“TEHLİKELİ RÜYALAR GÖRME YILI” Slavoj Zizek
''Cahil bir toplum,
özgür bırakılıp kendine seçim hakkı verilse dahi, hiçbir zaman özgür bir seçim
yapamaz. Sadece seçim yaptığını zanneder. Cahil toplumla seçim yapmak, okuma
yazma bilmeyen adama hangi kitabı okuyacağını sormak kadar ahmaklıktır! Böyle
bir seçimle iktidara gelenler, düzenledikleri tiyatro ile halkın egemenliğini
çalan zalim ve madrabaz hainlerdir!'' Nietzsche
Farsçada harika bir deyim var;
“birini öldürüp gömmek, sonra da izleri yok etmek için üstünde çiçek
yetiştirmek” anlamına gelen “vernem nihaden”.[1] Medyadaki hakim tepki
tam da bir vernem nihaden değil miydi? Medya olayların radikal özgürlükçü
potansiyelini öldürmüş; demokrasiye yönelttikleri tehdidi gizlemiş ve sonra
gömülü ceset üzerinde çiçekler yetiştirmişti. Bu nedenle, muhtemel yanlış
anlamaları önlemek, olayları küresel kapitalizmin bütünlüğü içerisinde
konumlandırmak; çağdaş kapitalizmin temel antagonizmasıyla nasıl
ilişkilendiklerini göstermek son derece önemlidir. [sh:9]
**
“insanlık önüne ancak üstesinden
gelebileceği vazifeler koyar” şeklindeki iyimser fikirden vazgeçmeliyiz:
Günümüzde evrimin mantığının hiçbir şekilde belirgin çözümler getirmediği
sorunlarla karşı karşıyayız.
Bu
çerçevenin ötesine geçebilmek için, günümüz kapitalizminin üç ayırt edici
özelliği üzerinde durmak lazım: Kârdan ranta (özelleştirilmiş ”müşterek
bilgi”ye dayalı rant, doğal kaynaklara dayalı rant olmak üzere iki temel
biçimde) dönüşen uzun vadeli eğilim; işsizliğin çok daha güçlü yapısal rolü
(uzun vadeli bir işte “sömürülme” fırsatı bir imtiyaz olarak yaşanmakta);
Jean-Claude Milner’in “maaşlı burjuvazi” dediği yeni bir sınıfın
yükselişi.[2] [sh:18]
**
Marksizmin kapitalizmi alt etme çabasında bel bağladığı geleneksel
Markist üretim güçleri ve ilişkileri diyalektiğinin geçerliliğinin en
inandırıcı örneğinin Komünizmin dağılması olması, tarihin yüce bir ironisidir.
Komünist rejimleri esas mahveden, “enformasyon devrimini” var eden yeni
toplumsal mantığa uyum sağlamakta güçlük çekmeleriydi. [sh:19]
**
Günümüzde
eko-kapitalizmden Temel Gelir kapitalizmine, kapitalizmi insanileştirmeye
yönelik çabaların bombardımanı altındayız. Bu çabaların ardındaki muhakeme
şöyle:
Tarihsel
deneyim, kapitalizmin servet üretmenin bugüne dek keşfedilmiş en iyi yolu
olduğunu ortaya koydu; aynı zamanda, kendi başına bırakıldığında, kapitalist
yeniden üretim sürecinin sömürüye, doğal kaynakların tahribatına, kitlesel
acılara, savaşlara yol açtığı ortadadır. O halde temel amacımız, kâra odaklı
kapitalist üretim matrisini muhafaza ederken kapitalizmin daha ulvi amaçlara,
küresel refah ve adalete hizmet edecek şekilde düzenlenmesi ve yönetilmesi
olmalıdır. Sonuç olarak, kapitalist canavarı, kendi olağan işleyişine
bırakmamız, piyasaların saygı duyulması gereken talepleri olduğunu kabullenmemiz
ve piyasa mekanizmalarında doğrudan yaşanabilecek bir sıkıntının bir faciaya
yol açabileceğini anlamamız gerekir - elimizden gelen tek şey bu canavarı
ehlileştirmektir... Tüm bu teşebbüsler, pragmatik gerçekçilik ile adalete
yönelik ilkeli bir bağlılığı bir araya getirme çabaları bakımından genel olarak
iyi olsa da, iki boyut arasındaki antagonizmanın Gerçek’iyle er geç
yüzleşirler: Kapitalist canavar, iyiliksever toplumsal düzenlemeleri her
seferinde atlatır. Dolayısıyla bir noktada şu can alıcı soruyu sormak zorunda
kalırız: Kapitalist canavarla oynamak, hayal
edilebilecek tek oyun mudur?
Kapitalizm
her ne kadar üretici olsa da sürekli faaliyet göstermesi için ödediğimiz bedel
ya çok yüksekse? Bu soruları göz ardı edip kapitalizmi insanileştirmeye devam
edersek tersine çevirmeye çalıştığımız süreci derinleştirmiş oluruz yalnızca.
Bu sürecin işaretleri de hemen her yerde görülüyor. Alt sınıfları hedefleyen
yeni tip tüketim toplumunun temsilcisi olan Wall-Mart,ın yükselişi
de bu işaretlerden biri:
Yeni bir şey icat ederek tamamen
yeni bir sektör yaratan ilk büyük şirketlerin (örneğin, ampülle Edison, Windows
yazılımıyla Microsoft, Walkman ile Sony ya da iPod/iPhone/iTunes paketiyle
Apple) ya da belli bir markayı var etmeye odaklanan diğer şirketlerin (örneğin
Coca-Cola, ya da Marlboro) aksine Wall-Mart daha önce kimsenin akıl edemediği
bir şey yaptı. Ekonomik baskı altında olan Amerikan
işçi sınıfını ve alt-orta sınıfı cezbetme amacıyla yeni bir Ucuzluk
İdeolojisini bir marka haline gelecek şekilde paketledi. Sendikaları kesinkes yasaklamasıyla bağlantılı olarak
fiyatları düşük tutmaya ve uzun süredir zor hayatlar yaşayan işçi sınıfından
müşterilerinin alışveriş sepetlerindeki ürünlerin (çoğu yabancı) sömürüsüne
ortak olmuş olmaktan aldıkları tatmin duygusunun artmasına öncülük etti.[3]
Ama esas mesele şu ki devam eden
kriz, sorumsuz harcamalardan, açgözlülükten, etkisiz banka düzenlemelerinden
kaynaklanmıyor. İktisadi bir devir sona eriyor: Varoufakis’in “küresel
Minotaur’un doğumu olarak adlandırdığı, 1970’lerde başlayan devir - 1980’lerin
başından 2008’e kadar dünya ekonomisini döndüren devasa motor.[4] 1960’ların sonu ve 1980’lerin başına yalnızca bir
petrol krizi ve ekonomik durgunluk hakim değildi; Nixon’un ABD dolarını altın
standardına bağlı olmaktan çıkarması, kapitalist sistemin işleyişindeki çok
daha radikal bir değişimin sonucuydu. 1960ların sonunda ABD ekonomisi,
üretim fazlasını Avrupa ve Asya’da geri dönüşüme sokmaktan aciz kalmıştı: Bu
fazlalar bütçe açığına dönüşüyordu. 1971’de ABD hükümeti cesur bir stratejik
hamleyle bu gerile- meye yanıt verdi. Hızla büyüyen bütçe açığını kapatmaya
çalışmak yerine tersini yapmaya, bütçe açığını büyütmeye karar verdi.
Peki bunun bedelini kim ödeyecekti? Diğer dünya ülkeleri! Peki nasıl?
Sermayenin, Amerika’nın açığını finanse edecek iki büyük okyanusun kıyılarına
kalıcı bir şekilde aktarılması sayesinde. Bu süreç,
tıpkı devasa bir elektrik
süpürgesi gibi diğer halkların artı malları ve sermayelerini emerek başladı. Bu “düzenleme”, yeryüzünde hayal
edilebilecek en büyük dengesizliğe yol açtığı halde... küresel dengeyi andıran
bir duruma zemin hazırladı: İstikrar ve sürekli büyüme izlenimi verirken
aslında hızla ivme kazanan asimetrik, mali ve ticari akışlardan oluşan bir
uluslararası sistem. Bunun doğurduğu bütçe açıklarından beslenen dünyanın
önde gelen artı değer ekonomileri (örneğin Almanya, Japonya ve sonradan Çin)
seri mal üretimi yapmakta Amerika Birleşik Devletleri de bunları emmekteydi. Bu
ülkelerin yaptığı küresel kârın neredeyse yüzde 70’i, Birleşik Devletlere,
Wall Street’e sermaye olarak aktı. Peki Wall Street bu paralarla ne yaptı?
Bu sermaye akışını doğrudan yatırımlara, yeni hisselere, yeni mali araçlara,
yeni ve eski biçimde kredilere dönüştürdü.[5] [sh:27-29]
kültür savaşının iki boyutludur.
Kültür aynı zamanda, kendi siyasetlerini cinsiyetçilik, ırkçılık ve köktencilik
karşıtlığına ve çokkültürlü hoşgörüye dayandıran “aydın” liberallerin başat
ideolojik temasıdır. O halde temel soru şudur: Kültür, niçin yaşam- dünyamızda
merkezi kategori haline gelmiştir?
Din konusuna gelince, “gerçekten
inanmıyoruz”, yalnızca ait olduğumuz topluluğun “yaşam tarzına” saygı gereği
olarak (bazı) dini ritü- ellere ve değerlere ayak uyduruyoruz (“geleneğe
saygı” gereği koşer kurallarına uyan inançsız Yahudiler gibi). “Aslında
inanmıyorum, ama bu, ait olduğum kültürün bir parçası” argümanı, çağımızın
yadsınmış veya yer değiştirmiş inanç tarzının hakim biçimidir. O halde,
“köktenci-olmayan” kültür nosyonu, “gerçek” din, sanat ve diğerlerinden farklı
olarak, esasen, yadsınmış veya gayrişahsi inançların alanıdır - aslında
inanmadan, “gerçekten ciddiye almadan” uyguladığımız şeylerin tümünün
adıdır.
Not edilmesi gereken ikinci husus,
yoksullarla dayanışma halinde olduklarını iddia ettikleri halde liberaller
kendi kültür savaşlarını aksi yönde bir sınıfsal mesajla kodlamaktalar. Çok-
kültürcü hoşgörü ve kadın hakları yönündeki mücadeleleri daima değilse çoğu
zaman “alt sınıflara” atfedilen hoşgörüsüzlüğe, köktenciliğe ve
ataerkil cinsiyetçiliğe karşıt bir konuma işaret ediyor. Bu kafa karışıklığını
gidermenin bir yolu, gerçek ayrım çizgilerini yok etme işlevi gören
dolayımlayıcı terimlere odaklanmaktır. “Modernleşme” teriminin güncel ideolojik
saldırıda kullanılış biçimi ibretliktir: Öncelikle “modernleşme
yanlıları” (küresel kapitalizmi, iktisadi boyuttan kültürel boyuta,
baştan sona onaylayanlar) ile “gelenekçiler” (küreselleşmeye direnenler)
arasında soyut bir karşıtlık inşa ediliyor. Ardından geleneksel muhafazakârlar
ve popülistlerden “Eski Sol”a (refah devletini, sendikaları
vb. savunmaya devam edenler) dek herkes direnenler kategorisine sokuluyor. Bu
kategorizasyonun, toplumsal gerçekliğin belirli bir veçhesini yansıttığı
muhakkak. Almanya'da 2003 başlarında, dükkânların Pazar günü de açık olmasının
kanuni bir hakka dönüşmesini engelleyen Kilise ve sendikaların koalisyonunu
hatırlayın. Ne var ki bu “kültürel farklılığın” farklı tabakaları ve
sınıfları kapsayarak tüm toplumsal alanı kat ettiği veya diğer muhalefetlerle
farklı biçimlerde birleşebildiği (böylece küresel kapitalist modernleşmeye
direnen “geleneksel değerleri” veya kapitalist küreselleşmeyi onaylayan
ahlakçı muhafazakârları gördüğümüz) söylenemez. Kısacası bu “kültürel
farklılığın” çağdaş toplumsal süreçlerde faaliyet gösteren bir dizi
antagonizmadan biri olduğunu iddia etmek saçmadır.
Bu
karşıtlığın toplumsal bütünlükte bir anahtar işlevi görememesi, yalnızca diğer
farklılıklarla eklemlenmesi gerektiğini göstermez. Soyut olduğunu ve Marksizmin
savına göre tüm diğer antagonizmaları üstbelirleyen ve bu haliyle tüm alanın
“somut evrenseli” olan bir antagonizma (sınıf mücadelesi) olduğunu gösterir. “Üstbelirlenme”
terimi burada tam da Althusserci anlamda kullanılıyor; sınıf mücadelesi, tüm
diğer mücadelelerin nihai referansı ve anlam ufku değil diğer antagonizmaların
“eşdeğerlik zincirlerine” eklemlenme biçimlerinin oluşturduğu “tutarsız”
çoğulluğu açıklayan yapılandırıcı ilkedir. Sözgelimi feminist mücadele,
özgürlük yolundaki ilerici mücadelesiyle bir zincire eklemlenebilir ya da (sık
sık olduğu gibi) üst-orta sınıfların “ataerkil ve hoşgörüsüz” alt
sınıflar karşısındaki üstünlüklerini dayatmak için başvurdukları bir ideolojik
araç olarak faaliyet gösterebilir. Burada önemli olan, feminist mücadelenin
sınıfsal antagonizmayla farklı biçimlerde eklemlenmesi değil sınıfsal
antagonizmanın iki katmanlı bir durum almasıdır: Sınıf mücadelesinin
oluşturduğu özel kümelenme, feminist mücadelenin niçin üst sınıflarca
desteklendiğini açıklar. (Aynı şey ırkçılık için de geçerlidir: Açık
ırkçılığın en alt kesimden beyaz işçiler arasında yaygın olmasının nedeni sınıf
mücadelesinin dinamiklerinde aranmalıdır.) Burada sınıf mücadelesi, mutlak
Hegelci anlamıyla, “somut evrenseldir”; kendi ötekiliğiyle (diğer
antagonizmalar) ilişki kurarken aslında kendisiyle ilişki kurmakta, diğer
mücadelelerle ilişki kurma biçimini (üst)belirlemektedir.
Altı
çizilmesi gereken üçüncü husus, feminist, ırkçılık karşıtı, cinsiyetçilik
karşıtı ve bu türden diğer mücadelelerle sınıf mücadelesi arasındaki temel
farklılıktır, ilk durumda, amaç anatagonizmayı farklılığa dönüştürmek iken
(cinsiyetlerin, dinlerin ve etnik grupların barışçıl biçimde bir arada
bulunması) sınıf mücadelesinin amacı ise tam tersidir: sınıfsal farklılıkları
sınıfsal antagonizmalara dönüştürmek. Buradaki eksiltmenin nedeni genel
karmaşık yapının, kendi minimal antagonist fark'lılığına indirgenmesidir.
Irk-cinsiyet-sınıf dizisinin, sınıf bağlamında gizlediği şey, siyasi mekânın
farklı mantığıdır: Irkçılık ve cinsiyetçilik karşıtı mücadeleler ötekinin tam
anlamıyla tanınması için mücadele ederken sınıf mücadelesi ötekini yenmek,
denetimi altına almak, hatta yok etmeyi amaçlar - fiziken değilse de
sosyopolitik rolünü ve işlevini ortadan kaldırarak. Başka deyişle, ırkçılık
karşıtlığının tüm ırkların kendi kültürel, siyasi ve iktisadi çabalarında
serbest bırakılmasını istediğini söylemek mantıklı olsa da, proleter sınıf
mücadelesinin burjuvaziye kendi kimliğini dayatma ve kendi hedeflerine ulaşma
olanağı sağladığını öne sürmek mantıksızdır. Bir durumda, farklı kimliklerin
tanınmasına dayalı bir yatay mantıkla diğer durumda ise bir antagonistle (düşmanla)
girişilen mücadeleye özgü bir mantıkla karşılaşırız.
Buradaki
paradoks şu ki söz konusu antagonizmanın mantığını popülist köktenciliğin
muhafaza etmesi, liberal solun ise farklılıkların tanınmasına, antagonizmaların
birlikte var olan farklılıklara dönüşmesine dayalı mantığa uymasıdır. Muhafazakâr
popülist taban örgütlenmeleri, üst sınıfların sömürüsü karşısında halkı
seferber etme ve mücadeleye girme ilkesine dayanan eski radikal solcu tutumu
gasp ettiler. ABD’deki iki partili sistemde kızıl Cumhuriyetçileri, mavi
ise Demokratları işaret ettiği için ve popülist köktenciler (elbette) Cumhuriyetçilere
oy verdiği için eski anti-Komünist slogan En iyi kızıl, ölü kızıl!
bugün yeni ve ironik bir anlam kazanıyor - eski tip solcu taban örgütlenmelerinin
“kızıl” tutumu ile yeni Hıristiyan köktenci popülizm arasındaki devamlılıkta
gizli olan bir ironi.
[sh:47-50]
**
Son
dönemlerde Doğu Avrupa’daki post-Komünist ülkelerde patlak veren homofobi
durup düşünmemiz için bir vesile olmalıdır. 2011 başlarında İstanbul’da
binlerce kişinin barış içerisinde yürüdüğü bir eşcinsel yürüyüşü yapıldı,
herhangi bir şiddet olayı yaşanmadı; aynı tarihlerde Sırbistan ve Hırvatistan’da
(Belgrad ve Split’te) yapılan eşcinsel yürüyüşlerinde ise polis, katılımcıları
gözü dönmüş fundamentalist Hıristiyanların acımasız saldırılarından koruyamadı.
Avrupa mirasına karşı gerçek bir tehlikeden söz edilecekse Türkiye’ye değil bu
kökten dincilere işaret edilmelidir. Gelgelelim AB Türkiye’nin üyeliğini bloke
etmiş durumda; o halde şu soruyu sormaktan çekinmemeliyiz: Aynı kuralları Doğu
Avrupa’ya niçin uygulamıyoruz?[6] [sh:56]
**
Anti-Semitizm’i
de ırkçılık, cinsiyetçilik, homofobi, gibi unsurlarla bir arada düşünmek
gerekir. İsrail Devleti, Siyonist politikalarına zemin oluşturmaya
çalıştırırken bu noktada ölümcül bir hata yapıyor: “Eski” (geleneksel
Avrupalı) olarak bilinen anti-Semitizmi tamamen inkâr etmese de önemsiz göstermekte
ve bunun yerine İsrail Devleti’nin Siyonist siyasetinin bir eleştirisi
kisvesine sokulan yeni ve “ilerici” olarak bilinen anti- Semitizm’e
odaklanıyor. Bemard Henri-Levy de, yakın gemişte, aynı doğrultuda ilerleyerek, (The
Left in Dark Times kitabında) yirmibirinci yüzyılda anti-Semitizmin ya
“ilerici” olacağını ya da hiç olmayacağını iddia etmiştir. Doğal sonucuna
götürüldüğünde bu tez, bizi mistifiye edilmiş/yer değiştirmiş bir
anti-kapitalizm olarak anti-Semitizmle ilgili eski Marksist yorumu (bu yoruma
göre anti-Semitistler kapitalist sistemi suçlayacakları yerde öfkelerini
sistemi yozlaştırmakla suçladıkları belirli bir etnik grup üzerinde
yoğunlaştırırlar) ters çevirmeye sevk ediyor. Henri-Levy ve partizanlarına göre
günümüzde kapitalizm karşıtlığı, anti-Semitizmin kılık değiştirmiş bir halidir.
“Eski-tip”
anti-Semitizme saldırmayı yasaklayan bu az söz edilse de çok etkili olan yöntem
tüm Avrupa’da, özellikle de Doğu Avrupa'da ortaya çıkmakta. Benzer bir tuhaf
ittifakı ABD’de de gözlemleyebiliyoruz: Adeta doğaları gereği anti- Semitik
olan köktendinci Hıristiyan ABD’liler, nasıl oldu da İsrail Devleti’nin
Siyonist politikalarının hararetli bir destekçisi haline geldiler?
Bu
muammanın tek bir cevabı var: Değişen ABD’li köktendinciler
değil Siyonizmin kendisi. Kendilerini İsrail Devleti’nin bütün politikalarıyla
özdeşleştirmeyen Yahudilere yönelik nefretinden dolayı Siyonizm paradoksal
olarak anti-Semitik bir biçim aldı; bu anti-Semitik hatta, Siyonist projeden
şüphe eden Yahudi figürü inşa olundu. İsrail tehlikeli bir oyun oynuyor: Radikal sağın ABD’deki en önemli sesi ve İsrail
yayılmacılığının kuvvetli bir destekçisi olan Fox News, yakınlarda, açıkça
anti-Semitik yorumlar yapan popüler sunucularından Glen Beck’i tenzil-i
rütbeye uğratmak zorunda kaldı.
İsrail Devleti’nin politikalarına
yönelik eleştiriler karşısında standart Siyonist argüman şöyledir: Tabii ki diğer devletler gibi İsrail Devleti de
yargılanabilir, en nihayetinde eleştirilebilir de, fakat İsrail politikalarına
yönelik bu eleştiriler anti-Semitik amaçlar doğrultusunda istismar
edilmektedir. İsrail politikalarını kayıtsız şartsız destekleyen köktendinci Hıristiyanlar,
Sol’un bu politikalara yönelik eleştirilerini kabul etmiyorlar; günlük
Viyana gazetelerinden Die Presse’de Temmuz 2008’de yayımlanan harika bir
karikatür bu argümanı konu etmekteydi. Karikatürde yer alan Nazi görünümlü iki
tıknaz Avusturyalı’dan birisinin elinde bir gazete var ve arkadaşına şöyle
diyor: “işte yine görüyoruz; tamamen meşru bir anti-Semitizm ucuz bir İsrail
eleştirisi adına nasıl da istismar ediliyor!”
İsrail
Devletinin müttefikleri günümüzde bunlar. Öte yandan, aslında Yahudi milletinin
büyüklüğünden gizliden gizliye nefret eden gerçek kin ve nefret mihrakları,
anti-Semitlerle ittifak yapan Siyonistler değil mi?
Peki,
böyle tuhaf bir duruma nasıl geldik?
Aynı şey 1989
sonrasında yaşanan hayalkırıklığı için de geçerli. Lubitch’in Ninotchka
fıkrasının harikulade bir diyalektiği var:
Adamın biri kafeteryaya girer ve
kremasız kahve ister, garson cevap verir: “Üzgünüm, kremamız kalmadı. Sütsüz
kahve getirebilir miyim?” Her iki durumda da müşteriye sade kahve getirilir,
ama bu aynı-kahveye her defasında farklı bir olumsuzlama eşlik etmektedir; ilk
önce kremasız-kahve, sonra sütsüz- kahve.
Burada karşılaştığımız
şey, eksikliğin kendisinin pozitif bir nitelik olarak işlev gördüğü bir
farklılaşma mantığıdır - bir Montenegroluya dair eski bir Yugoslav fıkrası
bu paradoksu iyi anlatıyor (eski Yugoslavya'da Karadağlı insanlar tembel
olarak damgalanmıştır):
Karadağlı
biri uyumaya gittiğinde yatağının başına neden biri dolu biri boş iki bardak
koyar?
Gece
vakti susayıp susamadığını önceden düşünmek için çok tembel olduğundan...
Bu
fıkradaki önemli nokta yokluğun da pozitif olarak kaydedilmesidir: Dolu bir
bardak suyun olması yetmez; çünkü, eğer Karadağlı susamazsa onu kâle almaz olur
biter - bu olumsuz olgunun kendisine boş bardak tarafından dikkat çekilmelidir;
bir diğer deyişle, suya-ihtiyaç-olmaması durumu boş bardağın boşluğunda cismani
bir hal almış olmalıdır. [sh:57-59]
**
Dolayısıyla,
Britanya kentlerini saran şiddet dalgası, yalnızca yoksulluğa ve toplumsal
ufuklardan yoksun kalınmasına, ailenin veya diğer toplumsal bağların
çözülmesine bağlanarak açıklanamaz. Bu kutuplaşmaya tekabül eden öznellik
biçimine ilişkin olarak, Baudelarie’in ünlü nesir-şiiri “Yabancı” dan
başlayabiliriz:
Söyle
esrarengiz adam, kimi seversin en çok, babanı mı,
Anneni mi,
ablam mı, yoksa abini mi?
Ne anam,
ne de babam var, ne ablam ne de abim.
Dostların
mı?
Anlamını
hiç bilmediğim bir kelime kullandın.
Yurdun mu?
Hangi
enlemdedir bilmem ki.
Güzellik
mi?
Ölümsüz
bir Tanrıça olsaydı, severdim kuşkusuz.
Altın mı?
Senin
Tanrıdan nefret ettiğin kadar nefret ederim.
Peki, neyi
seversin öyleyse sen, sıradışı yabancı?
Bulutlan
severim ... işte şu ... işte şu geçen ... yukarıdaki...
yukarıdaki...
harikulade bulutları!”[7]
Bu
“esrarengiz insan” tam bir internet müptelası portresi çizmiyor mu?
Ekranın
önünde tek başında; ne babası, ne annesi, ne memleketi ne de tanrısı var - tek
ihtiyacı, internetle bağlanacağı bir dijital bulut.
Böyle bir
konumun nihai sonucu, tabii, öznenin çok rahatsız edici bulduğu cinsel temastan
kaçınıp kendini bir “pantolonlu bulut”a dönüştürmesidir. 1915’ te Vladimir
Mayakovski bir tren kompartımanına girmiş ve orada genç bir kadınla
karşılaşmıştır; kompartımanda ikisinden başka kimse yoktur. Genç kadını
rahatlatmak için kendini tanıtır: “Ben erkek değil, pantolonlu bir
bulutum.” Kelimeler dudaklarından
döküldüğünde, bunun tam bir şiir mısrası olduğunu fark eder ve ilk başyapıtını
kaleme alır - “Pantolonlu Bulut”:[8]
Misyonsuz bir adam bundan böyle,
ıslak bir şey ve körpe
— pantolonlu bulut.
Peki, bu “pantolonlu bulut” seksle ilişkilendirilebilir mi?
United
Airlines’ın uçaklarındaki dergisinde bir tanıtım reklamı şöyle başlıyor: “Flört
hayatında... dışarıdan destek almanızın zamanı geldi belki de”. Ve şöyle
devam ediyor: “İnsanlar hayatlarındaki birçok şeyi idare etmek için
profesyonelleri kiralıyorlar, özel birisini bulmak için neden bir profesyonel
kullanmıyorsunuz? Bizler profesyonel çöpçatanlarız - her Allah’ın günü
yaptığımız tek şey bu”.[9]
Kol
emeğini (dünya üzerindeki kirlenmenin çoğunu) Üçüncü Dünya ülkelerine
aktardıktan ve işkence vakalarını pek çoğu ABD’li ve Çinli uzmanlardan eğitim
almış olan diktatörlüklere pasladıktan sonra, siyaset hayatımızı da idareci
uzmanların (Cumhuriyetçi Parti’den aday olabilmek için yarışan moronlara bir
bakın) denetimine bırakırsak en sonunda seksi de taşerona vermek zorunda
kalmaz mıyız?
Tüm
o potansiyel utancı göze alıp niçin birilerini baştan çıkarmaya çalışalım ki?
Ben
ve sevgilim seks yapmak için anlaştıktan sonra yerimizi alacak birer dublör
seçelim ve onlar sevişirken (daha doğrusu, onlar aracılığıyla biz sevişirken)
birer içki alıp sakince sohbet edelim ve ardından iyi bir kitap okumak için istirahata
çekilelim. Bu tür bir ilişkisizlik halinden sonra gerçeklikle yeniden bağ
kurmanın tek yolu katıksız şiddet olacaktır. [sh:80-81]
**
Doha’daki İslam Sanatları Müzesinde
PO 24.1999 olarak numaralanan parça Iran ya da Orta Asya’dan (Nişapur ya da
Semerkant) yuvarlak basit bir 10. yüzyıl tabağı, 43 cm çapında, beyaz satıh
üzerine siyah yazıyla Yahya ibn Ziyad’a atfedilen bir deyişle süslenmiş:
“Aptal, önüne gelen fırsatı
kaçıran sonra da kaderi sorumlu tutan kişiye denir.”
Böyle tabaklar bilgili insanların
yemek sırasında ve yemekten sonra sohbet etmelerini teşvik eder. Immanuel
Kant’ın muhtemelen son büyük uygulayıcısı olduğu unutulmuş bir sanat; sadece
iş yemeklerini ( “ağır öğle yemekleri”) bilen ve böyle düşünmeye teşvik eden
yemeklere yabancı olan çağımızın fast-food kültürüne uymayan bir pratik.
Ayrıca tabağın (sanat nesnesi) kendi çevresiyle (yemek) bu şekilde bütünleşmesi
İslam sanatının bir özelliğidir: Sanat nesnesini sergilerde izole eden ve onu
gündelik hayat pratiklerinden uzaklaştıran Avrupa sanatıyla açık bir kontrast.
İslam Sanatları Müzesi binasının mimarı Pei, bu özelliğin farkına varmıştı:
Kendi mimari tasarımının temel ilkeleriyle cebelleşirken, güneş ve gölge
oyununu rahatsız edici unsurlar olarak görmektense kendi projesine dahil etmeyi
doğru buldu. İSM binasını yalnızca bir bina olarak tahayyül edersek, güneş ve
gölge, ışık ve karanlık oyununu dikkate almazsak tamamlanmamış bir nesneyle
karşılaşırız - parıldayan güneş ışınlarıyla gölgede kalan kısımları ayrıştıran
çizgi binanın ayrılmaz bir unsurudur. Aynı şey tabak için de geçerlidir: Onu
bir sanat eseri olarak tam anlamıyla kavrayabilmemiz için yemek sürecine dahil
etmemiz gerekir.
Tabaktan yemek
yiyenler belirli bir zamansal ritmi takip ederler: Tabaktaki yemek azaldıkça
mesaj yavaş yavaş ortaya çıkar. Fakat burada daha karmaşık bir durum daha
vardır:
Yemek dağıtıldığında ve tabak
yemekle dolu olduğunda, tabağın kenarındaki deyiş halihazırda okunur olabilir;
yavaş yavaş ortaya çıkan şey, merkezdeki dörtgen çizim, kendi kuyruğunu ısıran
meşhur yılan imgesiyle benzerlik içinde, yaşamın döngüselliğine ilişkin bir
semboldür. Ama tabağın gerçek mesajı, “yaşamın şahane döngüsü” müdür? Ortadaki
çizim ya hakikati anlatırmış gibi yaparken gerçekte yalnızca sahte-bilgeliği
karakterize eden boş bir sembolse?
Yani,
ortadaki döngüsel/dairesel çizim, kafa bulanıklığımızı derin bir bilgelik
olarak maskeleyen keskin bir totoloji düzeyinde (“yaşam yaşamdır,” “doğan her
şey ölmek zorundadır”, vs. cinsinden) var oluyor olamaz mı?
Ne
söyleyeceğimizi bilemediğimiz halde yine de derin bir bilge gibi konuşmak
istediğimizde böyle laflarla konuşuruz. Buna en iyi örnek, atasözlerinin fırsatçılığıdır:
Ne olursa olsun, bir atasözüyle durumu kurtarabilirsiniz. Birisi büyük bir
risk alıp başarılı olduğunda, “yalnızca risk alanlar kazanır!” diyebilirsiniz;
eğer başarısız olduysa, “rüzgâra karşı işenmez!” ya da “yüksekten
kartalın düşüşü pek sert olur!” diyebilirsiniz. Böylece derin laflar etmiş
olursunuz. Bu atasözü bilgeliğinin kofluğuna dair bir başka kanıt da bu lafları
ne kadar eveleyip geveleseniz, ne kadar terse çevirseniz de sonucun aynı
(olumlu) olmasıdır. “Dünyevi kibre ve zevklere aldanma, gerçek hayat öbür
dünyada!” sözü derin bir anlama sahip gibi görünür ama “Öbür dünyanın
türlü türlü sırrına vakıf olmaya çalışma, dünyadan keyif almaya bak, başka
hayat yok!” sözü de öyle. Peki şuna ne demeli: “Bilge bir insan, öbür
dünyayla bu dünyayı kıyaslamaz, bu ikisini karşıtlaştırmaz; ebedi dünyanın
ışığının gündelik hayatımızda parıldadığını görmeye kadirdir!” Ya da, yine,
“Bilge bir insan bu dünyayı ebediyetten ayıran uçurumu kabullenmiştir, bilir
ki biz faniler, bu iki boyutu birleştiremeyiz - buna yalnızca Tanrı kadirdir”.
Fakat
sözünü ettiğimiz tabağın kenarını süsleyen deyiş hiç de bu tür bir bilgelik
değil “Aptal, eline geçen fırsatları heba eden
ve sonra da bundan kaderi sorumlu tutan kişiye denir.”
Bunu ters çevirelim: “Aptal,
eline geçen fırsatı heba ettikten sonra bunun kaderin bir oyunu olduğu
göremeyen kişiye denir.”
Bu beyanat, dini bir klişedir ve
bize hiçbir şeyin şansa bağlı olmadığını, her şeyin gizemli bir kader
tarafından belirlendiğini anlatır. Fakat, yakından bakıldığında, tabaktaki
deyiş de bu dini klişenin tersini söylemez. Onun mesajını da “kader yoktur,
her şey eline geçen şansları ve fırsatları kullanmana bağlıdır” mantığına
indirgeyemeyiz.
Peki nedir
öyleyse bu mesaj?
Tabaktan yola çıkarak zamansal
boyutu tekrar düşünelim: Yemeğin başlangıcında, yemek yiyecek olanlar, ilkin,
dolu bir tabağın kenarındaki yazıyı görürler; ele geçirilen şansı kullanmayı emreden
bu oportünizm dersini pek önemsemezler; ama tabak boşaldığında, ilk bakışta
gördükleri şeyin yavan ve sıradan bir anlamı olduğunu düşünseler de gerçek
hakikati göremediklerini fark ederler ve haliyle tekrar okurlar. Söz konusu
olan çarpıcı hakikat, kader ve şans karşıtlığından çok daha karmaşık ve ilginçtir:
İnsan kendi kaderini seçmeye ne kadar kadirdir?
oportünizmisim :Güç durumlarda, davranışlarını
ahlâk kuralları veya düzenli bir düşünceden çok, çıkarlarına uyacak biçimde
ayarlamayı amaçlayan tutum. [sh:89-91]
**
2011’de
Türk İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin, Chestertonvari [Gilbert Keith Chesterton
(1874-1936), muhafazakâr görüşleriyle bilinen İngiliz bir yazar ve deneme
yazarı] bir “felsefi polisliğe” soyunduğu benzersiz bir konuşma yaptı. Türk
polisinin, herhangi bir delil veya yargılama olmaksızın, Kürtlerin partisi
BDP’ye mensup binlerce kişiyi, aslında, tutuklanmadan önce özgür
olduklarına ikna etmek amacıyla tutukladığını öne sürdü. Şahin’in kendi
ağzından:
Özgürlük ...
Hangi özgürlükten bahsediyorsun. O zaman tutuklanınca şikayet etme, özgürlük
yoksa dışarıda. Neden şikayet ediyorsun, demek ki var dışarıda özgürlüğün. Yani
özgürlük yoksa, içerisi ile dışarının bir fark yok, neden tutuklamalardan
şikayet ediliyor. Niye, mahkûmiyetten şikayet ediliyor, o zaman. Demek ki var
dışarıda özgürlük, hem de o kadar var ki “Ben bu memleketi bölmek istiyorum,
özgürlük, özerklik yetmez. Bilmem ne -istan yapmak istiyorum” diyecek kadar özgürlük
var. İnkâr edemezsin. Tek inkâr ettiğin şey var olan özgürlükleri, varlığını
inkâr ediyorsun. Yaşadığın özgürlüğün varlığını söyleme özgürlüğün yok, çünkü
kafan, kalbin, düşüncen ipotekli. Onu söylemeye özgür değilsin. Var olan sonuna
kadar yaşadığın özgürlükleri var deme özgürlüğün yok. Çünkü orada tutsaksın,
yanlış bir yerde tutsaksın. Biz de seni tutsak yapan, sana sanal özgürlük yok
dedirten, o güçle de mücadele ediyoruz. Seni de seni konuşturanı yok ederek,
seni de senin yapını da, bölücüleri ve uzantılarını da özgürleştirmeye
çalışıyoruz. Çok derin bir iş, çok kapsamlı bir iş.[10]
Bu argümanın çılgınlığı, iktidarın
hukuk düzeninin “deli” önvarsayımlarına işaret eder. İlk öncülü çok basit: Toplumda özgürlük
olmadığını iddia ettiğin için, yani sahip olmadığın bir şeyden yoksun
kalamayacağın için özgürlüğün elinden alındığında da şikayet edemezsin.
Daha ilginç olan ikinci öncüle göre mevcut hukuk düzeni özgürlük
düzeni olduğu için ona isyan edenler fiilen köleleşmiş ve kendi özgürlüklerini
kabul etmekten aciz kimselerdir - toplumsal
özgürlük alanını kabul etme temel özgürlüğünden mahrum kalmış kimseler. Dolayısıyla
polis seni tutukladığında ve “perişan ettiğinde” aslında seni özgürleştirir,
kendine dayattığın kölelikten seni kurtarır. Böylece şüpheli isyancıları
tutuklamak ve işkence yapmak metafizik bir onurla taçlanan “çok derin, çok
kapsamlı bir iş” haline gelir.
Bu
mantık silsilesi ilkel bir bilgeliğe dayansa da her şeye rağmen bir hakikat
kırıntısı da taşımakta. Özgürlüğü kısıtlayarak özgürlük
alanı açan toplumsal düzenin dışında herhangi bir özgürlük yoktur tabii ki. Ama
bu hakikat kırıntısı, güçlü bir karşıt argüman da sunar:
Özgürlüğümüzün kurumsal
sınırları tam da özgürlüğümüzün biçimi olduğu için, bu sınırın nasıl
yapılandırıldığı, hangi somut biçimi aldığı önemlidir. İktidardakilerin oyunu
-Türk felsefi polisinin örneklediği gibi- kendi belirledikleri özgürlük
sınırını özgürlüğün biçimi olarak sunmaktır, böylece kendilerine karşı herhangi
bir mücadele topluma karşı mücadele halini alır. [sh:108-110]
**
Ayn
Rand’ın romanları arasında (sürpriz olabilir ama) bir gezinti bize bu noktayı
açıklamak için faydalı olabilir. Rand’ın iki romanının dünyasında gerçek mücadele,
itici güçler ve itici güçlerin üretici dahiliklerine bel bağlayan ikinci-el
kalabalığı arasındaki mücadele değildir. Aksine, gerçek mücadele bizzat itici
güçler arasındadır, salt dürtü olan itici güçle kendini yok etmeye dönük
ölümcül bir diyalektiğe yakalanmış potansiyel itici güç olan histerik partner
arasındaki (cinsellikli) gerilimdedir (Hayatın Kaynağı’nda Roark ve
Dominique arasında, Atlas Silkindi'de John Galt ve Dagny arasında). Atlas
Silkindi’de itici güç kişiliklerinden biri Dagny’e iticin gücün gerçek
düşmanı ikinci-el kalabalığı değil Dagny’nin kendisi olduğunu söylediğinde,
bunu harfi harfine anlamak lazım. Dagny de bunun farkındadır. İtici güç halk
arasında görünmemeye başladığında, karanlık bir komplodan, onları geri
çekilmeye zorlayan ve toplumsal yaşamı gitgide durduracak olan bir “muhrip”ten
şüphelenir. Henüz
göremediği şey nihai düşmanı olarak adlandırdığı “muhrip” figürünün aslında
onun Kurtarıcı figürü olduğudur. Histerik
özne nihayetinde esaretine geri çekilerek “muhrip”i kendi Mesihi olarak kabul
ettiğinde sorun çözülür.
Fakat
neden bu böyledir? İkinci-ellerin kendileri ontolojik bir tutarlılığa sahip
değildir, bu nedenle çözüm bulmanın anahtarı onlardan kopmak değil, onlar için
çalışan yaratıcı itici güçlerin zincirini kırmaktır. Bu zincir kırıldığında,
ikinci ellerin gücü kendi içine çözülecektir. Bir itici gücü var olan sapkın
düzene bağlayan zincir onun üretici dahiliğine kendi bağlılığından başka bir
şey değildir: Bir itici güç, sadece yaratmaya devam edebilmek için kendine
karşı çalışan gücü bile beslemek gibi son derece küçük düşürücü fiiller de
dahil, her türlü bedeli ödemeye hazırdır.
Histerikleşmiş
itici gücün mutlaka göğüslemesi gereken şey temel varoluşçu farksızlıktır,
artık ikinci-ellerin şantajının esiri olmamalıdır, onun her şeyi olan,
varlığının katı çekirdeğinden vazgeçmeye hazır olmalıdır, “dünyanın sonu”nu, onun
devamını sağlayan enerji akışının askıya alınmasını kabul etmelidir. Her şeyi
kazanmak için her şeyi kaybetmenin sıfır noktasına gitmeye hazır olmalıdır.[11]
--
Ayn
Rand’ın da anladığı gibi, gerçek bir değişiklik istiyorsak kendi kaygılarımız
ve umursadıklarımız düşmanımızdır. Sistemin atıllığına karşı küçük
savaşlar vermek, orada burada bir şeyleri düzeltmeye çalışmaktan vazgeçmek,
bunun yerine gelecek büyük savaş için alanı hazırlamak lazım. Mutlak’ın bakış açısına ulaşmak çok kolay; sadece
bütünlüğün (genelde estetikleşmiş) konumuna geri çekilmeli, tıpkı Aslan
Kraldaki şu popüler şarkıdaki gibi (sözler Tim Rice):
O bir Yaşam Döngüsü
Hepimizi
hareket ettiren
Çaresizlik
ve umutla
İnanç ve aşkla
Yerimizi bulana kadar çözüm yolunda
Tam içinde Döngünün
Yaşamın Döngüsünün
İnanç ve aşkla
Yerimizi bulana kadar çözüm yolunda
Tam içinde Döngünün
Yaşamın Döngüsünün
Şarkıyı söyleyen tabii ki
Aslanlardı. Yaşam büyük bir döngü, biz zebraları yeriz, zebralar da çimenleri;
ama öldüğümüzde toprağa döneriz, çimenleri besleriz ve döngü tamamlanır - bu,
tepede olanlar için düşünülebilecek en iyi mesajdır. Önemli nokta böylesi bir
“bilgeliğe” politik anlam kazandırmaktır. Bu yalın bir geri çekilme ya da
radikal bir eyleme koşul olarak geri çekilme midir?[12] Tabii ki yaşam daima bir
çember oluşturur fakat buna rağmen (bazen) onun hiyerarşisinde yükselme ya da
inme değildir, çemberin kendisini değiştirmek de mümkündür. Burada Mutlak’ın
görüşünden vazgeçen ve lokal bir mücadeleye girmiş fani bir failin radikal
“eleştirel” duruşunu benimseyen İsa’nın izinden gitmeliyiz, çünkü o Mutlak’m
kendisinin paradoksudur. Isa’nın duruş son derece Hegelcidir, Hegel’in temel
savı şudur: Bir Mutlak kendini “sonlulaştıracak” kadar, sonlu bir özne olarak
davranacak kadar güçlüdür.
Başka bir
şekilde söylenirse Mutlak’ın görüşüne düşünümsel bir geri çekiliş eylemsizliğe
gerilemeyi getirmez, radikal değişikliğe alan açar. Asıl mesele Kader’e
direnmek (dolayısıyla ona rağmen başarmaya çalışmak - Oidipus’un anne-babası
gibi, Bağdat’tan Samara’ya kaçan hizmetçi gibi) değil, Kader’in kendisini,
onun temel koordinatlarını değiştirmektir. Jean-Luc Godard vaktiyle şöyle bir
motto önermişti: “Ne change rien pour que tout soit different” (Her şey
farklı olsun istiyorsan hiçbir şeyi değiştirme), “bazı şeyler
mutlaka değiştirilmelidir ki her şey aynı kalsın”ın terse çevrilmiş hali. Sistemin
devamı için sürekli bir kendini yenilemeye ihtiyacı olan geç kapitalist dinamik
gibi bazı politik kümelenmelerde herhangi bir şeyin değişmesini reddedenler
aslında gerçek bir değişimin failleridir; onlar tam da değişim ilkesinde etkin
bir değişime neden olurlar.
[sh:142-143]
**
Tom
Holland’ın Pers Ateşindeki kapak yazısı şöyle: “İO beşinci yüzyılda
küresel bir süpergüç terörist olarak kabul edilen iki devlete düzen ve doğruyu
getirmekte kararlıydı. Süpergüç İran’dı, hırs, altın ve insan sayısı olarak
kıyaslanamayacak kadar zengindi. Terörist devletler ise fakir ve dağlık, Yunanistan’ın
ekzantrik ve geri şehirleri Atina ile Sparta’ydı.”[13]
300
Spartalı (Filminin) sonuna doğru bir program niteliğindeki açıklama Yunanların
gündemini “mistisizm ve despotluğun hakimiyetine karşı, aydınlık bir
geleceğe doğru” diye tanımlıyor. Özgürlük ve aklın yönetiminde olduğu
belirtilen bu gelecek en basitinden bir Aydınlanma programına benzer - üstelik
Komünist bir salvoyla! Ayrıca filmin başında Leonidas’m “kâhinlerin”
mesajını haklı olarak reddettiğini unutmayalım: Perslere karşı askeri harekâtı
tanrıların yasakladığını söylemişlerdi. Daha sonra öğreneceğimiz gibi, ilahi mesajı güya trans halinde
alan “kâhinler” aslında Persler tarafından satın alınmıştır. Tıpkı 1959’da
Dalai Lama’ya Tibet’i terk etmesi mesajını ileten Tibetli “kâhin”in, bugün
öğrendiğimiz kadarıyla, CIA’den maaş almış olması gibi! [sh:158]
**
Pascalci deus
absconditus mevzusunu, yani ancak onu arayanlara, bu arayışa gönül
verenlere görünen “saklı tanrı” temasını hatırlayalım:
Tanrı insanları kurtarmaya ve
onu arayanlara koruyuculuğunu vermeye çok isteklidir. Fakat insanlar
kendilerini buna layık görmezler.
Tanrı bazılarını reddetmekte
haklıdır: İkna olmadıkları için, diğerlerine gösterdiği şefkatten paylarına
bir şey düşmez. En katılaşmış olanların inadını yenmek isteseydi, Kendini
onlara öylesine açıkça gösterirdi ki, O’nun varlığının hakikatinden şüpheye
düşemezlerdi, tıpkı ölülerin tekrar dirileceği ve körlerin O’nu göreceği,
doğanın öylesi bir şiddetle çırpınacağı ve fırtınaların olacağı mahşer gününde
görüneceği gibi. Bu haliyle değil, bağışlayıcı İsa’nın gelişiyle görünmek istedi
O, çünkü çoğu O’nun bağışını kendilerine yakışmaz bulacaktı, O da onları
istemedikleri bu güzellikten mahrum bırakmak istedi. Dolayısıyla açıkça yüce
bir tavırla ve bütün insanları ikna edecek biçimde görünmesi doğru değildi,
ama canı gönülden O’nu arayanların da bilemeyeceği bir saklılıkla gelmesi de
doğru değildi. Tanrı, bu insanların kendini tanıyabilmesini istedi,
dolayısıyla tüm kalpleriyle O’nu arayanlara açıkça görünmek ve tüm kalpleriyle
Kendinden kaçanlardan saklı olmak istedi. Haliyle kendine ilişkin bilgiyi
öylesine düzenledi ki işaretlerini Kendini arayanlara görünür, aramayanlara görünmez
kıldı. Görme arzusunda olanlar için yeterince ışık vardır, tersi dürümdakilere
ise yeterince belirsizlik. (Pensees, 430)
Tanrı bize bu işaretleri mucizeler
kılığında sunar, bu nedenle onlar ışık ve karanlık karışımıdır: Mucizeler
herkese değil sadece inananlara görünür - şüpheci inanmayanlar (on sekizinci
yüzyıldaki yaygın ahlaksızlar anlamının aksine on yedinci yüzyıldaki tipik
anlamıyla “libertins” [serbest-meşrepler] der Pascal) onları doğal
fenomenler olarak, inananları da hurafelerin kurbanları olarak görüp kolayca
reddedebilirler. Dolayısıyla Pascal açıkça bir çeşit hermenötik çemberi kabul
eder. Bu çember, mucizelerle “doktrincin (Kilise öğretisi) birbirine
bağımlılığıdır: “Kural: Doktrini mucizelerle, mucizeleri
doktrinle değerlendirmeliyiz. İkisi de doğru, çelişki de içermiyorlar.” (Pensees, 842) Belki Kant’ın akıl ile sezgi
arasındaki ilişkiye dair formülünü buraya uygulayabiliriz: Mucizesiz doktrin
steril ve etkisizdir; doktrinsiz mucizeler kör ve anlamsızdır. Karşılıklı
bağımlılıkları, haliyle simetrik değildir. “Mucizeler doktrin içindir, doktrin
mucizeler için değil.” Badiou’nun terimleriyle, “mucize” Pascal’in Olay’a
verdiği isimdir; imkânsız Gerçek’in sıradan gerçekliğimiz içine zorla
girmesidir. Nedensellik bağını anlık olarak askıya alır, fakat sadece
ilişkilenmiş öznel duruşu olanlar, “görme arzusu” olan özneler gerçekten bir
mucizeyi teşhis edebilirler.3
[sh:169-170]
**
Protestolar ve başkaldırılar
dünyanın her yanma yayılıyor - fakat ilginçtir, bu olaylara herhangi bir
tutarlı Sol cevap verilebilmiş değil, bu kaotik direniş adalarını pozitif
bir toplumsal değişiklik programına yerleştirecek herhangi bir proje yok:
“Bugünün birbirine kenetli küresel düzeninde ne zaman
bir ulusal ekonomi krize girse -hiç gülünmeyecek şekilde- “tek ülkede
sosyalizm” hakkında, hatta “kısmen ayrık yarı-ulus-devletin finanssız-sermaye-odaklı
kapitalizmi’ hakkında kimin söyleyecek neyi var?”
T. J. Clark bu eylem
kabiliyetsizliğinin sebebini Solun “gelecekçiliğinde, radikal özgürlük
geleceğine yöneliminde bulur; bu saplantı sebebiyle Sol “zamanını facia ve kurtuluş işaretlerini bulmak için
şimdinin iç işleyişini araştırmaya harcaması gerektiği düşüncesi” ile felç
olmuştur, yani umudunu “imparatorun mezarından çıkıp yürümek için bekleyen
bir takım terracotta askerlerine” bağlamaya devam etmektedir.
Göründüğü
kadarıyla gerçek bir politik Olay’ın gerçekten olabilirliğini baltalayan bu
basitleştirilmiş kasvetli görüşte bir parça hakikat olduğunu itiraf etmeliyiz:
Belki de o Büyük Uyanış mitinden bilfiil vazgeçmek gerekir - (eski işçi sınıfı
değilse, öyleyse) mülksüzlerin, çoklukların ya da her ne ise yeni bir
ittifakının güçlerini bir araya getireceği ve kesin sonuca götüren bir
müdahaleye hükmedeceği moment. Peki, kıyamet beklentisi böylesi bir duruşu
kökten reddedersek ne olur? Clark trajik bir (toplumsal) yaşam görüşünün kabul
edilmesi gerektiği sonucuna varır: (muhteşem aydınlık) bir gelecek yoktur. Acının,
kötünün ve şiddetin “kaplanı” burada kalıcıdır, böyle koşullarda tek
anlaşılabilir politika, canavarı durdurmaya çalışan ılımlılık politikasıdır: “adım adım, başarısızlık üstüne başarısızlıkla, bizzat
kaplanın saldırmasını önlemeye yönelik bir politika gelmiş geçmiş en ılımlı ve
en devrimci politika olabilir.” Yine, bu önerideki doğruluk payı, sık sık, stratejik
olarak iyi konumlanmış sahih bir “ılımlı” talebin küresel bir değişimi
ateşleyebileceğidir - Gorbaçov’un Sovyetler Birliği’ni iyileştirmek için
“ılımlı” çabasının dağılmayla sonuçlandığını hatırlayalım.
Peki bütün
söyleyeceğimiz (ve yapacağımız) bu mu?
“Gelecek” için İngilizcede doğru düzgün açıklanamayan iki
Fransızca kelime var: futur ve avenir. Futur şimdinin devamı olarak
“gelecek”e, halihazırda var olan eğilimlerin tam gerçekleşmesine tekabül
ederken, avenir ise daha radikal bir kırılma, şimdiyle bir devamsızlığı
işaret eder - avenir sadece olacak olan değil, gelmesi gerekendir.
Diyelim ki bugünün kıyametvari küresel durumunda, geleceğin nihai ufku,
Jean-Pierre Dupuy’ün verdiği adla distopyacı “sabit nokta”, ekolojik
kırılmanın, küresel ekonominin ve toplumsal kaosun sıfır-noktasıdır - sonsuza
değin ertelenmiş olsa bile sıfır noktası -kendi haline bırakılmış-
gerçekliğimizin kendisine yöneldiği sanal “çekim merkezi”dir.
Bu ayrıma
dayanarak, Marx’la ilgili (aynı zamanda yirminci yüzyıl Soluyla ilgili) bir
problemi görebiliriz. Problem,
Marx’ın Komünist rüyalarında çok ütopyacı olması değil, Komünizminin fazlasıyla
“gelecekçi” olmasıydı.
Marx’ın Plato için yazdığı satırlar (Plato’nun Devlet'i bir ütopya
değildi, var olan Antik Yunan toplumunun idealize edilmiş bir imgesiydi)
Marx’ın kendisi için de geçerlidir: Onun Komünizm olarak algıladığı
kapitalizmin idealize imgesi, kapitalizmsiz kapitalizmdi, yani kâr ve sömürü
olmadan yaygınlaşmış kendini-yeniden-üretme. Bu sebeple Marx’tan Hegel’e ve
Hegel’in toplumsal süreçlerle ilgili “trajik” görüşüne dönmemiz gerekir: bu
görüşte bize hiçbir gizli teleoloji yol göstermez, her müdahale bir bilinmeze
sıçrayıştır, sonuç hep beklentilerimizi bozar. Emin olabileceğimiz tek şey şu:
Var olan sistem kendini sonsuza
kadar yeniden üretemez.
Peşinden her ne gelecekse, o da
“bizim geleceğimiz” olmayacak.
Orta Doğu’da yeni bir savaş,
ekonomik kaos ya da olağanüstü bir çevre felaketi başımızdaki belanın temel
koordinatlarını hızla değiştirebilir.
Bu açıklığı olduğu gibi kabul
etmemiz, gelecekten belirsiz işaretlerden başka bir şeyle kendimizi
yönlendirmememiz gerekir. [sh:174-175]
Kaynak:
Slavoj
Zizek, Tehlikeli Rüyalar Görme Yılı, trc: Mehmet ÖZNUR-Barış ÖZKUL,
İngilizce orijinali “The Year of Dreaming Dangerously” Engure Yay. Ekim 2013,
İstanbul
[6] Hırvatistan’da
anti-gay hareketinin arkasındaki asıl gücün papazlar ve genç oğlan çocukları
arasında onlarca sübyancılık olayına karışmakla ünlü Katolik Kilisesi olması da
cabası.
[11] Burada
Randcı mitsel “başaranlar” tarafından değil sisteme direnen ve kurallarını
ihlal ederek sistemin geçerli olmasını sağlayan “içkin ihlalciler”
denilebilecek kişilerin yaptığı bir grevi hayal edebiliriz. Mesela bugünün
Küba’sında aktivitelerini askıya alan karaborsacıları düşünün, ihtimal o ki
ekonomik sistem birkaç hafta içinde çöker. Bunun benzeri Batılı ülkelerde
“kuralına göre çalışmak” greviyle olabilir. Gümrük ya da sağlık servislerindeki
gibi hassas görevlerdeki kamu çalışanları sadece yapılması gerekeni harfiyen
uygulasalar sistemi bizzat durma noktasına getirirler.
[12] Yaşam Güzeldir filmini biraz değiştirmeyi,
babanın bunun benzeri bir şarkıyı oğluna okuduğunu hayal edebilir miyiz?
“Naziler bizi burada öldürüyorlar, ama oğlum görebilmen gerekir, bütün bunlar
daha büyük bir Yaşam Çember’inin parçası: Nazilerin kendileri ölecek ve
çimenler için gübre olacak, ardından inekler tarafından yenecekler, inekler
kesilecek ve etlerini börek yapıp yi' yeceğiz.”
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar