(Tekerrür eden Tarih Adına) LÉON ROUILLON: TÜRKİYE’Yİ SAVUNUYORUM
Mehmed Şevket EYGİ Beyefendinin Kitap
İçin Yazdığı Günümüze Bakan Önsözü:
İçin Yazdığı Günümüze Bakan Önsözü:
Bugünkü Yunanlılar
kendilerine, kendilerinden menkul iki keramet atf ederler.
Birincisi: Aristo’nun,
Eflâtun’un, Sokrates’in torunları; yâni antik Grek medeniyetinin, hikmetinin,
kültürünün mirasçıları olduklarını sanırlar.
İkincisi: Bizans’ın, öteki
ismiyle Doğu Roma İmparatorluğu’nun varisliği iddiasında bulunurlar. Açık
konuşayım: Millî kimliğini ve kişiliğini yitirmiş, mazisini ve ecdadını inkâr
eden, âdeta Osmanlı kültür ve medeniyetine karşı redd-i miras eyleyen bugünkü
bir kısım Türkler Fatih’in, Kanuninin, Barbaros’un, Mimar Sinan’ın, Fuzulî’nin
ne kadar torunuysalar, çağdaş Elenler de Sokrates’lerin o kadar torunudur.
Balkanlar
ve Osmanlı tarihi hakkında gerçekten büyük ihtisas sahibi olan ve kendisine
çağımızın Hammer’i diyebileceğimiz Romen tarihçisi Yorga, «Bizans’tan sonra
Bizans» adlı eserinde, Osmanlı İmparatorluğu bünyesinde «Rum Milleti»
hüviyetiyle varlığını ve kimliğini devam ettiren Bizans’ın Mora isyanından
sonra bittiğini yazar.
Doğu
Roma İmparatorluğu’nun vârisi Osmanlı devletiydi. Çünkü Bizans için geçerli
olan cihan devleti, dünya barışı Osmanlı için de geçerlidir. İlhamını Fransız
İhtilâlinden sonra Rumlar arasında yayılan Elen milliyetçiliğinden alan küçük
Yunanistan asla bir cihan imparatorluğu idealinin, bir «pax»ın bayraktarlığını
yapamaz.
Fener
Ortodoks Kilisesi’nin bir takım ruhanîlerinin ve bazı uzak görüşlü Rum Milleti
ileri gelenlerinin Tanzimat Fermanı’nı kuşku ile karşıladıkları rivayet edilir.
Çünkü, Toynbee’nin dediği gibi bir «Milletler Birliği» olan Osmanlı sistemi içinde, İslamlardan
sonra Rum Milleti geliyordu. Tanzimat’tan sonra bu imtiyaz ve rüchaniyeti kaybetmişlerdir.
Bugünkü Yunanistan’da, yakın tarihte olduğu gibi Ortodoks kilisesi,
Allah’tan çok Elen milliyetçiliğine hizmet vermektedir. Bu ise, Hazret-i
İsa’nın getirdiği dine ve ortaya koyduğu İlâhi doktrine tamamen zıttır.
Nasıl
ki, rasyonalizm (akılcılık doktrini) akıllılık mânasına gelmezse,
milliyetçilik de her zaman bir milletin lehine, yararına olan bir şey
değildir. Rum milletine, Elenizme en zararlı şey Elen milliyetçiliği olmuştur. Elenler,
sadece Mora’da millî bir devlet kurmuş, yahut bütün Rum Milleti Osmanlı cihan
İmparatorluğu’nun barış şemsiyesi altında kalmış olsaydı, bugün bütün
Balkanlar’a ve Ortadoğu’ya yayılmış bir Rum Milleti olacaktı; Onlar, en
dar ve şoven şekliyle nasyonalizmi seçtiler ve bugünkü küçük Yunanistan içine
sıkışıp kaldılar. Küçük Asya’dan, İyonya’dan, Karaman bölgesinden, Karadeniz
sahillerinden, Arap Âlemi’nden silinip gittiler.
19’uncu
ve 20’nci asırda Rum milliyetçileri ve isyancıları yanlış ata oynamışlar ve
tarihlerinin kumarını kaybetmişlerdir. Birinci Dünya Harbi’nde ve ondan sonraki
Mütareke günlerinde Osmanlı Rumları, Müslüman Türk vatandaşlarının ve kendi
devletlerinin yanında yer almış olsalardı, bugünkü manzara ne kadar değişik
olacaktı. Evet, onlar yanlış ata oynadılar; Türkiye’yi ve Türkleri
destekleyecek yerde, Yunanistan’ın ve emperyalist Avrupa devletlerinin
safında yer aldılar ve tarihten silindiler.
Ermeniler
için de aynı şeyler söylenebilir. Türk-Moskof 93 savaşında cepheye giden
Anadolu Türkleri, çoluk çocuklarını Ermeni komşularına emânet ediyorlardı. Ermeni milleti için
Osmanlı kaynakları «tebaa-i sâdıka» tâbirini kullanmaktadır. Sonra araya,
İngiliz, Rus, Amerikan misyonerleri ve ajanları girdiler ve bir kısım
Ermenileri Türklere düşman ettiler. Hâlbuki Ermenilerin istikbali, emniyetleri,
bu topraklarda barış ve güven içinde yaşamaları, varlıklarını devam
ettirmeleri Türklerden yana olmalarına, Türklerle iyi geçinmelerine,
kaderlerini Türklerin kaderlerine paralel hale getirmelerine bağlıydı. Onlar
da, oynadıkları kumarda kaybettiler. Üstelik kurunun yanında yaş da yandı.
Bugünkü
Yunanistan ve Elen kamuoyu, yakın târihin acı tecrübelerinden, kaybedilmiş
kumarlarından ibret almışa benzemiyor. Elenliğin istikbali, güveni, terakkisi,
saadeti Türkiye ile iyi geçinmeye bağlıdır. Bunu anlayamıyorlar.
Bu
satırları 10 Ekim 1994 tarihinde yazıyorum. Önümüzdeki Kasım ayında, Yunanistan tek
taraflı bir kararla Ege Denizi’ndeki karasularını 12 mile çıkartacak olursa bir
Türk-Yunan savaşının kaçınılmaz olduğu söyleniyor. Türk devlet adamları, daha
yıllarca önceden böyle bir kararın «casus belli» (savaş sebebi) sayılacağını
açıklamıştı.
Yunanistan
1897’de de Osmanlı İmparatorluğu ile savaşmış ve yenilmişti. Muzaffer
ordularımızın Atina’ya girmesini Rus çarının ve büyük Avrupa devletlerinin
tehditkâr ricaları önlemişti.
1919’da
İzmir’in Yunanlılar tarafından işgali de Yunan tarihinin tâlihsiz
mâceralarındandır. Yunan devleti, bu emperyalist tutumuyla sadece kendi
ordularını hezimete uğratmakla kalmamış, Küçük Asya’da yaşayan Rum azınlığın
da sebeb-i felâketi olmuştur.
Türk-Yunan
savaşı kopar mı, bu hususta kesin bir şey söyleyemem. Koparsa, bu savaş daha
çok denizde ve havada cereyan edecek ve yangın başka sahalara sıçramazsa uzun
sürmeyecektir. Ama, savaş genelleşir, Balkanlar’da (Makedonya, Sancak Bölgesi,
Kosova, Arnavutluk) çatışmalar başlarsa, Üçüncü Dünya Savaşma dönüşecek ve insanlık
büyük bir felâket yaşayacaktır.
Hitler,
Alman milletine bin yıllık bir refah ve saadet vaad ediyordu. 1945’te, yanmış
ve yıkılmış Berlin’deki sığınağında intihar ettiğinde(!), arkasında mahv olmuş
bir ülke bırakmıştır.
Bütün millî siyasetini, bir komşusu ile rekabet üzerine bina eden, gücünü
ona karşı duyduğu kinden alan bir devlet geleceği ve güvenliği ile kumar
oynuyor demektir.
Yunanistan, Türkiye’yi içten çökertmek için Ermeni-PKK terörünü
desteklemekte, bu harekete milyarlarca dolarlık maddî ve lojistik yardım
yapmakta, barınak ve tâlim imkânı sağlamaktadır. Bir ara güney
Kıbrıs’ta, PKK gerillaları bir Rum general tarafından eğitilmekteydi. Türkiye’deki
bütün fitne, fesat, nifak, şikak, terör, anarşi hareketlerinde Yunanistan
parmağı vardır.
Yunanistan Türkiye ile dost ve iyi komşu olamaz mı?
Olabilir zaten o devletin ve halkının menfaati bunu gerektirmektedir. Ancak
üç kuvvet buna karşı çıkmakta; iyi komşuluk ve dostluk yerine kin ve düşmanlığı
tercih etmektedir. Bunun birincisi, fundamentalist-entegrist Ortodoks
Kilisesi; İkincisi, Türk düşmanlığını birinci madde olarak kabul etmiş olan
Yunan nasyonalizmi; üçüncüsü de popülist, arrivist, ucuzcu ve mâceracı
politikacılardır.
Roma Katolik Kilisesi’ndeki son yıllardaki nisbî yumuşamayı maalesef
Ortodoks Rum kilisesi’nde göremiyoruz. Biz onları Ehl-i Kitab olarak görüyoruz,
onlar bizi Ehl-i Tevhid olarak kabul etmiyorlar. Roma İkinci Vatikan
Konsili’nden sonra, Katolik olmayan insanlara olan düşmanlığını kaldırdı:
lâkin Yunan Ortodoks Kilisesi böyle bir tekâmül geçirmedi. Onlarda hâlâ,
İzmir metropoliti Hrisistomos’un zihniyeti hâkimdir. Bir Hıristiyan din
adamı, bir kilise elinde silâh ile değil, zeytin dalı ile insanlığın huzuruna
çıkmalıdır. Din adamları kin ve husumetin değil, insanlararası muhabbetin ve
merhametin havariliğini yapmalıdır.
Türk
ve Elen halklarının menfaatleri iki ülke arasında vizenin kaldırılması,
seyahatin kolaylaştırılması; ticaretin, turizmin, kültür alışverişinin
yaygınlaştırılması yönünde iken; Yunan politikacılarının akıl almaz fanatizmi
ve inadı yüzünden iki komşu arasındaki bağlar her geçen gün kopmakta, köprüler
atılmakta; halkların refahı ve ülkelerin bayındırlıkları için harcanması
gereken muazzam meblağlar silâhlanma için sarf edilmekte ve her geçen gün adım
adım bir savaşa doğru yol alınmaktadır.
Yunanistan
rejiminin Bosna-Hersek faciasında, saldırgan ve zalim Sırpların yanında yer
alması, komşumuzun siyasetinin adalet ve insanlık prensiplerinden ne kadar uzak
olduğunu göstermeye yeter de artar. Hele,
Yunan Ortodoks Kilisesi’nin Sırp vahşetlerini protesto etmek bir tarafa,
onları teşvik ve tasvip etmesi Hazret-i İsa’nın gerçek dinine ne kadar aykırı
bir tutumdur.
Yunan
tarihçileri ve Elen kamuoyu Türk-Yunan savaşlarındaki Türk zulmünden pek
mübalâğalı bir şekilde bahs eder. Lâkin bitaraf, objektif tarihçiler ve müşâhitler
zulümde, katliâmda, muharip olmayan kadın, çocuk ve ihtiyarların kıyımında
Yunanlıların şampiyon olduklarını beyan etmektedirler. Herkes kabul eder ki,
ihtilâflı bir meselede, tarafların iddialarından çok, âdil ve tarafsız kimselerin
şehâdetleri, beyanları ve verdikleri bilgi daha sahihtir.
Fransızcadan
tercüme ettirerek Türk kültürüne kazandırdığımız bu eseri Hıristiyan bir
Fransız kaleme almıştır. Asker üniforması taşıyan bu zat Birinci Dünya savaşı
günlerini yaşamış, Mütareke’den sonra Yunanistan’ın Türkiye’ye saldırısını
gözlemiş bir Avrupalı’dır. O bir şahittir. O konuşsun biz, dinleyelim.
Vaktiyle,
1919’dan sonra Yunanistan ordusunun Garbı Anadolu’da yaptıkları hakkında bir
fikir edinebilmek için, bugünkü Sırpların Bosna-Hersek’te Müslüman halka karşı
yaptıklarına bakmak gerekir.
Düşmanlar
ve düşmanlıklar hep aynı derecede ve şiddette değildir. Benim kütüphanemde,
Birinci Cihan Savaşı’nda İngilizlere esir düşüp de Mısır’daki harp esirleri
kamplarında yaşamış olan Türk zabitlerinin (subaylarının) yayınlamış oldukları
«Işık» adlı gazetenin (teksir makinasıyla basılmıştır) bir kolleksiyonu
bulunmaktadır. Düşman İngiliz, bazı noktalarda uluslararası insanlık, hukuk
ve ahlâk kurallarına riâyet etmiş, centilmenlik göstermiştir. Osmanlı
devleti de, Birinci Dünya Savaşı’nda Irak cephesinde on iki bin askeriyle
birlikte Kutü’l-Amare’de esir aldığı İngiliz generali Towshend’e İstanbul
civarındaki adalardan birinde bir köşk tahsis etmiş, bir Türk subayını ona
yaver olarak vazifelendirmiş ve onu harp sonuna kadar mevkiine yaraşır bir
şekilde yaşatmıştır. Bu da, Türklerin düşmanlarına olan mürüvvetlerinin
bir nümunesidir. Bedir Yayınevi «Tarih Serisi» içinde, vaktiyle Ankara’da
«İstihbarat Müdiriyet-i Umumiyesi» tarafından neşr edilmiş olan «Yunan İllerinde
Zavallı Esirlerimiz» başlıklı
iki cüzden ibaret bir kitabı da Latin harfleriyle yayınlamak üzeredir. Bunda,
Yunanlılara esir düşmüş olan Türklerin çektikleri işkenceler, eziyetler,
insanlık dışı muameleler anlatılmaktadır.
Her
toplumun içinde iyi insanlar da bulunur, kötüler de. Önemli olan husus, bir
millet içindeki iyilerin en az kötüler kadar cesur, tesirli, nâfiz, aktif
olmalarıdır. Yunanistan’da da, elbette adalet, insaf, ruh asaleti, akl-ı selim
(sağ duyu), hikmet sahibi kimseler ve aydınlar vardır. Ümidimiz onların
politikaya ve gidişata hâkim olarak iki ülkeyi savaşa götürecek çılgınlıkları
önlemeleridir.
Elinizdeki
bu eser bir savunmadır. Bir Fransız askeri, Türkiye’yi ve Türkleri
savunmaktadır. Savunma kutsal bir haktır. Şimdi sözü, Türkiye’yi savunan
Fransıza bırakalım.
Sultanahmet,
10 Ekim 1994
Mehmed Şevket EYGİ
(Bedir Yayınevi Sahibi)
Mehmed Şevket EYGİ
(Bedir Yayınevi Sahibi)
Kaynak:
Léon ROUILLON, Pour la Turquie, Documents.
Bernard Grasset, Paris, 1921, Quatrième éd. 127 p LÉON ROUILLON Türkiye’yi
Savunuyorum BELGELER(Documents\POUR LA TURQUIE ) trc: Cemal KARAAĞAÇLI, Bedir
Yayınevi, İstanbul 1994, s.9-14
« La Troisième raison
pour laquelle nous voudrions sauver les Turcs, c’est que nous avons besoin
d’eux pour contrepeser l’excessive grandeur du corps germanique qui a accumulé
sous la domination sienne les meilleures couronnes et Etats de l’Europe, hors
la France, laquelle q toujours été au combat, tant pour ravoir te sien que pour
aller au devant de cette ambition qui voudrait parvenir à la tyrannie de toute
la chrétienté. »
Le comte de Noailles au
Roi Charles IX.
FRANSIZLARA
İTHAF
ABBAYE DE
NANTEUIL-EN-VALLÎE (Charente)
1 Aralık 1920
Bu sayfalar
Fransızlara armağan edilmiştir. Çünkü Fransızların Doğu’da bugün kaybetmekte
oldukları büyük bir mirası vardır.
Bu sayfalar onlar
için bir alarm zili olmalıdır. Bu sayfalar, hiçbir peşin hüküm, hiçbir
ihtiras, hiçbir art niyet taşımıyor ve yalnızca samimî bir ikaz vazifesi
görmeleri için kaleme alınmışlardır.
Fransa, Doğu
ülkelerinde, yılmak bilmez çabaları ve usta siyaseti sayesinde kazanmış olduğu
oldukça büyük bir mirasa sahip bulunmaktadır. Sözünü ettiğimiz bu miras,
Fransa’nın ağırlığını her zaman hissettiren nüfuzu’dur.
Kapitülasyonlardan bu
yana, bu nüfuz Türkiye’nin aracılığı ve işbirliği sayesinde yürüyüp gelmiştir.
Şu anda bile hâlâ bundan geriye kalan bir şeyler varsa, bu da yine Türkiye’nin
yardımıyla varlığını sürdürebilmektedir. Fakat pek yakında, Allah
göstermesin, Türkiye dünya haritasından silindiği zaman, Fransa’nın Doğu
ülkelerinde hiçbir nüfuzu kalmayacak ve bir daha Şark memleketlerinde kendisine
itibar eden tek bir ülkeye rastlayamayacaktır.
Zaten şu son birkaç
yirmi yıllık sürede bizler, Müslüman müttefiklerimizi desteklemeyi ve
cesaretlendirmeyi bilemedik. Aksine, onlara karşı akıl almaz budalalıklar
yaptık. Onların küçülüp zayıflamaları için elimizden geleni arkamıza koymazken,
bizzat kendimizi küçültmekte ve zayıflatmakta olduğumuzun bir türlü farkına
varamadık.
Savaş gelip çattı.
Sırf bizim hatamız yüzünden, her zaman yanımızda olmaktan başka bir şey
düşünmemiş olan Türkiye, ister istemez Almanların safında yer aldı.
Derken mütareke
yapılıp ateş kesildi. Hatasının farkına varan eski müttefikimiz ve dostumuz
Türkiye tekrar bize dönüyor, özür diliyor, bize destek olmayı istiyor ve karşılığında
da kendisini desteklememizi bekliyordu. Böyleyken, bizler onu büyük bir kabalık
ve soytarılıkla yüzüstü bırakıverdik. Ne feci budalalıklar
ve aptallıklar yapılmak gerekiyorsa hepsini kusursuzca yerine getirdik. Aman ne
güzel yaptık! Bakın bir kere şimdi: Karşımızda can çekişen bir Türkiye...
İngiltere ve onun aşağılık yardakçısı Yunan’ın menfaati uğruna bir köşeye
sıkışmış, tam mânâsıyla can çekişen Fransız nüfuzu...
İşte bu can çekişme
devresi şifa bulmaz bir hâle dönüşmeden önce, bir son çığlık, son bir imdat
çağrısı yapmanın zamanı gelmiştir. Doğu’da olup bitenler konusunda kara cahil
olan ve öyle bırakılan Fransızlara hakikatleri söylemenin zamanı gelmiş ve
neredeyse geçmek üzeredir. İşte bunun içindir ki artık ilân etmek ve bas bas
bağırmak zamanı gelmiştir:
Türkiye, Fransız
dostudur! Yunanistan, Fransız düşmanıdır!
İngiltere yavaş
yavaş, sessizce bizim yerimizi işgalle meşguldür! Ve bütün bunlar Doğulu
bankerlerin bağışlarına, büyük yardımlarına rağmen yürüyüp gitmektedir.
Avrupa
Hıristiyanlarının gözlerini, sözde din kardeşleri olan Ortodoksların veya
Ermenilerin hakikî ahlâki değerlerini göstermek için açmanın zamanı gelmiştir.
Artık Fransa’nın iyi niyetli ve uysal halkına, kendi yöneticilerinin şu ne
idüğü belirsiz, hangi gayeye yönelmiş olduğu bilinmeyen ve bir türlü
anlaşılamayan Doğu politikasının saçmalığını bir bir sayıp dökmenin ve ortaya
sermenin tam sırasıdır.
Bütün bunları ben
hakikat namına söylemek ve ortadaki gerçeği bizzat yazmak istiyorum. Doğu Ordusu’nda çarpışmalara katılan bütün
askerler, orada bizleri temsil eden bütün misyonerler ve hayır kuramlarında
çalışan bütün rahibeler, Anadolu’dan dönen bütün kâşifler ve nihayet hiçbir
bayağı emelin tutsağı olmadan düşündüğünü söyleyen ve konuşan herkes bu
hakikatin şahididir.
Türkiye’yi müdafaa
etmek demek, bizzat sanatın müdafaası demektir!
Yunanlıların rezil ve
seviyesiz idareleri altında, Boğaziçi’nin o güzelim kıyıları, İstanbul’un
muhteşem camileri, Eyüb’ün İlâhi mezarlıkları ne hâle dönecek?
Yunan veya Britanya
boyunduruğu altında, Anadolu’nun eskiden beri süregelen örf ve âdetleri,
Müslümanların o eşsiz namuskârlıkları ne hâle gelecek?
Ne olacak o
harikulâde yalılar, o asırlık çınar ağaçları kudurganların sömürüsü altında?
Anlayın, ne olur
anlayın! Türkiye’yi barbarlara karşı korumak Fransa için bir mecburiyettir... Haliç’in üzerinde
yükselen tepelere, Galatasaray’ın sokaklarına, Taksim ve Beyoğlu semtlerinin
bazı meydanlarına şöyle bir bakın; barbarların bu ülkeyi daha şimdiden nasıl harap
etmeye, katletmeye, parça parça kıyıp tahrip etmeye başladıklarını görün!
Evet, Fransa için bir
mecburiyettir bu, Chateaubriand (Şatobriyan)ların, Flaubert (Flober)lerin,
Gautier (Gotiye) lerin ve Loti’lerin vatanına karşı büyük bir minnettarlık
borcudur bu!
(Burada bir parantez
açıyorum. Madem minnettarlıktan söz ettim ve bunun bir şükran borcu olduğunu
söyledim, o hâlde önce ben kendi şükranlarımı arzedeyim Türkiye’ye karşı. Ben
bu ülkeye işgal ordusunun alelâde bir eri olarak girmişken, Osmanlılar
tarafından bir dostmuşçasına kabul ve muamele gördüm. Böylesi bir
misafirperverlik karşısında Türkiye’ye minnettar kaldığımı alenen ilân ediyorum.)
Gelin görün ki
bizler, böyle bir şükran borcumuz bulunduğunu hiçbir zaman anlayamayacak ve bu
minnettarlığın ne demek olduğunu asla kavrayamayacağız. Keşke Fransa bunu
anlayabilseydi, ne yazık ki Fransa anlamıyor, bilemiyor. Zaten hep bu
bilgisizlikten doğmuştur Türkiye ile kendisi
arasındaki yanlış anlama. Bir
yanlış anlama, bir anlaşmazlıktır sürüp gidiyor. Bütün kötülüklerin, dertlerin,
felâketlerin sebebi de bu zaten. Bu yanlış anlama,
özellikle Fransız
kamuoyunun Doğu meselesi
hakkında ve Fransız, hükümetinin nefret ettirici Doğu siyaseti konusunda tam bir bilgisizlik içinde
yüzmesinden kaynaklanmaktadır.
Bunun için, herkesin
kendi imkânları dahilinde bu bilgisizliğe çare bulup gerçekleri tanıması ve bu
siyasete kargı mücadele etmesi zorunlu hâle gelmiştir. Bu bir namus ve
haysiyet meselesi, fakat aynı zamanda, ülkesinin menfaatleri üzerine titreyen her
Fransız’ın mutlaka yerine getirmesi gereken bir ödevdir de.
O hâlde, okuyarak malûmat sahibi olabilecekleri
ve gerçekleri gördükten sonra da idarecilerini harekete geçirebilecekleri
düşüncesiyle, bu kitabımı ben Fransızlara armağan ediyorum.
Ben bu kitabı ne
kinle yazdım, ne de ihtirasla, sadece ve sadece inanç ve samimiyetle kaleme
aldım. Basit bir nefer olarak hizmet gördüğüm Doğu’dan geliyorum. Hiç tanınmamış
ve hep iftira edilmiş Türkleri tanıdıktan sonradır ki, onlar hakkında
bildiklerimi söyleyerek kendilerini müdafaa etmek için derhal bir kitap
yazmayı düşündüm. Benim şahsî fikirlerim aynı orduyla Türkiye’ye gitmiş diğer
askerlerin fikirleriyle ortak olmasaydı pek işe yaramazdı. Gerek benim
düşüncelerim, gerekse benimle sefere katılmış diğer askerlerin düşünceleri, ne
kadar mantıkî olursa olsun, bu kitabın doğruluğunu ispat etmeye yetmezdi! Bir
dâvâ, sadece intibalarla müdafaa edilemez, deliller ve vakıalar da gerek.
Birçok dostumun,
bilhassa da Vicomte Aurelien de Courson’un himmetleri sayesinde, bir takım
deliller, yaşanmış veya bizzat şahit olunmuş hâdiseler toplamaya muvaffak
oldum. Benim ve arkadaşlarımın düşünce ve izlenimlerini kuvvetlendiren ve
destekleyen bu deliller ve vakıalar ileri sürdüğüm görüşlerin ne derece sağlam
ve doğru olduklarını göstermekte ve hakikatin inkâr edilmez gücünü bütünüyle
ortaya sermektedirler.
Bu sayfalar iyi
niyetle okunursa, Türkler bundan böyle asla itham edilmeyecek, aksine daima
destekleneceklerdir. Öyleyse, adalet ve hakkaniyete dayanan bu eserin ortaya
çıkmasında benden yardımlarını esirgemeyen dostlarıma şükranlarımı arz edip
kitabımı Fransızların tefekkürlerine [iz'anlarına] bırakıyorum.
Léon Rouillon
Kaynak:
Léon
ROUILLON, Pour la Turquie, Documents. Bernard Grasset, Paris, 1921, Quatrième
éd. 127 p LÉON ROUILLON Türkiye’yi Savunuyorum BELGELER(Documents\POUR LA
TURQUIE ) trc: Cemal KARAAĞAÇLI, Bedir Yayınevi, İstanbul 1994, s.19-23
“FRANSIZ KALANLARA”
Fransız halkının büyük çoğunluğu Türkiye hakkında hiçbir fikir sahibi
değildir. Coğrafî, etnik ve ekonomik durumu konusunda bile tam bir bilgisizlik
içinde bulunduklarını rahatça söyleyebiliriz. Türkiye, aman kardeşim, çok uzak
orası! Hem galiba Asya’da olacak değil mi? Orası dünyanın öbür ucu be
kardeşim. Asya kıtası vahşilerle, barbarlarla dolu... Türkiye de oralarda bir
yerde işte!
Sadece Fransız halkının değil, aydın denilen yahut yüksek tabakadan
diyeceğimiz kimselerin bile Türkiye hakkında bütün bildikleri ve düşündükleri
bundan ibarettir, itiraf etmek gerek. Muhterem üstadım Pierre Loti'nin
son kitabından bu hususta oldukça net ve çarpıcı bir pasaj aktarmak istiyorum; (La mort de notre
chère France en Orient, «Sevgili Fransa’mızın Doğu’da ölümü», Pierre Loti.
Edition Calman-Lévy, s. 13.)
«Bizim çok sevgili ve her zaman takdire değer Fransamız, öyle sanıyorum ki,
komşusunda olup bitenlerden habersiz olmanın verdiği büyük bir huzur ve
sükûnetle yaşayan dünyanın tek ülkesidir. Meselâ, asırlar boyunca müttefikimiz
olmasına rağmen, Türkiye; Orta Afrika’nın balta girmemiş ormanları veya
geceleri gökyüzünde seyreden ay kadar bizlere yabancıdır. Paris’den daha soğuk
olmasına rağmen, İstanbul’a Aralık ayında yazlık elbiseleriyle gelmiş az
turiste rastlamadım!
Bindiğim gemi kar fırtınaları altında haftalarca yalpalayıp dururken,
Paris’in büyük tirajlı gazetelerinde şu tarz hayâlı fikirleri okuyup çok
gülmüşümdür:
“Ezelî ilkbahar ülkesi Boğaziçi’nde yaşayan Pierre Loti’ye ne mutlu!”
Eh hepinizin bildiği gibi Türkiye Doğu’dadır, değil mi? Gel gelelim orta
sınıftan Fransızlara göre Doğu deyince, masmavi gökyüzü, günlük güneşlik
havalar, palmiye ağaçları ve salına salına yürüyen develer akla gelir... Bir
taraftan da o hoş saflıklarıyla Türk’ü başkalarıyla karıştırır dururlar...
Onlara göre kırmızı fes taşıyan herkes mutlaka Türk’tür.»
Loti’nin bu fikirlerini sayın Claude Farrère’in düşünceleriyle karşılaştırmak ve onun pek
çok yanlarıyla bir şaheser olan Boğaziçi tasvirini aktarmak hayli enteresan
olacaktır sanırım.
Alacağım bu bölüm, Türkiye hakkındaki coğrafî yanlışlıkların pek çoğunu
yıkacaktır. ( L’homme qui assassina, «Öldüren adam», Claude Farrère. Edition
Paul Ollendorff, s. 25.)
«Boğaziçi mi dediniz? A bilmez olur muyuz hiç: Lâcivert renkli suların
koşuşarak ilerlediği dalgalar, mermer saraylar, gök yakuttan yapılmış sema, ve
er veya geç içine atılacakları şu girdaba eğilmiş, inciler misali pırıl pırıl
cariyeler. — Ya! Bak işte Boğaziçi bu değil, hem de hiç değil.
Sular lâcivert taşından değil, gökkubbe de gök yakuttan yapılmamıştır. Gri
ve sarı renkler pek çok yere hakimdir, her hattın etrafında dalgalanan ve her
türlü koyu renkleri hafifleştiren mor renge çalan bir çeşit buhar da bu
renklerle yan yana döner gider. Mermer saraylar vardır, ama pek az: Her biri
en azından yirmi kilometrelik mesafelerle her iki kıyı boyunca serpiştirilmiş
sekiz veya on kadar bir şey.
Boğaziçi sizin hayâl ettiğinizden çok daha uzundur. Kendisini çok
yakından saran ve çerçeveleyen, çok hoş bir görünüm veren korulu tepelerin
aralarında yılankavi uzanıp giden güzel bir ırmak gibidir. Bu tepelerin
eteklerinde, yan yana dizilmiş küçük Türk evlerinden meydana gelen pek çok köy
her iki kıyı boyunca dizilip gider. Bu evlerin yarısı toprak, yansı da su
içinde bulunur, çünkü dörtgen şeklindeki tahtalardan yapılmış bu terasların pek
çoğu, ağaçtan direklerle suyun üzerine doğru uzatılmıştır...»
İstanbul’un 700.000 Türk ile 180.000 Rum’dan meydana gelen halkının
vahşilik veya barbarlıkla hiç alâkası yok. Bizler gibi oldukça medenî insanlar. (Doğrusu, çok
ihtiyatlı davranılması gerekecek, bizim medeniyetimiz (!) söz konusu olduğu
zaman!..)
Türkler yiğit, namuslu, uysal ve iyi niyetli kimseler. Ekserisinin oldukça
kültürlü olduğunu ve halk tabakasında bile Fransızca konuşan Türkler’e sık sık
rastlandığını da ilâve edeyim. Şüphesiz ki asıl Türk kanı taşıyan ve Türkoğlu
Türklerle, Türkiye’de yaşayan kozmopolit ayaktakımı arasında büyük bir fark
olduğunu iyi bilmek gerek. Bu ayaktakımı dediklerim bilhassa Rumlar ve
Ermenilerdir.
Bakın, işte bu
adamlara karşı barbar sıfatını rahatça kullanabilirsiniz!
Buyurun, size bir
başka askerin Türkiye ve Türkler hakkında ne düşündüğünü aktarayım:
«... Mütarekeden birkaç ay sonra Türkiye’ye vardığımda cidden
şaşırıp kaldım. Her normal Fransız gibi, Doğu meseleleri hakkındaki bilgileri ancak
günlük gazetelerin verdikleri birkaç satırdan öğrenmiş olduğum için, vahşi bir
milletin içine gidiyoruz diye endişeleniyordum ve itiraf edeyim ki, bu endişe
Marsilya’dan İzmir’e gidinceye kadar bütün yol boyunca zihnimi büsbütün işgal
etmişti. Fakat daha toprağa ayak basar basmaz, bu adamlar hakkında aslında
hiçbir şey bilmediğimi ve onlarla temas ederek öğrenecek pek çok şey olduğunu
anladım.
Derken, kısa zamanda kendimi evimde hissetmeye başladım. Kibrit
satanlardan, boyacılardan tutun da sokaklarda dolaşanlara kadar herkes;
hizmeti veya sattıkları karşılığında iki kuruş isterken, hemen hemen aksansız
bir Fransızca konuşuyordu. Limanda çalıştıkları için pek çok dili konuşabilen
bu insanlar en çok bizim dilimizi beğeniyor ve bizim dilimizle konuşmayı bir
zevk olarak görüyorlardı.
G. Gery, Doğu
Ordusunun eski askerlerinden, 65, rue des Haies, Paris16e.»
Bu mektup, Fransız
kamuoyunun bilgisizliğinin tam ölçüsünü gösteriyor sanırım.
Çiftçi ve asker olmaları bakımından Türkler, Fransızlara çok benzerler. Ticaret ve sanayiden
pek anlamazlar. İhtiraslı kimseler olmadıkları için, fazla kazanalım diye bir
atılımları yoktur. Bu itibarla, memleketleri işlenilebilir maddeler yönünden
zengin olduğu, başkentleri de Avrupa ile Afrika ve Asya kıtaları arasındaki
büyük ticaret yollarının kavşağında yer aldığı için; yabancılar onların yurduna
yuvalanmış, derken iyice kök salmışlardır. Bu yabancı fırsatçılar, Türkler’in
yerine ve namına, oldukça bol kazançlı ticarî işleri yürütüp gitmekteler.
Sözünü ettiğim yabancılar, Şark memleketlerini talan edip duran ve parazit
misali bu milletlerin kanını emen Yunanlılardan başkası değil. Oldukça fakir,
verimsiz, hiçbir şekilde yararlanamayacakları kadar tabiî zenginliklerden
mahrum bir memleketin sakinleri olan Yunanlılar, doğuştan tüccardırlar.
Çalışıp didinip bir ürün ortaya koymazlar, asla istihsalde bulunmazlar, işleri
güçleri aracılık, kapkaççılıktır. Oldukça mahir, kurnaz, düzenbaz ve aynı
zamanda da edepsiz ve yüzsüz olduklarından ticarî işlerde muvaffak olurlar.
Müslüman milletlerin gevşekliği, ticarî konularda bilgisiz oluşları ve bu
tür faaliyetlerden zevk almamaları yüzünden, ülkelerinde Yunanlı tüccarların
bulunmasına önceleri göz yummuşlar ve normal görmüşler. Ama kısa zamanda
Yunanlılar kendilerini vazgeçilmez kimseler hâline getirmeyi becerivermişler!
Doğurgan ana vazifesi gören Yunanistan, Şark’ın bütün liman ve şehirlerine
yıllar boyunca göçmen gruplar göndermiş durmuş. Ama —şurası da inkâr edilmez
bir gerçektir ki— bu göçmen gruplar, hiç ama hiçbir zaman dillerinden,
gelenek ve göreneklerinden tâviz vermemişlerdir. Her şeye rağmen onlar
Yunanlıdırlar ve daima da öyle kalacaklardır. Kendi milliyetinden olan
kimselerin Türkiye’de yeterince arttığından emin olan ve eskiden beri
gönderdiği tüccar göçmen gruplarının kendisini destekleyeceğinden şüphe
etmeyen Yunanistan’ın bir tek arzusu vardı: Kendi çocuklarının göçmen olarak
gidip şimdi tam mânâsıyla yerleşmiş bulundukları bu ülkeleri fethedivermek.
Kendisini yıllarca sütüyle ve hattâ kanıyla beslemiş ev sahibi ülkelere karşı
yapılabilecek en nazik teşekkür her hâlde böyle olmalıydı!
Yunanlıları, Balkan savaşlarına ve şu son savaşa iten asıl sebep işte
budur. İzmir’in Yunanlılar tarafından işgal edilmesinin ve Osmanlı
milliyetçilerine karşı yürüttükleri saldırıların da esas sebebi yine budur.
Venizelos —zaten onun başarısının sim milletiyle aynı düşüncede olmasından
ileri geliyordu— Yunan hegemonyasını Şark memleketlerine yerleştirmek istedi.
İstanbul’u ve Türkiye’yi ele geçirmek sevdasına kapıldı.
Yunanlılar harika politikacıdırlar, onlar için gayeye ulaşmak için her
vasıta mübahtır. Şark âleminin gerçek durumu konusunda, Fransız kamuoyunun tam bir cehalet
içinde bulunduğunu çok iyi bilirler. Bunun için de bu bilgisizliği kendi
çıkarları uğrunda en iyi şekilde istismar etmekten bir an bile geri kalmazlar.
Hem zaten, Fransız kamuoyu bu bilgisizlik içinde yüzüp dursun diye Yunanlı
bankerlerin altınları oluk gibi akıp durmuştur. Onların çabaları
sayesinde Türk, hilebaz ve vahşi bir yaratıkmış gibi tanıtılmıştır. Yunan
propagandası yüzünden şimdi bütün Fransız halkı Türk deyince, aklına, vahşi,
barbar ve sahtekâr bir insan getirir. Oysa bunun gerçekle hiçbir
ilişkisi yok. Öbür yandan da Türkiye’yi fakir, verimsiz ve oldukça kısır
bir ülkeymiş gibi takdim ettiler, tabiî ki Türkiye’yi zaptetmesine başkaları
itiraz etmesin diye. Son olarak da, kendilerini Hıristiyanlığın savunucuları
olarak gösterdiler ve bu yalanı da yutturdular. Aslında bu son politikaları,
onların ne derece kurnaz olduklarını görmek için yeter de artar bile. Çünkü
Yunanlılar, Ortodoks mezhebinden olmayan insanların en amansız düşmanıdırlar;
bu hususlardaki müsamahasızlıklarının ve taassuplarının bir eşi ve benzeri daha
gösterilemez! Evet, işte bütün Avrupa’yı böyle adi yalanlarla kendi
etraflarında toplamasını bildiler. Ne yazık ki çevirdikleri manevralar
sayesinde, kendi iğrençliklerini ve hayasızlıklarını, masum Türklerin hesabına
geçirmesini becerdiler. Yabancı milletlere karşı o kadar misafirperver ve o
kadar alicenap davranan masum Türklerin hesabına...
Yunanlıların bizlere karşı ne kadar hoşgörülü olduklarını ve bizleri ne
kadar çok sevdiklerini gösteren kısacık bir hâdise anlatayım size. Bu hâdisenin
bizzat olup bittiğini ve gerçekliğinden asla şüphe edilmemesi gerektiğini temin
ederim:
«Bundan birkaç sene önce Yunanlılar Gelibolu’da, kendi çocuklarını okutup
adam eden, Rum çocuklarına karşı sayısız iyiliklerde bulunan Assomptionniste’lerin
kolejini ateşe verdiler.
Fransızlara karşı duydukları kin, çocuklarının menfaat ve istikballerine
karşı gösterecekleri ihtimamdan çok daha ağır basıyordu. Türk itfaiyecileri
yangını söndürmek için harekete geçtikleri zaman, Yunanlılar derhal hortumları
kesip parçaladılar. Derken, koca bina alevler içinde yanıp kül oldu!»
Daha binlercesi gibi bu hâdise de, Yunanlıların, Atinalıların torunları ve
Fransızların dostları olduklarına inanmakta hâlâ ısrar eden Fransa’da ne
duyulmuş, ne öğrenilmiş, ne de inanılmıştır!
Yunanlıların bu aşırı insafsızlıklarına karşı gelin, bir de Türklerin
bizlere karşı gösterdikleri hoşgörüyü görelim. İşte sizlere binlercesi
arasından bir tanesi:
Eski bir İngiliz konsolosunun dul hanımı, fakat aslında Fransız asıllı olan
bayan Keun, Birinci Dünya Savaşı patlak vermezden birkaç sene önce Konya’ya
yerleşmişti. Seferberlik yüzünden okulların kapatılmasından sonra ve bizim
dilimizin kullanılmasını, konuşulmasını ve öğrenilmesini yasaklayan Almanların
tehditlerine rağmen, bu kadıncağız tam dört sene boyunca şehrin çocuklarını
evinde toplayıp ders vermiş ve onlara Fransızca öğretmişti. Günde onaltı
saat çalışmasına karşılık sadece geçimini kıt kanaat temin edecek az bir ücret
alıyor, az ücret almak suretiyle talebelerinin sayısını çoğaltmaktan başka bir
şey düşünmüyordu. Jöntürk polisleri tarafından daima takip edilmesine ve
rahatsız bırakılmasına rağmen çalışmasını sürdürdü ve bir gün vali Muammer
Bey’in çocuklarına da Fransızca öğretmesi şartıyla Almanların tehditlerinden tamamen
yakasını kurtarıp derslerini rahatça vermeye muvaffak oldu. Ermenilerin
bizlere en büyük Ermeni katliâmcısı (!) diye yutturdukları bu vali, bayan
Keun’ün dediğine göre, Fransa’ya karşı inanılmaz bir sempati duyuyormuş ve
hakikaten de inanılmayacak bir şey, ama o bayan bizzat gözleriyle görmüş:
Vali bey, bizden esir düşen askerlere ve bahriyelilere karşı her zaman çok
alicenap davranmış. Bizim askerlerimiz arasında iyi kötü bir meslekten
anlayanları atelye şefi tâyin etmiş ve çalışarak kazandıkları paraları kendi
hesaplarına geçirmelerine müsaade etmiş!
[Muammer Bey 1919’da İngilizler tarafından bir sabah evinden alınıp
İstanbul’daki bir hapishaneye tıkıldı, sonra da Malta’ya gönderildi.
Fransızlara karşı bunca iyi davranmış olan bu adama yapılan bu zulümlerin
karşısında Fransa en küçük bir protestoda bile bulunmadı !]
Görün işte, demek ki Yunanlılar hakikaten çok daha insancıllar değil mi?!!
Fakat... işte size şimdi Yunanlıların kalleşliğini ve bizim
bilgisizliğimizi istismar etmedeki maharetlerini ispat edecek olan yine inkârı
imkânsız bir hâdise daha!
Yunanlıların İzmir’e yaptıkları çıkartma hâlâ hafızalardadır. Her ne kadar
bizim Fransız basını bu çıkartmayı hasıraltı etmişse de, bu vesileyle işlenen
vahşetleri yine de duymuşsunuzdur. Bu çıkartma Doğu’da büyük yankılar
uyandırdı, çünkü bu çıkartma, en iğrenç ve en akıl almaz tecavüzler ve kan
dökmelerle gerçekleştirilmiştir: Yunanlılar öldürüyorlar, talan ediyorlar,
yıkıyor, yakıyor ve katlediyorlardı. Durumdan haberdar olan general Franchet
d’Esperey derhal bir heyetle birlikte, Yunanlıların aşırılıklarını bizzat
incelemesi ve rapor etmesi için general Bunoust’yu İzmir’e gönderdi. General
Bunoust, Yunanlıların vahşiliklerini bir bir sıralayan mükemmel bir rapor hazırladı.
Fransız Savaş Bakanlığı’na gönderilen bu rapor, büyük bir itina ile derhal
örtbas edildi!!!
Yunanlıların hem alçaklıklarını, hem de becerikliliklerini ispat etmeye
sadece bu hâdise yeter de artar bile.
Fransız-Türk anlaşmazlığının ortaya çıkmasında en büyük paya sahip olan
konu Ermenistan meselesidir... Daha pek çokları gibi, bu mesele de Fransa’da
hakkiyle bilinmemekte ve yalnızca Ermeniler nasıl anlatmışlarsa öylece kabul
edilmektedir.
Fransa, Avrupa ve hattâ bütün dünya, Ermeni katliâmları diye ortaya atılan
hayâl mahsulü hikâyeler ve şişirilmiş masallarla galeyana getirilmiştir. Bu
hususta Türkler aleyhinde ileri sürülen bütün deliller, hiçbir kontrola tâbi
tutulmaksızın ele alınmış, uydurularak sunulan bütün hâdiselere mümkün gözüyle
bakılmış ve bütün bunlar neticesinde de, Şehit Ermenistan efsanesi
yavaş yavaş zihinlere yerleşmiştir! Yine bütün bunlar neticesinde Ermeniler,
aziz kurbanlar ve onların sözde cellâtları olan Türkler de canavarlar olarak
kabul edilmişlerdir.
Bunun aksini ispat etmeye kalkışmak, hem oldukça zor, hem de oldukça nazik
bir mesele olup çıkmıştır, öyle ya, efsanelere, peşin hükümlere, basmakalıp
düşüncelere karşı mücadele etmek ve yerleşmiş masalları yıkmaya çalışmak kimin
haddine! Türkler aleyhine çıkarılan bu uydurma hikâyeleri yıkmak mümkün mü?! Halbuki
düzeltilmesi gereken pek çok yanlış, yeni baştan ters çevrilmesi gereken nice
hâdise ve sahtekârların yüzlerine vurulacak nice yalan var!
Kendileri savunacak yerde töhmet altında bırakılmalarına göz yuman sakin
ve namuslu, zavallı, biçare Türkler! Bizlerin bilgisizliğini gidermek için
hiçbir çabada bulunamayan, aksine en küçük bir mukavemette bulunmaksızın,
bütün bu ithamları birazcık olsun tekzip etmeye çalışmayan, neticede de
bilgisizliğimizin sadece Yunanlılar tarafından değil, aynı zamanda Ermeniler
tarafından da istismar edilmesine fırsat veren zavallı, zavallı Türkler! Öyle
ya, kader bu kader!
Oysa, Ey Türkler! Sizlerin en samimî ve en mütevazi dostlarınız, sizlere
yardım etmeyi ve sizleri müdafaa etmeyi denemeden, sizlerin kaybolup gitmenize
asla rıza göstermeyeceklerdir. Sizin Fransız dostlarınız, ülkenizin haksız
yere mahkûm olmasına göz yummak istemiyor, ülkenizin üstüne atılan iftiraları
yıkmak, haksızlıkları yerle bir etmek istiyorlar ve bunun için de, her zaman en
bilinmeyen meseleler hakkında bile, bildiklerini söylemek, tek kelimeyle,
gerçeği söylemek istiyorlar! Ve işte bunun için ben bu dâvâya elimden gelen
bütün imkânlarla katılmak istiyorum... Ve işte bunun için ben, katolik olan
ben, Ermenilere karşı sizin, ey müslümanlar! sizin müdafanızı üzerime
alıyorum!
Fransa’nın, Avrupa’nın ve dünyanın Ermenilerin müdafaasını üzerlerine
almalarının başlıca sebebi, hiç şüphesiz ki, bu ırk hakkındaki bilgisizlikten
ve bu bilgisizliğin itinalı bir şekilde devam ettirilmesinden ileri
gelmektedir. Fakat onların lehine gibi görülen ve onlara Hıristiyan ülkelerin
destek olmasını sağlayan bir başka sebep daha vardır: Ermeniler Hıristiyan,
Türkler ise Müslüman’dırlar!
Gel gör ki, bu imanlarının şehidi gibi telâkki edilen Ermenilerin dinî
inançları konusunda söylenecek çok şey vardır! Acaba onların Hıristiyanlığa
olan bağlılıkları bizlerin sandığı kadar kuvvetli midir? İşte bunun küçük bir
ispati:
İstanbul’daki elçiliğimizde istihbarat servisinde çalışan dostum yüzbaşı
X... bir görevle gönderildiği Ankara seyahati sırasında hazırlamış olduğu 16
mayıs 1919 tarihli raporunda, bizzat şahit olduğu şu gözlemlerine yer vermektedir:
«Sürgün edilmiş Ermenilerden pek çoğu Ankara’ya dönmemişlerdi: Bu yüzden de
onların ya hapsedildikleri, ya öldükleri ya da öldürülmüş oldukları neticesine
varılmıştı. Ama işleri mübalâğalı bir şekilde takdim etmekten kaçınmak gerek! Aslında,
pek çok sayıda Ermeni kızı ve genç Ermeni hanımları, Türklerle evlenmişlerdi ve
Türk kocalarından ayrılmayı akıllarından bile geçirmiyorlardı! Bütün
bunları gözlemlerimle gördükten sonra, Ermeni halk tabakasının ne kadar kolay din değiştirdiklerinin bir misalini
daha bulmuş oldum.
Ankara’daki katolik papazı sayın Koren Clemens, kendi Ermeni vatandaşlarından
yirmi kadar öksüz kalmış çocuğu kulübeye benzeyen loş ve gayri sıhhî bir evde
toplamış ve onların eğitimi için takdire değer bir feragatla çalışmaktadır.
Kendisini ziyarete gittiğimde, onun evinde, oldukça dertli ve hüzünlü görünen
on beş yaşlarında genç bir çocukla karşılaştım. Sebebini sorduğum zaman, onun
kendi köy ve kasabasından ayrılmaya dayanamadığını öğrendim. Babası onun
gözleri önünde öldürülmüş olduğu halde, yine de Türklere karşı duyduğu sevgi ve
hayranlıktan hiçbir şey kaybetmemişti:
—
Adın ne senin? dedim.
—
Süleyman.
—
Süleyman, Hıristiyan adı değil ki...
—
Benim adım Süleyman, Hıristiyan değilim
ben, bırakın da Türkler’in yanma gideyim.
Ancak benim sabrımın tükendiğini ve artık kızmaya başladığımı görünce,
nihayet asıl adının Simion olduğunu söylemek zorunda kaldı.
Bu genç dönmenin anne ve kız kardeşi de, aile reisleri gözlerinin önünde
öldürülmesine rağmen, katillerle evlenmekte hiç tereddüt etmemişler. Bugün, bu
iki kadın da kocalarından ayrılmayı kesin olarak reddetmekte ve tekrar Hıristiyan
olmayı katiyyen kabul etmemektedirler.
Resmî bir görevli tarafından not edilen bu hâdise, bizleri, bu sözüm ona
Hıristiyan milletin ahlâkî değerleri hakkında aydınlatmaya yeter herhâlde!
Ermenilerin karakterinin belli başlı özellikleri, açgözlülük ve
kalleşliktir. Bu bakımdan biraz Yunanlılara benzerler. Şöyle bir Türk atasözü
vardır: Rum Avrupa’lıyı dolandırır, Yahudi Rum’u dolandırır, ama Ermeni de
Yahudi’yi dolandırır!
Bu atasözünün ne demek istediği oldukça açıktır, çünkü Ermeniler
Müslümanların tefecileridirler.
Bunun izahı oldukça basit: Ermeniler çok tutumludurlar ve Yunanlılar gibi
ticarî faaliyetlere girişerek çarçabuk zengin oluverirler. Fakir çiftçilerden
ibaret olan Türkler de sık sık onlara başvururlar. Ermeniler onlara aşırı
derecede yüksek faizlerle ödünç para verirler. Borçlarını ödeyemeyecek duruma
geldiklerinde, bütün mallan ipotek edilmiş olduğundan ve artık rehin gösterecek
hiçbir şeyleri de kalmadığından; Ermeniler ipotek ettikleri mal ve mülkleri
kendilerine satmalarını isterler ve böylece de bu yerlerin sahibi olur
çıkarlar! Türkler de bu şekilde kısa zamanda soyulup soğana çevrilirler. Bu tür
hâdiseler birçok köyde, hattâ bazan bütün bir şehir arazisinde vukû bulduğu zaman,
Ermeni tefecilerinin zulmü yüzünden her şeylerini kaybetmiş bulunan Türkler
ayaklanır ve tefecileri katlederler. (Burada şunu ilâve edelim ki, savaş
öncesinde bu tür ayaklanmaları bizzat Almanlar düzenliyor ve Türkleri tahrik
ediyorlardı).
Yüzbaşı X... raporunu şu şekilde sürdürmektedir:
«Ermenilerin Hıristiyan olmalarının, Türklerin onlara karşı tecavüzde
bulunmalarıyla hiç mi hiç alâkası yoktur. Türklerin Ermenilere karşı
duydukları kinin asıl sebebi; Ermenilerin çevirdikleri siyasî manevralar ve
Türkleri altından kalkılmaz faizler altında ezip yoksul duruma düşürmeleridir.
Fransa’ya karşı sevgi gösterilerinde bulunmalarına ve muhtaç oldukları büyük
devletlere karşı dostmuş gibi gözükmeye çalışmalarına rağmen, Ermeniler çok
sinsi bir yabancı düşmanıdırlar. Savaş sırasında vukû bulmuş olan katliâmlara
gelince, bu katliâmların asıl tahrikçileri ve düzenleyicileri Alınanlardır. Türkiye’nin
Asya yakasının bütün ticarî işlerini elegeçirmek için, Ermenileri perişan etmek
zorundaydılar, zira Yahudileri bile dolandıracak kadar güçlü ve kuvvetli
rakipler bulundukça, kendi niyetlerini gerçekleştirmelerine imkân var mıydı?
İşte sırf bu yüzden Ermeni milleti mahkûm edilmişti, Almanların rahat yüzü
görmeleri için de, bunun dışında bir başka çare yoktu!
Kendi menfaatlerine yaramış olmasaydı, Almanlar bu katliâmları derhal
önleyemezler miydi? Ne var ki, Almanlar zaten tabiatları icabı gaddardırlar!!!
Bir gün fakir bir Türk köylüsü, dar bir kır yolundan bir merkebin çektiği
küçücük arabasıyla işine gidiyordu. Karşı yönden de bir Alman tankı
gelmekteydi. Zavallı adamın merkebini durdurup kenara çekilmesine fırsat
vermeden, Alman askerleri köylünün üstünden geçip gittiler ve arabası, merkebi
ve kendisiyle birlikte bu garibanı paletlerin altında yere yapıştırıp
uzaklaştılar; bütün bunların ardından da o iğrenç kahkahalarını
savuruyorlardı. Ben bu olayı itimada şayân birkaç Türk dostumdan öğrendim.
Onlar bu iğrenç olaya bizzat şahit olmuşlardı.
Bir Fransız din adamı anlattı: Büyük katliâmlardan bir zaman sonra,
Konya’da katolik bir Alman papazına rastlamış, bu papazın katiller hakkında
hiçbir kötü kelime kullanmadığını ve öldürülen Ermenilere karşı da hiç bir
acıma alâmeti göstermediğini görünce şaşırmış. Durumu gören Alman papazı bizim
din adamına şöyle demiş:
—
Gaye Almanya’nın
zafere ulaşmasını temin etmek olduktan sonra, binlerce adamın öldürülmüş
olmasının ne önemi var!
İşte kendi memleketinin Ermenilerin mahvedilmesi sayesinde büyük menfaatler
elde etmiş olacağının kesin bir itirafı değil de nedir bütün bu sözler?»
Bence bütün bunlar,
şu eski Ermenistan meselesinin çıplak bir şekilde gözler önüne serilmesine
yetecektir. Eğer bir katliâm olmuşsa, bu Türkler tarafından değil, fakat bizzat
Avrupalılar tarafından yapılmıştır, Avrupalılar tarafından hazırlanmıştır.
Yine de biz, çok daha resmî ve yapılan katliâmı pek çok yönlerden haklı ve
mazur gösterecek bir başka şahit daha zikredeceğiz. Bu şahit Türklerin değil,
tam aksine Ermenilerin Türklere karşı işledikleri barbarlıkları ve gaddarlıkları
ayrıntılarıyla ispat etmekte ve şimdiye kadar bizlere anlatılan hâdiseleri
tamamen tersine çevirerek, Türkleri cellâtlar olarak görmek yerine, acınacak
mazlumlar olarak ele almak gerektiğini ispat etmektedir.
Şimdi sunacağım belge, Rus ikinci kale topçu birliği komutanı yarbay Twerdo
Kleboff’un hatıralarından alınmıştır. Bu Rus komutanı, 27 şubat 1918’de şehrin
Türkler tarafından geri alınışına kadar, birlikleriyle birlikte Erzurum’da
kalmıştır. Kaleme almış olduğu hatıralarının başlığı şudur:
«Erzurum’da işlenen vahşetler konusunda bir Rus subayının notların
«Ruslar 1916’da Erzurum’u işgal ettikleri zaman, ordularında —oldukça kötü—
hizmet gören Ermenilerin bir tekine bile şehre yaklaşma izni
vermemişlerdi.
1.
Kolordu komutanı
general Kaimine, bu bölgenin komutanı kaldığı müddetçe, emri altında bulunan
Ermeni birlikleri bu yörelere aslâ yaklaştırılmamışlardı.
Ama ihtilâl her şeyi altüst ettiği zaman, Ermeniler sözde aramalarda
bulunmak bahanesiyle Erzurum’a üşüştüler ve derhal şehri ve civar köyleri talan
etmeye ve sakinlerini katletmeye başladılar.
Rusların orada bulunmaları, yine de onların bu vahşetleri açıktan açığa
işlemelerine mâni oluyordu, ancak gizli ve dolambaçlı yollarla çetecilik
yapabiliyor ve katliâmda bulunabiliyorlardı.
Askerlerden meydana gelen ihtilâl Komite Konseyi 1917 yılında, yine sözüm
ona silâh arama bahanesiyle, Erzurum’un resmen yağma edilmesi için teşebbüse
geçti. Ermeniler için bu karar bulunmaz bir fırsat oldu. Rahat ve emin bir
şekilde çalmaya, yağmalamaya ve insanları vahşice öldürmeye koyuldular.
Ocak ile şubat arasında, Erzurum’un en tanınmış simalarından biri olan
Bekir Efendi, yağmacılar tarafından kendi evinde katledilmiş bulundu.
Başkumandan Udişelidze, emrindeki subaylara emir vererek katillerin en geç üç
gün içerisinde bulunup ortaya çıkarılmalarını emretti. Ayrıca da askerleri her
türlü sınırı aşan ve insanlık dışı davranışlarda bulunan Ermeni taburlarının
komutanını yanına çağırıp çok sert bir şekilde azarladı. Daha sonra yüksek
makamlara müracaatta bulunup, Ermenilerin OsmanlIlara karşı giriştikleri
amansız zulüm, işkence ve katliâmları bir bir sayarak acı bir dille gözler
önüne serdi. Özellikle de, çalıştırılmak üzere tarlalara gönderilen, yol
yapımında çalışacakları bahanesiyle evlerinden alınıp götürülen Türklerden
yansının bile bir daha geriye dönmediğini ve akıbetlerinin mutlak ölüm
olduğunu tek tek anlattı.
Öbür taraftan da Ermenilerin aydın zümresini bir araya toplayıp, şayet
Ermeniler bu arazilerin hâkimi olmak istiyorlarsa, kendilerinin halkı idare
edebilecek kadar namuslu ve haysiyetli olduklarını ispat etmelerinin şart olduğunu
ve milletlerinin namını lekeleyen ve ırklarını oldukça bayağı bir ırk gibi
gösteren böyle gaddarca cinayetleri işlemekten bir an önce vazgeçmeleri
gerektiğini anlattı. — Bilhassa umumî harbin henüz sona ermediği ve Barış Konferansının
bu bölgelerin Ermenilere bırakılmasına henüz karar vermediği bir sırada,
Ermenilerin tasarlanan bağımsızlığa lâyık olduklarını ispat edebilmeleri için,
hak ve adalete daha saygılı bir şekilde davranmaları lâzım geldiğini de onlara
en iknâ edici delillerle izah etti. Ermenilerin askerî komutanları ve yüksek
sınıftan olan tanınmış Ermeniler, küçük bir azınlığın girişmiş olduğu vahşet ve
katliâmın bütün Ermeni cemaatini inceleyemeyeceğini söyleyerek karşılık
verdiler. Bu Ermeni azınlığının, Türklerin eskiden yapmış oldukları
kötülüklerin intikamını almaktan başka bir şey yapmadıklarını ileri sürecek
kadar da küstahça tavır takındılar!
Az zaman sonra, Erzincan Türklerinin Ermeniler tarafından katledildiği
haberi geldi.
Başkomutan Udişelidze’nin beyanına göre, müdafaasız durumda bulunan sekiz
yüzden fazla Türk, en akıl almaz vahşet metodlarıyla katledilmişlerdi. Büyük
büyük hendekler açıyorlar ve buralara hayvan boğazlar gibi teker teker
boğazladıkları Türkleri üst üste dolduruyorlardı: Ermeniler kesip hendeğe attıkları
Türkleri birer birer sayıyorlar ve şöyle bağırıyorlardı:
—
Daha yetmiş kişi
oldu, hendek on kişi daha alabilir, kesin!
26 şubatta, yâni bu katliâmlardan üç hafta sonra llıca’dan dönen yarbay
Griaznoff, köy yolları boyunca parça parça edilmiş ceset yığınlarına
rastladığını, bu cesetleri çiğneyerek geçen her Ermeninin mutlaka bu cesetlere
tükürdüğünü nefret ve hüzünle anlattı.
Oldukça geniş olan caminin avlusu erkek, çocuk, kadın ve ihtiyarların
cesetleriyle tıka basa doldurulmuş hâldeydi. İstisnasız bütün kadınların
vücutlarında işkence ve zulüm izleri vardı. Yarbay Griaznoff telefon
santralında çalışan Ermeni kızlarından bazısını bu cami avlusuna getirttirdi
ve onlara, bu dağlar gibi yığılmış insan cesetlerini göstererek, kendi
milletlerinin yaptıklarından gerçekten gurur duyabileceklerini söyledi!
Bizim yarbay bu sözle onları rencide edeceğini sanıyordu. Ama bu genç
Ermeni kızlarının bu manzara karşısında neşeli neşeli güldüklerini görünce,
önce büsbütün şaşırdı, sonra da bu kızlara karşı tam bir nefret duydu.
Utanmaları, kendi ırkları namına üzülmeleri gerekecek yerde, bu insanlık dışı
davranış karşısında gülmelerinin, ancak Ermenilere has bir karakter
olabileceğini söyleyerek hakaretler yağdırdı. Ermeni erkeklerinin ve hattâ kadınlarının
bile yeryüzündeki insanların en bayağısı, en iğrenci ve en vahşisi olduklarını
ilâve etti. Böyle açıktan açığa hakaret edildiklerini gören şıllıklar, birden
bozuldular ve «biz» dediler, «gülmüşsek, sinirimizden güldük»!!!
Alaca’daki ordugâh komutanlığının levazımcısı olan bir Ermeni, 27 şubat
1917’de bu şehirde işlenmiş olan vahşetlerden bahsederken, ırkdaşlarının bir
Türk hanımını canlı canlı duvara mıhladıklarını anlattı. Kadını duvara iyice
mıhladıktan sonra, hançerle göğsünü yarıp kalbini çıkarmışlar ve can çekişen
zavallı kadının başının üstüne koymuşlar!...»
Bu Ermeni barbarlıklarını burada kesiyorum.
Bu kadarı, sanırım, şu aziz Ermeni şehitleri masalını yıkmaya yeter!
Şu bizlere vahşiler diye tanıtılan Türklerin, 19 şubat 1919’da Ermeni
katliâmından mesul olan kişileri divan-ı harbe vermiş olduklarını ilâve etmeye
bilmem gerek var mı?
Bu katliâmın asıl mesulü, Türk halkı tarafından da «kasap» diye
adlandırılan Alman ajanı Kemal bey idi. 12 Nisan 1919’da İstanbul’da Harbiye
Nezareti önünde idam edildi.
Gördüğünüz gibi Türkler, rezil Ermenileri tatmin etmek için ellerinden
geleni yapmaya çalışıyorlar ve kendi vatandaşlarını kendileri idam etmekten
çekinmiyorlar!
Mütarekeden bu yana İngilizler, Şark’ta hep bizim aleyhimize çalışmaktalar,
önce sinsice bizim yerimizi almaya koyuldular, sonra da birden bizim yerimize
geçiverdiler.
Onların gerçekten saldırıya geçişleri, Westminster başpiskoposu Kardinal Boume’un seyahatiyle başlar. Bu kardinal İstanbul’a
19 şubat 1919’da gelmişti. İngiliz zırhlısında oldukça muhteşem bir ayin
törenini idare etmiş ve bütün İngiliz subayları bu ayine iştirak etmişlerdi.
Sonra Kardinal İngiltere elçiliğine götürüldü.
Kardinal’in asıl vazifesi Şark’taki katolik müesseselerini İngiltere’nin
istifadesine sunmak üzere dolambaçlı yollardan ele geçirmekten ibaretti. Zaman
iyi seçilmişti, çünkü Fransızlara ait bulunan bu müesseseler, savaş yüzünden
hemen hemen iflâs etmiş bulunduklarından yardıma muhtaçtılar, fakat bizim din
düşmanlığı güden hükümetimizden bekleyecekleri bir şey yoktu.
[Bu sene yâni 1920’de hükümetimizin lütfedip Kardinal Dubois’yı Suriye’ye
gönderdiğini biliyorum. Fakat ne kadar geç! Hem de ne kadar çok fazla sınırlı
tutulmuş bir misyon!Kardinal Bourne’un misyonuna karşı verilen çok geç ve çok
zavallı bir cevap bu.]
Kardinal Boume ise rahatça hükümetine dayanıyor, ayrıca da rakip ve düşmanları satın almağa
mahsus İngiliz altınlarının arkasında olduğunu biliyordu!
Westminster başpiskoposu kardinali, İngilizler yem gibi kullandılar —çünkü kardinal iyi
niyet sahibiydi—; fakat Protestan olan İngilizler bizimle tam dört sene boyunca
omuz omuza çarpışmış olmalarına rağmen, ne Katolik mezhebine karşı duydukları
kini, ne de Fransızlara karşı taşıdıkları antipatiyi bırakabilmişlerdi.
Zaten —dıştan bakılınca saçma gibi görünen, fakat gerçekte büyük mânâlar
ifade eden— şu Siyon krallığının kurulması teşebbüsüyle bunun bir ispatını
görmedik mi? Bizim sevgili müttefikimiz İngilizler bizim kadar iyi bilirler ki hiçbir
Yahudi, ne kadar az ileri görüşlü olursa olsun, ticaretin ölü olduğu bir yere
asla yerleşmek istemez.
O halde İngilizler ne istiyorlar?
Bu çok açık: yalnızca Fransız nüfuzunu ve Kudüs’deki Katolikliği yıkmak
istiyorlar. Bunun için de, mukaddes şehri tramvayları, klüpleri, sinemaları,
gökdelenleri, vs. ile modern bir şehir stiline sokarak, canla başla
yürüttüğümüz çalışmaları ve hatıraları yıkıp yakmakta asla tereddüt etmezler.
İngiltere’de dini amelleri terketmenin ve iman kaybının alıp yürüdüğü ve
dine karşı kayıtsızlığın iyice artmış olduğu şu sıralarda, îngilizlerde görülen
bu aşın yobazlık ve Doğu’da din müdafaacısı kesilmeleri gerçekten çok garip!
Filistin’de Katolik nüfuzunun tam yıkımına hazırlandığı bir sırada,
Türkiye’deki Katolik nüfuzunu avucuna almaya çalışan bu milletin şu davranışı,
çok daha garip ve çok daha şaşırtıcı... eh pes doğrusu!
Din ve faziletin ne demek olduğunu, haydi şu İngilizlerden öğrenelim de
biraz dindar ve ahlâklı insancıklar oluverdim!
1919 yılından beri İngilizler İstanbul’un fiilen hâkimidirler. Bizlerse,
her zamanki gibi, bunu bilmemekte ve görmemekte berdevamız. Bir Fransız
generali, Şark’taki İttifak kuvvetlerine kumanda ediyor diye kabul edildiği
için, kumandayı yürüten Fransa’ymış gibi safça inanıveriyoruz! Oysa,
İstanbul’da kumandayı yürüten basbayağı bir İngiliz generalidir, İngiliz
kuvvetleridir şehri işgal altında bulunduranlar, nihayet orada kanun yapan ve
yürüten İngiliz idaresidir!
Franchet d’Esperey ancak ismen kumanda etmekte, General Wilson ise fiilen kumanda etmektedir! Lüzumlu gördüğü bütün kararları bizzat
kendisi almakta ve sadece kendi hesabına hareket edip, başka birinin görüşünü
almaya ihtiyaç duymamaktadır.
[ Gerçi bu durum 5 kasım 1920’den bu yana artık pek geçerli değil. Milne ve
Wilson adlı İngiliz komutanları, İngiltere’ye dönmüşler ve onların yerini,
şimdi Karadeniz kuvvetleri komutanlığım yüklenmiş bulunan general Harrington
almıştır.
İstanbul’dan almakta olduğum mektuplar, İngiltere aleyhinde oldukça geniş
tenkitler taşımalarından ötürü, çoğu zaman Britanya sansürünün gazabına
uğradıklarından, bu iki generalin İngiltere’ye dönüşleri konusunda şimdilik
ayrıntılı bilgiler sunamayacağım. Bu yüzden, yapılmış olan değişikliğin bir
bakıma izahını verir diye burada yalnızca Havas Ajansı'nın 6 kasım
tarihli bildirisini aktarmakla yetineceğim:
«... Selânik’teki Britanya sefer ordusunun eski başkomutanı general Milne,
Şark’taki İttifak orduları başkomutanlığının talimatlarına uymayı savaş
boyunca reddetmişti. İstanbul’daki İngiliz Kuvvetleri komutanlığına tâyia
edilince de, Fransız generalleriyle geçimsizliğini sürdürmekteydi. Fransız ve
İngiliz silâhlı kuvvetlerinin otoriteleri arasında kısa zaman önce yapıldığı
söylenen bir anlaşmaya göre, İstanbul’daki komutanlığı bir Fransız ve bir İngiliz
generalinin sırayla yürütmeleri karara bağlanmıştır.»
Oldukça bulanık, oldukça esrarlı görünen ve şâyet yapılmışsa durumu daha
bir çıkmaza sürüklemekten başka bir işe yaramayacak olan bu anlaşma konusunda
şüpheliyim ve böyle bir anlaşmanın yapılmış olacağına pek ihtimal
veremiyorum.]
İngiltere, Nazif bey ve Muammer bey gibi bizim taraftarlarımızı Malta’ya
sürmüştür (hükümetimiz ise bütün bu olanlar karşısında en ufak bir tepkide bile
bulunmadı)! Çünkü İngiltere, daha önceden eski sadrazam Damat Ferit Paşa’yı
satın almıştı ve onun aracılığıyla hükümeti istediği gibi idare ediyordu.
Tabii, bizlerin Fransa’da böyle şeylerden haberi yoktu!
İngiltere, Sultan’ı İstanbul’dan kovmak istiyordu, Fransa derhal karşı
çıktı; fakat İngiltere, Sultan’ın vezirlerinden bazılarını satın alarak
güçlükleri yenmesini ve böylelikle de Sultan’ın otoritesine baskı yapmayı
becerdi! Hâdiseler ve çevrilen dolaplar öyle bir noktaya gelmiştir ki,
İstanbul’daki işgal ordusunun İngiliz subayları niyetlerini saklamaya, hislerini
gizlemeye bile artık gerek duymuyorlar. Galipler ve hâkimler pozuna girip caka
satmakta ve inanılmaz bir kabalık ve kibirlilikle hareket ediyorlar. Dâvalarının
(!) aleyhinde görünen ve takındıkları tavırların çirkinliği hakkında bilgi
veren bütün mektup ve yazışmaları amansızca kırpan ve imha eden bir sansür
kurmuş durumdalar! Böylelikle de hakikatlerin bizlere ulaşmasına mâni
olmaktalar!
Ve Fransa’da bilgisizlik devam ediyor!
[İstanbul’un Fransız taraftarı tek
gazetesini de ortadan kaldırdılar. Bu konuda göçen gün bu gazetenin sabık yazı
işleri müdürü ve Fransa’nın sadık dostu bir ahbabımdan —ismini burada neden
veremeyeceğimi sizler de biliyorsunuz artık— bir mektup aldım. Sansürden
kurtulup da bana gelebilmesi büyük bir muciza..
Dostum bana aynen şöyle demekte:
«... Bizim Fransızca olarak yayınlanan tek
ve biricik gazetemiz I’Entente’a gelince, İstanbul’un hâkimleri olan İngilizler
tarafından yasaklandı ve kapatıldı.»
Nedeni, niçini ve nasılı ortada!]
[LÉON ROUILLON Türkiye’yi
Savunuyorum BELGELER(Documents\POUR LA TURQUIE ) trc: Cemal KARAAĞAÇLI, Bedir
Yayınevi, İstanbul 1994, s.25-46
Fransa’nın din aleyhindeki siyaseti, onun Doğu’da nüfuzunu kaybetmesinde
büyük ölçüde âmil olmuştur.
Gerçekten de, Şark âleminin Hıristiyanlarını, yalnızca Fransa müdafaa
etmekteydi. Bu müdafaa, sanıldığı ve sanılacağı gibi Türklere karşı değil,
fakat Balkanların Ortodoks milletlerine karşı yapılıyordu.
Türkler bizim dinimize karşı her zaman müsamahakâr ve hürmetkâr
davranmışlardır. Fransa’dan kovulan din adamlarına memleketlerinin geniş
kollarını açmışlar ve onlara vatanlarının vermeyi reddettiği ekmeği
ihsan etmişlerdir.
Türkiye’ye yerleşmiş
bulunan sayısız din adamlarına ve kapüsenler, cizvitler, lazaristler,
fransiskenler ve assompsiyonistler gibi mezhep gruplarına bu konuda ne
düşündükleri sorulduğu zaman, düşmanlarının Türkler değil, fakat Ortodokslar
olduklarını itiraf ediyorlar.
Dine karşı savaş açmak suretiyle, bizler yalnızca kendi nüfuzumuzun
yıkılması için savaşmakla kalmadık, fakat aynı zamanda düşmanlarımızın da
oyunlarını bir güzel kolaylaştırıverdik. Aslında unutmamak lâzımdır ki: Bulgarlar
dinsiz ve Katolikliğin düşmanıdırlar; sahtekâr, hırsız ve soysuz Yunanlılar
Katolikleri her türlü cevr ü cefâya maruz bırakıyorlar; Sırplar, Katoliklerin
ibâdet etmesini yasaklıyorlar (savaştan önce Sırbistan’da ancak iki Katolik
papazının bulunduğu bilinmekteydi: Avusturya elçiliği ile Belgrad’daki
Avusturya hastahanesinde bulunan iki papaz!) ve son olarak Romanya’da
Katolikler, Rusya’daki Yahudilerin gördüğü muameleyi görmekteler. Sofya’da
Katoliklere ayrılmış bir mahalle vardır, onlar burada sanki bir Yahudi
mahallesinde yaşıyorlarmış gibi oturuyorlar!
Öyleyse, bırakalım artık şu bizim «Balkanlı kardeşlerimizin» sözüm ona
müsamaha gösterilerine kapılıp hayâl âleminde yaşamayı. Onlar olsa olsa ancak
bizim düşmanlarımız olabilirler, hem zaten onların en büyük arzulan bizim
harpten yenik olarak çıkmamızdır. Büyük bir heyecan ve sevinçle bizim mağlup
olmamız için çalışıyorlar.
Onların (Türkler’e karşı duyulan kin ile birlikte) tek uzlaşma noktaları,
yegâne güçleri, açıkça söyleyelim ki, sahip oldukları mezhebe dayanmaktadır.
Bizim ihmal ettiğimiz ve üzerinde pek durmadığımız nokta budur.
Hıristiyanların koruyucusu olan Fransa, Ortodokslara karşı Müslümanlarla
ittifak hâlindeydi; Katolikler ve Müslümanlardan kopup uzaklaşan Fransa, şimdi
edindikleri yeni dostları sayesinde daha da kuvvetlenerek bizlere karşı
amansızca bir savaş açmak üzere olan ve Anglikanlarla birleşmiş olan
Ortodokslara karşı hiçbir müttefik bulamamaktadır artık.
Manevî alandaki durumumuz, siyasî sahadaki vaziyetimiz kadar kötüdür.
Ortodokslar Protestanlarla birleşmekteler, tıpkı Yunanlıların İngilizlerle
ittifak kurdukları gibi!
Mösyö Marc Lauret, bu hususta, 13 Ekim 1920 tarihli France mecmuasında
«İngiliz-Slav Yakınlaşması» adıyla bir makale yayınlamıştı; makalesinde bu
yaklaşmanın tehlikelerini bir bir gösteriyordu.
Bizler için oldukça ciddî bir ikaz mahiyetinde olan bu yazının bazı
bölümlerini aktarmak istiyorum:
«... Geçenlerde, bütün Hıristiyan mezheplerini bir dünya
konferansında (The World Conference) toplamak için bir tasarı ortaya atılıp
ilân edilmişti; bu tasarı Amerikalıların teşebbüsleri sonucu ortaya çıkmıştı.
Basınımızda bu konuyla uğraşan birine rastladık mı? Dünya Konferansını ilham
eden dinî düşüncelerle, Milletler Cemiyeti (Birleşmiş Milletler) ni ilham eden
siyasî fikirler arasında herhangi bir bağın bulunup bulunmadığını düşünen oldu
mu? Amerikalıların yapmış oldukları bu girişimler arasında hiçbir bağın
olmaması mümkündür. Fakat yine de görmek, sorup soruşturmak, derin bir
incelemeye ve araştırmaya dalmak gerekmez miydi? Bunları ihmal etmeye hakkımız
var mıydı?
Şimdilik, yalnızca sırf Avrupa düzeyinde dinî ve siyasî bir başka dâvânın
söz konusu olduğu iddia edilebilir ve belki öyledir de, ama yine de bu durum
dünya hâdiselerini yakından takip eden kimselerin merakını gıcıklamaktan geri
kalmıyor. İngiltere’de, Yunan Ortodoks kilisesi ile Anglikan kilisesi arasında
bir çeşit dinî birliğin kurulması hayâl edilmektedir. Yine uzun zamandan beri
Rusya’nın hasmı olan İngiltere’nin nihayet onunla anlaşacağını ve bunun lâik
zihniyetimiz yüzünden bizde biraz şaşkınlık uyandıracak (ama hem İngiltere, hem
de Rusya’nın kafa yapısının nasıl olduğu bilindiğinde daha az hayret edilecek
) bir şekilde gerçekleşmesini düşünmek hoştur doğrusu.
Üstelik böyle bir hâdise dünyada ilk defa görülmüş de değil ki. Evli
papazlarıyla kendini göstermiş olan bir Anglikan kilisesi, Manş denizinin öbür
kıyısında ortaya çıkalı beri, dış görünüşleri bakımından benzerlikler arzeden
Yunan ve Rus Kilisesiyle muhtemel bir birleşmeden hep söz edilegelmiştir. Pek
fazla eskilere gitmeye hacet yok, emin bir kaynakta anlatıldığına göre, ileride
VII. Edvard olarak tahta geçecek olan Galler prensi, II. Nikola’nın taç
giyeceği sırada, Saint-Pétersbourg âyininde bir Anglikan
piskoposunun resmen hazır bulundurulmasına karar vermişti. Karar yerine
getirildi. Gerçi bu hâdisenin gelip geçtiğini ve bir daha vukû bulmadığını
itiraf etmek gerek. Fakat şunu da belirtelim ki bu olayın bir devamı oldu ister
istemez. Bu da —siyasî bakımdan—, Edvard ile Nikola arasında görülen
dostluk olmuştur... Rus ihtilâlinden sonra, İngiliz'ler eski tasarılarını
yeniden ele almayı düşünmüşlerdi. 1917’den sonra ve Lenin’in başa geçmesinden
önce Moskova kilisesinin başında, Cantorbéry’deki High Church ile oldukça sıkı bir işbirliğinden uzak kalmayacak olan yüksek
rütbeli bir papazın yer alması hülyasına bile kendilerini kaptırmışlardı.
Bu konuyu fazla derinleştirmeksizin, burada hemen şunu söyliyelim ki
Yunanlılar da bu mahiyette bir yakınlaşmaya oldukça alâka duymaktadırlar.
Onların İngiltere ile olan dostluğunun menfaatten uzak bir dostluk olduğu
görülüyor. Fakat İngilizlerin İstanbul’a gerçekten postu sermelerinin, Yunanlılarda
Ayasofya’yı ele geçirme ve duvarlarına asılan levhaları süsleyen Kur’ân
âyetlerini çıkarıp atma arzusu uyandırmadığına pek inanan bulunmaz
kanaatindeyiz.
Atina projeleri unutuldu mu? Yunanlıların İstanbul’a yerleşmek için ne
kadar istekli oldukları unutuldu mu? İstanbul konusunda —zaferden
sonra— Avrupa’da görülen fikir ayrılıkları yüzünden çıkan
şiddetli münakaşaları bilmemezlikten gelebilir miyiz?
Bu şehri Türkler’e mi bırakmalıydı?
Yoksa onları buradan kovmalı mıydı?
Hindistan’daki Müslümanların toplu bir isyana gidecekleri gibi tek bir
ihtimal yüzünden, İngiliz hükümetinin Osmanlı İmparatorluğu’nun Hindistan
Müslümanları üzerindeki haklarını derhal feshetmeye karar vermiş olduğu unutuldu
mu?
Dinî mi, yoksa siyasî mi olduğu söylenilmeyen geniş çaplı bir siyasî
taktiğin belirtilerine, şimdilik hafifçe ve ısrar etmeden de olsa işaret etmek
kâfidir. Ne var ki, bu belirtilerin ve işaretlerin ne mânâ ifade ettiklerini
bilmemek çılgınlıktan başka bir tâbirle anlatılamaz. Birazcık düşünme gücü
olanlar bunları rahatlıkla anlayacaklardır. Dünyayı bize göründüğü şekliyle
değil, olduğu şekliyle görmek gerekir. Hem zaten Ayasofya’nın işgali için yapılan
mücadeleler, gerçekleri görmemekte var güçleriyle diretenlere, altından
kalkılmaz meselelerin durmadan ortaya çıktıklarını ispat etmektedir.»
Basınımızda bu tür yazılar nadiren görülmektedir. Çünkü basınımız, Doğu
meselesinden ancak büyük bir ihtiyatla ve bazan da insanı çileden çıkaran bir
tarafgirlikle bahsetmektedir.
Artık gerçeklerin farkına varmış ve hakikati anlamış görünen basınımızın
bu son çabasına acaba iltifat edilecek mi? Yazdıklarına önem verilip,
dinlenecek mi?
Umarız öyle olsun, ama şayet vakit artık çok geç değilse!
Ortodoksluğun artan gücünü dikkatle izleyip, İslâm’a daha fazla yaklaşmaya
çalışalım! (s.101-105)
Sayın
Millerand’a
Türk Fransız anlaşmazlığı bitip artık yerini Türk Fransız ittifakı
almalıdır.
Kamuoyu «Doğu hâdiseleri» ile ilgilenmeye başlamıştır ve bu konudaki
bilgisizliği oldukça koyu olmasına rağmen, yavaş yavaş düzelmeye doğru
gitmektedir. Pierre Loti, Claude Farrere ve Tharaud kardeşler gibi yazarların
açtıkları muhteşem kampanyalar, Doğu Ordusunda askerlik yapmış kimselerin
anlattıkları, nihayet meyvelerini vermeye başlamışlardır. Henüz «mesele» tam mânâsıyla
bilinmiyorsa da, en azından artık böyle bir «meselenin» bulunduğu kabul
edilmektedir, bu ise oldukça mühim bir ilerlemedir.
Fakat, henüz ortada yapılacak çok şey var. Bizlerin dâvayı kaybettiğinden,
geç kaldığımızdan aslâ söz edilemez, aksine bütün hata ve zaaflarımıza rağmen,
Doğu’da kendilerine güvenebileceğimiz pek çok dostumuz ve bizimle birlik olmak
ve bizi desteklemekten gayrı bir düşünceleri olmayan epeyce taraftarlarımız
bulunmaktadır.
Öyleyse, politikamızı aklın ve mantığın gerektirdiği yönde yürütmekten
başka bir düşüncemiz olmamalı.
Daha şimdiden, Millerand hükümeti iyi niyet örnekleri vermeye başlamıştır;
biz kendisinden kesin ve kararlı tutumlar bekliyoruz. Bu oldukça güç bir iş,
ama bütün bir ülkenin yardım ve desteği hükümetin yanında olacaktır.
Atina olayları müdahalede bulunmak için bize bulunmaz bir fırsat
vermiştir; bunu kaçırmamaya çalışalım, yoksa sonra vakit çoktan geçmiş
olabilir!
Sèvres anlaşmasını bütünüyle gözden geçirmek kaçınılmaz olmuştur. Bunun
yapılmasını bizzat Fransa ısrarla istemeli ve böylece Türkiye’nin dostu ve
hâmisi durumuna geçmelidir. Konstantin’in Yunanistan'ına karşı, açıkça
Türkiye’nin yanında yer almalı ve onun tarafını tutmalıdır.
Venizelos’un Yunanistan’ı, Venizelos’la birlikte ansızın çöküvermiştir.
Her şey bizi artık kabul etmeye zorluyor ki, kafamızda kurduğumuz büyük
Yunanistan, bize minnettar olmak bir yana, tam aksine bizim düşmanımız
olacaktır; çünkü Venizelos silinip gitmiştir ve Rhallys’in bakanlığına rağmen,
daha şimdiden bize artık saygı duymamaya başlamıştır. Atina’dan gelen son
haberlere göre, sokaklarda Konstantin’in portresini selâmlamak istemeyen
Fransızlar hırpalanmışlardır!
Bu pek açık bir işaret! 1916 yılında vukû bulan Zappéion hâdiselerini hatırlayalım.
Constantin Yunanistan’ının gerisinde II. Guillaume'un
Almanya’sı vardır.
Yunanistan’ı büyültmek, Türkiye’nin zararına olarak Doğu’da üstünlük
kurmasına müsaade etmek, Almanya’yı büyütmek, kendi aleyhimize olarak onun
nüfuzunun yayılmasına müsaade etmek demektir.
Kendi menfaatinden başka bir şey düşünmeyen ve İstanbul ve Filistin’de
takınmış olduğu tavırla bizim Suriye üzerinde olduğu kadar Doğu’daki
hâmiliğimiz konusunda da düşündürmeye başlayan müttefikimiz İngiltere’nin bizi
uyutmasına meydan vermeyelim!
Avrupa’da, hem çabalarımız, hem de fedakârlıklarımıza rağmen oldukça
yapayalnız ve can sıkıcı bir duruma düşmüş bulunuyoruz! Yardımcılar ve
destekleyenler bulacakken, bir de Doğu’da yapayalnız kalmamıza imkân vermek
büyük bir çılgınlık olacaktır.
TÜRKİYE YAŞAMALIDIR. TÜRKİYE MAMUR VE MÜREFFEH OLMALIDIR. Fransa’nın dört yüzyıldan
beri müttefiki olan Türkiye sayesinde, nüfuzumuz yaşayacak ve gürleşecektir. O
zaman, güvenebileceğimiz ve gerektiğinde desteğini görebileceğimiz bir kuvvete
sahip olmuş olacağız. Avrupa’daki işlerimizi ve ticarî faaliyetlerimizi
yürütebilmemiz için, böyle bir güce ihtiyacımız vardır. Çünkü ilerleme ve değişmelere
rağmen, Krallık devrinde gerçekleştirilmiş ve edinilmiş menfaatlerimiz aynı
kalmış ve aslâ değişmemiştir. İşte yine bu aynı menfaatlerin muhafazası için
geçmişten ilhamla hareket etmeliyiz.
Kısacası, şu andaki durum, bundan dört asır önceki durumla aynıdır, bu
yüzden bütün Fransızlar, İstanbul elçimiz Kont de Noailles’in, kral IX.
Charles’a yazdığı ebedi sözleri, Millerand hükümetine ayniyle tekrar edeceklerdir:
«Türkler’e arka çıkmamızı gerektiren üçüncü sebebe gelince, Fransa
dışında, Avrupa’nın en iyi prenslik ve devletlerini hâkimiyeti altına almış
bulunan ve gerek Fransa topraklarını korumak, gerekse bütün Hıristiyan âlemini zulmü
altına almak isteyen Alman hırsının önüne geçmek isteyen Fransa ile daima harp
hâlinde bulunan Almanya’nın aşın büyümesini kontrol altına almak için Türkler’e
ihtiyacımız vardır.»
1919 senesi sonunda, Doğu’dan kalkıp Fransa’ya gelmiştim.
Türkiye, Yunanistan, Romanya ve Bulgaristan'da epeyce gezip dolaşmış ve
bütün arkadaşlarım gibi, Fransa’nın Türkiye’nin yanında yer alıp ona destek
olacağından emin olarak dönmüştüm.
Balkan halklarıyla bana pahalıya oturan tanışmalarda bulunmuş ve onlardan
nefret ve kine varan bir hatıra saklamıştım. Çok ağır ve nazik şartlar altında
Türklerle tanışmak fırsatı bulmuş ve onlar hakkında heyecanlı ve minnettar
bir hatıra saklamıştım.
Aşırı bir saflıkla, vatandaşlarımın da benimle aynı hisleri
paylaştıklarını sanmaktaydım.
Düşündüklerimin tam aksine olarak, vatandaşlarımın ekserisinin Türklere
düşman ve Balkanlılara sevgi hisleri taşıdıklarını öğrenince beynimden
vurulmuşa dönüp, âdeta taş kesildim.
Gerçek durum hakkındaki bilgisizlikleri hakikaten mükemmeldi, bu
bilgisizlik karşısında insan şaşırmaz mıydı?..
Derin bir üzüntü ve kedere düştüğümden, birkaç makale kaleme alıp,
alelacele intibalarımı özetledim, hatıralarımı ekledim, bazı kesin ve ikna
edici ayrıntılar anlattım ve böylece derlenip toplanan yazılarımı neşrettirmeyi
denedim. Benim çabalarım arkadaşlarımın ve üstadlarımın da gayretlerine
eklenince hakikatin gün yüzüne çıkacağını sanıyordum.
Sözü dinlenen insanlara ve büyük gazetelere müracaat ettim. Beni dikkatle
dinlediler, fikirlerimi memnuniyetle kabul ettiler, sonunda da beni çok nazik
bir şekilde başlarından savdılar.
Bu arada hâdiseler gelişiyor ve Türkiye’den endişe verici haberler ve
heyecanlı çağrılar ve dilekler alıyordum.
Ne yapabilirdim?
Aşağı yukarı hiçbir şey; çünkü o sıralarda elimde, hizmet ettiğim ve haklı
gördüğüm bir dâvâ için hakikaten yararlı olacak hiçbir belge yoktu.
Ancak taşra gazetelerinde yayınlanabilen birkaç makale yazmaktan öte bir
şey yapamadım ve hep müsait bir fırsatı kollayıp durdum; büyük bir faaliyete
girişmeden önce, kendimde yeterinden de fazla bir belgeler yığını toplamayı
denedim ve bekledim. Zamanla ve hâdiselerin zoruyla Türk meselesinin tekrar söz
konusu olacağından emindim ve işte o zaman belki imkânlarımın zavallılığına
rağmen bir müdahalede bulunabilecektim.
Zaman durmadan akıp gidiyor ve hâdiseler benim bütün tahminlerimi
ispatlamak için can atıyorlarmış gibi, durmadan birbirini takip ediyor ve
gelişiyorlardı.
Pek çok insan Türk dâvâsının yanlış ve haksız olmadığı konusunda epeyce
aydınlanmış ve buna gitgide şuurlu bir alâka duymaya başlamıştı. Bazı
dostlarım artık benim niyetlerimin halisâne olduklarına tam bir kanaat getirmişler
ve bana yardımcı olmak için harekete geçmişlerdi.
İşte aziz okuyucum, buraya kadar okumuş olduğun ve Türk dâvâsının haklılığı
ve meşruluğuna en iyi delil olan bu belgeleri, ben bu dostlarım sayesinde bir
araya toplamaya muvaffak oldum.
Gelişen hâdiseler, bugün bu belgeler için gerekli ve elzem izah ve
ifşâları gözler önüne çoktan sermiş bulunuyor. Daha önceleri de belirttiğim
gibi, ben bu kitabı aceleyle yazıp, kamuoyunu uyarmaya çalışmıştım. Yıldırım
hızıyla sökün eden olaylar savunduğum dâvânın artık ne kadar haklı olduğunu
ortaya çıkarmıştır.
Fakat ben, gerek kendimin ne derece isabetli davranmış olduğumu ispat etmek,
gerekse yurtsever bir Fransızın sesini büyük gazetelerde zamanında
duyuramadığını okuyucularıma bizzat göstermek için, bu konuda yazmış olduğum
ilk makalelerimi de bu aceleyle yazılmış kitabıma eklemeyi uygun görmekteyim.
Büyük bir hazla bu makalelerimi okuyucularımın takdirlerine bırakıyor ve
bu münasebetle, onları daha önce kabul etmek lûtfunda bulunup, bundan bir sene
önce gazetelerinde yayınlamak alicenaplığını gösteren değerli gazete müdürü
dostlarıma şükranlarımı arzetmeyi bir borç bilirim.
LÉON ROUILLON
NOT — Bu eserin ruhundan bir parça olmaları sebebiyle buraya yalnızca ilk
iki makalemin kopyelerini almaktayım; yolculuk anılarım, kısa vakalar,
belgesel hâdiseler ve bunlara benzeyen diğer yazılarım biraz değişik bir havada
hazırlamakta olduğum eserimde yer alacaklardır.
……………..
Journal de Ruffec’de 11 Nisan 1920’de yayınlanan ikinci makale
Birkaç gün oluyor, G. Hanotauz, Figaro gazetesinde Türkiye
hakkında garip bir makale yayınlamış ve İstanbul’un Türklerin elinden alınıp
Yunanlılara takdim edilmesini telkin etmeye çalışmıştı. Şayet sayın Hanotauz
iyi niyetli ise, bu konuda kesin olarak saçma sapan bilgiler almaktan öteye
gidemediği için böyle bir düşünceye saplanıp kalmıştır. Eğer Doğu’da gezip
görmüş, orada kalmış ve Müslümanlığı yakından tanımış olsaydı, çok büyük bir
ihtimalle daha başka şekilde düşünmek ve yazmak mecburiyetinde olduğunu
anlardı.
Hemen ertesi gün, İslâm dünyasının âşıkı, şâiri ve savunucusu Mösyö Pierre
Loti, aynı gazetede şahane bir dille protestolar yağdırmış ve Türkiye’yi
müdafaa ederken de hiçbir zaman kendi fikirlerine, tarafgir olduğu izlenimini
uyandıracak kendi düşüncelerine ve yazmış olduğu eserlerine değil, fakat tam
aksine Doğu’dan dönmüş ve «asil Türk efsânesini halk arasında yaymış» olan
Fransız askerlerinin şehadetlerine dayanmıştır.
İşte ben de bu yazımda Mösyö Pierre Loti’nin sözlerini tasdik etmek
gayesiyle, kendi mütevazı ve önemsiz şehadetimi kamuoyuna sunmak istiyorum:
Türkiye’den geliyorum.
Ben orada, kuvvetli dostluklar ve samimi münasebetler sayesinde, bizim
şimdiye kadar hiç bilmediğimiz Türk ruhunun değerini takdir etmeyi öğrendim.
Türkler’in bizimle dost olmaktan başka hiçbir düşünceleri yoktur. Bu
ülkede Fransa’yı sevmeyen, dilini öğrenmek arzusu duymayan, Boğaziçi’nde Fransızları
görmek istemeyen tek bir Türk’e bile rastlayamazsınız! Niçin? Çünkü
yüzyıllardan beri, kapitülâsyonlardan bu yana bizim Doğu siyasetimiz, Doğu’da
üstün bir nüfuz kurmak, oralarda menfaatler kollayıp bu menfaatleri gözetmek
için İslâmlarla birleşmekten başka bir düşünceye yer vermemiştir.
Bizim asırlardır süren görevimiz, oralarda Türkiye sayesinde, elçilerimiz,
gezginlerimiz ve misyonerlerimiz vasıtasıyla Hıristiyan medeniyetini yaymak
olmuştu.
Şu son beş seneden beri, bu miras ve bu siyaset geleneğinden geriye ne
kalmıştır? Hiçbir şey.
Daha harp öncesindeyken bile, Osmanlı hükümeti nezdindeki nüfuzumuz
Almanlar tarafından çökertilmeye başlanmıştı. Dikkat ederseniz hükümet
nezdindeki diyorum, çünkü Türk halkı Fransızseverdir ve daima da öyle kalacaktır.
Şu günlerde ise, İngilizlerin ve Amerikalıların oyunlarına geliyor, onların
telkinlerine kulak veriyor, Rumların ve Ermenilerin acındırma numaralarına
kendimizi kaptırıyoruz. Halbuki, orada, o selviler ve güller ülkesinde
bizim alçak, namussuz ve en amansız düşmanlarımız Rumlardır! Bunu bilmek için
1916’daki Atina katliâmını hatırlatmaya bilmem lüzum var mı? Ya Ermeniler?
Türkiye’yi soyup soğana çeviren hayasız yağmacı ve vurguncu sürüsünden başka
nedirler ki? Zaman zaman isyan ederler, Türklere kafa tutar,
fırsat bulunca kırıma girişirler, ama Türkler bir şamar indirince hemen
Avrupa’nın eteklerine kapılıp ağlar ve sızlarlar. Neymiş efendim,
Hıristiyanmışlar! Yok beyler, artık gerçekleri görelim. Ben orada askerlik
görevinde bulundum. Her an Türklerle yan yana yaşadım. Onlardan sevgi, hediye,
dostluk, yardım ve insanlıktan başka bir şey görmedim. Her zaman nezaketlerine,
eşine rastlanılmaz iyi kalpliliklerine şahit oldum. Onları diğer milletlerden
ayıran samimiyeti kendi gözlerimle gördüm. Yunanlılara veya Rumlara gelince,
onların Türklerden tamamen farklı bir karakteri olduğunu yakinen tanımak
fırsatını elde ettim. Rumlar beni sömürmekten, zaman zaman bana hakaret
etmekten ve —pek çok arkadaşıma yaptıkları gibi— bana
tuzaklar kurmaktan öte bir insanlık anlayışı bilmiyorlardı!
Güzel İzmir Yunan’a veriliyor —vermek gerek öyle mi?— Anadolu’nun en büyük limanı
İzmir!
Konya’daki Fransız papazlarına 20.000 Frank gibi azıcık bir yardımı
esirgeyen başkomiserliğimiz, şimdi Amerikan papazlarının oldukça modern ve
şahane binalarda yerleşip, harp sırasında yıkılıp yağmalanmış olan Fransız
mektebinin talebelerinin Amerikan okullarına gitmelerine, Fransız kültüründen
başka bir kültürle yetiştirilmelerine göz yumuyor ve hiç sesini çıkarmıyor!
Ve bir gün ben, bir Türk bana Fransa’nın niçin Türkiye’ye yardım
etmediğini sorduğu zaman, onun şaşkın hâlini ve güven ve itimadında yanılmış
tavrını görerek kıpkırmızı kesilmiş ve başımı eğmiştim.
LEON ROUILLON
Bu makalemi sevgili üstadım Pierre Loti’ye göndermiştim. Kendisi bu
yazımı, «Aziz Fransa’mızın Doğu’daki ölümü» adındaki şahane müdafaanamesinin
167’nci sayfasına «İstanbul’dan dönen bir Fransız askerinin makalesi» başlığı
altında almak lütfunda bulunmuşlar.
Kendisine sonsuz hürmet ve şükranlarımı arzederim.
Kaynak:
Léon
ROUILLON, Pour la Turquie, Documents. Bernard Grasset, Paris, 1921, Quatrième
éd. 127 p LÉON ROUILLON Türkiye’yi Savunuyorum BELGELER(Documents\POUR LA
TURQUIE ) trc: Cemal KARAAĞAÇLI, Bedir Yayınevi, İstanbul 1994, s.113-127
********************
Bu kitap, Birinci Dünya
Savaşı’nda bulunmuş, yenik düşen Türkiye’nin başkenti İstanbul’un işgaline, Yunanlıların
İzmir’e ve Küçük Asya’ya saldırışına şahit olmuş bir Fransız askerinin Türkiye
lehindeki şahitliğidir. Bütün millî siyasetini Türk düşmanlığı üzerine
oturtmuş olan komşumuz Yunanistan’ın başına musallat olan arrivist ve
oportünist ucuz politikacıların ve Tanrı’dan çok Elen şovenizmine hizmet eden
fundamentalist-entegrist Ortodoks Kilisesi’nin tahrikleri yüzünden, yıllarca
Osmanlı Barışı altında birlikte yaşamış iki ülkenin bir savaşın eşiğine
geldikleri şu günlerde; sahih bilgilere ve belgelere dayanan ve Hıristiyan bir
Avrupalı tarafından kaleme alınmış olan bu eseri, okunmasında büyük yarar
gördüğümüz için çevirterek dilimize kazandırmış bulunuyoruzNot: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar