TEFEKKÜR
“Hayal,
evliyanın tuzaklarıdır, hakikati onunla avlarlar.”
Mevlana Celaleddin-i Rumî
kaddesellâhü sırrahu’l azîz
Mevlana Celaleddin-i Rumî
kaddesellâhü sırrahu’l azîz
Şimdi sizinle tevhidin deryasına nazaran, bir damla hükmünde olan bir
tefekkür yapacağız. Vücud mertebeleri, nev nevdir. Yani mertebe mertebedir.
Nasıl ki soğuğun, sıcağın, karanlığın, hayrın, şerrin, aydınlığın mertebeleri
var; varlığın da, vücudun da aynen öyle mertebeleri var. Diyelim ki, sen;
rüyada bir ormandasın, orada ağaçların arasında, çiçekleri koklayarak,
meyveleri yiyerek geziniyorsun. Oradaki havayı soluyarak ve o âlemi, her
şeyiyle hissederek yaşıyorsun. Ama rüyada olduğunu bilmiyorsun. Ruh, misâlî bir
beden giyip, o âleme geçiyor ve o rüya âlemindeki her şeyi, bu âlemdeki gibi
hissediyor. Çünkü o âlem nev’inden bir beden giymiş oluyor. Allah Teâlâ, bu
dünya âlemini hissetmemiz için, bize bu âlem cinsinden olan, maddî bir beden
giydirmiş. İşte, rüyadaki âlemi de hissetmemiz için, ruhumuz, o âlem nev’inden
bir beden giyiyor. Misâli bir beden...
Şimdi gözünüzü kapatın. Adınız Sultan olsun. Hayalinizde, aynı bu evrenimiz
gibi, muazzam bir Evren yapın. Galaksiler, yıldızlar, güneşler, gezegenler,
aylar yapın ve onları vücutta tutun. Şimdi Dünya’mızı yapın. Denizler,
nehirler, göllerle orayı donatın. Şimdi bir isminiz ‘Mülevvin’ (boyayıcı), diğer bir isminiz ‘Müzeyyin’
(süsleyici), başka bir isminiz ‘Musavvir’ (şekil verici), başka isminiz ‘Kerim’
(ikram edici), diğer bir isminiz ‘Sanî’ (sanatkâr), diğer bir isminiz ‘Marûf’
(kendinizi tarif edici) olsun. O
denizleri çeşit çeşit canlılarla doldurun, rengârenk ayrı ayrı şekillerde
balıklar, mercanlar, farklı farklı hayvanlar. Sonra karayı yapın, o karaya
dağları dikin, hem arzı sarsmasın diye kazık hükmünde, hem madenlerin, suların
deposu, aynı zamanda havayı tarayan bir tarak, aynı zamanda da vahşi
hayvanların meskeni hükmünde. Ve ağaçlar yapın; ağaçlara çiçekler açtırın,
meyveler verdirin, hepsini ayrı ayrı boyayın, şekillendirin. Çiçekleri yapın,
bütün nebatat taifelerini o arza yayın, ayrı ayrı şekillerde onları boyayın,
süsleyin. Şimdi kara hayvanlarını yapın, çeşit çeşit hayvanlar, rengârenk
şekillerde. Muazzam bir şekilde süsleyin onları, güzelleştirin, bütün
cihazlarını yerleştirin. Şimdi insanları yapın. Ve kendinizi de, bir grup
insanla hayalinize indirip, dalgalı bir denizin kenarında küçük bir kayalığa
oturtun. Oradaki kayalara dokunun, o kayaların sertliğini hissedin. Şimdi, bu
âlemdeki kaya size neyse, hayalinizdeki kaya da oradakilere aynen odur. Güneş
alnınıza vuruyor, yüzünüzü yakıyor, bu âlemdeki Güneş size neyse, hayalinizdeki
Güneş de oradakilere aynen odur. Şimdi o grupla beraber kalkın, denize doğru
ilerleyin, kumlara bata bata, kumlar ayaklarınıza dola dola. Şimdi denize
girin, o suyu ve soğukluğunu hissedin. Dalgaların sesini işitin. Bu âlemdeki
madde size neyse, o hayalinizdeki madde de, oradakiler için aynen odur. Şimdi
denizden çıkıp, tekrar oturduğunuz kayaya yönelin ve kayalığın üstüne oturun.
Şimdi orada siz, o bir grup insanla tartışmaya başladınız. Kendi aranızda
çeşitli fikirler ve teoriler ileri sürülüyor. Hepiniz, en gerçeği arıyorsunuz.
Gerçekte ne olduğunuzu, bu âlemin neden ve ne olduğunu, kesin bir şekilde
anlamaya çalışıyorsunuz.
Bu sırada yanınıza, garip ve fakir bir adam yaklaştı.
Ve size dedi ki: “Neden böyle kendi aranızda, tartışıyorsunuz? Neyi
arıyorsunuz?”
Sizler diyorsunuz ki: “Biz, hayatın ne olduğunu, kendimizin ne olduğunu,
bu âlemin ne olduğunu, yani mutlak gerçeği arıyoruz.”
Adam, size diyor ki: “Bu konuda, gerçekten samimi misiniz? Ve ciddi
misiniz?”
Siz cevaben, ‘Evet’ diyorsunuz.
Adam da: “O zaman size öyle bir ders vereyim ki, gerçeğin ta kendisi
olsun.” diyor ve başlıyor:
“Madem bu âlem var; bu asla inkâr edilemez ve bu âlemin yoktan vücuda
geldiği, bu âlemin varlığından daha kat’î, sonsuz bir gerçektir. Bu da asla
inkâr edilemez. Çünkü insanlığın aklı ve bilim, bu mutlak gerçekte ittifak
etmiştir. Ve bundan daha sonsuz bir gerçek şudur ki, yokluk asla varlığın
kaynağı, faili olamaz. Yani bir ‘Ol!’ diyen olmadan bu âlem vücuda
gelemez. Ve yoktan vücuda gelen hiçbir şey, kendi başına vücutta duramaz. İşte
O ‘Ol!’ diyen ve bu âlemi vücutta tutan, Sultan’dır. Ve bu âlemdeki her şey;
her şeyiyle, O’nun iradesinin, ‘Ol! emriyle yönelmesinden başka hiçbir şey
değildir. Ve bu ağaçlar, kendi başlarına bu çiçekleri açıp, bu meyveleri yapıp
size uzatmıyor. Çünkü bu odunlar, bu ağaçlar sizi tanımaz. Kendilerini
bilmezler ki sizi bilsinler. Demek sizi tanıyan, bilen; size bu dili, bu ağzı,
bu gözü, bu burnu, bu mideyi, bu cihazları veren birisidir... İşte O,
Sultandır. Ve o Sultan, bu âlemdeki her şeyin arkasında gizlidir. Ve o Sultan,
bütün bu eserleriyle, bütün bu ikramlarıyla, size kendini tanıttırıp, sevdirmek
istiyor. O Sultan, (Her kemal ve cemal sahibi, kendisini bir aynada görmek ve
göstermek istemesi sırrınca) bu âlemi meydana getirmeyi irade etti. Ve
kendindeki isim ve sıfatların bir numuneciğini, bir ölçücüğünü size verdi ki;
siz, O’nu o numunelerle, o ölçücüklerle kıyas edip, tanıyasınız. Sizi de bu
âlemle birlikte, kendisine muhatap etti. Ve size görmeyi veren ‘Basîr’ O’dur.
Çünkü şu âlemdeki hiçbir şey, size asla görmeyi veremez. Siz, gören olduğunuz
halde, aklınızı ve iradenizi de katın, asla kör bir şeyi gördüremezken; nasıl
olur da, kör atomlar sizi gören kılabilir. İşte o ‘Basir’, Sultan’dır. Ve size
hayatı veren, odur. Ki, şu hayat, binlerce duygularıyla, şu âlemin varlığından
daha gerçektir. Ve siz, aklınızı ve iradenizi de katın, ölü bir şeye hayat
veremezken; nasıl olur da, bu âlemdeki ölü atomlar, size hayat verebilir. Ve
size ikram eden ‘Kerim’ O’dur. Ve size şekil veren ‘Musavvir’ O’dur. Ve size
kendini tanıttıran ‘Maruf’ O’dur. Ve katiyen bilin ki, bu âlem ve siz, her
şeyinizle beraber, O’nun varlığıyla varsınız. Asla kendi başınızla var
değilsiniz. O, bu âlem üzerinden iradesini bir çekse, biz anında bütün
yıldızlarla beraber, yok oluruz. Ve şu an Sultan sizi görüyor, siz Sultan’ı
görmüyorsunuz. Ve bu âlem; bizim için dev, muazzam bir kâinat, mekân iken;
O’nun için mekân değil... Ve bizimle yıldızlar arasında, milyarlarca milyar
kilometre varken, O’nun için bir santim bile yoktur. Ve O, isim ve
sıfatlarıyla, bu âlemin her yerinde varken, zatıyla hiçbir yerinde yoktur. Ve
size sizden daha yakınken, zatıyla sizden nihayetsiz uzaktır. Ve bu âlemin
büyüklüğü; O’nun büyüklüğüne mikyas, mihenk, ölçü olamaz. Ve O, içinizden
birini bir anda huzuruna alır; rüyada birkaç saniyede seneleri yaşattığı gibi,
bütün âlemlerini gezdirir, zaman içinde zaman meydana getirir. Ve birkaç dakika
içerisinde de, aldığı yere tekrar geri götürür. Ama siz kendi başınıza, saatte
binlerce kilometre hızla uçan bir cisimle, ona ulaşmaya kalksanız, senelerce
seneler uçsanız, O’na ulaşamazsınız. Güneş’in, bütün isim ve sıfatlarıyla,
aynaya tecelli edip, aynaya aynadan daha yakın olduğu gibi; O, bütün isim ve
sıfatlarıyla size şah damarınızdan daha yakınken, zatıyla sizden nihayetsiz
uzaktır.” diyor ve misalî âlemin bize vermiş olduğu o kıyas nuru ile hakikat
alemine bakıyoruz.
Şimdi gözünüzü açın!
Şimdi gerçeğin ta kendisine gelelim. Hani başta demiştik ya, vücut
mertebeleri nev nevdir. İşte o âlem, yani yaptığınız hayaldeki misali âlem,
sizin için neyse, Allah Teâlâ için de bu âlem (âlem-i şehadet), o hayalî âlem
gibidir. Hatta O’nun vücuduna nazaran, hayal bile değil. Sadece isimlerinin
gölgesi... Nasıl ki, o âlem sizin varlığınızla var; bu âlem de, Ezelî ve Ebedî
olan Allah Teâlâ’nın varlığı ile var. Asla kendi başına var değil... Nasıl ki
misali âleminizde siz, Allah Teâlâ’nın izniyle bütün isimlerinizle,
vasıflarınızla tecelli ediyorsunuz (Hatta o hayallerinizi de yaratan Allah
Teâlâ’ dır. Siz sadece irade edip istiyorsunuz). Bu âlemde de Allah Teâlâ,
bütün isim ve sıfatlarıyla tecelli ediyor. O, bizi görüyor; biz, O’nu
görmüyoruz. O, bize bizden yakın; biz, O’ndan nihayetsiz uzağız. Ve bu âlemdeki
her şey, O’nun isim ve sıfatlarının tezahürüdür. O’nun ‘Ol!’ emrinden başka
hiçbir şey değildir. Ve bu âlem, bizim için dev bir mekânken, Allah Teâlâ için
mekân değildir. Ve bizimle yıldızlar arasında milyarlarca kilometre varken,
O’nun için bir santim bile yoktur. Ve bu âlem, bütün büyüklüğüne rağmen, O’nun
büyüklüğüne mikyas (ölçü) olamaz. O âlemdeki yani sizin yaptığınız misali
âlemdeki bir insan diyor ki: “Şu âlemin büyüklüğüne bak! Ne kadar muazzam!
Acaba bu âlemi meydana getiren Sultan, ne kadar büyüktür? Aklı almıyor,
hâlbuki onun hayalindeki dev âlemi, Sultan için bir hiç hükmündedir. İşte bu
içinde yaşadığımız muazzam, dev âlem de; bütün her şeyiyle, Allah Teâlâ’nın
mülkünde, sahra çölüne atılmış bir kum tanesi gibidir. Nasıl ki, sizin
yaptığınız o misalî, hayalî âlemde sizin izniniz olmadan bir yaprak kımıldamaz
ve asla tesadüf olamaz. Çünkü o âlem, sizin iradenizle vardır, sizin izniniz olmadan
hiçbir şey, kendi başına bir harekette bulunamaz. Ve tesadüf olabilmesi için,
sizin iradenizin altından çıkması lazım... Ve sizin iradenizin altından çıkan
yer de yok olur, vücutta duramaz. İşte aynen bunun gibi, Allah Teâlâ’nın bu
âleminde de hiçbir şey, kendi başına hareket edemez ve asla tesadüf olamaz.
Çünkü bu âlemdeki her şey, O’nun sonsuz ilmi, iradesi ve kudretiyle vücutta
duruyor. Tesadüf olabilmesi için, O’nun ilminin iradesinin ve kudretinin
altından çıkması lazım... O’nun ilminin, iradesinin ve kudretinin altından
çıkan yer de yok olur, vücutta duramaz. Hakeza gittikçe gidiyor, çok derin
sırlar açılıyor. Gerisini kendiniz rahatlıkla çıkarabilirsiniz.
Allah Teâlâ’ya şeytan-ı laîn, diyor ki: “Bütün gücümle ve
meziyetlerimle, insanların sana giden yollarına oturacağım. Senin bu
gerçekliğinde, benim hayallerimi yaşatacağım ona. Onu, o hayallerde
ağlatacağım, güldüreceğim, sevdireceğim, kendini kendine yedirteceğim. Ve o
hayallerde, onu, kendine abid ve mabud yapacağım. Yani kendini kendine taptıracağım.
Onun, seni tanıması ve sevmesi için verdiğin bütün duygularını, o hayallere
açacağım. Seni hissettirmeyeceğim ona. Sen, apaçık gerçekken, en mutlak varken;
Seni, ona inkâr ettireceğim. Alçalmayı, yükselme görecek. Ve ona kurduracağım
hayallerle onun duygularına sızacağım, onun hayatında kendi hayatımı
yaşayacağım. Ve kendimi, ona, kendiymiş gibi zannettireceğim. Senin dostlarını
düşman, düşmanlarını dost göstereceğim ona. Seni ve dostlarını hor gösterip,
benim kölelerimi yüksek göstereceğim. Onun en büyük değerlerini, aşkını,
merakını, aklını ayaklar altına atıp çiğneteceğim.”
Sen de, karşılığında de ki: “Ya Rabbî! İzzet
ve Celal’in hakkı için; senin izninle, senin muhabbet ve aşkınla senin
kullarının kölelik zincirlerini kıracağım. Ve onları, senin yollarına
süreceğim. Ben de, onların ayaklarının altına toprak olacağım.”
Sh:113-121
Alıntı Kaynak: GERÇEKTE NESİN?, 2. Baskı, Baskı
Tarihi, Aralık 2012
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar