Print Friendly and PDF

“TEHLİKELİ RÜYALAR GÖRME YILI” Slavoj Zizek

Bunlarada Bakarsınız



''Cahil bir toplum, özgür bırakılıp kendine seçim hakkı verilse dahi, hiçbir zaman özgür bir seçim yapamaz. Sadece seçim yaptığını zanneder. Cahil toplumla seçim yapmak, okuma yazma bilmeyen adama hangi kitabı okuyacağını sormak kadar ahmaklıktır! Böyle bir seçimle iktidara gelenler, düzenledikleri tiyatro ile halkın egemenliğini çalan zalim ve madrabaz hainlerdir!'' Nietzsche

Farsçada harika bir deyim var; “birini öldürüp gömmek, sonra da izleri yok etmek için üstünde çiçek yetiştirmek” anlamına gelen “vernem nihaden”.[1] Medyadaki hakim tepki tam da bir vernem nihaden değil miydi? Medya olayların radikal özgürlükçü potansiyelini öldürmüş; demokrasiye yönelttikleri tehdidi gizlemiş ve sonra gömülü ceset üzerinde çiçekler yetiştirmişti. Bu nedenle, muhtemel yanlış anlamaları önlemek, olayları küresel kapitalizmin bütünlüğü içerisinde konumlandırmak; çağdaş kapitalizmin temel antagonizmasıyla nasıl ilişkilendiklerini göstermek son derece önemlidir. [sh:9]
**
“insanlık önüne ancak üstesinden gelebileceği va­zifeler koyar” şeklindeki iyimser fikirden vazgeçmeliyiz: Günümüzde evrimin mantığının hiçbir şekilde belirgin çözüm­ler getirmediği sorunlarla karşı karşıyayız.
Bu çerçevenin ötesine geçebilmek için, günümüz kapita­lizminin üç ayırt edici özelliği üzerinde durmak lazım: Kârdan ranta (özelleştirilmiş ”müşterek bilgi”ye dayalı rant, doğal kay­naklara dayalı rant olmak üzere iki temel biçimde) dönüşen uzun vadeli eğilim; işsizliğin çok daha güçlü yapısal rolü (uzun vadeli bir işte “sömürülme” fırsatı bir imtiyaz olarak yaşanma­kta); Jean-Claude Milner’in “maaşlı burjuvazi” dediği yeni bir sınıfın yükselişi.[2] [sh:18]

**
Marksizmin kapitalizmi alt etme çabasında bel bağladığı geleneksel Markist üretim güçleri ve ilişkileri diyalektiğinin geçerliliğinin en inandırıcı örneğinin Komünizmin dağılması olması, tarihin yüce bir ironisidir. Komünist rejimleri esas mahveden, “enfor­masyon devrimini” var eden yeni toplumsal mantığa uyum sağlamakta güçlük çekmeleriydi. [sh:19]
**
Günümüzde eko-kapitalizmden Temel Gelir kapitalizmine, kapitalizmi insanileştirmeye yönelik çabaların bombardımanı altındayız. Bu çabaların ardındaki muhakeme şöyle:
Tarihsel deneyim, kapitalizmin servet üretmenin bugüne dek keşfedilmiş en iyi yolu olduğunu ortaya koydu; aynı za­manda, kendi başına bırakıldığında, kapitalist yeniden üretim sürecinin sömürüye, doğal kaynakların tahribatına, kitlesel acılara, savaşlara yol açtığı ortadadır. O halde temel amacımız, kâra odaklı kapitalist üretim matrisini muhafaza ederken kapi­talizmin daha ulvi amaçlara, küresel refah ve adalete hizmet edecek şekilde düzenlenmesi ve yönetilmesi olmalıdır. Sonuç olarak, kapitalist canavarı, kendi olağan işleyişine bırakmamız, piyasaların saygı duyulması gereken talepleri olduğunu kabul­lenmemiz ve piyasa mekanizmalarında doğrudan yaşanabilecek bir sıkıntının bir faciaya yol açabileceğini anlamamız gerekir - elimizden gelen tek şey bu canavarı ehlileştirmektir... Tüm bu teşebbüsler, pragmatik gerçekçilik ile adalete yönelik ilkeli bir bağlılığı bir araya getirme çabaları bakımından genel olarak iyi olsa da, iki boyut arasındaki antagonizmanın Gerçek’iyle er geç yüzleşirler: Kapitalist canavar, iyiliksever toplumsal düzenleme­leri her seferinde atlatır. Dolayısıyla bir noktada şu can alıcı so­ruyu sormak zorunda kalırız: Kapitalist canavarla oynamak, hayal edilebilecek tek oyun mudur?
Kapitalizm her ne kadar üretici olsa da sürekli faaliyet göstermesi için ödediğimiz bedel ya çok yüksekse? Bu soruları göz ardı edip kapitalizmi insanileştirmeye devam edersek tersine çevirmeye çalıştığımız süreci derinleştirmiş oluruz yalnızca. Bu sürecin işaretleri de hemen her yerde görülüyor. Alt sınıfları hedefleyen yeni tip tüketim toplumunun temsilcisi olan Wall-Mart,ın yükselişi de bu işaret­lerden biri:
Yeni bir şey icat ederek tamamen yeni bir sektör yaratan ilk büyük şirketlerin (örneğin, ampülle Edison, Windows yazılı­mıyla Microsoft, Walkman ile Sony ya da iPod/iPhone/iTunes paketiyle Apple) ya da belli bir markayı var etmeye odaklanan diğer şirketlerin (örneğin Coca-Cola, ya da Marlboro) aksine Wall-Mart daha önce kimsenin akıl edemediği bir şey yaptı. Ekonomik baskı altında olan Amerikan işçi sınıfını ve alt-orta sınıfı cezbetme amacıyla yeni bir Ucuzluk İdeolojisini bir marka haline gelecek şekilde paketledi. Sendikaları kesinkes yasaklamasıyla bağlantılı olarak fiyatları düşük tutmaya ve uzun süredir zor hayatlar yaşayan işçi sınıfından müşterilerinin alışveriş sepetlerindeki ürünlerin (çoğu yabancı) sömürüsüne ortak olmuş olmaktan aldıkları tatmin duygusunun artmasına öncülük etti.[3]
Ama esas mesele şu ki devam eden kriz, sorumsuz harcamalar­dan, açgözlülükten, etkisiz banka düzenlemelerinden kay­naklanmıyor. İktisadi bir devir sona eriyor: Varoufakis’in “küresel Minotaur’un doğumu olarak adlandırdığı, 1970’lerde başlayan devir - 1980’lerin başından 2008’e kadar dünya ekonomisini döndüren devasa motor.[4] 1960’ların sonu ve 1980’lerin başına yalnızca bir petrol krizi ve ekonomik durgun­luk hakim değildi; Nixon’un ABD dolarını altın standardına bağlı olmaktan çıkarması, kapitalist sistemin işleyişindeki çok daha radikal bir değişimin sonucuydu. 1960ların sonunda ABD ekonomisi, üretim fazlasını Avrupa ve Asya’da geri dönüşüme sokmaktan aciz kalmıştı: Bu fazlalar bütçe açığına dönüşüyordu. 1971’de ABD hükümeti cesur bir stratejik hamleyle bu gerile- meye yanıt verdi. Hızla büyüyen bütçe açığını kapatmaya çalışmak yerine tersini yapmaya, bütçe açığını büyütmeye karar verdi. Peki bunun bedelini kim ödeyecekti? Diğer dünya ülkeleri! Peki nasıl? Sermayenin, Amerika’nın açığını finanse edecek iki büyük okyanusun kıyılarına kalıcı bir şekilde aktarıl­ması sayesinde. Bu süreç,
tıpkı devasa bir elektrik süpürgesi gibi diğer halkların artı mal­ları ve sermayelerini emerek başladı. Bu “düzenleme”, yeryü­zünde hayal edilebilecek en büyük dengesizliğe yol açtığı halde... küresel dengeyi andıran bir duruma zemin hazırladı: İstikrar ve sürekli büyüme izlenimi verirken aslında hızla ivme kazanan asimetrik, mali ve ticari akışlardan oluşan bir uluslar­arası sistem. Bunun doğurduğu bütçe açıklarından beslenen dünyanın önde gelen artı değer ekonomileri (örneğin Al­manya, Japonya ve sonradan Çin) seri mal üretimi yapmakta Amerika Birleşik Devletleri de bunları emmekteydi. Bu ülke­lerin yaptığı küresel kârın neredeyse yüzde 70’i, Birleşik Dev­letlere, Wall Street’e sermaye olarak aktı. Peki Wall Street bu paralarla ne yaptı? Bu sermaye akışını doğrudan yatırımlara, yeni hisselere, yeni mali araçlara, yeni ve eski biçimde kredi­lere dönüştürdü.[5] [sh:27-29]
kültür savaşının iki boyutludur. Kültür aynı zamanda, kendi siyasetlerini cinsiyetçilik, ırkçılık ve köktencilik karşıtlığına ve çokkültürlü hoşgörüye dayandıran “aydın” liberallerin başat ideolojik temasıdır. O halde temel soru şudur: Kültür, niçin yaşam- dünyamızda merkezi kategori haline gelmiştir?
Din konusuna gelince, “gerçekten inanmıyoruz”, yalnızca ait olduğumuz topluluğun “yaşam tarzına” saygı gereği olarak (bazı) dini ritü- ellere ve değerlere ayak uyduruyoruz (“geleneğe saygı” gereği koşer kurallarına uyan inançsız Yahudiler gibi). “Aslında inanmıyorum, ama bu, ait olduğum kültürün bir parçası” argümanı, çağımızın yadsınmış veya yer değiştirmiş inanç tarzının hakim biçimidir. O halde, “köktenci-olmayan” kültür nosyonu, “gerçek” din, sanat ve diğerlerinden farklı olarak, esasen, yad­sınmış veya gayrişahsi inançların alanıdır - aslında inanmadan, “gerçekten ciddiye almadan” uyguladığımız şeylerin tümünün adıdır.
Not edilmesi gereken ikinci husus, yoksullarla dayanışma halinde olduklarını iddia ettikleri halde liberaller kendi kültür savaşlarını aksi yönde bir sınıfsal mesajla kodlamaktalar. Çok- kültürcü hoşgörü ve kadın hakları yönündeki mücadeleleri daima değilse çoğu zaman “alt sınıflara” atfedilen hoşgörüsüz­lüğe, köktenciliğe ve ataerkil cinsiyetçiliğe karşıt bir konuma işaret ediyor. Bu kafa karışıklığını gidermenin bir yolu, gerçek ayrım çizgilerini yok etme işlevi gören dolayımlayıcı terimlere odaklanmaktır. “Modernleşme” teriminin güncel ideolojik saldırıda kullanılış biçimi ibretliktir: Öncelikle “modernleşme yanlıları” (küresel kapitalizmi, iktisadi boyuttan kültürel boyuta, baştan sona onaylayanlar) ile “gelenekçiler” (küre­selleşmeye direnenler) arasında soyut bir karşıtlık inşa ediliyor. Ardından geleneksel muhafazakârlar ve popülistlerden “Eski Sol”a (refah devletini, sendikaları vb. savunmaya devam eden­ler) dek herkes direnenler kategorisine sokuluyor. Bu kategorizasyonun, toplumsal gerçekliğin belirli bir veçhesini yansıttığı muhakkak. Almanya'da 2003 başlarında, dükkânların Pazar günü de açık olmasının kanuni bir hakka dönüşmesini engel­leyen Kilise ve sendikaların koalisyonunu hatırlayın. Ne var ki bu “kültürel farklılığın” farklı tabakaları ve sınıfları kapsayarak tüm toplumsal alanı kat ettiği veya diğer muhalefetlerle farklı biçimlerde birleşebildiği (böylece küresel kapitalist modern­leşmeye direnen “geleneksel değerleri” veya kapitalist küre­selleşmeyi onaylayan ahlakçı muhafazakârları gördüğümüz) söylenemez. Kısacası bu “kültürel farklılığın” çağdaş toplumsal süreçlerde faaliyet gösteren bir dizi antagonizmadan biri oldu­ğunu iddia etmek saçmadır.
Bu karşıtlığın toplumsal bütünlükte bir anahtar işlevi göre­memesi, yalnızca diğer farklılıklarla eklemlenmesi gerektiğini göstermez. Soyut olduğunu ve Marksizmin savına göre tüm diğer antagonizmaları üstbelirleyen ve bu haliyle tüm alanın “somut evrenseli” olan bir antagonizma (sınıf mücadelesi) olduğunu gösterir. “Üstbelirlenme” terimi burada tam da Althusserci anlamda kullanılıyor; sınıf mücadelesi, tüm diğer mücadelelerin nihai referansı ve anlam ufku değil diğer antagonizmaların “eşdeğerlik zincirlerine” eklemlenme biçimlerinin oluşturduğu “tutarsız” çoğulluğu açıklayan yapılandırıcı ilkedir. Sözgelimi feminist mücadele, özgürlük yolundaki ilerici mü­cadelesiyle bir zincire eklemlenebilir ya da (sık sık olduğu gibi) üst-orta sınıfların “ataerkil ve hoşgörüsüz” alt sınıflar karşısın­daki üstünlüklerini dayatmak için başvurdukları bir ideolojik araç olarak faaliyet gösterebilir. Burada önemli olan, feminist mücadelenin sınıfsal antagonizmayla farklı biçimlerde eklem­lenmesi değil sınıfsal antagonizmanın iki katmanlı bir durum almasıdır: Sınıf mücadelesinin oluşturduğu özel kümelenme, feminist mücadelenin niçin üst sınıflarca desteklendiğini açık­lar. (Aynı şey ırkçılık için de geçerlidir: Açık ırkçılığın en alt kesimden beyaz işçiler arasında yaygın olmasının nedeni sınıf mücadelesinin dinamiklerinde aranmalıdır.) Burada sınıf mü­cadelesi, mutlak Hegelci anlamıyla, “somut evrenseldir”; kendi ötekiliğiyle (diğer antagonizmalar) ilişki kurarken aslında ken­disiyle ilişki kurmakta, diğer mücadelelerle ilişki kurma biçimini (üst)belirlemektedir.
Altı çizilmesi gereken üçüncü husus, feminist, ırkçılık karşıtı, cinsiyetçilik karşıtı ve bu türden diğer mücadelelerle sınıf mücadelesi arasındaki temel farklılıktır, ilk durumda, amaç anatagonizmayı farklılığa dönüştürmek iken (cinsiyetlerin, din­lerin ve etnik grupların barışçıl biçimde bir arada bulunması) sınıf mücadelesinin amacı ise tam tersidir: sınıfsal farklılıkları sınıfsal antagonizmalara dönüştürmek. Buradaki eksiltmenin nedeni genel karmaşık yapının, kendi minimal antagonist fark'lılığına indirgenmesidir. Irk-cinsiyet-sınıf dizisinin, sınıf bağla­mında gizlediği şey, siyasi mekânın farklı mantığıdır: Irkçılık ve cinsiyetçilik karşıtı mücadeleler ötekinin tam anlamıyla tanın­ması için mücadele ederken sınıf mücadelesi ötekini yenmek, denetimi altına almak, hatta yok etmeyi amaçlar - fiziken değilse de sosyopolitik rolünü ve işlevini ortadan kaldırarak. Başka deyişle, ırkçılık karşıtlığının tüm ırkların kendi kültürel, siyasi ve iktisadi çabalarında serbest bırakılmasını istediğini söy­lemek mantıklı olsa da, proleter sınıf mücadelesinin burjuvaziye kendi kimliğini dayatma ve kendi hedeflerine ulaşma olanağı sağladığını öne sürmek mantıksızdır. Bir durumda, farklı kim­liklerin tanınmasına dayalı bir yatay mantıkla diğer durumda ise bir antagonistle (düşmanla) girişilen mücadeleye özgü bir mantıkla karşılaşırız.
Buradaki paradoks şu ki söz konusu antagonizmanın mantığını popülist köktenciliğin muhafaza etmesi, liberal solun ise farklılıkların tanınmasına, antagonizmaların birlikte var olan farklılıklara dönüşmesine dayalı mantığa uymasıdır. Muhafazakâr popülist taban örgütlenmeleri, üst sınıfların sömü­rüsü karşısında halkı seferber etme ve mücadeleye girme ilke­sine dayanan eski radikal solcu tutumu gasp ettiler. ABD’deki iki partili sistemde kızıl Cumhuriyetçileri, mavi ise Demokrat­ları işaret ettiği için ve popülist köktenciler (elbette) Cumhu­riyetçilere oy verdiği için eski anti-Komünist slogan En iyi kızıl, ölü kızıl! bugün yeni ve ironik bir anlam kazanıyor - eski tip solcu taban örgütlenmelerinin “kızıl” tutumu ile yeni Hıristiyan köktenci popülizm arasındaki devamlılıkta gizli olan bir ironi. [sh:47-50]
**
Son dönemlerde Doğu Avrupa’daki post-Komünist ülkeler­de patlak veren homofobi durup düşünmemiz için bir vesile ol­malıdır. 2011 başlarında İstanbul’da binlerce kişinin barış içerisinde yürüdüğü bir eşcinsel yürüyüşü yapıldı, herhangi bir şiddet olayı yaşanmadı; aynı tarihlerde Sırbistan ve Hırvatis­tan’da (Belgrad ve Split’te) yapılan eşcinsel yürüyüşlerinde ise polis, katılımcıları gözü dönmüş fundamentalist Hıristiyanların acımasız saldırılarından koruyamadı. Avrupa mirasına karşı ger­çek bir tehlikeden söz edilecekse Türkiye’ye değil bu kökten dincilere işaret edilmelidir. Gelgelelim AB Türkiye’nin üyeliğini bloke etmiş durumda; o halde şu soruyu sormaktan çekinmemeliyiz: Aynı kuralları Doğu Avrupa’ya niçin uygula­mıyoruz?[6] [sh:56]
**
Anti-Semitizm’i de ırkçılık, cinsiyetçilik, homofobi, gibi un­surlarla bir arada düşünmek gerekir. İsrail Devleti, Siyonist poli­tikalarına zemin oluşturmaya çalıştırırken bu noktada ölümcül bir hata yapıyor: “Eski” (geleneksel Avrupalı) olarak bilinen anti-Semitizmi tamamen inkâr etmese de önemsiz göstermekte ve bunun yerine İsrail Devleti’nin Siyonist siyasetinin bir eleştirisi kisvesine sokulan yeni ve “ilerici” olarak bilinen anti- Semitizm’e odaklanıyor. Bemard Henri-Levy de, yakın gemişte, aynı doğrultuda ilerleyerek, (The Left in Dark Times kitabında) yirmibirinci yüzyılda anti-Semitizmin ya “ilerici” olacağını ya da hiç olmayacağını iddia etmiştir. Doğal sonucuna götürüldü­ğünde bu tez, bizi mistifiye edilmiş/yer değiştirmiş bir anti-kapitalizm olarak anti-Semitizmle ilgili eski Marksist yorumu (bu yoruma göre anti-Semitistler kapitalist sistemi suçlayacakları yerde öfkelerini sistemi yozlaştırmakla suçladıkları belirli bir etnik grup üzerinde yoğunlaştırırlar) ters çevirmeye sevk ediyor. Henri-Levy ve partizanlarına göre günümüzde kapitalizm karşıtlığı, anti-Semitizmin kılık değiştirmiş bir halidir.
“Eski-tip” anti-Semitizme saldırmayı yasaklayan bu az söz edilse de çok etkili olan yöntem tüm Avrupa’da, özellikle de Doğu Avrupa'da ortaya çıkmakta. Benzer bir tuhaf ittifakı ABD’de de gözlemleyebiliyoruz: Adeta doğaları gereği anti- Semitik olan köktendinci Hıristiyan ABD’liler, nasıl oldu da İsrail Devleti’nin Siyonist politikalarının hararetli bir destekçisi haline geldiler?
Bu muammanın tek bir cevabı var: Değişen ABD’li köktendinciler değil Siyonizmin kendisi. Kendilerini İsrail Devleti’nin bütün politikalarıyla özdeşleştirmeyen Yahudilere yönelik nefretinden dolayı Siyonizm paradoksal olarak anti-Semitik bir biçim aldı; bu anti-Semitik hatta, Siyonist pro­jeden şüphe eden Yahudi figürü inşa olundu. İsrail tehlikeli bir oyun oynuyor: Radikal sağın ABD’deki en önemli sesi ve İsrail yayılmacılığının kuvvetli bir destekçisi olan Fox News, yakın­larda, açıkça anti-Semitik yorumlar yapan popüler sunucuların­dan Glen Beck’i tenzil-i rütbeye uğratmak zorunda kaldı.
İsrail Devleti’nin politikalarına yönelik eleştiriler karşısında standart Siyonist argüman şöyledir: Tabii ki diğer devletler gibi İsrail Devleti de yargılanabilir, en nihayetinde eleştirilebilir de, fakat İsrail politikalarına yönelik bu eleştiriler anti-Semitik amaçlar doğrultusunda istismar edilmektedir. İsrail politika­larını kayıtsız şartsız destekleyen köktendinci Hıristiyanlar, Sol’un bu politikalara yönelik eleştirilerini kabul etmiyorlar; günlük Viyana gazetelerinden Die Presse’de Temmuz 2008’de yayımlanan harika bir karikatür bu argümanı konu etmekteydi. Karikatürde yer alan Nazi görünümlü iki tıknaz Avusturyalı’dan birisinin elinde bir gazete var ve arkadaşına şöyle diyor: “işte yine görüyoruz; tamamen meşru bir anti-Semitizm ucuz bir İsrail eleştirisi adına nasıl da istismar ediliyor!”
İsrail Devletinin müt­tefikleri günümüzde bunlar. Öte yandan, aslında Yahudi mil­letinin büyüklüğünden gizliden gizliye nefret eden gerçek kin ve nefret mihrakları, anti-Semitlerle ittifak yapan Siyonistler değil mi?
Peki, böyle tuhaf bir duruma nasıl geldik?
Aynı şey 1989 sonrasında yaşanan hayalkırıklığı için de geçerli. Lubitch’in Ninotchka fıkrasının harikulade bir diyalektiği var:
Adamın biri kafeteryaya girer ve kremasız kahve ister, garson cevap verir: “Üzgünüm, kremamız kalmadı. Sütsüz kahve ge­tirebilir miyim?” Her iki durumda da müşteriye sade kahve ge­tirilir, ama bu aynı-kahveye her defasında farklı bir olumsuzlama eşlik etmektedir; ilk önce kremasız-kahve, sonra sütsüz- kahve.
Burada karşılaştığımız şey, eksikliğin kendisinin pozitif bir nitelik olarak işlev gördüğü bir farklılaşma mantığıdır - bir Montenegroluya dair eski bir Yugoslav fıkrası bu paradoksu iyi anlatıyor (eski Yugoslavya'da Karadağlı insanlar tembel olarak damgalanmıştır):
Karadağlı biri uyumaya gittiğinde yatağının başına neden biri dolu biri boş iki bardak koyar?
Gece vakti su­sayıp susamadığını önceden düşünmek için çok tembel olduğundan...
Bu fıkradaki önemli nokta yokluğun da pozitif olarak kaydedilmesidir: Dolu bir bardak suyun olması yetmez; çünkü, eğer Karadağlı susamazsa onu kâle almaz olur biter - bu olumsuz olgunun kendisine boş bardak tarafından dikkat çekil­melidir; bir diğer deyişle, suya-ihtiyaç-olmaması durumu boş bardağın boşluğunda cismani bir hal almış olmalıdır. [sh:57-59]
**
Dolayısıyla, Britanya kentlerini saran şiddet dalgası, yalnızca yoksulluğa ve toplumsal ufuklardan yoksun kalınmasına, ailenin veya diğer toplumsal bağların çözülmesine bağlanarak açıkla­namaz. Bu kutuplaşmaya tekabül eden öznellik biçimine ilişkin olarak, Baudelarie’in ünlü nesir-şiiri “Yabancı” dan başlayabili­riz:
Söyle esrarengiz adam, kimi seversin en çok, babanı mı,
Anneni mi, ablam mı, yoksa abini mi?
Ne anam, ne de babam var, ne ablam ne de abim.
Dostların mı?
Anlamını hiç bilmediğim bir kelime kullandın.
Yurdun mu?
Hangi enlemdedir bilmem ki.
Güzellik mi?
Ölümsüz bir Tanrıça olsaydı, severdim kuşkusuz.
Altın mı?
Senin Tanrıdan nefret ettiğin kadar nefret ederim.
Peki, neyi seversin öyleyse sen, sıradışı yabancı?
Bulutlan severim ... işte şu ... işte şu geçen ... yukarıdaki...
yukarıdaki... harikulade bulutları!”[7]
Bu “esrarengiz insan” tam bir internet müptelası portresi çizmiyor mu?
Ekranın önünde tek başında; ne babası, ne annesi, ne memleketi ne de tanrısı var - tek ihtiyacı, internetle bağla­nacağı bir dijital bulut.
Böyle bir konumun nihai sonucu, tabii, öznenin çok rahatsız edici bulduğu cinsel temastan kaçınıp ken­dini bir “pantolonlu bulut”a dönüştürmesidir. 1915’ te Vladimir Mayakovski bir tren kompartımanına girmiş ve orada genç bir kadınla karşılaşmıştır; kompartımanda ikisinden başka kimse yoktur. Genç kadını rahatlatmak için kendini tanıtır: “Ben erkek değil, pantolonlu bir bulutum.” Kelimeler dudaklarından döküldüğünde, bunun tam bir şiir mısrası olduğunu fark eder ve ilk başyapıtını kaleme alır - “Pantolonlu Bulut”:[8]
Misyonsuz bir adam bundan böyle, ıslak bir şey ve körpe
— pantolonlu bulut.
Peki, bu “pantolonlu bulut” seksle ilişkilendirilebilir mi?
United Airlines’ın uçaklarındaki dergisinde bir tanıtım reklamı şöyle başlıyor: “Flört hayatında... dışarıdan destek almanızın zamanı geldi belki de”. Ve şöyle devam ediyor: “İnsanlar hayat­larındaki birçok şeyi idare etmek için profesyonelleri kiralıyorlar, özel birisini bulmak için neden bir profesyonel kullanmıyorsunuz? Bizler profesyonel çöpçatanlarız - her Allah’ın günü yaptığımız tek şey bu”.[9]
Kol emeğini (dünya üzerindeki kirlenmenin çoğunu) Üçüncü Dünya ülkelerine aktardıktan ve işkence vakalarını pek çoğu ABD’li ve Çinli uzmanlardan eğitim almış olan diktatörlüklere pasladıktan sonra, siyaset hayatımızı da idareci uzmanların (Cumhuriyetçi Parti’den aday olabilmek için yarışan moronlara bir bakın) denetimine bırakır­sak en sonunda seksi de taşerona vermek zorunda kalmaz mıyız?
Tüm o potansiyel utancı göze alıp niçin birilerini baştan çıkar­maya çalışalım ki?
Ben ve sevgilim seks yapmak için anlaştıktan sonra yerimizi alacak birer dublör seçelim ve onlar sevişirken (daha doğrusu, onlar aracılığıyla biz sevişirken) birer içki alıp sakince sohbet edelim ve ardından iyi bir kitap okumak için is­tirahata çekilelim. Bu tür bir ilişkisizlik halinden sonra gerçek­likle yeniden bağ kurmanın tek yolu katıksız şiddet olacaktır. [sh:80-81]
**
Doha’daki İslam Sanatları Müzesinde PO 24.1999 olarak nu­maralanan parça Iran ya da Orta Asya’dan (Nişapur ya da Semerkant) yuvarlak basit bir 10. yüzyıl tabağı, 43 cm çapında, beyaz satıh üzerine siyah yazıyla Yahya ibn Ziyad’a atfedilen bir deyişle süslenmiş:
“Aptal, önüne gelen fırsatı kaçıran sonra da kaderi sorumlu tutan kişiye denir.”
Böyle tabaklar bilgili insan­ların yemek sırasında ve yemekten sonra sohbet etmelerini teşvik eder. Immanuel Kant’ın muhtemelen son büyük uygula­yıcısı olduğu unutulmuş bir sanat; sadece iş yemeklerini ( “ağır öğle yemekleri”) bilen ve böyle düşünmeye teşvik eden yemek­lere yabancı olan çağımızın fast-food kültürüne uymayan bir pratik. Ayrıca tabağın (sanat nesnesi) kendi çevresiyle (yemek) bu şekilde bütünleşmesi İslam sanatının bir özelliğidir: Sanat nesnesini sergilerde izole eden ve onu gündelik hayat pratik­lerinden uzaklaştıran Avrupa sanatıyla açık bir kontrast. İslam Sanatları Müzesi binasının mimarı Pei, bu özelliğin farkına varmıştı: Kendi mimari tasarımının temel ilkeleriyle cebelle­şirken, güneş ve gölge oyununu rahatsız edici unsurlar olarak görmektense kendi projesine dahil etmeyi doğru buldu. İSM bi­nasını yalnızca bir bina olarak tahayyül edersek, güneş ve gölge, ışık ve karanlık oyununu dikkate almazsak tamamlanmamış bir nesneyle karşılaşırız - parıldayan güneş ışınlarıyla gölgede kalan kısımları ayrıştıran çizgi binanın ayrılmaz bir unsurudur. Aynı şey tabak için de geçerlidir: Onu bir sanat eseri olarak tam an­lamıyla kavrayabilmemiz için yemek sürecine dahil etmemiz gerekir.
Tabaktan yemek yiyenler belirli bir zamansal ritmi takip ederler: Tabaktaki yemek azaldıkça mesaj yavaş yavaş ortaya çıkar. Fakat burada daha karmaşık bir durum daha vardır:
Yemek dağıtıldığında ve tabak yemekle dolu olduğunda, tabağın kenarındaki deyiş halihazırda okunur olabilir; yavaş yavaş ortaya çıkan şey, merkezdeki dörtgen çizim, kendi kuyru­ğunu ısıran meşhur yılan imgesiyle benzerlik içinde, yaşamın döngüselliğine ilişkin bir semboldür. Ama tabağın gerçek mesajı, “yaşamın şahane döngüsü” müdür? Ortadaki çizim ya hakikati anlatırmış gibi yaparken gerçekte yalnızca sahte-bilgeliği karakterize eden boş bir sembolse?
Yani, ortadaki döngüsel/dairesel çizim, kafa bulanıklığımızı derin bir bilgelik olarak maskeleyen keskin bir totoloji düze­yinde (“yaşam yaşamdır,” “doğan her şey ölmek zorundadır”, vs. cinsinden) var oluyor olamaz mı?
Ne söyleyeceğimizi bilemedi­ğimiz halde yine de derin bir bilge gibi konuşmak istediğimizde böyle laflarla konuşuruz. Buna en iyi örnek, atasözlerinin fır­satçılığıdır: Ne olursa olsun, bir atasözüyle durumu kurtara­bilirsiniz. Birisi büyük bir risk alıp başarılı olduğunda, “yalnızca risk alanlar kazanır!” diyebilirsiniz; eğer başarısız olduysa, “rüzgâra karşı işenmez!” ya da “yüksekten kartalın düşüşü pek sert olur!” diyebilirsiniz. Böylece derin laflar etmiş olursunuz. Bu atasözü bilgeliğinin kofluğuna dair bir başka kanıt da bu lafları ne kadar eveleyip geveleseniz, ne kadar terse çevirseniz de sonucun aynı (olumlu) olmasıdır. “Dünyevi kibre ve zevklere aldanma, gerçek hayat öbür dünyada!” sözü derin bir anlama sahip gibi görünür ama “Öbür dünyanın türlü türlü sırrına vakıf olmaya çalışma, dünyadan keyif almaya bak, başka hayat yok!” sözü de öyle. Peki şuna ne demeli: “Bilge bir insan, öbür dünyayla bu dünyayı kıyaslamaz, bu ikisini karşıtlaştırmaz; ebedi dünyanın ışığının gündelik hayatımızda parıldadığını görmeye kadirdir!” Ya da, yine, “Bilge bir insan bu dünyayı ebediyetten ayıran uçurumu kabullenmiştir, bilir ki biz faniler, bu iki boyutu birleştiremeyiz - buna yalnızca Tanrı kadirdir”.
Fakat sözünü ettiğimiz tabağın kenarını süsleyen deyiş hiç de bu tür bir bilgelik değil “Aptal, eline geçen fırsatları heba eden ve sonra da bundan kaderi sorumlu tutan kişiye denir.”
Bunu ters çevirelim: “Aptal, eline geçen fırsatı heba ettikten sonra bunun kaderin bir oyunu olduğu göremeyen kişiye denir.”
Bu beyanat, dini bir klişedir ve bize hiçbir şeyin şansa bağlı ol­madığını, her şeyin gizemli bir kader tarafından belirlendiğini anlatır. Fakat, yakından bakıldığında, tabaktaki deyiş de bu dini klişenin tersini söylemez. Onun mesajını da “kader yoktur, her şey eline geçen şansları ve fırsatları kullanmana bağlıdır” mantığına indirgeyemeyiz.
Peki nedir öyleyse bu mesaj?
Tabak­tan yola çıkarak zamansal boyutu tekrar düşünelim: Yemeğin başlangıcında, yemek yiyecek olanlar, ilkin, dolu bir tabağın kenarındaki yazıyı görürler; ele geçirilen şansı kullanmayı em­reden bu oportünizm dersini pek önemsemezler; ama tabak boşaldığında, ilk bakışta gördükleri şeyin yavan ve sıradan bir anlamı olduğunu düşünseler de gerçek hakikati göremediklerini fark ederler ve haliyle tekrar okurlar. Söz konusu olan çarpıcı hakikat, kader ve şans karşıtlığından çok daha karmaşık ve il­ginçtir: İnsan kendi kaderini seçmeye ne kadar kadirdir?
oportünizmisim :Güç durumlarda, davranışlarını ahlâk kuralları veya düzenli bir düşünceden çok, çıkarlarına uyacak biçimde ayarlamayı amaçlayan tutum. [sh:89-91]
**
2011’de Türk İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin, Chestertonvari [Gilbert Keith Chesterton (1874-1936), muhafazakâr görüşleriyle bilinen İngiliz bir yazar ve deneme yazarı] bir “felsefi polisliğe” soyunduğu benzersiz bir konuşma yaptı. Türk polisinin, herhangi bir delil veya yargılama olmak­sızın, Kürtlerin partisi BDP’ye mensup binlerce kişiyi, aslında, tutuklanmadan önce özgür olduklarına ikna etmek amacıyla tutuk­ladığını öne sürdü. Şahin’in kendi ağzından:
Özgürlük ... Hangi özgürlükten bahsediyorsun. O zaman tutuk­lanınca şikayet etme, özgürlük yoksa dışarıda. Neden şikayet ediyorsun, demek ki var dışarıda özgürlüğün. Yani özgürlük yoksa, içerisi ile dışarının bir fark yok, neden tutuklamalardan şikayet ediliyor. Niye, mahkûmiyetten şikayet ediliyor, o za­man. Demek ki var dışarıda özgürlük, hem de o kadar var ki “Ben bu memleketi bölmek istiyorum, özgürlük, özerklik yet­mez. Bilmem ne -istan yapmak istiyorum” diyecek kadar öz­gürlük var. İnkâr edemezsin. Tek inkâr ettiğin şey var olan özgürlükleri, varlığını inkâr ediyorsun. Yaşadığın özgürlüğün varlığını söyleme özgürlüğün yok, çünkü kafan, kalbin, düşüncen ipotekli. Onu söylemeye özgür değilsin. Var olan so­nuna kadar yaşadığın özgürlükleri var deme özgürlüğün yok. Çünkü orada tutsaksın, yanlış bir yerde tutsaksın. Biz de seni tutsak yapan, sana sanal özgürlük yok dedirten, o güçle de mü­cadele ediyoruz. Seni de seni konuşturanı yok ederek, seni de senin yapını da, bölücüleri ve uzantılarını da özgürleştirmeye çalışıyoruz. Çok derin bir iş, çok kapsamlı bir iş.[10]
Bu argümanın çılgınlığı, iktidarın hukuk düzeninin “deli” önvarsayımlarına işaret eder. İlk öncülü çok basit: Toplumda özgürlük olmadığını iddia ettiğin için, yani sahip olmadığın bir şeyden yoksun kalamayacağın için özgürlüğün elinden alındığında da şikayet edemezsin. Daha ilginç olan ikinci ön­cüle göre mevcut hukuk düzeni özgürlük düzeni olduğu için ona isyan edenler fiilen köleleşmiş ve kendi özgürlüklerini kabul et­mekten aciz kimselerdir - toplumsal özgürlük alanını kabul etme temel özgürlüğünden mahrum kalmış kimseler. Dolayısıyla polis seni tutukladığında ve “perişan ettiğinde” aslında seni özgürleştirir, kendine dayattığın kölelikten seni kurtarır. Böylece şüpheli isyancıları tutuklamak ve işkence yapmak metafizik bir onurla taçlanan “çok derin, çok kapsamlı bir iş” haline gelir.
Bu mantık silsilesi ilkel bir bilgeliğe dayansa da her şeye rağmen bir hakikat kırıntısı da taşımakta. Özgürlüğü kısıtlaya­rak özgürlük alanı açan toplumsal düzenin dışında herhangi bir özgürlük yoktur tabii ki. Ama bu hakikat kırıntısı, güçlü bir karşıt argüman da sunar:
Özgürlüğümüzün kurumsal sınırları tam da özgürlüğümüzün biçimi olduğu için, bu sınırın nasıl yapılandırıldığı, hangi somut biçimi aldığı önemlidir. İktidardakilerin oyunu -Türk felsefi polisinin örneklediği gibi- kendi belirledikleri özgürlük sınırını özgürlüğün biçimi olarak sunmaktır, böylece kendilerine karşı herhangi bir mücadele topluma karşı mücadele halini alır. [sh:108-110]
**
Ayn Rand’ın romanları arasında (sürpriz olabilir ama) bir gezinti bize bu noktayı açıklamak için faydalı olabilir. Rand’ın iki romanının dünyasında gerçek mü­cadele, itici güçler ve itici güçlerin üretici dahiliklerine bel bağlayan ikinci-el kalabalığı arasındaki mücadele değildir. Ak­sine, gerçek mücadele bizzat itici güçler arasındadır, salt dürtü olan itici güçle kendini yok etmeye dönük ölümcül bir diya­lektiğe yakalanmış potansiyel itici güç olan histerik partner arasındaki (cinsellikli) gerilimdedir (Hayatın Kaynağı’nda Roark ve Dominique arasında, Atlas Silkindi'de John Galt ve Dagny arasında). Atlas Silkindi’de itici güç kişiliklerinden biri Dagny’e iticin gücün gerçek düşmanı ikinci-el kalabalığı değil Dagny’nin kendisi olduğunu söylediğinde, bunu harfi harfine anlamak lazım. Dagny de bunun farkındadır. İtici güç halk ara­sında görünmemeye başladığında, karanlık bir komplodan, on­ları geri çekilmeye zorlayan ve toplumsal yaşamı gitgide durduracak olan bir “muhrip”ten şüphelenir. Henüz göremediği şey nihai düşmanı olarak adlandırdığı “muhrip” figürünün aslında onun Kurtarıcı figürü olduğudur. Histerik özne ni­hayetinde esaretine geri çekilerek “muhrip”i kendi Mesihi olarak kabul ettiğinde sorun çözülür.
Fakat neden bu böyledir? İkinci-ellerin kendileri ontolojik bir tutarlılığa sahip değildir, bu nedenle çözüm bulmanın anahtarı onlardan kopmak değil, onlar için çalışan yaratıcı itici güçlerin zincirini kırmaktır. Bu zincir kırıldığında, ikinci ellerin gücü kendi içine çözülecektir. Bir itici gücü var olan sapkın düzene bağlayan zincir onun üretici dahiliğine kendi bağlılığından başka bir şey değildir: Bir itici güç, sadece yaratmaya devam edebilmek için kendine karşı çalışan gücü bile beslemek gibi son derece küçük düşürücü fiiller de dahil, her türlü bedeli ödemeye hazırdır.
Histerikleşmiş itici gücün mutlaka göğüslemesi gereken şey temel varoluşçu farksızlıktır, artık ikinci-ellerin şantajının esiri olmamalıdır, onun her şeyi olan, varlığının katı çekirdeğinden vazgeçmeye hazır olmalıdır, “dünyanın sonu”nu, onun de­vamını sağlayan enerji akışının askıya alınmasını kabul etme­lidir. Her şeyi kazanmak için her şeyi kaybetmenin sıfır nok­tasına gitmeye hazır olmalıdır.[11]
--
Ayn Rand’ın da anladığı gibi, gerçek bir değişiklik istiyorsak kendi kaygılarımız ve umursadıklarımız düşmanımızdır. Sis­temin atıllığına karşı küçük savaşlar vermek, orada burada bir şeyleri düzeltmeye çalışmaktan vazgeçmek, bunun yerine gele­cek büyük savaş için alanı hazırlamak lazım. Mutlak’ın bakış açısına ulaşmak çok kolay; sadece bütünlüğün (genelde es­tetikleşmiş) konumuna geri çekilmeli, tıpkı Aslan Kraldaki şu popüler şarkıdaki gibi (sözler Tim Rice):
O bir  Yaşam Döngüsü
Hepimizi hareket ettiren
Çaresizlik ve umutla
 İnanç ve aşkla
Yerimizi bulana kadar çözüm yolunda
Tam içinde Döngünün
Yaşamın Döngüsünün
Şarkıyı söyleyen tabii ki Aslanlardı. Yaşam büyük bir döngü, biz zebraları yeriz, zebralar da çimenleri; ama öldüğümüzde toprağa döneriz, çimenleri besleriz ve döngü tamamlanır - bu, tepede olanlar için düşünülebilecek en iyi mesajdır. Önemli nokta böylesi bir “bilgeliğe” politik anlam kazandırmaktır. Bu yalın bir geri çekilme ya da radikal bir eyleme koşul olarak geri çekilme midir?[12] Tabii ki yaşam daima bir çember oluşturur fakat buna rağmen (bazen) onun hiyerarşisinde yükselme ya da inme değildir, çemberin kendisini değiştirmek de mümkündür. Burada Mutlak’ın görüşünden vazgeçen ve lokal bir mücadeleye girmiş fani bir failin radikal “eleştirel” duruşunu benimseyen İsa’nın izinden gitmeliyiz, çünkü o Mutlak’m kendisinin para­doksudur. Isa’nın duruş son derece Hegelcidir, Hegel’in temel savı şudur: Bir Mutlak kendini “sonlulaştıracak” kadar, sonlu bir özne olarak davranacak kadar güçlüdür.
Başka bir şekilde söylenirse Mutlak’ın görüşüne düşünümsel bir geri çekiliş eylemsizliğe gerilemeyi getirmez, radikal değişik­liğe alan açar. Asıl mesele Kader’e direnmek (dolayısıyla ona rağmen başarmaya çalışmak - Oidipus’un anne-babası gibi, Bağdat’tan Samara’ya kaçan hizmetçi gibi) değil, Kader’in ken­disini, onun temel koordinatlarını değiştirmektir. Jean-Luc Godard vaktiyle şöyle bir motto önermişti: “Ne change rien pour que tout soit different” (Her şey farklı olsun istiyorsan hiçbir şeyi değiştirme), “bazı şeyler mutlaka değiştirilmelidir ki her şey aynı kalsın”ın terse çevrilmiş hali. Sistemin devamı için sürekli bir kendini yenilemeye ihtiyacı olan geç kapitalist dinamik gibi bazı politik kümelenmelerde herhangi bir şeyin değişmesini red­dedenler aslında gerçek bir değişimin failleridir; onlar tam da değişim ilkesinde etkin bir değişime neden olurlar. [sh:142-143]
**
Tom Holland’ın Pers Ateşindeki kapak yazısı şöyle: “İO beşinci yüzyılda küresel bir süpergüç terörist olarak kabul edilen iki devlete düzen ve doğruyu getirmekte kararlıydı. Süpergüç İran’dı, hırs, altın ve insan sayısı olarak kıyaslanama­yacak kadar zengindi. Terörist devletler ise fakir ve dağlık, Yu­nanistan’ın ekzantrik ve geri şehirleri Atina ile Sparta’ydı.”[13]
300 Spartalı (Filminin) sonuna doğru bir program niteliğindeki açıklama Yunanların gündemini “mistisizm ve despotluğun hakimiyetine karşı, aydınlık bir geleceğe doğru” diye tanımlıyor. Özgürlük ve aklın yönetiminde olduğu belirtilen bu gelecek en basitinden bir Aydınlanma programına benzer - üstelik Komünist bir salvoyla! Ayrıca filmin başında Leonidas’m “kâhinlerin” mesajını haklı olarak reddettiğini unutmayalım: Perslere karşı askeri harekâtı tanrıların yasakladığını söylemişlerdi. Daha sonra öğreneceğimiz gibi, ilahi mesajı güya trans halinde alan “kâhinler” aslında Persler tarafından satın alınmıştır. Tıpkı 1959’da Dalai Lama’ya Tibet’i terk etmesi mesajını ileten Tibetli “kâhin”in, bugün öğrendiğimiz kadarıyla, CIA’den maaş almış olması gibi! [sh:158]
**
Pascalci deus absconditus mevzu­sunu, yani ancak onu arayanlara, bu arayışa gönül verenlere görünen “saklı tanrı” temasını hatırlayalım:
Tanrı insanları kurtarmaya ve onu arayanlara koruyuculuğunu vermeye çok isteklidir. Fakat insanlar kendilerini buna layık görmezler.
Tanrı bazılarını reddetmekte haklıdır: İkna olma­dıkları için, diğerlerine gösterdiği şefkatten paylarına bir şey düşmez. En katılaşmış olanların inadını yenmek isteseydi, Ken­dini onlara öylesine açıkça gösterirdi ki, O’nun varlığının ha­kikatinden şüpheye düşemezlerdi, tıpkı ölülerin tekrar dirileceği ve körlerin O’nu göreceği, doğanın öylesi bir şiddetle çırpınacağı ve fırtınaların olacağı mahşer gününde görüneceği gibi. Bu haliyle değil, bağışlayıcı İsa’nın gelişiyle görünmek is­tedi O, çünkü çoğu O’nun bağışını kendilerine yakışmaz bula­caktı, O da onları istemedikleri bu güzellikten mahrum bırak­mak istedi. Dolayısıyla açıkça yüce bir tavırla ve bütün insan­ları ikna edecek biçimde görünmesi doğru değildi, ama canı gönülden O’nu arayanların da bilemeyeceği bir saklılıkla gelmesi de doğru değildi. Tanrı, bu insanların kendini tanıyabil­mesini istedi, dolayısıyla tüm kalpleriyle O’nu arayanlara açık­ça görünmek ve tüm kalpleriyle Kendinden kaçanlardan saklı olmak istedi. Haliyle kendine ilişkin bilgiyi öylesine düzenledi ki işaretlerini Kendini arayanlara görünür, aramayanlara gö­rünmez kıldı. Görme arzusunda olanlar için yeterince ışık var­dır, tersi dürümdakilere ise yeterince belirsizlik. (Pensees, 430)
Tanrı bize bu işaretleri mucizeler kılığında sunar, bu nedenle onlar ışık ve karanlık karışımıdır: Mucizeler herkese değil sa­dece inananlara görünür - şüpheci inanmayanlar (on sekizinci yüzyıldaki yaygın ahlaksızlar anlamının aksine on yedinci yüz­yıldaki tipik anlamıyla “libertins” [serbest-meşrepler] der Pascal) onları doğal fenomenler olarak, inananları da hurafelerin kur­banları olarak görüp kolayca reddedebilirler. Dolayısıyla Pascal açıkça bir çeşit hermenötik çemberi kabul eder. Bu çember, mu­cizelerle “doktrincin (Kilise öğretisi) birbirine bağımlılığıdır: “Kural: Doktrini mucizelerle, mucizeleri doktrinle değerlendirmeliyiz. İkisi de doğru, çelişki de içermiyorlar.” (Pensees, 842) Belki Kant’ın akıl ile sezgi arasındaki ilişkiye dair formülünü buraya uygulayabiliriz: Mucizesiz doktrin steril ve etkisizdir; doktrinsiz mucizeler kör ve anlamsızdır. Karşılıklı bağımlılıkları, haliyle simetrik değildir. “Mucizeler doktrin içindir, doktrin mucizeler için değil.” Badiou’nun terimleriyle, “mucize” Pascal’in Olay’a verdiği isimdir; imkânsız Gerçek’in sıradan ger­çekliğimiz içine zorla girmesidir. Nedensellik bağını anlık olarak askıya alır, fakat sadece ilişkilenmiş öznel duruşu olanlar, “görme arzusu” olan özneler gerçekten bir mucizeyi teşhis ede­bilirler.3 [sh:169-170]
**
Protestolar ve başkaldırılar dünyanın her yanma yayı­lıyor - fakat ilginçtir, bu olaylara herhangi bir tutarlı Sol cevap verilebilmiş değil, bu kaotik direniş adalarını pozitif bir toplum­sal değişiklik programına yerleştirecek herhangi bir proje yok:
“Bugünün birbirine kenetli küresel düzeninde ne zaman bir ulu­sal ekonomi krize girse -hiç gülünmeyecek şekilde- “tek ülkede sosyalizm” hakkında, hatta “kısmen ayrık yarı-ulus-devletin finanssız-sermaye-odaklı kapitalizmi’ hakkında kimin söyleyecek neyi var?”
T. J. Clark bu eylem kabiliyetsizliğinin sebebini Solun “gelecekçiliğinde, radikal özgürlük geleceğine yöneliminde bulur; bu saplantı sebebiyle Sol “zamanını facia ve kur­tuluş işaretlerini bulmak için şimdinin iç işleyişini araştırmaya harcaması gerektiği düşüncesi” ile felç olmuştur, yani umudunu “imparatorun mezarından çıkıp yürümek için bekleyen bir takım terracotta askerlerine” bağlamaya devam etmektedir.
Göründüğü kadarıyla gerçek bir politik Olay’ın gerçekten olabilirliğini baltalayan bu basitleştirilmiş kasvetli görüşte bir parça hakikat olduğunu itiraf etmeliyiz: Belki de o Büyük Uyanış mitinden bilfiil vazgeçmek gerekir - (eski işçi sınıfı değilse, öyleyse) mülksüzlerin, çoklukların ya da her ne ise yeni bir ittifakının güçlerini bir araya getireceği ve kesin sonuca gö­türen bir müdahaleye hükmedeceği moment. Peki, kıyamet beklentisi böylesi bir duruşu kökten reddedersek ne olur? Clark trajik bir (toplumsal) yaşam görüşünün kabul edilmesi gerektiği sonucuna varır: (muhteşem aydınlık) bir gelecek yoktur. Acı­nın, kötünün ve şiddetin “kaplanı” burada kalıcıdır, böyle koşullarda tek anlaşılabilir politika, canavarı durdurmaya çalışan ılımlılık politikasıdır: “adım adım, başarısızlık üstüne başarısızlıkla, bizzat kaplanın saldırmasını önlemeye yönelik bir politika gelmiş geçmiş en ılımlı ve en devrimci politika olabi­lir.” Yine, bu önerideki doğruluk payı, sık sık, stratejik olarak iyi konumlanmış sahih bir “ılımlı” talebin küresel bir değişimi ateşleyebileceğidir - Gorbaçov’un Sovyetler Birliği’ni iyileştir­mek için “ılımlı” çabasının dağılmayla sonuçlandığını hatırla­yalım.
Peki bütün söyleyeceğimiz (ve yapacağımız) bu mu?
“Gelecek” için İngilizcede doğru düzgün açıklanamayan iki Fransızca kelime var: futur ve avenir. Futur şimdinin devamı ola­rak “gelecek”e, halihazırda var olan eğilimlerin tam gerçekleş­mesine tekabül ederken, avenir ise daha radikal bir kırılma, şimdiyle bir devamsızlığı işaret eder - avenir sadece olacak olan değil, gelmesi gerekendir. Diyelim ki bugünün kıyametvari kü­resel durumunda, geleceğin nihai ufku, Jean-Pierre Dupuy’ün verdiği adla distopyacı “sabit nokta”, ekolojik kırılmanın, kü­resel ekonominin ve toplumsal kaosun sıfır-noktasıdır - sonsuza değin ertelenmiş olsa bile sıfır noktası -kendi haline bırakılmış- gerçekliğimizin kendisine yöneldiği sanal “çekim merkezi”dir.
Bu ayrıma dayanarak, Marx’la ilgili (aynı zamanda yirminci yüzyıl Soluyla ilgili) bir problemi görebiliriz. Problem, Marx’ın Komünist rüyalarında çok ütopyacı olması değil, Komünizminin fazlasıyla “gelecekçi” olmasıydı. Marx’ın Plato için yazdığı satır­lar (Plato’nun Devlet'i bir ütopya değildi, var olan Antik Yunan toplumunun idealize edilmiş bir imgesiydi) Marx’ın kendisi için de geçerlidir: Onun Komünizm olarak algıladığı kapitalizmin idealize imgesi, kapitalizmsiz kapitalizmdi, yani kâr ve sömürü olmadan yaygınlaşmış kendini-yeniden-üretme. Bu sebeple Marx’tan Hegel’e ve Hegel’in toplumsal süreçlerle ilgili “trajik” görüşüne dönmemiz gerekir: bu görüşte bize hiçbir gizli teleoloji yol göstermez, her müdahale bir bilinmeze sıçrayıştır, sonuç hep beklentilerimizi bozar. Emin olabileceğimiz tek şey şu:
Var olan sistem kendini sonsuza kadar yeniden üretemez.
Peşinden her ne gelecekse, o da “bizim geleceğimiz” olmayacak.
Orta Doğu’da yeni bir savaş, ekonomik kaos ya da olağanüstü bir çevre felaketi başımızdaki belanın temel koordinatlarını hızla değiştirebilir.
Bu açıklığı olduğu gibi kabul etmemiz, gelecekten belirsiz işa­retlerden başka bir şeyle kendimizi yönlendirmememiz gerekir. [sh:174-175]
Kaynak:
Slavoj Zizek, Tehlikeli Rüyalar Görme Yılı, trc: Mehmet ÖZNUR-Barış ÖZKUL,  İngilizce orijinali “The Year of Dreaming Dangerously” Engure Yay. Ekim 2013, İstanbul


[1] Bkz. Adam Jacot de Boinod, The Meaning of Tingo, London: Penguin Press 2005.
[2] Bkz. JearvClaude Milner, Clartes de tout, Paris: Verdier 2011.
[3] “The Global Minotaur: An Intevievv with Yanis Varoufakis”, nakedcapita- lism.com’da mevcut.
[4] Bkz. Yanis Varoufakis, The Gbbal Minataur, London: Zed Books 2011.
[5] “The Global Minataur: An Inteview with Yanis Varoufakis”, nakedcapita^ lism.com.
[6] Hırvatistan’da anti-gay hareketinin arkasındaki asıl gücün papazlar ve genç oğlan çocukları arasında onlarca sübyancılık olayına karışmakla ünlü Katolik Kilisesi olması da cabası.
[7]  Charles Baudelaire, Paris Spleen, çeviri Louise Varese, New York: New Directions 1970, s. 1.
[8] http://cloud'in-trousers.blogspot.com’dan alıntılandı.
[9] United Airlines, Hemispheres magazine, Temmuz 2011, s. 135.
[10]               Bu referansı Işık Barış Fidaner’e (İstanbul) borçluyum.
[11] Burada Randcı mitsel “başaranlar” tarafından değil sisteme direnen ve kurallarını ihlal ederek sistemin geçerli olmasını sağlayan “içkin ihlalciler” denilebilecek kişilerin yaptığı bir grevi hayal edebiliriz. Mesela bugünün Küba’sında aktivitelerini askıya alan karaborsacıları düşünün, ihtimal o ki ekonomik sistem birkaç hafta içinde çöker. Bunun benzeri Batılı ülkelerde “kuralına göre çalışmak” greviyle olabilir. Gümrük ya da sağlık servislerindeki gibi hassas görevlerdeki kamu çalışanları sadece yapılması gerekeni harfiyen uygulasalar sistemi bizzat durma noktasına getirirler.
[12] Yaşam Güzeldir filmini biraz değiştirmeyi, babanın bunun benzeri bir şarkıyı oğluna okuduğunu hayal edebilir miyiz? “Naziler bizi burada öldürüyorlar, ama oğlum görebilmen gerekir, bütün bunlar daha büyük bir Yaşam Çember’inin parçası: Nazilerin kendileri ölecek ve çimenler için gübre olacak, ardından inekler tarafından yenecekler, inekler kesilecek ve etlerini börek yapıp yi' yeceğiz.”
[13]                Tom Holland, Persiarı Fire, New York: Doubleday 2006.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar