Print Friendly and PDF

TERÖR VE SAVAŞIN ÇOCUKLARIN GELECEĞİNE OLUMSUZ ETKİLERİ

Bunlarada Bakarsınız


Teröre kurban giden ve alet olan çocuklarımızın geleceklerini görmek açısından okunması gereken bir yazı.


İkinci Dünya savaşından sonraki Avrupa’daki durum
İkinci Dünya savaşından sonra ortaya çıkan ve her şeyden önce bir hayata uyma zorluğu anlamını taşıyan Âsi gençlik probleminin kendini göstermesinde çeşitli ne­denler rol oynamışlardır.
1939 yılından önce doğan çocuklar savaş yılları için­de ve savaşın sona ermesinden sonra çok çetin şartlar içinde yaşadılar. Gerektiği gibi gelişmelerine hiç de elve­rişli olmayan, tersine olarak, disiplinsizliğe, güvensizlik duygusuna yol açabilecek olaylarla karşılaştılar. Bütün dünyayı altüst eden savaşın acı sonuçlarına katlanmak zorunda kaldılar. Yetişkinler dramlarına katıldılar. Vücut ve ruh yapılarında bu dramların yankılarını yaşadılar. Yeteri kadar yiyecek bulamadılar. Rahat, konforlu evler­de oturamadılar. Isınamadılar. Birçokları çoğu geceleri soğuktan titreyerek geçirdiler. Bombardımanlardan kur­tulmak, düşmanla karşılaşmamak için yerlerini, yurtla­rını bıraktılar. Sevdikleri her şeyden, evlerinden, mahal­lerinden, yakınlarından, dostlarından, arkadaşlarından uzaklaştılar.
İkinci Dünya Savaşı’nın başlangıç yılı olan 1939 da yalnız Fransa'da, Paris’ten 500.000, Alsas Loren’den 400.000 insan yerlerinden ayrıldılar, başka yerlere gitti­ler. Bu insanların arasında binlerce çocuk, genç de var­dı. Yine Fransa’da 1940 yılında milyonlarca insan göç et­mek zorunda kaldı. Bunlardan büyük bir kısmı günlerce yürüdü. Çeşitli zorluklarla, sıkıntılarla karşılaştı. Birçok çocuklar yıllarca annelerinden, babalarından, yakınların­dan uzak kaldılar. Radyolardan heyecan verici, korkutu­cu, acı haberler duydular. Korkunç savaş hikâyeleri din­lediler. Savaş sahnelerine şahit oldular. Ölüm korkusu içinde yaşadılar. Günlerini sığınaklarda, gecelerini uyu­madan geçirdiler.
Bundan başka, savaş birçok geleneksel ahlâk değer­lerinde sarsıntılar yaratıyordu. Çocukların, gençlerin ha­yata gerektiği gibi hazırlanabilmeleri için ilk yaşlarından itibaren büyüklerin bazı kurallara, ahlâk kurallarına gö­re hareket ettiklerini görmeleri gerekmektedir.
Savaş yıl­larında ise çocuklar, gençler, yetişkinlerin zorunlu ola­rak da olsa, zaman zaman bu kurallara uymadıklarını, birçok kimselerin yorulmadan ve kolaylıkla para kazan­dıklarını, eğri yollardan milyonlar elde ettiklerini, para­nın büyük bir değer taşıdığını görüyorlardı. Bazı çocuk­lar, sırf bu yüzden para kazanmak için çeşitli suçlar iş­liyorlardı. Evler soyuyorlardı. Hırsızlık yapıyorlardı.

İnsanın çocukluğunda, annesi, babası, kardeşleri ve diğer yakın­ları ile kurduğu ilişkiler ile sonraki hayat şekli arasında sıkı bir bağlılık vardır.
Bir çocuğun normal bir şekilde gelişebilmesi, varlık kaynaklarına uygun bir şekilde oluşta bulunabilmesi için her şeyden önce annesi, babası tarafından sevilmesi, sevil­diğine inanması, annesi, babası arasında iyi bir anlaşma­nın bulunduğunu görmesi gerekmektedir. Bu konu ile il­gili olarak yapılan araştırmalar bu gerçeği meydana çı­karmışlardır.
Anneleri, babaları tarafından teröre yöneltilen, sevilmeyen, sevilmediklerine inanan çocukların, çocukluklarını ve daha sonraki hayatlarını sıkıntı, huzursuzluk içinde ge­çirdiklerini, mutsuz olduklarını, davranış bozukluklarını gösterdiklerini belirtmişlerdir.
İkinci Dünya Savaşının hemen hemen dünyanın her yerinde topluluğun temelini meydana getiren aile müessesesinde de büyük sarsıntılar yarattığı anlaşılmıştır. Ger­çekten, savaş yüzünden birçok babalar askere alındılar. Çok sayıda anneler, gerek savaş yılları içinde gerekse sa­vaşın sona ermesinden sonra evlerinin dışında çalışmak zorunda kaldılar. Bunun sonucu olarak, çocuklar çocuk­luklarını gerektiği gibi yaşayamadılar. Gelişmeleri, özel­likle duygusal bakımdan gelişmeleri için en gerekli anne, baba sevgisinden yeterli bir şekilde yararlanamadılar.
Öte yandan, İkinci Dünya savaşının yarattığı çeşitli sıkıntılar, hayat zorlukları aile bireyleri, özellikle anne, baba arasındaki bağlan zayıflattılar. Güçlü, sağlam te­mellere dayanmayan yuvaların dağılmalarına, yıkılmala­rına yol açtılar.
1946 ile 1948 yılları arasında on Avrupa memleketine ait istatistikleri inceleyen zamanımızın tanınmış ruh he­kimi ve psikoloji bilgini Heuyer, savaş yıllarında hemen hemen bütün Avrupa memleketlerinde suç işleyen çocuk­ların sayısının üç katına ulaştığını söylemektedir.
Yine Heuyer’e göre, çeşitli davranış bozukluklarını gösteren, suç işleyen çocukların ve gençlerin yüzde 88 zi dağılmış ailelerden gelmektedir. Aynı konuda başka memleketler­de de araştırmalar yapılmıştır. Belçika’da suç işleyen ço­cukların ve gençlerin yüzde 70 nin, İngiltere’de yüzde 62 sinin, İtalya’da yüzde 50 sinin yıkılmış ailelere mensup oldukları görülmüştür.
Dr. Pesle, incelediği 800 suçlu çocuğun ve gencin aynı şekilde boşan­ma ve ayrılma suretiyle dağılmış ailelerden geldik­lerini bildirmektedir.
Birleşik Amerika’da 1929 yılın­da sosyal çevrelere uyamayan, suç işleyen, çeşitli davranış bozukluklarını gösteren 4000 çocuğun, gencin yüzde 50 sinin, 1949 suçlu ve intibaksız çocuğun, gencin yüzde 42 sinin, İsveç’te suç işleyen çocukların ve gençlerin yüzde 65 sinin, Fransa’da çeşitli zararlı davranışlarda bulunan 654 kız ve erkek çocuğun yüzde 65 sinin, sevgi ile değerlenmeyen ve dağlımış ailelere mensup oldukları anlaşılmıştır.
Kemp, incelediği 530 Danimarkalı düşmüş kızın evlerinde büyümediklerini, bunlardan yüzde 17 sinin evlenme dışı birleşmelerden dünyaya geldiklerini görmüştür.
Görüldüğü gibi, aile dramı ile hayat dramı arasında sıkı bir bağlılık vardır. Yukardaki örneklerden de kolayca anlaşılacağı üzere, aile dramı, üç başlıca aile bireyi ara­sında oynanmaktadır. Bu dramda birinci derecede anne, baba, çocuk rol oynamaktadır. Aile çevresinde bulunan büyük babalar, anneler, hizmetçiler, amcalar, dayılar, ha­lalar, teyzeler, ilh, ikinci derecede etkiler yapmaktadır­lar.
Yirminci yüz yılda insan hayatı ile ilgili problemleri en iyi bir şekilde değerlendiren çeşitli psikoloji doktrin­leri, özellikle psikanaliz ve Adler doktrinini, Kültüralizm akımı da aynı görüşü paylaşmaktadırlar. İnsanın, geniş anlamıyla hayata intibak kapasitesinin büyük ölçüde, ço­cukluğundaki aile çevresine intibak şekliyle değerlendiği­ni bildirmektedirler.
Gerçekten çocukluğunda aile çevresine intibak edemeyen çocuk sonraları, büyüdüğü zaman diğer sosyal çevrelere uymakta zorluk çeker. Daha doğrusu, diğer sos­yal çevreleri aile çevresindeki hayat tecrübelerine göre değerlendirir. Aile çevresinde hayatının ilk yıllarından itibaren ilişkiler kurduğu annesine, babasına göre bir in­san anlayışına ulaşır. Çocukluklarında anneleri, babaları tarafından sevilmeyen, dolayısıyla, annelerini, babalarını sevemeyen kimseler gençliklerinde ve yetişkinliklerinde başkalarına karşı kolay kolay yakınlık duyamazlar. Du­yamazlar; çünkü başkalarını bilinçaltlarında yerleşen ve sürekli olarak etkilerini devam ettiren fena anne, baba hayallerine göre değerlendirirler. Onları gördükleri za­man geçmişte sevemedikleri için nefret ettikleri anneleri­ni, babalarını görmüş gibi olurlar. Bunun da sonucu ola­rak, onlarla düzenli ilişkiler kuramazlar. Onlarla, vaktiyle anneleri, babaları ile kurmak istedikleri çatışmalı, çekiş­meli bir ilişki şeklini kurmak eğilimini duyarlar. Vaktiyle annelerine, babalarına yöneltmek istedikleri, fakat güç­süzlükleri yüzünden vaz geçmek zorunda kaldıkları saldır­gan davranışlarını gerçekleştirmeğe çalışırlar. Bazı kim­selerin içinde yaşadıkları sosyal, meslek çevrelerine uyamamalarının, çevrelerinde yaşayanlarla anlaşamamaları­nın, çekişmelerinin, çatışmalarının en önemli nedenlerin­den biri de budur.
İnsan daha önce de belirttiğimiz gibi, çocukluğunda annesinden sevgi, babasından da sevgi ile değerlenen otorite bekler. Anne sevgisi insan hayatının en özlü bir yanını meydana getiren, insanın kendi varlığı ve başka­ları ile ilişkilerini değerlendiren duygusal dünyanın dü­zenli bir şekilde gelişmesini sağlar.
İnsanda kendi varlı­ğı sevgisini yaratır. Bunun sonucu olarak, insana hayatı ve başkalarını sevmek imkânını kazandırır. Çocukluğun­da anne sevgisiyle bağlandığı yuvasına karşı duyduğu duyguları daha sonraki hayat evrelerinde içine girdiği sosyal çevrelerde de duyar.
İnsan duygusal dünyasının ahengi ölçüsünde hayata intibak edebilen ve mutlu olabilen bir varlıktır. Duygusal dünya ahenginin ilk ve hayat süresince etkilerini gösteren temeli ise aile çevresinde atılır. Bu temel anne sevgisi ve sevgi ile değerlenen baba otoritesi ölçüsünde bir sağ­lamlık kazanır.
Öte yandan, annesini, babasını sevemeyen çocuk evi­ni de sevemez; çünkü içinde yaşadığı evin sevmediği, sevemediği annesine, babasına ait olduğunu bilir. İnsan, sevemediği kimselere ait olan şeyleri de sevemez. Bu sevemediği şeyleri sevemediği kimselerden birer parça gibi görür. Bu şeyleri görünce sevemediği insanları hatırlar. Daha doğrusu, sevemediği kimselerle onlara ait olan şey­leri bir bütün halinde değerlendirir. Sevemediğimiz kim­selerin bize verdikleri şeyleri bir yerde kolaylıkla unut­mamızın nedeni budur. Sevmediğimiz insanları her şey­de ve daima hatırlamak istemememizdir.
Aynı şekilde, annesini, babasını sevmeyen çocuk on­ları sevindirmek imkânını bulamaz. Çoğu zaman bilmeyerek, annesinin, babasının istemediklerini yap­mak eğilimini duyar. Onları üzmekten, onlara acı yarat­maktan hoşlanır. Onları üzecek işler yaptığı zaman, azar­lanmasına, hırpalanmasına rağmen, bir çeşit huzura kavu­şur. Öcünü almış bir insanın rahatlığını duyar.
Duyar ama davranışının bir eseri olan kabahatlılık duygusunun da etkilerinden uzak kalamaz. Bu duygunun yarattığı sıkıntılı hayatı yaşadığı sürece devam ettirebilir.
Bazı çocukların evlerinde sık sık kaza yapmalarının, gürültücü olmalarının, derslerine çalışmamalarının, sal­dırgan olmalarının en önemli nedenlerinden biri de onla­rın annelerine, babalarına karşı olumsuz tepki göstermek ihtiyacını duymalarıdır. Çocuk bu davranış bozuklukları­nı daha sonraki hayatlarında da devam ettirebilir. Özellik­le, güçlülük bilincine ulaştığı gençlik çağında daha fazla saldırganlık gösterebilir. Bilinçaltında etkilerini sürdüren aile çevresi hayalinin baskısıyla sosyal düzeni sarsacak hareketlerde bulunabilir.
Toplumsal hayatı bile çevresi­ne benzetebilir. Çocukluğunda sevmediği babasının oto­ritesini andıran toplumsal hayat disiplinine aykırı davra­nışları benimseyebilir. Bir anlamda, toplumsal düzenle, geleneksel hayat kuralları ile mücadele mahiyetini taşı­yan mutsuz gençlik tipinin ortaya çıkmasında bilinçaltın­da yer alan bu ilkel tepki ihtiyacının rol oynaması müm­kündür.
Adlercilere nazaran, çeşitli eğitim yanlışlıkları, yer­siz ve gereksiz davranışlar, aşırılığa kaçan, sindirici, kü­çültücü baskılarla meydana gelen aşağılık kompleksi de burada geniş ölçüde etki yapabilir.
Yine Adlercilere göre, aşağılık duygusunun patolojik bir şekli olan aşağılık kompleksi değerlenmek arzusunu yaratır. Bu gibi hallerde insan güçlü gördüğü her şeyle ve herkesle boy ölçüşmek ister. Sanıldığı gibi önemsiz bir varlık olmadığını göstermek için kuvvet denemelerine gi­rişebilir. Hiç bir şeyden ve hiç kimseden korkmadığını anlatmak amacıyla sosyal düzeni bozacak hareketlerde bulunabilir. Geleneksel ölçülere ve kurallara uymak zorunluğu duyan insanların yapmadıkları işleri yapmak su­retiyle kendisini göstermeğe, belirtmeğe çalışabilir,
İnsan önemsizliğine inandığı ve inanıldığını sandığı ölçüde önemli, güçsüzlüğüne inandığı ölçüde güçlü ta­nınmak isteyen bir varlıktır. Bu gibi hallerde insan, top­lumsal isteklere karşı koymayı bir kahramanlık sayabilir. Hiç bir kimsenin yapmağa cesaret edemediği işleri yap­mak suretiyle başkalarının hayranlığını kazanmağa, dolayısıyla, özlemini duyduğu değerlilik bilincine ulaşmağa çalışabilir. Disipline ve disiplini sağlamakla görevli insan­lara karşı koymağa kalkışabilir. Kendisine benzeyen kim­selerle işbirliği yapabilir. Böylelikle de saldırganlığını da­ha güçlü ve esaslı bir şekilde gerçekleştirmek imkânım elde edebilir.
İkinci Dünya Savaşının, daha önce kısaca belirt­meğe çalıştığımız sıkıntılı şartlar içinde yetişen çocuklar, gençler savaşın sona ermesiyle bekledik­leri rahata, huzura kavuşamadılar. Savaşın bitimine bağ­ladıkları ümitlerinin boşluğunu gördüler. Başka bir de­yişle, savaş güvensizliğinin yerini barış güvensizliğinin aldığına şahit oldular. Bunun sonucu olarak, büyük bir hayal kırıklığı ile karşılaştılar.
Çocuklar ve gençler de yetişkinler gibi savaşla be­raber her şeyin sona ereceğine, bütün zorlukların ve sı­kıntıların kaybolacaklarına inanmışlardı. Onlar da bu inançlarında yanıldıklarını anlamakta gecikmediler. Sa­vaşın sona ermesinden sonra da devam eden sıkıntıları­nın yanında yeni, başka problemlere göğüs germek zorunda kaldılar.
Dünya, savaştan sonra da ekonomik, sosyal buna­lımlar içinde yıllarca bocaladı. Savaş boyunca birçok memleketlerde şehirler harap oldu. Bu yüzden milyon­larca insan barınacak yer bulmakta zorluk çekti. Bin­lerce aile her memlekette bütün fertleriyle bir evin, ote­lin, pansiyonun bir odasına sığındı. Bu yüzden yine her memlekette binlerce çocuk gelişmesi için gerekli şart­lardan yoksun kaldı, istediği gibi hareket edemedi. Ça­ğının oyunlarını oynayamadı. (Günümüzde birçok çocuk teröre alet oldular.) Kısacası, çocukluğunu tam olarak yaşayamadı. Çocukluğunda yaşayamadığı çocuk­luğunu daha sonraki hayat çağlarında devam ettirmek arzusunu duymaktan uzak kalındı.
İnsanın içinde yaşadığı çağı tam olarak yaşayabilmesi için daha önceki hayat evrelerini gerektiği gibi yaşamış olması, başka bir deyişle, insanın çağının tam insanı olabilmesi için daha önceki çağların da tam insa­nı olmuş olması gerekmektedir, insan hayatında yer alan bir boşluk daha sonraki çağlarda başka ve daha geniş boşlukların meydana gelmelerine yol açmaktadır.
Bundan başka, ikinci dünya savaşının bitiminden sonra da genel bir güvensizlik, ümitsizliğe kaçan bir kötümserlik dünyanın her yanını sardı ve sarsmakta de­vam etti.
Tarihte eşi görülmemiş ıstıraplara yol açan İkinci Dünya Savaşı bittikten sonra da milletler arasındaki anlaşamamazlıklar kaybolmadı. Yeni anlaşamamazlıklar ortaya çıktı. Sıcak savaşın yerini soğuk savaş aldı. Aşağı yukarı, bütün dünya milletleri sürekli olarak, da­ha öncekilerden çok daha korkunç bir savaşın, üçüncü dünya savaşının korkusu içinde yaşadılar. Çeşitli haber kaynakları, radyolar, gazeteler, dergiler ve savaştan bir şeyler bekleyenlerin uydurdukları, yaydıkları haberler bu korkuyu devam ettirdiler. İnsanlar özellikle, gençler İkinci Dünya Savaşında, çocukluklarında duydukları ve bilinç altlarında yerleşen endişeleri, korkuyu daha kuv­vetli şekliyle yeniden yaşamaktan uzak kalamadılar. Oysa onlar çektiklerini unutmak, geçmişte yaşayamadıklarını elde etmek, mutlu bugünkü hayat ve mutlu bir ge­lecek ümidiyle geçmişin ıstıraplarından kurtulmak isti­yorlardı.
İnsanın her çağda ve yaşta mutlu olmak isteyen, mutluluk peşinde koşan bir varlıktır. Yalnız, insanın en çok mutlu olmak arzusunu duyduğu çağ gençlik çağıdır. Çünkü insan varlığının en dinamik yaşayış imkânına bu çağda ulaşır. Bu çağa, baskılı, bağımlı hürriyetsizlik içinde geçen bir hayat evresinden, çocukluk çağından gelir. Bu çağdan hayatın durgunlaşmağa başladığı ye­tişkinlik, gerilediği yaşlılık çağına ulaşır.
İkinci Dünya Savaşının bitiminden sonra devam eden karışıklıklar, gelecek endişesi özellikle, çeşitli ne­denler yüzünden kişilik bakımından yeterli bir şekilde gelişememiş, vücut dengesine ulaşamamış çocuklar, gençler üzerinde derin sarsıntılar, çöküntüler meydana getirdi. Onların gelecekle ilgili endişelerini büsbütün kuvvetlendirdi. Bunun sonucu olarak, en ziyade bu tip­teki çocuklar ve gençler, bugünlerinden en iyi bir şekil­de yararlanmanın yollarını aradılar. Kendilerinde güven­sizlik ve ümitsizlik yaratan bir yarın için uğraşmak ar­zusunu duyamadılar. Bunu olağan saymak gerekir. Ge­rekir; çünkü insan gelecekten beklediği şeyler ölçüsün­de çalışabilen bir varlıktır.
İkinci Dünya Savaşından sonra geleneksel sosyal düzene uymayan, insanın yaradılışına, psikanaliz diliyle, haz prensibine daha uygun bir hayat şeklini sağlamağa elverişli bir dünya görüşünü yansıtan fikir, felsefe akım­larına özellikle, Varoluşçuluğa karşı “Âsi gençliğin” fazla ilgi göstermesinin en önemli nedenlerinden birini burada gençliğin savaş yılların boyunca çektiği sıkın­tıların yarattıkları sarsıntılarda ve savaştan sonra da de­vam eden ümitsizlikte, bu ümitsizlikle değerlenen hayal kırıklığında arayabiliriz.
Mutluluğunun kaynaklarını daha ziyade kendi var­lığında arayan insan mutsuzluğunun nedenlerini çevre­lerinde ve başkalarında aramak eğilimini duyar. Bu dav­ranış şekliyle, mutsuzluğunun acılarını azaltmağa çalı­şır. Evrensel bir mahiyet taşıyan bu insan özelliği yetişkinlerin sebebiyet verdikleri acı olayların etkilerini faz­la duyan bazı çocuklarda ve gençlerde, katlandıkları acıların bütün sorumluluklarını yetişkinlerde ve yetiş­kinlerin yönettikleri dünyada aramak eğilimi şeklini ala­bilir. Savaş sonrasını izleyen yıllarda ve hatta zamanı­mızda, bazı gençlerin varoluşçuluğa, özellikle, Sartre’in varoluşçuluğuna karşı olağan üstü bir ilgi göstermele­rinde çevrelerine bağlanamamaları, bunun sonucu ola­rak, çevreleriyle açık veya gizli bir şekilde mücadele etmek arzusunu duymaları, geleneksel hayatı devam ettirmeğe elverişli tarihle, kültürle, toplumla bağlarını koparmak, toplumsal sorumluluktan kaçmak istemele­ri rol oynamıştır.
Hiçbir zaman, insanı kendisine ve başkalarına ku­surlu göstermek suretiyle mükemmel bir hale getireme­yiz. İnsanı mükemmelliğe ulaştıran yol çevre tarafından ve daha hayatın ilk yıllarından itibaren yaratılan mü­kemmel olabilme ümididir.
Normal insanın yaradılışında iyi olmak arzusu yer almaktadır. Almaktadır; Çünkü insan her şeyden önce yaşamak mümkün olduğu kadar iyi bir şekilde yaşamak istemektedir. Normal bir yaradılışla dünyaya gelen bir insanın iyi olamamasının nedeni normal şartlar içinde yaşamak imkânından yoksun kalmasıdır.
“Âsi gençlik” adını verdiğimiz mutsuz gençlik tipi­nin meydana gelmesinde sosyal faktörler, özellikle yan­lış eğitim sistemleri geniş ölçüde rol oynamaktadırlar. Biraz önce de işaret ettiğimiz gibi, iyi olmak imkânını bulamayan normal yaradılışlı bir kimse, birçok hallerde sırf iyi olmak ümidini kaybettiği için fena olabilir. Fena dediğimiz insan, çoğu zaman kendisi için iyi olamayan insandır.
Aynı şekilde, çeşitli nedenler yüzünden sosyal çev­relere uymakta zorluk çeken, bazı davranış bozuklukla­rını gösteren insan, yaşı ve çağı ne olursa olsun, iyi ol­mak arzusunu hiç bir zaman tamamıyla kaybetmez. Yalnız bir daha, tekrar edelim:
İyi olan ve olmayan in­sanda daha iyi olmak arzusunu yaratan şey daha iyi ola­bilmek ümididir. Bu ümidi meydana getiren şey ise çev­renin olumlu etkileri ve bu etkilerle güçlenen varlık gü­venliği duygusu, varlık yeterliliği bilincidir. İnsanın kendi varlığının değerine inanabilmesidir. İnsanın kendisini sevebilmesidir.
Zamanımızın derinliğine psikoloji diliyle, fena insan her şeyden önce kendisini sevmekte zorluk çeken, kendisini sevemeyen, kendisinden nefret eden insandır.
İnsanın intibaksızlığı (uyumsuzluğu), mutsuzluğu ken­disini sevememesinin bir sonucudur.
İnsan kendisini sevebildiği ölçüde olabileceği bir ken­disi haline gelebilmek imkânını elde edebilen bir varlık­tır. Mutlu dünya ancak kendilerini sevebilen insanlarla mümkün olabilir. Olabilir; çünkü kendilerini sevebilenler başkalarını da sevebilirler. Başkalarının da mutlu­lukları için çalışabilirler ve mutluluklarını isteyebilirler, iyi dediğimiz insanlar her şeyden önce kendileri için iyi olabilen, kendilerine dostluk gösterebilen insanlar­dır. Kendilerine dost olabilenler başkalarına düşman olamazlar. Başkalarından nefret edenler kendilerini sevemeyenlerdir. Yeryüzündeki hayatın zaman zaman gerçek bir cehennem halini olmasının en önemli neden­lerinden biri de dünyamızın kendilerini sevmekte zor­luk çekenlerle, iç dünyalarında cehennem hayatını ya­şayanlarla dolu bulunmasıdır. Onların bu iç dünyalarını andıran bir dış dünya yaratmak arzusunu duymalarıdır. Başkalarını ortak yapmak suretiyle ıstıraplarını azalt­mağa çalışmalarıdır.
Kaynak
Dr. Halis OZGU Sabiha ÖZGÜ Nasıl Mutlu Olabiliriz?-Modern Psikoloji Ve İnsan, 1968, İstanbul



[TV Showları Tarafından İstismara Uğrayan Halkımız İçin Okumanız Gerekiyor. TV de yapılan programlarda dans etmesini bilmeyenlerin dansçıları, şarkı söylemesini bilmeyenlerin şarkı ve ses yorumları yapmaları, yemek programlarında katılımcıların reyting kaygısıyla acımasız yemek eleştirileri yapan, açlardan habersiz karnı tok aşağılık insanların karşısında zamanını geçirmeye mecbur edilen gariban halkımızın uyanması için bu konuları bilmeniz gerekmektedir. Bu yazıyı okuduktan sonra imkânınız varsa “God Bless America “Tanrı Amerika'yı Korusun” (2011) Filmi seyretmelisiniz. Acı gerçeği göreceksiniz.]

Olağan bir yaradılışla dünyaya gelen her insan ha­yatı boyunca, gerek kendisi, gerekse başkaları tarafın­dan önemli görülmek, tanınmak arzusunu duyar. Ken­disini önemli bulduğu, başkaları tarafından da beğenil­diğini anladığı zaman, kendisinde beğenilebilecek bir şeylerin bulunduğunu, yer aldığını düşünür. Yeterlili­ğine, güçlülüğüne inanır. Kendisine güvenir. Kendisiy­le övünür. Böyle bir kendisi olabildiği için sevinir, ge­lecekte daha iyi bir kendisi haline gelebileceğine ina­nır.
Bir anlamda mutluluk, insanın dilediği bir kendisi olabilmesi veya olabileceği ümidini taşıyabilmesidir. Varlığı aracılığı ile varlığı dışında kalan şeyleri, baş­kalarını sevebilmesidir. Başkaları tarafından sevildiğini görmesidir. Başkalarının kendisini istediği gibi tanıdık­larını anlamasıdır. Kendisinde olduğu gibi başkaların­da da ulaşmak istediği kendisiyle karşılaşabilmesidir.
İnsan yalnız kendi doğal imkânlarının, varlık kay­naklarının, her an biraz daha yeterli, mükemmel bir kendisini bulabilmek hususundaki sürekli arzusunun bir eseri değildir. Başka bir değişle, insan yalnız kendi­sine göre bir kendisi olarak ortaya çıkmaz, gerçekleş­mez. Hayatının ilk anlarından itibaren başkalarının ken­disiyle ilgili düşüncelerine, duygularına, davranışlarına göre de bir kendisi görüşüne, anlayışına ulaşır. Başka­larının kendisiyle ilgili genel davranışlarının yarattıkla­rı bilinçaltındaki varlığı hayaline göre bir yaşayış şek­lini benimser. Bu hayalin taşıdığı mahiyete, olumlu ve­ya olumsuz şekline göre bir hayat yönünü izler.
Bütün bunlardan da kolayca anlaşılacağı gibi, in­sanın başkalarının aracılığı ile iyi bir kendisi anlayışı­na ulaşabilmesi, başkalarının da yardımlarıyla olmak istediği bir kendisi bilinciyle değerlenebilmesi için baş­kaları tarafından istenebilen, aranan, beğenilen, varlı­ğı arzu edilen bir kimse olmağa çaba göstermesi gerek­mektedir.
Yetersiz, zayıf bir varlık halinde dünyaya gelen ve dünyaya geldikten sonra da aralıksız bir şekilde yeter­sizliğini duyan, yaşadığı sürece bu duygunun etkileriy­le değerlenen insan daima kendisini daha yeterli, önem­li tanımak, tanıtmak ister. Başka bir deyişle, olduğu gi­bi kendisini tam ve her zamanki bir kendisi olarak ka­bul etmekte zorluk çeker. En çok bir kendisi gibi ken­disini yaşadığı zamanlarda hile daha çok bir kendisi­nin özlemini duyar. Başkalarının da kendisini her za­man ve her yerde yeterli, önemli görmelerini bekler. Başkaları tarafından beğenilmekten, övülmekten hoşla­nır. Yetersiz, önemsiz yanlarını başkalarına göstermek­ten çekinir, korkar. Bununla beraber, bütün hayatı bo­yunca en çok istediği şeylerden birini, övülmeği istemi­yormuş gibi hareket eder. Kendilerini övenlerin, başka­ları tarafından övülmeğe, beğenilmeğe çalışanların çev­relerinde iyi karşılanmadıklarını, yadırgandıklarını, olumsuz tepkilerle hırpalandıklarını, yerildiklerini geç­mişteki tecrübeleri ile bilir.
Kendisini daima beğenmek isteyen insan, kendile­rini beğenenleri beğenmez, beğenemez. Beğenemez; çünkü kendilerini beğenenlerin yanında kendisini be­ğenemez, yerildiğini sanır.
Bundan başka, varlığı bilincinin, yetersizliği duy­gusunun etkisiyle övülme isteğinin gerçek anlamını kav­rar. Övülme isteğinin övülme ihtiyacından, insanın ken­disini olduğu gibi benimsemek, kabul etmek zorluğundan meydana geldiğini anlar. Övülme eğilimi ile yetersizlik, değer eksikliği arasında bir bağlılık bulunduğunu düşü­nür.
Düşünür ama kendisini övmek, başkaları tarafın­dan övülmek arzusunu duymaktan uzak kalamaz. Ki­milerinin bu görüşe aykırı düşen bir davranış şeklini benimsemelerinin, övülmeği istemiyormuş gibi hareket etmelerinin, övüldükleri zaman tepki göstermelerinin, itirazlarda bulunmalarının nedeni, öteden beri sanıldı­ğı gibi gerçekten övülmekten hoşlanmamaları değildir. Tersine olarak, daha çok övülmek arzusunu duymaları­dır. Kendileri için söylenenleri yeterli bulmamalarıdır. Daha çok ve güzel şeylerin tekrar tekrar söylenmelerini istemeleridir. Başkalarının yanında üstün görünmek su­retiyle yerilmekten uzak kalmağa çalışmalarıdır. Baş­kalarının kendilerini beğenen, övülmekten hoşlanan kim­seler gibi tanımalarını önlemeğe uğraşmalarıdır. Başka­larının da kendileri gibi övülmek isteyenleri beğenme­diklerini, yadırgadıklarını bilmeleridir.
Kendisini beğenmek isteyen, kendisini beğenmeden yapamayan insan, başkaları tarafından övülmekten, önemli, değerli tanınmaktan hoşlanan insan, başkalarının da kendisi gibi hareket etmelerini, övülmek isteme­lerini iyi karşılamaz. Bir başkası tarafından övülmele­rine rıza gösteremez. Bir başkasının başkaları tarafın­dan övülmek istemesini yerinde bulmaz, övülenleri ol­duğu kadar övenleri de önemsizleştirmek ihtiyacını du­yar. Birincilerin yetersizliklerini, İkincilerin de çıkarları için bu şekilde hareket ettiklerini belirtmeğe uğraşır. Her ikisinin de karşılıklı olarak kendilerini değerlendir­mek amacıyla böyle davrandıklarını düşünür.
İnsanın bu gibi hallerde bu şekilde hareket etmesi­nin meğer önemli bir nedeni de başkalarını kendilerini övmelerinden, övülmekten alıkoymaktır. Övülmek iste­ğini yermek suretiyle başkalarıyla kendisi arasındaki değer dengesinin bozulmasını önlemektir. Başka bir de­yişle, başkalarının daha çok birer başkaları, kendisinin de daha az bir kendisi haline gelmesine meydan ver­memektir. Başkalarının üstünlüğüne yol açmamaktır. Başkalarının yanında önemsizleşmemektir. Varlığının devamı için gerekli bulduğu bağımsızlığını, özgürlüğü­nü kaybetmemektir.
Bağımsızlık, özgürlük, insan hayatında mutluluk için büyük bir önem taşır. Taşır; çünkü insan, bağımsızlığı, özgürlüğü ile yaşama imkânı, hakkı arasında bir bağlılık bulunduğunu daha hayatının ilk yıllarında an­lar.
Henüz üç yaşına yeni basmış, varlığının sınırlarım görmeğe yeni yeni başlayan küçücük bir çocuk annesi­nin, babasının, evindeki diğer kimselerin işlerine karış­malarını istemez. İşlerine karışıldığı zaman sinirlenir. Hırçınlaşır. Başkaları tarafından isteneni yapmamak, istenmeyeni yapmak arzusunu duyar. Başka bir deyiş­le, başkalarının varlığı karşısındaki egemenlik eğilimlerinin gerçekleşmelerini önlemeğe, bağımsızlığını, öz­gürlüğünü savunmağa çalışır.
İnsan, yaradılışının etkisi, zorlaması ile kendisine her zaman ve her yerde bir özne, başkalarını da bir öz­ne nesne gibi görmek, değerlendirmek eğilimini duyar. Bir başkası karşısında daha çok kendisi olmak, başka­sını da, bu isteğini gerçekleştirebilmek amacıyla, daha az bir kendisi halinde tanımak arzusunu duyar. Bunun da sonucu olarak, başkasının veya başkalarının kendisi karşısındaki uysal, yumuşak davranışları, egemenliği­ni kabul etmeleri, daha doğrusu, bir özne nesne şekline girmeleri, öznelliklerinden, dolayısıyla, bağımsızlıkla­rından, özgürlüklerinden az veya çok vaz geçmeleri, ken­dilerine bir nesne görüntüsü vermeleri, kendilerini ya­rarlanılması mümkün bir şey gibi tanıtmaları halinde bir rahatlık duyar. Sevinir. Kendisini kendisinin saydı­ğı, kendisinin olabileceğine inandığı özne nesne kadar daha güçlü bulur. Tersine olarak, başkasının veya başkalarının bağımsızlıkları, özgürlükleri konusunda fazla hassasiyet gösterdikleri, fedakârlıktan kaçındıkları, di­renmeleri, daha doğrusu kendisi gibi iddialı bir özne şeklinde ortaya çıkmaları, bir başkası veya başkaları için kendilerinden vaz geçmemeleri, bir nesne olmaları hususunda yapılan çağrılara, uyarmalara uymamaları ha­linde öfkelenir, sinirlenir. Daha yerinde bir deyişle, ye­terli, tam bir nesnelliği hususundaki inancını, ümidini kaybeder. Kendisini de yaratmak, görmek istediği bir özne nesne şeklinde tanımak zorunluğu ile karşılaşır.
İnsanın egemenlik isteği, özellikle zayıfların yanın­da güçlenir. Güçlenir; çünkü insan kendisini kendisin­den daha yetersiz, zayıf kimseler karşısında, onları da­ha ziyade bir özne nesne şeklinde görmek arzusunu duyar. Kendisini daha önemli, üstün bir varlık şeklinde tanımak eğilimi ile değerlenir.
Öte yandan insan bir arada bulunduğu, yaşadığı kimselerin üstünlüklerine, yeterliliklerine inandığı ölçü­de önemsizleşir. Yetersiz bir hale gelir. Onların her ba­kımdan kendisinden daha iyi düşündüklerine, duyduk­larına, işler yapabileceklerine inanır. Önemsizliği bilin­cinin yarattığı düşünme, duyma, davranış yetersizlik­leriyle onlarda kendisine egemen olmak arzusunu geliştirir. Bunun da sonucu olarak, onlarla eşitliğe daya­nan ilişkiler kuramaz. Bağımsızlığını, özgürlüğünü geniş ölçüde kaybeder.
İnsan, yetersizliği, önemsizliği ile karşısına çıkan veya böyle tanıdığı kimse hakkında birbiriyle çelişen düşüncelere, duygulara sahip olabilir. Bir yandan, kendisi­ne üstünlüğünü gösterdiği için onu ister. Ona karşı bir yakınlıkduyar. Onun daima yanında bulunmasını arzu eder. Öte yandan da, onunla bir arada bulunmaktan kaçınır. Kendisini başkalarına onun bir yankını gibi ta­nıtmaktan çekinir. Onun, kendisinden yararlanmak için yanında bulunduğunu düşünür. Ondan uzak kalmanın çarelerini arar. Zaman zaman onu incitecek, kıracak şe­kilde hareket eder. Kısacası, onu gerçekten sevemez.
Aynı şekilde, insan kendisine önemsizliğini, yeter­sizliğini duyurtan kimselere kolay kolay bağlanamaz. Yetersizliği, önemsizliliği bilinciyle değerlenen insan kendisini beğenmez, sevemez. Kendisinden soğur, nefret eder. Kendisini sevemeyen, beğenmeyen, kendisinden soğuyan, nefret eden insan ise, başkalarını da sevemez. Beğenemez. Gelecekte de bugünkü bir kendisi olacağı­na, bugün olduğu gibi gelecekte de sıkıntı, huzursuzluk içinde yaşayacağına inanır. Bugünkü mutsuzluğunun sonsuzluğuna, ebediliğine inanır.
Bütün bunlardan da kolayca anlaşılacağı gibi, insan mutluluğunun en etkin ve güçlü kaynaklarından biri de yeterlilik duygusudur. İnsanın maddî bakımdan olduğu kadar manevî bakımdan da kendisini yeterli görmesidir. Maddî ve manevî yeterlilik duygusu insanda güvenlik yaratır. İnsanı rahata kavuşturur. Huzur içinde yaşatır. Mutluluk bir anlamda, yeterlilik duygusundan doğan güvenliğini yarattığı hayat sevgisidir. Mutsuzluk ise, ha­yatı sevmek imkânsızlığıdır.
İnsan maddî ve manevî yeterliliği ölçüsünde haya­ta bağlanabilir. Hayatı sevebilir. Varlığını dilediği şe­kilde devam ettirebileceğine inanabilir. Kendisini güçlü bulabilir. Bugün olduğu gibi gelecekte de kendisinden birçok şeyler bekleyebilir. Başkalarının ilgileri ile kar­şılaşabilir.
İnsan, yaradılışı dolayısıyla, yetersiz, önemsiz bul­duğu şeylere karşı bir yakınlık duymaz. Daha doğrusu, onları kendisinin yapmak istemez. İstemez; çünkü on­ların varlığına bir şeyler katabileceklerine, varlığını zenginleştirebileceklerine, önemleştirebileceklerine inana­maz. Tersine olarak, değerliliklerini gördüğü kimselerle, şeylerle ilgilenir. Onları kendisinin yapmak ister. Onlar­la beraber daha çok bir kendisi olabileceğine inanır. İn­san, kendisinde daha çok bir kendisi olabilme ümidini yaratmayanlara kolay kolay yaklaşamaz. Başkası, bizi istediğimiz bir kendimiz yapabildiği ölçüde önem kaza­nır. Kendisini bize aratır. İnsanın en çok aradığı başkası aradığı kendisini en iyi bir şekilde vadedebilen kimse­dir.
İnsan, hayatı boyunca ve aralıksız bir şekilde ken­disini arar.  Arar; çünkü, hiçbir zaman kendisini bula­maz. Daha doğrusu, bulmak isteyemez. Kendisine, hiçbir zaman bulamayacağı, ulaşamayacağı bir kendisini örnek olarak seçer. Bir kendisi tasarımı ile değerlenir, insan, bu ebedî, sonsuz kendisini aradığı, bulamadığı için insandır. Bugünkü insandır. Yarının insanı olacak­tır. Hayatını meydana getiren bütün anlarının hiç birin­de kendisiyle yetinemediği, kendisini tam bir kendisi gibi benimseyemediği, kabul edemediği için insandır, in­sanın dış evrenle mücadelesinin, başkalarıyla yarışması­nın en önemli nedeni budur. Kendisini aramasıdır.
                                    
Kaynak
Dr. Halis OZGU Sabiha ÖZGÜ Nasıl Mutlu Olabiliriz?-Modern Psikoloji Ve İnsan, 1968, İstanbul

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar