünyasının yaptığı arasında bir uyumsuzluk var. Ve işte bilim
dünyasının bildiği.
Bir: Şu 20. yüzyıl
ödülleri, iş dünyasının doğal bir parçası olduğunu düşündüğümüz motive
ediciler, işe yarıyor ama şaşırtıcı derecede az alanda.
İki: Şu eğer-ise
ödülleri genellikle yaratıcılığı yok ediyor.
Üç: Yüksek
performansın sırrı ödüllerde veya cezalarda değil, görünmeyen içsel güdülerde.
Bazı şeyleri yapmış olmak için yapma güdüsünde. Bazı şeyleri önemli oldukları
için yapma güdüsünde.
Ve şimdi de en
güzel bölüm. En güzel bölüm geliyor. Bunu zaten biliyoruz. Bilim zaten içten
içe bildiğimiz şeyi doğruluyor. Yani, eğer iş dünyasının yaptığı ile bilim
dünyasının bildiği arasındaki bu uyumsuzluğu düzeltirsek, Eğer motivasyonumuzu,
motivasyonla ilgili kavramlarımızı 21. yüzyıla taşırsak, bu tembel, tehlikeli
havuç ve sopa ideolojisinden uzaklaşırsak, işlerimizi güçlendirebilir, pek çok
mum problemini çözebilir ve belki, belki, belki de dünyayı değiştirebiliriz.
Kaynak:
http://www.ted.com/talks/dan_pink_on_motivation.html
MİCHAEL SHERMER: KENDİNİ ALDATMANIN ALTINDAKİ
PATERNLER
Michael Shermer
--uzaylıar tarafından kaçırılmaktan, su arayan çubuklara kadar- tüm tuhaf
olaylara olan inanışların, beynin en temel ve basit hayatta kalma yetenekleri
nedeniyle ortaya çıktığını anlatıyor. Bu dürtülerden bahsediyor ve onların
bizim başımıza ne belalar getirdiğini gösteriyor.
KONUŞMA METNİ
En son buraya
geldiğim '06 senesinden beri küresel iklim değişiminin epey ciddi bir konu
olduğunu fark ettik. Bu nedenle, bu konuya Skeptic dergisinde oldukça geniş yer
ayırdık. Biz, her türlü bilimsel ve sözde -bilime ait tartışmalı konuları
inceliyoruz. Ama görünen o ki, buna çok da fazla kafa yormamıza gerek yok ne
de olsa 2012'de dünyanın sonu geliyor.
Size bir gelişme
daha: Anımsayacaksınız, sizlere Quadra Algılayıcı diye bir cihaz göstermiştim.
Bir nevi su bulma cihazı. Dışına sağa sola dönen bir anten tutturulmuş
içi boş bir kutudan ibaret. Siz yürüdükçe anten etraftaki nesnelere yöneliyor.
Mesela öğrenci dolaplarında esrar arıyorsanız mutlaka birine yönlenecektir.
Benim elimdeki bana
hediye gelen bu cihaz ise golf toplarını bulmaya yarıyor, özellikle de bir golf
kursundaysnız ve yeterince çalının dibine bakarsanız işe yarıyor. "Bu
kadar saçmasapan ama bir o kadar da zararsız bu cihazların ne zararı var?"
diye soranlara şu cihazı gösteriyorum: ADE 651, Irak hükümetine
satılmıştı, tanesi 40.000 dolara. Aynı buna benziyor, tamamen değersiz, işe
yaramaz bir alet. Güya "elektrostatik manyetik iyon çekim gücü" ile
çalışıyor, aslında kısaca "sözde-bilim destekli palavra"
olarak tercüme edebiliriz -ki daha uygun bir isim bence- Bir grup kulağa iyi
gelen kelimeyi birleştirmişler ama aslında hiç bir işe yaramayan bir cihaz. Ama
bu örnekte, güvenlik noktalarında bazı insanların bu kontrollerden geçmelerine
izin veriyor, çünkü bu ufak cihaz bu kişilerin zararsız olduğunu söylüyor,
böylece bir sürü hayata mal oluyor. Öyleyse, sözde-bilim ya da bu tip şeylere
inanmak pekâlâ tehlikeli de olabilir.
Bu nedenle, bugün
burada bahsetmek istediğim konu inanç. Ben inanmak istiyorum, sizler de öyle.
Aslında, sanırım beni inanç kavramının doğal bir durum olduğunu savunuyorum. Bu
standart varsayılan seçenek. İnanıyoruz, o kadar. Bir sürü inandığımız şey var.
İnanmak doğal bir şey. İnanmamak, şüphecilik, bilim ise doğal değil. Çok
daha zor. Bir şeylere inanmıyor olmak çok rahatsız edici. Aynı
"X-Files" dizisindeki Fox Mulder gibi. UFO'lara inanmayı kimler
istiyor? Evet, hepimiz istiyoruz. Bunun nedeni ise beyinlerimize gömülü bir
inanç makinası olması. Esasen, hepimiz patern arayan primatlarız. Noktaları
birleştiriyoruz: A noktasını B, B noktasını C'ye. Bazen A noktası gerçekten de
B noktasına bağlı oluyor. Bu duruma ilişkilendirme ile öğrenme (association
learning) deniyor.
Bazı paternler[1]
buluyor, bazı bağlantılar oluşturuyoruz. İster zil sesini yemekle özdeşleştiren
Pavlov'un köpeği olsun ve zilin sesini duyduğu zaman ağzı sulansın, ister söz
konusu olan davranışı ile buna karşılık aldığı ödülü özdeşleştiren ve bu
nedenle davranışını tekrarlayan Skinner'in faresi olsun. Skinner ilginç bir şey
keşfetti buna benzer bir kutuya bir güvercin koyarsanız ve güvercinin önüne
basması için iki düğme yerleştirip yandaki kutudan onu ödüllendirirseniz
güvercin düğmelere basış sırasını çözmeye çalışacaktır. Eğer ödülleri herhangi
bir model olmadan tamamen rastgele olarak verseniz bile, gene de bir tür model
bulacaklardır. Ödülü almadan hemen önce ne yapıyorlardı ise o hareket modelini
tekrar edeceklerdir. Buna bazen kendi etraflarında saat yönünde iki dönmek ve
hemen ardından düğmeyi iki kere gagalamak da dâhil. Ve bu davranışa batıl inanç
diyoruz. Ve korkarım bu davranış her zaman bizim bir parçamız olacak.
Ben bu sürece "model
bulma" diyorum, yani anlamlı ve anlamsız verilerin arasından anlamlı
bir model bulma eğilimi. Bunu yaptığımızda iki tür hata yaparız. Birinci grup
hata, ya da yalancı pozitif olanı gerçek olmayan bir modele inanmak. İkinci
grup hata ise yalancı negatif. Gerçek bir patern olmasına rağmen buna
inanmamak. Şimdi bir zihin jimnastiği yapalım. Diyelim ki, bundan 3 milyon yıl
önce Afrika ovalarında yürüyen bir ilkel insansınız. Adınız da Lucy olsun,
tamam mı? Otların arasında bir hışırtı duyuyorsunuz. Sesi tehlikeli bir yırtıcı
hayvan mı çıkarıyor, yoksa sadece rüzgar mı? Bir an sonra vereceğiniz karar
hayatınızda aldığınız en önemli karar olabilir. Eğer otlar sizin sandığınız
gibi yırtıcı hayvan nedeniyle değil de rüzgâr nedeniyle hışırdıyorsa, algılama
konusunda bir hata yaptınız, bu birinci grup hata, yalancı pozitif. Ama bir
zararı yok. Sadece orada uzaklaşmanıza neden oldu. Daha bir dikkatlisiniz, daha
tetiktesiniz. Öte yandan, eğer otların hışırdamasının nedeninin rüzgâr olduğunu
düşünürseniz, ama aslında orada yırtıcı bir hayvan varsa, öğle yemeği oldunuz.
Tebrikler, Darwin ödülüne hak kazandınız. Gen havuzundan ayıklandınız.
Şimdi, buradaki
sorun şu ki paternlendirme davranışı, birinci grup hata yapma maliyetinin,
ikinci grup hata yapma maliyetinden çok daha az olduğu durumlarda ortaya çıkar.
Bu arada, gördüğünüz bu konuşmadaki tek formül. Hepimizde bir patern algılama
sorunu var, birinci ve ikinci grup hataları değerlendirip aralarındaki farkı
bulmak epey problemli, özellikle de ölüm kalım meselesi olan kısa anlar söz
konusu ise. Bu nedenle varsayılan ayarımız "tüm paternlerin gerçek
olduğuna inanmak." "Çalıların arasında gelen tüm hışırtılar
yırtıcı hayvanlara aittir, rüzgar değil." Bu nedenle, sanırım buna
göre evrimleştik. Zihnimizdeki inanç mekanizmasının eğilimleri doğal
seleksiyona neden oldu. Model(Pattern) arayan beyinlerimiz, her zaman anlamlı
modeller bulmak ve bu modeli bizi avlamak isteyen, canımıza kasteden dış
etmenlerle bağdaştırmak konusunda çalışıyor. Buna tekrar geleceğim.
Örneğin, burada ne
görüyorsunuz? Bir at kafası, doğru. Bir ata benziyor, o zaman at olmalı. Bu bir
patern. Peki gerçekten bir at mı? Yoksa bir kurbağaya mı benziyor? Bakın,
bizdeki patern tanıma cihazı ki beynimizdeki cingulate cortex'in hemen önünde
yer alıyor-- işte bu ufak cihazımız-- kolaylıkla kandırılabilir, bütün sorun
burada. Örneğin, burada ne görüyorsunuz? Evet, elbette. Bu bir inek. Bir defa
beyni şartladıktan sonra -- ki buna algısal şartlama deniyor-- beyni bir defa
şartladıktan sonra arkasındaki alandan ayrı bir şekilde göz önüne çıkıyor.
Burada ne görüyorsunuz? Bazı insanlar bir dalmaçyalı köpek görüyorlar. Evet,
işte burada. Sınırları da bunlar. Sınırları kaldırsam bile beyninizde artık
model oluştuğundan bunu hala görebilirsiniz. Burada ne görüyorsunuz? Satürn
gezegeni. Evet, doğru. Peki ya burada? İlk fark eden oturduğu yerden söylesin.
Bu gerçekten de çok iyi bir seyirci grubu. Çünkü burada hiç bir şey yok.
Aslında özellikle hiç bir şey yok.
Bu Texas
Universitesi'nden Jennifer Whitson'un kurumsal ortamlarda yaşanan belirsizlik
ve kontrolü elinden kaçırma hislerinin insanların yanılsamalı paternler
görmesine neden olup olmadığını araştırmak için yaptığı bir deney. Öyle ki,
hemen herkes Satürn gezegenini görüyor. Ama insanlar kontrolün kendilerinde
olmadığı bir ortama konulduklarında aslında patern içermeyen bu resimde de bazı
paternler görmeye başlayabiliyorlar. Bir başka deyişle, bu tip paternler görme
eğilimi kontrol eksikliği olan durumlarda artıyor. Örneğin, beyzbol oyuncuları
sopa sallarken batıl inançlara inanılmaz derecede bel bağlarlar, ama yakalarken
aynı derecede batıl inançları yoktur. Çünkü yakalayıcılar %90-95 oranında
başarılıdırlar. Oysa en iyi vurucular bile 10 vuruşun yedisini kaçırırlar. Bu
nedenle batıl inançları, patern bulmaları kontrollerinin eksik olduğu bu gibi
durumlarla ilgili.
Peki, bu şekilde ne
görüyorsunuz? Burada bir cisim görebilen var mı? Aslında burada bir cisim var,
fark edilmez hale getirilmiş. Siz bunu düşünedurun, bu aslında İngiltere'de yaşayan
bir psikolog olan Susan Blackmore tarafından yapılmış bir deney. Deneklere bu bozulmuş
resmi göstermiş ve bu kişilerin ESP skorları ile, yani doğaüstü olaylara,
meleklere filan ne kadar inandıkları ile bir ilişki kurmaya çalışmış. ESP skoru
yüksek olan deneklerin bu bozulmuş resimde daha fazla patern gördüklerini, ve
hatta bu gördükleri paternlerin çoğunun da yanlış olduğunu saptamış. Deneklere
gösterilen resimler bunlar. Bir balık resmi, %20, %50 ve size gösterdiğim
resimdeki gibi %70 oranında bozulmuş, noktalarla gizlenmiş. Yüzde yetmiş.
İsveçli bir
psikolog olan Peter Brugger, benzer başka deney yapmış, sol görme alanı ile
görülen ve sağ beyin tarafından işlenen görüntülerde, sol beyne kıyasla daha
fazla sayıda anlamlı patern bulunduğunu saptamış. Yani eğer deneklere beynin
sol yarıküresi ile değil sağ yarımküresi ile görebilecekleri nesneler
gösterirseniz patern görme ihtimalleri çok daha fazla olacaktır. Beynimizin sağ
yarımküresi bu patern bulmanın çoğunun oluştuğu yer. Bunun nerede olduğunu
anlamak için beyni derinlemesine incelemeye çalışıyoruz.
Brugger ve
meslekdaşı Christine Mohr, deneklere L-DOPA verdiler. L-DOPA bir ilaç,
bildiğiniz gibi dopamin eksikliğine bağlı oluşan Parkinson Hastalığı'nın
tedavisinde kullanılıyor. L-DOPA, Dopamin miktarını artırıyor. Ve dopamini
artırılmış deneyler, Dopamini normal seviyede olan deneklere göre çok daha
fazla sayıda patern görüyorlar. Yani Dopamin, patern bulma ile bağlantılı bir
ilaç gibi görünüyor. Aslında, nöroleptik ilaçlar psikotik davranışların
engellenmesinde kullanılıyor, paranoya, sanrılar ve halüsinasyonlar bunların
tamamı patern bulma bozuklukları. Bunlar yanlış paternler. Hatalı pozitifler.
Birinci grup hatalar. Ve bu insanlara ilaç verdiğinizde dopamin antagonisti
verdiğinizde, paternler kayboluyor. Yani dopamin miktarını ne kadar
azaltırsanız onların patern görme ihtimallerini de o kadar azaltmış oluyorsunuz.
Diğer yandan, bir amfetamin olan kokain bir dopamin antagonisti (karşıtı).
Dopamin miktarını artırıyorlar. Bu nedenle, bu ilaçları aldığınızda daha öforik
ve yaratıcı oluyor, daha fazla sayıda patern buluyorsunuz.
Yakın zamanda Robin
Williams'ın bir konuşmasını dinledim. Kokain aldığı dönemlerde kendisinin
şimdi olduğundan çok daha komik olduğuna inandığını anlatıyordu. Belki de dopamin
artışı yaratıcılıktaki artışla bağlantılıdır. Sanırım dopamin, bizdeki
parazit-sinyal oranını değiştiriyor. Yani patern bulma konusunda ne kadar kesin
ve hatasız olduğumuzu. Eğer çok düşükse, o zaman da ikinci grup hata yapma
ihtimaliniz artıyor. Gerçekte olan paternleri fark edememeye başlıyorsunuz. Çok
da şüpheci olmak istemezsiniz. Eğer çok şüpheci olursanız bazı ilginiç ve iyi
fikirleri kaçırabilirsiniz. Tam dengede olması gerekir, yaratıcı olacak kadar,
ama palavralara kanmayacak kadar. Çok yüksek olursa belki her yerde paternler
görmeye başlayabilirsiniz. Size insanlar her baktığında sizi izlediklerini
zannedersiniz. İnsanların sizin hakkınızda konuştuğunu sanırsınız. Bunu
yeterince ileri götürecek olursanız da deli diye etiketlenmeniz an meselesidir.
Belki de iki Nobel ödüllü bilim adamı arasındaki fark budur, Richard Feynman
ve John Nash. Biri belki Nobel Ödülü kazanmasına yetecek kadar sayıda patern
görüyor. Diğer ise belki de çok fazla sayıda paterne sahip. Böyle olunca da bu
duruma şizofreni diyoruz.
Yani parazit-sinyal
oranı bize kendini patern algılama problemi olarak gösteriyor. Elbette hepiniz
bunun ne olduğunu biliyorsunuz, değil mi? Hangi paterni görüyorsunuz? Burada,
birbiriyle çelişen patern algılamalarına nedn olan beyninizin ön cingulate
korteksini tekrar test ediyorum Elbette biliyorsunuz, bunlar Via Uno mara
ayakkabılarç Sandaletler. İtiraf etmeliyim ki, epey çekici bir ayak. Biraz
Photoshoplanmış gibi sanki. Elbette, bunlar şift anlamlı figürler, bir an biri
bir an diğeri öne çıkıyor. Sonuçta, neyi daha fazla düşünüyorsanız o, sizin
benzer şekilleri görme meyillinizi artırıyor. Burada bir lamba gördüğünüzü
biliyorum, bakın ışıklar açık hatta. Çevrecilerin girişimleri sayesinde hepimiz
denizde yaşayan memelilerin sorunlarına çok hassasız. Bu nedenle buradaki
karmaşık şekilde aslında bir sürü yunus görüyorsunuz, değil mi? İşte burada bir
yunus var. Bir başkası da burada. Bakın, bir yunus daha. Bu gördüğünüz ise bir
yunusun kuyruğu arkadaşlar.
Eğer size tekrar
birbiriyle çelişen veriler gösterirsem, beyninizdeki ACC (ant. cingular cortex)
aşırı çalışacak ve zorlanacaktır. Burada, aşağıya bakarsanız herşey normal. Ama
yukarıya bakarsanız çelişen veri ile karşılaşacaksınız. Bu nedenle resmi
çevirmemiz gerekecek ki, bu görüntünün aslında bir düzmece olduğunu fark edin.
İmkansız sandık illüzyonu. beyni iki boyutta kandırmak daha kolaydır. Bu
nedenle "Hadi ama Shermer, Psikoloji ders kitabı okumuş olan herkes
buna benzer bir ülüzyon bulabilir." dediğinizi duyar gibiyim. İşte
karşınızda müthiş Jerry Andrus, ve yarattığı 3 boyutlu "imkansız
sandık" illüzyonu. Gördüğünüz gibi Jerry, imkansız sandığın içinde
ayakta duruyor. Ve bize bunu nasıl yaptığını gösteren bu resmi gönderecek kadar
da kibar bir beyefendi. Elbette, bütün olay kamera açısında. Fotoğrafı çeken
şurada duruyor. Böylece bu tahta buradakinin, diğeri de şunun üstünde gibi
duruyor. Ama bu resmi kaldırsam bile, beyinlerimizin bu tip paternleri bulma
konusundaki şartlanması nedeniyle illüzyon hala güçlü bir şekilde
görülebiliyor.
Bu daha yeni bir
tanesi. Açılardan birini öbürü ile karşılaştırıken oluşan birbiriyle çelişen
paternler nedeniyle bizi şaşırtıyor. Aslında yanyana duran bu iki resim
birbirinin aynısı. Yaptığınız şey ise bu açıyı, şu açı yerine buradaki ile
karşılaştırmak. Ve böylece beyninizi kandırıldı. Bir defa daha patern tanıma
cihazlarınız yanıldı.
Yüzleri tanımak
daha kolaydır, çünkü hepimizin beyninin temporal (yan) loblarında yüzleri
tanımak için evrimleşmiş özel bir program mevcut. Bakın kayanın yan tarafında
bazı yüzler var. Bunun gerçek olduğundan emin değilim aslında -- Photoshopla
yapılmış olabilir. Ama her neyse, sonuçta demek istediğimi anladınız. Bunlardan
hangisi size tuhaf geliyor?
Çok çabuk söyleyin,
hangisi acaip görünüyor?
Soldaki değil mi?
Tamam, bakın
çeviriyorum. Şimdi sağ tarafa geçti. Ve kesinlikle haklısınız. Bu oldukça
meşhur bir illüzyon -- ilk defa Margaret Thatcher'in resmine yapıldı. Bu aralar
sürekli resimdeki politikacıları değiştiriyorlar. Pek, bu neden oluyor?
Aslında nerede
olduğunu tam olarak biliyoruz, kulağınızın hemen üzerinde, beyninizin temporal
lobunda fusiform gyrus denen ufak bir yapı var. Bunu yapabilen iki grup hücre
mevcut, yüz hatlarını bir bütün olarak kaydeden hücreler, veya parça parça
kaydeden, hızlı çalışan diğer hücreler. Bu nedenle yüze ilk baktığınızda
Obama'yı hemen tanıyabiliyorsunuz. Ama hemen sonra bir gözlerle ve ağızla
ilgili bir tuhaflık dikkatinizi çekiyor. Özellikle de resim ters dururken.
Burada işin içine genel yüz tanıma programı giriyor.
Daha önce
başladığımız ufak zihin egzersizine dönelim, Afrika ovalarında yürüyen bir
ilkel insansınız. Duyduğunuz rüzgarın sesi mi, yoksa yırtıcı bir hayvan mı? Bu
ikisi arasındaki fark nedir? Rüzgar cansız bir varlık; yırtıcı hayvan ise irade
sahibi bir etken. Ben bu sürece ETKENLEŞTİRME diyorum. Bu, anlamı ve
amacı olan etkenlere ait paternleri birleştirerek bunlardan anlam çıkarma
dürtüsü, ki genelde görünmez varlıklara uygulanıyor. Burada konuşan bir başka
TED konuşmacısından öğrendiğimiz bir fikir bu, kasıtlı bir tutum alma ile
ilgili konuşmuştu.
Bence, bu farklı
pek çok şeyi açıklamak için kullanılagelmeye başlamış bir yöntem, ruhlar, hayaletler,
tanrılar, şeytanlar, kötü ruhlar, melekler, uzaylılar, akıllı yaratıcılar,
hükümet komplocuları, ve gözle görülmeyen ama güç ve amaç sahibi olan her
etkenin dünyayı ele geçirdiği ve yaşantımızı kontrol ettiğini sanıyoruz. Bence bu
şamanizmin kökeninde yatan olay, çoktanrılılık ve ve tektanrılılık'ın
kökenlerinde de var. Uzaylıların bizden her nasılsa her zaman daha ileri
uygarlığa sahip olduğu, bizden daha etik oldukları ve bizi kurtarmak için
buralara kadar geldikleri yolundaki hikâyelerin kökeninde de bu inanç var.
Akıllı yaratıcılar, hayatı tasarlayan bu aşırı zeki ve etik, herşeye kadir
varlıklar olarak tanımlanıyor. Hükümetin bizi kurtaracak olduğu fikri de öyle.
Bu artık geleceğe ait bir akım değil. Ama bence bu da bir nevi etkenleştirme,
bizden üstün birilerinin, birşeylerin bir gün gelip bizi kurtaracağı düşüncesi.
BENCE KOMPLO
TEORİLERİNİN KÖKENİNDE DE BU YATIYOR. ORALARDA GİZLİ BİRİSİ BAZI İPLERİ
ÇEKİYOR, İSTER İLLUMİNATİ DEYİN İSTER BİLDERBERGERS. ASLINDA BUNLARIN HER BİRİ
BİRERE PATERN ALGILAMA SORUNU, DEĞİL Mİ? Bazı paternler gerçek, bazıları ise
değil. JFK'nin vurulması bir komplo muydu, yoksa delinin biri kendi başına mı
onu vurdu? Eğer vurulduğu yere gidecek olursanız --orada günün her saati bir
sürü adam var-- ben gittim, bakın burada bana farklı tetikçilerin durdukları
yerleri gösteriyorlar. benim favori noktam ise lağım kapağının altı idi. Güya
bir anda kapağı aşıp dışarı fırlamış ve ateş etmiş. Ama elbette, Lincoln'un
vurulması bir komplo teorisi idi. Demek ki tüm paternleri bu şekilde göz ardı
edemeyiz. Çünkü, kabul etmek lazım ki bazı paternler gerçek olabilir.
Bazı komplo teorileri gerçekten de doğru olabilir. Bu pek çok şeyi açıklıyor,
değil mi?
9/11 de bir komplo
teorisi. Bir komplo. Tamamen bu konuya ayırdığımız bir sayımız var. El-Kaide'nin
19 üyesinin, uçakları kaçırarak binalara çarpmayı planlaması komplonun ta
kendisi. Ama "9/11 inkarcıları" böyle düşünmüyor. Onlar, bunun
Bush yönetiminin hazırladığı bir komplo olduğunu sanıyorlar. Bu, bambaşka bir
konuşmanın konusu. Peki, 9/11 felaketinin Bush yönetiminin işi olmadığı nereden
belli biliyor musunuz? Çünkü çuvallamadı.
Bizler, doğuştan
gelen düalistleriz. Etkenlendirme sürecimiz buna benzer filmleri izlemekten
keyif almamızdan kaynaklanıyor. Çünkü, aslında bizler devamlılığı hayal
edebiliyoruz. Bugün şunu biliyoruz ki, eğer temporal lobu uyarırsanız vücut
dışına seyahat, ya da ölümden dönme benzeri deneyimler yaratabilirsiniz. tek
yapmanız gereken şuradaki temporal loba bir elektrod ile dokunmak. Ya da aynı
şeyi bir santrifüj cihazında hızla dönerek de sağlayabilirsiniz. Hipoksi ya da
düşük oksijen seviyesi. Böylece beyniniz bir nevi vücut dışına seyahat deneyimi
yaşayabilir. Ya da gidip Michael Persinger'in icadı olan "Tanrı
Kaskı"nı takıp, temporal loblarınızı elektromanyetik dalgalarla
bombardıman ettirebilirsiniz --ben yaptım--. Böylece bir nevi vücut dışına
seyahat deneyimi yaşayabilirsiniz.
Burada bitirmeden
önce size kısa bir video klip göstermek istiyorum tüm anlattıklarımı toparlıyor
aslında. Sadece birbuçuk dakika. Beklentinin gücü ile inançtan kaynaklanan gücü
birleştiriyor. Bakın bakalım.
Sunucu: Burası,
sözde bir dudak kremi reklamı çekimi için seçilen bir alan.
Kadın: Buradaki
çekimlerden bir kısmını bütün ülkede yayınlanacak reklamlarımızda kullanmayı
planlıyoruz. Bu test, orada gördüğün dudak kremleri için. Bunlar da bize
yardımcı olacak modeller, Roger ve Matt. Biri bizim ürettiğimiz dudak kremini
diğeri de en çok satan markayı sürdü. Kremleri denemek için modellerimizi
öpmende bir sorun var mı?
Genç kız: Yoo.
Kadın: Yok mu? (
Genç kız: Yok.) Kadın: Sence sorun değil yani.
Genç kız: Yo, sorun
değil. ( Kadın: Tamam.)
Bu testi gözü
kapalı yapacağız. Senden ricam, bu göz bağını sıkıca takman. Kay, birşey
görebiliyor musun?
( Genç kız: Hayır)
Biraz daha aşağıya çek ki alt tarafı da kapatsın.
Kadın: Tamam,
kapalı şimdi değil mi?
Genç kız: Evet.
(Kadın: Tamam.)
Şimdi, bu testte
görmek istediklerimiz şunlar, krem dudakları ne kadar koruyor, dokusu nasıl,
değil mi, bir de eğer kremin tadını alıyorsan, tadı nasıl, neye benziyor.
Tamam?
Genç kız: Tamam.
(Kadın: Daha önce hiç öpüşme testi yapmış mıydın?)
Genç kız: Yoo.
Kadın: Öne doğru
bir adım at. Tamam şimdi dudaklarını ileri doğru uzat ve biraz öne doğru eğil,
tamam mı?
(Erkek mankenlerin
yerine maymunlar getirilip öptürülüyor, kız onları gözü kapalı iken
anlayamıyor.)
Tamam. Eee,
Jennifer, ne hissettin?
Jennifer: Gayet
iyi.
Genç kız: Aman
Tanrım!
Michael Shermer:
Çok teşekkür ederim. Teşekkür ederim.
Sağolun.
Kaynak:
Not: Videosunu
muhakkak seyredin.
JİLL BOLTE TAYLOR'A İNEN MÜTHİŞ İÇGÖRÜ DARBESİ
Jill Bolte
Taylor'un eline pek az beyin araştırmacısına nasip olacak bir araştırma fırsatı
geçti: Büyük bir inme geçirdi ve beyninin hareket, konuşma, farkındalık gibi
beyin işlevlerinin birer birer iptal oluşunu izledi. Şaşırtıcı bir öykü.
Beyin araştırmacısı
olmak üzere yetiştim çünkü erkek kardeşime bir beyin rahatsızlığı teşhisi
konmuştu:
Şizofreni.
Ve kardeşi olarak
ve sonra da bir bilim insanı olarak anlamak istiyordum: Neden ben hayallerimi
kendi gerçekliğimle ilişkilendirip onları gerçekleştirebilirken, kardeşimin
beyninde ve şizofrenisinde ne vardı ki, o kendi hayallerini, ortak ve
paylaşılan bir gerçeklikle ilişkilendiremiyor ve hayalleri deliliğe
dönüşüyordu?
Böylece kariyerimi
ağır akıl hastalıkları üzerinde araştırmalara adadım. Ve doğum yerim olan
İndiana'dan Boston'a taşınıp, Harvard'ın psikiyatri bölümünde, Dr. Francine
Benes'in laboratuvarında çalışmaya başladım. Laboratuvarda şu soruyu
soruyorduk:
"Normal
oldukları saptanan bireylerin beyinleriyle, şizofreni, şizoafektif hastalık ve
bipolar bozukluk teşhisi konmuş bireylerin beyinleri arasındaki biyolojik
farklılıklar nelerdir?"
Yani yaptığımız
temel olarak beynin mikro devrelerinin haritasını çıkartmaktı: Hangi hücreler
hangi kimyasalları hangi ölçülerde kullanarak hangi hücrelerle konuşurlar?
Yaşantım son derece anlamlıydı, çünkü gün boyu bu türden araştırmalarla
uğraşıyor, ama akşamları ve hafta sonları ise NAMI, Akıl Hastalıkları için
Ulusal Güç Birliği destekçisi olarak geziyordum. Ne var ki 10 Aralık 1996
sabahı uyandığımda benim de kendime ait bir beyin hastalığım olduğunu
keşfettim. Beynimin sol yarısındaki bir kan damarı patlamıştı. Ve takip eden
dört saat içinde beynimin bilgi işleme yeteneğinin bütünüyle tükenmesini
izledim. Kanama sabahı yürüyemiyor, konuşamıyor, okuyamıyor, yazamıyor,
hayatıma dair hiçbir şey hatırlayamıyordum. Bir kadın bedeninde tam bir bebek
olmuştum.
Eğer bir insan
beyni gördüyseniz, iki yarıkürenin birbirinden bütünüyle ayrı olduğu aşikârdır.
Ve sizin için gerçek bir insan beyni getirdim. Evet, bu gerçek bir insan beyni.
Burası beynin ön
kısmı, burası da aşağı sarkan omurilikle beraber beynin arka tarafı. Ve beynin
kafamın içerindeki yerleşimi de bu şekilde. Ve beyine baktığınız zaman, her iki
beyin korteksinin birbirlerinden tamamen ayrı olduğu açıkça görülür.
Bilgisayarlardan anlayanlarınız için:
sağ yarıküremiz
tıpkı bir paralel işlemci gibi çalışırken sol yarıkürenin çalışması ise bir
seri işlemciye benzer. Ve iki yarıkürenin birbirleriyle haberleşmesi "corpus
collosum" dediğimiz 300 milyon kadar akson lifinden oluşan bir ara
bağlantı üzerinden olur. Ama onun dışında iki yarıküre birbirinden bütünüyle
ayrıdır. Bilgiyi farklı işledikleri için iki yarıküre farklı biçimlerde düşünür
farklı şeyleri önemserler ve hatta diyebilirim ki çok farklı kişilik yapılarına
sahiplerdir.
Sağ yarıküremiz
bütünüyle şimdiki an ile ilgilidir, tamamen "tam burada ve tam
şimdi" olanlarla ilgili. Sağ yarıküremiz resimlerle düşünür ve
bedenimizin hareketlerinden kinestetik olarak öğrenir. Enerji formundaki bilgi,
duyu sistemlerimizden içeriye sürekli olarak akar ve sonra, şimdiki anın nasıl
göründüğünü nasıl koktuğunu, tadının nasıl olduğunu nasıl hisler uyandırdığını
ve nasıl ses verdiğini anlatan bu devasa kolajı ortaya çıkarır. Ben etrafımdaki
enerjilerle bağlantılı bir enerji-varlığım. Bu bağlantıyı sağ yarıküremin
bilinci aracılığıyla kuruyorum. Bizler, birbiriyle bağlantılı
enerji-varlıklarız. Bir insanlık ailesi olarak bizi birbirimize bağlayan,
sağ yarıküre bilincimizdir. Ve tam burada, şu anda, bu gezegende hepimiz
kardeşiz. Bizler bu dünyayı daha iyi bir yer yapmak için buradayız. Ve şu anda,
bizler mükemmeliz, bizler bütünüz ve bizler güzeliz.
Beynimin sol
yarıküresi, sol yarıkürelerimiz ise çok farklı bir yer. Sol yarıküremiz, doğrusal
ve yöntemsel şekilde düşünür. Sol yarıküremiz tamamen geçmişle ve gelecekle
ilgilidir. Sol yarıküremiz şimdiki ana ait o dev kolajı alıp içindeki ayrıntıları
yakalamak, ve o ayrıntıları daha da ayrıntılandırmak üzere tasarlanmıştır.
Sonra bütün bu bilgiyi sınıflar ve düzenler, geçmişte öğrendiğimiz her şeyle
ilişkilendirip, tüm olasılıklarımızı geleceğe yansıtır. ve sol yarıküremiz
konuşarak düşünür. Beynimin içinde hiç susmayan, beni ve iç dünyamı dış dünyama
bağlayan, işte bu sürekli gevezeliktir. O bana şunları söyleyen minik sestir: "Hey,
eve giderken muz almayı sakın unutma. Sabaha lazım olacak."
O, ne zaman çamaşır
yıkamam gerektiğini bana hatırlatan hesaplayıcı akıldır. Ama belki de en
önemlisi, o bana asıl şunu söyleyen minik sestir: "Ben. Ben." Ve sol
yarıkürem bana "Ben" der demez, Ben ayrı bir varlık olurum. Tek, ayrı
bir cismani birey olurum; çevremdeki enerji akışından ayrı ve sizlerden ayrı
bir birey. İşte, inme geçirdiğim sabah kaybettiğim, beynimin bu bölümüydü.
İnme sabahı, sol
gözümün arkasında zonklayan bir sancıyla uyandım. Bu delici bir sancıydı. Hani
dondurmayı ısırdığınızda saplanan o sancı gibi. Ve bu sancı beni sımsıkı kavradı
ve sonra bıraktı. Sonra tekrar sımsıkı kavradı -- ve sonra yine bıraktı. Bir
yerimin ağrıması benim için çok sıradışı bir durumdu, o yüzden Olsun, ben
normal işlerime başlayayım diye düşündüm.
Böylece kalktım ve
kardiyo makinama, tüm bedeni çalıştıran egzersiz aletime oturdum. Ve ben onun
üzerinde yürürken baktım ki barı tutan ellerim gözüme ilkel pençeler gibi görünüyorlar.
"Çok acayip," dedim kendi kendime. Sonra aşağıya, bedenime
baktım ve "Haydaa, amma garip görünüşlü bir şeyim ben böyle,"
diye düşündüm. Sanki bilincim, egzersiz aletinin ve üstündeki benim
bulunduğumuz normal gerçeklikten ayrılmış, kendimi egzersiz yaparken izlediğim
bir başka gizemli âleme geçmiş gibi hissediyordum.
Bütün bunlar çok
garipti ve başımın ağrısı da giderek kötüleşiyordu. O yüzden makinadan kalktım,
ve oturma odamda yürürken bedenimin içindeki her şeyin, çok ama çok yavaşladığını
fark ettim. Ve her adımım kaskatı, iyice ağır, ve tutuktu. Yürüyüşümde hiç bir
akıcılık yoktu, ve algı alanımdaki o daralıp sıkışma yüzünden, sadece iç
sistemlerime odaklanmış durumdaydım. Ve banyomda duşa girmek üzere dikilirken
bedenimin içinde süren diyaloğu net bir şekilde duyabiliyordum. Küçük bir ses
şöyle diyordu: "Tamam. Siz kaslar, sizin kasılmanız lazım. Ve siz
kaslar, siz gevşeyin."
Ve birden dengemi
yitirdim ve duvara dayanmam gerekti. Ve koluma bakınca anladım ki bedenimin
sınırlarını artık tanımlayamıyordum. Nerede başlayıp nerede bittiğimi bilemiyordum,
çünkü kolumun molekül ve atomları duvarın molekül ve atomlarıyla iç içe
geçmişti. Ve ayırdında olabildiğim tek şey o enerjiydi -- enerji.
Ve kendime sordum, "Neyim
var benim? Neler oluyor böyle?" Ve o anda, beynimdeki konuşma -- o sol
yarıküremin gevezeliği -- birden bütünüyle susuverdi. Sanki biri uzaktan
kumandayı eline almış ve 'sessiz' tuşuna basmış gibiydi. Mutlak sessizlik. İlk
önce, böylesine sessiz bir zihinle başbaşa kalmaktan dehşete düştüm. Ama hemen
sonra çevremi kuşatan enerjinin muhteşemliğiyle büyülendim. Bedenimin sınırlarını
artık tanımlayamadığımdan, kendimi genişleyip, devleşmiş gibi hissediyordum.
Bütün o enerjiyle bir ve bütün olduğumu hissediyordum ve bu harikaydı.
Sonra birden sol
yarıkürem devreye girdi: "Hey, bir sorunumuz var! Bir sorunumuz Var!
Yardım çağırmalıyız!" diyordu bana. Ve ben tekrarlıyordum: "Ah,
bir sorunum var. Bir sorunum var. Tamam, tamam. Bir sorunum var."
Ama hemen ardından
yeniden o farklı bilinç durumuna geri kayıyordum, ki şimdi ben orayı sevgiyle "düşler
ülkesi" diye isimlendiriyorum. Ama orası çok güzel bir yerdi. Bir düşünsenize,
sizi dış dünyaya bağlayan, beyninizdeki o biteviye dırdırdan bütünüyle kopmak
nasıl bir şey olurdu?
Ve ben işte o
alemdeydim, ve işim -- işimle ilgili tüm gerginliklerim -- hepsi gitmişti. Ve
bedenimin içinde kendimi hafiflemiş hissediyordum. Ve düşünün: dış dünyadaki
tüm ilişkilerinizi, ve onlarla ilişkili bütün stresi. Düşünün ki hepsi gitmiş.
Ve işte derin bir huzur duyuyordum. Ve düşünün, 37 yılın duygusal yükünden
kurtulmak nasıl bir şeydir! (Kahkahalar) Mutluluktan uçuyordum! Mutluluktan
uçuyordum. Çok güzeldi.
Ve sonra, yine sol
yarıkürem devreye giriyor ve "Hey! Dikkatini ver" diyordu
bana, "Yardım çağırmalıyız." Ve ben düşünüyordum: "Yardım
çağırmalıyım. Kendimi toplamalıyım." Sonra duştan çıkıp mekanik bir
şekilde giyindim. Dairemin içinde aşağı yukarı yürüyor ve düşünüyordum:
"İşe gitmeliyim. İşe gitmeliyim. Araba sürebilir miyim? Araba sürebilir
miyim?"
Ve tam o anda sağ
kolum yan tarafımda tamamen felç oldu. O zaman fark ettim: "Aman
yarabbi! İnme geçiriyorum! İnme geçiriyorum!"
Ve hemen ardından
beynim şöyle diyordu: "Vaaay! Bu harika bir şey!"
"Bu harika bir
şey! Kaç tane beyin araştırmacısının kendi beyinlerini böyle içten dışa inceleme
fırsatı olmuştur ki?"
Ve sonra birden
aklıma geliyordu: "Ama ben çok meşgul bir kadınım!"
"İnmeye
zamanım yok benim!"
Sonra kendi kedime "Tamam!"
diyordum, "İnme inişini durduramam, o halde bir iki hafta bununla
uğraşırım ve sonra eski düzenime geri dönerim. Tamam. Öyleyse yardım çağırmalıyım.
İşi aramalıyım." İş telefonum bir türlü aklıma gelmiyordu, o zaman
hatırladım ki çalışma odamda, üzerinde numaramın bulunduğu bir kartvizitim
olacaktı. Çalışma odama gittim, yedi-sekiz santim kalınlığında bir kartvizit
destesini önüme çektim. En üstteki karta bakıyor ve zihnimde kartvizitimin neye
benzediğini açık seçik canlandırabilsem de, baktığım kartın o olup olmadığını
bilemiyordum, çünkü tek görebildiğim piksellerdi. Ve harflerin pikselleri
arkadaki fonu oluşturan piksellerle ve diğer sembollerin pikselleriyle
karışıyor, ve ben kartvizitimi bir türlü tanıyamıyordum. O zaman durup "berraklık
dalgası" diye tanımlayabileceğim o anı bekliyordum. Ve o an
geldiğinde, normal gerçeklikle yeniden bağlantı kurabiliyor ve bir karar verebiliyordum:
bu kart değil ... bu kart değil ... bu kart değil. O kart destesinin üçte
birini bu şekilde gözden geçirmem kırk beş dakikamı aldı. Bu kırk beş dakika
boyunca, beynimin sol yarıküresindeki kanama gitgide büyümeye devam etmekteydi.
Sayılardan anlamıyordum; telefondan anlamıyordum, ama tek planım da buydu. O
yüzden telefonu karşıma koydum, kartvizitimi de onun yanına. Ve kartın
üzerindeki kargacık burgacık şekilleri telefon tuşlarının üzerindeki kargacık
burgacık şekillerle eşleştirmeye başladım. Ama arada yeniden o düşler alemine
sürükleniyor ve geri geldiğimde o rakamları çevirdim mi çevirmedim mi
hatırlayamıyordum. O yüzden tutulmuş kolumu bir kütük parçası gibi kullanıp,
çevirdiğim rakamların üstünü kapatarak ilerlemek zorundaydım ki, tekrar normal
gerçekliğe geri geldiğimde, "evet, ben bu rakamı zaten çevirmiştim"
diyebileyim.
Sonunda bütün
numarayı çevirdim ve telefondan gelen sesi dinlemeye başladım; iş arkadaşım
telefonu açtı ve bana şöyle dedi: "Voo voo voo voo" Şöyle düşündüm
kendi kendime: "Allah Allah, aynen bir Golden Retriever köpek gibi çıkıyor
sesi!"
Ben de ona -
zihnimde gayet açık bir biçimde, "Ben Jill!" dedim, "Yardıma
ihtiyacım var!" Ama ağzımdan çıkan ses şöyleydi: "Voo voo voo voo
vooo." "Allah Allah" dedim, "Aynen bir Golden Retriever
gibi çıkıyor sesim." Yani, konuşamadığımı ve konuşulanı anlayamadığımı bu
denemeyi yapana dek farketmemiştim. Böylece arkadaşım yardıma ihtiyacım
olduğunu anladı ve bana yardım sağladı.
Kısa bir süre
sonra, bir ambulansın içinde Boston'daki bir hastaneden Massachusetts Genel
Hastanesine doğru gidiyordum. Ve ana rahmindeki minicik bir cenin gibi tortop
oldum. Ve tıpkı içindeki kalan son havayı da salan, bir balon gibi, enerjimin
boşaldığını -- ve ruhumun teslim olduğunu hissettim.
Ve o anda, anladım
ki artık hayatımın koreografı ben değildim. Ya doktorlar bedenimi kurtaracak ve
bana ikinci bir yaşam şansı vereceklerdi, ya da belki de bu benim için diğer
tarafa geçiş anıydı.
O öğleden sonra geç
vakit kendime geldiğimde, hâlâ hayatta olduğumu keşfetmek beni şoke etti. Oysa,
ruhumun teslim olduğunu hissettiğimde, hayatıma veda etmiştim ben. Şimdi
zihnim, birbirinden çok farklı iki gerçeklik durumu arasında asılı kalmıştı.
Duyu sistemim aracılığıyla gelen uyarıları, saf acı olarak hissediyordum. Işık
beynimi vahşi alevler gibi yakıyordu ve sesler öylesine karmaşık ve o kadar
yüksektiler ki, arkadaki gürültünün içinden tek bir sesi bile ayırt edemiyordum
ve sadece kaçmak istiyordum. Bedenimin mekânda kapladığı yeri
tanımlayamadığımdan, kendimi devleşmiş, genişleyip yayılmış hissediyordum.
Tıpkı şişesinden çıkmış bir cin gibi. Ve ruhum, sessiz bir mutluluk denizinde
kayarak giden büyük bir balina gibi, özgürce süzülüyordu. Nirvana. Nirvana'yı
bulmuştum. Ve şöyle düşündüğümü hatırlıyorum; Bu devleşmiş halimi şu minicik
bedenimin içine tekrar sığdırmam asla mümkün olmayacak!
Sonra fark ettim: "Ama,
hâlâ hayattayım! Hâlâ yaşıyorum, ve Nirvana'yı buldum. Ve eğer ben Nirvana'yı
bulduysam ve hâlâ hayattaysam, o zaman yaşayan herkes de Nirvana'yı bulabilir."
Ve bir dünya canlandırdım gözümde Buraya istedikleri her zaman
gelebileceklerini bilen, barışçıl, şefkatli, sevgi dolu güzel insanların olduğu
bir dünya. Ve onlar sol yarıkürelerinden sağ tarafa geçmeyi bilerek seçiyor ve
bu huzuru buluyorlar. Ve sonra bu yaşadıklarımın aslında ne kadar muhteşem bir
armağan olabileceğini, hayatlarımızı nasıl yaşadığımıza dair nasıl çarpıcı bir
içgörü olabileceğini fark ettim. Ve bu iyileşmem için beni motive etti.
Kanamadan iki buçuk
hafta sonra, cerrahlar müdahale edip beynimdeki konuşma merkezlerine baskı
yapan golf topu büyüklüğünde bir pıhtı çıkardılar. Bu resimde, hayatımın gerçek
meleği olan annem ile birlikteyim. Tam olarak iyileşmek sekiz yılımı aldı.
Peki biz kimiz?
Biz evrenin
kudreti, yaşam gücüyüz. El becerilerimiz ve iki bilişsel zekâmız var. Ve anbean,
bu dünyada kim olmak, nasıl bir insan olmak istediğimizi seçebilme gücümüz var.
Tam burada, hemen şimdi, sağ yarıküremin bilincine geçebilirim; bizim olduğumuz
yere. Ben evrenin yaşam gücü, kudretiyim. Ben, diğer herşey ile bir ve tek olan
ve cismimi oluşturan 50 trilyon güzel moleküler dehanın yaşam gücü ve
kudretiyim. Ya da; sol yarıküremin bilincine geçmeyi seçebilirim: Tek başına
bir birey olduğum, bir cisim olduğum duruma. Akıştan ayrı, sizlerden ayrı. Ben
Dr. Jill Bolte Taylor: entellektüel, nöroanatomist. Bunlar benim içimdeki
"biz"ler. Siz hangisini seçerdiniz? Hangisini seçiyorsunuz? Ve ne
zaman? İnanıyorum ki, sağ yarıküremizin o içsel huzur devrelerini çalıştırmayı
ne kadar çok seçersek, dış dünyaya da o kadar çok huzur ve barış yansıtacağız
ve gezegenimiz çok daha huzurlu bir yer olacak.
Ve düşündüm ki,
işte bu yaymaya değer bir fikirdi.
http://www.ted.com/talks/lang/tur/jill_bolte_taylor_s_powerful_stroke_of_insight.html
DAN ARİELY: DEFOLU AHLAKİ KILAVUZUMUZ
Davranışsal ekonomist Dan Ariely ahlaki kılavuzumuzdaki hataları
inceliyor: (Bazen) hile yapmanın ya da hırsızlığın caiz olduğunu düşünmemizin
gizli nedenleri. Akıllıca hazırlanmış deneyler öngörülebilir mantıksızlığımızı
ortaya seriyor, beklenmedik şekillerde tesir altına alınabileceğimizi gösteriyor.
KONUŞMA METNİ
Bugün sizlere biraz öngörülebilir mantıksızlıktan bahsetmek istiyorum. Benim öngörülebilir mantıksızlığa ilgim uzun yıllar önce hastanede
başladı. Kötü bir şekilde yanmıştım. Ve hastanede uzun süre geçirince çeşit
çeşit mantıksızlık görüyorsunuz. Yanık bölümünde canımı en çok sıkan şey
hemşirelerin sargı bezlerimi çıkarma süreciydi. Eminim hepiniz en az bir kere
yara bandı sökmüşsünüzdür ve bunu nasıl yapmanın daha iyi olacağını düşünmüşsünüzdür.
Birden mi çekmek lazım --kısa süreli ama keskin bir acıyla-- yoksa yavaşça mı
çekmeli? Daha uzun bir sürede, fakat her saniye daha az acıyla. Bunlardan
hangisi doğru yaklaşım?
Benim bölümümdeki hemşirelere göre doğru yol hızlıca çekmekti, bu yüzden
sıkıca tutar, çeker; tekrar tutar, çeker tutar ve çekerlerdi. Ve vücudumun
yüzde 70'i yanık olduğundan, bu bir saat kadar sürüyordu. Tahmin edeceğiniz
üzere, bu yüksek yoğunluktaki çekme anından nefret ediyordum. Onlarla bunu
tartışmaya çalışıp derdim ki,
"Neden farklı bir şey denemiyoruz? Neden biraz daha uzun süre
harcayıp -- belki bir yerine iki saat harcayıp -- daha az yoğunlukta
yapmıyoruz?
Ve hemşireler bana iki şey söylediler. Bana hastayı doğru şekilde
anladıklarını -- hastanın hissettiği acıyı olduğunca azaltmanın yolunu
bildiklerini -- bir de "hasta" kelimesinin anlamının fikir vermek ya
da müdahale etmek olmadığını söylediler... Ayrıca bu sadece İbranicede değil.
Her dilde aynı deneyimle karşılaştım.
Ve, bilmelisiniz ki, yapabileceğim fazla bir şey yoktu, ve aynı şekilde
yapmaya devam ettiler. Üç sene kadar sonra, hastaneden ayrıldığımda,
üniversitede çalışmaya başladım. Öğrendiğim en önemli derslerden biri şuydu:
bir deney yöntemi var; eğer bir sorunuz varsa ve bu sorunun daha soyut bir
benzerini yaratabilirseniz ve bu soyut soruyu inceleyebilirseniz, belki dünya
hakkında bir şeyler öğrenebilirsiniz.
Ben de bunu yaptım. Hala merak ediyordum, sargı bezini yanık
hastalarından nasıl çıkarmalı? İlk başlarda fazla araştırma param yoktu, o
yüzden hırdavat dükkanına gittim ve bir tane marangoz mengenesi aldım. Ve
insanları laboratuvara getirip, parmaklarını mengeneye koyardım, sonra biraz
daha sıkıştırırdım.
Uzun süreler ve kısa süreler boyunca parmaklarını sıkıştırır, acıyı
arttırırdım ya da azaltırdım, ara vererek ya da ara vermeden -- türlü çeşitte acı.
İnsanların canını biraz acıttıktan sonra, onlara sorardım, Bu ne kadar acıdı?
Peki ya bu ne kadar acıdı? Ya da, eğer bu son ikisi arasından seçecek olsaydın,
hangisini seçerdin?
Bunu bir süre yapmaya devam ettim.
Ve, her iyi akademik proje gibi, daha fazla mali destek aldım. Seslere,
elektrik şoklarına geçtim -- hatta insanlara çok daha fazla acı hissettiren bir
acı kıyafetim bile vardı.
Ama bu sürecin sonunda hemşirelerin haksız olduğu ortaya çıktı. Bunlar
iyi niyetli harika insanlar ve de oldukça tecrübeliler, fakat yine de
öngörülebilir ve tahmin edilebilir bir şekilde sürekli hata yapıyorlardı.
Anlaşıldı ki, aslında zamanı, keskinlikle aynı şekilde algılamadığımız için,
süreç daha uzun ve acı daha az keskin olsa ben daha az acı çekebilirdim. Anlaşıldı
ki, suratımla başlamak daha iyi olurdu, çünkü yüz daha hassas bir bölgedir, ve
bacaklarıma doğru devam etmek, böylece zaman içerisinde daha iyi hissederdim --
bu da acıyı azaltırdı. Ayrıca acıya iyi gelebilecek başka bir şey de bazen ara
vermek olurdu, böylece acıdan biraz sıyrılabilirdim. Bunların hepsi
yapılabilecek harika şeyler, ama hemşirelerimin hiçbirinden haberi yoktu.
O noktadan itibaren düşünmeye başladım, acaba hemşireler dünyada bu tarz
hataları yapan tek insanlar mı, yoksa bu daha genel bir durum mu? Ortaya çıktı
ki bu oldukça genel bir durum -- yaptığımız bir sürü hata var. Size
mantıksızlık ile ilgili bir örnek vermek istiyorum, size hileden bahsedeceğim.
Hile konusunu seçtim, çünkü bu konu ilgi çekici, diğer yandan da
sanıyorum bize içinde olduğumuz borsa durumu hakkında birşeyler anlatacak.
Benim hileye olan ilgim Enron'un ortaya çıkışı ve aniden patlaması sırasında
başladı ve bu süreçte yaşananları değerlendirmeye başladım. Acaba ortada sadece
bunları yapabilecek birkaç çürük elma mı var, yoksa daha bulaşıcı bir durumdan
mı bahsediyoruz, öyle ki aslında şekilde davranabilecek bir sürü insan var?
Genelde yaptığımız gibi, basit bir deney yapmaya karar verdim. Deneyin
gidişatı şöyle:
Denek olduğunuzu düşünelim, size bir parça kağıt veriyorum üzerinde 20
tane basit, herkesin çözebileceği matematik sorusu var, ama size yeterince
zaman vermiyorum. Beş dakika sonunda da: "Kağıtları bana uzatın, size
her soru için bir dolar vereceğim." İnsanlar soruları çözerdi. 4'er
dolar verirdim -- insanlar ortalamada 4 soru çözüyorlardı. Bazılarını ise hile
yapmaya ayartırdım. Onlara kağıtlari dağıtırdım. Beş dakika bittiğinde, derdim
ki, "Lütfen kağıdı yırtıp, parçalayın. Parçaları cebinize ya da
çantanıza koyun, ve bana kaç tane soruyu çözebildiğinizi söyleyin." Bu
sefer insanlar ortalama yedi soru çözmeye başladılar. Yani, aralarında sadece
birkaç çürük elma varmış değildi -- birkaç insan çok hile yapıyor gibi
değildi-- Aksine, gördüğümüz birçok insanın birazcık hile yaptığıydı.
EKONOMİK TEORİDE, HİLEKARLIK ÇOK KOLAY BİR MALİYET-KAZANÇ KARŞILAŞTIRMASIDIR. Dersiniz ki, yakalanma ihtimalim nedir? Hile yaparak ne kadar
kazanacağım? Ve eğer yakalanırsam, cezam ne kadar ağır olacak? Ve bu
seçenekleri tartarsınız -- kolay bir maliyet-kazanç hesabı yaparsınız, ve bu suçu
işlemenin değip değmeyeceğine karar verirsiniz. Biz de bunu sınamaya
çalışıyoruz. Bazı insanlar için ne kadar para kazanabileceklerini değiştirdik
-- ne kadar para çalabileceklerini. Bir soru için 10 sent (kuruş) ödedik, 50
sent ödedik, bir dolar, beş dolar, on dolar.
Masadaki para arttıkça, insanların daha çok hile yapmasını beklersiniz,
ama bu aslında doğru değil. Birçok insan küçük hilelerle, küçük miktarlarda
çaldılar. Peki yakalanma ihtimali? Bazı insanlar kağıdın sadece yarısını
parçaladı, böylece bir miktar delil vardı. Bazı insanlar bütün kağıdı
parçaladı. Bazı insanlar bütün kağıdı parçalayıp, sınıftan çıkıp, kendi
ücretlerinin içinde 100 dolardan fazla para olan kaseden ödediler. Beklentiniz,
yakalanma ihtimali azaldıkça, insanların daha çok hile yapmasıysa, bu gene
yanlış. Yine, birçok insan az bir miktarda hile yaptı ve bu ekonomik teşviklere
karşı duyarsızlardı.
Biz de dedik ki "Eğer insanlar ekonomik teori açıklamalarına, bu
etkilere duyarsız değillerse, acaba burada ne oluyor?" belki de buradaki
olayı iki etki oluşturdu diye düşündük. Bir yanda, hepimiz aynaya bakıp
kendimiz hakkında iyi hissedebilmek istiyoruz, dolayısıyla hile yapmak
istemiyoruz. Öbür tarafta, azıcık hile de yapabiliriz ve yine de kendimiz
hakkında iyi hissedebiliriz. Yani, belki burada olan aşamayacağımız bir hile
sınırı var, ama gene de az oranda hile yapmaktan faydalanabiliriz, kendimiz
hakkındaki düşüncelerimizi etkilemediği sürece. Buna kişisel belirsizlik
katsayısı diyoruz.
Peki, kişisel belirsizlik katsayısını nasıl ölçersiniz? İlk önce dedik
ki, bu katsayıyı nasıl azaltabiliriz? İnsanları laboratuvara getirdik ve dedik
ki, "Sizin için iki görevimiz var bugün." Önce
insanların yarısına lisede okudukları 10 kitabı hatırlamalarını söyledik, ya da
On Emiri hatırlamalarını söyledik ve sonra onları hile yapmaya teşvik ettik.
Gördük ki On Emiri hatırlamaya çalışan insanlar -- ve kimse On Emirin hepsini
hatırlayamadı -- ama o On Emiri hatırlamaya çalışan insanlar kopya çekme imkanı
verildiğinde, kesinlikle kopya çekmediler. Daha dindar insanlar -- On Emirin
daha çoğunu hatırlayanlar -- daha az hile yapmış değillerdi ve daha az dindar
insanlar -- On Emirin neredeyse hiçbirini hatırlayamayanlar -- daha çok hile
yapmış değildi. On Emiri hatırlamaya çalışmayı düşündükleri anda, insanlar hile
yapmayı bıraktı. Hatta, kendilerini ateist ilan edenlere bile İncil'in
üzerine yemin ettirdiğimizde ve kopya çekme imkanı verdiğimizde, hiç kopya
çekmediler. Öyle ki, On Emiri eğitim düzenine koymak çok zor bir şey, o yüzden
dedik ki, "Neden insanlara bir onur yasası imzalatmıyoruz?" Bizde
insanlara şunu imzalattık; "MIT onur yasasının bu kısa araştırmada
geçerli olduğunun farkındayım." Sonra bu kağıdı parçaladılar.
Kesinlikle kopya çeken olmadı. Ve bu özellikle ilginç bir durum, çünkü MIT'nin bir
onur yasası yok.
Yani. bütün bunlar bu belirsizlik katsayısını azaltmak içindi. Peki ya
belirsizlik katsayısını arttırmak? İlk deney -- MIT'yi gezdim ve buzdolaplarına
6'lık kola kutuları koydum -- bunlar üniversite öğrencileri için ortak
buzdolaplarıydı. Ve, bizim teknik olarak kolanın yarı ömrü dediğimiz olguyu --
buzdolabında ne kadar durabiliyor? -- ölçmek adına geri geldim. Bekleneceği
gibi, çok uzun süre durmuyor. İnsanlar kolaları alıyorlar. Bunun tersine,
içinde altı tane bir dolar olan tabağı alıp, aynı buzdolaplarına koydum.
Hiçbiri kaybolmadı.
Tabi ki, bu iyi bir toplumsal bilim deneyi değil, o yüzden bunu daha iyi
yapabilmek için aynı deneyi sizlere daha önceden anlattığım gibi yaptım.
İnsanların 3'te 1'ine kağıtları verdik ve bunlar bize geri verildi. 3'te 1'ine
kağıtları verdik ve onlar bu kağıtları parçaladılar, bize gelip dediler ki, "Deneyci
Bey, ben X tane soru çözdüm. Bana X dolar verin." 3'te 1'i kâğıdı
parçaladıktan sonra bize gelip dediler ki, "Deneyci Bey, ben X tane
soru çözdüm. Bana X tane jeton verin." Onları dolarla ödemedik. Başka
birşeyle ödedik. Ve bu başka birşeyi alıp, yana doğru 4 metre yürüyüp, dolara
bozdurdular.
Şimdi şu mantık hakkında bir düşünün. Bir kalemi iş yerinden alıp, eve
götürmek hakkında ne kadar kötü hissedersiniz, peki eğer bunu önemsiz bir para
kutusundan 10 kuruş almakla karşılaştırırsanız? Bu iki şey çok farklı geliyor
insana. Bir kaç saniye de olsa para fikrinden uzaklaşıp ödemenin jetonla
yapılması bir farklılık yaratır mıydı? Deneklerimiz iki kat daha fazla hile
yaptılar. Size bu konu ve borsa hakkında ne düşündüğümü bir dakika sonra
açıklayacağım. Ama bu Enron'la olan büyük problemimi çözmedi, çünkü Enron'da
sosyal öğeler de söz konusu. Herkes diğerlerinin nasıl davrandığını görüyor.
Aslında her gün haberlerde dolandırıcılara dair örnekler görüyoruz. Bu bizde
neye sebep oluyor?
Böylece başka bir deney daha yaptık. Büyük bir öğrenci grubunu deneye aldık, ödemelerini de önceden yaptık.
Herkes deney öncesinde parasını bir zarf içinde aldı ve onlardan deney
sırasında kazanamadıkları parayı iade etmelerini istedik. Tamam mı? Aynı şey
yaşandı. İnsanlara hile yapmaları için fırsat verdiğimizde, hile yaptılar.
Küçük küçük de olsa her zaman hile yaptılar. Ama bu deneyde bir de rol yapan
bir öğrenciyi işe aldık. Bu aktör öğrenci, 30 saniye sonra ayağa kalkıp "Ben
herşeyi çözdüm! Şimdi ne yapacağım?" diye sordu. Ve deneyci,
"Herşeyi bitirdiysen, gidebilirsin" dedi. Bu kadar. Görevin
tamamlandı. Şimdi, bir öğrencimiz var, --rol yapan bir öğrenci-- grubun bir
parçası. Onun bir oyuncu olduğunu kimse bilmiyordu. Ve açıkça çok çok ciddi bir
şekilde yine hile yaptılar. Grupta kalan diğer öğrencilere ne oldu? Daha mı az
yoksa daha mı çok hile yaptılar?
Olan şuydu; Hile miktarları giydikleri sweatshirt'lerine bağlı
değişkenlik gösterdi. Şöyle ki, bu deneyi Carnegie Mellon ve Pittsburgh'da
yaptık. Ve Pittsburgh'da iki büyük üniversite var. Carnegie Mellon ve
Pittsburgh üniversiteleri. Deneydeki deneklerin hepsi Carnegie Mellon öğrencileriydiler.
Aktör öğrenci ayağa kalktığında ki o da Carnegie Mellon öğrencisiydi, gerçekten
de öyleydi-- onların grubundan birisi olduğu için hile arttı. Ama üstünde
Pittsburgh üniversitesinin sweatshirt'ü olduğunda hile azaldı.
Şimdi, bu önemli, anımsayın, öğrenci ayağa kalktığı an, öğrenciler hile
yapsalar da yakalanmayacaklarını açıkça anladılar. Çünkü deneyi yöneten "Herşeyi
bitirdin. Evine git" dedi, ve parayı alıp gitti. Yani bu defa
yakalanma ihtimaline dair pek birşey yoktu. Bu hile yapmanın normları ile
ilgiliydi. Bizim içimizden birisi hile yapıyorsa, bizde onu görüyorsak,
grup olarak bu şekilde davranmanın daha uygun olduğunu hissediyoruz. Ama başka
gruptan birisiyse, bu kötü insanlar-- Demek istediğim, bu konuda kötü
değil-- ama kendimizi bağdaştırmak istemediğimiz başka bir grup veya başka bir
üniversiteden birisi hile yapmışsa, aniden kişilerdeki dürüstlük farkındalığı
-bir parça da On Emir'de olduğu gibi--hemen yükseliyor. ve hatta daha da az
hile yapıyorlar.
Yani bu konudan hile yapmakla ilgili ne öğrenmiş olduk?
Pek çok insanın hile yapabileceğini öğrendik. Küçük küçük hileler
yapıyorlar. Kişilere ahlaki değerler anımsatıldığında, daha az hile yapıyorlar.
Hile yapma fikrinden uzaklaşınca, örneğin para objesinden uzaklaşınca, insanlar
daha çok hile yapıyor. Ve çevremizde hile yapanları gördüğümüzde, özellikle
bizim grubumuzun bir parçasıysalar, hilekârlık artıyor.
Peki şimdi konuya borsa açısından bakalım, ne yaşandığını düşünün.
Kişilere büyük paralar ödeyip, gerçeği olduğundan birazcık farklı görmelerini
sağlayacak bir durum yarattığınızda ne olur? Bu şekilde farklı görmeyi
başaramazlar mı? Elbette başarırlar. Peki ya daha farklı şeyler yaparsanız,
yani parayı konudan uzaklaştırırsanız? Onlara hisse, hisse opsiyonları, yan
ürünler, veya mortgagelanmış güvence adını verirseniz? Daha uzak şeyler için
olay bu olabilir mi, bu bir saniyelik jeton bile değil, çok uzun sürelerdir,
paradan pek çok basamakla uzaklaştırılmış bu olaylarda--kişiler daha da çok
hile yapmaya yöneliyor olabilir mi? Ve sosyal çevremizde böyle davranan
insanları başka insanlar gördüğünde ne oluyor? Ben stok markette tüm bu
güçlerin olabilecek en kötü haliyle görev aldığını düşünüyorum.
Davranış ekonomisi hakkında size daha da genel bir şey söylemek
istiyorum. Hayatımızda pek çok sezgimiz var ve asıl olay bu sezgisel tahminlerimizin
çoğunun hatalı olmasıdır. Soru şu, bu tahmin ve sezgilerimizi test edecek
miyiz? Bu sezgilerimizi özel hayatımızda, iş hayatımızda özellikle olay
prensiplere dayandığında, Hiçbir Çocuk Geride Kalmadı gibi şeyleri
düşündüğümüzde, yeni bir stok market yarattığınızda, ve yeni bir prensip
oluşturduğunuzda-- vergilerde, sağlık sisteminde ve nasıl test edeceğinizi
düşünebilirsiniz. Sezgilerimizi test etmekteki zorluk öğrendiğim en büyük
dersti; hemşirelere geri döndüm,yani onlarla konuşmak için geri gittim. Ve
onlara bandajları çıkarma konusunda bulduklarımı anlattım Ve çok ilginç iki şey
öğrendim; Birisi Ettie, en sevdiğim hemşiremdi. bana kendisinin çektiği acıyı
göz ardı ettiğimi söyledi. "Elbette, senin için çok acı
vericiydi", dedi. "Ama beni bir hemşire olarak düşün,
Sevdiğim, hoşlandığım birinden bandajları çıkarıyorum. ve uzun bir süre boyunca
da bunu yapmak zorunda kalıyorum. Bu kadar çok işkence yaratmak benim için de
iyi birşey değildi." Ve belki bir parça zorlandığı için böyle
davranmıştı, öyle söyledi. Ama aslında olay bundan da ilginçti, "Senin
sezginin doğru olduğunu düşünmüyordum", dedi. "Benim sezgimin
doğru olduğunu düşünüyordum". Yani bütün sezgilerinizi düşününce kendi
sezginizin yanlış olduğuna inanmak oldukça zor. "Gerçekten de ben kendi
sezgimin doğru olduğunu düşünüyordum," dedi. Kendi sezgisinin doğru
olduğunu düşünüyordu ve hatalı olup olmadığını anlamak için dahi zor bir deneye
katılmayı kabul etmek onun için yine zordu.
Gerçekte, hepimizin her an içinde olduğu durum budur. Her tür şey hakkında çok güçlü sezgilerimiz var, kendi
yeteneklerimize, ekonominin nasıl işlediğine, okul öğretmenlerine nasıl maaş
verileceğine dair. Ama bu sezgilerimizi test etmeye başlamazsak daha iyi
olmamızın imkânı yok. Sadece şunu düşünün, hemşireler sezgilerini kontrol
etmeye niyetli olsalardı, hayatım çok daha iyi olabilirdi, ve eğer kendi
sezgilerimiz üzerinde daha fazla sistematik deneyler yapmaya başlasak her şey
nasıl daha iyi olabilir.
Kaynak:
http://www.ted.com/talks/lang/tur/dan_ariely_on_our_buggy_moral_code.html
[1] Patern,
Latince baba anlamındaki pater sözcüğünden gelir. (İngilizce yazılışı:
Pattern).Terzilerin kullandıkları anlamda patron sözcüğü de öyle. Psikolojiden
mimarlığa; sosyolojiden yazılım mühendisliğine kadar birbiri ile ilgisi yok
gibi görünen alanlarda patern sözcüğü çok önemli ve başka sözcüklerle
karşılanamayan bir anlam yüklenir. Örneğin, patern, gelişigüzel olmadığı
bilinen belli durumlarda sürekli olarak yinelenen somut bir biçimdir (Dirk
Riehle ve Heinz Zullighoven). Bu somut biçimin saptanması, tanımı daha güç olan
gelişigüzel olmayan durumun belirlenmesine yardımcı olur. Paternin saptanması;
sınırların belli, seçeneklerin sınırlı olduğu bir sorun için, geçerli olduğu
daha önce sınanmış bir çözümü gündeme getirir. Biçimlerin aksine, paternler
mikroskobik büyültmelerden pek etkilenmezler; bir patern, dünya haritasında da,
bir elektron mikroskop görüntüsünde de aynı biçimde bulunabilir. Bu nedenle,
deneyimli patologların işlerini yaparken -farkında olmadan da olsa- en çok
kullandıkları yöntem patern tanımadır.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar