Print Friendly and PDF

TEO GRÜNBERG



Türk felsefecisidir ve yazardır.

1927 yılında İstanbul’da doğdu. Çok az sayıdaki Aşkenaz Yahudilerindendir. 1964’te İstanbul Üniversitesi’nden felsefe doktora derecesi aldı, 1966’da ODTÜ Beşeri İlimler Bölümü’nde göreve başladı; 1967 yılında Milli Eğitim Bakanlığı Talim ve Terbiye Dairesi Lise Modern Mantık Reform Komisyonu üyesi, 1967-1976 yıllarında lise felsefe öğretmenlerine hizmet içi modern mantık yaz kursları öğretim üyesi olarak görev yaptı ve 1979 yılında profesör oldu. 1982-1983’te ODTÜ Sosyoloji Bölümü'nün, 1983-1994’te ODTÜ Felsefe Bölümü’nün başkanlığını yürüten ve 1994’te emekli olan Teo Grünberg, 1998 yılında Türkiye Bilimler Akademisi Hizmet Ödülü’ne değer görüldü. Halen ODTÜ Felsefe Bölümü’nde çalışmalarını sürdürmektedir. Bir bölümü uluslararası dergilerde yayınlanmış otuzu aşkın makale ve bildirisi ile on beş kitabı bulunan Teo Grünberg, Türkiye Felsefe Kurumu, Türk Felsefe Derneği, ve European Society for Analytic Philosophy üyesidir.
TG: Teo Grünberg
HT: Halil Turan
[Bu söyleşi 17 Temmuz 2010 tarihinde Ankara’da yapılmıştır. Söyleşinin ses kaydının yazıya aktarılmasındaki emekleri için Rafet Uçkan’a, son düzeltileri için de David’e teşekkür ederiz.]
HT: Hocam, çok erken yaşlarda düşünce alanlarına ilgi duyarak felsefe çalışmaya başladığınızı anılarınızı anlattığınız söyleşilerinizden biliyoruz. İlkin sosyolojiye ilgi duymuşsunuz, daha sonra felsefeye ve özellikle de mantığa. Bu geçişi ve bu düşünce alanları arasındaki ilişkileri ya da ilişkisizlikleri kendi ilgileriniz bakımından anlatır mısınız?
TG: Benim sosyoloji ve mantığa ilgi duymam lisenin son sınıfında mantık ve sosyoloji dersini almış olmamdandır... Fen şubesinde okuyordum. Orada felsefe dersi verilmiyor, sadece edebiyat şubelerinde veriliyordu. Mantık ve sosyolojiyle ilgilendim. Mantık, o sıralar geleneksel mantıkla sınırlı olduğu için aslında o kadar ilgimi çekmemişti. Buna karşılık sosyoloji ilgimi çekiyordu; o zaman Durkheim sosyolojisi üzerinde yoğunlaşıyordu hocamız... İhsan Kongar çok tanınmış bir felsefe öğretmeniydi. Sosyoloji, mantık, felsefe konusunda bir sürü kitapları vardı. Aramızda çok yakın bir diyalog kuruldu. Derste sürekli olarak hocamla tartışıyorduk. O andaki dersin sınırlarını aşan çok yoğun tartışmalarımız oluyordu. İyi Fransızca bildiğim için hocamın tavsiye ettiği Durkheim’ın kitaplarını baştan aşağı büyük bir şevkle okudum, inceledim. Böylece hocamla tartışmalarım daha da yoğunluk kazandı. Fakat ilgim asla sosyolojiyle sınırlı değildi. Her türlü spekülatif düşünce ile ilgili konularda fikir yürütüyordum. Her sınıfta, az da olsa, benimle tartışacak bir iki arkadaş bulabiliyordum. Onlarla saatlerce, sürekli olarak her alanda fikir teatisinde bulunuyor, tartışıyorduk. Bilim, günlük yaşam, siyaset, ahlak, her konuda. Olabildiğince birlikte düşünüyor, fikirlerimizi değiş tokuş ediyorduk. Bu arada, mantığa ilgim, bir yandan Whitehead ve Russell’ın Principia Mathematica adlı kitabının, kısa bir süre sonra da Hilbert ve Ackerman’ın Grundzüge der theoretischen Logik (Teorik Mantığın Temel Özellikleri) adını taşıyan Almanca kitabın elime geçmesiyle arttı. Almanca da bildiğim için doğrudan doğruya Hilbert ve Ackermann’ın mantık kitabını çalıştım. Bir bakıma ilk, bu konudaki ilk mantık kitabıydı-buradaki mantık birinci basamak mantığıyla sınırlıdır. Birinci basamak mantığı ilk kez açık olarak bu Hilbert ve Ackerman’ın sözünü ettiğim kitabında ortaya çıkmıştır.
HT: Bu kitaplara nasıl ulaştınız? Kim önerdi ya da siz nereden öğrendiniz? Arkadaşlarınızdan mı? Çünkü sosyolojiden sembolik mantığa geçmek zor görünüyor.
TG: Kesin olarak hatırlamıyorum. Biri belki lise son sınıfta, öbürü belki lise bittikten sonra elime geçmiştir. Kütüphaneleri dolaşıp kitap arıyordum. O zamanlar kitap bulmak son derece zordu çünkü kitaplar dışarı verilmezdi. Ancak kütüphanede okunuyordu.
HT: İstanbul’dan söz ediyorsunuz.
TG: İstanbul, evet. Ömrümün ilk yarısı orada geçti. İstanbul’da doğdum. Otuz yedi yaşıma kadar hemen hemen hiç ayrılmadan İstanbul’da bulundum, yaşadım, okudum. Mezun olduğum lise, Şişli Terakki Lisesi’dir. Şişli Terakki Lisesinin öğretmenleri çok iyi öğretmenlerdi, en yüksek kalitede öğretmenlerdi. İşte örneğini vermiştim, felsefe öğretmeni İhsan Kongar. Fizik öğretmeni de çok çok iyi bir öğretmendi. Ecvet Bey. Bu öğretmenler aynı zamanda Kabataş Lisesi’nin de öğretmenleriydi. O da çok çok iyi bir liseydi. Bir de matematik öğretmeni Kemal Bey’i hatırlıyorum. Fizik ve matematik dersleri benim en iyi derslerimdi, felsefenin dışında. O zaman fen derslerine çok yakın bir ilgi duyuyordum.
HT: Matematiğe ve doğa bilimlerine ilgi duymuşsunuz o yıllarda. Daha sonra mantıkla yakından ilgileniyorsunuz. Mantıkla matematik arasında nasıl bir ilişki olduğunu düşünüyordunuz?
TG: Matematiği Leibniz gibi genel bir yöntem olarak gördüm. Dolayısıyla matematiğin mantığa uygulandığını görünce bundan çok büyük bir heyecan duydum, çünkü benim inancım matematiğin her alana uygulanmasıydı. Matematiğe dayanan mantığa yakınlaştım. Mantığın genel bir yöntem olduğunu daha o zaman kavramıştım, bütün düşüncenin temeli olmalıydı, onun için mantığa ilgim devam etti. Ama onu söyleyeyim, o zamanlar felsefeci ya da mantıkçı olmayı, yani profesyonel olarak, meslek olarak felsefeyi düşünmüyordum. O zaman genel bir eğilim vardı gençlerde: Mühendis olmak. Böylece ben de o zaman, meslek olarak mühendisliği düşünüyordum. Bu soyut, spekülatif çalışmaları sırf kendimi tatmin etmek için yapıyordum. Bir hobi diyeyim, ama bu hobiden daha da ileriye giden bir şeydi, “tutku” demek lazım. Bu çalışmalar benim tutkumdu, ama bunu bir meslek olarak, yani bir geçim kaynağı sağlamak için yapmayı gençlik yıllarımda düşünmemiştim.
HT: Zaten pek imkân da yokmuş galiba. Çok az sayıda kadro varmış üniversitelerde. Akademisyenlik pek düşünülmüyormuş, çok az kişi istiyor ya da şans bulabiliyormuş sanırım.
TG: Evet. Öğretim üyesi olacağımı düşünmüyordum. Çünkü öğretim üyeliği de bir bakıma bir meslekti. En güzel, karşılıksız, bir menfaat sağlamadan sırf kendimi tatmin etmek için haz duyduğum bir etkinlik olarak görüyordum soyut düşünceyi. Onun herhangi bir şekilde bir çıkar sağlayacak bir etkinlik olabileceğini o zaman düşünmüyordum. Öğretim üyeliği dâhil. Belli bir geçim kaynağı olması bakımından öğretim üyesi olmak, o bile aklıma gelmiyordu.
HT: Çok uzun yıllar çeşitli teorik konularda derinlemesine kendiniz çalıştınız sanırım. Bunu başka söyleşilerinizden okuyoruz. Sosyolojiye de bir dönüş yaptınız mı?
TG: Evet. Bir iki arkadaş dışında kimse yoktu. Çok yalnızlık çektim. Böyle, akademik çevreden kopuk bir şekilde otuz üç yaşıma geldim. Sosyoloji benim için ilginçti, onu biraz ayrıntılı olarak yanıtlayacağım. Konuyu biraz daha genel, sosyal bilimler olarak ele alırsak... Ekonomiyle ilgilendim. Çok yoğun bir biçimde, kendi kendime. Ekonomiyle ilgilenmemin bir nedeni, genel olarak ekonominin yaşamda, toplumdaki önemini anlamamdı. O zamanlar ekonominin bugün olduğu kadar önemi pek kavranmıyordu toplumda, ama ben hayati önemi olduğunu anlıyordum. Ama tıpkı mantık için söylediğim gibi, ekonominin mantık ile birlikte, mantık yöntemini kullanarak işlendiğini gördüğüm için ekonomiye böyle dört elle sarıldım. O zaman matematiksel ekonomi çok sınırlıydı, çok az yapıt vardı bu konuda. Yani parmakla sayılacak kadar az. Bu yapıtları bulmak için çok büyük çaba harcıyordum, çok büyük güçlük çekiyordum bunları temin etmek için. Kütüphanelerde bulduklarımı alıyor, ayrıca imkânım dâhilinde, bulamadıklarımı sipariş ediyordum. Hem Fransızca, hem Almanca... İngilizce en son öğrendiğim dildi. İşte bu konulardaki kitapları izleyebilmek için İngilizce öğrendim. O zaman İngilizce bugünkü gibi bir numaralı dil değildi. Daha sonraları, II.Dünya Savaşı’ndan sonra İngilizce, Fransızca’nın yerine geçti. Gençliğimde Fransızca birinci dildi. Hele Türkiye’de kesinlikle Fransız kültürü öndeydi... Yani yabancı dil olarak... İngilizce ancak II. Dünya Savaşı’ndan itibaren... İşte o yıllarda, İngilizce yapıtları anlayabilmek için, kendi kendime, kendi çabalarımla, öncelikle okuma dili olarak İngilizce öğrendim. O zamanlar ekonominin toplumbilim (sosyoloji) ile de çok yakın ilişkide olduğunu düşünüyordum. Bu bakımdan, ekonomiyi sosyolojik bir dal olarak gördüğümü söyleyebilirim. Yani ekonomiyi, iktisadı, içine kapalı bir dal olarak görmüyordum. Toplumbilimin (sosyolojinin) çok önemli bir alanı olarak görüyordum. Nihayet gün geldi, çok sonralara geçiyorum, profesör olduktan sonra ODTÜ’de yeni kurulan Sosyoloji Bölümü’nün ilk başkanı olarak görev yaptım. Tam o zamanlarda sosyolojide matematiksel çalışmalar oldu. Mathematics and Sociology adlı geniş kapsamlı bir kitap bulmuştum; bunu Sosyoloji Bölümü’ndeki görevime başlamadan çok önce bulmuş ve çok büyük bir ilgiyle incelemiştim. Ama bölüm başkanı olduktan sonra bir aralık ciddi ciddi bu kitabı bir sosyoloji dersinde ders içeriği olarak vermek için çaba göstermiştim; ama oradaki öğretim üyeleri çok karşı çıktılar. Kırk dereden su getirdiler beni vazgeçirmek için. En sonunda da vazgeçtim.
HT: Hüseyin Batuhan’ın İspanya’da Bir Şato adlı kitabı sizden üstü kapalı olarak söz ediyor. O kitapta da pek çok akademik sorundan, anlaşmazlıklardan bahsediliyor. Hüseyin Batuhan, size gençlik yıllarınızdan itibaren üstün bilginiz, yaratıcılığınız ve çalışkanlığınızdan dolayı hayran olduğunu söylüyor. Bu hayranlığını hep sürdürdüğünü de anlıyoruz. Siz onun hakkında neler söylemek istersiniz?
TG: Hüseyin Batuhan’la tanışmam hayatımın bir dönüm noktası olmuştur. Onunla tanışana kadar toplumdan, insanlardan kopuktum, kendi ailemin içinde hapsolmuştum. Son zamanlarda fikir alışverişinde bulunacak arkadaşım bile yoktu. Kendi kendime kitap okuyarak ilgi duyduğum pek çok konuda bilgi edinmeye çalışıyordum, kendi kendime düşünüyordum. Bilindiği gibi bir insan tek başına olamaz, Robinson hayatı insanlığın yapısına aykırıdır, insan gelişemez. İşte Hüseyin Batuhan’la tanıştıktan sonra her şey tersine döndü. Birdenbire kendimi üniversitede, bir akademik toplum içinde buldum. Ama görüşlerimi paylaşacak kişilerin sayısı çok olmadı, gene iki üç kişiyle sınırlı kaldı, ama bu benim için yetiyordu. Şimdi, bunlar kimdi? Başta
Hüseyin Batuhan. Onunla doktora çalışmalarımda yoğun bir fikir alışverişinde bulundum. Bir bakıma Anlam Kavramı Üzerine Bir Deneme adlı doktora tezimin “yazı ortağı” sayılabilir. Oradaki fikirlerimi önce Hüseyin Batuhan’a kabul ettirdim. Bir görüş birliğine vardıktan sonra bunları kaleme döktüm. Hüseyin Batuhan’ın dışında, sınırlı da olsa fikir alışverişinde bulunduğum kişi Nermi Uygur’du. Nermi Uygur çok tanınan bir kişiydi. Çok geniş bir spektrumda ürün veren bir felsefeci... Birçok ilgi alanı vardı, sanattan felsefeye kadar... İlgi alanlarından biri de Hüseyin Batuhan’la benim ortak alanım olan, bugün “analitik felsefe” dediğimiz alandı. Hüseyin Batuhan, Nermi Uygur ve benim aramızda böyle üçlü bir tartışma zemini oluşmuştu. Fakat en çok, bir bakıma bu öğretim üyelerinden de daha çok, birlikte çalıştığım ve görüş alışverişinde bulunduğum kişiler, orada edindiğim çok parlak öğrenciler olmuştur. Bunları hepimiz tanıyoruz. Onların adlarını söyleyeyim. Biri, Suvar Köseraifti. Onu Hüseyin Batuhan’la birlikte keşfettik. Yeni gelmişti felsefe bölümüne. Gerçekten “dahi” denebilecek bir yetenekte olduğunu gördük. Suvar Köseraif benim meslektaşım gibi bir öğrencimdi, onu bir çalışma arkadaşım saydım ve sürekli olarak onunla her konuda tartışmaya, çeşitli konuları irdelemeye başladık. İkinci “dahi” denebilecek bir yetenekte olan kişi, Ali Karatay’dı. Ali Karatay o zaman hukuk öğrencisiydi; hukuk felsefesiyle ilgileniyordu ve dinleyici olarak bizim İstanbul Felsefe Bölümü’nün bazı derslerine izleyici olarak katılıyordu. Hatırlıyorum, bir derste daha önce hiç tanışıklığı olmamasına rağmen tahtaya kalkıp Bernays-Schönfinkel teoreminin ispatını yapıvermişti. Son derece yetenekli üçüncü bir kişi ise, ileride ODTU’de en yakın çalışma arkadaşlarımdan biri olacak olan Adnan Onart’tı. Adnan ile birlikte çok verimli çalışmalarımız oldu. Ancak Adnan daha sonra Amerika Birleşik Devletleri’ne yerleşti ve daha önceden hiçbir tanışıklığı olmadığı “Bilgisayar Ağı Kurma (Computer Netvvorking)” alanında hızla ilerleyerek en üst düzeylerde yöneticilik görevlerinde bulundu ve-bildiğim kadarıyla-bulunmaya devam ediyor. Daha önce hiç bilgisi olmamasına karşın bu alanda, hem de ABD gibi bir ülkede, bu kadar büyük bir başarı yakalaması, Adnan’ın ne kadar üstün yetenekli biri olduğunun başka bir kanıtıdır. Hüseyin Batuhan iki ders veriyordu. Biri, bilim felsefesiydi. Öbürü de semiyotikti. Ben de “sembolik mantık” adlı dersi veriyordum. Reichenbach’tan beri İstanbul Üniversitesi’nde verilmeyen dersi ilk olarak ben veriyordum. Reichenbach 1938’de ayrılmıştı Türkiye’den. Sembolik mantık dersini veriyordu; Nusret Hızır da onun tercümanlığını yapıyordu, dersini Türkçe’ye çeviriyordu.
Vehbi Eralp ise bir ara onun yanında yetişmiş, fakat bir türlü sembolik mantığı sevmemiş, onu korumamış. Bir kitabı var. Galiba Reichenbach’tan çevirdiği bir kitap; fakat asla onu okutmadı. O, Yahya Kemal’e âşıktı. Felsefede ise en çok sevdiği Bergson’du. Dolayısıyla onun, analitik felsefeye karşı, bir bakıma, mantığa dayanan, Leibniz usulü bir felsefeye karşı bir alerjisi olduğunu söyleyebiliriz. O nedenle, bu dersi vermek bana kaldı. Her ne kadar Vehbi Eralp çok yetenekli biri olarak Reichenbach’ın takdirini kazanmış olsa da, mantığı sevmiyordu. Zorla güzellik olmaz; onun için o dersi vermedi, bu bana nasip oldu. Dersin adı, tekrar edeyim, “Sembolik Mantık”. 1960 yılından 1966 yılına kadar İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde-o zaman bölüm yoktu kürsüler vardı-Sistematik Felsefe Kürsüsü’nde işte bu dersi verdim.
HT: Daha sonra İstanbul’dan Ankara’ya geldiniz. Hiç İstanbul’a özlem duydunuz mu? ODTÜ kampusünün ilk yıllarıydı sanırım...
TG: Onuncu yıldı, ama kampusün ikinci yılı... Üniversite 1956’da kuruldu, kampus 1964’te. Kemal Kurdaş’ın rektörlüğünde... Daha önce meclisin orada küçük bir binaymış; hiç görmedim. 1966’da ODTÜ’ye, yeni kampuse geldim. Sadece iki yıl bir geçmişi vardı bu kampusün. Son derece yoğun bir yeşillendirme etkinliğiyle muazzam bir sonuç elde edilmiş, rektör Kemal Kurdaş ile Alaaddin Egemen’in ODTÜ Ağaçlandırma Projesi Agha Khan ödülünü kazanmıştı. Agha Khan bizzat ODTÜ’ye gelip bu ödülü bizim üniversiteye vermişti. Bu, Ankara’nın iklimini olumlu yönde etkileyecek ölçüde büyük bir hamleydi. Beni bu üniversiteye alan rektörün de Kemal Kurdaş olduğunu belirtmek istiyorum; dekanım da Erdal İnönü’ydü, Fen Fakültesi dekanıydı. Hüseyin Batuhan ve ben, Felsefe Bölümü yoktu, “Beşeri İlimler” adlı bölüm vardı, o bölümde servis dersleri vermek üzere geldik. İstanbul’u özledim mi? Pek özlemedim. ODTÜ’yü o kadar sevdim ki, otuz yedi yılımı geçirdiğim İstanbul’u aratmadı. Bunun bir nedeni de ODTÜ’deki öğrencilerimin kalitesiydi. İstanbul’da Felsefe Bölümü öğrencilerinin felsefe öğrenme yeteneği ODTÜ’deki mühendislik öğrencilerinin yeteneği düzeyinde değildi. Tabii bunu herkes için söylemek yanlış, çünkü daha önce söz ettiğim gibi İstanbul’da “dahi” diyebileceğim öğrencilerim de vardı. Ben bunu genel olarak söylüyorum. Yoksa nereye gitsek, yurdun her köşesinde parlak öğrenciler görürüz. Yurdun en ücra köşesinde, en küçük bir köyünde büyük bilim adamı yetiştiğine hepimiz tanığız. Şunu da söyleyeyim: Her ne kadar modern mantığın reformuna önayak olup geniş bir öğrenci kitlesine hitap etmeyi büyük bir görev olarak gördümse de, bundan daha çok, az sayıdaki çok yetenekli kişileri yetiştirmeyi kendimi yetiştirmekten daha önemli buldum ve gücüm yettiği ölçüde bunu yapmaya çalıştım. Büyük sayıda çok çok yetenekli kişilerin yetişmesine katkım olduğuna inanmak istiyorum. Doğru olduğunu umarım.
HT: Hocam, sizin için bir armağan kitap hazırlanıyor ve bu söyleşi de o kitapta yer alacak. Bu konuda neler düşünüyorsunuz? Neler hissediyorsunuz?
TG: Gayet tabii, bir armağan kitabı hak etmek çok büyük, çok onurlu bir şeydir. Oradaki yazıları yazanların birçoğunun yetişmelerinde katkım olan kimseler olmasının beni son derece duygulandırdığını söylememem olanaksızdır; bu beni tabii çok heyecanlandırıyor. Böylece bu arkadaşlarla bu armağan kitabı aracılığıyla bir bakıma yeniden iletişim sağlamanın beni ayrıca çok sevindirdiğini söylemek isterim.
HT: Birçok kitap yayınladınız. En çok hangi kitabınızı önemsiyorsunuz ya da seviyorsunuz? En çok hangisi sizi yormuştur?
TG: En son yazdığım kitap. David’le (Grünberg) beraber Metafizik adlı bir kitap bitirmiş bulunuyorum. Açık öğretim öğrencileri için yazılmış olmasına, lisans düzeyinde olmasına, yani üst düzeyde bir araştırma kitabı olmamasına karşın, konusu bakımından beni son derece heyecanlandırdı. Son yıllarda beni en çok ilgilendiren konular olan metafizik veya ontolojiyi bir bütün olarak toparlamama vesile olması bakımından, bu kitabı yazmamız elli yıllık akademik kariyerimde belki beni en çok heyecanlandıran olay oldu. Bu, benim için bir paradigma değişikliği oldu adeta. Şu anda bilim felsefesine döndüm, derslerimi hazırlıyorum. Artık bilim fesefesine adeta yeni bir açıdan, Kuhn’un yeni bir paradigma dediği açıdan bakıyorum. Bilim felsefesi konularını hep ontolojik, metafizik boyutları içinde görüyorum. Ve adeta şaşıyorum, niye şimdiye kadar bunu böyle görmedim diye. Çünkü doğal olarak bu epistemolojiyi de metafizikten ayırmanın çok yanlış olduğu kanısındayım. Metafizik bazen ontolojiden daha geniş alınıyor; ontoloji doğrudan doğruya varlık kategorilerinin bilimi olurken, metafizik ise onun dışında bazı ek konulara eğiliyor. İşte bunlar bilinç, zihin-beden ilişkileri, iradenin özgürlüğü konusu, Tanrı konusu... Genel metafizik ve özel metafizik ayrımı yapılmıştı. David’le yazdığımız kitabı baştan sınırladık: genel metafizik; yani metafiziği ontolojiyle özdeş anlamda kullandığımızı söyledik. Öbür konular doğrudan doğruya metafiziğin değil felsefenin başka başka, çeşitli alt alanlarının konularıdır.
Kozmoloji, doğa bilimleri felsefesinin konusu, beden-zihin ilişkisi, özgürlük, yani istencin özgürlüğü, bunlar zihin felsefesinin konusu; Tanrı konusu ise din felsefesinin konusu oluyor. Genel metafizik, genel olarak varlığı inceleyen bir konu. Ama genel metafizik üzerinde yoğun bir şekilde çalıştıktan sonra görüyorum ki, artık her alan, yalnız ontolojinin dışında kalan “özel metafizik” denen konular değil, her konu, ahlak, siyaset ve başta epistemoloji (bilgi kuramı) hep varlığa ilişkindir. Zaten bilgi deyince bir şeyin bilgisi olacak. Neyin bilgisi? Var olanın bilgisi, varlığın bilgisi. Bu bakımdan epistemolojiyi ontolojiden ayırmak olanaksız. Gelelim bilim felsefesine. Bilim felsefesi, bilimsel bilginin felsefesidir. Bu bakımdan, epistemolojinin bir dalı gibi görülür. Bilimsel bilginin epistemolojisi... Ama demin söylediğim gibi bilgi, bir şeyin bilgisidir. Gerçi bilgiyi dilin içine koyan, sınırlayan, Wittgenstein’ın ikinci döneminde olduğu gibi, felsefeyi bir bakıma varlıktan koparan bir görüş var. Felsefeyi dilin tuzaklarından kurtarmak çabası olarak görüyor. Bu, sözcükler ve tümcelerle onların karşılığı olan varlık alanı arasındaki ilişkiyi göz önünde tutmayan bir felsefe. Her ne kadar yoğun olarak önce Tractatus’la, ondan sonra da Philosophical Investigations ile ilgilenerek, derinlemesine okuyup, bir aralık değer verdimse de onlara, uzun vadede bunun felsefenin özüne, 2500 yıllık felsefe geleneğine aykırı olduğunu, metafizikten ve ontolojiden kopuk olduğunu düşünüyorum. Yöntem açısından pek çok faydalı yenilikler getirdiğini, onları bizzat değerlendirmeye çalıştığımı yadsımıyorum; ama temelindeki genel tutumu, genel savı, felsefenin bilgi vermediği, varlık hakkında bilgi vermediği, bir kuram olmadığıdır. Ben metafiziği doğrudan doğruya metafizik kuramlar olarak görüyorum.
HT: Yani felsefe tarihinin reddine de karşısınız... Öyle bir sonuç çıkarıyorum, doğru mu?
TG: Evet, ama bu benim yeni bir tutumum. Eskiden bir aralık iyi bir felsefeci olmak için adeta felsefe tarihini “bilmemek” gerekir gibi bir tutuma girdiğimi itiraf edeyim. Bunun ne kadar yanlış olduğunun gittikçe daha fazla bilincine varıyorum. Öyle bir tutum içine girdim, yani inkârcı bir tutum... Analitik felsefe her şeyi yeniden başlatıyor, şimdiye kadar yapılan safsata diyor. Ama işin ilginci, büyük filozofların nerdeyse tümü daha önceki felsefeyi yadsımakla işe girişiyor. Sil baştan kendi çabalarını ortaya koyuyor. İşte Kant’ı alın, Hume’u alın, Descartes’ı... Dolayısıyla, biraz kendimi affettirmek için... Bu suçsa, geçmişi inkâr etmek, bu suçu işlemeyen neredeyse hiçbir filozof olmadı. Ama aynı filozoflar herhalde çalışmaları ilerledikçe daha önce yapılanları da göz önünde tutuyorlar... Bilimde de aynı. Diyelim Einstein Newton fiziğini reddediyor, değiştiriyor; ama Newton olmasaydı Einstein olabilecek miydi? Onu düşünün. Tabii ki, hayır, diyeceğim.
HT: Felsefe için de aynı şeyi söylemek gerekiyor o halde. Geçmişte yol hazırlanmamış olsa, hiçbir yeni akım, hiçbir yeni görüş ortaya çıkamazdı herhalde.
TG: Çıkamaz. Ben kariyerime-o zaman adı pek konmamıştı-analitik felsefeci olarak başladım. O zaman analitik felsefede genel tavır inkarcıydı, söylediğim gibi. Ama yalnız felsefe değil, en başta metafizik düşman sayılıyordu. Analitik felsefenin birinci vazifesi metafiziği yok etmekti. Metafiziğe savaş açmakla başlıyordu. Ama o zaman bile bunu yapmadığıma yazdığım doktora tezi tanıktır. Orada “metafizik” diyorum başka bir şey demiyorum. Gerçi, metafiziği önünde sonunda analitik doğrulara indirgemek gibi, bugün son derece yanlış gördüğüm bir tutum içindeydim; ama metafiziğin temel önemini demek ki o zaman bile kavrıyordum, Hüseyin Batuhan’ın etkisinde kalarak. İkimiz birlikte... Bugün metafiziğe sahip çıkanlar, analitik felsefeciler, o zamanlar metafiziğe karşı çıkıyor, onu yadsıyorlardı; analitik felsefeye karşı olanlar metafizikçiydi. Ama bugün durum tamamen tersine dönmüş. Metafizik geleneğindeki felsefeyi bütünüyle kabul eden, yoğun biçimde onun üzerinde çalışanlar analitik felsefeciler. Kıta felsefesi yandaşları ise genellikle metafiziği bırakmışlar, daha çok dil felsefesi çerçevesi içine kendilerini çekmişler. Bir değiş tokuş olmuş. Artık bu felsefeciler dili göklere çıkarıyor, her şeyi dile bağlıyor, dil felsefecileri adıyla ortaya çıkıyorlar. Analitik felsefede ise Wittgenstein ile doruk noktasına çıkmıştı bu dil felsefesi. Şimdi günümüz analitik metafizikçileri, dile “gerektiği kadar” önem veriyorlar. Fakat “gerektiği kadar” (gülüyor). Dil bir araçtır; dil varlık hakkında düşüncelerimizi iletmenin bir aracından fazla bir şey değil. Gerçi kavramlarımızın dile getirilmeden ortaya konamadığım yadsımak olanaksızdır tabii. Dilin bütün işlevlerini sonuna kadar benimsiyorum, asla onları yadsımıyorum. Ama dilin bu işlevleri arasında varlık hakkında bilgi iletme işlevininin de bulunduğunu öne çıkarmak istiyorum. Başka bir deyimle, dili de metafiziğin bir aracı olarak görüyorum. Dili önemsemek metafiziğin bir alternatifi olamaz, değil mi? Bir alternatif sayılıyor. Onun yerine dil çalışması... İşte bunun “yanlış olduğunu” söylüyorum ve burada yalnız değilim; tam tersine analitik felsefecilerin büyük çoğunluğunun bunu benimsediğini görüyorum. Nihayet gün geldi yalnızlıktan, doğrudan doğruya yakın çevrem bakımından değil, düşünme alanım bakımından da kurtuldum. Dünyada analitik felsefeciler camiasının ya da topluluğunun diyelim, böyle metafiziğe yakın bir görüşü benimsediğini görüyoruz. Bu konuda yeteri kadar çalışma, makale, kitap bulma fırsatımın ve böylece kendimi daha çabuk yetiştirme ve bilgiye ulaşma olanağımın olması benim için tabii büyük bir talihtir.
HT: Hocam buradan daha genel birkaç soruya geçelim. Mantığın ve felsefenin üniversitede, ortaöğretimde yeri nedir, ne olmalıdır? Felsefecilere düşen ödevler nelerdir?
TG: Bunu kendi felsefi etkinliğim ve yaşamım bakımından yanıtlamaya çalışayım. Demin belirttiğim gibi çok farklı iki ideali gerçekleştirmeye çalışmıştım. Bir yandan geniş bir kitleye hitap eden bir reform yapmak, felsefe eğitiminde bir reform yapmak. Bunu mantıkla başlattık Hüseyin Batuhan ile... Ama amacımız uzun vadede tüm felsefe için bir reforma önayak olmaktı. Mantık için bir bakıma başardık, çünkü artık tüm liselere yayıldı modern mantık eğitimi, felsefe dersi, felsefe programı içinde... Fakat asıl ilginç olan, modern mantık felsefenin dışına çıktı, matematik müfredatının içine girdi, hem de ilkokul aşamasına kadar indi. İlkokulda matematik dersinde öğrenciler kümelerle tanışıyorlar. Torunlarımın ders kitaplarını gördüm. İşte küme işlemleri... Mantık ve küme... Mantıkla başlıyorlar ve bu böyle devam ediyor. Ben ilk mantık kitaplarımda kümeler kuramı diye oldukça büyük bir bölüme yer veriyordum. Bunu matematik derslerinde öğrendiklerini gördükten sonra müfredattan kümeleri çıkardık. Aslında şimdi mantığın kendisi neredeyse tümüyle matematiğe geçmiş, belki bu nedenle felsefe dersi olarak mantığa gerek bile kalmadı. Tabii, teknik düzeyde bir mantık. Şu anda felsefe ile birlikte bir mantık dersinin verilmesini, felsefe ders kitabının bir parçası olarak mantık dersinin bulunmasını savunuyorum. Nitekim bir on yıl kadar önce, Milli Eğitim Bakanlığı’nın felsefe müfredatının bir komisyonu vardı, ben ve meslektaşım Ahmet İnam da bulunmuştuk bu komisyonda. Bizden başka Necati Öner vardı, Ahmet Arslan ve Teoman Duralı da. Orada ben bağımsız bir mantık kitabından vazgeçmemizi ve zorunlu olacak, özellikle fen ile matematik şubeleri öğrencilerinin okuyacağı, felsefeyle birleşmiş bir mantık dersinin bulunması görüşünü savundum. Bir aralık çoğunluğu sağlar gibi de oldum. Ancak en sonunda, sanırım bir oy farkla, ben mağlup oldum; durum tekrar tersine döndü ve böylece, maatteessüf diyorum, ben haklı çıktım: Mantık bağımsız bir ders olarak kaldı ve bildiğim kadarı sadece çok az öğrencisi olan Türkçe-Sosyal şubelerinde zorunlu ders olarak veriliyor. Öğrencilerin çok büyük bir kısmının bulunduğu Matematik-Fen ile Türkçe-Matematik şubelerinde ise hiç okutulmuyor. Kırk beş yıllık çabam bir bakıma boşa gitti.
HT: Hâlbuki şöyle bir şey düşünsek: Mantık genel felsefe dersiyle birlikte, kapsamlı bir kitapta verilse, bütün alanlarda okuyan öğrencilere verilse...
TG: Ama bir sentez olarak. Yani kopuk bir bölüm olmamalı.
HT: Metafizik ve ontolojiyle birlikte çalışılan bir mantık...
TG: Mantığın Aristoteles’in organon’u olmak koşuluyla felsefede yeri var. Yoksa mantık bağımsız bir bilim olarak gerçekten felsefenin dışına çıkmış. Daha da ilginci, matematiğin de dışına çıktı şimdi; bilgisayar bilimlerinin bir dalı olmuştur bugün.
HT: Bütün yaşamınızı düşündüğümüzde, hangi insanları ya da insanı, kimleri ya da hangi insani nitelikleri önemsediniz, öne çıkardınız, değer verdiniz?
TG: Yani dünyada gelmiş geçmiş büyük düşünürleri mi kastediyorsun? Yoksa çevremdeki, yüz yüze geldiğim...
HT: Her iki gruptan da örnek verirseniz...
TG: Ne demiş üstadımız Descartes? Güçlükleri bölerek çözmek lazım. Bir de Poincare’nin bir sözünü sık sık tekrar ederim. Poincare hem bir bilim adamı, matematikçi, fizikçi; fakat aynı zamanda büyük bir bilim felsefecisidir. Çok çok hoşuma giden ve sık sık yinelediğim sözü: ‘İyi dile getirilmiş bir soru, yarı yarıya çözülmüştür.” Her konuda çok önemlidir soru sorma. Felsefe, bir soru sorma sanatıdır. Felsefenin belki sonsuz tanımı olur, çeşitli yönleri vardır felsefenin, ama şu anda bağlamdan dolayı bunu söylemek istiyorum. Felsefeci soru yanıtlamaktan çok soru soruyor. Bilim adamı ise daha çok soru yanıtlıyor. Ama bilim adamı da, eğer Kuhn anlamında devrim yapan bir bilim adamı ise, tıpkı felsefeci gibi, soru sormadan soru yanıtlayamaz. Unutmayalım ki soruyu sormak zaten yanıtın yarısını vermek demek... Felsefeci bir anlamda sorunun yanıtının ancak yarısını verir... Ancak kendimin buna çok uyduğunu söyleyemeyeceğim. Hatta belki de kusurumdur devamlı olarak görüş ortaya koymak. Tarafsız felsefe kabul edemiyorum; felsefe bir angajman, Sartre felsefesinde vardır, engagement, ... Bağlılık, bir şeye bağlılık... Çevremdeki kişilerden daha önce söz etmiştim. Hüseyin Batuhan, Suvar Köseraif, Ali Karatay ve Adnan Onart.
HT: Filozoflardan örnekle soru sorma titizliğini öne çıkardınız. Peki, gerçek hayatta insanlar arasında, iradeye ilişkin konularda hangi özellik öne çıkmalı? Siz neye değer verirsiniz?
TG: Yaşam felsefesi... İyi yaşamak nedir? Bana göre, karşılıksız öyle bir etkinlikte bulunacaksın ki, bu etkinlikten haz duyacaksın ve bir karşılığından dolayı değil. Yani araç değil etkinlik, kendisi bir amaç... Şimdi bu konuda bir yazıya gönderme yapacağım. Galiba Adnan Onart bu yazıyı bana göstermişti veya belki ben bulmuştum. Almanca bir yazı... Moritz Schlick’in “Vom Sinn des Lebens (Yaşamın Anlamı)” adlı yazısı idi galiba. Bu tez savunuluyor. Adnan Onart’la bu konuda çok çok tartışıyorduk. Ne yapıyorsan... Ders mi veriyorsun? Hiçbir karşılık beklemeyeceksin. Çocuk oyun oynamaktan nasıl bir haz duyuyorsa... Ona hiç kimse “aman oyna, oynamalısın” demiyor. O, kendiliğinden yapıyor bunu... İşte bütün yaptıklarını çocuğun oynaması gibi yapacaksın. Her zaman öyle yaşamaya çalıştım. Başta o olanaktan mahrumdum, çok mutsuzdum; ama zaman içinde o şekilde yaşama olanağını buldum ve böylece mutlu oldum. Mutluluğun sırrı...
HT: Siz, bizce çok haklı olarak, saygı görmüş, sevilmiş bir öğretmen, eğitmen, bir araştırmacı ve bir yöneticisiniz. Sizce neden bu kadar sevildiniz, sayıldınız? Bunun sırrı nedir? Öğrencileri tarafından bu kadar saygı gören insan sayısı pek çok değildir.
TG: Beni sevmeyenlere de son derece saygılı davrandım. Onlara herhangi bir iyilik yapma imkânı olunca onu yapmaktan çekinmedim. Kimseye kötülük yapmadım; elimden geldiği ölçüde yardım ettim, hizmet ettim. Yöneticilik yaptım. 1983’ten 1994’e kadar ODTÜ Felsefe Bölümü’nün başkanlığını yaptım. Orada, bölümdekilerin, odacısından öğretim üyesine kadar, herkesin her türlü, en basit, sıradan işleri dâhil, bütün sorunlarım çözmek için büyük çaba sarf ettim ve özellikle bölümün gelişmesi için çok büyük emek harcadım. Anlatayım: Mesela çok önemli bir evrak, bölüm için hayati önemde. Geç gider bizde evraklar çok. Kendi elimle alıp ilgili yere götürdüm. Koca bölüm başkanı, tabii, hayretler içinde “nasıl olur siz kendiniz geldiniz” dediler şaşkınlık içinde... Niye sevildim? Bir de öğrencilerim... Öğrencilerimi yetiştirmek için çok uğraştım. Belki geniş bir kitle içinde yüzlerce öğrenciye yardım etmek zor ama... Az sayıda bahsettiğim kişilerle çok yakından ilgilendim... Benim özel hayatım olmadı. Hep bu yakınlık hissettiğim öğrenciler benim aile dostlarımdı. İçli dışlıydım.
HT: Çok teşekkür ediyoruz hocam. Sizin eklemek istediğiniz bir şey var mı?
TG: Son sözüm: Mesleğimi yaşadım. Yani mesleğimi zevkle yaptım. Kendim haz duyacağım bir şey olarak yürüttüm. O bakımdan mutluyum.
HT: Çok teşekkür ederiz.
Sh: 51-62
TEO GRÜNBERG’İN YAYINLARI
KİTAPLARI
Sembolik Mantık I: Önermeler Mantığı, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları, İstanbul, 1968.
Anlam Kavramı Üzerine Bir Deneme, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Yayınları, Ankara, 1970; YKYCogito, İstanbul, Kasım 2006.
Symbolic Logic-Volume I, ODTÜ, Ankara, 1972 (2. Basım).
Symbolic Logic-Volume II, ODTÜ, Ankara, 1970.
Modern Mantık Lise III. Sınıflar için Deneme Ders Kitabı, Hüseyin Batuhan ile birlikte, Milli Eğitim Basımevi, Ankara, 1971 (2. Basım).
Modern Mantık ve Uygulamaları, Hüseyin Batuhan ile birlikte, Milli Eğitim Basımevi, Ankara, 1975 (2. Basım).
Epistemik Mantık Üzerine Bir Araştırma, ODTÜ, Ankara, 1971; YKY-Cogito, İstanbul, 2007.
Modern Mantık ve Uygulamaları, Adnan Onart ile birlikte, Milli Eğitim Basımevi, Ankara, 1975 (2. Basım).
Lise ve Dengi Okullar İçin Mantık, Necati Öner ve Adnan Onart ile birlikte, Milli Eğitim Basımevi, Ankara, 1980 (10. Basım).
Mantıksal Anlam Kuramı-Bir Giriş Denemesi: Kaplamsal Yorumlama', Adnan Onart ile birlikte, TDK Yayınları, Ankara, 1980.
Set Theory: Sets, Relations, Functions, Adnan Onart ve Nilüfer Narlı ile birlikte, ODTÜ, Ankara, 1980.
Modern Mantık, Hüseyin Batuhan ile birlikte (katkıda bulunan Sadrettin Eyüboğlu), ODTÜ, Ankara, 1984 (3. Basım).
Mantık I (Lise Ders Kitabı), Necati Öner ile birlikte, Emel Yayınevi, 1994.
Anlama, Belirsizlik ve Çok Anlamlılık, Gündoğan Yayınları, Ankara, 2000.
Sembolik Mantık El Kitabı-1. Cilt: Temel Mantık, METU PRESS, Ankara, Kasım 2000.
Sembolik Mantık El Kitabı-2. Cilt: Özel Mantık Sistemleri, METU PRESS, Ankara, Kasım
2000.
Sembolik Mantık El Kitabı-3. Cilt: Sembolik Mantığın Uygulamaları, METU PRESS, Ankara, Kasım 2000.
Modern Logic, METU PRESS, Ankara, Ekim 2002.
Mantık Terimleri Sözlüğü, Adnan Onart ile birlikte, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara, 1976; Adnan Onart, David Grünberg ve Halil Turan ile birlikte, METU PRESS, Ankara, Nisan 2003 (Genişletilmiş 3. Basım).
Felsefe ve Felsefi Mantık Yazıları, YKY-Cogito, İstanbul, Ağustos 2005.
Metafizik, David Grünberg ile birlikte, Anadolu Üniversitesi Açık Öğretim Fakültesi Yayını, Eskişehir, Ağustos 2011 (2. Basım).
Bilim Felsefesi, David Grünberg ile birlikte, Anadolu Üniversitesi Açık Öğretim Fakültesi Yayını, Eskişehir, Eylül 2011.
MAKALELERİ
“Syntactical Categories”, Litera, Cilt 8, İstanbul, 1965, 25-43.
“Phenomenalism and Observation”, Felsefe Arkivi, Sayı 15, İstanbul, 1965, 68-75.
“Fenomenalizm ve Gözlem”, Felsefe Arkivi, Sayı 15, İstanbul, 1965, 76-77.
“Anlam Kavramı Üzerine Bir Deneme”, Felsefe Arkivi, Sayı 15, İstanbul, 1965, 117-163.
“An Essay on the Concept of Meaning”, Felsefe Arkivi, Sayı 15, İstanbul, 1965, 110-116.
“An Analysis of John R. Searle’s How to Drive ‘Ought’ from ‘Is’”, Araştırma, Sayı 7, Ankara, 1969, 119-126.
“Logical Constants”, Araştırma, Sayı 10, Ankara, 1972, 47-81.
“A Tableau System of Proof for Predicate-Functor Logic with Identity”, Journal of Symbolic Logic, Cilt 48, Sayı 4, 1983, 1140-1144.
“Neopozitivizmin Bilim Anlayışının Eleştirisi”, Bilim Kavramı Sempozyumu Bildirileri, Ankara, 1984, 33-34.
“A Set Theoretical Reconstruction of Wittgenstein’s Ontology and Picture Theory”, ODTÜ İnsan Bilimleri Dergisi, Sayı V/l, 1985,49-60.
“Predicate-Funtor Logic with Operation Symbols”, Logique et Analyse, Cilt 29, Sayı 113, 1986, 95-104.
“A Logical Analysis of Aristotle’s Conception of Knovvledge”, ODTÜ İnsan Bilimleri Dergisi, Sayı 9/1, Ankara, 1990, 5164.
“Ultraproduct Construction and the Strong Completeness Theorem for Predicate Functor Logic with İdentitiy”, Journal of Human Sciences, Sayı 1, Ankara, 1992, 99-104.
“Long Run Consistency of Beliefs”, Journal of Human Sciences, Sayı 12/2, Ankara, 1993, 7-17.
“Long-Run Consistency of Beliefs as Criterion of Empirical Knowledge”, Boston Studies in the Philosophy of Science, Cilt 170, 1995, 149-163.
“Carnap and Kuhn: Arch Enemies or Close Allies?”, Gürol Irzık ile birlikte, British Journal for the Philosophy of Science, Cilt 46, 1995, 285-307.
“Whorfian Variations on Kandan Themes: Kuhn’s Linguistic Turn”, Gürol Irzık ile birlikte, Studies in History' and Philosophy of Science, Cilt 29, 1998, 207-221.
“Toplum Bilimleri Yönteminde Pozitivizm: Adorno Popper Tartışması”, David Grünberg ile birlikte, Cogito, Sayı 36 (Yaz 2003), 124-141.
“Ölümünün 730. Yılında Mevlana-Mevlana Değerlendirmesi”, Bilim ve Aklın Aydınlığında Eğitim Dergisi, Aralık 2003, Yıl 4, Sayı 46.
“Demarcation of the Logical Constants and Logical Truth in terms of Analyticity”, Boston Studies in the Philosophy of Science, Cilt 244, 2005, 27-38.
“Anlam Kavramı ve Metafizik Önermeler”, Anlam Kavramı Üzerine Yeni Denemeler; der. Sibel Kibar, Selma Aydın Bayram, Ayhan Sol, Legal Kitapevi, İstanbul, 2010, 3-15.
Teo Grünberg’in Yönettiği Lisansüstü Tezleri
YÜKSEK LİSANS TEZLERİ
LOGİCO-PHİLOSOPHICAL ANALYSİS OF COMPARATİVE PROBABİLİTY
Erkanlı (Kutlusoy), Zekiye, Y. L. Tezi, Danışman: Prof. Dr. Teo Grünberg, ODTÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara, Şubat 1985, 100 sayfa.
A CRITICAL SURVEY OF CONTEMPORARY TRUTH THEORIES
Soysal, Yalçın, Y. L. Tezi, Danışman: Prof. Dr. Teo Grünberg, ODTÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara, Haziran 1991, 135 sayfa.
AN ANALYSİS IN THE LOGIC UNDERLYING COMMONSENSE REASONING
Dağlı, Mustafa M., Y. L. Tezi, Danışman: Prof. Dr. Teo Grünberg, ODTÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara, Şubat 1993, 82 sayfa.
PHILOSOPHICAL ASPECTS OF ARTIFICIAL INTELLIGENCE
Yaren, Murat F., Y. L. Tezi, Danışmanlar: Prof. Dr. Teo Grünberg ve Prof. Dr. Ahmet İnam, ODTÜ Sosyal Bilimler Ensti-tüsü, Ankara, Ocak 1998, 94 sayfa.
BASICS OF MODERN THEORY
Taşdelen, İskender, Y. L. Tezi, Danışman: Prof. Dr. Teo Grünberg, ODTÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara, Ağustos
2000,  75 sayfa.
LOGIC, LOGICISM AND INTUITIONISM IN MATHEMATICS
Karakadılar, Besim, Y. L. Tezi, Danışman: Prof. Dr. Teo Grünberg, ODTÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara, Temmuz
2001,  56 sayfa.
LOGİCAL FORM AND GRAMMATICAL FORM IN BERTRAND RUSSELL
Adanalı, Ahmet H., Y. L. Tezi, Danışman: Prof. Dr. Teo Grünberg, ODTÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara, Ağustos 2001,    170 sayfa.
DOKTORA TEZLERİ
A CASE STUDY ON THE NATURE OF THEORY CHOICE: THE ACCEPTANCE OF EINSTEIN’S LIGHT QUANTUM THEORY Demirel, Şahabettin, Doktora Tezi, Danışman: Prof. Dr. Teo Grünberg, ODTÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara, 1988.
IS THE “BIOLOGICAL” REDUCIBLE TO THE “PHYSICAL”? AN OVERALL CRITICAL ANALYSIS OF THE CONCEPT OF REDUCTION IN BIOLOGY
Örs, Yaman, Doktora Tezi, Danışman: Prof. Dr. Teo Grünberg, ODTÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara, Ağustos 1991, 142 sayfa.
TOWARDS A SOLUTION TO THE LOTTERY PARADOX AND TO THE PARADOX OF THE PREFACE
Kutlusoy, Zekiye, Doktora Tezi, Danışmanlar: Prof. Dr. Teo Grünberg ve Prof. Dr. Ahmet İnam, ODTÜ Sosyal Bilimler Ensti-tüsü, Ankara, Eylül 1994, 157 sayfa.
THE ONTOLOGICAL STATUS OF POSSIBLE WORLDS Akıncı, Semiha, Doktora Tezi, Danışmanlar: Prof. Dr. Teo Grünberg ve Prof. Dr. Ahmet İnam, ODTÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara, Ağustos, 1995, 177 sayfa.
THE SCOPE AND PROBLEMS OF CARTESIAN EPISTEMOLOGY
Turan, Ş. Halil, Doktora Tezi, Danışmanlar: Prof. Dr. Teo Grünberg ve Prof. Dr. Ahmet inam, ODTÜ Sosyal Bilimler Ensti-tüsü, Ankara, Temmuz 1999, 175 sayfa.
Rahel Grünberg
 (
Teo Grünberg’in Eşi.)
Teo Bey’le 1955 senesinde müşterek bir dostumuzun vasıtasıyla tanıştım. Beni ondan evvel isteyenler de olmuştu ama hiçbirini beğenmemiştim.
Teo, iyi bir aileye mensuptu. Kimya yüksek mühendisi idi. Almanca, Fransızca ve İngilizce yabancı dillerini çok iyi biliyordu. Konuşmaya başlayınca onun çok kültürlü biri olduğunu anladım. Biraz düşündüm: Benim istediğim de buydu. Karşımda konuşabilecek, anlaşabilecek birini istiyordum. Fazla düşünmeden o gün öğleden sonra beraber çıkmaya karar verdim.
İki ay kadar birlikte gezdik, anlaştık; sonra nişanlanmaya karar verdik. Teo, ailesinin tek evladı idi. Taksim’de, dört odalı, büyük bir salonu olan bir apartmanda oturuyorlardı. Nişanı onun evinde yaptık. İki ailenin yakın akrabaları ve tanıdıkları katıldı nişanımıza. Pek çok çiçek geldi, epey de kalabalıktı; çok güzel bir nişan oldu. Altı ay nişanlı kaldık. Bu arada ben çeyizimi hazırladım; sonra da evlendik.
Ayrı ev tutmadık. Gelinleri olmuştum; aynı evde oturacaktık. İç içe iki odaya yerleştik. Evde kayınvalidem, kayınpederim, bir de nine bulunuyordu; ayrıca yatılı bir yardımcıları vardı. Dolayısıyla bana yapacak bir iş kalmıyordu. Ben o zamanlar Selanik Bankası’nın muhasebe servisinde çalışıyordum; üç ay kadar da çalışmaya devam ettim. Bir süre sonra ilk çocuğuma hamile kalınca bankadan ayrıldım. Teo ise kimya mühendisliğini sevmediği için o dal üzerinde değil, babasının ortak olduğu bir şirkette çalışmaktaydı.
4 Haziran 1956’da kızım Dahlia’yı doğurdum; ancak, doğumum çok zor oldu. Üç ay boyunca epey rahatsızlık çektim. Kayınvalidem, bir de hemşire olan dayısının eşi çocuğa baktılar. Ben de zaman zaman iyi olduğumda çocuğumla ilgileniyordum. Kayınvalidem, başka çocuğu olmadığı için, Dahlia’ya kendi çocuğu imiş gibi bakıyordu, iyileştikten bir süre sonra ikinci çocuğuma hamile kaldım. Oğlum David’i 14 Haziran 1957’de doğurdum. Bembeyaz, toplu, çok güzel bir çocuktu. Bu sefer çok kolay bir doğum oldu; oğlumu konuşa konuşa doğurdum. İki çocuğa bakmak zor olacaktı. Kayınvalidem Dahlia’yı hemen kendi oda-sına yerleştirdi; ona o baktı. Ben de oğluma baktım. Çocuklar da büyümeye başladılar. Her gün onları Taksim Bahçesi’ne gezmeye götürüyordum. Bir yaz da Heybeliada’da bir ev tutup, çocukları denize götürdüm. Ertesi sene ve daha sonraları adaya gitmedik. Aradan biraz zaman geçti. Teo rahatsızlandı. Ona ve çocuğa bakmaktan çok yorulmuştum. Doktora muayeneye gittiğimizde doktor, önlem almamıza rağmen hamile olduğumu, tansiyonumun da sekize düştüğünü söyledi. Evvela tansiyonumu yükseltmek için ilaç verdi. Ama tansiyonum maalesef yükselmedi. Moralim çok bozulmuştu. Doktor, “Sen beni dinle kızım, bu çocuğu da doğur, sonra bana dua edersin.” dedi. Hakikaten bugün, bana bunu tavsiye ettiği için ona minnettarım. Oğlum Jak’ı 29 Aralık 1959’da dünyaya getirdim. Çok cana yakın bir çocuk. Her geldiğinde bana sarılır, kucaklar, öper.
Kayınpederim çok iyi bir insandı. Ancak kalbinden rahatsızdı. 28 Aralık 1960 günü gece eve geldiğinde ani bir kriz geçirdi. Doktor çağırmamıza rağmen, ne yazık ki onu kurtarmak mümkün olmadı. Bu, bizim için çok büyük bir kayıp oldu. Ertesi gün de Jak’ın ilk doğum gününü kutlayacaktık. Maalesef bu acımız yüzünden bir şey yapamadık.
Beş ay sonra da nineyi kaybettik. Çok yaşlı idi. Hastalıktan ölmedi. Koltuğa oturayım derken yere düştü; kalça kemiği kırıldı. Alçıya kondu; ancak beş hafta dayanabildi.
Kayınvalidemin midesinde ülser vardı. Bir gün müthiş bir kanama geçirdi; onu yerde baygın yatarken bulduk. Hemen doktor çağırdık. Doktor, gereken tedaviyi yaptı; ancak, ameliyat olması gerektiğinde ısrar etti. Kayınvalidem ise ameliyat olmak istemiyordu. Onu hastaneye yatırmak için her şeyi evvelden hazırlattık. Doktor ona bir iğne yapması gerektiğini söyledi, iğneyi yaptıktan sonra o hemen uyudu. Hastaneye kaldırdık. O zaman meşhur bir operatör olan Hazım Bumin ameliyatını yaptı. Teo ile Jak annemlerde, Dahlia ile David de dayısı ve eşinin yanında kaldılar. Ben de hastanede kayınvalideme baktım. Ona bakan doktor, hastaneden çıktıktan sonra yazlığa gitmemizi tavsiye etti. Erenköy’de büyük bahçesi olan küçük bir ev tuttuk; yazı orada geçirdik. Kayınvalidem de sıhhatine kavuştu. Sonra tekrar Taksim’deki dairemize döndük.
Bu arada Teo’nun dayısı, felsefe doçenti Dr. Hüseyin Batuhan ile tanışıyordu. Teo’nun dayısı doğuştan sağır ve dilsizdi. Hüseyin Bey’in kayınbiraderi de sağır ve dilsizdi. Almanya’da aynı okulda tahsil gördüler; arkadaş oldular. Bu yüzden sık sık görüşüyorlardı. Teo’nun dayısı çok akıllı idi. İngilizce, Almanca, Fransızca ve Türkçeyi çok iyi biliyordu; aynı zamanda diş teknisyeni idi.
Teo evde boş vakitlerini, Türkçeden başka, İngilizce, Almanca ve Fransızca mantık ve felsefe kitaplarını okuyup, bir şeyler yazarak geçirirdi. Henüz uygun bir iş bulamamıştı. Dayısı bir gün Hüseyin Batuhan’ı ziyarete gitti. Çalışma odasında okuduğu kitapları görünce, yeğeni Teo’nun da böyle kitaplar okuduğunu söyledi. Hüseyin Bey de “Yeğenini getir, onunla tanışayım.” dedi. Teo çekingen bir gençti. Ben çok ısrar ettim, “Git, tanış.” dedim. Teo sonunda razı oldu. Dayısı ile beraber Hüseyin Bey’i ziyarete gittiler.
Hüseyin Bey, Teo’nun felsefe ve mantık bilgisine hayran kaldı. Üstelik Teo bu bilgileri kendi kendine öğrenmişti. Onu İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’ne almayı teklif etti. Teo çok sevindi, havalara uçuyordu. Böylece bu teklifi kabul eden Teo, Hüseyin Bey’le beraber üniversiteye gitti. Hüseyin Bey onu mesai arkadaşlarıyla tanıştırdı. Başta bir deneme dersi vermesini söylediler. Bu vesile ile şimdiki kariyerine başlayan Teo, sonra da uzman oldu.
Bu arada çocuklar büyüyordu. Üç merdivenden aşağı inip komşu çocuklarla sokakta oynuyorlardı. Dahlia Taksim’de ilkokula başlamıştı. Sokakta oynamaları çok tehlikeli idi. Nihayet karar verdik ve Erenköy ile Suadiye arasında bahçeli, büyük bir eve taşındık. Dahlia ile David’i oradaki bir okula kaydettirdim. Okul evimize yakındı. Başta ben götürüp getirdim; sonra kendileri yalnız gidip geldiler.
Teo yazın bahçede bir masa kurup, daktiloda doktora tezini yazmaya başladı. Doktorasını üç ay içinde bitirdi. 1964 senesinde 2. Mantık, Bilim Felsefesi ve Metodoloji Kongresi’ne Doç. Dr. Hüseyin Batuhan ile beraber katıldılar. Ben de Teo ile beraber gittim.
Teo uzman olarak ders vermeye devam ediyordu. Ancak, bu arada, üniversitede bazı hoş olmayan durumlar, tatsızlıklar da oluyordu. Hüseyin Bey de Teo da artık bu olup bitenlerden rahatsız olmaya başlamışlardı. Profesörlerden biri, Hüseyin Bey’in avukat olan ağabeyine, “Teo Bey boşuna doçent olmayı düşünmesin.” demiş. Hüseyin Bey de bunu Teo’ya iletti. İkisi de çok üzülmüşlerdi. Hüseyin Bey, “Teo Bey size bu fakültede bir gelecek yok.” dedi. Hüseyin Bey’in ODTÜ’de Bahattin Baysal adında çok sevdiği bir arkadaşı vardı. Onunla mektuplaşıyordu. Ona bir mektup yazarak, Teo ile birlikte bu üniversiteye gelip ders vermeyi düşündüklerini söyledi. Bunun üzerine de Bahattin Baysal, o sıra Fen ve Edebiyat Fakültesi’nin dekanı olan Erdal İnönü ile konuştu. Erdal İnönü kabul etmiş; “Hemen gelsinler, görüşelim.” demiş.
Teo bensiz hiçbir yere gitmezdi. Üçümüz Ankara’ya geldik. Ulus’ta bir otele birkaç günlüğüne yerleştik.
Teo biraz tedirgindi. İngilizceyi biliyordu; ancak, o güne kadar bu lisanda hiç ders vermemişti. Trende Ankara’ya gelinceye kadar Hüseyin Bey’le hep İngilizce konuştular. Çok iyi buldu Teo’yu Hüseyin Bey; kendisi yurt dışında da bulunduğu için üç lisanı mükemmel biliyordu.
Ertesi gün ODTU’ye gittiler. Erdal Bey onları dostça karşıladı. Sınava gireceklerini, bunun basit bir formaliteden ibaret olduğunu söyledi. Bunun üzerine Teo biraz rahatlamış oldu; aslında okuduğu felsefe kitaplarının çoğu İngilizce idi. O gün sınava başta Hüseyin Bey, sonra Teo girdi.
Sınav bittikten sonra, o sıra bölüm başkanı olan Dr. Yuluğ Kurat Teo Bey’in koluna girmiş bir şekilde dışarıya çıktıklarında, sınavda bulunanların hepsi neşeyle gülüyorlardı. Yuluğ Bey, Hüseyin Bey’e gülerek, “Emin olun Hüseyin Bey, hayatımda hiç bu kadar zevkli bir sınav görmedim.” diyordu, “Espri anlayışına da diyecek yok. Arkadaşlarla size on, ona dokuz vermeyi kararlaştırdık. Tebrik ederiz. Teo Bey gerçekten de çok ilginç bir insan. Hepimizi gülmekten kırdı geçirdi.”
Sonunda ikisi de ODTÜ’ye, Beşeri İlimler Bölümü’ne, seçmeli ders vermek üzere kabul edildiler.
Sonra İstanbul’a döndük. Sıra İstanbul Üniversitesi’nden nasıl ayrılacaklarına gelmişti.
Dekana gidip fikir ve düşüncelerini anlattılar. Dekan çok üzüldü. Onlara bir sene için ücretsiz olarak izin almalarını tavsiye etti; “İleride memnun kalmazsanız geriye dönersiniz; başımızın üstünde yeriniz var,” dedi. “Bir dilekçe verip, izninizi isteyin.”
Gerekeni yaptıktan sonra biz, tekrar, 1966’da yerleşmek için Ankara’ya ev aramaya geldik. En sonunda Karyağdı Sokağı’nda, Rus Sefareti’nin karşısında, salonu büyük, yatak odalarından biri büyük, diğer iki odası daha küçük olan, Oya Apartmam’mn zemin katında bir daire kiraladık. Hüseyin Bey de Güniz Sokak’ta bir daire buldu.
Ardından da İstanbul’a dönüp yolculuk hazırlıklarına başladık. Bir sene tecrübe olarak Ankara’ya gideceğimizden, Erenköy’deki evi boşaltmadık; yalnızca ağır eşyaları bırakarak, gerekeni aldık. Tuzcuoğlu nakliyat firması ile eşyalarımız gelirken, biz de trenle Ankara’ya geldik. Yavaş yavaş eve yerleştik. Bazı yeni ve basit eşyalar almaya mecbur olduk. Bu arada çocukları Halide Edip Adıvar İlkokulu’na kaydettirdim. Okul açılınca da her gün onları götürüp getirmeye başladım.
Teo ODTU’ye gitmeye başladı. Öğrencilerin seviyesinden çok memnun kaldı. Sene sonu gelince Teo ile Hüseyin Bey ODTÜ’de temelli kalabileceklerine karar verdiler. Yaz tatili için hep beraber İstanbul’a gittik. Ankara’ya dönmeden kısa bir süre önce de evi tasfiye etmeye başladık. Çok ağır eşyalarımız vardı; onları yok pahasına satmaya mecbur kaldık. Geriye kalanı da Ankara’ya gönderdik.
Hüseyin Bey ile Teo, İstanbul Üniversitesi’nden ayrılıp işlerini ODTÜ’ye naklettiler. Dolayısıyla artık Ankaralı olmuştuk. 1967’de, İstanbul’dan Ankara’ya bu sefer temelli olarak döndük. Teo üniversiteye, çocuklar da okula devam ettiler.
Bölümde felsefeci olarak Dr. Cemal Yıldırım bulunuyordu. Ayrıca İstanbul’daki üniversiteden son derecede yetenekli öğrenciler olan Suvar Köseraif ve Adnan Onart’ı asistan olarak aldılar. Bu iki yetenekli genç, daha sonra öğretim görevlisi oldu. Böylece de bölümde ders verecek elemanları arttı.
İstanbul’da iken Teo ile Hüseyin Bey, liselerde okutulan felsefe ve klasik mantığın bir nevi ezberciliğe dayandığını düşünüyorlardı. Bu nedenle de yüreklerinde, liselerde köklü bir reform yaparak, gençlerin düşünme yetilerini geliştirme ideali vardı.
ODTÜ’ye geldikten sonra, Milli Eğitim Bakanlığı ile işbirliği yapıp, reform için gerekli girişimlerde bulundular. O zaman bakanlık müsteşarı olan Hüsnü Ciridi ile görüştüler. Ciridi, böyle önemli bir konuda kendilerine yardımcı olacağını, girişimlerini büyük bir memnunluk ve sevinçle karşıladığını belirtti ve onları desteklemeye hazır olduğunu tekrar etti.
İlk iş, yeni bir mantık ders kitabı hazırlamaktı. Kitabın adı “Modern Mantık” olacaktı. Ancak, kitap yazmakla iş bitmiyordu. Bu dersi yetkinlikle verecek öğretmenleri de yetiştirmek gerekiyordu. Bu da, ancak, yaz kursları yapmakla sağlanabilirdi. Bu nedenle, felsefe öğretmenlerine, yazları, her sene çeşitli okullarda (gerek İstanbul’da gerek Ankara’da) olmak üzere, bir aylığına
kurs vermeye karar verdiler. Bu kurslar, 1967-1976 yılları arasında her sene verildi. Başta öğretmenlere notlar dağıtıldı; sonra kitap basıldı. İlk kurstan sonra modern mantık, yedi okulda öğretilmeye başlandı. Her sene de bu okulların sayısı arttı. Öğretmenler bu uygulamadan çok memnun kaldılar. Modern mantık bugün bütün liselerde okutuluyor. 1967’de kursta birinci olan Cemil Akdoğan’ı da üniversiteye asistan olarak aldılar.  Ben de her sene, çocuklardan birini yanıma alıp, Teo ile beraber gidiyordum; kurs verilen okulda bize bir oda veriliyordu.
ODTÜ’lü üniversite yıllarına dönecek olursak, boş durmayı sevmediğim için, Teo ile her gün üniversiteye gitmeye, özel sekreterliğini yapmaya başladım. Ben, zamanında bir daktilo kursuna gitmiş olduğum için, on parmakla daktilo yazmasını biliyordum. Evdeki daktiloyu okula getirdik. Yazılarını, notlarını, sınavlarını daktiloda yazmaya başladım. Teo kafeteryadaki yemekleri beğenmediği için de, mecburen evden yemek getiriyordum. Elektrikli bir ocakta ısıtıp, beraberce yemek yiyorduk. Bu, öğretim üyeleri lokali açılıncaya kadar sürdü. Sonra evden artık yemek getirmedik. Lokalde yemekler kaliteli olduğu için oraya gitmeye devam ettik. Bu süre içinde bir-iki de ev değiştirdik. Sonunda Hüseyin Bey’e ve bize lojman çıktı. Beş sene orada oturacaktık. Çocuklar da ilkokulu bitirdikten sonra Deneme Lisesi’nde okumaya başlamışlardı. Servisle gidip geliyorlardı. Bu durum bizim için de büyük bir kolaylık oldu. Ofise yürüyerek gidip geliyorduk. 1980 senesinde süremiz bitti. Yeniden ev aramaya başladık. Boğaz Sokak’ta oturan ve ODTÜ’de öğretim üyesi olan Harun Rızatepe, kendi oturduğu apartmanda boş bir dairenin kiralık olduğunu söyledi. Biz de hemen gidip gördük. Zemin kattı; ön ve arka tarafta iki bahçesi vardı ve büyük bir daireydi. Ev sahibi ile anlaşarak hemen taşındık. Maalesef o evde bir seneden fazla oturamadık. Harun Rızatepe’nin oturduğu ön daire de aynı ev sahibine aitti. İstanbul’a yerleşecekleri için evleri satılığa çıkardılar; iki evi de, aynı kişi, yerleşmek üzere satın aldı. Bize de gene ev aramak sorunu çıktı. O semtte uygun bir ev bulamadık.
O zaman ODTÜ’nün üst kısmındaki şimdi oturduğumuz sitede inşaat bitmişti. Teo okula yakın olduğu için oraya taşınmamızı istedi. Hiçbirimiz evi beğenmedik. Yerler taştı. Eskiden oturduğumuz evler kadar da büyük bir ev değildi. Teo çok ısrar edince, ister istemez kabul ettik. Temizliğini yaptıktan sonra taşındık.
Büyük halılarımız olduğu için, salonu da odaları da hah ile döşedik. Biz ilk taşınanlardan olduk. Apartmanda, ODTÜ’de çalışan ve de Teo’nun öğrencisi olan Murat Yurdakul bizden evvel annesiyle beraber oturmaya başlamıştı. Buna çok sevindik. İyicene yerleştik. Üniversiteye yürüyerek gidip geliyorduk.
Teo Bey’in, bir bölümü uluslararası dergilerde yayınlanmış olan, otuz beşi aşkın makale ve bildirisi ile yirmi kitabı bulunmaktadır. Teo Bey, 2000 senesinde öğretmenler ve öğrenciler için üç ciltlik Sembolik Mantık El Kitabı’nı, 2002 senesinde de İngilizce Modern Logic kitabını yazdı. Bu kitaplar ODTÜ’de basıldı. Teo’nun el yazısı kötü olduğu için, bütün bu kitapları ben temize çektim. Övünmek gibi olmasın ama benim yazım çok güzeldir. Matbaa hemen kabul etti. Teo, ilk üç kitabı Hüseyin Batuhan’a, İngilizce kitabını da bana ithaf etti.
Ben, birkaç sene önce, iki buçuk saat süren bir ameliyat geçirdim. Daha sonrasındaysa sol gözümden katarakt ameliyatı oldum. Artık okula gitmiyorum. Evde bir bilgisayarımız olduğu için de benim pek bir şey yazmama gerek kalmadı. Vaktimi roman okumak ve bilmece çözmekle geçiriyorum.
Çocuklara gelince... Dahlia, Deneme Lisesi’ni bitirdikten sonra Hacettepe Üniversitesi Beslenme ve Diyetetik Bölümü’ne girdi. Üçüncü sınıfta iken evlenip Amerika’ya gitti. Ancak evlilikleri yürümedi; bir buçuk sene sonra ayrıldılar. O zamandan beri bizimle oturuyor.
David, liseyi bitirdikten sonra ODTÜ İşletmecilik Bölümü’nü kazandı. Mezun olduktan sonra İstanbul’da Arthur Anderson diye bir firmada çalıştı. Nedense bu mesleği hiç beğenmedi. Ankara’ya dönüp Felsefe Bölümü’ne girdi; master yaptı. Doktora yapmaya devam ederken, Fulbright bursu ile Amerika’da Tallahassee kentinde bulunan Florida Devlet Üniversitesi Felsefe Bölümü’ne gitti. Orada dokuz ay kaldı. Geri döndükten sonra doktorasını bitirdi. Sırasıyla öğretim görevlisi, yardımcı doçent ve doçent oldu. Üç yıl kadar önce 20 yıllık hizmet belgesini aldı. David, Naile adında, Hacettepe Üniversitesi Kimya Mühendisliği Bölümü’nden mezun bir kızla evlendi. Gizem isimli bir kızları var. ODTÜ Koleji’nde lise ikide okuyor; çok akıllı ve çok başarılı bir öğrenci. Küçük yaşlarda beş yıl boyunca bale yaptı. Daha sonra, ilköğretim yıllarında, uzun bir süre halk oyunlarıyla ilgilendi. Şimdilerdeyse modern dansa devam ediyor.
Jak ise ODTÜ İstatistik Bölümü’nü bitirdi. Daha sonra burs kazanarak, bir süre Norveç’te Trondheim Üniversitesinde eğitimini sürdürdü. Döndükten sonra da Ankara Üniversitesi İstatistik Bölümü’nde yüksek lisans eğitimini tamamladı. Yaklaşık on beş senedir Ankara’da Finansbank’ta çalışıyor. Jak da Esin isminde bir kızla evlendi. Esin ODTÜ’de sekreter olarak çalışıyor. Arda Teo isminde bir oğulları var. ODTÜ Koleji sekizinci sınıfta okuyor. Özellikle resim yapmakta çok yetenekli; ayrıca gitar çalıyor, masa tenisi ve futbol oynuyor.
Sh: 71-78

Yasin Ceylan
[
ODTÜ, Fen-Edebiyat Fakültesi,
Felsefe Bölümü Öğretim Üyesi.]
WHO IS A PHILOSOPHER?
Abstract. A studcnt of philosophy is usually concerned about the thoughts of a philosopher rather than his lifestyle or biography. This way of treating philosophy separates philosophic ideas from a living human case. It may also give the impression that philosophy has nothing to do with actual facts of life. However, there should be a corrclation betvvecn a certain philosophy and the personality of the one who produces it. If philosophic thought has any effect on human experience, it should first be found on the behaviors of the philosopher himself. An analysis of a philosophic theory in conjunction with the character and the moments of the life of the author of that theory may have a better chance of evaluation than if nothing is known about him. This new approach may lead us also to the study of mental and physical traits of a philosopher. In this concise article, rational and irıational aspects of an ideal philosopher are put under scrutiny in such a way that the optimum State of mind for any sensible philosophic thought is implicitly brought about. Another outcome of this study is to point to some psychological dispositions that are detrimental to rightful flow of philosophic ideas.
Keywords: complexes, ideologies, dogmas, rationality, irrationality.
Özet. Bir felsefe öğrencisi genellikle bir filozofun yaşam biçiminden veya yaşam öyküsünden çok onun düşünceleriyle ilgilenir. Felsefenin bu şekilde konu edinilmesi, felsefi fikirleri yaşayan insana ait durumlardan koparır. Bu, felsefenin gerçek yaşam olgularıyla hiçbir ilişkisinin olmadığı izlenimini de verebilir. Oysa belli bir felsefe ile onu yapanın kişiliği arasında bir etkileşimin olması gerekir. Eğer felsefi düşünce insan deneyimi üzerinde bir etki yaratıyorsa, o etki öncelikle filozofun kendi davranışlarında görülmelidir. Felsefi bir kuramın, onu ortaya koyan kuramcının karakteri ve yaşam öyküsüyle birlikte çözümlenmesi, bu kuramcı hakkında hiçbir şey bilinmemesinden daha iyi bir değerlendirme şansı sunabilir. Bu yeni yaklaşım, bizi bir filozofun zihinsel ve fiziksel özelliklerini incelemeye doğru da götürebilir. İşte bu öz makale, ideal bir filozofun ussal ve usdışı yanlarını, makul bir felsefi düşünceye ilişkin optimum zihin durumunun ima edilerek oluşturulduğu bir şekilde dikkatli bir incelemeye tabi tutmaktadır. Bu çalışmanın diğer bir sonucu, felsefi fikirlerin doğru biçimde akışına zarar veren kimi psikolojik yatkınlıklara yönelmektir.
Anahtar Terimler: kompleksler, ideolojiler, dogmalar, ussallık, usdışılık.
Felsefenin ne olduğu, hangi konuları işlediği hususunda yazılmış makale ve kitaba rastlamak mümkün olmasına karşın, “Filozof kimdir?” sorusuna cevap veren pek az literatür mevcuttur. Bu farklılığın bir nedeni, filozofun, felsefe yapan fonksiyonu yanında, yaşayan bir insan olarak diğer aktivitelerinin de hesaba katılmasıdır. Çünkü filozof, sadece düşüncelerinden ibaret değildir. Felsefi düşünce, filozofun yaşamakta olduğu yaşantıyı yansıtmaktan çok, ideal bir yaşamı resmedebilir. Her felsefi düşünce, düşünürün yaşadığı dönemdeki büyük hadiselere karşı tepkisini de içermeyebilir. Çünkü düşünür, etrafında olup-bitenden kendisini tecrit edip, yalnız kendisinin kurguladığı bir dünyanın sorunlarıyla cebelleşebilir de. Kimi filozof, kendi tutku ve kompleksleriyle yaptığı mücadeleyi kaybettiği halde yazılarında, mükemmel bir şahsiyetin profilini yansıtabilir. Bu yüzden bir filozofun zihinsel ürünlerine müptela olan bir okuyucu, o kişinin gerçek hayattaki siciline baktığında düş kırıklığı yaşayabilir. Yazdıklarının veya okurlarına önerdiklerinin tersini yapan bir düşünürün düşüncelerinin değeri nedir? Yoksa bir düşünceyi ele alırken, düşünürün yaşam biçimini de mi hesaba katalım?
Bazı düşünce ve teori türlerinin düşünürün yaşantısıyla pek ilgisi olmayabilir. Doğa bilimleri alanında teori üreten bir bilim adamının günlük yaşamını, politik eğilimlerini ve insan olarak zaaflarını, ürettiği teorinin sonuçlarıyla ilişkilendirmek anlamlı olmayabilir. Bu alandaki teorilerin geçerliliği o alanla ilgili kriterlerle olur. Ancak özellikle teknolojiye dönüşecek bilimsel teorilerde bilim adamının niyeti ve amacı, onun insan olarak değerlendirilmesinde bir veri olarak kullanılabilir.
Hâlbuki filozofun hareket alanı sadece bilim ve sanat gibi sınırlı konular olmadığından, bu aktivitelere bile insanın bütünlüğü açısından baktığından, onun, insanlığın geldiği nokta ve gitmekte olduğu yön konularında ortaya attığı görüşler farklı bir değerlendirmeye tabidir. Bu görüşlerin tutarlılık derecesi, bilimsel teorilerinkinde olduğu gibi ne laboratuvarda ne de coşkulu bir hitabete teslim olan kalabalıkların tezahüratı ile anlaşılır. Bu sebeple, çok farklı bir durum arz eden felsefi düşüncenin, insan mutluluğuna katkısının tespiti gayet zordur. Ortaçağda, felsefe mahfillerinde revaç bulan ve müzakere edilen birçok felsefe teorisinin, insanın mükemmele doğru gitme misyonuna katkıda bulunmadığı ve hatta sekte vurduğu, çağdaş filozofların ortak kanaatidir. Ortaçağ düşünürü, tanrı, akıl üstü bilgi ve ölüm sonrası hayat gibi konulara zihinsel enerjilerini tüketerek insanın gerçek yaşamından uzaklaştılar ve ona mutluluk yerine sanal varlık alanları sundular. Günümüzün felsefi akımlarının bir kısmında da insan yaşamından uzak, doğruluğu veya yanlışlığı insan mutluluğu yönünden bir önem taşımayan konuları tartışan kitap ve makaleler yayınlanmaktadır. Hatta bazı ihdas edilmiş felsefi sorunsalın, dünyada, ancak birkaç felsefe profesörünü ilgilendirmekte, başka okuyucusu bulunmamaktadır. Diğer taraftan, klasik felsefe konuları, zaman içinde, bağımsız farklı disiplinler olarak ortaya çıkmaktadır. Mesela, dil felsefesi ve siyaset felsefesi, son zamanlarda dilbilim ve siyaset bilimi alanları haline gelip, felsefe konusu olmaktan çıkma eğilimi göstermiştir. Bu yüzden, metafiziğin cazibesini yitirdiği günümüzde “Filozof hangi konularla uğraşır?” diye sorulursa, buna kolayca cevap vermek mümkün değildir.
Filozofun uğraş alanı ve bilim adamları arasındaki yeri ile ilgili bu belirsizliğe rağmen, bu kelimenin taşıdığı tarihsel kimlik, onun en azından ne olmadığını bize az çok göstermektedir. Mesela büyük filozofların hemen hepsinin ortak bir vasfı, insan olma sınırını zorlamamaları ve insanüstü bilgiye yeltenmemeleridir. Hâlbuki insan olmanın temel sorunlarıyla uğraşan başka kategorideki kimseler, çoğu zaman insanüstü bir kaynakları bilgi aldıklarını ileri sürmüşlerdir: Din kurucusu peygamberler ve bazı devlet adamları gibi.
Günümüzde, insanlar ve kültürlerarası ilişkilerin çok yoğun olduğu bir dönemde, bir filozofun, sağlıklı düşünmek adına kendisini toplumdan uzaklaştırıp münzevi bir hayatı seçmesi ve böyle şartlarda insanlar için faydalı fikirler üretmesi nasıl kuşku götürürse, kendisini günlük olayların seyrine bırakıp bilincini dağıtan, olaylara ve insanların bu olaylardaki rollerine biraz uzaktan bakıp gözlemleme şansını bulamayan bir düşünürün düşünceleri de bütünsellikten yoksundur.
Bir tabibin insan sağlığına yapacağı katkının birincil şartı, sağlıklı insanın ne demek olduğunu bilmesidir. Sağlıklı insan tarifinde, bir eksikliği kabullenmesi veya bir sağlık ilkesinden taviz vermesi, onun, insan sağlığına katkısını şüpheli hale getirir. Bunun gibi, sağlıklı ve dengeli düşünmeyi denememiş ve bunun önündeki psikolojik engelleri yıkamamış bir insanın, düşüncelerini “doğru” ve “geçerli” reçeteler olarak sunması insanlık kültürünün evrilmesine engeldir. Bu nedenle “Her fikir kutsaldır.” iddiasına katılmıyorum. Ama “Her fikir söylenmelidir.” tezine bir şartla katılmak mümkündür. O şart şudur: Doğruluk ve erdemliliğin egemen olduğu, bir toplumdaki aktif zihinlerin şu veya bu şekilde eğilip bükülmediği bir ortamda her türlü düşünce söylenebilmelidir. Çünkü böyle bir zeminde yanlış ve zararlı zihinsel ürünler yer bulamayacak, sadece mevcut doğruların daha da güçlenmesi sağlanacaktır, bağışıklığı sağlam olan bir bedene mikropların kolay kolay zarar veremeyeceği gibi. Teorik doğruların tam yerleşmediği ve zihinlerin daha çok dogmalarla hareket ettiği ve etik erdemlerin hedef edilmediği bir dünya görüşünde, bir entelektüelin ilk misyonu bu temel yanlışları düzeltmeye çalışmaktır. Onun bir sofist gibi ve sanki başka bir kültürde yaşıyormuş gibi doğrularla oynamaya, soyut kavramları keyfi kullanarak zihinleri bulandırmaya ve sırf malumat stokunu teşhir etmek aşkı uğruna etik erdemleri sorgulamaya hakkı yoktur. Böyle patolojik bir beynin söz ve yazıları sadece zarar verir. Çünkü her şeyden önce, bu beyinden çıkan yanlışların çarpıp yıkılacağı ortak bir doğruluk ağacı henüz güçlenmemiştir. Doğruların ve erdemlerin kök salmadığı kültürlerde, inançlara ve karizmatik kişiliklere bağlılığın yoğun olduğu bir “dünyaya bakışta” doğası bükülmemiş, düşünmek isteyen bir bireyin önünde dağ gibi duran görev, önce bu yanlışı düzeltmek ve eksikliği telafi etmektir.
Siyasetçi-kitle ilişkisi veya aydın-halk ilişkisinden farklı olarak filozof-yurttaş ilişkisi doğrudan değildir. Filozofun eleştirel analizleri, sokaktaki insan için kolay anlaşılır olmadığından bu analizler, yeni bir dil kullanılarak aydın ve entelektüeller aracılığıyla kitlelere ulaştırılır. Bu sebeple, halk yığınlarına doğrudan hitap etmeye yeltenen bir filozof, ya yanlış anlaşılmaya mahkum olmak durumundadır ya da düşüncelerini ifade etme çabasından ziyade şahsını öne çıkarma ve tımar edilmemiş komplekslerini doyurma çabasındadır.
Felsefi düşünceler tarihinde, sistem üreten ve yeni bir dünya görüşü ortaya atan filozoflarda gözlenen ortak bir özellik, düşüncelerini, insanlığı kurtarma amacıyla ifade etmemeleridir. Çünkü, bilim ve teknoloji alanlarından farklı olarak, sosyal disiplinlerde ileri sürülen teorilerde, insanlara hizmet ve mutluluk getirme iddialarının kanıtlanması gayet zordur. Bu sebeple filozof, görüşlerinde pek ısrarlı değildir. Bir ısrar görünse bile bu, sübjektif bir görüşü ifade etme meşruiyetini geçemez. Bu sebepledir ki bir filozofun kendi çağdaşı olan veya bir nesil sonraki okuyucuları, çoğu zaman o filozofun düşüncelerine filozoftan daha fazla inanırlar ve ürettikleri yeni gerekçelerle onları savunurlar. Diğer taraftan, düşünceleriyle mevcut zihniyette devrim yaratan ve kendilerinden sonraki nesilleri uzun zaman etkileyen filozoflar, bir taraftan köklü düşünceleri nedeniyle bağımlıları nezdinde büyürken, diğer taraftan, düşüncelerindeki yüksek cazibeden ötürü yeni ve farklı felsefelerin doğmalarını engellerler. Aristoteles ve Kant bu türden filozoflardır.
Filozofu düşünce üretmeye, çağdaşlarıyla yollarını ayırmaya sevk eden dürtünün insanlığa hizmet aşkı olmadığını söylemiştik. Ancak böyle bir hizmet vaki olmuşsa bundan mutlu olacağı da doğaldır. Çünkü herhangi bir filozofun kötü niyetle düşünce üretmesi mümkün değildir. İyi niyetinden son derece emin olan bir filozof, ortaya koyduğu teorilerin mutlaka insanların yararına olacağından emin değildir. Bundan emin olanlar, din kurucuları ve ideologlardır. Bu kimseler iyi niyetlerine güvenerek ileri sürdükleri dünya görüşlerini de tavizsiz savunmuşlardır. Bu dünya görüşleri, sağladıkları birkaç fayda karşılığında kendilerinden sonra, acımasız fanatiklerin elinde çeşitli zorbalıkların ve despotizmin zeminini oluşturmuşlardır.
Filozofun kendisi için biçtiği misyon, doğru, iyi ve güzel olarak bir kültürde mevcut olan kavramları sorgulamak ve bu alanda yeni açılımlar sağlamaktır. Onu, düşüncelerini yazmaya ve açıklamaya sevk eden şey, bu alanlarda düşündüklerinin daha faklı ve yeni şeyler olduğunun farkındalığıdır. Tanınmış olmak ve şöhret, bu ana misyonun sadece bir yan ürünüdür.
Filozof, insanlığın tarihsel seyrinde, çeşitli aktiviteler ortaya koyarak kendi doğasından kopup yabancılaşması durumunda bu yabancılaşmayı tespit ve teşhis eden kişidir. Bu bakımdan, insan bütünlüğünün temsilcisidir. Çetin dönemlerde, değerler çatışmasının yarattığı krizlerde yegâne hakemdir.
Bu hakemlik statüsü, dünya kültürlerinin birbirine yaklaştığı, kıtalararası ulaşımda, zaman ve mekânın kısaldığı çağımızda yeni bir boyut kazanmıştır. Daha önceleri bir kültürün terbiyesiyle yetişen bir filozofun düşünceleri yetiştiği kültürün referansıyla önem kazanırken, geleceğin filozofunun referansı evrensel bir kültür olacaktır.
Sh:445-450
Derleyen: Zekiye Kutlusoy, Tutarsızlığın İz Sürücüsü, Dilde / Düşüncede, Teo Grünberg’e Armağan, İmge Kitabevi Yayınları, 2013, Ankara

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar