Print Friendly and PDF

TEFEKKÜR-İNZİVA-KÜLTÜR SOFULUĞU

Bunlarada Bakarsınız



Hzl: José Ortega y Gasset
Demek ki insanlık tarihi boyunca dönemsel olarak ve giderek daha karmaşık ve yoğun biçimlerde yinelenen üç ayrı aşama görülür:
1. İnsan kendini yitmiş, çevresindeki şeylere gömülüp batmış gibi duyar; ötekileşme'dir bu. 2. İnsan güçlü bir çabayla kendi iç dünyasına çekilerek çevresindeki şeyler ve onlara egemen olma olasılığı üstüne fikirler oluşturur; bu benliğine dalma1dır. Romalıların düşünsel yaşam dedikleri, Yunanlılar'ın theoretikós bíosu, theoria sı.
3. İnsan yeniden dünyada belirerek önceden tasarlanmış bir plana göre harekete geçer; bu da eylem, aktif yaşam, praxis'tir.
Dolayısıyla, eylemden, ancak daha önce insanın tefekküre dalması oranında söz edilebilir; bunun tersi de geçerlidir, benliğe dalma gelecekteki eylemi tasarlamaktan başka bir şey değildir.
Çünkü insanın yazgısı herşeyden önce eylem dir. Düşünmek için yaşıyor değiliz, tersine, düşünmemiz yaşamayı başarabilmek içindir. Bu, benim görüşümce, tüm felsefe geleneğinde kökünden karşı çıkılması gereken temel bir nokta; düşünce'nin, bu sözcüğün yeterli sayılacak her anlamında, insana bir seferde sonsuza değin sunulmuş olduğunu, tıpkı kuşa verilen uçma, balığa verilen yüzme yetisi gibi, kullanılmaya ve uygulanmaya hazır kusursuz bir yeti ya da güç olarak insanın istediği anda onu el altında bulabileceğini yadsımaya hemen şimdi karar vermeliyiz.
Eğer o inatçı öğreti doğru olsaydı, balığın -öylece- yüzüverdiği gibi, insanoğlunun de -öylece, başka şey gerekmeksizin- düşünüvermiş olduğu sonucuna varılırdı. Böylesi bir kavram, ne yazık ki insanoğlunun konumunu oluşturan kendine özgü ve benzersiz dramı gözardı edecek kadar körleştirir bizi. Çünkü eğer bir an için, şu anda anlaşabilmek için, geleneksel fikre uyup da insanın özelliğinin düşünce olduğunu -insan düşünen hayvandır'ı hatırlayalım- insan olmanın -dâhi babamız Descartes'ın iddia ettiği üzere- düşünen şey olmak anlamına geldiğini kabul edersek, insanoğlunun, bir seferde sonsuza değin düşünce ile donatılmış olduğundan, düşünceye benliğinden koparılamayacak bir bileşenin verdiği güvenle sahip olduğundan gerçekten de- balık nasıl balıklığından eminse, onun da kendi insanlığından emin olması gerekir. Oysa bakın; dört dörtlük, uğursuz bir hatadır bu. İnsan düşünceyi eyleme sokabileceğinden asla emin değildir, yerli yerince demek istiyorum tabii; o da zaten ancak yerli yerindeyse düşüncedir. Ya da daha halk işi bir deyişle: İnsan yerli yerinde iş göreceğinden, uygun olanı yapacağından asla emin olamaz. Bu da düpedüz şu korkunç anlama gelir: Evrenin tüm öbür kendiliklerinden farklı olarak, insan, kaplanın kaplanlığından, balığın balıklığından emin olduğu gibi, gerçekten insan olduğundan asla emin olamaz.
Düşünce, insana armağan edilmiş olmaktan çok uzaktır, işin gerçeği -benim şu anda yeterince irdeleyemeyeceğim, önermekle yetineceğim bir gerçek- şu ki, insan düşünceyi kendisi yapagelmiştir, bir disiplin, bir özenli yetiştirme ya da kültür, binlerce yıl süregelmiş bir çaba sayesinde yavaş yavaş üretmiştir, bugüne değin de o çalışmasını noktalamış değildir. Hem düşünce insanoğluna armağan edilmemiş demek de yeterli değildir, diyebiliriz ki tarihin bu aşamasında bile, insan o sözcüğün basit ve normal anlamında algıladığımız şeyin ancak zayıf bir bölümünü ve kabataslak bir kalıbını oluşturmayı başarabilmiştir. Elde edilebilmiş olan o bölüm de, oluşturucu değil kazanılmış nitelik olarak, hep yitirilme tehlikesindedir, hatta geçmişte birçok kez fiilen büyük ölçüde yitirilmiştir de; aslında bugün bir kez daha yitirmek üzereyiz. Bu aşamaya ulaşıncaya değin, insan, evrendeki öbür varlıklardan farklı olarak, asla kesinlikle insan değildir, tersine, insan olmak demek, insan olmamak tehlikesine açık bulunmak demektir, yaşayan sorun, salt ve tehlikeye açık serüven ya da, benim sık sık söylediğim gibi, özünde dram olmak demektir! Çünkü ne olacağını bilmediğimizde, her anımız salt tehlike ve tir tir titreten riziko olduğunda ancak dram sözkonusudur. Kaplan kaptanlığını elden bırakamaz, kaplanlığından çıkamazken, insan sürekli olarak insanlığından çıkma rizikosunda yaşar. Öbür hayvanlar gibi başına şu ya da bu gelmesi sorunu ve durumuyla karşılaşmakla kalmaz, kimi zaman insan olmaktan çıkmak gibi bir tehlikeyle yüz yüze kalır. Üstelik bu salt soyut ve genel bir gerçek değildir, kendi bireyselliğimizle doğrudan bağlantılıdır. İçimizden her birimiz her an kendi kendisi olmaktan çıkmak, biricik ve aktarılması olanaksız benliğini yitirmek tehlikesindedir. İnsanların çoğu olmayı beklediği o kendi kendisi'ne durmadan ihanet eder; aslına bakarsanız, kişisel bireyselliğimiz asla tümüyle gerçekleşmeyen bir kişi, heveslendirici bir ütopya, her birimizin gönlünün en derininde saklı tuttuğu bir gizli efsanedir. Pindaros'un kahraman etiğini şu bilinen buyrukta özetleyişi çok iyi anlaşılıyor: γενíο ώsδ ειδι, yani "her kimsen o olmayı başar".
Yani insanın konumu özünde belirsizliktir. XV. yüzyılda bir Bourgogne'lu beyin dile getirdiği şu zarif söz ustalığı pek yerinde oluyor: "Rien ne m'est sûr que la chose incertaine." "Emin olduğum tek şey belirsizliktir."
İnsan kazanımlarının hiçbiri kalıcı değildir. Bize en başarıl) ve yerleşik görünen şey bile birkaç kuşak içinde yok olup gidebilir. "Uygarlık" adını verdiğimiz şey -bütün o maddi ve manevi rahatlıklar, bütün o dinlenmeler, bütün o barınaklar, artık alışkanlığa dönüşmüş bütün o erdemler ve disiplinler, artık güvendiğimiz, insanoğlunun yaşam denen o ilk kaçınılmaz deniz kazasında kendisine bir cankurtaran simidi diye yarattığı güvenceler dizisi ya da sistemi-, bütün o güvenceler, en ufak bir dikkatsizlik sonucunda, göz açıp kapayıncaya dek, insanların elinden uçup hayalet gibi kayboluveren güvensiz güvencelerdir. Tarihin bize anlattığı sonu gelmez gerilemeler, çöküşler ve yozlaşmalardır. Üstelik bilinenlerin tümünden çok daha köklü gerilemelerin olasılık dışı bulunduğu da söylenemez, hepsinden daha köklü de gerçekleşebilir: İnsan, insan olarak, uçup gidebilir, tam ve kesin bir ötekileşme sonunda, sessizce yeniden hayvan düzeyine dönebilir. Kültürün yazgısı, insanın geleceği, varlığımızın derininde bu dramatik bilinci hep canlı olarak saklamamıza, bağrımızda mırıldanan bir kontrpuan gibi, bizim için yalnızca belirsizliğin kesin olduğunu iyice işitmemize bağlıdır.
Günümüzde Batılı ruhları kıvrandıran yürek sıkıntılarının yüklüce bir bölümü geçen yüzyılda -belki de tarihte ilk kez olarak- insanoğlunun kendisini güvenli sanmayı başarmış olmasından doğuyor. Çünkü aslında kendisini sahiden, ama sahiden güvenli duymayı ve sanmayı başaran bir tek ilericiliğin şaşmaz ürünü eczacı Mösyö Homais'dir! İlerici düşünce yalnız insanlığın -o zamanlar icat edilen soyut, sorumsuz, varolmayan bir kendilik- ilerlediğini iddia etmekle kalmaz, bu zaten kesindir, üstelik bir de ilerlemenin kaçınılmazlığını iddia eder. Böylesi bir düşünce Avrupalı’da ve Amerikalı’da insanın özünü oluşturan o köklü riziko duygusunu uyutmuştur. Öyle ya, eğer insanlık önüne geçilmez biçimde ilerlemekteyse, tetikte durmaktan, kaygılanmaktan hepten vazgeçsek de olur, sorumluluklarımızdan sıyrılabiliriz, ya da İspanya'da dediğimiz gibi, sırtüstü yatıp, insanlık gelsin de bizi kaçınılmaz kusursuzluk ve mutluluk yazgımıza taşısın diye bekleyebiliriz. Böylece insanlık tarihi her türlü dramatizminden güzelce ayıklanmış, herhangi bir "Cook" acentasınca düzenlenmiş en üst mevkiden huzurlu bir turistik geziye indirgenmiş olur. Binip gittiğimiz uygarlık teknesi böylece güvenle altın çağına doğru ilerlerken, Homeros'un anlattığı şu kaptanı falan olmadan kendiliğinden limana yönelen gemiye benzeyecektir. Şimdi ödemekte olduğumuz işte o güvenin bedelidir.{1}
Tüm bunları söylemekten maksadımız düşüncenin insana bahşedilmiş bir armağan değil, zahmetli, iğreti, uçup gitmeye hazır bir kazanım olduğunu anlatmak.
Böyle düşünüldüğünde, Linneo'nun ve XVIII. yüzyılın insanoğlunu homo sapiens diye tanımlayışlarını, neden biraz gülünç bulduğum anlaşılacaktır. Çünkü o iyi niyet dolu deyişi duyduğumuzda, bunun bizim için tek anlamı insanın gerçekten bildiği, yani bilmesi gereken herşeyi bildiğidir. Oysa bakın; gerçeklerden bundan daha uzak bir şey olamaz. İnsan bilmeyi gereksindiği şeyi hiçbir zaman bilmemiştir. Demek ki homo sapiens'i insanın az buçuk bir şey, pek az şey bildiği, ama kalan herşeyden habersiz olduğu anlamında alırsak, kalan bilmedikleri muazzam genişlikte olduğuna göre, insanı homo insciens, insipiens, yani bilgisiz insan diye tanımlamak daha yerinde görünür. Tabii şimdi bu denli acelemiz olmasa, Platon'un nasıl da sağduyuyla, insanı tam da bilgisizliğiyle tanımlamış olduğunu görebilirdik. Aslında insanoğlunun ayrıcalığı budur. Ne Tanrı ne de hayvan bilgisizdirler - Tanrı tüm bilginin sahibidir, hayvana gelince, bilmesi gerekmez zaten.
Şu iyice anlaşılmalı: İnsan kendisine armağan edilmiş bulduğu için düşünceyi kullanıyor değildir; dünyanın içine gömülmüş, nesnelerin ortasında kulaç atar durumda yaşamaktan başka seçeneği olmadığından, insanımsılardan pek farklı olmayan psişik etkinliklerini düşünce biçiminde düzenliyordur o kadar - ki bu da hayvanın yapmadığı bir şeydir.
Dolayısıyla insan, sahip olduğu ya da olduğu şeylerden çok, yaptığı şeylerden, davranışından ötürü zoolojik ıskalanın dışına çıkar. İşte bu nedenle hep kendi kendisini gözetler durumda olmalıdır.
Düşünmek için yaşamıyoruz, yaşamayı sürdürmek, hayatta kalabilmek için düşünüyoruz tümcesiyle -tümceden başka bir şeye de benzemiyor zaten- sezdirmek istediğim şeylerden biridir bu. Şunu anlamalıyız ki, insanoğluna düşünceyi kendinden kaynaklanan bir özellikmiş gibi yakıştırmak -çok geçmeden bir saygı ifadesine, hatta soya dalkavukluğa dönüşüyor- aslına bakılırsa haksızlık oluyor. Çünkü ortada ne armağan var ne öyle bir saygı, olsa olsa zahmetli bir üretim, bir fetih sözkonusu ve fethedilmiş herşey gibi -ister kent ister kadın- hep iğreti, hep uçtu uçacak.
Daha önce sunduğum, "insan ilkin, temel olarak eylemdir" önermemin anlaşılabilmesi açısından düşünceye ilişkin bu uyan gerekliydi. Sırası gelmişken, bu gerçeği olanca berraklığıyla düşünmüş olan ilk kişiye saygılarımızı sunalım: ne Kant ne de Fichte; Auguste Comte, şu dâhi çılgın.
Çevredeki şeyler ya da öbür insanlarla her çatışmanın eylem olmadığını gördük; bu insanlığın alt eşiğinde kalan bir şeydir, ötekileşme'dir. Eylem, önceden derinine, uzun uzadıya düşünerek ortaya çıkardığımız bir tasarıma uyarak, çevremizdeki somut nesnelere ya da başka insanlara yönelttiğimiz etkinliktir. Demek ki düşünce olmadıkça sahici eylem yoktur, eylemle yerli yerince ilintili olmadıkça, eylemle ilişkisiyle canlılık kazanmadıkça, sahici düşünce de yoktur.
Gelgelelim eylemle tefekkür arasındaki bu -başka türlü olamayan- ilişki inatla bilmezlikten gelinmiştir. Yunanlılar insanoğlunun düşündüğünü, evrende düşünce denen o garip gerçekliğin varlığını keşfettiklerinde (insanlar o zamana değin düşünmemişlerdi, ya da bourgeois gentilhomme ["kibarlık budalası"] gibi, bilmeden düşünmüşlerdi), fikirlerin çekiciliğine öylesine kapıldılar ki, tuttular logos dedikleri zekâyı evrenin en üst katına oturttular. Onunla karşılaştırınca, başka herşeyi ikinci sınıftan, küçümsenecek şeyler gibi gördüler. Bize en iyi gibi görünen herşeyi Tanrı'ya yansıtmaya eğilimli olduğumuz için de, Yunanlılar, Aristoteles ile, Tanrı'nın düşünmekten başka uğraşı olmadığına karar verdiler. Hem belli bir şeyler de düşünmemeliydi; bu her nedense zihinsel işlemin alçaltılması gibi geliyordu. Hayır; Aristoteles’e göre, Tanrı düşünürken düşünmekten öte bir şey yapmıyordu - bu da Tanrı'yı bir entelektüele, daha doğrusu kendi halinde bir felsefe hocasına dönüştürmeye eşti. Ama, bir kez daha söylüyorum, onların gözünde bu, dünyada varolan ve bir varlığın yapabileceği en yüce şeydi. Bu nedenle, insanoğlunun yazgısının zekâsını işletmekten başka şey olmadığını, insanın yeryüzüne geliş nedeninin tefekküre dalmak, ya da bizim kullandığımız terimle, benliğe dalmak olduğunu sanıyorlardı.
Bu öğretiye zihincilik adı verilmiştir; düşünceyi, insan yaşamının genel ekonomisindeki işlevinden yalıtarak çiğrından çıkaran zekânın putlaştırılmasını öngörür. Sanki insan ille de düşüneceğim diye düşünüyormuş, binbir şeyin ortasında ayakta kalabilmek için ister istemez düşünmek zorunda değilmiş gibi! Sanki düşünce kendi erdemlerinden ötürü uyanıp işlermiş de, gerçekte olduğu üzere- eylemden kaynaklanmaz, kökü ve sonu eylemde bulunmazmış gibi! En üst düzeydeki nice kazanımı Yunanlılara borçluyuz, ama onlara borçlu olduğumuz zincirler de var. Batı insanı bugün hâlâ, hiç de küçümsenemeyecek ölçüde,
Eski Yunan'daki insanların yaptıkları tercihlerin tutsaklığında yaşıyor; o tercihler kültürümüzün yeraltında işleyerek, sekiz yüzyıldır bizi asıl Batılı yönelimimizden saptırmakta. Dediğim zincirlerin en ağırı zihincilik; rotayı doğrultmamız, yeni yollara koyulmamız -özetle, yolumuzu bulmamız- gereken şu anda, özellikle son iki yüzyılda son haddine vardırılmış olan o köhnemiş tavırdan silkinip sıyrılmamızın büyük önemi var.
İlkin raison [akıl], sonra ilustración [Aydınlanma], sonunda kültür adı altında, terimlerin en kökten değişimi gerçekleştirilmiş, zekâ en saygısız biçimde tanrılaştırılmış bulunuyor. Çağın hemen tüm düşünürlerinin büyük bölümünde, özellikle de Almanlarda, örneğin yüzyılın başlarında benim hocam olanlarda, kültür, düşünce, kaçıp giden bir Tanrı'nın boş bıraktığı yeri gelip doldurmuştu. Benim tüm yapıtlarım, daha ilk yarım yamalak sözcüklerimden başlayarak, uzun yıllar önce kültür sofuluğu adını verdiğim o tavra karşı savaşmak oldu. Kültür sofuluğu diyorum, çünkü kültür, düşünce, kendi kendini haklı gösteren bir şeymiş gibi sunuluyordu, yani kendinden başka bir özür gerektirmeyen, somut uğraşı ve içeriği ne olursa olsun, değeri kendi özünden kaynaklanan bir şey. İnsan yaşamı kültürün hizmetine girmeliydi, çünkü ancak böylelikle saygıdeğer bir nitelik kazanırdı. Bu anlayışla yaşam, insan yaşamının kendisi, bizim özbeöz varoluşumuz, kendi başına yüzeysel, değersiz bir şey sayılıyordu.
Yaşam ile kültür, eylem yapmak ile tefekküre dalmak arasındaki gerçek ilişkiyi böylece tersine çevirmek, son yüz yılda dolayısıyla bundan çok az bir süre öncesine değin- fikir, kitap ve sanat yapıtlarında tam bir üretim fazlalığına yol açtı, gerçek bir kültür enflasyonu yaşandı. Şakacıktan -"izm"lere hiç güvenim yok çünkü- "kültür kapitalizmi" diye adlandırabileceğimiz, Bizantinizm’in modern görünümü olan bir şeyin içine düştük. Tüketime hizmet etmek, günümüz insanının gereksindiği ve özümseyebileceği gerekli fikirleri sunmak yerine, üretmiş olmak için ürettik. Ve, kapitalizmde hep olduğu üzere, pazar doydu, bunalım başladı. Son zamanlarda olan büyük değişikliklerin bizi hazırlıksız yakaladığını kimse söylemesin. Yirmi yıldır onları haber veriyor, dikkat çekiyorum. Şimdi irdelemekte bulunduğumuz dar konunun dışına çıkmamak için, resmen ve programım uyarınca "Zekânın Reformu" başlığını taşıyan denememe{2} bakın
Ama kültür sofuluğunun getirdiği zihinci saptırmanın en vahim yanı bu da değil; insana kültürü, iç dünyasına dalmayı, düşünceyi yaşamına eklemesi gereken bir şirinlik ya da değerli bir süs gibi sunması; sanki şimdi bunlar yaşamın dışında bulunan şeylermiş gibi, sanki kültürsüz ve düşünmeden yaşamak diye bir şey varmış gibi, sanki insan benliğine dalmadan yaşayabilirmiş gibi. Böylelikle insanlar - tıpkı bir kuyumcunun vitrini önünde durur gibi- kültür edinmek ya da edinmemek durumuna sokuluyordu. Elbette ki böylesi bir ikilem karşısında, şu yaşadığımız yıllar boyunca insanlar hiç duraksamadılar, bu olasılığı sonuna değin denemeyi seçtiler, düşüncelere dalmaktan bucak bucak kaçıp kendilerini dolu dizgin ötekileşmenin kucağına bıraktılar. İşte bunun için, bugün Avrupa'da ötekileşmeden başka şey yok.
Düşünceyi eylemden yalıtan zihinci saptırmayı karşıt saptırma izledi: düşüncelere dalmaktan tümüyle el çekip salt eylemi tanrılaştıran esinci saptırma. Bu da az önceki, insanın ilkin ve temelde eylem olduğu savını yanlış yorumlamanın bir yoludur. Kuşkusuz her fikir -en doğru fikir bile- yanlış yorumlanmaya açıktır; hiç kuşkusuz, her fikir tehlikelidir: bunu çaresiz resmen ve bir kez kabullenmeliyiz, ama şunu da eklemeliyiz ki gizli bir riziko olan bu tehlike, fikirlere özgü değildir; insanın yapıp ettiği herşeyde, ama eksiksiz herşeyde görülen özelliktir. Bu yüzden insanın varlığının tehlike'den başka bir şey olmadığını söyledim. İnsan hep uçurumların arasında yürür; istese de istemese de, en sahici zorunluluğu dengesini korumaktır.
Bilinen geçmişte başka seferlerde olduğu gibi bugün de -şu içinde bulunduğumuz yılları, hemen bu yüzyılı söylüyorum- yine halklar bir kez daha ötekileşmeye gömülüp batmaktalar. Romanın başına ne geldiyse onun aynı! Avrupa kendini zevkin ayakları altına atmaya başladı, tıpkı Roma'nın, Ferrero'nun luxuria [kösnüllük] dediği, aşırılık, konfor fazlalığının altında ezildiği gibi. Sonra sıra acının ve korkunun altında ezilmeye gelmişti. Tıpkı Roma'da olduğu gibi, toplumsal kavgalar ve onları izleyen savaşlar ruhları hayretle doldurdu. Ötekileşmenin en ileri biçimi olan hayret, sürüp gittiğinde, aptallığa dönüşür. Bazılarının dikkatini çektiği üzere, epeyi zamandır yazılarımda aranağme gibi yinelediğim bir konu var: Yeterince bilinmeyen bir olaydır, ama antik dünya, daha Cicero'nun çağında aptallaşmaya başlamıştı. Cicero'nun hocası Posidonius'un, o uygarlığın, olayların önüne geçebilen ve onlar üstüne gerçekten kafa yorabilen son kişisi olduğu söylenmiştir. Kendi iç dünyasına çekilme, iç rahatlığıyla benliğin dürüst derinliklerine dalma yeteneği yitirilmişti - bir çaresini bulmazsak Avrupa'da bunları yitirme tehlikesiyle karşı karşıyayız. Salt eylemden dem vuruluyor. Şimdiye dek birkaç uygarlığın hakkından gelmiş olan ötekileşme çığırtkanı laf cambazları, insanları düşünecek halleri kalmasın diye serseme çeviriyorlar; yalnız kalıp da kişiliklerini yapılandırabilecekleri tek yerde, yalnızlıkta yeni baştan yapılandıramasınlar diye insanları salkım saçak kalabalıklarda yığılmaya zorluyorlar. Gerçeğin hizmetinde olmayı kötülüyorlar; bize onun yerine önerdikleri şey ise: mitos, söylen. Tüm bunlarla insanların tutkulara kapılmalarını, coşkularla onurlandırmalar arasında kendilerini şaşırmalarını sağlıyorlar. Tabii insan kendi içine girmeyi başaran hayvan olduğuna göre de, kendinden geçtiğinde alçalma yolunu tutmuş demektir, yeniden hayvan düzeyine iner. Salt eylemin tanrılaştırıldığı çağların hiç değişmeyen tablosudur bu. Ortalık cinayetlerle dolar. İnsanların yaşamı değerini, bedelini yitirir, her türlü şiddet ve soygun olağanlaşır. Özellikle soygunlar. Bu yüzden, salt eylem adamı figürü ufukta yükselip egemen olmaya başladı mıydı, insan ilk iş ceketinin düğmelerini iliklemelidir. Bir büyük uygarlıkta soygunun yol açtığı sonuçları gerçekten öğrenmek isteyen varsa, Roma İmparatorluğu hakkında yazılmış bulunan ilk geniş kapsamlı kitapta okuyabilir - şimdiye değin Roma İmparatorluğumun ne olmuş olduğunu bilmiyorduk. Uzun yıllardır Kuzey Amerika'da Profesörlük yapan büyük Rus Rostovzeff’in Roma İmparatorluğu 'nun Toplumsal ve Ekonomik Tarihi yapıtından söz ediyorum.
Tefekkürle, benliğe dalmayla normal birlikteliğinden böylece koparılınca, salt eylem ancak zincirleme saçmalıklara olanak verir ve yol açar; buna verebileceğimiz en yerinde ad zincirden boşanma dır. Böylece günümüzde saçma bir tavrın kendisine karşıt, ama o da akıllıca sayılmayacak bir başka tavrın ortaya çıkmasına özür oluşturduğunu görüyoruz; en azından, yeterince akıllıca olmadığını söyleyebiliriz, ve bu böyle sürüp gidiyor. Çünkü Batı'da politika işleri öyle bir uç noktaya ulaşmış durumda ki, herkes aklını yitirmiş durumda olduğundan, sonuçta herkes akıllıymış gibi görünüyor. Gelgelelim bu şekilde herkesin aklı kendisinin değil, ötekinin yitirdiği akıl.
İşler böyleyken, ortam koşullarının ne denli cılız olursa olsun bir soluk almaya izin verdikleri yerde, bizi saçmalıktan saçmalığa sürükleyen o büyülü ötekileşme döngüsünü kırmaya çalışmamız sağduyunun buyruğu gibi görünüyor; kendi kendimize şu sözcüğü söylememiz -sonuçta, gündelik yaşantımızda çevre üstümüze geldiğinde, kendimizi sonu gelmez sorunların ortasında kaybolmuş duyduğumuzda nice kez söylediğimiz şu sözcüğü söylememiz- sağduyunun emri gibi görünüyor: Sakin ol! Ne anlamı var bu buyruğun? Çok basit: Bizi ötekileştirmekle ve aklımızı başımızdan almakla tehdit eden eylemi bir an için durdurmaya çağırıyor; bir an için eylemi durdurup kendi benliğimize sığınmaya, durum hakkında düşüncelerimizi gözden geçirmeye ve stratejik bir plan oluşturmaya.
Bu nedenle, ufkunda hâlâ biraz sükûnet kalmış olan bir ülkeye vardığımda, insanın kendi kendisi ve diğer insanlar için yapabileceği en verimli iş, dünyanın ötekileşmesine katkıda bulunmak değil; hele insanın, başkalarının ötekileşmesi pahasına, kendisinin de gereğinden fazla ötekileşmesi değil; o talihli konumundan yararlanarak, diğerlerinin şimdi yapamadıkları şeyi yapması, yani biraz kendi iç dünyasına dalmasıdır diye düşünürsem, bunu hiç de acayiplik ya da saygısızlık olarak görmüyorum. Eğer şimdi nerede olabiliyorsa orada yeni insan tasarımlarından -yani fikirlerden- bir hazine oluşturulınazsa, geleceğe pek az güvenebiliriz demektir. Bugünkü üzücü olayların yarısı o tasarımlar eksik kaldığı için gerçekleşti, hem de ta o uzak 1922 yılında, Espana invertebrada (Omurgasız İspanya) kitabımın önsözünde haber verdiğim biçimde.
İç dünyasına stratejik çekilme yapmadıkça, düşünce nöbette beklemedikçe, insan yaşamı olanaksızdır. İnsanın bazı büyük içe kapanışlara neler borçlu olduğunu şöyle bir anımsayalım! Bütün büyük din kurucularının peygamberliklerinden önce ünlü inzivalara çekilmiş olmaları rastlantı değildir. Buda dağ başına çekilmişti; Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem çadırına çekilmiş, çadırının içinde o mekândan bile kopmak için başını kefiyesiyle sarmıştı; Hz. İsa onlardan da ileri giderek, kırk gün çölde inzivaya çekilmişti. Newton'a borcumuz saymakla biter mi? O da sayısız fizik olgularını öylesine kesin ve basit bir sisteme indirgemeyi nasıl başardığını kendisine soran birine şu yanıtı vermişti: Nocte dieque incubando, "gece gündüz kafa yorarak"; bu sözlerin ardında uçsuz bucaksız, uçurum gibi derin düşüncelerin varlığını sezinliyoruz.
Günümüz dünyasında can çekişmekte olan bir büyük şey var ki, o da hakikat. Bir dinginlik payı olmadıkça, hakikat ölür, gider. İşte, söylediklerime söylediğim anlamı lam olarak verebilmek için, başlangıçtaki sözlerimle başlattığım karmaşıklığı böylece daha da karmaşıklaştırmış oluyoruz.
Bu nedenle, çevremizin dört bir yanından ve yaşantımızın her köşesinden bize ulaşan ötekileşme özendirmeleri karşısında, bu kursun başına bu benliğine dalma öğretisi taslağını koymak gereğini gördüm; aslında bunu da alaş telaş yapabildim, hiçbir bölümünde şöyle canımın çektiği gibi oyalanamadım, birçok yeri de sessizce geçiştirdim, örneğin tüm insani olgular gibi benliğine dalmanın de cinse göre olduğunu kanıtlayamadım; demek istiyorum ki erkeğin benliğine dalmasıyla kadınınki ayrı şeylerdir. Başka türlü de olamaz zaten, öyle ya, İspanyolca'da kadın için sí misma denir, erkek için olduğu gibi sí mismo değil.{3}
NOTLAR
{1} İlerici değilim dememin nedenlerinden biri işte burada yatıyor. İşle bu nedenle, ilk gençliğimde Hegel'in Felsefe Tarihi’nin başına koyduğu şu sözlerin bende uyandırdığı büyük heyecanı yüreğimde sık sık yenilemeyi yeğliyorum: "Geçmişi, yani tarihi durup seyrettiğimizde." der Hegel, "ilk gördüğümüz... yalnızca yıkıntılardır."
Burada söz açılmışken, fırsat bu fırsat, bu açıdan bakınca Nietzsche'nin ünlü "Tehlikede yaşayın" buyruğunda ne denli hafiflik, hatta hatırı sayılır bir özenti payı bulunduğunu algılayalım. Aslında deyiş Nietzsche'nin de değil, İtalyan Rönesansı'nın eski bir deyişinin. Aretino'nun ünlü Gözükara yaşayın sözünün aşırılaştırılmış biçimi. Tetikte yaşayın demiyor çünkü, öyle dese iyi: Tehlikede yaşayın diyor. Bundan da şu anlam çıkıyor: Nietzsche, dehasına karşın, yaşamımızın doğrudan doğruya tözünün tehlike olduğunu, dolayısıyla onu sanki yeni, değişik, özgün bir şeymiş gibi aramaya, edinmeye çalışmamızın biraz özenti ve işgüzarlık olduğunu bilmiyordu. Zaten o fikir fin de siècle [yüzyıl sonu] denen çağın tipik düşüncesidir; 1900lerde doruğuna varan o çağ, tarihe, insanoğlunun kendini en güvenli duyduğu, ama aynı zamanda önlükleri, frakları, meşum kadınları, sapkınlık merakı ve Barresvâri Ben kültüyle- özentinin baştacı edildiği bir dönem olarak geçecektir. Her çağda, benim fishing [olta atmak] diye adlandırdığım türden fikirler hep olmuştur, tutmayacakları bilindiğinden ötürü bağıra çağıra ortaya atılan fikirler; olsa olsa oyun ve folie [çılgınlık] düzleminde düşünülen şeyler - tıpkı bundan yıllar önce, İngiltere'de kurt masallarının pek sevildiği gibi; çünkü İngiltere son kurdun 1668’de avlanmış olduğu, dolayısıyla gerçek kurt nedir bilmeyen bir ülkedir. Onun gibi, güvensizliğin ciddi bir deneyiminin bulunmadığı bir çağda da insanlar tehlikeli yaşamcılık oynuyorlardı.
{2} [Obras completas (Tüm Yapıtları), IV. cilt.)
{3} sí mismo: (kendi) kendisi; İspanyolca'da -o soneki adın (adılın) eril, -a soneki dişil olduğunun belirtisidir, (ç.n.)
Kaynak: José Ortega y Gasset,  “İNSAN VE "HERKES”, Özgün Adı: El hombrey la gente, 1957, İspanyolca'dan Çeviren: Neyire Gül Işık, Birinci Basım: Ekim 1995 İkinci Basım: Kasım 1999, İstanbul


.



El hombre y la gente “İNSAN” VE "HERKES”  SEÇİLENLER
Hzl: José Ortega y Gasset
SOMA VE SEMA REMZİ
İnsan kendisini oldum olası bedenine hapsedilmiş duyar. Pitagorasçılar bunu anlatmak için sözcük oyunu yapmakta yerden göğe kadar haklıydılar - gülüp eğlenmek için değil, büyük bir ciddiyetle, acıyla, dramatik bir üzüntüyle oynuyorlardı o terimle. Yunanca'da bedene soma, mezara sema denir ya, onlar da soma sema diye yineliyorlardı mezar beden, hapishane beden, yani. sh: 96
**
“MAVİ GÖK” REMZİ
Mavi gökyüzü öyle ta tepelerde, pek dingin, masmavi, kayıtsız, bizi umursamaz olmakla başlamaz; ilkin üzerimizde yaşamımız açısından yararlı olan pek çok sayıda işaretlerin toplamı olarak etki yapmakla başlar, işlevi ve etkinliği bizi ona dikkat etmeye zorlar, onu o işaret lambası etkinliği içinde görmemizi sağlar. Gökyüzü bize işaretler verir. Bir kere mavi gökyüzü bizim için güzel havanın habercisidir; güneş gün boyu yolculuğunda, sanki kentin çalışkan ve sadık bir memuru gibidir; tuhaf bir rastlantı sonucu, ücret istemeyen bir belediye hizmeti verirmiş gibi, her gün doğudan batıya rotasını izler; gece bastırınca da, yılın mevsimlerini ve binyılları -Mısır takvimi Sirus yıldızının binyıllık değişimlerine dayanır- gösteren yıldız kümeleri, bize bir de saatleri gösterirler. Üstelik gökyüzünün işaretleme, uyarma, esinleme etkinliği burada da kalmaz. Boş inançları olan bir ilkel insan değil, koskoca Kant, bu konular için yakın sayılacak bir tarihte, 1788'de tüm şanlı bilgeliğini şu sözlerle özetliyordu: "İki şey var ki, ruhumu hep yeni bir şaşkınlık ve hayranlıkla dolduruyorlar; durup üzerlerinde ne denli sık, ne denli uzun, ne denli derin düşünürsem o şaşkınlığım ve hayranlığım o denli artıyor: başımın üstündeki yıldızlı gökyüzü ile içimdeki ahlak yasası."
Demek oluyor ki, gökyüzü tüm o yararlı, yararlı olduğu kadar da sıradan değişiklikleri -iklim, saatler, günler, yıllar, binyıllar- bize gösterdikten başka, anlaşıldığı kadarıyla, geceleyin yürek sızlatan varlığıyla, nedendir bilinmez ürperip titreşen yıldızlarıyla, bize evrenin muazzam varlığını, yasalarını, derinliklerini ve birisinin gözle görünmeyen varlığını esinler: o evreni hesaplamış, yaratmış, düzenlemiş, o haline sokmuş herşeyden güçlü bir Varlığı. Hiç kuşku yok, Kant'ın tümcesi yalnızca bir tümce değil, insan yaşamının bileşeni olan bir olguyu pek güzel betimliyor: Tertemiz bir gökyüzünün karanlık gecesinde, gökubbeyi dolduran yıldızlar durmadan göz kırparak bize bir şey söylemek ister gibidirler. Yıldızların gecenin altın düşüncesi olduğunu söyleyen Heine'yi çok iyi anlıyoruz. Onların her birinde mini mini, gökkubbe bütününde muazzam görünen o kırpışma bize, ortamımız olan bu dünyanın ötesine geçerek, kökten Evren'e ulaşmamız için tükenmez bir çağrıdır sanki.
Sh:92-93
ÖLÜM REMZİ
Tel qu'en lui-même enfin l'Eternité le change.
Sonsuzluk kendine dönüştürüyor onu sonunda.

Yaşam değişimdir; her yeni anda daha önce olduğumuzdan farklıyızdır, dolayısıyla asla değişmez bir kesinlikle kendi kendimiz olamayız. Ancak ölüm, yeni bir değişikliğin önünü alınca, insanı bir daha değişmeyecek bir kesinlikle kendi kendisine dönüştürür, onu sonsuza değin hareketsiz bir figür yapar; demek oluyor ki onu değişimden kurtarır ve sonsuzlaştırır. Bu da bize az önce söylediğimizin yeni bir yanını gösteriyor. Çevremdekilerin yaşamsal deneyimlerinin akışını izlerim. O deneyimler birbirini izlerler, o izleyiş de zamandır. Öyle ki ötekinin yaşamının aktığını gördükçe, yaşamsal zamanının aktığını, geçtiğini, harcandığını görür gibi olurum, çünkü saatleri sayılıdır. Ama onun zamanı önümde akar giderken, benimkinin durumu da aynıdır. Birlikte yaşadıkça, bizim iki yaşamsal zamanımızın eşit bir dilimi birlikte akar: demek oluyor ki zamanlarımız çağdaştır. Sen, senler bizim çağdaşımızdırlar. Schützîin pek güzel söylediği gibi, senler ile alışverişim süredursun, birlikte yaşlanırız. Uzun varolma uğraşı boyunca, her insanın yaşamı bir evrensel yaşlanmanın gösterisini izler, çünkü ihtiyar da çocukların nasıl yaşlandıklarını görmektedir elbette. Bunu önlemenin yolu yoktur, ancak belki de yersiz ama gelenekselleşmiş bir eğitimin bizi inandırdığı kadar üzücü bir şey de değildir.{1}
NOT
{1} Bu dünyada ölümsüzlüğün sakıncalarından söz etsek -inanılır gibi değil ama kimse yapmamış bunu- ölümlülüğün, yaşamın kısa, insanın bozulur maddeden olmasının ve doğduğumuzdan itibaren ölümün doğrudan doğruya yaşamımızın tözüne el atmasının, onunla işbirliği etmesinin, onu sıkıştırıp yoğunlaştırmasının, onu her an en iyisini yapma telaşına, kaygısına ve zorunluluğuna dönüştürmesinin ne kadar yerinde olduğu derhal gözümüze çarpardı. Bugüne değin gelip geçmiş kültürlerimizin en büyük yetersizliklerinden, hatta denebilir ki utançlarından biri, içlerinden hiçbirinin insana doğası gereği neyse o olmasını öğretmemesidir; neyse o, yani ölümlü. Bu demek oluyor ki, ölüm karşısında benim öğretim, özünde, varoluşçuluğun tamı tamına karşıtı.

Kaynak: José Ortega y Gasset,  “İNSAN VE "HERKES”, Özgün Adı: El hombrey la gente, 1957, İspanyolca'dan Çeviren: Neyire Gül Işık, Birinci Basım: Ekim 1995 İkinci Basım: Kasım 1999, İstanbul



Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar