TEKNİĞE İLİŞKİN SORUŞTURMA -MARTİN HEİDEGGER
Türkçesi: Doğan Özlem
Heidegger
okumak bir maceraya atılmaktır. Onun eserleri okuyucuya meydan okuyan ve çoğu
kez okuyucuyu sersemleten eserlerdir. Bu eserler okuyucudan tüm yüzeysel
bakışları terketmesini ve ciddi bir düşünme takibine koyulmasını talep ederler.
Okuyucu Heidegger'in eserlerine yaklaşırken, yalnızca onun ne söylediğini
değil, ama nasıl söylediğini de sormalıdır. Çünkü burada biçim ve içerik
birbirinden ayrılamayacak ölçüde birleştirilmiştir. Heidegger'in metinleri,
onun ‘yolda olmak’ olarak adlandırdığı ‘düşünme’sinin bizzat bu ‘yolda olmaklığını
örneklendirirler. Heidegger okuyucudan yolda kendisine katılmasını, kendisine
eşlik etmesini ve düşünme macerası boyunca onun kendi yolunu kurmaya
başlamasını ister. Eğer bu yollarda yürüyorsak karanlık sözler aracılığıyla
yola devam etmeliyiz. Bu yıldırıcı bir beklentidir. Fakat Heidegger'in
kendisiyle yola çıkanlardan umudu vardır. Anlam, ileriye doğru yüründükçe
keşfedilmelidir.
Yeni veya en azından farklı bir düşünce iklimi içerisinden konuşan
filozoflar, yeni veya farklı olanı ifade etmek üzere alışılmadık sözcükler
kullanın a gereksinimi duyarlar. Ve bu husus onların yanlış anlaşılmalarını da
beraberinde getirir. Geçmişte örneğin bir Kant felsefesinin veya bir Hegel
felsefesinin başına gelen bu hal, yüzyılımızda Heidegger felsefesinin de
başına gelmiştir. Heidegger uzun süre Fransız varoluşçuluğunun moda etkisi
altında bir 'varoluşçu' ve hatta 20. yüzyıl varoluşçuluğunun babası olarak görülmüştür.
Onun teolojik terimlerle konuşmayan bir 'teolog', hatta bir 'mistik' olduğu
söylenmiştir. Ona 'anti-hümanist bir gerici' olarak bakanlar olmuş, onun
köktenci bir 'irrasyonalist' olduğu belirtilmiş ve hatta onun bu
irrasyonalizmini bir dönem belli bir ideolojinin, nazizmin hizmetine sunmuş
olduğu iddia edilmiştir.
Bu niteleme ve iddiaların önemli bir kısmı, Heidegger felsefesine alışıldık
düşünme şablonları içerisinden ve çoğu kez yüzeysel olarak bakmanın ve bazan da
bu felsefeye Heidegger'in söylediklerinin ardında başka şeyler arayıp bulmak
üzere detektifçe bir tutumla yaklaşmanın birer sonucu olarak ortaya atılmışlar
ve bir süre hararetle kabul görmüşlerdir. Fakat bu niteleme ve iddiaların
bazılarını ciddiye almak da gerekir. Çünkü Heidegger felsefesinin özgün
terimleri çokanlamlı terimlerdir. Her ne kadar Heidegger'in kendisi bu
terimlerin tam da bu çokanlamlılıkları içerisinde anlaşılmasını isterse de, bu
anlamlar çokluğu içerisinde hangi bağlamda hangi anlama özellikle vurgu
yapıldığı hiç de belli olmaz. Heidegger, vurgulu anlamı sanki okuyucunun bulup
ortaya çıkarmasını ister gibidir. Fakat tam da bu, Heidegger felsefesiyle iyi
niyetle meşgul olanlar için bile, bu felsefenin değişik biçimlerde
anlaşılmasına yol açar. Hele Heidegger üstelik çokanlamlılığın 'hakikâtin
özü'ne ait olduğunu da söylemişse. Bu nedenle Heidegger felsefesine, o sanki
tek anlamlı bir veya bir kaç temel öncülden hareketle geliştirilmiş bir felsefe
sistemiymiş veya bir felsefi öğretiymiş gibi yaklaşmak, ona mantıksal/gidimli
bir düşünce yapısıymış gibi yönelmek uygun olmaz. Heidegger felsefesine
ilişkin yanlış anlamaların bir önemli kaynağı, iyi niyetle de olsa, ona böyle
yaklaşma ve yönelmeden gelir. Heidegger açıklamaz, yalnızca betimler ve
anlatır. Onun söylemi, özellikle geç döneminde, anlatıcı (narrativ) bir
söylemdir. Bu husus, Heidegger felsefesini yorumlamaya girişen kişi için uyarıcıdır.
Bu demektir ki, Heidegger felsefesi ancak betimlenebilir ve anlatılabilir;
fakat mantıksal/gidimli bir düşünme çabasının gerçekleştirebileceği bir şey
olarak açıklanamaz. üstelik bu betimleme ve anlatma çabası da, bu felsefenin
özgün terimlerinin çokanlamlılığı gözetilerek ve bu anlamlardan bazılarını öne
çıkararak sürdürülebilir.
Ve tabii bu durumda bazı anlamlar arka planda kalabilirler veya hiç
gözükmeyebilirler. Bu nedenle Heidegger felsefesini betimleme ve anlatma ve
buna bağlı olarak yorumlama çabası da, bir yanlış veya hiç olmazsa eksik
anlamadan tamamen arınmış olamaz. Bu hususlar, aşağıdaki yorumlama çabası
için de geçerlidirler.
Ben kendi payıma, Heidegger felsefesine en uygun yaklaşımın, Heidegger’in
'düşünme'den ne anladığını kavramaktan geçtiği kanısındayım. Ve aşağıda
Heidegger felsefesi üzerine belirlemeler yapmaya çalışırken, bunu esasında
Heidegger'in 'düşünme'den ne anladığını göstermek amacıyla yapmaya gayret edeceğim.
Heidegger felsefesinin merkezdeki kavramı Varlık'tır. Fakat
Heidegger felsefesi klasik anlamda bir ontoloji, bir varlık felsefesi de
değildir. Çünkü Heidegger için Varlık1ın ne olduğuna,
Aristoteles'ten beri yapılageldiği üzere, mantıksal düzlemde kalınarak ve
kavramlara başvurularak yanıt verilemez. Varlık, kendisi için ve kendisinde olageldiği
şekilde açığa çıkar, gizini-açar. O, olagelme ve sürekli olarak kendisini
yeniden açmadır. Ve tam da bu yüzden o, sabit ve zamanüstü, ezelî ve ebedî
değildir ve yine tam da bu yüzden sabitlik, zamanüstülük, ezelilik ve ebedîlik
belirten kavramlarla ifade edilemez. Bu husus, Varlık'ın olagelmesi ve açığa
çıkması içindeki yeri bakımından insan için de geçerlidir, insan,
olagelme ve açığa çıkma anlamında Varlık'ın kaderine bağlıdır. Yani insan için
de sabit, zamanüstü, ezelî ve ebedî nitelikler belirtmek mümkün değildir.
Dolayısıyla insanla ilgilenmek, insanın Varlıkla olan ilişkisiyle
ilgilenmektir. Fakat insanın Varlık'ın kaderine bağlı olması, onun tamamen
belirlenmiş olduğu ve dolayısıyla özgür olmadığı anlamına da gelmez. Heidegger
bu anlamda bir 'kaderci', bir 'determinist' değildir. Gerçi insan Varlıktan
kopup gelen bir kader altında bulunur; fakat bu kader, eger özgürlüğü insanın
kendi kendisini yönlendirmesi olarak tanımlıyorsak, tam da insanı bunu
gerçekleştirmeye 'çağıran' bir kaderdir. Varlık, 'mutlak' ve 'sonsuz' bir şey
değildir; tam tersine sonludur, tıpkı insan gibi. Heidegger için 'mutlak',
'sonsuz', 'Bir' (Plotinos) kavramları, tözsel ve aşkın olanı ifade etsinler
diye geleneksel Batı metafiziğinin uydurmuş olduğu kavramlardır ve bunların
hiçbir gerçek karşılıkları yoktur. Bunlar yalnızca mantıksal, çıkarımcı ve
nedenselci düşünmenin soyutlamalarıdır.
Heidegger tüm bunları tabii ki Batı felsefe geleneğini özümseyerek ve daha
sonra bu gelenekle hesaplaşarak söylemektedir. O, özellikle Greklerden, Alman
İdealizminden, Husserl’in fenomenolojisinden, Brentano'nun Aristoteles
yorumundan, Hıristiyan teolojisinden (özellikle Bultmann’dan), skolastikten ve
Dilthey'ın hermeneutiginden çok şeyler öğrenmiştir. Bu yönüyle onun felsefesi
de Batı felsefe geleneğinin bir uzantısı olarak görülebilir. Fakat Heidegger
tüm bu öğrendiklerini, hiç abartmasız 'eşsiz' denebilecek bir söylem
içerisinde belli yönleriyle bir yandan birleştirirken, öbür yandan bu birleşim
temelinde tüm Batı felsefe geleneğiyle hesaplaşma İmkânı da bulur. Onun
'düşünme'si de bu birleşim temelinde şekillenir.
Heidegger, kendi 'düşünme'sini, mantıksal, çıkarımcı ve nedenselci düşünmeden
ayırmak için 'sahici düşünme' (echtes Denken) olarak niteler. Sahici
düşünme, gerçeklikten soyutlama yaparak yürütülen bir düşünme değildir; hiçbir
zaman yalnızca mantıksal bağıntılar çerçevesinde bir soyutlamalar düzeni kurmak
da değildir; hele Aydınlanmanın akılcı ve bilimci düşünme tarzı hiç değildir.
Sahici düşünme, insanın kendisini evrenin merkezine yerleştirerek ve kendisini
'kendinin-bilincine sahip özne' kılarak gerçekleştirdiği düşünme değildir.
İnsan kendisini kendininbilincinde olmakla değil. Varlıkla ilişkisi temelinde
ve bu ilişki bakımından tanıyabilir. Bu nedenle sahici düşünme, insanın insan
olmasının bir tarzıdır. Sahici düşünmede insan Varlık tarafından kullanılır. Ve
fakat Varlık da varolan her şeyde kendisinin açığa çıkmasının ölçütünü ve
sınırlarını sağlayan açıklık, gizini-açma (aletheia) olarak insanı
gerektirir. Sahici düşünen insan. Varlık tarafından Varlık’a bir yardım eli
uzatmaya 'çağrılır.' Sahici düşünme, insanın, kendisini ona sunan her şeye
temel yanıtıdır. Sahici düşünme, sürekli olarak Varlık’ı 'hatırlama'yı
gerektirir. Hatırlamanın biçimlendirdiği düşünme, kendisine bilmek için sunulan
her şeyi bir farkındalık ve etkililik halinde öne çıkarır. Bu düşünme,
varolmaya ve bilinmeye başlayan her şeyi alımlayan, koruyan ve şekillendiren
titiz bir eldir. Bu anlamda sahici düşünme, Varlık'a yardımda bir el becerisi
gibi işlev görür. Varlık’a ait olan ve Varlık tarafından gereksinim duyulan
sahici düşünme, bu sayede Varlık'la işbirliği içindedir.
Böyle bir sahici düşünme için Varlık, hiçbir şekilde bir kendilik (entity)
değildir; o gerçekliğin bir öğesi veya yönü veya bütünlüğü olmayı da ifade
etmez. Varlık, varolanların Varlık'ıdır; olagelme ve süregitmenin tarzıdır. O,
her şeyde hüküm sürer, fakat varolan her şeyde, onların tikeliigi içerisinde ve
fakat yine de aşkın olarak bulunur. O hem içkin hem aşkındır. Bu nedenle
gizini-açtığı anda kendini gizler de. Dolayısıyla o, varolan her şeyin mevcut
olmasının süregitme tarzı, yani zamanın daimiliği içerisinde her şeyin insan
karşısına çıkma tarzıdır. Ve o, insanın sahici düşünmesiyle sağladığı açıklık
aracılığıyla her şeyin görünüşe gelme tarzıdır da. Zaten tam da bu yüzden
Varlık, soyutlayıcı düşünmeyle kavranamaz. Sahici düşünme, soyutlayıcı
düşünmenin ürünleri olan esrarlı, gizemli anlamlarla değil, en yakında
bulunanla ilgilenir. Oysa soyutlayıcı düşünme en yakında olanı farketmez bile.
Soyutlayıcı düşünme, Varlık'ın varolan her şeyi yönettiğini bilmez. Oysa
Varlık ancak sahici düşünme sayesinde insana yaklaşır ve onu ilgilendirir.
Varlık, Soyutlayıcı düşünmenin sandığı gibi, bir sabitlik ve tözsellik taşımaz.
Tam tersine o, kendisini sürekli olarak yeniden görünüşe çıkarır. 'Töz' fikri,
Batı metafiziğinin tutuklanmış olduğu soyutlayıcı düşünmenin bir yapıntısıdır.
Oysa Varlık kendisini sürekli olarak yeniden görünüşe çıkardığı için, sahici
düşünme asla kapalı bir sisteme, Batı felsefe tarihinde çok sayıda örneği bulunan
felsefe sistemlerine hapsolmaz. Sahici düşünme, Varlık'ın sürekli olarak
yeniden görünüşe çıkmasına eşlik ettiği için, o her zaman yolda olmak
anlamına da gelir. Düşünür, düşünce binaları inşa eden bir ustabaşı değil, sürekli
yolculuk eden biridir. Heidegger'in kendisine 'filozof1 denmesinden çok 'düşünür' denmesini tercih etmesinin sebebi budur.
Varlık, varolan her şeyde bize yaklaşır ve bizi ilgilendirir; fakat Varlık
böyle yapmakla, yukarıda değinildiği üzere, karakteristik olarak kendisini
gizler de. İnsanın kendisini Varlık’ın yönetimine açabileceği yere sahici
düşünme aracılığıyla giden yol, zorlu bir yoldur. Bu yol, çoğu kez bilinmeyen
ve tehlikeli topraklardan geçer.. Buna karşılık modern insan, gerçekliği empoze
edilmiş kavramsal yapılar aracılığıyla kavramayı dayatan bir düşünme tarzı,
akılcı, bilimsel bir düşünme tarzı tarafından tuzağa düşürülmüş ve
körleştirilmiş durumdadır. Modern insan, felsefesinde, biliminde ve
etkinliğinin her yönünde, soyutlayıcı, hesaplayıcı ve her şeyi hakimiyeti
altına alıcı çılgın tavrıyla, bizzat bu tavrın kendisinin kurduğu bir tuzak
içerisindedir ve sahici düşünmeden uzaklaşmış durumdadır. Bu nedenle kolaycı,
yaygın düşünmenin ötesine, bizzat 'düşünme' denen şeyin temelini araştırmaya
yönelmek gerekir. Bu temel, esasen insan olarak insana aittir. Fakat onun
hatırlanması gerekir; çünkü modern insan bunu, yani düşünmenin Varlık'la
ilişkide olmak ve Varlık'ı düşünmek olduğunu unutmuştur. İnsanı tekrar yola,
düşünme yoluna ve Varlık'la serbest bir bağıntıya sokmak gerekir.
Heidegger Varlık'la serbest bir bağıntı kurma imkânını dilde bulur.
Çünkü sahici düşünme, insanın Varlık'la uyuma sokulması ve Varlık'a yanıt
vermesidir. Ve yanıtın verilebildiği yer dildir. Sözcükler kendilerinin
ötesindeki bir şeye işaret ederler. Onlar anlamın yarı saydam taşıyıcılarıdır.
Bir şeyi adlandırmak onu davet etmektir, onu bir yere çağırmaktır. 'Dil,
Varlık'ın evidir.' Varlık ile insan arasındaki karşılıklı bağıntı dil
aracılığıyla gerçekleşir. Bu yüzden dilin ne olduğunu, ilk kez ortaya
çıktığında onun içerisinde söylenen ve sonradan onun içerisinde işitilen ve
işitilebilen şeyleri keşfetmek suretiyle araştırmak, aslında Varlık ile insan
arasındaki karşılıklı bağıntıyı araştırmak-'' tır; kendini Varlık'ın ifadesinin
işitilebileceği ve ifade edilebileceği yere yerleştirmeye çabalamaktır, örneğin
Batı tarihi başlangıcı itibariyle ancak Grekçe ve Latince içerisinden hareketle
görülebilir. Heidegger'in eski, unutulmuş dillere ve özellikle etimolojiye
düşkünlüğü, kendi felsefesinin özgül terimlerini eski Almancadan, bazılarının
dediği gibi, en eski şekliyle 'köylü Almancası'ndan türetmek istemesi, onun bu
tavrından kaynaklanır.
Burası, Heidegger'in hermeneutik geleneğiyle, özellikle Dilthey'la bağ
kurduğu ve aynı zamanda hermeneutiği kendi felsefesi doğrultusunda dönüştürdüğü
yerdir. Dilthey gibi Heidegger için de kavramlar yalnızca mantıksal bir
soyutlamanın ürünü değildirler. Sözcükler yalnızca şeylere ad olsun diye ortaya
konulmazlar. Onlar, Varlık'ın kendisini sürekli olarak yeniden görünüşe
çıkarması dolayısıyla, şeylerin sabit anlamlarının sabit taşıyıcıları olarak
kalamazlar. Varlık ile insan arasında dil aracılığıyla gerçekleşen karşılıklı
bağıntı, bu yüzden, bir yeniden görünüşe çıkmanın vuku bulduğu her zaman,
değişir ve dönüşür. Yine bu yüzden, dilin kendisi de hep yoldadır. Dilde
sözcükler sabit kalmakla birlikte, bu sözcüklerin anlamları, Varlık'ın her
yeniden görünüşe çıkmasında değişir. Sözcüklerin çokanlamlılığı, Varlık'ın her
defasında kendisini yeniden görünüşe çıkarmasından ötürüdür. Dolayısıyla
insanın Varlık'la kurduğu ilişki, tarihsellik içerisinde, bizzat dilin
tarihselliği dolayımında kurulabilir, öyle ki, sahici düşünme tam da bu yüzden
bir soyutlama ve açıklama etkinliği
değil, bitimsiz bir anlama etkinliğidir. Varlık, onunla bağ kuran insan
için daima bir tarihsellik kipi içerisinde o insana açıktır. Ve Heidegger'e
göre, zaten sahici düşündüğünde, 'insan ancak anlar.' Böyle olduğu içindir ki,
'hakikat', 'töz', 'öz', 'mutlak', 'sonsuz' gibi kavramlar, soyutlayıcı düşünme
içerisinde göründükleri anlamlarıyla, hiçbir şeye gönderme yapamazlar. Çünkü
onların gönderme yapacakları hiçbir sabitlik ve evrensellik yoktur. Dolayısıyla
Heidegger, bu kavramları kullandığında, bunlara Batı metafiziğinin ve biliminin
yüklemiş oldukları anlamları kastetmez. Bu yüzden o, hemen tüm eserlerinde,
Gadamer'in 'kavram tarihçiliği' adını verdiği bir etkinliği sürdürür. örneğin
Heidegger, Grek felsefesinin özgül terimlerinin Latin dünyasında, Ortaçağda,
Yeniçağda ve çağımızda uğramış oldukları anlam değişikliklerini izlemeye,
bunları ortaya çıkarmaya çalışır. Bu yönüyle Heidegger öncelikle bir hocadır,
büyük bir hocadır. O, Batı tarihinin ve Batı düşüncesinin anlaşılmasına
kendi etkinliğiyle örneklik etmek İster. Ve yine bu yönüyle, Dilthey'ın 'hermeneut
(anlayan/açımlayan) dediği bir düşünür tipine örneklik eder.
Toparlamak gerekirse, Heidegger'in 'düşünme'si, ne mantıksal/gidimli, ne
soyutlayıcı ne de nedenselcidir. Heidegger için gerçeklik neden-etki
bağıntısıyla birbirine bağlanan öğelerden veya yönlerden oluşmaz. Gerçeklik,
Varlık’ın her defasında kendisini yeniden görünüşe çıkarması itibariyle bir
nedensellik zinciri içinde 'açıklanacak' bir şey zaten olamaz. Varlık'ın her
defasında kendisini yeniden görünüşe çıkarmasına ise bir 'neden' aranamaz;
yalnızca şu söylenebilir: 'Varlık'a öyle olmaktadır.' Buna bağlı olarak
'düşünme', dedüktif de olamaz. Çünkü kendisinden hareket edilecek ve yine
kendisinden hareketle çıkarımlar yapmamızı ve her şeyi açıklamamızı sağlayacak
bir 'ilk ilke', bir 'ilkelerin ilkesi' de yoktur. 'Düşünme', yalnızca bir
aydınlığa çıkarma, bir 'Varlık'ı aydınlatma' etkinliği olarak betimleyici ve
anlatıcı olabilir. Heidegger için sorulacak ilksel soru, daima nasıl
sorusudur; niçin/neden sorusu değildir.
Heidegger'in 'düşünme'den anladığı şeyin, onu. Batı felsefesi ve daha özel
olarak Batı metafiziğiyle bir hesaplaşmaya götürdüğüne yukarıda değinildi.
Heidegger modern teknik üzerine düşüncelerini büyük ölçüde bu hesaplaşma
içerisinde geliştirmiştir.
Heidegger, Greklerin temel deneyimlerinin, mevcut olan her şeye
dolayımsızca yanıt verdikleri bir deneyim olduğunu söyler. Grekler karşılarına
kendiliğinden çıkan her şeyi açık bir şekilde alımlamışlardır. Onlar, Yeniçağ
felsefesinin özneyi merkeze koyan tavrına tamamen yabancıdırlar. Greklere göre
karşılaşılan her şey 'mevcut-olan'dır; fakat 'mevcut-olan', 'mevcut-olmayan'dan
çıkar, o öne çıkmış bir şeydir. Mevcut-olmayandan mevcut-olana çıkma ise,
poiesis tir, Bu öne-çıkma, her şeyden önce physis'te,) yani şeyin kendi
içerisinden patlayıp çiçeklendiği mevcudiyete-çıkmada kendisini gösterir. Tekhne
de bu öneçıkmanın bir formudur. Fakat tekhne'deki patlayıp çiçeklenme, şeyin
kendisinde değil, fakat bir başka şeyde yatar. İnsan, tekhne'de, sanat
ve el becerisi aracılığıyla, bir şeyin öne-çıkmasına katkıda bulunan diğer
öğelerle ('madde', 'görünüm' ve 'çerçeveleyici sınırlar') birlikte etkindir ve
bu öğeler birliğine katılır. Bu bakımdan zihin sanatları (teorik etkinlikler)
da Grekler için tekhne'ye aittirler. 'Düşünme', bir şeyin öne-çıkmasına
katkıda bulunmak, ona eşlik etmek anlamına gelir. 'Düşünme' Varlık'ın açığa
çıkmasına bu bakımdan bir yardım eli uzatmadır.
Heidegger'e göre Grekler tam da bu yüzden kendilerine sunulan şeyi açıkça
alınılıyor ve bilinir kılıyorlardı. Fakat Grekler burada kalmadılar. Onlar
Varlık'ın açığa çıkmasına hakim olma eğilimi içerisine girdiler. Ve felsefe.
Greklerin yukarıda sözü edilen temel deneyimi kadar aynı Greklerin bu hakim
olma eğiliminden ortaya çıktı. Filozof, şeylerin mevcut-olmasına hayret ve
hayranlık duydu. Ve bu hayret Ve hayranlık duygusuyla onlar üzerinde
sabitlendi. Filozof, gerçekliği, onun ne olduğunu bilmek üzere kavramaya ve
irdelemeye, onun içerisinde daimî olabilecek her şeyi keşfetmeye çalıştı.
Fakat filozof tam da bunu yapmakla, kendisini her tikel varolanın
mevcut-olmasında görünüşe çıkaran Varlık'tan uzaklaştı. Çünkü arayışı
içerisinde filozof, yalnızca açıklıkla anlamaya değil, fakat aynı zamanda
mevcut-olanı denetlemeye de kalkıştı. Heidegger'e göre modern teknik çağın
gerçek kökeni, işte bu denetleme girişiminde yatar. Tekhne, ifşa edilen
şeyi, varolan şeyi, becerikli bir bilmeydi, mevcut-olmaya doğru bir öne-çıkma
tarzıydı, bir gizini-açma tarzıydı. Gerçekliği irdeleyen ve böylelikle onu
kendi Varlık’ı içerisinde apaçık kılan bir düşünme olarak felsefe de, kendi
tarzında bir tekhne idi. Batı geleneği içerisinde metafiziksel düşünme, tekhne'nin
ifadesini modern zamanlara doğru taşıyan bu felsefeden doğdu. Fakat Grek
filozofunun alımlayıcı tavrından çok, onun her şeyi denetlemek ve kendini
insan olarak güvence altına almak isteyen tavrını ön plana çıkararak.
Heidegger Hıristiyan teolojisini, Hıristiyanlık çağının başlangıcından
Sonraki yüzyıllar boyunca bütünüyle bu metafiziğin tahakkümünde görür.
Ortaçağda insanlar tanrı ile nasıl doğru bir ilişki içinde olabilecekleri,
kurtuluştan nasıl emin olabilecekleri, yani nasıl süregiden bir güvenlik
bulabilecekleri sorusuyla meşgul oldular. Bu dönemin sonunda bu soruların
apaçık teolojik kuşatımı çözüldü, fakat güvenlik arayışı kaldı. İnsan kendi
kendisini güvenceye almanın, haklılığını/doğruluğunu güvenceye almanın yeni
bir temeline ihtiyaç duydu. Bizzat insanın bakışında zaten meydana çıkmış olan
değişikliğin bir ifadesi olan Descartes'ın eseri, bu temeli felsefi terimler
içerisinde kurdu.
Descartes'ın ego cogito (ergo) sumu'nda insan, kendi öz kesinliğini kendi
içerisinde buldu. Düşünme (cogitare), gerek duyulan güvenliği kendi
içerisinde bulacağına kendisini ikna etti. Artık insan, gerçekliği kendisine tasarımlayabilirdi.
Tasarımlama, her şeyden önce bir şeyi öne koyarak (vor-stellend)
onun üzerine düşünmeyi öngerektirir ki, bu da ancak kendisinde bu hak ve imkânı
gören, yani kendisi ve dış dünya ayırımı yapan bir tasarımcının
meşrulaştırılmasına bağlıdır. Böylece insan, gerçekliği, kendisine göründüğü
şekliyle, yani bir düşünme nesnesi olarak karşısına dikebilirdi. İnsan
bunu yapmakla, hem kendi varoluşunu hem de böyle tasarlanan gerçekliğin
varoluşunu güvence altına alınmış hissediyordu.
İşte tam bu zaman noktasında, Heidegger, modern çağın başlangıcı için odak
noktasını da görür. Metafizikte başlangıçtan beri mevcut olan eğilim burada
gerçekleşmeye başlar. Bir zamanlar yalnızca real-olanı keşfetmek ve kesin bir
şekilde seyretmekle ilgilenen insan, şimdi kendisini kendisinden hareketle
kesin bir şey olarak bulur. Ve aynı insan bu kendinden-kesinlik içerisinde,
kendisini de gitgide gerçekliğin belirleyici merkezi olarak görür.
Varolan her şeyin ortasında insanın bu duruşu, insanın 'özne' haline gelmiş
olması olgusunu gösterir. Artık felsefeye egemen olan şey 'özne
metafiziği'dir. Aslında 'özne' fenomeni yeni bir şey değildir. Bu fenomen
Grekler arasında da mevcuttu. Fakat orada özne, hypokaimenon, yani
önde-duran-şey, insanın karşısına çıkan gerçeklik anlamına geliyordu. Yani
Grekler bugün 'nesne' denilen şeye 'özne' diyorlardı. Çünkü kendilerini,
önlerine çıkan gerçekliğin karşısında değil içinde buluyorlardı.
Kendileri, öne çıkan gerçekliğin bir parçasıydılar. Modern dönemin başlangıcında
Descartes'la birlikte, hypokaimenon'urı, yani Greklerin 'özne'sinin
anlamı kesin bir şekilde dönüştürüldü.
Descartes dikkatini kendi ötesindeki bir gerçekliğe değil, fakat tam da
kendinin-bilinci olarak ve bu bilinç içerisinde mevcut-olan şeye
yöneltti. Bu noktada insan, kendinin-bilinci, yani özne haline geldi. Ve artık
önde-duranşey, gerçeklik değil bu özneydi. Oysa Latinler Greklerin hypokaimenon'unu
doğru olarak subiect (alta veya öne konulan şey, nesne) olarak
çevirmişlerdi. Bunun gibi obiect de, karşısına koyanı, yani insanı
imliyordu. Descartes'la birlikte gerçekleştirilen kesin dönüştürme sonucu, subiect
ile obiect'in yerleri değişti. Gerçeklik, kendisini her şeyin önünde
duran olarak kavrayan Descartes'ın 'özne'si tarafından öne-konulan-şey olup
çıkmıştı. Ve böylece Yeniçağın başlarından itibaren insan, özne oldu; o kendi
önüne koyduğu her şeyin kendinin-bilincine sahip şekillendiricisi ve garantörü
haline geldi.
Modern bilim, Heidegger'e göre bu anlamda özne olarak insanın bir eseridir,
öğütlenen deney prosedürleri aracılığıyla bilim adamı olarak modern insan,
doğayı, onu gitgide daha fazla öğrenmek için araştırır. Fakat bunu yaparken modern
insan Greklerin her dönemeçte kendiliğinden karşılarına çıkan her şeyin çok
yönlü mevcudiyeti ile kendilerini bağıntıladıkları tarzda kendisini doğa ile
bağıntılamaz. O, doğa ile dolayımsız bir ilişkiye girmez. O artık doğanın içinde
değildir, onu karşısına almıştır. Çünkü, bilim adamının 'doğa'sı,
aslında İnsanî bir yapıdır, öznenin bir inşasıdır. Bilim, özne olarak modern
insanın gerçekliği tasarımlama tarzını çarpıcı bir şekilde görünüşe
çıkarır. Modern bilim adamı, şeylerin kendilerinde oldukları şekilde
mevcut-olmalarına izin vermez. O, şeyleri yakalar, nesnelleştirir ve kendi
karşısına koyup (gegenstandlich machen) onları kurar (konstruieren).
Ve bunu da şeylerin tasarımını kendisine özel bir şekil vermekle yapar.
Heidegger'e göre,, modern teori, real-olanın tuzağa düşürücü ve güvence altına
alıcı bir rafine edilişidir. 'Doğa' olarak gerçeklik, bir neden ve etki
birliktelikleri çokçeşitliligi olarak tasarımlanır. Böyle tasarımlanan doğa,
deneylenebilir hale gelir. Fakat bu, doğa özsel olarak bu karaktere sahip olduğu
için olmaz; daha çok insan doğayı bu karaktere sahip olarak tasarımladığı ve
sonra böyle tasarımlanan gerçekliğe mükemmel bir şekilde uyan yöntemlere göre
doğayı kavradığı ve araştırdığı için olur.
Burada 'bilim' (Wissenschaft), artık herhangi bir bilgi disiplini
veya branşı anlamına gelir. Oysa Grekler için 'bilim', logos'un içerdiği
anlamlardan biri olarak, 'derinliğine düşünüp taşınmak' anlamına geliyordu;
'bilim' Varlık’a ilişkin bir 'düşünme'ydi. Buna karşılık Heidegger'e göre
Yeniçağdaki görünümüyle 'bilim düşünmez.' Çünkü bu bilim, artık, doğal veya
tarihsel olayları nedensel ardışıklıklar olarak tasarımlayan öznenin, yani
kendisini kendinin-bilinci olarak doğadan ayıran ve böylece doğayı kendisine
yabancı kılan bu öznenin bir disiplini olup çıkmıştır.
Bizim 'modern teknik' diye adlandırdığımız tekniklerin karmaşık sistemi,
özsel olarak bu aynı alana aittir. Bu alanda çağdaş insanın karşısına çıkan
her şeye hakim olma yönündeki müzmin dürtüsünü herkes açıkça görebilir. Teknik
her şeyi 'nesnellikle' ele alır. Modern teknisyenden her veriye düzen empoze
edebilmesi, İnsanî veya İnsanî olmayan her tür varlığı 'işler hale
sokabilme'si ve her tür problem için çözümler öğütleyebilmesi beklenir ve onun
kendisi de bunu bekler. O, şeyleri daima denetim altında tutmaktadır.
Heidegger'in modern çağın başlangıçlarına ve onun karakteristik
fenomenlerine ilişkin betimlemesi, insanın kendi kendisini yükseltici ve
kısıtlayıcı rolünü öyle keskin bir şekilde vurgular ki, Heidegger'in düşüncesi
'Kartezyen soyutlama'yı kayıtsız şartsız mahkûm eden ve bilim ve teknolojinin
insanı real-olanın yaşamsal öneme sahip farkındalığından koparma eğilimini
aşağılayanların düşüncesine benzer görünür. Fakat Heidegger'e göre bu yalın
vurgu asla tek başına değildir. Onun görünüşteki yalınlığı aslında böyle bir
yalınlığı gizleyen gizli bir hakikati maskeler. Heidegger'in daima
—hatta o özne olarak insanın modern çağı nasıl varlığa getirdiğini ve bu çağın
fenomenlerini nasıl şekillendirip tahakküm altına aldığını en canlı biçimde
betimlediğinde bile— insan ile Varlık arasındaki ilksel bağıntı hemen hemen
elde bulunur ve Heidegger'in antik Greklerden ve onların karşılarında
mevcut-olan her şeyde Varlık'ın yönetimine ilişkin dolayımsız sorumluluklarından
söz ederken yaptığı ölçüde hesaba katılmayı talep eder. Heidegger, insan,
İnsanın 'düşünmedi ve yapması hakkında ne kadar kapsamlı bir şekilde konuşsa
da, o, varolan her şeyin 'dır'ında, 'Varlık'ın ifade edildiği hakikat
görünümünü asla kaybetmez, hakikati gözden kaçırmaz.
Modern teknik, kendisinden çıktığı antik tekhne gibi —ve özünde
kendisiyle bir olan bilim ve metafizik gibi— bir açığa-çıkma tarzıdır. Varlık,
varolan her şeyde hakim olma tarzı aracılığıyla kendisini modern teknik
içerisinde görünüşe çıkarır.
Descartes'ta ve onun modern ardıllarında semere vermeye başlayan şey,
yalnızca zamansal bir anlamda çok uzun bir süre önce ortaya çıkmakla kalmayıp,
insanı da aşan bir açığa-çıkma olarak çok önceden ortaya çıkmış haldeydi. Çünkü
modern tekniğin gerçekleşmesi içerisinde Heidegger, insanın karşısına çıkan ve
insanı ve dünyâsını şekillendiren Varlık'ın bir 'kader'inin veya
'yollama'sının hakimiyetini görür.
Grekler zamanında filozoflar gerçekliğe, ona istedikleri tarzda girebilecek
şekilde, idea gibi kategoriler empoze etmiyorlardı. Onların karşısına
kendi Varlık'ı içerisinde çıkan şey, kendisini onlara, onların düşüncelerini
tam da bu tarzlarda çağıracak şekilde sunuyordu. Oysa 'Kartezyen' bilimsel
çağda insan, gerçekliğe kendi zihninin yapısını empoze etmek suretiyle,
şeylerin oldukları gibi ortaya çıkmalarına izin vermez. O gerçekliği kavramsal
bir sistem içerisinde kurar ve gerçekliği kendi zihninin yapısına göre
sabitleştirir. O böylece bu gerçekliğe hakim olacağını da düşünür. Ne var ki
İnsan, gerçekliği, ona hakim olabileceğini düşünerek kendi eseri olarak kurduğu
kadar, bunu, varolan her şeyde ve kendisinde hüküm süren açığa çıkma insanın
böyle yapmasını meydana çıkardığı için yapar. İşte modern insan, bu
İkincisinin, yani kurup yaptığı her şeyde Varlık'ın bir açığa-çıkmasının payı
olduğunu unutmuştur. Oysa Varlık'ın kaderi ve insanın yapıp etmesi eşzamanlı
olarak birbirine aittirler. Bu husus, Heidegger'in 'düşünme'si için temeldir.
Modern tekniği sıradan bir şekilde bilimin ardından ortaya çıkmış ve
bilime tâbi bir şey olarak anlar, onu bilimsel ilerleme aracılığıyla meydana
getirilmiş bir fenomen olarak düşünürüz. Heidegger bunun tam tersine, modern
bilimin ve makine tekniğinin karşılıklı olarak birbirine bağımlı olduklarına
işaret eder. Daha da önemlisi, teknik, özü bakımından bilimden önce gelir ve daha
temeldir. Bu yalnızca kronolojik bir öncelik değildir; çünkü 'tekniğin özü'
modern çağın tüm fenomenlerinde hüküm sürmekte olan Varlık'ın kendisini
açığa-çıkarma tarzıdır. İnsanın kendisine felsefede özne rolünü biçmesi;
doğayı, yaşamı ve tarihi onlarla bilimde ilgilenmek suretiyle nesnelleştirmesi
ve her tür şeyi makine tekniği aracılığıyla hesaplaması, kataloglaması ve
tanzim etmesi; tüm bunlar, Varlık'ın gizini-açmasının özünün ifadeleridir.
Böyle anlaşıldığında teknik, insanın yapıp etmesinin bir aracı veya insanın
denetimindeki bir araç değildir. Teknik daha çok merkezi olarak tüm Batı
tarihini belirleyen Varlık'ın kendisinden hareketle yönetilen fenomendir.
özü bakımından modern teknik, 'meydan okuyucu giziniaçma'dır. O, varolan
her şeyle mücadele etmeyi gerektirir. Çünkü o her şeye 'saldırır' ve her şeye
kullanım için el koyan bir talebi empoze eder. Bu meydan okuyucu
gizini-açmanın tahakkümü altında hiçbir şeyin kendinde olduğu şekliyle
görünmesine izin verilmez.
Böyle bir gizini-açma tarzının hakimiyeti, insan özne haline
geldiğinde, kendi bilincinden hareketle kendi dışındaki her şey üzerinde
tahakküm kurma iddiasında bulunduğunda, tasarımlandığında ve
nesnelleştirildiğinde ve nesnelleştirilerek her şeyin üzerinde denetimi ele
geçirmeye başladığında, görülür. Bu hakimiyet, bizim çağımızda söz konusu
olduğu gibi, şeyler, nesneler olarak görülmediklerinde kendi gerçekleşimine
ulaşır. Çünkü şeylerin en önemli niteliği, kullanıma hazır oluşları haline
gelmiştir. Bugün her şey büyük bir şebeke içerisinde silip süpürülmektedir; bu
şebeke içerisinde şeylerin biricik anlamı, kendisi de her şeyi denetim altında
tutmaya yönelen bir amaca hizmet etmek için elde bulunmalarında yatar.
Heidegger bu temelde ayrımlaşmamış elde bulunma tedarikini 'el-altında-duran'(Bestand)
olarak adlandırır.
Her şeyin el-altında-duran olarak düzenlenmesi, tıpkı nesnelleştirme gibi,
bir kez daha bir kaderin görünüşeçıkmasıdır. Bu düzenleme her şeyden önce
Varlık'ın kendisinden hareketle, varolan her şeye verilen bir görünme tarzının
semere vermeye başlamasıdır. Fakat böyle olmakla düzenleme, kuşkusuz yalnızca
insanın dışında veya insandan ayrı olup bitmez. Varolan her şeye bu görünme
tarzını veren aynı kader, tam da bu biçimde her şeyi el-altında-duran olarak
düzenlemek için insanda da hüküm sürer. Şimdi insanı ileri çağıran,
'kendi-gizinden-çıkma'yı el-altında-duran olarak düzenlemek için insanı
oraya-toplayan' bu meydan okuyucu talebi Heidegger, Gestell
(çerçeveleme) diye adlandırır. 'Çerçeveleme' olarak bu talep, hem insanların
hem de şeylerin, kullanım için düzenlenmek suretiyle işlenmekte olan katı bir
biçimlenme içerisinde dur durak bilmeksizin yerlerini almalarını sağlar.
Modern teknikte hüküm süren bu meydan okuyucu çağrılar, Varlık'ın
kendi-gizini-açma'sının bir tarzıdır. Yine de bu tarz içerisinde Varlık geri de
çekilir; öyle ki bu şekilde 'çerçeveleyen' çağrılar hemen hemen varolma
kudretine sahip olduğu şekliyle Varlık'tan yoksundurlar. Çerçevelemenin
talebine icbar edilen düzenlenen de düzenleyen de, Varlık'tan mahrum edilirler.
Varolan her şey ve inşanın kendisi, kendilerinin Varlık'ının, aslî olarak
varoldukları tarzın salt bir iskeletini sergileyen bir yapılanma içerisinde
sımsıkı tutulurlar. Tüm bunlarda tekniğin özü hüküm sürer.
Modern tekniğin özü ve buna eşlik eden el-altında-duranın mevcudiyeti
olarak çerçevelemenin tahakkümü, hiçbir nesnenin bir 'kendinde-anlam'a sahip
olmadığı ve enerji ve istatistikten makinelere ve kişilere kadar her şeyin
'düzenlenebilirlik'inin en önemli şey olduğu makine teknolojisi ajanında en
açık şekilde görülür. Bu tahakküm Heidegger'e göre, bilim alanında, yani modern
fizikte de görülebilir. Orada da bilimlerin alâmet-i fârikası olan nesne,
ortadan kalkmıştır. Nesnenin yerine özne ile nesne arasındaki bağıntı ortaya çıkar
ve bu "bağıntı denetim altına alınacak bir el-altında-duran haline gelir.
Tekniğin özünün hakimiyeti metafizikte de ortaya çıkar. Belki oldukça
şaşırtıcı bir şekilde Heidegger, Descartes’la başlayan ve daha sonraki
düşünürler tarafından ileriye taşınan modern metafizik hareketinin nihayetini
Nietzsche'de bulur. Modern metafiziksel bakış içerisinde duran Nietzsche,
real-olanın realitesine ilişkin sorular sormada, temel olarak, belirleyici
olma iradesini buluyordu. Descartes'ın normatif olarak kurduğu öznenin
kendinin-bilinci, Nietzsche'de tam bir metafiziksel ifadeye vardırılır.
Kendinin-bilinci burada 'kendini irade-eden irade'ye ilişkin
kendinin-bilincidir. Niefzsche için temel olan güç iradesi, salt bir İnsanî
irade-etme değildir. O, varolan her şeyde bugün hüküm süren Varlık'ın tarzıdır
ve insan aracılığıyla bir gerçekleşme bulmak zorundadır.
Heidegger'e göre Nietzsche'de güç iradesi, hep ileriye ve daha büyük güce
doğru çabalar ki, o tam da burada, Nietzsche'nin metafiziğinin ve genellikle
Batı metafiziğinin karakteristiğini bulur. Güç iradesi, kendisinin zorunlu
ilerlemesine eşlik eden yaşamın büyüme ve korunma koşullarını aslında kendisi
için koymuş olur ki, bu durumda o kendisine gelen şeyi alımlayamaz ve onu
kendiliğinden akıp giden kendi olagelmesine terkeder. Güç iradesi aslında
kendisini irade-eder ve Nietzsche bunun için zorunlu olan koşulların tesis
edilmesini değer-koyma olarak düşünür. O, geleneksel metafiziksel düşünme
tarafından insana empoze edilen aşkın değerlerin değer aşımına uğramasını
'nihilizm' diye adlandırır ve 'yeniden değer biçme'ye 'tamamlanmış nihilizm'
der. Bu tür bir nihilizm, hem önceki değerlere geri kaymaya karşı koruyucu olan
hem de yeni değerlerin konulması için olumlayıcı bir temel sağlayan
Nietzsche'nin düşünmesinde gerçekleşmiştir. Heidegger'e göre Nietzsche, kendi
'tamamlanmış nihilizm'inde, karakterini kendisinin bile tahmin etmediği daha
da aşırı bir nihilizm formu sergiler. Metafiziği aşma arzusuna rağmen
Nietzsche, tam da metafizik geleneği içerisinde durur; çünkü o, değer-biçme
çerçevesinde düşünmeyi sürdürür. Nietzsche aslında Varlık'ı, kendi korunması ve
büyümesi için güç iradesinde konulan bir değer, bir koşul olarak ele alabilir,
özgürce/serbestçe alımlanacak şekilde açığa-çıkan bir mevcut-olmadan uzak olan
her şeyin Varlık'ı, daha ötedeki bir amaca götürmesi gereken belirleyici bir
amaç haline gelir. Burada kendinin-bilinci, —ki bu bilinç özne olarak kendisini
ve kendi önünde kendisi için mevcut her şeyi kurar, güvence altına alabilir—
güç iradesi tarzı içerisinde, kendi değer-koyması bakımından Varlık üzerinde
bile tasarrufta bulunmaya başlar.
Heidegger’e göre tam da bu düşünme, en yüksek ölçüde 'nihilistik'tir. Bu
düşünmede Varlık bir değer derecesine indirilmiştir. Varlık Varlık olamaz; yani
her şeyin doğrudan doğruya kendi Varlık'ı içerisinde mevcut-olma gücü, gerçekliğin
her yönünü ve karakteristiğini, öznenin öznelliğinin kendini güvenceye alan
kendinin-bilinci olarak nihai ifadesinin tasarrufunda ve hizmetinde gören bir
düşünme —güç iradesi— tarafından yok edilmiştir. Kendisinde bir zamanlar aşkın
değerler alanında yattığı varsayılan belirleyici gücü cisimleştiren
Nietzsche'nin öngörüye dayalı 'üst insan'ı, bu öznelliği edimselleştirir.
Böylece Heidegger, Nietzsche'nin felsefesinde metafiziğin tamamlanmasını
ve sona ermesini görür ve bu aynı zamanda tekniğin özünün de sona ermesi
anlamına gelir. Nietzsche'nin 'üst insan'ının teknik insan olduğu söylenebilir.
'üst insan' adı bir bireyi imlemez, o daha çok modern insanlık olarak artık modern
çağın sona ermesine girmeye başlayan insanlığı adlandırır, 'üst insan' bilinçli
bir şekilde irade-eder ve güç iradesini tam olarak görünüşe çıkaran biri
olarak her şey üzerinde tahakkümde ve tasarrufta bulunur. '
Nietzsche'de düşünme Varlık'ı Varlık olarak yok eden bir düşünmedir. Oysa
Heidegger'e göre 'düşünme' yalnızca İnsanî bir yapıp etme değildir. Aslında
Heidegger, Nietzsche'nin eserinin, cüretkâr yeniliğine rağmen, başlangıcından
beri metafizikte mevcut olan eğilimleri yalnızca bir son noktaya vardırdığını
söyler. Bunun çarpıcı kanıtı şudur: Batı düşünmesinde görünüşe çıkışı
içerisinde Varlık'ın engellenmesi, bizzat Varlık'tan çıkar. Tam da çerçevelemenin
meydan okuyucu açığa-çıkmasında olduğu gibi, insanı en yüksek metafiziksel
düşünmesinde bile değerkoyucu ve bu itibarla temelde 'kullanım için
düzenleyici' olarak ileri iten güç —ve eşzamanlı olarak hiçbir şeyin kendinde
olduğu gibi görünmemesini ve insanın her şeyi bu denetim altına alıcı tarzda
tasarlamak ve betimlemek zorunda olmasını ortaya çıkaran güç— modern çağda gitgide
daha nüfuz edici bir şekilde hüküm süren Varlık'ın kendisinin kaderidir tam da.
Heidegger çağdaş yaşamın her yönünü, yalnızca makine teknolojisini ve
bilimi değil, ama en yüksek iyilerin peşinde koşulması olarak hüküm süren
tekniğin yönetici özünün açık işaretlerinin sergilenmesi olarak anlaşılan
sanatı, dini ve kültürü de, kendinin-bilincinde olan, tasarımlayan özne olarak
insanın tahakkümünde görür, özne ve nesnenin yan yana konulması ve öznenin
deneyimine ve değerlendirici yargılamasına kesin olarak bel bağlanması her
yerde görülecektir. Varolan her şeyin mevcut-olması, köklerinden kesilmiştir,
insanlar oldukça mânidar bir biçimde bir 'dünya betimi' veya 'dünya görüşü'nden
söz ederler. Onlar yalnızca modern çağda böyle konuşabilirlerdi. Çünkü 'dünya
betimi' tam da şu anlama gelir: Tam da kendi tamlığı içerisinde varolan şey
—yani her yönü ve öğesi bakımından real olan— artık 'tasarımlayan ve kuran'
insan tarafından kurulduğu ölçüde ilk ve ancak Varlık’ta olacağı bir biçimde
ele alınır. Çağdaş insan, yaşamının ve düşünmesinin bu karakterinin ciddi bir
şekilde farkına varmak durumunda olsaydı, o modern doğa bilimiyle birlikte
pekala şunu söyleyebilirdi: Sanki insan her yerde ve her zaman yalnızca
kendisiyle karşılaşıyormuş gibi görünüyor.
Bununla birlikte böyle bir yargı bir aldanma olurdu, insan aslında hiçbir
zaman yalnızca kendisiyle karşılaşmaz. Çünkü insan bundan haberdar olmadığında,
kendisini en yalnız olarak düşündüğünde veya kendi dünyasına egemen olma yönünde
en büyük düşleri kurduğunda bile, çerçevelemenin meydan okuyucu açıga-çıkması
içerisine çağrılır ve talep edilir. İnsanın bu talebi unutmuşluğu bizzat çerçevelemenin
hakimiyetinin bir görünüşe-çıkmasıdır. insan bu tahakküme öyle eksiksiz bir
şekilde çekilmiştir ki, o gerçekten kendi özünün farkındalığından kopmuştur.
Çünkü Varlık, meydan okuyucu kendini-açıga-çıkarmasının kendine geri
çekilmişligi içerisinde insanın karşısına aslında insanı bu açığa-çıkmanın
tahakkümünü meydana getirmeye zorlayacak, —yani Varlık tarafından talep edilecek—
şekilde çıksa bile, insan Varlık'tan yabancılaşmıştır. Bundan dolayı insan
kendisini Varlık'la ilişki içerisine sokulmakta olan biri olarak bilmez; yani
insan kendisini insan olarak bilmez. Bu tarzda yönetilen günümüz insanı,
kendisine doğru görünmesine rağmen, hiçbir zaman kendisiyle, yani kendi özüyle
karşılaşmaz.
Bizim çağımızda insan her şeyden önce kendisini böyle talep edilen biri
olarak bilme ihtiyacı duyar. Çerçevelemenin meydan okuyucu çağrıları 'bir
açığa-çıkma yoluna yollarlar.' İnsan bunu bilmediği sürece kendisini bilemez; o
kendisini dünyasıyla ilişki içerisinde de bilemez. Bunun bir sonucu olarak
insan, her ikisi de aynı ölçüde beyhude olan iki tavırdan birinin tuzağına
düşer: İnsan ya aslında tekniğe hakim olabileceğini ve teknik araçlarla —analiz
etme, hesaplama ve düzenleme yoluyla— yaşamının tüm yönlerini
denetleyebileceğini hayal eder; ya da tekniğin kendi üzerinde kazandığı
defedilemez ve insanlıktan çıkarıcı denetimden ürkerek geri çekilir, onu bir
şeytan işi olarak reddeder ve kendisi için ondan ayrı, başka bir yaşam yolu
keşfetmeye çabalar. İnsanın hakikaten ihtiyaç duyduğu şey, ait olduğu kaderi
bilmek ve bunu bir kader olarak, bu teknik çağda tüm fenomenleri yöneten tanzim
edici güç olarak bilmektir.
Varlık'ın kaderi, hiçbir zaman insanı yalnızca kendi ötesinden icbar eden
kör bir yazgı değildir. O daha çok insanın vuku bulmakta olan şeyi meydana
çıkarmak için harekete geçmeye çağrıldığı açık bir yoldur, insanın kendisini
böyle çağrılan biri olarak bilmesi, onun özgür olmasıdır. Heidegger'e
göre özgürlük, insanın tikel şeyleri irade-etmesi veya etmemesi sorunu
değildir, özgürlük, insanın kendisini ona yöneltilen çağrılara kendisini teslim
etmesidir. özgürlük zaten hüküm süren Varlık'ın tahakkümünü kavramak ve kabul
etmektir ve böylece de 'özgürleştirici bir talebe çekilmek'tir.
Modern insanın durumunun hakikati, modern insanca bilinir hale gelmek
zorundadır. Bu, insanın bir kez dikkatine sunuldu mu, onun kavrayabileceği,
rıza gösterebileceği ve
kendisine dayanarak eyleyebileceği bir 'hakikat' ile sunulabileceği
anlamına gelmez. Heidegger'e göre böyle bir 'hakikat', yani bir önermenin bir
duruma tekabül etmesi, yalnızca doğruluk (Richtigkeit) olurdu. Oysa hakikat
(Wahrheit) gizinden-çıkmadır. Bu demek değildir ki, hakikat, dolaymışız
olarak görülebilir bir şeydir. Gizinden-çıkma, eşzamanlı olarak gizlenmedir
de. Gizinden-çıkma, hiçbir zaman dolayımsız olarak bilinecek kadar çıplak
bir şekilde mevcut değildir. Modern İnsanın durumunun hakikati, onun üzerine
gelen bir gizini-açmadır, fakat bu gizini-açma, İnsanın üzerine üstü örtülü
bir şekilde gelir.
Çerçeveleme bir gizini-açma tarzıdır. Varlık'ın bir kaderidir. Ana yine de
tam da çerçevelemenin tahakkümü altında bizzat insanın kendisi de dahil,
hiçbir şey asli olarak olduğu şekilde görünmez; herhangi bir şeyin Varlık'ının
hakikati gizlenmiş kalır. Her şey sanki insanın yapıp etmesine aitmiş gibi
mevcut olur görünür.
Varlık'ın bir gizini-açması olarak çerçeveleme, bu tarzda hüküm sürdüğü
için, insanın bildiği herhangi bir tehlikenin ötesindeki bir tehlikedir.
Çerçevelemenin özü, onun mevcudiyete-gelme tarzı, onun mevcudiyete-gelmesinin
hakikatini 'unutma'yla tuzağa düşüren kendi içerisine toplanmış saldırıdır. Bu
tuzağa düşürme, değişik kılıklarda ortaya çıkar, yani o el-altında-duran olarak
hakim olan her şeyin düzene sokulmasına doğru ilerler. Bu 'unutma'da, Varlık’m
kendisini görünüşe-çıkarmasını engelleyen 'unutma'da, insanın tehlikesi yatar.
Gizini-açmanın başka her tarzının sürükleneceği ve insanın kendisiyle ve başka
her şeyle hakiki bağıntısını kaybedeceği bu tehlike, realdir. İnsanın kendisi
aracılığıyla varolan her şeyi deneyimleyebileceği, düşünebileceği ve
bilebileceği ilksel tarz, dil, kendi Varlık'ı içerisinde yalnızca salt bir
haberleşme aracı haline gelecek şekilde kendi gücünden mahrum bırakılabilir.
Ve insan da kendi hakiki özünden ayrılıp 'kendisini imal eden' biri haline
gelebilir. Çerçevelemenin düzenleyici karakteristiğinin kendisi aracılığıyla
olup bittiği insanın kendisi, bütünüyle el-altında-duran içerisine emilebilir
ve 'Varlık'a açıklık' (Da-sein)* olarak değil, fakat kendisini yalnızca
kullanıma hazır bir araç olarak bilen salt bir kendinin-bilincinde varolan
olarak mevcut-olmaya başlayabilir.
Yine de bu katı ihtimalin insanın başına gelmesi gerekmez. Çünkü
çerçeveleme zorunlu ve asli olarak yalnızca tehlike olarak değil, ama aynı
zamanda koruyan şey olarak da hüküm sürer. Bunlar çerçevelemenin hüküm
sürmesinin iki seçik yönü değildirler. Tehlike 'koruyucu güç'tür. Çerçeveleme
bir gizini-açmadır. O her şeyden önce Varlık'ın geri çekilmişliğini görünüşe
çıkarır. İnsanı Varlık'tan yabancılaştırır. Ama yine de bir gizini-açma olarak
kalır. Çerçevelemede Varlık hâlâ insanın karşısındadır. Dolayısıyla çerçeveleme
kendi içerisinde insanı tehlikeye atmasıyla eşzamanlı bir biçimde öteki imkânı,
yani insanı yabancılaşmasından kurtarabilme ve mevcut-olan şeyi varolan her
şeyde hatırlamaya dayalı bir şekilde alımlayabilmesi ve düşünüp taşınarak onu
gözetim altında tutabilmesi için, insanın Varlıkla özsel bir bağıntıya
girmesinin bahşedilmesi imkânını taşır.
Çerçevelemenin yalnızca herhangi bir İnsanî çabada değil, tehlike ve
koruyucu güç olarak bu iki-yönlülüğünde, tekniğin aşılabilmesi imkânı bulunur.
Bu, teknikten vazgeçilebileceği demek değildir. Bu daha çok şu anlama gelir ki,
teknik kendi özü içerisinde yeniden tesis edilecek ve gerçekleştirilecek bir
şekilde, kendi içerisinden aşılacaktır. Tekniğin hakimiyetinde gizlenen
gizinden-çıkma, hakikat, tam da bu gizlenme içerisinde şimşek gibi çakacaktır.
Varlık kendisini tam da tekniğin süregitmesinde, tam da bu şimşek çakışında
açığa çıkaracaktır. Fakat bu, insan olmaksızın olmaz. Çünkü insan, Varlık'ın
her gizini-açması İçin olduğu gibi, bu gizini-açma için de gereklidir. İnsan
dil aracılığıyla, düşünme aracılığıyla, bu gizini-açmanın olagelebileceği yere
gelmek zorundadır. Ama yine de insan bu gizini-açmayı meydana çıkaramaz ve onun
ne zaman olup biteceğini bilemez.
Bkz., çeviride dipnot 1
Olagelen şey birdenbire olup biter. Heidegger bundan bir 'dönemeç' (Kehre)
olarak söz eder. Bu, çerçeveleme içerisinde tehlike olarak tekniğin özü
içerisindeki bir dönemeçtir. Bu, Varlık’ın hakikatinin, unutma, yani gizlenme
içerisinde tuzağa düşmesidir. Varlık'ın hakikati, gizinden çıkması, tam da
gizini-açması anında, gizlenme içerisinde yakalanır. Ama yine de Varlık'ın
hakikatinin gizini-açması, gizini-açma olarak gizlenir. Bu yüzden bu unutma-ile-tuzağa-düşme
açıkça vuku bulduğunda, unutma içeriye, kendi kabuğuna çekilir ve bekler; yani gizlenme
gizlenme olarak açığa çıkarılır; çünkü o bizzat eşzamanlı bir şekilde gizlenmiş
olarak sergilenen şeyi gizler.
Burada çerçeveleme, her şeyi Varlık'ından men eden Varlık'ın kaderini
eşzamanlı olarak koruyan, Varlık bahşeden şey haline gelir. Çünkü
çerçevelemede Varlık'ın hakikati, Varlık'ın gizinden-çıkması, varolan her şeye
geri döner ve varolan her şeyin içerisine girer.
Bu 'dönemeç'te Varlık yalnızca kendisinden hareketle kendisinin
gizini-açar; ama yine de bunu zorunlu olarak insana ulaşacak bir tarzda yapar.
Çünkü insan olmaksızın Varlık, varolan her şeyin Varlık'ı olarak serbestçe
açığa çıkamaz. Varlık'ı ve insanı bu kadar sıkı bir şekilde işin içerisine
sokan gizlenme ve gizinden-çıkmanın bu tersine dönüşü, bahşedilmiş bir
armağandır. Tekniğin özünde, çerçevelemede, olagelen Varlık'ın hakikatinin bir
zamanlar hakikatten yoksun olan Varlık'a bu ani ve şimşek gibi çakışı, 'şimşek
gibi çakan bir bakışa girme'dir, varolan şeyi kavramadır, yani bizzat Varlık'ın
kendisini kavramadır. Bu, İnsanî bir bakış, İnsanî bir görüş değildir; tam
tersine bu, Varlık'ın kendisini ifşa etmesidir. Bu bakışta insanlar kendi
özlerini seyredebilecek şekilde, kendi özleri içerisinde seyredilenlerdir.
Heidegger bizzat Varlık'ın içerisinde kendi gizini-açan dönemeç olan bu şimşek
gibi çakmayı adlandırmak için Ereignis sözcüğünü kullanır. Ereignis,
ogelen bir ifşa etmedir, kendisine özgü olanın içerisine giren bir görmeye
girmedir. Varlık'ın içerisinde olup bitmekle, bu görüş Varlık'ı kendisine geri
döndürür —burada tekniğin özünü kendisi için bir gizini-açma olarak yeniden kurar—
ve kendi özü içerisinde göz kırpılan insanı eşzamanlı bir şekilde insana
upuygun verilen gizini-açmaya göz kırpmaya taşır.
Bu ifşa etme Kendisini daima eşsiz bir şekilde olagetirir. Varlık ve insan
birbirine aittirler. Burada sözü edilen ifşa etme, bu bağıntının
gerçekleşmesidir. Bu ifşa etme, insanı ve Varlık'ı, onları birbirine emanet
etmekle Kendilerine özgü olana taşır. O, insanın ve Varlık'ın 'birbirine ait
olmasına izin verme'dir.
Çerçeveleme ve 'Kendisine özgü olana taşıyan ifşa etme' aslında birdirler.
Heidegger çerçevelemeden, bu ifşa etmenin, 'negatif fotoğraf'ı olarak söz
edebilir. Çerçevelemede Varlık ve insan biribiriyle yüzyüze gelir; fakat onlar
yabancılaşma içerisinde Karşılaşırlar. Onlar, onları Kendilerine özgü olana
taşıyan eşsiz ifşa etmede de aynı bağıntı içerisinde Karşı Karşıya gelirler;
fakat şimdi çerçevelemenin iskeletimsi karanlığı yerine ama henüz bu Karanlık
içerisinde, insan ve Varlık'ı aynı zamanda birbirine ait olmaya taşıyan,
onlara gerçekten Kendilerine özgü olan şeyi bahşeden ifşa etmenin ışığı da
çakar.
İşte tam da burada modern insana Greklerin bildiğinin ötesindeki bir şey
ifşa edilebilir. Grekler insanın ve Varlık'ın biraradalığını biliyorlardı.
FaKat artık bizim çağımızda insanı ve Varlık'ı yeni olan ve yeni bilinen bir
takımyıldız içerisine sokan ifşa edici olagelmenin 'bunaltıcı bir ilk çabasına
göz atmak' mümkün olabilir. Çerçevelemede, tam da 'hesaplanabilir olanın hesaplanmasına
girişmek üzere insanın ve Varlık'ın düellosu' olma Karakteri içerisindeki
çerçevelemede, ilişkinin bu yeniliği ortaya çıkar. Çerçevelemenin özündeki
dönüşü görebildiğimizde, yalnızca insanın ve Varlık'ın biribirine ait olmasını
görmeyiz. Daha da fazlasını görürüz: 'İnsanın ve Varlık’ın birbirine ait
olmasına tanık oluruz; bu, ait olmayı mümkün kılan, birarada olanın
birliğinin tarzını belirler.' Modern tekniğin siluetimsi mevcudiyeti
içerisinde ve ötesinde, insan ile Varlık arasında —ve bu yüzden de insan ile
varolan her şey arasında— bugüne Kadar olmuş olduğundan daha tam bir bağıntı
imkânının şafağı doğar.
Halihazırdaki duruma bakarken, bizim düşünmemiz, insanın dolayımsız,
apaçık durumunun üzerinde ve ötesinde
'insana ve Varlık'a biribirine ait olmalarını sağlayan şeyden, onları
kendilerine özgü olana taşıyan ifşa edici olagelmeden çıkan' Varlık ve insan
bağıntısını görmeyi umut edebilir. Böyle bir düşünme bizim gitgide daha fazla
bel bağladığımız bir anlık hesaplama türünden bütünüyle farklıdır. Bu düşünme
gelenek seferi içerisinde bir düşünmedir, düşünülmüş olan şey aracılığıyla bir
öğrenmedir. Böyle olmakla bu düşünme, gelenek tarafından salt bir geriye dönük
düşünme olmaktan kurtarılıp, planlamadan, düzenlemeden ve kullanım için
kurmadan bütünüyle uzak bir ileriye yönelik düşünme haline gelir.
Kimi zaman Heidegger’in kendi felsefi eserlerinde aşırı bir kendini
beğenmişlik sergilediği söylenmiştir. Şurası doğrudur ki, Heidegger, Descartes
gibi kendi düşünmesini kendinden apaçık hakikatin zorlayıcı kesinliğine
sahipmiş gibi ortaya koymaz; Hegel gibi kendisinin tüm insanlık tarihi ve tüm
gerçeklik hakkındaki hakikati araştırma ve ifade etme gücüne sahip olduğuna da
inanmaz. Fakat Heidegger kendisini kendisinden önce hiç kimsenin kavramamış
olduğu bir gerçekliği kavrayan biri olarak görmüyor mu? Onun 'düşünme'sinin
Batı tarihi ve Batı düşüncesiyle sınırlı olduğu bir gerçektir. Fakat bu alan
içerisinde Heidegger, Nietzsche üzerine incelemesinde olduğu gibi, kendisinin
bu kavrayış temelinde başkalarının düşüncesinde 'düşünülmeyen' şeyi
düşünebileceğine, kendisinden öncekilerin göremedikleri hakiki anlamı
keşfedebileceğine inanmıyor mu? Evet. Ama yine de bu bir kendini beğenmişlik
midir, yoksa burada bir kavrayış mı vardır?
Heidegger'in kendisi, kesinlikle, sahip olduğu kavrayış her ne olursa
olsun, bunun kendi keşfinden değil, fakat kendisine bizzat gerçeklikten gelen
bir kavrayış olduğunu söylerdi. Heidegger, açıkça, kendisini kendisine gelen
açığa-çıkmaya, vahye, ifşaya karşılık vermeye ve başkalarını aynı yola
çağırmaya davet edilmiş hisseder. Bu, peygamberlere atfedilen türden bir
hissediş midir? Yoksa yalnızca 'düşünen' bir kafanın keşfi midir? Bir gelenek
içerisinde kendi yerinin derin bir şekilde bilincinde olan Heidegger, kuşkusuz
bazılarına başkalarının eserlerinin mağrur bir yeniden yorumlanması gibi
görünen şeyi daha çok keşif olarak görür ve bu keşif sayesinde bu eserlerin bu
keşfi kendisinden önce yapmış olanlardan daha fazla anlama sahip olduklarını
gösterir. Kesinlikle Heidegger kendi kavrayışının teminatı ile konuşmasına ve
bu kavrayış da çok uzun erimli olmasına rağmen, o bu kavrayışın yalnızca modern
insanın çok daha açık ve yeni bir şekilde görmek için bahşedilen bir düşünmeye
göz kırpışı, başlaması ve girmesi olduğunu da ileri sürer. Felsefi eserlerinde
Heidegger, düşüncesinin herhangi bir formülasyonuna bağlı kalmadan, ileriye,
hep ileriye doğru yürümüştür. Heidegger'e göre hakiki düşünme daima bir
gizini-açma olarak kalır ve Heidegger bu gizini-açmanın nereye götürdüğünü
takip etmek zorundadır. O, Tekniğe İlişkin Soruşturma'da da çerçeveleme olarak
gizini-açan tekniği, bu gizini-açmanın nereye götürdüğünü takip eder.
Dolayısıyla onun özellikle geç dönem yazıları, sona ermemiş bir yo/un bir
parçası olarak kalırlar. Descartes'ın kırılmaz camdan saraylar inşa ettiği ve
Hegel'in tüm zamanlar için büyük bir kâşâne kurduğu yerde, Heidegger âdeta
düşüncesinin, bir sonraki karşılık verici işleyişinde yeniden
şekillendirilmeye veya yıkılmaya hazır kumdan şatolar inşa eder. Hatta bu
bakımdan Heidegger'in Batı düşüncesini tevâzuya çağırdığı bile söylenebilir.
Fakat yine de bazı okuyucular, Heidegger'in vahiy almış bir peygamber edasıyla
konuştuğu izleniminden çoğu zaman haklı olarak kurtulamayabilirler.
Heidegger şöyle yazmıştır:
‘“Tekniğe İlişkin Soruşturma” adıyla bir süre önce verilen bir konferansın
sonunda şöyle dedim: ‘Soruşturma düşünmenin dindarlığıdır.’ ‘Dindarlık’ burada
antik anlamında kastedilmektedir. İtaatkâr ya da boyun eğici ve bu durumda
düşünmenin düşünmek zorunda olduğu şeye teslim olma. Düşünmenin tahrik edici
deneyimlerinden biri, kimi zaman henüz ulaştığı yeni kavrayışları tamamen
kavrayamaması ve bunları uygun bir şekilde görememesidir. Soruşturmanın
düşünmenin dindarlığı olduğu şeklindeki az önce alıntılanan önermede de durum
böyledir. Bu önerme ile sona eren konferans, düşünmenin hakikî tavrının sorular
sormak olamayacağını, fakat soruşturmamızın tenezzül ettiği şeyi dinlemek
olması gerektiğini zaten kavramış olma havası taşıyordu ve o konferans şunu da
kavramıştı ki, tüm soruşturmalar yalnızca sorusunu özsel Varlık için takip
etmek sayesinde soruşturma olmaya başlarlar.’ Bkz., Unterwegs zur Sprache [Dil
Yolunda], 1959, s.64.
İşte Heidegger'in kendi tarzı ve sorusu budur. Heidegger'in özellikle geç
dönem yazılarında ve tabii ki Tekniğe İlişkin Soruşturma'da bizi çağırdığı
gözüpek macera budur. Heidegger bizim mâruz kalmış çağımızı aydınlatabilecek
hakikate göz mü kırpmıştır? Yoksa filozof kisvesi altında peygamberlik mi
taslamaktadır? Bu konuda bir yargıya ulaşmak için, onun 'düşünme'sinin
yollarını onunla birlikte takip etmek gerekir.
Heidegger, l.Aralık 1949'da Bremen Klüp'te, 'Varolan Şeyi Kavrama' genel
başlığı altında dört konferans verdi. Bu dört konferansın her birinin kendine
özgü bir başlığı vardı: 'Şey', 'Çerçeveleme', 'Tehlike' ve 'Dönüş/Dönemeç (Kehre)'.
Heidegger bu konferanslardan ilk ikisini genişletti ve Bavyera Güzel Sanatlar
Akademisi huzurunda okudu. 6.Temmuz 1950'de 'Şey'i ve 18.Kasım 1953'de
artık 'Tekniğe ilişkin Soruşturma' başlığı verilen 'Çerçeveleme'yi sundu.
Çevrilen metin, Heidegger'in bu sunumunun tam metnidir.
Bu Giriş te yeterince açığa çıktığını umduğumuz bir hususu yeniden
hatırlamak uygun olur: Heidegger okumak bir maceraya atılmaktır. Onun eserleri
okuyucuya meydan okuyan ve çoğu kez okuyucuyu sersemleten eserlerdir. Bu eserler
okuyucudan tüm yüzeysel bakışları terketmesini ve ciddi bir düşünme takibine
koyulmasını talep ederler. Okuyucu Heidegger'in eserlerine yaklaşırken,
yalnızca onun ne söylediğini değil, ama nasıl söylediğini de sormalıdır. Çünkü
burada biçim ve içerik birbirinden ayrılamayacak ölçüde birleştirilmiştir.
Kavrayışlı bir okuyucu bu eserlerin her birinin edebî biçiminde, onun anlamını
açmanın pek çok anahtarını bulacaktır. Böyle bir okuyucu, aynı zamanda sürekli
olarak, Heidegger’in metinlerinde kendilerine özgü kılığa bürünen formların
içeriğini, ifadesiyle hayran olunacak ölçüde birbirine uygun görecektir.
Heidegger'in metinleri, onun 'yolda olmak' olarak adlandırdığı 'düşünme'sinin
bizzat bu 'yolda olmaklığını örneklendirirler. Bu metinler karakteristik
olarak deneme türündendirler, birer düşünme gezisidir. Fakat her bir metin,
ayrıca özel bir yol izler ve kendi kendisine yeterlidir ve tüm metinler
kendilerinde ve kendileri için okunmalıdırlar. Her bir denemede sayısız sözcük,
deyiş ve yapı ayrıntıları, hem Heidegger'in söylemekte olduklarından çıkarlar,
hem de Heidegger'in söylemekte olduklarını açımlarlar. Heidegger oku eşlik
etmesini ve düşünme macerası boyunca onun kendi yolunu kurmaya başlamasını
ister. Yoksa yalnızca yolun ne olduğunu ve ne olması gerektiğini dinlemesini
istemez. Heidegger 'sahici düşünme'ye hazırlamak için, çoğu kez bizi kolaycı
düşünmenin ötesine, düşünmemizin temelini araştırmaya, yeni bir temele
sıçramaya, yepyeni tarzlarda düşünmeye kışkırtır. Bu yüzden, bu metinlerde
Heidegger ile birlikte seyahat ettikçe, karşımıza bir uçurum açılacaktır. Eğer
bu yollarda yürüyorsak, karanlık sözler aracılığıyla yola devam etmeliyiz. Bu
yıldırıcı bir beklentidir. Fakat Heidegger'in kendisiyle yola çıkanlardan umudu
vardır. Anlam, ileriye doğru yüründükçe keşfedilmelidir. Sözcükler ve
önermeler, eğer onların taşıdıkları anlamı kavramayı umut ediyorsak, daima
bağlamı içerisinde okunmalıdırlar.
Heidegger’in 'düşünme'sinin bu ileriye doğru inşasında daima bir model
vardır. Kimi zaman bu model, 'Dönüş/Dönemeç'de olduğu gibi sıkı ve içkin bir
şekilde örülmüştür. Kimi zaman da, 'Tekniğe İlişkin Soruşturma'da olduğu gibi,
iç bağlantılarının seçilmesi güç, uzun, karmaşık tartışmalar içeren geniş
erimli bir modeldir bu. Kimi zaman çok kavrayışlı bir okuyucunun bile başı
döner, fakat böyle bir okuyucu hatırlamalıdır ki, her bir tikel yolda
Heidegger, kendi yolunu asla kaybetmez ve hangi yönde
gitmekte olduğunu asla unutmaz. Heidegger Kendi temalarının ardışıklığını
asla terketmez, önceden söylemiş olduğu şeyleri asla unutmaz ve kendi eserinin
modelini asla yüzüstü bırakmaz. O, daima takip edilen sınırlı çizgili yolun
sağladığı bütünlükten hareketle iş görmektedir. Heidegger bir bina kurar, ama
bu binayı sonlu bir şekilde kurmakla yetinir. İfade edilen bağıntılar ne kadar
karmaşık, verilen anlam ne kadar çok çeşitli olsa da. Heidegger bir seferde
binanın tek bir fasadını kurar. Onun çalışmasında meşakkat vardır, dolayısıyla
Heidegger kendisini takip edenlerden büyük taleplerde bulunur. Ama yine de
sebatkâr okuyucu kendisini düşünme takibine sıkı bir şekilde bağlı buldukça,
keşfetmenin verdiği esrimeyi deneyimlemeyi umut eder. Heidegger okuyucunun
kendisini takip etmeye can attığına ve yolun zorlu olduğuna duyarlı olduğu
için, o tekrar tekrar refakatçisini ileriye doğru taşıyacak bir tepki
uyandıracak şekilde konuşur. Çoğu kez kilit bir noktada bir soru sorar.
Okuyucuyu söylenen şeyle sıkı bir biçimde bağlamaya, tartışmayı daha ileri
götürecek bir yanıt için düşünmeye, yanıt vermeye ve dinlemeye kışkırtır: 'Bu,
insanın iyi ya da kötü çaresizce teknolojiye teslim edilmesi anlamına mı
gelir?', 'modern bilimin özü neyin içinde yatar?', 'Varlık’a ne olmaktadır?' Bu
tür sorulara varınca kulak kesilmeliyiz. Bir soru birdenbire ortaya çıkan bir
cümlede yanıtlanabilir veya onun yanıtı ancak karmaşık bir serimlemeden sonra
ortaya çıkabilir. Fakat bir yanıt hep verilecektir. Ve bu yanıt bütün tartışma
için önemli olacaktır. Kimi zaman Heidegger bir noktanın işitilmek zorunda
olduğunu belirtmek için keskin bir vurguyla konuşur: 'Asla yeterince
vurgulanamaz...', 'Hıristiyanlıkla bir karşılaştırma mutlak olarak hiçbir
şekilde...', 'tutarlı olan şeyin Varlık’ı asla...'. Bu tür sözler en sıkı
dikkati talep ederler.
Yine Heidegger okuyucuyu yakalamak ve onu alışkanlığa dayalı zihin
çerçevesinden dışarıya doğru sarsmak için pek çok âlet kullanır. Bir düşünce
silsilesi beklenen bir sonuca getirildikten sonra, Heidegger 'fakat biz nereye
saptık?' diye soracaktır. Veya o, araya keskin bir iddia sokacaktır:
'Yüzyıllardır dört neden öğretisi gün ışığı kadar açık bir hakikat olarak
gökyüzünden düşmüş gibi alınmıştır.' Ve o böylelikle irdelenmeyen sayıltıları
tartışmaya açar. Bir noktada Heidegger düşünmekte olduğumuz şeyi
yankılayacaktır. Fakat o bunu, bir başka boyuta giden bir sözle genişletmek
İçin yapar: Evet, tekniğin araçsal belirlenimi 'dogru'dur; 'aslında esrarengiz
bir şekilde doğrudur ki... ' Ve bu 'esrarengiz' sözü unutulmuş olsa bile peşi
sıra gelen sözlerle alanına baktığımız iskeletimsi gücün betimine sımsıkı
tutunur. Bir başka noktada Heidegger, düşünmemizin temellerine, düşünmenin ani
bir tersine dönüşüyle hamle edecektir: 'Modern fizik matematiksel diye adlandırılır.
Fakat o, ancak daha derin bir anlamda zaten bizzat matematiksel olduğu için bu
şekilde matematiksel olarak iş görebilir.' Bu sözler karşısında, bu bilmecemsi
iddia ile Heidegger'in ne söylemekte olduğunu sormaya zorlanırız.
Kimi zaman şu tür hamleler bizim kavrayışımızın çok ötesinde kalırlar:
'Tekniğin özü hiçbir şekilde teknik bir şey değildir'; 'fizik olarak fizik,
fizik hakkında hiçbir İddiada bulunamaz.' Bu tür sözler yüzeysel bir şekilde
işitildiğinde bile, bir sivri zekâlılık, kurnazlık veya kibirli bir
anlaşılmazlık tınısı taşırlar. Daha ciddi bir şekilde yüzleşildiğinde, bu tür
ifadeler, okuyucuyu dehşet ve kızgınlık içerisinde bocalatabilirler. 'Eğer
tekniğin özünün teknikle ilişkili olduğunu söylerse, bu İnsanın hatalı
olduğunu bilirim' diye itiraz eder Heidegger, 'o bunu söyleyemez, fakat o ne
söylemektedir? Ben, benden İstendiği gibi yapmak, yani bir şeyi takip etmek,
bir yolu soruşturmak ve bir yol inşa etmek istiyorum. Fakat bunun gibi saydam
olmayan bir ifadeyle ne yapabilirim? Tekniğin özü hiçbir şekilde teknik bir
şey değildir!' Fakat yine de bu tür saydam olmayan ifadelerde söz konusu yolun
anlamı içerisine en derin bir şekilde girilmiştir. Okuyucu tekrar, görünüşte
tanıdık sözcükler içerisinde anlamın erimlerini sormaya, aramaya
zorlanmıştır. Metin içerisindeki bu tür kriz anlarında Heidegger'in yalnızca
sözcüklerle oynadığı asla düşünülmemelidir. Daha çok ona göre dil bizimle
oynar. Süratle dönüşen deyiş biçimi yol üzerinde bir engel değildir. Bilmecemsi
olsa bile, o bir başka yön levhasıdır. O yalnızca tamlık sebebiyle saydam
olmayan bir ifadedir ve okuyucuya öne çıkardığı anlamı araştırması İçin
rehberlik etme niyeti taşır.
Heidegger şâirane bir dil kulağına sahiptir. Ve çoğu zaman şiirsel bir
şekilde yazar. Ona göre sözcüklerin asıl işlevi, temsil etmek değil,
imlemek/göstermektir. Sözcükler kendilerinin ötesindeki bir şeye işaret
ederler. Ve sözcükler, özellikle Heidegger'in sözcükleri, çokanlamlıdırlar;
hele yan anlam bakımından çok zengindirler. Sözcüklerin gerek duyulan anlamları
taşıması için buluşlar yapma eğilimi taşıyan Heidegger, son döneminde dilin
ıslahı ile, dilin kökensel, fakat silinmiş, kaybolmuş gücünün yeniden
kurulmasıyla ilgilenir hale gelmiş, bir filolog ve etimolog gibi çalışmıştır.
Heidegger bize tekrar tekrar sözcüklerin antik ve temel anlamlarından söz
eder, nüansları titizlikle öne çıkarır veya düşünce bir dilden diğerine
geçtikçe ortaya çıkan tarihsel değişimlerin izini sürer, örneğin 'teknik'
sözcüğünün Grekçe tekhne'ye dayandığını öğreniriz. Latince causa’dan
gelen 'neden' sözcüğü, çok farklı bir anlama sahip olan Grekçe aition'un
çevirisidir, 'öz', 'teori', 'düşünüm', 'real/realite'; tüm bunlar sözcük sözcük
köklerine kadar araştırılırlar, tanımlanırlar ve örtük kalmış anlamlarına göre
kullanılırlar, öyle ki Heidegger, felsefesinin bir çok özgül terimini eski
Almancanın unutulmuş sözcüklerinden türetir. özellikle Grekçe terimleri
Greklerin anladıklarına 1nandığı anlamlarıyla Almancaya mal eder. Fakat
Heidegger katıksız bir antik dünya hayranı da değildir. O, dilin Varlık'ın evi
olduğunu söylemiştir. Varlık ile insan arasındaki karşılıklı bağıntı dil
aracılığıyla gerçekleştirilir. Bu yüzden dilin ne olduğunu, ilk kez ortaya
çıktığında onun içerisinde söylenen ve sonradan onun içerisinde işitilen ve
işitilebilen şeyleri keşfetmek suretiyle araştırmak, aslındaVarlık ile insan
arasındaki bağıntıyı araştırmaktır, hermeneutik yapmaktır. Heidegger mümkün
olduğu kadar mânidar olan sözler seçer, bunları büyük bir titizlikle tanımlar. Kimi
zaman verschulden (sorumlu veya borçlu olmak), wirken (çalışmak,
meydana getirmek) veya besinnen (düşünüp taşınmak; sinnen'den
gelir ki, sinnen sıradan ve yaygın anlamıyla koklamak ve
duymak/duyumlamak demektir) sözcüklerinde (fiillerinde) olduğu gibi, bir
Almanca sözcükte açıkça mevcut olan anlam cephelerine işaret eder. Kimi zaman
da o, bir sözcüğe, onun içerisinde işittiği yeni anlamlan kuşatacak şekilde,
yeni açılımlar kazandırır. Bestand (stok; artık bu 'el-altında-duran'
olmuştur) veya Geschick (kader, yazgı; artık bu 'Varlık'ın kendi
kendisini uyarlayıcı kaderi' ve 'biraraya toplayan yollama' olmuştur)
sözcüklerinde olduğu gibi.
Heidegger'in sözcükleri kullanımı çoğu kez kendine özgüdür. Bu kullanım
karakteristik olarak düşünce karşısında talepkârdır ve düşüncemize yabancıdır.
Heidegger'in denemelerinde karşımıza çıkan sözcükler okuyucularını sırlara
garketme veya esoterik konuşmayı rahatlıkla tekrarlayarak hayranları cezbetme
niyeti taşımazlar. Yine de Heidegger kendi sözcüklerinin şöyle tarzlarda
kavranabileceğinin ve kullanılabileceğinin her zaman farkındadır: 'Biz' der
Heidegger, 'düşünürün dilini bir terminoloji sözdağarcığı içerisinde alelacele
kalıba dökmekten, tüm çabalarımızı söylenen şey aracılığıyla düşünmeye adamak
yerine' yeni ve etkileyici bir sözcüğü dolayımsızca tekrarlamaktan sakınmalıyız.
Sözcükler hiçbir anlamda soyutlamalar olmadıkları, ama daha çok söz
ettikleri şeyin Varlık'ını gösterdikleri için, Heidegger onları tikel
noktalarda anlamlarının tikel yönlerini açığa çıkaracak kadar çeşitli
biçimlerde kullanır. Fakat aynı zamanda sözcükleri, ısrarla, taşıdıkları
anlama ilişkin kendi anlayışına göre kullanır; ve herhangi bir verili zamanda
ortaya çıkan nüanslar daima canlı kalır ve sürekli olarak işitilmelidirler. Heidegger'in
tanımlarını dikkatle okumalı ve onun sözcükleri kullanma biçimini dikkatle incelemeliyiz.
Çünkü yalnızca bunlar bize 'hakikat' veya 'öz' veya 'teknik' veya 'metafizik'
gibi sözcüklerin burada iletmekte oldukları şeyleri anlatacaklardır, yoksa
bizim önceden edinilmiş kavramlarımız veya anlama ilişkin alışıldık
düşüncelerimiz değil.
Bu durumda Alman olmayan okuyucu (ve hatta yerleşik felsefi terminoloji ile
Heidegger'e yönelen bir Alman okuyucu bile) özel bir dezavantajla karşı
karşıya kalır. Bir Heidegger çevirmeni, Heidegger'in eserlerinde yerleşik felsefi
terminoloji İçerisinde karşılığı olmayan bir çok terimi karşılamak, bir terimin
yan anlamlarının pek çok cephesi arasında seçim yapmak zorunluluğu ile karşı
karşıyadır. Bu yüzden o, sözcük üzerine sözcük yığmaya ve Almancasından çok
farklı bir kalıpta önerme kalıpları oluşturmaya kaçınılmaz bir biçimde mecbur
kalır. Heidegger çevirilerinde paralel sözcükler ve daha da çok ayrıntılı
deyişler, burada tek tek Almanca sözcükleri, onların anlam genişliklerini tam
uygun bir biçimde sergilemek maksadıyla kullanılmak zorundadır. Verilen
sözcüklerin çevirisinde tutarlılığı sürdürme ve Almanca metinde bulunan
yapının iç vurgularını mümkün olduğunca sadık bir biçimde yansıtma yönünde her
girişim yapılmış olsa da, orijinal sözcüğün, orijinal vurgunun veya deyiş
dönüşümlerinin kışkırtıcı gücü, bir başka dilde pek de verilemez. Heidegger'in
Almancası 'Heideggerce' bir Almancadır ve bu Almancayı, ne kadar dürüst olursa
olsun, ne kadar özgün metne sadakat duygusuna sahip bulunursa bulunsun, bir
çevirmenin yeterli bir denklikle verebilmesi imkânsızdır, üstelik bu
'Heideggerce' Almanca, aynı zamanda bir şiir dilidir de. Çünkü Heidegger bir
şairdir de. Bir Heidegger metni çevirmek, aynı zamanda bir şiir çevirisi
yapmak da demektir.
Değinilen ve bir kısmı aşılamaz olan tüm bu güçlüklere rağmen, Heidegger,
günümüzde en çok sayıda yabancı dile çevrilen Alman filozofları arasında baş
sıralarda yer almaktadır. Bunun sebebi açıktır: Heidegger, yüzyılımızda Batı düşünce
dünyasında olduğu kadar, Batı düşünce dünyasının içten keskin bir eleştirisini
yapmış olması dolayısıyla, 'üçüncü dünya ülkeleri' olarak anılan ülkelerin
bazılarında da büyük etkiler yaratmış bir kaç filozoftan biridir. Ve kuşkusuz
bu etkiler çok büyük ölçüde çeviri yoluyla gerçekleşmiştir.
Eldeki çeviri, Heidegger'in Vortrage und Aufsatze (Konferanslar ve
Makaleler) adlı kitabından yapılmıştır. (Neske Verlag, Stuttgart 1985.)
Çeviride köşeli parantezler içindeki sözcük veya sözcükler, anlamı pekiştirmek
amacıyla ve ayrıca yukarıda değinilen gerekçelerle benim tarafımdan
konulmuşlardır. Ayrıca hemen her sayfada, Heidegger'in kullandığı sözcüklerin
ve özellikle fiilerin anlamlarına ilişkin açıklamaları içeren dipnotları da
bana aittirler.
Çeviri, Th.e Question Concerning Technology and Other Essays
(Tekniğe ilişkin Soruşturma ve Diğer Denemeler) adlı kitaptaki İngilizce çeviri
ile karşılaştırılmıştır. (çev: William Lovitt, New York: Harper and Row, 1977.)
Ayrıca bu Giriş yazısı için William Lovitt'in bu kitap için yazmış olduğu
Giriş'ten büyük ölçüde yararlanılmıştır.’
Çevirinin İngilizce çeviri ile karşılaştırılması ve ayrıca William
Lovitt'in Giriş'inin çevrilip değerlendirilmesi işini, dostum, meslektaşım,
öğrencim Hakkı Hünler'le birlikte gerçekleştirdik. Bu karşılaştırma ve
değerlendirme, ikimiz için de oldukça zorlu, fakat yer yer bir keşif heyecanı
içerisinde, beş dil arasında (Almanca, İngilizce, Türkçe, Grekçe, Latince)
gidip gelinerek gerçekleşen keyifli bir çalışma oldu. Katkılarından ötürü
sevgili Hakkı'ya teşekkür ederim.
Doğan Özlem
İzmir/Karşıyaka Kasım-1995
İzmir/Karşıyaka Kasım-1995
*
Kaynakça: B. Allemann, Hölderlin und Heidegger, Zürich 1954; B. Allemann,
‘Heidegger ve Politika’ (Heidegger Üzerine İki Yazı içinde. Çev: Doğan
Özlem, Gündoğan Yayınları, Ankara 1994); P. Hühnerfeld, Heidegger. Bir
Filozof, Bir Alman (çev: Doğan Özlem), Gündoğan Yayınları, Ankara, 1994; W.
Lovitt, ‘introduction' (Martin Heidegger, The Question Concerning
Technology and Other Essays , New York: Harper and Row, 1977); 0. Pöggeler,
Der Denkweg Martin Heideggers , Pfullingen 1963, 4.baski, 1993; 0.
Pöggeler, 'Heidegger, Bugün”' (Heidegger Üzerine İki Yazı, çev: Doğan
Özlem, a.g.e.); D. Sinn, Heideggers Spâtsphilosophie, Philosophische
Rundschau içinde, sayı: 14 (1967), s.81-182.; E. Tugendhat, Der
Wahrheitsbegriff bei Husserl und Heidegger, Berlin 1967.
Aşağıda tekniği soruşturuyoruz. Sormak, bir yol açmaktır. Bu
nedenle her şeyden önce yola dikkat etmek ve tek tek cümle ve başlıklara
takılıp kalmamak öğütlenir. Tüm düşünme yolları, az veya çok farkına
varılabilir şekilde, dil aracılığıyla olağandışı bir tarzda, dil içerisinden
yol gösterirler. Biz tekniğe İlişkin bir soruşturma yapıyoruz ve
onunla serbest bir bağıntıyı hazırlamak istiyoruz. Bağıntı, İnsanî
varoluşumuzu (Dasein) [1] tekniğin özüne (Wesen) [2]
açarsa, serbestttir. Bu öze uygun bir karşılık verebilirsek, teknik-olanı (Technische)
kendi sınırları içerisinde deneyimleme imkânına sahip olabiliriz.
Teknik, tekniğin özüyle aynı şey değildir. Ağacın özünü aradığımızda,
farkında olmalıyız ki, ağaca ağaç olarak nüfuz eden şey, geri kalan ağaçlar'
arasında rastlanan bir ağaç olarak bizzat ağacın kendisi değildir.
Bunun gibi, tekniğin özü de, asla ve hiçbir şekilde teknik bir şey
(teknik-olan, Technische) değildir. Bu nedenle yalnızca
teknik-olanı tasarladığımız[3] ve öne çıkardığımız ve bununla yetindiğimiz veya ondan kaçındığımız sürece,
tekniğin özüyle bağımızı asla kuramayız. Her yerde özgürlükten yoksun ve
tekniğe bağlanmış haldeyiz; onu tutkuyla olumlayalım veya olumsuzlayalım.
Tekniği nötr bir şey olarak gördüğümüzde, mümkün olan en kötü tarzda tekniğe
teslim oluruz; çünkü bugün özellikle pek rağbet gören bu tasarım, bizi tekniğin
özü karşısında büsbütün körleştirir.
Eski öğretiye göre, bir şeyin özü, onun olduğu şey (was, etwas ist)
olması sayılır. Tekniğin ne olduğunu sorduğumuzda, tekniğe ilişkin soru sormuş
oluruz. Herkes, sorumuzu yanıtlayan iki ifadeyi bilir. Biri şöyle der: Teknik,
amaç için araçtır. Diğeri de şöyle: Teknik, insanın bir etkinliğidir. Tekniğin
her iki tanımı/belirlenimi (Bestimmung) birbiriyle bağıntılıdır.
Çünkü amaçlar koymak, bunlara ulaşmak için araçlar yapmak ve kullanmak, insani
bir etkinliktir. Araç, aygıt ve makinelerin yapımı ve kullanımı, bu yapılmış
olanların ve kullanılanların kendileri, bunların hizmet ettikleri
gereksinimler ve amaçlar, tekniğin ne olduğuna ilişkindirler. Bütün bu donanımlar
kompleksi, tekniktir. Bizzat tekniğin kendisi bir donanımdır veya Latince
söylendiğinde instrumentum'dur.[4]
Tekniğin bir araç ve bir insan etkinliği olduğuna ilişkin yaygın tasarım,
bu nedenle, tekniğin araçsal ve antropolojik tanımı/belirlenimi diye
adlandırılabilir.
Bunun doğru (richtig) olduğunu kim inkâr edebilir ki? Bu
tasarım, teknikten söz edildiğinde göz önünde tutulan şeye açıkça uyar.
Tekniğin araçsal tanımı/belirlenimi aslında öylesine tuhaf bir şekilde
doğrudur ki, bu, modern teknik için bile geçerlidir; bununla birlikte başka
bakımlardan eski el beceresine dayalı tekniğe karşıt olarak modern tekniğin
tamamen farklı ve dolayısıyla yeni bir şey olduğu, bir ölçüde haklı olarak
iddia edilir. Bir enerji santralı bile, türbinleri ve jeneratörleriyle, insan
tarafından yapılmış bir araçtır. Bir tepkili uçak da, yüksek frekanslı elektrik
üreten bir dinamo da, amaçlar doğrultusunda yapılmış araçlardır. Doğaldır ki
bir radar istasyonu bir rüzgâr gülünden daha basit değildir. Kuşkusuz bir
dinamonun yapımı teknik-endüstriyel üretimin çeşitli iş süreçlerinin iç içe
geçmesine gereksinim gösterir. Elbette ki Karaorman'ın yitik bir vadisinde dere
boyuna, kurulmuş bir bıçkıhane, Ren’in akıntısı içerisine kurulmuş bir
hidroelektrik santralla karşılaştırıldığında, ilkel bir araçtır.
Şurası doğrudur: Modern teknik de amaçlara bağlı bir araçtır. Bu nedenle
tekniğin araç olduğu tasarımı, insanı teknikle doğru bir bağıntıya sokmaya
yönelik her girişimi koşullandırır. Her şey, tekniği araç olarak uygun şekilde
manipüle etmeye bağımlıdır. Söylendiği gibi, tekniği 'tinsel yönden elde
tutmak' gerekir. Ona hakim olunmalıdır. Tekniğe hakim olma iradesi ne kadar
elzem hale gelirse, teknik de o kadar insanın denetiminden kaçıp kurtulma
tehdidinde bulunur.
Ne var ki tekniğin yalnızca araç olmadığı varsayıldığında, ona hakim olma
iradesi nasıl ayakta kalabilir ki? Zaten tekniğin araçsal olduğuna ilişkin
tanımın/belirlemenin doğru olduğunu söylemedik mi? Bu besbelli. Doğru-olan (Richtige),
irdelenmekte olan her şeyde, her kez herhangi bir şekilde karşımıza çıkanı
saptar. Bununla birlikte bu saptama, doğru olmak için, hiçbir şekilde, söz
konusu şeyin kendi özü içerisinde örtüsünü açmaya gereksinim duymaz. Oysa
yalnızca böyle bir örtüsünü açmanın olduğu yerde hakikat-olan {Wahre)
vukua gelir.[5] Bu nedenle yalnızca Doğru-olan {Richtige), henüz
Hakikat-olan {Wahre) değildir. Yalnızca Hakikat-olan, bizi,
kendi özünden hareketle ilgilendiren şeyle serbest bir bağıntıya sokar. Buna
göre, tekniğin doğru {richtig) araçsal tanımı/belirlenimi, yine
de bize tekniğin özünü göstermez. Buna ulaşabilmemiz veya en azından
yaklaşabilmemiz için, Hakikat-olanı Doğru-olan aracılığıyla aramalıyız. Şunu
sormalıyız: Bizzat Araçsal-olanın {Instrumentale) kendisi nedir?
Bunun gibi, amaç ve araç gibi şeyler nereye aittirler? Bir araç, kendisiyle
bir şeyin etkilendiği ve böylece kendisiyle bir şeye ulaşılan şeydir. Kendi
sonucu (eser) olarak bir etkiye sahip olan şey, neden diye adlandırılır. Fakat
neden, yalnızca kendisi aracılığıyla başka bir şeyin etkilendiği şey değildir.
Kullanılan araç türünün kendisine göre belirlendiği amaç da, neden sayılır.
Amaçların izlendiği ve araçların kullanıldığı her yerde, araçsallığın hüküm
sürdüğü her yerde, nedensellik hakimdir.
Yüzyıllardır felsefe, dört neden olduğunu öğretir: 1. causa
materialis (maddi neden), örneğin kendisinden bir gümüş kâsenin
yapıldığı malzeme, madde; 2. causa formalis (formel
neden), maddenin içine girdiği form, şekil; 3. causa finalis
(ereksel neden), amaç, örneğin gerekli olan kâsenin formuna ve maddesine göre
belirlendiği kurban âyini; 4. causa effidens (etki neden, fâil
neden), bu tamamlanmış gerçek kâse olan etkiyi meydana getiren, gümüş ustası. Araç
olarak tasarlandığında tekniğin ne olduğu, araçsallığı, dört katlı nedenselliğe
doğru geri izlediğimizde kendisini açığa çıkarır.
Fakat nedensellik, kendi payına, ne olduğu bakımından karanlık içerisinde
örtülü kalmışsa ne olacak? Kuşkusuz yüzyıllardır, dört neden öğretisi, âdeta
gün ışığı kadar açık bir hakikat olarak gökten düşmüş gibi alınmıştır. Fakat
belki şunu sormanın zamanı gelmiştir: Neden tam da dört neden vardır? Yukarıda
anılan dörtlüyle bağıntılı olarak 'neden' münhasıran ne demektir? Dört nedenin
neden olma karakterinin birbirlerine ait olacak kadar birlikli bir şekilde
belirlenmesi nereden çıkar?
Bu sorulara eğilme iznini kendimize vermediğimiz sürece, nedensellik ve
onunla birlikte araçsallık ve araçsallıkla birlikte tekniğin kabul gören
tanımı/belirlenimi, karanlık ve temelsiz kalır.
Uzun süredir nedenin bir şeyi meydana getiren şey olarak tasarlanması
alışkanlık olmuştur. Bu bağlamda, meydana getirme, sonuçlar, etkiler elde etme
anlamına gelir. Causa efficiens, dört neden arasında yalnızca bu
neden, ölçüt olacak şekilde tüm nedenselliği tanımlar. Bu öylesine ileri gider
ki, artık causa finalis, ereksellik, nedensellikten bile
sayılmaz. Causa, casus, zaman bildiren cadere
fiilinden gelir, yani belli bir anda vuku bulmaktan, aynı zamana rastlamaktan
gelir ve bir şeyi meydana getiren şeyin aynı zamanda sonucun içinde şöyle
şöyle bir tarzda vukua gelmesi demektir. Dört neden öğretisi Aristoteles'e
kadar geri gider. Fakat daha sonraki çağların Grek düşüncesinde 'nedensellik'
(Kausalitat) tasarımı ve başlığı altında aradıkları şeylerin,
Grek düşünme çevresinde ve Grek düşünmesi için, meydana getirme ve etkide
bulunma ile hiçbir ilişkisi yoktur. Bizim neden (Ursache) ve
Romalıların causa diye adlandırdıkları şey, Grekler tarafından aition
diye adlandırılır; yani başka bir şeyin kendisine borçlu olduğu şey (das,
was ein anderes verschuldet) anlamına gelir.[6] Dört neden, başka bir şeyden sorumlu olmanın hepsi birbirine ait
tarzlarıdır. Bir örnek bunu açık kılabilir:
Gümüş, kendisinden gümüş kâsenin yapıldığı şeydir. Bu madde (hyle)
olarak gümüş, kâseden birlikte-sorumludur (mitschuld). Kâse
kendisinden oluştuğu gümüşe borçludur, yani medyundur. Fakat kurban etme
âyinlerinde kullanılan sadaka toplama kâsesi, yalnızca gümüşe borçlu olmakla
kalmaz. Bir kâse olarak gümüşe borçlu olan şey, bir bilezik veya yüzük
görünümünde değil, bir kâse görünümünde görünür. Bu yüzden sadaka toplama
kâsesi, aynı zamanda kâseolmaklık görünümüne (eidos) de
borçludur. Hem görünümün kâse olarak içerisine sokulduğu gümüş hem de gümüşün
içerisinde göründüğü görünüm, kendi tarzlarında, sadaka toplama kâsesinden
birlikte sorumludurlar.
Fakat yine de, sadaka toplama kâsesinden her şeyden önce sorumlu olan bir
üçüncü şey geriye kalır. Bu üçüncü şey, öncelikle kâseyi dinsel kutsama ve
sadaka toplama alanı içerisinde sınırlayan şeydir. Bu üçüncü şeyle kâse, sadaka
toplama kâsesi olarak sınırlanmış olur. Sınır çizmek, (bir) şeyin etrafını
çevirmektir. Şey, bu sınırlarla durup kalmaz; dahası, bu sınırlardan hareketle
o, üretildikten sonra ne olacaksa o olmaya başlar. Etrafı çeviren, tamamlayan
şey, bu anlamda Grekçede telos diye adlandırılır ki, bu sözcük
çoğu kez 'amaç' veya 'erek' olarak çevrilir ve bu yüzden yanlış anlaşılmış
olur. Telos, madde olarak ve görünüm olarak sadaka toplama
kâsesinden birlikte-sorumlu olan şeylerden sorumludur.
Nihayet, bitmiş sadaka toplama kâsesisinin önümüzde kullanıma hazır
durmasından bir dördüncü de birlikte-sorumludur: Gümüş ustası. Fakat bu,
işbaşındaki gümüş ustasının bitmiş sadaka toplama kâsesini sanki o bir
yapıp-etmenin etkisiymiş gibi meydana getirdiği için değildir; gümüş ustası causa
efficiens değildir.
Aristoteles'in öğretisi ne bu terimle adlandırılan nedeni tanır, ne de ona
karşılık gelecek Grekçe bir ad kullanır.
Gümüş ustası dikkatli bir biçimde düşünüp taşınır ve sorumlu ve borçlu
olmanın yukarıda anılan üç tarzını biraraya getirir. Dikkatlice düşünüp
taşınmak (überiegen), Grekçede legein, logos
demektir. Legein, apophainesthalda, yani görünüşe-çıkmâ/çıkarmada
kök salar. Gümüş ustası, sadaka toplama kâsesinin ortaya çıkmasının ve
kendinde kalmasının ilk hareket noktasını kendisinden aldığı ve muhafaza
ettiği şey olarak, birlikte-sorumludur. Sorumlu olmanın yukarıda anılan üç
tarzı, onların sadaka toplama kâsesinin üretilmesi için görünüşe çıkıp rol
oynamalarının neliğinde ve nasıllığında, gümüş ustasının düşünüp taşınmasına
borçludurlar.
Böylece sorumlu olmanın dört tarzı, önümüzde hazır duran sadaka toplama
kâsesinde hakimdir. Onlar birbirlerinden farklıdırlar, fakat yine de
birbirlerine aittirler. Onları başlangıçtan itibaren birleştiren nedir?
Hepsinden ötede Grekler gibi düşünüldüğünde, bu borçlu ve sorumlu olma ne
anlama gelir?
Bugün bizler pek kolayca, sorumlu ve borçlu olmayı ya yanlış yola sapıp
kusur işlemek olarak ahlaksal yönden anlama ya da onları etkide bulunma
çerçevesinde yorumlama eğilimi taşırız. Oysa her iki durumda da daha sonraları
nedensellik diye adlandırılan şeyin birincil anlamına giden yolu kendimize
tıkamış oluruz. Bu yol bize açılmadığı sürece, nedenselliğe dayanan
araçsallığın münhasıran ne olduğunu görmeyi de başaramayız.
Sorumlu ve borçlu olmanın bu türlü yanlış yorumlarına karşı korunmak için,
sorumlu olmanın dört tarzını, onların kendisinden sorumlu oldukları şey
çerçevesinde aydınlatalım. örneğimize göre onlar, gümüş kâsenin önümüzde bir
sadaka toplama kâsesi olarak hazır durmasından sorumludurlar. önde ve hazır
durma (hypokeisthai), mevcut olan bir şeyin mevcut olmasını
belirler. Sorumlu olmanın dört tarzı, bir şeyi görünüşe çıkarırlar. Onlar o
şeyi mevcut-olmaya (an-wesen)[7]
çıkarırlar. Onlar o şeyin o yere gitmesine fırsat verirler ve böylece o şeyin
tam bir vuslata erme yolu-nu açarlar. Sorumlu olmanın esas karakteristiği, bir
şeye vuslata erme yolunun bu açılışıdır. Bir şeyi vuslata erme yolunda açma
anlamında sorumlu olmak, vesile olmaktır veya ileriye-çıkmasına-neden-olmaktır
(ver-an-lassen).[8]
Greklerin sorumlu olmaktan, aitia 'dan anladıkları şeye bakıldığında,
'vesile olmak' fiiline şimdi daha kapsayıcı bir anlam veririz; öyle ki o artık
Greklerin düşündüğü anlamda nedenselliğin özüne verilen addır. Buna karşılık
'vesile olmak'ın yaygın ve dar anlamı, bir şeye çarpmaktan ve onu serbestçe
harekete geçirmekten başka bir şey değildir ve nedenselliğin bütünü içerisinde
bir tür ikincil neden demektir.
Fakat o halde vesile olmanın dört tarzının bu birlikte oyunu neyin
içerisinde oynanır? Onlar henüz mevcut olmayan şeyin mevcut-olmaya vâsıl
olmasına izin verirler. Buna göre onlar, birlikli bir biçimde, mevcut-olan şeyi
görünüşe çıkaran bir meydana çıkarma tarafından yönetilirler. Bu meydana
çıkarmanın ne olduğunu, Platon şölen,'deki bir cümlede bize şöyle
anlatır (205 b): he gar toi ek tu me ontos eis to on ionti hotoun altia
pasa esti poiesis.
Mevcut olmayan şeyden mevcut-olmaya geçen ve giden herşey için her vesile polsesis'tir,
öne-çıkarmadır (her-vor-brin-gen).[9]
Her şey, açığa-çıkmayı tüm erimi içerisinde ve aynı zamanda Greklerin
düşündüğü anlamda düşünmemize bağlıdır. Açığa-çıkma/çıkarma, polesis,
yalnızca el becerisine dayalı imalât, yalnızca sanatsal-şiirsel olarak görünüşe
ve tasvire çıkarma değildir. Physis de, yani bir şeyin kendisinden
hareketle ortaya çıkması da, bir açığa-çıkmadır, polesis tir. Physis
aslında en yüksek anlamda polesis tir. Çünkü physis sayesinde
mevcut-olan şeyde açığa-çıkmaya ait bir patlayıp açılma vardır; örneğin bir
çiçeğin kendi içinde (on he auto) patlayıp çiçeklenmesi gibi.
Buna karşılık zanaatkâr veya sanatçı tarafından açığa-çıkarılmış olan şey,
örneğin gümüş kâse, açığa-çıkarmaya ait patlayıp açılmayı, kendi içinde değil,
fakat bir başka şey içinde (en alloi), yani zanaatkâr veya
sanatçıda bulur.
Vesile-olma tarzları, dört neden, o halde, açığa-çıkma/çıkarma içerisinde
oynarlar. Açığa-çıkma sayesinde, hem doğada kendiliğinden büyüyen şeyler, hem
de el becerisi ve sanat yoluyla tamamlanan her şey, herhangi bir verili zamanda
kendi görünüşlerine ulaşırlar.
Fakat doğada olsun veya el becerisinde ve sanatta olsun, açığa-çıkma nasıl
olup bitmektedir? Vesile-olmanın dört katlı tarzının içerisinde oynadığı
açığa-çıkma nedir? Vesile-olma, herhangi bir verili zamanda açığa-çıkma içerisinde
görünüşe çıkan şeyin mevcudiyete-çıkmasına bağlıdır. Açığa-çıkma, gizli-olmaktan
gizli-olmamaya doğru çıkıştır. Açığa-çıkma, yalnızca, gizli bir şey
gizlilikten kurtulduğu ölçüde vuku bulur.[10] Bu gizlilikten kurtulma, bizim gizini-açma (entbergen. Entbergung)
diye adlandırdığımız şeyin İçerisinde ikamet eder ve serbestçe salınır. Grekler
gizini-açmanın karşılığı olarak aletheia sözcüğünü kullanırlar.
Romalılar bunu 'veritas' diye çevirdiler. Biz 'hakikat' (Wahrheit)
diyoruz ve onu alışılageldiği üzere bir tasarımın doğruluğu (Richtigkeit)
olarak anlıyoruz.[11]
Nerede yoldan saptık? Biz tekniğe ilişkin bir soruşturma yapıyoruz ve
şimdi aletheia'ya, gizini-açmaya gelip dayandık. Tekniğin özünün
gizini-açma ile ne ilgisi vardır? Yanıt: Her yönden ilgisi vardır. Çünkü her
açığa-çıkma, gizini-açmada temellenir. Aslında açığa-çıkma, vesile-olmanın
—nedenselliğin— dört tarzını kendi içerisinde toplar ve onları baştan sona
yönetir. Amaç ve araç, açığa-çıkmanın alanına aittirler; araçsallık da.
Araçsallık, tekniğin temel karakteristiği olarak düşünülür. Araç olarak
tasarlanan tekniğin münhasıran ne olduğunu araştırırsak, bu durumda
gizini-açmaya gelip dayanırız, üretime dayalı her imal etmenin imkânı,
gizini-açmada yatar.
O halde teknik yalnızca bir araç değildir. Teknik, giziniaçmanın bir
tarzıdır. Buna dikkat ettiğimiz takdirde, tekniğin özü hakkında tamamen başka
bir alan bize kendini açar. Bu alan, gizini-açmanın, yani hakikat-olmanın (Wahrheit)
alanıdır.[12]
Bu görünüm bize yabancıdır. Tam da bu yabancılık, 'teknik' adının ne anlama
geldiğine ilişkin basit soruyu, nihai olarak mümkün olduğunca kararlı ve âcil
bir biçimde ciddiye almamızı gerektirir. Sözcük Grek dilinden gelir. Tekhnikon,
tekhneye ait olan anlamına gelir. Bu sözcüğün anlamı bakımından iki
şeye dikkat etmeliyiz. Birincisi, tekhne'nin yalnızca el
becerisine dayalı etkinlikler ve hünerler için değil, fakat aynı zamanda zihin
sanatları[13] ve güzel sanatlar için de kullanılan bir ad olmasıdır. Tekhne, öne-çıkarmaya,
poiesis'e aittir; o poetik bir şeydir.
Tekhne sözcüğüne ilişkin olarak dikkat edilmesi gereken diğer husus daha da
önemlidir. Tekhne sözcüğünün, pek erken zamanlardan Platon'un
zamanına kadar, episteme sözcüğü ile bağı vardır. Her iki sözcük
de en geniş anlamda Bilme'nin adlarıdır. Onlar bir şeyde bütünüyle yurdunda
olmak, bir şeyi anlamak ve bir şeyde yeterli olmak anlamlarına gelirler. Böyle
bir Bilme, açılma sağlar. Açılma olarak Bilme, gizini-açmadır (Entbergen).
Aristoteles, özel öneme sahip bir tartışmada (Nikomakhos'a Etik,
II.Kitap, 3. ve 4. bölümler), episteme ile tekhne
arasında ayırım yapar ve aslında bunu onların neyin gizini-açtıkları ve nasıl
açtıkları bakımından yapar. Tekhne, aletheuein’in bir tarzıdır.
Aletheuein, kendini öne-çıkarmayan ve henüz önümüzde burada
durmayan, bir an öyle bir an böyle görünüp beklenmedik bir şekilde vuku
bulabilen herşeyin giziniaçar. Bir ev veya bir gemi inşa eden veya bir sadaka
toplama kâsesi yapan herkes, vesile-olmanın dört tarzının perspektiflerine
göre öne-çıkarılmış-durumda-olan-şeyin (das Her-vor-zu-bringende)
gizini açar. Bu gizini-açma, geminin veya evin görünümünü ve maddesini,
tamamlanmış olarak tasarlanan bitmiş şeyi gözeterek, önceden biraraya toplar ve
bu biraraya toplamadan hareketle o şeyin kuruluşunun tarzını belirler. Bu
yüzden tekhne'de belirleyici olan şey, yapmada, elle işlemede
veya araç kullanmada değil, ama daha çok yukarıda anılan gizini-açmada yatar.
Tekhne, imal etme olarak değil, gizini-açma olarak bir öneçıkmadır.
Bu yüzden tekhne sözcüğünün ne anlama geldiği ve Greklerin onu nasıl
tanımladıklarına ilişkin ipucu, Hakikat'te kendi sıfatıyla araçsallığın ne
olabileceği sorusunu takip ettiğimizde bize kendisini açan bağlamla aynı bağlama
bizi götürür.
Teknik, gizini-açmanın bir tarzıdır. Teknik, gizini-açmanın (Entbergen) ve
gizlilikten-çıkmış-olmanın (Unverborgenheit) vuku bulduğu, yani aletheia'nın,
Hakikat'in olup bittiği alanda vücut bulup sürer (west).[14]
Tekniğin öz alanının bu tanımına/belirlenimine karşıt olarak şu itiraz
ileri sürülebilir: Bu tanım/belirlenim aslında Grek düşüncesi için geçerlidir
ve en iyisinden el becerisi tekniklerine uygulanabilir; fakat modern makine
gücüne dayalı tekniğe uygun düşmez. Ve tam da bu ve yalnızca bu makine gücüne
dayalı teknik, bizi 'kendisi için' tekniğe ilişkin soru sormaya kışkırtan
rahatsız edici şeydir. Denir ki, modern teknik daha önceki tüm tekniklerden
kıyaslanamayacak ölçüde farklı bir şeydir; çünkü o Yeniçağın sağın (eksakt)
doğa bilimine dayanır. Bu arada bunun tersinin de geçerli olduğunu çok daha
açık bir şekilde anladık: Yeniçağ fiziği, deneysel olarak, teknik aygıta ve
aygıtın İnşasındaki ilerlemeye bağımlıdır. Teknik ile fizik arasında bu
karşılıklı ilişkinin saptanması doğrudur (richtig). Fakat o, yalnızca,
olguların tarih yazıcılığına özgü bir saptanışı olarak kalır ve bu karşılıklı
ilişkinin neyin içinde temellendiği hakkında hiçbir şey söylemez. Şu belirleyici
soru hâlâ varlığını sürdürür: Modern teknik hangi özdendir ki, o sağın bilimi
kullanıma koymayı düşünebiliyor?
Modern teknik nedir? O da bir gizini-açmadır. Yalnızca dikkatimizin bu
temel karakteristikte kalmasına imkân tanıdığımızda, modern teknikte yeni olan
şey kendisini bize gösterir.
Modern tekniğe bütünüyle hakim olan gizini-açma, poiesis
anlamında bir öne-çıkmaya doğru bir açılım kazanmaz. Modern teknikte hakim olan
gizini-açma, doğaya, onun söküp alınabilecek ve depolanabilecek enerjiyi
tedarik etmesi şeklinde makul olmayan bir talebi dayatan bir meydan okumadır (Herausfordern).[15]
Fakat bu, eski yel değirmeni için de geçerli değil midir? Hayır. Yel
değirmeninin kanatları muhakkak ki rüzgârda dönerler; onlar dolayımsız olarak
rüzgârın esmesine terkedilmişlerdir. Fakat yel değirmeni, hava akımlarından
gelen enerjiyi, onu depolamak üzere kilit altında tutmaz.
Buna karşılık bir toprak parçasına, kömür ve madenin çıkarılmasına yönelik
olarak meydan okunur. Yeryüzü şimdi bir kömür madeni bölgesi olarak
gizini-açar; toprak da bir maden yatağı olarak. Köylünün önceleri ekip biçtiği
ve düzene soktuğu (bestellen) tarla, düzene sokmanın itina göstermek
ve bakımlı tutmak anlamlarına geldiği zamanlarda göründüğünden farklı bir
şekilde görünür. Köylünün çalışması tarlanın toprağına meydan okumaz. Köylünün
çalışması tohumun ekilmesinde, tohumu, büyüyüp gelişmeyi sağlayan güçlerin
muhafazasına terkeder ve tohumun artıp çoğalmasını gözetir. Fakat bu arada
tarlanın ekilip biçilmesi de, doğaya saldıran (stellt) başka bir
tür düzene sokmanın güdümüne girmiştir.[16] Bu başka tür düzene sokma, doğaya, ona meydan okuma anlamında saldırır.
Tarım, artık motorize hale gelmiş bir besin endüstrisidir, örneğin artık azot
sağlamak için havaya, maden sağlamak için yeryüzüne, uranyum sağlamak için
madene saldırılır; ya imha ya da barışçı kullanım için serbest bırakılacak
atom enerjisi sağlamak için ise uranyuma saldırılır.
Doğanın enerjilerine meydan okuyan bu saldırı, iki anlamda bir koruyup
geliştirme ve çabuklaştırmadır (Fördem).[17]
Bu saldırı, nesneleri, kilit altından kurtarma ve istihraç etme amacıyla
koruyup geliştirir. Bununla birlikte bu koruyup geliştirme, başlangıçtan beri,
daima, başka bir şeyin geliştirilmesine, yani en az masrafla en yüksek ürüne
ulaşmaya yöneliktir. Bir maden bölgesinden çıkartılmış olan kömür, yalnızca şu
veya bu yerde bulunuyor olması dolayısıyla tedarik edilmiş değildir. O
depolanmıştır, yani kendi içerisinde depolanmış haldeki güneş sıcaklığını serbest
bırakma çağrısında bulunur ve güneş sıcaklığını serbest bırakmaya hazırdır.
Kömürde depolanan güneş sıcaklığına, ısı için meydan okunur ve basıncıyla bir
fabrikayı çalıştıran çarkları döndüren buharı serbest bırakması için bu ısı
düzene sokulur.
Hidroelektrik santral, Ren'in akıntısı içerisine oturtulmuştur (gestellt).
Hidroelektrik santral, Ren'i, hidrolik basınç tedarik edecek (stellen)
şekilde düzenler (bestellen); bu basınç da sonradan su içerisine yerleştirilen (stellt)
türbinlerin dönmesini düzenler. Bu dönme, itiş güçleriyle elektrik
akımı üreten (herstellen) makineleri harekete geçirir; bu
elektrik akımı için bölgeler arası santrallar ve onlara bağlanmış bir kablolar
şebekesi, elektriği dağıtmak üzere kurulur (bestellen).[18]
Elektrik enerjisinin düzenli bir şekilde işletilmesine (Bestellung)
ilişkin iç içe geçmiş süreçler bağlamında, Ren'in akıntısı bile işlenecek bir
şey (Bestelltes) olarak görünür. Hidroelektrik santral, Ren'in
akıntısına, yüzyıllardır bir kıyıyı diğer kıyıyla birleştiren eski ahşap
köprünün inşa edildiği gibi inşa edilmemiştir. Aksine güç santralı akıntıya
bend olacak şekilde inşa edilmiştir. Şimdi onun akıntı olarak olduğu şey, yani
hidrolik basınç tedarik eden bir şey olması, güç santralının özünden çıkar.
Burada ortaya çıkan devâsâ şeyi uzaktan da olsa İrdeleyebilmek için, şu iki
başlıkta kendini ifade eden karşıtlığa bir an dikkat gösterelim: Güç
santralının bend çektiği şekliyle 'Ren' ve Hölderlin'in aynı adlı İlâhisinde sanat
eserinden hareketle ifade edildiği şekliyle 'Ren'. Fakat buna şöyle yanıt
verilecektir: Ren hâlâ arazi içerisinden akıp gitmektedir. Belki de; ama
nasıl? Tatil endüstrisi tarafından orada düzenlenen (bestellt)
bir tura Katılan bir grubun gezip görmesi için bir işletilebilir (bestellbares)
nesne olmaktan başka bir şekilde değil.
Modern tekniğe baştan sona hakim olan gizini-açma, meydan okuma anlamında
bir saldırı (Stellen) karakterine sahiptir. Bu meydan okuma,
doğada gizlenmiş enerji kilit altında olmaktan kurtarılmakla, kilit altından
kurtulan şey dönüştürülmekle, dönüştürülen şey depolanmakla, depolanan şey
yeri geldiğinde dağıtılmakla ve dağıtılan şey de hep yeniden devreye
sokulmakla, olup biter. Kilit altından kurtarma, dönüştürme, depolama, dağıtma
ve devreye sokma, gizini-açmanın tarzlarıdır. Fakat gizini-açma, hiçbir zaman
basit bir şekilde bir sona ulaşmaz. Gizini-açma, belirlenimsiz olana da akıp
gitmez. Gizini-açma, kendisini, kendi çok çeşitli, iç içe geçmiş yollarının
gizini, onların akışlarını düzenlemek suretiyle açar. Bu düzenlemenin kendisi,
kendi payına her yerde güvence altına alınmıştır. Düzenleme ve güvence altına
alma, meydan okuyucu gizini-açmanın temel karakteristikleri haline bile
gelmişlerdir.
O halde meydan okuyucu bu saldırı aracılığıyla karşımıza dikilen şeye ne
türden bir gizlilikten-çıkmış-olma (Unverborgenheit) uygun düşer?
Her yerde her şey, yardım etmek, dolayımsız bir şekilde el altında olmak, yani
aslında tam da daha öte bir düzenleme (Bestellen) için hazır
olabilecek şekilde orada durmak üzere düzenlenir. Bu tarzda düzenlenen her şey,
kendine özgü bir duruşa (Stand) sahiptir. Biz onu
el-altında-duran (Bestand)[19]
diye adlandırıyoruz. Bu sözcük burada salt 'stok'tan (Vorrat)
fazla ve daha özsel bir şeyi İfade eder. 'El-altında-duran' (Bestand) sözcüğü,
kapsayıcı bir başlık rütbesi kazanmıştır. Bu sözcük, meydan okuyucu
gizini-açma tarafından işlenen her şeyin mevcut olma tarzından ötede bir şey
belirtmez. Elaltında-durma anlamında yardımda bulunan her şey, artık nesne (Gegenstand)
olarak karşımızda durmaz.[20]
Fakat uçuş pistinde duran bir nakliye uçağı elbette ki bir nesnedir
(Gegenstand). Bu besbelli. Makineyi böyle tasarımlayabiliriz (vorstellen).[21]
Fakat bu durumda o, kendisini, ne ve nasıl olduğu hakkında gizler. Gizi
açıldığında o, ihracat imkânını güvence altına almak üzere düzenlendiği (bestellen)
ölçüde, pist şeridi üzerinde yalnızca elaltında-duran (Bestand)
olarak durur. Bundan dolayı o, bütün yapısında ve kurucu parçalarının her
birinde, göreve hazır, yani uçuşa hazır olmak zorundadır. (Burada Hegel'in
makineyi otomatik bir âlet olarak tanımlamasını tartışmak uygun olur. El emeği
ile yapılmış âletlere uygulandığında, Hegel'in belirlemesi doğrudur. Bununla
birlikte bu şekilde belirlendiğinde, makine, ait olduğu tekniğin özünden
hareketle düşünülmüş olmaz; oysa el-altında-duran olarak görüldüğünde, makine,
hiç şüphesiz otomatik değildir; çünkü o kendi yerini, yalnızca düzenlenebilir-olanın
(Bestellbare) düzenlenmesinde (bestellen) bulur.)
Şimdi modern tekniğe meydan okuyucu gizini-açma olarak işaret etmeye
çalıştığımız her yerde, 'saldırmak' (stellen), 'düzenlemek' (bestellen),
'el-altında-duran' (Bestand) sözcüklerinin, kuru, tekdüze ve
dolayısıyla usandırıcı bir tarzda üzerimize çullanması ve üst üste yığılması,
temelini, şimdi dile getirilmekte olan şeyde bulur.
Sayesinde real-olan[22] diye adlandırılan şeyin el-altın-daduran olarak gizinin-açıldığı meydan
okuyucu saldırıyı kim gerçekleştirmektedir? Apaçık ki insan. İnsan böyle bir
gizini-açmaya ne ölçüde yeterlidir? İnsan aslında şunu veya bunu şu veya bu
biçimde tasarlayabilir (vorstellen), biçimlendirebilir ve
uygulamaya sokup gerçekleştirebilir. Ne var ki insan, herhangi bir verili
zamanda real-olanın kendisini gösterdiği veya geri çektiği gizlilikten-çıkmayı
denetleme tasarrufunda bulunamaz. Platondan beri, realolanın kendisini
ideaların ışığında göstermekte olması, Platon'un yapıp ettiği bir şey değildir.
Düşünür yalnızca kendisine hitap eden şeye uygun bir karşılık vermiştir.
Yalnızca, doğanın enerjilerini sömürmek için kendi payına insana zaten
meydan okunduğu ölçüde, bu düzenleyici gizini-açma vuku bulabilir. Fakat bunu
yapmak için insana meydan okunur ve insan düzenlenirse, bu durumda insanın
kendisi kökensel olarak el-altında-durana, doğadan çok daha kökensel olarak ait
olmaz mı? Bugün yürürlükte olan bir şey, insan kaynakları hakkındaki, bir
kliniğe hasta tedariği hakkındaki konuşmalar, bunun kanıtını verir. Ormanda kesilip
biçilmiş kerestenin ölçüsünü alan ve görünüşte büyükbabasıyla aynı tarzda
orman yolunda gidip gelen ormancı bilsin veya bilmesin, günümüzde orman ürünleri
endüstrisinde kâra geçmenin buyruğu altındadır. Ormancı, sonradan gazetelere ve
resimli dergilere dağıtılan kağıda duyulan gereksinimce meydan okunan
sellülozun düzenlenebilirliğine tâbi kılınmıştır. Gazeteler ve resimli
dergiler, basılı olan şeyi yiyip yutacak bir kamuoyu oluştururlar; öyle ki
böyle oluşturulan bir kamuoyu şekillenmesi, gazete ve resimli dergilere
gösterilen talepte ele geçirilebilir hale gelir. Fakat yine de insana doğanın
enerjilerinden daha kökensel bir şekilde, yani düzenleme sürecine yönelik
olarak meydan okunduğu için, insan asla salt el-altında-durana dönüşmez. İnsan,
tekniği ileri doğru ittiği için, gizini-açmanın bir tarzı olarak, düzenlemeye
katılır. Fakat düzenlemenin, içerisinde açılım kazandığı gizlilikten-çıkmanın
kendisi, asla insanın yapıp etmiş olduğu bir şey değildir; yalnızca şu var ki,
o, bir özne olarak insanın bir nesneyle ilişkiye girdiği her kez, insanın
zaten içerisinden geçmekte olduğu bir alandır.
Salt insan elinden çıkma bir şey değilse, bu gizini-açma nerede ve nasıl
olup bitmektedir? Bunu uzun uzadıya araştırmaya gerek duymuyoruz. Gerek
duyduğumuz tek şey, önyargısız bir şekilde, zaten insanı talep eden ve bu
talepte bulunan şeyi öyle kesin bir şekilde kavramaktır ki, insan herhangi bir
verili zamanda ancak böyle talep edilen bir şey olarak insan olabilsin. İnsan
gözlerini ve kulaklarını açık tuttuğu, yüreğinin kilidini açtığı ve kendisini,
derin düşünmeye ve mücadele etmeye, şekillendirmeye ve çalışmaya, yalvarmaya
ve şükran duymaya teslim ettiği her yerde; kendisini zaten hep
gizinden-çıkmış-olana sokulmuş bulur. Gizinden-çıkmış-olanın gizinden-çıkmış-olması,
insanı kendisine tahsis edilen gizini-açma tarzlarına çağırdığı her zaman,
zaten olagelmiştir. Gizinden-çıkma içerisinden hareketle insan kendi tarzında
mevcut olan şeyin gizini-açtığında, o yalnızca bununla çelişkiye düşse bile,
gizinden-çıkmanın çağrısına yanıt verir. Bu yüzden, araştırmakta,
gözlemlemekte olan insan, doğayı kendi tasarlamasının bir alanı olarak tuzağa
düşürdüğünde, nesne bile el-altında-durmanın nesnesizliğine doğru kayboluncaya
kadar, insanın doğaya bir araştırma nesnesi olarak yaklaşmasına meydan okuyan
bir gizini-açma tarzı tarafından insan talep edilmiştir.
O halde bir düzenleyici gizini-açma olarak modern teknik hiç de salt insan
yapımı değildir. Bundan dolayı realolanı el-altında-duran olarak düzenlemek için
insana saldıran bu meydan okumayı, bizzat onun kendisini gösterme tarzına göre
ele almalıyız. Bu meydan okuma, insanı düzenleme içerisine toplar. Bu toplama,
insanı, real-olanı el-altında-duran olarak düzenlemekte yoğunlaştırır.
Dağlara dağ silsilesi halinde ilksel olarak açılım kazandıran ve dağların
iç içe katlanmış biraradalıkları içerisinde, onları kateden şey, bizim sıradağ
(Gebirg) dediğimiz toplayıcıdır.
Bizim şu veya bu tür duygular duymamızın tarzlarına açılım kazandıran
kökensel toplayıcıya mizaç (Gemüt) diyoruz.
İnsanı, kendi gizini-açanı el-altında-duran olarak düzenlemek için oraya
toplayan meydan okuyucu talebi, şimdi çerçeveleme (Ge-stell)[23] diye adlandırıyoruz.
Bu sözcüğü şimdiye kadar bütünüyle alışılmadık bir anlamda kullanmaya cüret
ediyoruz.
Sıradan kullanıma göre ' Gestell' (çerçeve) bir tür aygıt,
örneğin bir kitaplık rafı anlamına gelir. 'Gestell' aynı zamanda
iskelete de verilen addır. Ve 'Ge-stell' (çerçeveleme)
sözcüğünün şimdi bizden talep edilen kullanımı, yerleşik bir dilin
sözcüklerinin böyle yanlış kullanılma keyfiliğiyle söz götürmeyecek kadar aynı
ölçüde tüyler ürpertici görünür. Bundan daha tuhaf bir şey olabilir mi? Hiç
kuşkusuz olamaz. Ne var ki bu tuhaflık, düşünmenin eski bir alışkanlığıdır. Ve
aslında düşünürler tam da en yüksek olan şeyi düşünmenin söz konusu olduğu
noktada, bu kullanıma uyarlar. Çok geç doğmuş olan bizler, artık
Platon'un, her şeyde, her bir tekil şeyde mevcut olarak süregiden şey için eidos
sözcüğünü kullanmaya cüret etmesinin önemini ve anlamını lâyıkıyla
değerlendirebilecek bir pozisyonda değiliz. Çünkü eidos, günlük
konuşmada, görülebilir bir şeyin fiziksel göze sunduğu dış görünüş (Ansicht)
anlamına geliyordu. Bununla birlikte Platon, bu sözcükle tamamen olağandışı bir
şeyi dayatır: Eidos, tam da fiziksel gözle algılanabilir olmayan
ve hiçbir zaman algılanamayacak olan şeyi adlandırır. Fakat bu bile hiçbir
şekilde burada olağandışı olan şeyin tam kapsamı değildir. Çünkü idea
yalnızca fiziksel olarak görülebilir olan şeyin duyusal olmayan görünümünü
adlandırmaz. Görünüm, idea, işitilebilir, tad alınabilir,
dokunulabilir olan şeyde, herhangi bir biçimde (bize) geçişli olan her şeyde,
özü oluşturan şeyi hem adlandırır, hem de bizzat özü oluşturan şeydir.
Platon'un bu ve başka örneklerde dile ve düşünmeye dayattığı taleplerle
kıyaslandığında, bizim şimdi burada cüret ettiğimiz şey, yani modern tekniğin
özünün adı olarak 'Gestell' sözcüğünün kullanılması, hemen hemen zararsızdır.
Böyle olsa bile, şimdi talep edilen kullanım, dayatıcı bir şey olarak kalır ve
yanlış anlaşılmaya açıktır.
Çerçeveleme (Gestell), düzenleme tarzı içerisinde realolanın
gizini el-altında-duran olarak açmak için insana saldıran, yani insana meydan
okuyan bu saldırının biraraya toplayıcısı anlamına gelir. Çerçeveleme, modern
tekniğin özünde hüküm süren ve bizzat teknik bir şey olmayan gjzini-açmanın
tarzı anlamına gelir, öte yandan, eksen mili, piston ve aygıt kasası gibi bize
çok tanıdık gelen ve montaj dediğimiz şeyin standart parçaları olan her şey,
teknikolana (Technische) aittir. Bununla birlikte montajın kendisi,
yukarıda anılan ana parçalarla birarada, teknik etkinlik alanı içerisine
düşer. Ve bu etkinlik, daima yalnızca çerçevelemenin meydan okumasına yanıt
verir; fakat hiçbir zaman çerçevelemenin kendisini kapsamaz veya meydana
getirmez.
'Ge-stell' (çerçeveleme) adı içerisindeki 'stellen' (saldırmak) sözcüğü,
yalnızca meydan okuma anlamına gelmez. Aynı zamanda bu sözcük, kendisinden
çıktığı 'stellen'e ilişkin bir başka imayı, yani poiesis anlamında
mevcut-olan (Anwesende) şeyin gizinden-çıkmasına imkân tanıyan
imal etme ve sunma (herund dar-stellen) imasını muhafaza
etmelidir, öne-çıkan bu imal etme (herstellen) —örneğin tapınak
alanına bir heykelin dikilmesi— ve şimdi söz konusu olan meydan okuyucu
düzenleme, aslında farklıdırlar; fakat yine de onlar özleri bakımından
bağıntılı kalırlar. Bunların her ikisi de gizini-açmanın, aletheia'nın tarzlarıdır.
Çerçevelemede, bu gizinden-çıkma olagelir; modern tekniğin çalışması da,
bununla uyum içerisinde, real-olanın gizini el-altında-duran olarak açar.
Dolayısıyla bu çalışma ne yalnızca bir İnsanî etkinliktir, ne de böyle bir
etkinlik içerisinde salt bir araçtır. Tekniğin yalnızca araçsal, yalnızca
antropolojik tanımı/belirlenimi, bundan dolayı ilke bakımından dayanaksızdır.
Ve bu araçsal tanım/belirlenim, arkasında duran bir metafiziksel veya dinsel
açıklamaya geri götürülmekle tamamlanamaz.
Bununla birlikte şurası doğrudur ki, teknik çağda insana, özellikle
çarpıcı bir tarzda gizini-açmaya yönelik olarak meydan okunur. Bu gizini-açma,
her şeyden önce, enerjiyi el altında tutmanın ana deposu olarak doğayla
ilgilidir. Buna göre insanın düzenleyici tutum ve davranışı, kendisini ilk kez
sağın doğa biliminin ortaya çıkışında sergiler. Doğa biliminin tasarımlama
tarzı, doğayı, kuvvetlerin hesaplanabilir bir birlikteliği olarak takip eder ve
tuzağa düşürür. Bu nedenle Yeniçağ fiziği deneysel fizik değildir; çünkü o
aygıtı doğanın soruşturulmasına uygular. Daha çok bunun tersi doğrudur. Aslında
zaten salt teori olarak fizik, doğayı önceden hesaplanabilir kuvvetlerin bir
birlikteliği olarak kendisini sergileyecek şekilde kurduğu için, fizik, kendi
deneylerini tam da bu şekilde kurulduğunda doğanın kendisini bildirip
bildirmediğini ve nasıl bildirdiğini sorma amacıyla düzenler.
Oysa herşeye rağmen matematiksel doğa bilimi modern teknikten hemen hemen
ikiyüz yıl önce ortaya çıktı. O halde doğa bilimi nasıl olup da modern
tekniğin saldırısına uğramış ve onun hizmetine girmiştir? Olgular bunun tersini
söylüyorlar. Kuşkusuz modern teknik, ancak sağın doğa bilimi tarafından
desteklenebildiği zaman işlerlik kazanmıştır. Kronolojik olarak bakıldığında
bu doğrudur (richtig), tarihsel olarak düşünüldüğünde ise
hakikate (wahre) uygun düşmez.
Yeniçağ fiziğinin doğa teorisi yalnızca tekniğe değil, fakat modern
tekniğin özüne de giden yolu hazırlamıştır. Çünkü zaten fizikte, düzenleyici
gizini-açma içerisinde meydan okuyucu biraraya toplama hüküm sürer. Fakat bu
biraraya toplama, fizikte henüz açıkça görünüşe çıkmaz. Yeniçağ fiziği
çerçevelemenin habercisidir, kökeni hâlâ bilinmeyen bir habercidir. Modern
tekniğin özü, makine gücünün icat edildiği, elektrotekniğin en hareketli olduğu
ve atom tekniğinin işlerlik kazandığı yerlerde bile, uzun bir süre kendisini
gizlemiştir.
Yalnızca modern teknik değil, her mevcudiyete-çıkan (Wesende)[24]
kendisini her yerde sonuna kadar gizlenmiş tutar. Bununla birlikte, hüküm
sürmesi bakımından her şeyden önce gelen şey geriye kalır: En erken olan. Grek
düşünürleri şunu söylediklerinde bunu zaten biliyorlardı: Ortaya çıkma
bakımından hakim olan daha erken gelen şey, biz insanlara ancak sonradan açık
hale gelir. İlksel olarak erken olan şey, kendisini insana yalnızca en sonunda
gösterir. Dolayısıyla düşünme alanında ilksel olarak düşünülen şeyin daha
ilksel olanını düşünmeye yönelten zorlu çaba, geçmiş olan şeyi yenileyip ihyâ
etme şeklinde saçma bir istek değil, daha çok erken olan şeyin gelmesi önünde
hayret duymaya soğukkanlı bir hazır olmadır.
Kronolojik olarak söylenirse, Yeniçağ doğa bilimi 17. yüzyılda başlar.
Bunun tersine motor gücüne dayalı teknik, ancak 18. yüzyılın ikinci yarısında
gelişir. Fakat kronolojik saptama bakımından sonra olan modern teknik, kendi
içerisinde hüküm süren özün bakış açısından tarihsel olarak daha öncedir.
Modern fizik kendisini giderek artan bir şekilde kendi tasarımlama alanının
incelenip araştırılamaz ve görselleştirilemez kalmasına teslim etmek zorunda
olsa da, bu teslimiyet bir araştırmacılar komitesi tarafından buyurulmamıştır.
Modern fiziğe, doğanın el-altında-duran olarak düzenlenebilirliğini talep eden
çerçevelemenin hakimiyeti tarafından meydan okunmuştur. Bu yüzden fizik, son
zamanlara kadar tek başına standart olmuş olan yalnızca nesnelere dönük
tasarımlamadan ne kadar kendisini geri çekerse çeksin, asla şundan
vazgeçemeyecektir: Hesaplama aracılığıyla saptanabilir olan doğa, şu veya bu
biçimde kendisini bildirir ve bir enformasyon sistemi olarak düzenlenebilir bir
şey olarak kalır. O halde bu sistem bir kez daha değişmiş olan bir nedensellikten
hareketle belirlenir. Nedensellik, şimdi ne bir öne çıkan vesile-olma
karakterini, ne de causa efjicient in tarzını sergiler; nerede
kaldı ki causa formalis'in tarzını sergilesin, öyle görünüyor ki
nedensellik, sanki ya eşzamanlı olarak ya da art arda güvence altına alınmak
zorunda olan el-altında-duranların bir bildirilmesine —meydan okunan bir
bildirmeye— doğru büzülerek küçülmektedir. Heisenberg'in konferansının oldukça
etkileyici bir tarzda betimlediği gitgide daha fazla teslim olma süreci, bu
büzülüp küçülmeye karşılık gelir. (W. Heisenberg, 'Das Naturbild in der
heutigen Physik' (Çağdaş Fizikte Doga): Die Künste im technischen
Zeitaiter içinde, München 1954, s.43 ve devamı.)
Modern tekniğin özü çerçevelemede yattığı için, modern teknik sağın doğa
bilimini kullanmak zorundadır. Madem tekniğin bunu yapmasıyla modern tekniğin
uygulamalı doğa bilimi olduğu şeklinde aldatıcı bir görüntü ortaya
çıkmaktadır. Bu aldatıcı görüntü, hem modern bilimin özsel kökeni hem de
aslında modern tekniğin özü soruşturma aracılığıyla tam uygun bir biçimde
ortaya çıkarılmadıkça ancak, kendisini sürdürebilir.
Biz tekniği, onun özüyle bağıntımızı aydınlığa çıkarmak için
soruşturuyoruz. Modern tekniğin özü, bizim çerçeveleme dediğimiz şeyde
kendisini gösterir. Fakat yalnızca buna işaret etmek, eğer yanıt vermek
hakkında soru sorulan şeyin özüne tekabül anlamında karşılık vermek demekse,
tekniğe ilişkin soruya hâlâ hiçbir şekilde yanıt vermek değildir.
Şimdi bir adım daha ileri atıp çerçevelemenin kendisinin çerçeveleme
olarak ne olduğu hakkında düşünürsek, kendimizi nerede buluruz? Çerçeveleme,
teknik bir şey, makine düzeninde bir şey değildir. O, varolanın el-altındaduran
olarak kendisinin gizini-açma tarzıdır. Yeniden soralım: Bu gizini-açma, tüm
İnsanî yapıp etmelerin ötesinde bir yerde mi olup bitmektedir? Hayır. Fakat
gizini-açma, ne münhasıran insanın içinde ne de esasen insan aracılığıyla
olup biter.
Çerçeveleme, insana saldıran ve insanı, düzenleme tarzında el-altında
duran olarak real-olanın gizini-açma konumuna yerleştiren saldırıya ait olan
bir biraraya toplayıcıdır. Bu şekilde meydan okunan biri olarak İnsan, çerçevelemenin
özsel alanı içerisinde durur, insan hiçbir zaman çerçevelemeyle yalnızca
sonradan bir bağıntıya girmez. Bu yüzden tekniğin özüyle bir bağıntıya nasıl
ulaşacağımız sorusu, bu şekilde sorulduğunda, daima çok geç kalmış bir soru
olur. Fakat bizim, kendimizi, gerçekten kamusal veya özel olsun her yerde
etkinliklerine çerçeveleme tarafından meydan okunan kimseler olarak deneyimleyip
deneyimlemediğimiz sorusu, hiçbir zaman geç kalmış bir soru değildir. Hepsinden
önce çerçevelemenin kendisinin mevcudiyete-çıktığı (west) yere
girip giremeyeceğimiz ve bu yere münhasıran nasıl gireceğimiz sorusu da, asla
geç kalmış bir soru değildir.
Modern tekniğin özü, az çok farklı bir şekilde real-olanın her yerde
el-altında-duran haline geldiği bu gizini-açmanın yoluna İnsanı sokar. 'Bir
yola sokmak/taşımak' (auf einen Weg bringen), günlük dilimizde
yollamak (schicken) anlamına gelir. Biz insanı İlk kez bir
gizini-açma yoluna sokan/taşıyan bu 'biraraya toplayan yollama'yı (versammelnde
Schicken), kader (Geschick)[25]
diye adlandıracağız. Bu kaderden hareketle tüm tarihin (Geschichte)
özü
belirlenir. Tarih ne yalnızca tarih yazıcılığının (His-torie) nesnesidir,
ne de yalnızca İnsanî-etkinliğin gerçekleşmesidir. (Karş: Vom Wesen der
Wahrheit (Hakikatin özü), 1930, ilk baskısı 1943'te yapılmıştır, s.16
ve devamı.)[26] Ve ancak nesnelleştirici tasarımlamanın yoluna giren kaderdir ki,
tarihsel-olanı (Geschichtliche), tarih yazıcılığının, yani bir
bilimin nesnesi olarak nüfuz edilebilir kılar ve bu temelde tarihsel-olanın
tarih yazıcılığı tarafından kaydedilen şeyle (Historische)
halihazırdaki eşitlenmesini mümkün kılar.
Çerçeveleme, düzenlemeye yönelik bir meydan okuma olarak, gizini-açmanın
bir tarzına yollar. Çerçeveleme, gizini-açmanın her tarzı gibi, kaderin bir
takdiridir (eine Schickung des Geschicktes), öne-çıkma (Her-vor-bringen),
poiesis de, bu anlamda bir kaderdir. Varolan şeyin gizinden-çıkması,
daima, gizini-açmanın bir yoluna girer. Giziniaçmanın kaderi, daima, insan
üzerinde tamamen hakimdir. Fakat bu kader, asla, zorlayıcı olan bir eli kolu
bağlanmışlık değildir. Çünkü insan ancak kaderin alanına ait olduğu ve yalnızca
itaat etmeye (Höriger) zorlanan biri değil, dinleyen ve işiten
biri (Hörender) haline geldiği ölçüde tam da özgür frei)
hale gelir.
Özgürlüğün özü, kökeni bakımından, iradeyle veya İnsanî
iradenin nedenselliğiyle bağlantılı değildir.[27]
Özgürlük (Freiheit,), açık hale gelmiş ve aydınlanmış, yani
gizi-açılmış olan anlamında serbest kalmış olanı (Freie) yönetir[28]
özgürlük, gizini-açmanın, yani hakikatin olup bitmesiyle en yakın ve en içli
dışlı akrabalık İçerisinde durur. Her açığa-çıkma, bir sığınma ve bir gizlenme
içerisine aittir. Serbestleşip özgürleşen şey, —giz—, gizlenmiştir ve daima
kendisini gizlemektedir. Her gizini-açma, serbest kalmış olandan çıkar, serbest
kalmış olana doğru gider ve serbest kalmış olana yönelir. Serbest kalmış olanın
özgürlüğü ne kösteksiz bir keyfiliktir, ne de salt yasaların zorlamasından
oluşur, özgürlük, aydınlığa açılan bir yolda gizleyen şeydir. Onun aydınlatması
içinde tüm hakikatiyle mevcudiyete-çıkan şeyi örten örtü parıldar ve örtünün
örten şey olarak görünme imkânı doğar, özgürlük, herhangi bir verili zamanda
bir gizini-açmanın kendi yoluna girmesini başlatan kaderin alanıdır.
Modern tekniğin özü, çerçevelemede yatar. Çerçeveleme, gizini-açmanın
kaderi içerisine aittir. Bu cümleler bizim oldukça sık işittiğimiz konuşmalardan,
yani kaderin değiştirilmez bir gidişatın kaçınılmazlığı anlamına geldiği
çağımızda tekniğin çağımızın kaderi olduğu şeklindeki konuşmalardan farklı bir
şey ifade ederler.
Fakat tekniğin özünü irdelediğimizde, çerçevelemeyi, gizini-açmanın bir
kaderi olarak deneyimleriz. Biz zaten bu tarzda, kaderin serbest boşluğu
içerisinde barınmaktayız. Böyle bir kader hiçbir şekilde, bizi, tekniği
körükörüne kullanmaya veya şu da aynı kapıya çıkar ki, tekniğe karşı çaresizce
isyan edip onu şeytanın işi olarak lânetlemeye sersemletici bir zorlanma
içerisine hapsetmez. Tam tersine, kendimizi bir kez tekniğin özüne
açıkça açtığımızda, kendimizi beklenmedik bir şekilde özgürleştirici bir talebe
girmiş buluruz.
Tekniğin özü çerçevelemede yatar. Onun hüküm sürmesi kaderin içerisine
aittir. Herhangi bir verili zamanda kader insanı gizini-açmanın bir yoluna
soktuğu için, bu şekilde yolda olan İnsan, düzenleme içerisinde gizi-açılan
şeyi izleme ve ona doğru yürüme ve bütün standartlarını bu temelde çıkarsama
imkânının kıyısına sürekli olarak yaklaşmaktadır. Bu sayede şu diğer imkânın
önü kapanır: İnsanın kendi özü olarak gizini-açmaya gereksinim duyduğu aidiyeti
deneyimleyebilmesi için, gizinden-çıkmış olan şeyin özüne ve onun
gizinden-çıkmasına insanın derhal ilksel olarak dahil olması imkânı.
Bu imkânlar arasına yerleştirilmiş olan insan, kaderden hareketle tehlikeye
atılmıştır. Gizini-açmanın kaderi, tarzlarının her birinde bu şekildedir ve
zorunlu olarak tehlike'dir (Gefahr).[29]
Gizini-açmanın kaderi hangi tarzda hüküm sürerse sürsün, varolan herşeyin
herhangi bir verili zamanda kendisini içerisinde gösterdiği gizinden-çıkma,
insanın gizindençıkmış olandan korkuya kapılabilmesi ve gizinden-çıkmış olanı
yanlış yorumlayabilmesi tehlikesini barındırır. Bu yüzden mevcut olan her şeyin
bir neden-etki (eser) birlikteliği ışığında kendisini sergilediği yerde, tanrı
bile, tasarımsal düşünmeye göre, yüksek ve kutsal olan her şeyi ve mesafesinin
gizemliliğini kaybedebilir. Tanrı, nedenselliğin ışığında bir neden düzeyine, causa
ejficiens düzeyine gömülebilir. O halde tanrı, teolojide bile,
filozofların tanrısı, yani gizinden-çıkmış ve gizlenmiş-olanı yapıp etmenin
nedenselliği çerçevesinde, fakat bu nedenselliğin özsel kökenini hiç
irdelemeden tanımlayan filozofların tanrısı haline gelir.
Benzer bir şekilde, doğanın kendisini kuvvetlerin etkilerinin
hesaplanabilir bir bağlamı olarak sunduğu gizinden-çıkma, aslında doğru (richtig)
saptamalara izin verebilir; fakat tam da bu başarılar sayesinde doğru-olan (Richtige)
herşeyin ortasında hakikat-olanın (Wahre) geri çekilmesi
tehlikesi kalabilir.
Gizini-açmanın kaderi, kendinde yalnızca herhangi bir tehlike değil, fakat
bizzat tehlike olarak tehlikedir.
Bununla birlikte kader, çerçeveleme tarzı içerisinde hüküm sürdüğünde, o en
yüksek tehlike olur. Bu tehlike kendisini bize iki biçimde gösterir.
Gizinden-çıkmış-olanşey, insanı nesne olarak değil de fakat daha çok münhasıran
el-altında-duran olarak ilgilendirir ilgilendirmez ve insan nesnesizliğin
ortasında yalnızca el-altında-duranın düzenleyicisi olur olmaz, aynı insan
düşüşün en uç noktasına iner; yani insan kendisinin el-altında-duran olarak ele
alınacağı noktaya iner. Bu arada tam da böyle tehdit edilen biri olarak insan,
kendisini yeryüzünün efendisi konumuna yükseltir. Böylece insanın karşı karşıya
kaldığı her şeyin yalnızca insanın ürünü olduğu ölçüde mevcut olduğuna ilişkin
yanıltıcı izlenim yaygınlık kazanır. Bu yanıltıcı izlenim, sırası geldiğinde
nihai bir aldanmayı doğurur: insan, her yerde ve daima yalnızca kendisiyle
karşılaşırmış gibi görünür. Heisenberg, tamamen haklı olarak, real-olanın
kendisini çağdaş insana bu tarzda sunmak zorunda olduğuna işaret etmiştir.
('Das Naturbild...', a.g.e., s. 60 ve devamı.) Bununla birlikte insan
bugün artık hiçbir yerde kendisiyle, yani kendi özüyle karşılaşamaz.
insan çerçevelemenin meydan okumasına öyle kesin bir şekilde eşlik eder kİ, o
çerçevelemeyi bir iddia olarak kavramaz, kendisini kendisine söz yöneltilen
biri olarak göremez ve bu yüzden de kendi özünden hareketle bir tembihleme veya
hitap etme alanı içerisinde hangi bakımdan dışarı-çıktığını (eksistiert;
mevcut olduğunu, varolduğunu) hiçbir şekilde işitmez ve böylelikle asla
yalnızca kendisiyle karşılaşma imkânı bulamaz.
Fakat çerçeveleme insanı yalnızca kendisiyle ve varolan her şeyle
bağıntısı içerisinde tehlikeye atmaz. Bir kader olarak çerçeveleme, insanı bir
düzenleme olan giziniaçma türüne sürgün eder. Bu düzenlemenin hüküm sürdüğü
yerde, çerçeveleme, gizini-açmanın başka her imkânını defeder. Her şeyden önce
çerçeveleme, poiesis anlamında mevcut olan şeye görünüşe-çıkma
imkânı veren gizini-açmayı gizler. Bu diğer gizini-açma ile
karşılaştırıldığında, meydan okuyucu saldırı, insanı varolan şeyle hem
çatışkılı hem de katı bir şekilde düzenlenmiş bir bağıntıya doğru sürükler.
Çerçevelemenin hüküm sürdüğü yerde, el-altındaduranın düzene sokulması ve
güvenceye alınması, her gizini-açmaya damgasını basar. Bu düzene sokma ve güvenceye
alma, artık kendilerinin temel karakteristiklerinin görünmesine de imkân
tanımazlar.
Bu yüzden meydan okuyucu çerçeveleme, yalnızca gizini-açmanın, öne-çıkmanın
(Her-vor-bringen) önceki bir tarzını gizlemez; fakat bizzat
gizini-açmanın kendisini ve onunla birlikte içerisinde gizinden-çıkmanın, yani
Hakikatin vuku bulduğu şeyi de gizler.
Çerçeveleme, Hakikatin parıldamasını ve hüküm sürmesini engeller.
Düzenlemeye yollayan kader, bunun sonucu olarak, en uç tehlikedir. Tehlikeli
olan şey teknik değildir. Tekniğin kötü cinleri yoktur, fakat buna karşılık
onun özünün gizi vardır. Tekniğin özü, gizini-açmanın bir kaderi olarak
tehlikedir. 'Çerçeveleme' sözcüğünün dönüşüme uğramış anlamı, eğer
çerçevelemeyi kader ve tehlike anlamında düşünürsek, belki artık bize biraz
daha bildik hale gelecektir.
İnsana yönelik tehdit, ilk elde, tekniğin potansiyel olarak öldürücü
makinelerinden ve aygıtlarından gelmez. Esas tehdit, insanı zaten kendi özü
içerisinde etkisi altına almıştır. Çerçevelemenin hükümranlığı, insanı, daha
kökensel bir gizini-açmaya girmenin ve böylece daha ilksel bir hakikatin
çağrısını deneyimlemenin insana men edilebilmesi imkânıyla tehdit eder.
öyleyse çerçevelemenin hüküm sürdüğü yerde, en yüksek anlamda tehlike
vardır.
Hölderlin'in bu sözleri hakkında özenle düşünelim. 'Korumak' (retten)
ne anlama gelir? Alışılageldiği üzere, onun şu anlama geldiğini düşünürüz:
Mahvedilme tehdidi altında olan bir şeyi, onu önceki devam edegelişi içerisinde
güvenceye almak maksadıyla sımsıkı tutmak.[31] Fakat 'korumak' fiili daha fazlasını ifade eder: 'Korumak' şudur da: özü
ilk kez kendi sahici görünüşü içerisine sokmak İçin, bir şeyi götürüp kendi
içerisine koymak. Eğer tekniğin özü, çerçeveleme, en uç tehlikeyse ve
Hölderlin'in sözleri Hakikati ifade ediyorsa, bu durumda çerçevelemenin
hükümranlığı yalnızca her gizini-açmanın aydınlatılmasını, Hakikatin
görünmesini engellemede kendisini tüketemez. Daha çok tam da tekniğin özü,
koruyucu gücün serpilip gelişmesini kendi içerisinde barındırmalıdır. Fakat bu
takdirde çerçevelemenin gizini-açmanın bir kaderi olarak ne olduğuna tamuygun
bir bakış, koruyucu gücü, ortaya çıkışında görünüşe çıkaramaz mı?
Tehlikenin olduğu yerde koruyucu güç de hangi bakımdan serpilip gelişir?
Bir şey nerede serpilip gelişirse orada kök salar ve oradan gürleşip büyür.
Hem kök salma hem de gürleşip büyüme, gizlilik içerisinde ve sessizce ve kendi
zamanı içerisinde olup biter. Fakat şairin sözlerine göre, tehlikenin olduğu
yerde koruyucu gücü dolayımsız ve hazırlıksız bir şekilde ele
geçirebileceğimizi bekleme hakkına hiç mi hiç sahip değiliz. Bundan dolayı biz
şimdi öncelikle en uç tehlikenin bulunduğu yerde bile, çerçevelemenin hüküm
sürmesinde bile, koruyucu gücün en derin şekilde hangi istikamette kök saldığını
ve hangi istikametten gürleşip büyüdüğünü irdelemeliyiz. Bunu irdelemek için
yolumuzda son bir adım atarak, daha da açık bir gözle tehlikeye bakmak
zorunludur. Buna uygun olarak bir kez daha tekniği soruşturmalıyız. Çünkü
koruyucu gücün tekniğin özünde kök saldığını ve gürleşip büyüdüğünü söyledik.
Fakat 'öz'ün hangi anlamında çerçevelemenin gerçekten tekniğin özü olduğunu
irdelemedikçe, koruyucu gücü tekniğin özü içerisinde nasıl göreceğiz?
Şimdiye kadar 'öz' sözcüğünü yaygın anlamı içerisinde anladık. Felsefenin
akademik dili içerisinde 'öz'. bir şeyin olduğu şey (was, etwas ist)
anlamına gelir; Latincesiyle: quid. Quidditas, neliğe (Washeit),
öze ilişkin soruya yanıt verir, örneğin tüm ağaç türlerine, meşeye, kayına,
gürgene, çama nüfuz eden şey, aynı 'ağaçlık'tır. Tüm gerçek ve mümkün ağaçlar,
bu kapsayıcı cins —'tümel'— altına girerler. O halde tekniğin özü, çerçeveleme,
teknik-olan her şeyin ortak cinsi midir? Durum bu olsaydı, o halde buharlı
türbin, radyo vericisi, siklotron, bunların her biri, bir çerçeveleme
olurlardı. Fakat 'çerçeveleme' sözcüğü burada bir âlet veya herhangi türden bir
aygıt anlamına gelmez. Çerçeveleme bu tür kullanım kaynaklarının genel kavramı
anlamına daha da az gelir. Makineler ve aygıtlar, tıpkı kumanda paneli önünde
duran adam ve proje dairesindeki mühendis gibi, çerçevelemenin durumları ve
türleridir. Aslında bunların her biri kendi tarzında, stok olarak,
el-altındaduran olarak veya uygulayıcı olarak, çerçevelemenin içerisine
aittirler; fakat çerçeveleme asla bir cins anlamında tekniğin özü değildir.
Çerçeveleme, kader karakterine sahip, yani meydan okuyan bir gizini-açma
tarzıdır, öne-çıkan gizini-açma (poiesis) da, kader karakterine
sahip bir tarzdır. Fakat bu tarzlar birbiri yanına dizilip gizini-açma kavramı
altına giren türler değildirler. Gizini-açma öyle bir kaderdir ki, bu kader
tüm düşünme için birdenbire ve açıklanamaz bir şekilde kendisini öne-çıkan
gizini-açmaya ve aynı zamanda meydan okuyan gizini-açmaya böler ve kendisini
insana pay eder. Meydan okuyucu gizini-açma, kökenine, öne-çıkma içerisinde
bir kader olarak sahiptir. Fakat aynı zamanda çerçeveleme bir Kader için
karakteristik olan bir tarzda, poiesis'i engeller.
Bu yüzden çerçeveleme, gizini-açmanın bir kaderi olarak, aslında tekniğin
özüdür; fakat asla cins ve essentia anlamında değil. Buna dikkat
ettiğimizde, şaşırtıcı bir şey karşımıza çıkar: 'öz' ile alışılageldiği üzere
anlaşılan şeyi bir başka anlamda düşünmemizi talep eden, bizzat tekniğin
kendisidir. Fakat hangi anlamda?
'Evin özü'nden ve 'devletin özü'nden söz ettiğimizde, bir cinsin
genelliğini kastetmeyiz; daha çok evin ve devletin hüküm verme, kendilerini
yönetme, gelişme ve çökme tarzlarını (onların 'olagelme' tarzlarını)
kastederiz.[32] Johann Peter Hebel, 'Kander Sokağındaki Hayalet' adlı, Goethe’nin özel bir
hayranlık duyduğu şiirinde, şu eski ’die Weserei' sözcüğünü
kullanır. Bu sözcük, topluluk yaşamının orada odaklandığı ve köy varoluşunun
sürekli olarak etkin olduğu, yani mevcudiyete-çıktıgı (west)
ölçüde köy meclisi anlamına gelir. 'Die Weserei' sözcüğü zaman
bildiren 'wesen' (burada: olagelmek) fiilinden türetilir. Fiil olarak anlaşılan
'wesen', yalnızca anlam çerçevesinde değil, aynı zamanda sözcüğün fonetik
biçimlenişi çerçevesinde de 'wâhren' (kalıcı olmak veya süregitmek) ile aynı
anlama gelir. Zaten Sokrates ve Platon, bir şeyin özünü, süregiden-şey (Wahrende)
anlamında olagelen şey, mevcudiyete-çıkan-şey (Wesende) olarak
düşünürler. Nitekim onlar süregiden-şeyi, daimi-olarak-süregiden-şey (aei-on,
Fort-wahrende) olarak düşünürler. Sokrates ve Platon,
daimi-olarak-süregiden-şeyi, kalıcı-olan-şey (Bleibende) olarak,
olup biten her şeyde inat ve ısrarla kendisini sür-düren şeyde bulurlar. Onlar
kalıcı-olan-şeyi, görünümde (eidos, idea, Aussehen), örneğin
'ev' ideasında keşfederler.
'Ev' ideası bir ev olarak biçimlendirilen herhangi bir şeyin ne olduğunu
gösterir. Buna karşılık tikel, gerçek ve mümkün evler, 'idea'nın değişken ve
gelip geçici türevleridir ve bu yüzden süre gitmeyen şeye aittirler.
Fakat süregitmenin, yalnızca ve tek başına Platon'un idea olarak düşündüğü
şeye ve Aristoteles'in to ti en einai (herhangi bir tikel şeyin
daima olmuş olduğu şey) olarak düşündüğü şeye veya metafiziğin en çeşitli
yorumlarında essentia olarak düşündüğü şeye dayandığı, asla
hiçbir şekilde temellendirilemez.
Tüm olagelen süregider (alles Wesende wahrt). Fakat süregiden
yalnızca daimi-olarak-süregiden-şey midir? (aber İst das Wahrende nur das
Fortwahren de?) Tekniğin özü, teknik-olan her şeyin üzerinde asılı
duran ve böylelikle teknikten mitik bir soyutlamayı anladığımızı gösteren, bir
idea 'nın kalıcı-olan-şey olması anlamında mı süregider? Tekniğin
olagelme tarzı, gizini-açmanın bir kaderi olarak çerçevelemenin vuku bulduğu bu
daimi-kalmadan hareketle ancak kendisinin görülmesini mümkün kılar. Goethe bir
zamanlar 'fortwâhren' (daimi olarak süregitmek) yerine, gizemli 'fortgewâhren'
(daimi olarak bahşetmek) sözcüğünü kullanmıştır. (Die
Wahlverwandtschajten (Seçmeci Yakınlıklar), II.Kısım, 10.bölüm;
"Die wunderliche Nachbarskinder' (Tuhaf Komşu Çocukları) adlı kısa romanı
içinde.) Goethe’nin kulağı burada 'wahren’i (süregitmek) ve 'gewahrend
(bahşetmek) telâffuz edilmemiş bir uyum içerisinde işitir.[33] Ve
gerçekten süregiden ve belki tek başına süregiden şeyin ne olduğunu şimdi
önceden yaptığımızdan daha özenli bir şekilde düşünüp taşınırsak, şunu söyleme
cesareti gösterebiliriz: Yalnızca bahşedilen şey (Gewahrte) süregider
(wahrt). Ta en baştan itibaren ilksel olarak süregiden şey (Wahrende), bahşeden
şeydir (Gewahrende).
Tekniğin olagelmesi olarak çerçeveleme, süregiden şeydir. Çerçeveleme,
bahşeden şey anlamında hep hüküm sürmüyor mu? Hiç kuşkusuz bu soru, açıkça
sırıtan bir gaf gibi görünüyor. Çünkü söylenmiş olanlara göre çerçeveleme,
daha çok meydan okuyan gizini-açma içerisinde biraraya toplayan bir kaderdir.
Meydan okuma, bahşetmeden başka bir şeydir. Real-olanın el-altında-duran
olarak düzenlenmesine meydan okumanın insanı gizini-açmanın bir yoluna sokan
bir kader olarak kaldığına dikkat etmediğimiz sürece, durum böyle görünüyor.
Bu kader olarak tekniğin mevcudiyete-çıkması, insanı, bizzat kendinden
hareketle ne keşfedebileceği ne de artık yapıp edebileceği şeyin içine sokar;
çünkü yalnızca kendinden hareketle, bir tek kendinden hareketle yalnızca insan
olan İnsan diye bir şey yoktur.
Fakat bu kader, çerçeveleme, yalnızca insanın mevcudiyete-çıkması için
değil, fakat kendi sıfatıyla her giziniaçma için en uç tehlike ise, bu kader
hâlâ bir bahşetme olarak adlandırılmalı mıdır? Koruyucu gücün bu kader içerisinde
serpilip geliştiği söyleniyorsa, bu soruya en vurgulu bir biçimde evet yanıtı
verilebilir. Gizini-açmanın her kaderi, bir bahşetmeden ve böyle bir bahşetme
olarak vukua gelir. Çünkü bahşetme, ilk kez, gizini-açmış-olmanın vukua
gelmesinin gerektirdiği gizini-açmadan pay almayı insana taşır. Böyle gerek
duyulan ve kullanılan biri olarak insan. Hakikatin vukua gelmesine aidiyet
kazanır (ona, ait olma payı verilir). Şu veya bu şekilde gizini-açmaya yollayan
bahşetme, böyle olmakla koruyucu güçtür. Çünkü koruyucu güç, insanı, kendi
özünün en yüksek değerini görmesine ve bu en yüksek değere girmesine izin
verir. Bu en yüksek değer, bu yeryüzünde her mevcudiyete-çıkmanın
gizinden-çıkmasının ve bununla birlikte ta en baştan gizlenmesinin gözeticisi
olmada yatar. Tam da insanı giziniaçmanın tek yolu sayılan bir şey olarak
düzenleme içerisine sürükleme tehdidinde bulunan ve böylelikle de insanı
kendi özgür özünü teslim etme tehlikesine iten çerçeveleme içerisinde, tam bu
en uç tehlike içerisinde, insanın bahşetmeye en iç, yok edilemez aidiyeti
aydınlığa çıkabilir; yeter ki biz, kendi payımıza, tekniğin
mevcudiyete-çıkmasına dikkat göstermeye başlayalım.
Bu yüzden tekniğin mevcudiyete-çıkması, kendi içerisinde bizim en az ihtimal
verdiğimiz şeyi, koruyucu gücün mümkün ortaya çıkışını barındırır.
O halde her şey şuna bağlıdır: Bizim bu ortaya çıkışı düşünüp taşınmamıza
ve hatırlamak suretiyle onun gözeticisi olmamıza. Bu nasıl olabilir? Her
şeyden önce yalnızca gözümüzü dikip teknik-olana bakmak yerine, teknik içerisinde
mevcudiyete-çıkan şeyi kavrayıcı bir bakışla olur bu. Tekniği bir araç olarak
tasarımladığımız sürece, tekniğe hakim olma iradesinde takılıp kalırız.
Tekniğin özünün hızla dışına düşeriz.
Bununla birlikte araçsal-olanın bir tür nedensellik olarak nasıl
mevcudiyete-çıktığını sorarsak, bu durumda bu vukua gelmeyi gizini-açmanın
kaderi olarak deneyimleriz.
Nihayet, tekniğin özünün mevcudiyete-çıkmasının, insanı, gizini-açmadan
pay alabileceği şekilde gerektiren ve kullanan bahşedicide olagelmesini
irdelediğimizde, şunlar açık hale gelir:
Tekniğin özü, en üst düzeyde iki anlamlıdır: Böyle bir iki anlamlılık, her
gizini-açmanın, yani Hakikatin gizine işaret eder.
Bir yandan çerçeveleme, gizini-açmanın olagelmesine dönük her bakışı
engelleyen ve böylelikle hakikatin özüyle ilişkiyi kökten bir şekilde
tehlikeye sokan düzenlemenin çıldırmışlığına yönelik bir meydan okumada bulunur.
öte yandan çerçeveleme, insanın hakikatin mevcudiyete-çıkmasının güvencede
tutulması (Wahrnis)[34]
için gerek duyulan ve kullanılan biri olabilmesini —şimdiye kadar
deneyimlenmemiş, fakat gelecekte belki de fazlasıyla deneyimlenecek bir
şekilde— sürdürmesine izin veren bahşedici, kendi payına olagelir. Böylece
koruyucu gücün ortaya çıkışı görünür hale gelir.
Düzenlemeye direnilmezlik ve koruyucu gücün buna karşı koyuşu, tıpkı
yıldızların gökyüzündeki akışı içerisinde iki yıldızın yolu gibi, birbirlerini
öte yana iterler. Fakat tam da bu, onların birarada yanyana geçişleri, onların
yakınlıklarının gizli yönüdür.
Tekniğin iki anlamlı özüne baktığımızda, işte bu,takımyıldızı (Konstellation)
yani gizin yıldızsı akışını görürüz.
Tekniğe ilişkin soru, gizini-açmanın ve gizinden-çıkmanın, hakikatin
mevcudiyete-çıkmasının olageldiği takımyıldıza ilişkin sorudur.
Bunu görmekle henüz kurtarılmış olmayız. Fakat bunu gördüğümüzde, koruyucu
gücün serpilip gelişen ışığı içerisinde, umut etmeye çağrılırız. Bu nasıl
olabilir? Burada ve şimdi ve ufak tefek şeylerde, koruyucu gücü artıp çoğalması
içinde besleyip büyütebiliriz. Bu, bizim en uç tehlikeyi daima göz önünde
tutmamızı gerektirir.
Tekniğin mevcudiyete-çıkması gizini-açmayı tehdit eder; o gizini-açmayı
her gizini-açmanın düzenlemede tüketilmesi ve her şeyin yalnızca
el-altında-duranın gizinden-çıkmışlığında kendisini sunması imkânıyla tehdit eder.
İnsanî etkinlik bu tehlikeye asla dolaysız bir şekilde karşı koyamaz. Tek
başına İnsanî yapıp-etme, bu tehlikeyi asla bertaraf edemez. Fakat İnsanî
düşünüm, her koruyucu gücün tehlikeye atılan şeyden —aynı zamanda bu şeyle akraba
olmakla birlikte— daha yüksek bir öze sahip olması gerektiğini düşünüp
taşınabilir.
Fakat belki de koruyucu gücü tehlikenin ortasında ilk parıldayışına
taşıyabilecek daha ilksel olarak bahşedilmiş bir gizini-açma, teknik çağında
kendisini göstermekten çok gizliyen bir gizini-açma olamaz mı?
Bir zamanlar tekhne adını taşıyan şey, yalnızca teknik
değildi. Bir zamanlar Hakikati pırıl pırıl görünmenin görkemi İçerisinde öne
çıkaran gizini-açmaya da tekhne adı verilirdi.
Bir zamanlar hakikat-olanın güzel-olan içerisinde görünüşe çıkması tekhne
diye adlandırılırdı. Ve güzel sanatların poiesis'ine de tekhne
adı verilirdi.
Batının kaderinin ta başında, Grek ülkesinde, sanatlar, kendilerine
bahşedilen gizini-açmanın doruğuna çıktılar.
Sanatlar tanrıların halihazırda mevcut bulunmalarını, tanrısal ve insani
kaderlerin diyalogunu ışıl ışıl bir parlaklığa büründürüyorlardı. Ve sanat
yalnızca tekhne diye adlandırılıyordu. Sanat, biricik, çok yönlü
gizini-açmaydı. Sanat dindardı, promos’tu;[35] yani hakikatin hüküm sürmesini ve güvencede tutulmasını sağlayandı.
Sanatlar, artistik-olandan [36]
çıkmış değildiler. Sanat eserlerinden estetik bir hoşlanma duyulmuyordu. Sanat
bir kültürel etkinlik sektörü değildi.
Neydi sanat? Hele yalnızca bu kısa fakat görkemli çağlar İçin? Sanat neden
şu mütevazı tekhne adını taşıyordu? Sanat öne ve buraya çıkan ve
dolayısıyla poiesis'e ait olan bir gizini-açma olduğu için.
Nihayet bu gizini-açma, tüm güzel sanatlarda, şiirde ve asıl adı olarak poiesis'i
muhafaza eden şiirsel (poetik) her şeyde tam bir hüküm sürüyordu.
"Tehlikenin olduğu yerde.
Koruyucu güç de serpilip gelişir."
sözlerini kendisinden işittiğimiz aynı şair, bize şunu da söyler:
'... insan bu yeryüzünde şairane bir
şekilde ikamet eder.'
Poetik-olan, hakikat-olanı, Platon'un Phaidros'ta to ekphanestaton,
yani en saf şekilde parıldayan şey dediği şeyin görkemliliği içerisine taşır.
Poetik-olan, her sanata, güzel-olan halinde mevcudiyete-çıkmanın her gizini
açışına, bütünüyle nüfuz eder.
Güzel sanatlar poetik gizini-açmaya çağrılabilirler mi? Gizini-açma en
ilksel olarak sanatlardan talep edilebilir mi? öyle ki sanatlar kendi paylarına
koruyucu gücün serpilip gelişmesini apaçık bir şekilde besleyebilsinler ve
bahşeden şeye bakışımızı ve ona duyduğumuz güveni yeniden uyandırıp koruma
altına alabilsinler.
Kendi özünün bu en yüksek imkânının en uç tehlikenin ortasında sanata
bahşedilip bahşedilmeyeceğini hiç kimse bilemez. Yine de hayrete düşebiliriz.
Neyin önünde? Bu öteki imkânın önünde: Tekniğin çıldırmışlığının, bir gün
teknik-olan her şeyde tekniğin özünün Hakikatin olagelmesinde
mevcudiyete-çıkabileceği ölçüde kendisini her yere yerleştirebilmesi imkânı
önünde.
Tekniğin özü teknik-olan (teknik bir şey) olmadığı için, teknik üzerine
özsel düşünüm ve teknikle belirleyici yüzleşme, bir yandan tekniğin özüne
akraba olan, öte yandan ise ondan temelde farklı olan bir alanda olup
bitmelidir.
İşte böyle bir alandır sanat. Fakat kuşkusuz ancak sanat üzerine düşünümün,
kendi payına,' soruşturduğumuz Hakikat takımyıldızına gözlerini
kapatmaması koşuluyla.
Böyle bir soruşturma yapmakla, baştan sona teknikle işgal edilmişliğimiz
bakımından henüz tekniğin mevcudiyete-çıkışını deneyimlememiz ve baştan sona
estetik kafalara sahip olmamız bakımından artık sanatın mevcudiyete çıkışını
kollayıp koruyamadığımız şeklindeki bir krize tanıklık ediyoruz. Fakat yine de
tekniğin özünü ne kadar soruşturucu bir biçimde düşünüp taşınırsak, sanatın
özü de o kadar gizemli hale gelir.
Tehlikeye ne kadar yaklaşırsak, koruyucu güce giden yollar o kadar parlak
bir biçimde ışıldamaya başlar ve biz de o kadar soruşturucu hale geliriz. Çünkü
soruşturma, düşünmenin dindarlığıdır.
Kaynak:
Martin Heidegger, Tekniğe İlişkin Soruşturma,Türkçesi: Doğan Özlem, Paradigma,
Eylül 1998, İstanbul
[1]Dasein, burada ‘İnsanî varoluş’ olarak
çevrilmiştir. Da-sein,
sözcüğü sözcüğüne ‘orada olan’ (Da-sein) demektir. Bu ‘orada-olan’, Varlık'la
ilişkide olan insana gönderme yapar. Heidegger Prof. J.Glenn Gray'e lO.Ekim
1972'de yazdığı bir mektupta, ‘benim yapmaya çalıştığım her şey, 'bilinç'ten
’Varlık'a açıklık'a (Dasein) dönülmezse, yanlış anlaşılır’ demiştir. Böylece
Heidegger, Da-sein'daki da'nın sıradan anlamıyla "orada"dan çok
‘açıklık’ı ifade ettiğini belirtmiştir. Heidegger bu terimi, Yeniçağın insanı
bilinç varlığı olarak merkeze alan özne felsefesine karşı kullanır. İnsan,
kendi bilincinin ekseni etrafında dönmez ve her şeye kendi bilincinden
hareketle nüfuz edip yön verebilme gücüne sahip değildir. O ancak Varlık'la
ilişkisi içinde tanınıp belirlenebilir. Dasein’ın
geçtiği her yerde,
''orada-olan", "İnsanî varoluş" ve özellikle ‘Varlık'a açıklık’
anlamlarının hepsini birlikte düşünmek gerekir.
[2] Heidegger,
burada ‘öz’ olarak çevrilen Wesen'i,
Latincedeki ‘essentia’, Türkçedeki ‘mahiyet’, ‘nelik’ veya ‘öz’ olarak anlamaz.
Wesen,
‘bir şeyin ne ise o olduğu’ anlamına gelmez; çünkü Heidegger'e göre her şey
zaman içerisinde bir olagelme halinde olduğundan, hiçbir şey ‘ne ise o’ olarak
kalamaz, hiçbir şeyde o şeyi sabitleyen bir yön veya sabit bir öznitelik olarak
bir ‘essentia’ bulunmaz. Heidegger Wesen'le
daha çok, bir şeyin zaman (ve tarih) içerisindeki kendi .gidişatını izleme
tarzını kasteder. Başka bir deyişle, her şey, zamaneye tarih) içerisinde ‘ne
ise o’dur; zaman (ve tarih) üstü veya dışı bir şey yoktur. Heidegger
felsefesinin anahtar terimlerinden biri olan Wesen, geçtiği her yerde, ‘olagelmek’ ve
‘süregelmek’ fiilleriyle birlikte düşünülmelidir. Ayrıca bkz., dipnot 7,14,
24, 31.
[3] Burada
‘tasarlamak’ olarak çevrilen vorstellen fiilini Heidegger, etimolojisine
uygun olarak, ‘öne yerleştirmek’, ‘öne koymak’ anlamlarını da ima ederek
kullanır. Bu, paragrafın sonunda geçen ‘tasarım’ (Vorstellung) için de ge- çerlidir. Ayrıca
bkz., dipnot 16.
[4] instrumentum, inşa etme, düzene sokma
işlevlerini gören her şeyi imler. Heidegger burada instrumentum'u Almanca Einrichtung'la eşdeğer kılar. Einrichtung, uyarlama, düzene koyma, bir amaç
doğrultusunda biraraya getirme, sevk ve idare etme,v.d. anlamlarına gelir.
Heidegger tekniği instrumentum ve Einrichtung olarak görmekle, ilerideki sayfalarda
görüleceği üzere, tekniğin karakterinin ‘yerine koyma’, ‘ikame etme’,
‘düzenleme’, ‘çerçeveleme’ (Gestell), ‘nesneleri kullanılabilir, işlenebilir
stoklar olarak görme’ (Bestand) olduğunu vurgulamak ister.
[5] Heidegger
Richtigkeit (doğruluk) ve Wahrheit (hakikat) ayırımı yapar.
Doğruluk, Heidegger'de, öne-konulana (Vor-stellende) ve karşıda-durana (Gegen-stand, nesne) yönelerek (richten) onda karşılaşılan şeyi
saptamakla elde edilir ve bu görünümüyle günlük bilgiyi ve ayrıca empirik
bilimlerin bilgisini adlandırmakta kullanılır. Oysa Hakikat, metin boyunca sık
sık vurgulanacağı gibi, bir şeyin kendi özü içerisinde örtüsünü açarak vukua
gelmesini ifade ettiği kadar, insanın bunun farkında olmasını da ifade eder.
Hakikat, Heidegger’de, vukua gelmeyi, bir şeyin gizinden çıkarak olagelmesini
ve ayrıca insanın bunun farkında olmasını ifade etmesi dolayısıyla, şeylerdeki
sabit yönün veya özniteliğin, kısacası ‘öz’ün bir bilgisi olarak anlaşılmamalıdır.
Bkz., dipnot 1.
[6] 'das,
was ein anderes verschuldet' Almancada ‘başka bir şeyin nedeni
olan şey’ anlamına gelen bir deyimdir. Verschulden fiilinin pek çok anlamı vardır:
Borçlu olmak, medyun olmak, suçlu olmak, sorumlu olmak, neden olmak. Heidegger
tüm bu anlamları düşündürmek ister ve ayrıca bu pasajın sonuna kadar fiildeki
‘karşılıklı bağımlılık’ yan anlamını özellikle verme niyeti taşır.
[7] Heidegger’in
anwesen fiilini an-wesen şeklinde yazarak vurgulaması, wesen
(devam
etmek, sürmek, süregitmek) fiiline ‘an’ önekini eklemek suretiyle ‘bir şeye
doğru devam etmek, olagelme, süregitme’ anlamını vermek istemesin- dendir.
Heidegger'de, her şey gibi insan da, bir şeye doğru süregiden, olagelen,
olagidendir. Bkz., dipnot 1.
[8] veranlassen, genellikle vesile olmak, neden
olmak, meydana çıkarmak, ortaya çıkarmak anlamlarına gelir. Onun buradaki
kullanımı, anlassen fiilinin güçlendirilmiş bir
şeklidir. Bu şekliyle veranlassen, bir şeye etkin bir biçimde
vesile olmak anlamına gelir.
[9] hervorbringen fiili, öne çıkarmak, açığa
vurmak, açığa çıkmak/çıkarmak, üretmek, yaratmak, doğurmak, ifade etmek,
aydınlatmak, anlamlarına gelir. Heidegger burada ‘öne-çıkarmak’ ile karşılanan
bu fiili her kullanışında, sayılan tüm diğer anlamlarını da düşündürmek ister.
İlerideki sayfalarda, yerine göre bu fiil ‘açığa çıkmak/çıkarmak’ ile de
karşılanacaktır.
[10]entbergen
fiili, örtüsünü kaldırmak, meydana çıkmak/çıkarmak, gizini açmak, gizinden
çıkmak, anlamlarına gelir. Kök fiil bergen, saklamak, gizlemek, muhafaza
etmek, kapalı halde olmak veya tutmak, anlamlarını içerir. Almancada ent öneki önüne geldiği sözcüğe
"dışarıya doğru çıkma" anlamını veren Latince ex önekinin işlevine sahiptir ki, ent-bergen,
saklı, gizli, kapalı, örtük olandan çıkmak olur. Aynı kök fiilin önüne
getirilen ver
öneki ise bir pekiştirme önekidir ve ver-bergen
fiili, ent-bergen'e
karşıt olarak, sıkı sıkıya kapalı olmak, iyice gizli kalmak anlamlarına gelir.
Heidegger, bergen fiil
ailesi içinde yer alan fiilleri bundan sonraki sayfalarda sık sık kullanacaktır.
[11] Almancada wahr fiil gövdesi, Grekçe horao,
ora' dan gelir. Bu gövdeden türetilen
hemen tüm fiiler, gözetlemek, bekçilik etmek, güvence altında tutmak,
anlamlarına gelir. (be-wahren: korumak, muhafaza etmek, Be-wah-
rung: sığınak sağlama, muhafaza.) Wahr-heit (hakikat), etimolojisi bakımından
güvence altında olma, özenle gözetlenme anlamlarına gelir. Hei- degger bu
etimolojik belirlemelerden hareketle, düşünürün ‘Varlık'ın bekçisi’ olması
gerektiğini söyleme fırsatı bulur. Ayrıca bkz., dipnot 3 ve 5.
[12] Dipnot
5'de Heidegger'de ‘doğruluk’ (Richtigkeit) ve ‘hakikat’ (Wahr-heit)
ayırımına
değinilmişti. Şimdi burada ‘hakikat’, gizini-açma' olarak gösterilmektedir.
Heidegger, wahr gövdesi ile heit (...lik, ...lık) sonekini tire
ile ayırmakla (.Wahr-heit), "hakikat"in bir şeyin
gizini-açma hali olarak bir süredurum olduğunu vurgulamak ister. Wahr-heit, bir sürece çıkma halidir,
süregitmedir, olagelmedir, vukua çıkmadır. İnsan açısından ise bu, bu sürece
çıkmanın, vukua çıkmanın içinde olmayı ifade ettiği kadar, bunların farkında ve
bilincinde olmayı da ifade eder. Bu suretle Heidegger, Greklerin hakikat
kavramı ile 'sonradan Batı metafiziğinde yerleşik hale gelen hakikat kavramının
farklılığını göstermek ister.
[13] ‘Zihin
sanatları’ (die hohe Künste), Almancada başta felsefe olmak
üzere yüksek düşünsel etkinlikler için kullanılır. İzleyen paragrafta
görüleceği üzere, Heidegger, Greklerin felsefeyle elde edilebilecek yüksek
bilgi türü olarak anladıkları episteme'yi de tekhne ile bağıntılandıracaktır.
[14]
west,Heidegger’in çok sık kullandığı
wesenfiilinin üçüncü tekil şahıs halidir. (Bkz.,: dipnot 1.) Bu fiili ve
özellikle fiilin bu halini bir başka dilde tek sözcükle karşılamak mümkün
değildir. Fiil, her şeyin bir ‘öz’ü (das
Wesen)olduğunu, fakat bu özün ‘ne ise o’ olarak kalamadığını, ortaya çıkması
veya vücut bulmasıyla birlikte, onun zaman içerisinde bir gidişat olarak
kavranması gerektiğini düşündürür. Burada
west,bağlamına uygun düşeceği düşünülerek ‘vücut bulup sürmek’le
karşılanmıştır
[15] herausforden, meydan okumak, eyleme davet
etmek, işe yararlılık amacıyla talep etmek, kışkırtmak, anlamlarına gelir.
Heidegger, fiilin bu anlamlarını kastettiği kadar, her-aus-fordern yazılışında olduğu gibi, ‘buradan
(bir yerden) dışarı çıkmak/çıkarmak’ anlamını da ima eder. Bu yazılışındaki anlamıyla
herausfordern ile hervorbringen (öne-çıkma/çıkarma) fiilleri arasında
benzerlik vardır. Bu ikisi, bizzat gizini-açmanın (Entbergen,
Ent- bergung) iki tarzı arasında varolan
ilişkiye işaret etmeye yararlar.
[16] Heidegger
bundan sonra stellen fiilini ve bu kök fiilden
türetilmiş fiilleri çok sık kullanacaktır. Stellen (yerleştirmek, koymak) fiili, çok
geniş bir kullanım çeşitliliğine sahiptir: Yerine koymak, düzenlemek, aranje
etmek, beslemek, tedarik etmek, meydan okumak, angaje olmak, diklenmek,
çullanmak, anlamlarına gelir. Burada
Heidegger, stellen'in
tüm bu anlamlarını, herausfordern
fiilinin yan anlamlarıyla (meydan okumak, öne çağırmak, bir yerden dışarı
çıkarmak) birlikte göz önünde bulundurur. (Bkz.,: dipnot 15.) Bu husus göz
önünde tutularak, stellen burada ve metnin bundan sonraki
pek çok yerinde ‘saldırmak’la karşılanmıştır. Buradaki ‘saldırmak’ı, ‘diklenip
çullanmak’ olarak da anlamak mümkündür. Stellen fiilinin ‘yerine koyma’, ‘ikame
etme’, ‘tedarik etme’ gibi anlamlarına da, metin içerisinde daha sonra
başvurulacaktır. Stellen,
şu fiil ailesinin anlamları için kök fiildir: bestellen
(düzenlemek, sevk ve idare etmek, düzene sokmak, ısmarlamak), vorstellen
(tasarlamak/tasarımlamak, temsil etmek, vor-stellen yazılışıyla: önekoymak), sicherstellen
(güvence altına almak), nachstellen
(tuzağa düşürmek, kılığını değiştirmek, dolap çevirmek), verstellen
(önlemek, bloke etmek, koymak, ikame etmek, yer ve konumunu değiştirmek), darstellen
(sunmak, sergilemek, serimlemek, betimlemek), herstellen
(üretmek, imal etmek), herausstellen
(dışarı çıkarmak, teşhir etmek), v.d. Bu fiillerin hepsinde stellendeki çeşitli nüanslar
pekiştirilmiş ve özgülleştirilmiştir. Ve tüm bu anlamlar, bu yazı için ekseni
oluşturan ve bir kaç sayfa sonra karşılaşılacak olan Gestell sözcüğünün benzersiz kullanımında
biraraya toplanmışlardır. Burada Ge-stell,
‘çerçeveleme’ (İng: Enframing)
olarak çevrilmiştir. Fakat geçtiği her yerde, terimin, yukarıda değinilen anlam
zenginliğiyle düşünülmesi gerekir.
[17] fördern fiili, maden çıkarmak, istihraç
etmek, ilerletmek, korumak, geliştirmek, teşvik etmek, kayırmak, hızlandırmak,
anlamlarına gelir. ‘İleri, dışarı doğru’ anlamlarına gelen fort (İng: forth)
zamirinden türetilmiş olması nedeniyle, ilksel anlamı ‘dışarı, ileri
çıkarmak’tır. Heidegger, fiilin ‘koruyup geliştirmek’ anlamının yanında,
özellikle ‘dışarı çıkarmak’, ‘istihraç etmek’, ‘maden çıkarmak’ anlamlarını da
düşündürtmek ister. Bununla birlikte fiilin tüm bu anlamlarına, fort'tan gelen
bir anlam, ‘hızlandırmak, çabuklaştırmak’ anlamı eşlik eder. Fördern burada
yerine göre ‘koruyup geliştirmek’ ve ‘çabuklaştırmak’ ile karşılanmıştır. Fakat
geçtiği her yerde, yukarıda değinilen anlam zenginliğiyle düşünülmesi gerekir.
[18] Heidegger
paragrafın başından beri bir dizi stellen fiili kullanmaktadır: stellen (üç kez), herstellen,
bestellen. (Bu fiillerin anlamları için
bkz., dipnot 16.) Bu paragrafın tümünde Heidegger, stellen fiil ailesi içinde yer alan fiillerle
âdeta bir ağ örmektedir. Bu anlam ağını başka bir dilde aynen yansıtabilmek
mümkün değildir.
[20] Bestand, sıradan kullanımında, destek, donatma,
yardım amacıyla stok- lanan, depolanan, tedarik edilen, anlamlarına gelir. Bestand, türetildiği bes - tehen fiilinin ‘süregitmek’ ve ‘kalıcı olmak’
şeklindeki iki anlamını da taşır. Heidegger bu sözcüğü, ikame edilmiş ve modern
teknikte hakim olan meydan okuyucu talebe uygun olarak düzenlenmiş olan her
şeyin, gizi-açılmış bir şekilde mevcut olma tarzını karakterize etmek üzere
kullanır. Fakat o bu terimle daha çok, süregitmeyi veya kalıcılığı değil,
nesnelerin düzenlenebilirli- ğini ve ikame edilebilirliğini vurgulamak ister.
Modem teknikte tüm nesneler, işlenebilir, düzenlenebilir ve ikame edilebilir
şeyler olarak ‘el-altında-du- ran’ halindedirler.
[21] vorstellen (tasarlamak/tasarımlamak) fiili
için bkz., dipnot 3. Aynı fiilin stellen fiil ailesi içindeki yeri için
bkz., dipnot 15.
[22] Özgün
metindeki ‘das Wirkliche’, burada ‘real-olan’ ile
karşılanmıştır. Burada ‘real-olan’ı, Latince ‘şey, nesne’ anlamına gelen ‘ res' ile bağıntısı içerisinde düşünmek
gerekir ki, böylece o Gegenstand (nesne, karşıda-duran) anlamına
gelir, 'das Wirkliche ’ hakkındaki bilgi, onu
öne-koyarak (vor-stel- lend), yani karşıda-duran olarak
bilmenin sonucu, ‘das Richtige'dir, ‘doğ- ru’dur; fakat ‘das
Wahre' (hakikat-olan) değildir. ‘Richtigkeit’ (doğruluk) ve ‘Wahrheit’
(hakikat) ayırımı için bak: dipnot 5.
[23] Ge-stell'in "çerçeveleme" (İng: Enframing) olarak çevrilmesi, Heidegger'-in
bu sözcüğe verdiği etkin anlamı yansıtmak amacı taşımaktadır. Aşağıda
‘çerçeveleme’nin merkezî bir rol oynadığı tartışmayı izlerken, okuyucu bu
sözcüğü yalnızca bir tür ‘çerçeve’ anlamında yorumlamamaya dikkat
göstermelidir. Şurası sürekli hatırda tutulmalıdır ki, ‘çerçeveleme’, temelde,
bir çağrıdır, bir meydan okuyucu taleptir, talepkar bir davettir. O, gizini- açacak
şekilde ‘toplayan’dır (Versammelnde). Bu talep, biraraya getirdiği ve
düzenlediği için çerçeveler. Davet ettiği her şeyi daima yeniden kurduğu bir
kullanımın düzenlenmesi aracılığıyla bir çerçeve veya şekillenme içerisine
sokar. Heidegger burada tiresiz olarak Gestell yazılışıyla sıradan kullanımında
raf, kitaplık rafı, çerçeve, iskelet anlamlarına gelen sözcüğü araya tire
koyarak Ge-stell şeklinde yazmakla, Almancadaki ge önekinin işlevini öne
çıkarmaktadır. Sıradağ (Gebirg) ve mizaç (Gemüt) örneklerinde
olduğu gibi, Ge-stell’deki ge öneki de, biraraya toplama
işlevini görür ve bizzat ‘işlevsellik’e vurgu yapar. Bu, aşağıda Heidegger'in
açıklamalarından da anlaşılacağı üzere, modern tekniğin, özünde, aynı zamanda
bir ‘işlevlen- dirme’ olduğunun hatırda tutulmasını da sağlar.
[24] ‘das Wesende’ burada 'mevcudiyete-çıkan’ olarak
çevrilmiştir. Heideg- ger’in biraz aşağıda ‘öz’ün anlamını irdelerken
kullandığı ‘Wesen’ adıyla birlikte düşünüldüğünde,
bu ‘öz’ün hep bir gidişat, mevcudiyete-çıkanın sonlu bir süregitme tarzı olarak
kavrandığı anlaşılır. (Bkz., dipnot 1.)
[25] Almancada ‘kader’ (Geschick)
schicken (yollamak) fiilinden
türetilmiştir. Heidegger schicken'deki ‘yollamak’ anlamı ile ge önekindeki ‘biraraya toplama’
vurgusunu birleştirerek, ‘kader’i, ‘biraraya toplayan yollama’ olarak tanımlar
(ge öneki için bkz., dipnot 23.)
Bundan sonra Geschick'in geçtiği her yerde, terimi düz
anlamıyla ‘kader’ olarak anlamanın yanında, özellikle ‘biraraya toplayan
yollama’ anlamı ile anlamak da gerekir.
26
[26] Dipnot
25'de açıklanan durumla ‘tarih’ (Geschichte)
teriminde de karşılaşılır. Geschichte, geschehen
(olup bitmek) fiilinden türetildiği şekliyle ‘geçmişte olup bitenler’i, yani
sıradan kullanımıyla ‘tarih’i adlandırır. Fakat Heidegger terime, eski Almancadaki
'Geschieht'
i de (rastlantısal olan vuku bulan, başa gelen, baht) düşündüren bir anlam
katar. Heidegger bunu yapmakla, ‘tarihi insan yapar’ tezinden yola çıkan özne
merkezli tarih felsefelerine bir eleştiri de yöneltmiş olur.
[27] Heidegger burada ‘kökeni bakımından’
vurgusuyla, bizi ‘özgürlük’ kavramının Almancadaki kökünü düşünmeye
yönlendirmektedir. Eski Almancada ‘frijan’ (bugünkü kullanımıyla: frei -İng:
free-), ‘sevilen’, ‘sevgili’ anlamlarına gelir. (Bugünkü Almancada ‘evlenmek’,
‘kısmet beklemek’, ‘dünür olmak’ anlamlarına gelen freien fiilinde, bu kök
anlamın devam ettiği görülür.) Terim, bununla bağıntılı olarak önceleri
‘akraba’, gitgide ‘aynı soydan gelen’ anlamlarını da kazanmıştır. Bugünkü
anlamına yakın ilk anlamını, Hıristiyanlığın ilk dönemlerinde 'kölelikten,
Romalı zulmünden kurtulmuş kişi ve kişiler’i nitelemekle kazanmıştır. Heidegger
bize terimin kökenini düşündürmekle, özgürlüğün ‘kaderin sesini dinlemek,
kadere sevgi duymak, kadere akraba olmak’ olarak da anlaşılmasını telkin etmiş
olur.
[28] Freiheit
(özgürlük) ve Freie
(serbestlik) akraba terimler olmakla birlikte, Freie'nin
bugünkü Almancadaki esas anlamı ‘açık hava’, ‘açık mekân’ olduğu için, bu
sözcüğü burada ‘özgür’ (frei) olarak çevirmek uygun olmaz. Bu
yüzden sözcük, ‘serbest kalma’ olarak çevrilmiştir. Sözcüğün buradaki nötr
anlamının yanında, dipnot 27'de açıklanan kök anlamı esas alındığında, Freie, ‘akrabalık’, ‘soy birliği’
anlamlarını da çağrıştırır.
[29] Gefahr'ın yaygın anlamı ‘tehlike’dir. Ge-fahr yazılışıyla yorumlandığında, fahr gövdesinden türetilmiş olduğu
görülür, fahr, Grekçe peira
(im-peira: deney) ve Latince peri
(periculum) ile akrabadır; dolayısıyla bugün
kullanılan Erfahrung (Er-fahr-ung) teriminde olduğu gibi, ‘deney’,
‘deneyim’, fakat daha da iyisi ‘tecrübe’ terimlerinin kökünü oluşturur. Bununla
birlikte aynı fahr gövdesi, eski Almancadaki vaar yazılışıyla, hem korku (İng: fear)
hem
tehlike bildirir. Heidegger tüm bu anlamlan bize düşündürmek ister ki, bu
durumda burada ‘tehlike’ olarak çevrilen Ge-fahr,
ge
önekinin biraraya toplayıcılık işlevi hatırlandığında, aynı zamanda insanın
yurtsuzluk korkusu ve tehlikelerle dolu bir ‘biraraya toplayan bir deneyimleme’
içinde bulunmaklığını ifade eder.
Koruyucu güç de serpilip gelişir.’
(Hölderlin).
[31] retten, sıradan kullanımıyla ‘kurtarmak’,
‘defetmek’, ‘gidermek’ (İng: rid)
anlamına
gelir. Fakat Heidegger’in burada yaptığı tanıma sadık kalınarak, fiil ‘korumak’
diye çevrilmiştir. Heidegger böylece her kurtarmanın bir koruma, bir tehlikeyi
defetme, giderme olduğunu da düşündürmek ister.
[32] Heidegger'in ‘öz’ü (Wesen) cins (genus,
genre) ve essentia anlamında değil, ‘olagelme’nin
tarzı ve tarzları olarak anladığı, burada kendi belirlemeleriyle açıkça
görülebilir. Bu paragrafta ve izleyen paragraflarda ‘öz’e ilişkin
belirlemelerle ilgili olarak bkz., dipnot 1, 5,7,12,14, 24.
[33] gewâhren fiili, wâhren (süregitmek) ve wâhren (gözetmek, güvencede tutmak,
korumak) fiilleriyle yakından bağıntılıdır, gewâhren, sıradan kullanımında, bir şey
için güvence olmak, garanti etmek, ihsan etmek, bahşetmek, anlamlarına gelir.
Buradaki tartışmada bu fiil yalnızca ‘bahşetmek’le karşılanacaktır. Fakat
öteki yan anlamları da göz önünde tutulmalıdır.
[34] Wahrnis tamamen Heidegger'e özgü bir
terimdir ve burada ‘güvencede tutma’ olarak çevrilmiştir. Wahrnis, ‘Wahrheif (hakikat) ile bütünleyici
ilişkisi olan wâhren (süregitmek) ve gewâhren (bir şey için güvence olmak,
bahşetmek) ile yakından akraba olan wahren (gözetmek, güvencede tutmak,
korumak) fiilleriyle sıkı bir bağlantı içindedir. Ayrıca bkz., dipnot 33.
[35] fromm, sıradan kullanımıyla ‘dindar’,
‘sofu’, ‘uysal’, ‘itikat eden’ anlamlarına gelir. Ayrıca ‘yararlı’, ‘hayırlı’
anlamları da vardır. Etimolojik olarak Grekçe promos ve Latinceprimus' tan gelir. Promos veyaprimus'un
esas anlamı ‘ilk’, ‘en önde gelen’dir. Heidegger fromm sözcüğünün tüm bu anlamlarını
düşündürmekle ve poiesis'i
tekhne olarak göstermekle, öreklerde sanatın, sonradan gerçekleştirilen yapay
(sanat, ‘san'at’ yazılışıyla ‘sun'ilik’, ‘yapaylık’ bildirir) ve ikincil bir
uğraşı olmadığını, onun ilksel olarak Hakikatin hüküm sürmesine sofuca, uysalca
bir eşlik etme etkinliği olarak görüldüğünü vurgulamak ister. Ayrıca bkz.,:
dipnot 36.
[36] Heidegger,
sık sık, Grekçe terimlerin Latinceye çarpıtılarak ve hatta yanlış çevrildiğine
değinir. Bu yazıda Heidegger buna ilişkin olarak, örneğin aitiotı'uncausa
olarak çevrilmesini eleştirmişti. Heidegger'e göre Latince sanat anlamına gelen
art, artus
terimleri de, Greklerin ‘sanat’tan anladıklarını tam olarak karşılayamayan
terimlerdir. Çünkü bu terimlerde ‘sun'ilik’, ‘yapaylık’ anlamı ağır basar.
(Bkz., dipnot 35.) Gerçekten de ‘artistik’ sözcüğünün bugün de yaşayan
pejoratif yan anlamları, ‘doğal olmayan’, ‘yapmacıklı’, ‘yapay’dır. Heidegger
özellikle sözcüğün bu pejoratif anlamlarına vurgu yapar görünüyor. Almancada da
‘sanat’ anlamına gelen ‘Kunst’ ile ‘yapay’, ‘sahte’, ‘takma’
anlamlarına gelen ‘ künstlich’
sözcükleri aynı kökten gelirler.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar