THE PERVERT'S GUİDE TO CİNEMA / Normdışı Olanlar İçin Sinema Rehberi (2006)
Filmleri okuyamayanlar, gerçek hayatı nasıl okuyabilir ki.
Slavoj Zizek’in muhteşem belgeselini izlemeniz gerekir.
Slavoj Zizek’in muhteşem belgeselini izlemeniz gerekir.
Yönetmen:
Sophie Fiennes
Ülke:
İngiltere, Avusturya, Hollanda
Tür:
Belgesel
Vizyon
Tarihi: 17 Haziran 2006 (Avustralya)
Süre: 150
dakika
Dil:
İngilizce
Senaryo:
Slavoj Zizek
Müzik: Brian
Eno
Görüntü
Yönetmeni: Remko Schnorr
Yapımcı:
Sophie Fiennes, Ineke Kanters, Kees Kasander
Oyuncular: Slavoj Zizek
Çeviri:
Dilek TUNALI
Filmin adı The Pervert’s
Guide to Cinema, yani ”Normdışı olanlar için Sinema Rehberi”. Sinemanın en mutlak sapkın sanat biçimi olduğunu
söyleyerek başlıyor Zizek sözlerine. Ve şöyle devam ediyor: ”Sinema size
arzu ettiğiniz şeyi vermez, neyi arzu etmeniz gerektiğini söyler”.
Bahsettiği filmlerin setlerinin içinde yürüyerek, o filmlerden bize kesitler
sunarak harika bir yolculuğa çıkarıyor Zizek bizi.
Bizim için problem olan 'Arzularımızın
doyurulması ya da doyurulmaması' değildir. Asıl problem arzu ettiğimiz şeyi şu
an nasıl elde ettiğimizdir. İnsanının arzularıyla ilgili olan hiç bir şey doğal
ve spontan değildir. Arzularımız yapaydır.(taklittir) Arzu etmek için
eğitiliriz. Sinema en önemli ayartıcı sanattır. Sinema size neyi arzu
edeceğinizi sağlamaz. Sinema nasıl arzu edeceğinizi anlatır.
Possessed filmi
- Evet, senden hoşlanıyorum Fakat bu yeterli
değil
- Ah, unutuyordum,
- Annen akşam yemeğine gelip gelemeyeceğimi
sormuştu.
- Tamam.
- Gelirken dondurma al, olur mu?
- Tabii ki. Çukulatalı mı, vanilyalı mı?
- Çikolatalı.
- Peki. Possessed
filminden izlediğimiz bu muhteşem bölüm, film ile birlikte sinemanın nasıl da
büyülü bir sanat haline geldiğinin bir örneğidir. Filmde işçi sınıfına ait
sıradan, sıkıcı küçük bir taşra kasabasında yaşayan genç kızımız kendisini
aniden, büyülü sinemasal bir deneyimle gerçekliğin yeniden üretildiği bir
konumda buluverir. Tren yoluna doğru yaklaşır. Tren yavaşça ilerlemektedir ve
bu durum tıpkı gerçeklikte yaşandığı gibidir. O sadece ağır ağır ilerleyen bir
trenin yanında durur- yani ekranın büyüsünü seyretmeye dalmış olan seyirciye
dönüşür gibidir.
- İçki alır mısınız?
- Ah, durun gitmeyin. Trenin içine mi
bakıyordunuz?
- Yanlış yerde duruyorsunuz . Gelip buradan
bakın
Böylece tıpkı kadın kahramanın fantezi
dünyasını yansıtır gibi, iç dünyasına ilişkin son derece sıradan ve gerçek bir
sahne buluruz. Şöyle ki, tüm realite basit bir şekilde orada durmasına rağmen;
tren, genç kız… gerçekliğin bir parçası hem onun hem de seyirci olarak
bizim algı sınırımız içinde olduğu halde bu büyülü aşama yükselirmiş gibi,
perde genç kızın hayallerine dönüşür İşte bu sinema sanatının en saf halidir.
Matrix 1999
- Bu senin son şansın. Bundan sonra, geriye
dönüş yok. Mavi kapsülleri alırsan hikâye biter. Yatağında uyanırsın ve neye inanmak
istersen ona inanırsın. Kırmızı kapsülleri alırsan bir Harikalar Dünyasında
kalırsın ve ben de sana tavşan yuvasının ne kadar derine gidebileceğini
gösteririm.
Fakat kırmızı ve mavi kapsüller arasındaki
seçim gerçek anlamda illüzyon ve realite arasındaki seçim değildir. Tabii ki
Matrix kurmaca için bir makinadır. Fakat bunlar halihazırda realitemizi inşa
eden kurgulardır. Eğer gerçekliğinizi düzenleyen simgesel kurmacayı
gerçekliğinizden atarsanız, gerçekliğin kendisini kaybedersiniz.
- Ben üçüncü kapsülü
tercih ediyorum! Nedir üçüncü kapsül?
Kesinlikle fast-food tarzında, dinsel deneyimi
destekleyen uyduruk doğaüstü bir kapsül değil tabii ki. İllüzyonun arkasına saklanan realiteyi algılamamı sağlayan bir kapsül
değil de, realitenin içindeki illüzyonu kavramamı sağlayan bir kapsül Eğer
bir şeylerin içi haz alınacak durumlarla doldurulmuşsa, son derece travmatikse
ve son derece şiddetliyse bizim bütün bağlantı noktalarımızı paramparça ediyor.
sonuç olarak bunu hikayeleştirmek zorundayız.
******
The Birds-1963
Korku filmleri için ilk ipucu, aynı hikaye
içinde olabildiğince az imgeyi korku unsuru olmadan korumaktır. Bu bize, filmin
içindeki kötü kız düşüncesini verir. Şu an Hitchcock'un 'Kuşlar' filmine konu olan Bodega
Koy'unun tam ortasındayız. 'Kuşlar', San Fransisco'da tanıştığı genç adama aşık
olup onun ardından Bodega Koy'una gelen ve burada, aşık olduğu adamın annesiyle
birlikte yaşadığını öğrenen sosyetik genç bir kızla ilgilidir. Tabii ki bu
benim sorunum değil, fakat sen ne zaman bir genç kızı davet etsen…
- annecim
- Evet?
- Melanie Daniels'le baş etmeyi
becerebileceğimi düşünüyorum.
- Evet, neyi bildiğin ve neyi istediğin sürece
Mitch.
- Ne istediğimi çok iyi biliyorum.
Böylece anne ve oğul
arasındaki kanbağına ilişkin standart bir karmaşıklık çıkar. Oğul sahiplenici
annesi ve davetsiz misafir olan genç kız arasında bölünür.
- Bunlara ne olmuş böyle?
- Bütün bu kuşlara ne olmuş?
- Kahveyi nerede içmek isterdin?
- Masada tatlım.
- Hadi Mitch acele edin. Eminim ki . Bayan
Daniels yola çıkmak için acele ediyordur.
- Bu gece burada kalsan iyi olur Melanie. Üst
katta boş bir odamız ve gerekli olan her şey var.
- 'Kuşlar'la ilgili en önemli soru ve tabii ki
son derece aptalca bir soru: Kuşlar'ın neden saldırıya geçtiğidir.
- Mitch?
Kuşların, gerçekliğin doğal düzenlemesinin bir
bölümü olduğunu söylemek yeterli olmaz. Aslında daha çok yabancı bir düzlem
olarak, gerçekliği yırtıp içeriye zorla girmeleridir. Biz insanlar, gerçekliğin
içine doğal bir şekilde doğmayız. Sosyal realitenin bu alanında yaşayan diğer
insanlarla iletişim kuran normal bir insan gibi davranmamız için, bir çok şey
simgesel düzene göre uygun bir şekilde yüklenmemiz gerekiyormuş gibi
gerçekleşir. İşte bize uygun şekilde kurulmuş olan simgesel alan rahatsız edildiğinde,
gerçeklik de bozuma uğrar.
Psikoanalitik
formüle göre, kuşların saldırısının şiddeti açıkça seksüel ilişkiyi dışa
patlayarak engellemeye çalışan maternal figürün ve maternal süperegonun
engellemektir. Böylece kuşlar olgunlaşmamış bir ensest enerjisini simgelerler.
Ne yapıyorum ben böyle?
Özür
dilerim, özür dilerim Şimdi hallettim. Tanrım, Melanie gibi düşünmeye başladım!
Şu an ne düşündüğümü biliyor musunuz?
Mitch'in canına okumak istiyorum! İşte bu da
tam düşündüğünüz şeydir Hayır, hayır. Özür dilerim. Şimdi yön sapmasıyla ilgili
aniden oluşan kafa karışıklığını anladım.
Psycho-1960
- Bayan Bates?
Şu
an 'Psycho'daki anne evinin bodrum katındayız. Burada asıl ilgi çekici olan,
son derece iyi düzenlenmiş olan annenin evinde olayların üç aşamada gerçekleşmesidir;
birinci kat, zemin kat ve bodrum katı. Sanki bu üç aşama,
insanın subjektif durumunun üç aşamasını üretiyor.
Zemin kat egoyu temsil
eder, Norman burada her ne kadar ele geçirilmiş olan normal egosundan kalan
artıklarla, normal bir evlat gibi davranır. Üst kat, süperegodur. Yani maternal
süperego, çünkü ölü anne aslında bir süperego figürüdür.
- Şimdi, anne . be ben şimdi bir şeyler
getirmek için geliyorum
- Kusura bakma ama evlat, ., bana emir vermeye
kalkıştığında çok gülünç görünüyorsun.
- Anne, lütfen.
- Hayır, bu meyve kilerine hapsedilmemeliyim,
Ha! Sence bir meyveye mi benziyorum?
Ve bodrum katı da id'i temsil eder. Yani
yasadışı yönelimlerin rezervuarını. Daha sonra, filmin tam ortasında, Norman'ın
annesini taşıdığı sahnede, bunu anlarız ya da başka bir deyişle, filmin sonunda
annesinin mumyasını, iskeletini, cesedini, birinci kattan bodrum katına
taşıdığında bu şekilde yorumlarız.
- Bir daha bunu yapma.
- Asla! Şimdi defol!
- Sana söyledim evlat, defol!
- Seni taşıyabilirim Anne.
Bu durum, Norman'ın annesini kendi zihninde
psişik bir aracı olarak, superego'dan, id'e yerleştirmesi gibidir.
- Beni indir! Beni indir! Kendim
yürüyebilirim.
Tabii ki bu halihazırda Freud tarafından
ayrıntılı bir şekilde ele alınmış olan superego ve id'in derinden birbirine
bağlı olduğunu anlatan eski bir derstir. Anne öncelikle otorite figürü olarak
şikayetlerini duyurur.
''Bunu bana yapmaya
nasıl cüret edersin?
Utanmıyor musun?
Burası bir meyve kileri!"
Ve ardından anne birdenbire müstehcenleşir:
"Taze bir meyve gibi mi olduğumu düşünüyorsun?" Süperego
ahlaki bir aracı değildir, süperego; imkansız taleplerini asla yerine
getiremeyeceğimiz zaman doğal olarak bize gülen, bizimle dalga geçen ve bizi
müstehcenlik aracılığıyla bombardımana tutan bir şeydir. Ona ne
kadar itaat edersek, o bize kendimizi daha fazla suçlu hissettirir. Her zaman
süperegonun medyumluğu içinde müstehcen deliye ait bir bölüm vardır.
Duck Soup 1933
Psikanalizde insanlar arasındaki sıkı
ilişkileri ele alan referansları her zaman buluruz. Örneğin, Marx Kardeşler'den
üçü ; Groucho, Chico, Harpo. Şurası
açıktır ki, içlerinde heyecan veren hiperaktivitesi ile en popüler olan
Groucho'dur. Bu da süperegodur.
Evet, bununla bir çok
yeri kapatabilirsiniz Yani, kendi üzerinizde bir çok yeri kapatabilirsiniz
demek istedim. En iyisi onu söküp atmanız. Duyduğum kadarıyla onlar sizi
çıkaracaklar ve bulunduğunuz yerde bir ofise kapatacaklar. Bir taksiyle
tüyebilirsiniz. Eğer taksi bulamazsanız, öfkenize atlayıp gidebilirsiniz. Geldiğimden
beri konuşmayı kesmediniz
Chico; egoist, rasyonal ve her zaman
egosunu hesaplar: Zaten bu da egodur.
- Chicolini, sabrımı taşırıyorsun. Eğer suçlu
bulunursan vurulacaksın.
- İtiraz ediyorum.
- İtiraz mı ediyorsun?
- Hangi hakla?
- Hiç bir şey söylemek istemiyorum.
- İtiraz kabul edildi.
Ve içlerinde en tuhaf olanı da, sessiz,
konuşmayan arkadaş Harpo'dur. Freud, büyük taarruzların sessiz olduğunu söyler.
Harpo konuşamaz, tabii ki bu onun id'idir.
Monkey is Busıness- 1931
- Dostum kimsin sen?
- Benim odamda ne işin var?
- O benim partnerim, fakat konuşamıyor. Sağır
ve dilsiz.
İd tümüyle radikal bir
belirsizliktir. Aslında Harpo karakteriyle ilgili olan tuhaf durum, çocukça bir
masumiyet içinde olması, mutlu olmak için çocuklar gibi çabalaması, çocuklarla
oyun oynaması vs.dir. Fakat daima, önceden var olan bir tür kötü saldırganlık
tarafından ele geçirilmiştir. İşte bu mutlak ayartma ve mutlak masumiyet
ilişkisi id'in ne olduğunu bize anlatır.
- Çekil oradan!
- Bunun neden burada olduğunu biliyor musun?
- Koy onu yerine!
- Manyak!
- Yeter artık!
- Bunu kırmak mı istiyorsun?
- Tamam, bırakın!
The Exorcist- 1973
- Dr. Klein?
- Evet ben Dr. Klein'ım, arkadaşım Dr. Tanney.
- Sizi aradıktan sonra herşey daha da
kötüleşti. Üst kata çıkalım.
- Kasılmalar yeniden başladı mı?
- Evet, fakat şiddetlendi de.
- Size verdiğim ilacı ona içirdiniz mi?
Ses, insan bedenine ait organik bir bölüm
değildir. O, bedeninizin içinden bir yerlerden çıkıp gelir.
- Anne, lütfen!
- Ah anne lütfen, durdur onu!
- Çok acıtıyor, çok acıtıyor!
- Bir şeyler yapın doktor, Lütfen, yardım edin
ona!
Ne zaman bir başka
insanla konuşmaya kalksak, , daima küçük ölçüde bir vantrolog (karnından konuşan
kimse), yabancı bir güçle yer değiştirmiş gibi elde eder.
- "Günahın oğlu ona kötülük etmek için
daha güçlü ol."
- Annen cehennemde alet yalıyor Karras! Seni
sadakatsiz böcek!
Hatırlayacağınız gibi filmin başında bu çok
hoş bir genç kızdı. Nasıl da gördüğümüz gibi böyle bir canavara dönüştü?
Ele
mi geçirildi?
Peki
kim ele geçirdi onu?
Ses,
içindeki kışkırtıcı boyutun sesi.
- "Tanrı'nın işaretini gör. Ve gitmiş ol
kötü kuvvet.
Sesin travmatik boyutuyla ilgili yani sesin
özgürce ortalıkta dolaşıp travmatik bir temsil yaratan, realitenin biçimini
bozup kaygıyı ön plana çıkaran, ve o an için, korkutucu önem arzeden ilk film,
1931'de Almanya'da Fritz Lang'ın 'The Tastament of Dr. Mabuse' (Dr. Mabuse'nin Vasiyetnamesi) sıdır.
Bu odayı canlı
terkedemeyeceksiniz. Canavar! Dur lütfen
Mabuse'yi
filmin sonuna kadar göremeyiz. O sadece bir sestir.
Bu odayı canlı
terkedemeyeceksiniz.
The Exorcist-
1973---'Alien' 1979
– "…kutsal ruhun,
birliği için sonsuza kadar."
- Amen.
Asıl olan şu ki; bu genç kızın yanında
neden iki rahibin bulunduğu ve kızın içindeki davetsiz misafirin diğer iki
davetsiz misafiri nasıl defedeceği sorunudur. Bu sanki Ridley Scott'un 'Alien'
1979 ındaki
ünlü sahneyle kendini tekrar eder. Tam da beklediğimiz gibi, korkunç bir
varlık, kötü bakışlı küçük bir hayvancık dışarıya zıplar.
Burada Freud tarafından
libido olarak adlandırılan ve hayatın ötesinde de devam eden ölümsüz, sonsuz
psişik enerjimiz ile kendi bedenimize ait ölümlü ve zayıf gerçekliğin arasında
temel bir dengesizlik, boşluk söz konusudur.
The Exorcist- 1973
Bu sadece hayaletler
tarafından ele geçirilme patolojisi değildir. Öğrenmemiz gereken ders
ve filmlerin bizden uzaklaştırmaya çalıştığı şey asıl kendimizin birer 'Alien'
olmasıdır. Egomuz, kendi psişik aracımız, kendi bedenimizi denetim altına
alarak çarpıtan bir aliendır. Hiç kimse sesinin travmatik boyutunun tam olarak
farkında değildir insan sesi insana ait subjektifliğin derinliğini ifade eden
göksel, yüce bir medyum gibi değildir, insana
ait bu ses, yabancı bir davetsiz misafir gibidir.
The Great Dictator- 1940
Hiç kimse Charlie Chaplin kadar bu durumun
farkında olmamıştır. Chaplin, filminde iki kişiyi canlandırır: küçük Yahudi
Berber ve onun kötü ikizi. Diktatör Hynkel yani Hitler. Musevi Berber, sessiz
sinema figürlerinde gibi serseri, kopuk bir figürdür. Sessiz figürler
aslında çizgi film karakterlerine benzer. Ölümü bilmedikleri gibi cinselliği de
bilmezler. Acı duymazlar. Tıpkı çizgi filmlerdeki kedi ve fare gibi egoistçe
sözlü bir mücadeleye girerler. Onları yerlerinden kesip çıkardığınızda yeniden
yaratabilirsiniz. Orada bir sonluluk, fanilik yoktur. O kötülüktür. Fakat bir
anlamda rekabet edebileceğiniz, diğerini ittirebileceğiniz, düşünülmüş bir suç
unsuru taşımayan naif, iyicil bir kötülük Başka bir şekilde söyleyecek
olursak, sesle ilgili içeriye, derin, suçlu ve suçluluk duyan dünyaya ait elde
ettiğimiz şey onun karmaşık doğasıdır.
Bu filmdeki sorun sadece politik bir sorun
değildir. Yani totaliter baskıdan, bu kötü kışkırtıcı güçten nasıl kurtulmak
gerektiği olmamakla birlikte, son derece de biçimsel bir problemdir. Belki de
asıl sorun, korkunç düzeydeki bu sesi nasıl def etmek gerektiği sorunudur. Ya
da, bu sesi kolay yoldan def edinceye kadar onu nasıl evcilleştirebileceğimiz,
bu sesi her şeye rağmen aşk, insanlık ve benzeri durumları anlatmak için nasıl
başka bir biçime dönüştüreceğimizdir. . Alman polis (filmdeki) onun Hitler
olduğunu ve büyük bir toplantı düzenlemesi gerektiğini düşünür.
- Üzgünüm ama hiç bir zaman bir imparator
olmak istemedim.
-Bu benim işim değil.
Kimseyi zaptetmek ya da yönetmek de istemedim. Eğer mümkünse, herkesi mutlu
etmek isterdim Yahudi olan, olmayan, siyah, beyaz herkesi.
Biz hepimiz başkalarına yardım etmek
isteriz. İnsan olmak işte böyle bir şey. Burada tabii ki sevgiye duyulan
gereksinim üzerine, insanların birbirlerini anlamaları üzerine o önemli
söylevini verirken, bir suçüstü yakalanma hatta çifte bir yakalanma
gerçekleşir.
- Askerler, demokrasi adına gelin birleşelim!
İnsanlar alkışlarlar, tıpkı Hitler'i
alkışladıkları gibi. Müzik bu muhteşem hümanist finale eşlik eder, Wagner'in 'Lohenningrin' operası bu
uverturle aynıdır tıpkı
Hitler'in tüm dünyayı elde etme konusunda
gündüz düşlerinde gördüğü sahnede, yuvarlak balonla oynadığı müzikle aynıdır.
Bu sahne müzik yoluyla son bir kurtarma olarak okunabilir, yani kötülüğün
amaçlarına hizmet eden aynı müzik bu kez, kötülüğü azaltıp iyiliğe hizmet eder
gibidir . ya da, ki çok daha belirsiz bir durum bağlamında da okunabileceğini
düşünüyorum
Mulholand Çıkmazı -2002
Bizim içsel tutkumuzdan dışlanıncaya kadar
müzik potansiyel olarak daima bir tehdittir. David Lynch'in Mulholand Çıkmazı
filminde şu an bulunduğumuz tiyatro sahnesindeki kısa bölümde, mikrofonun
gerisindeki kadın şarkı söylemektedir. Sonra bir bitkinlik ya da benzer bir
şeyden dolayı kadın yere düşer. Şarkı şaşkınlık verici bir şekilde devam
etmektedir. Sonrasında derhal bunun bir playback olduğu anlaşılır.
Kafamızın karışmasına neden olan bu bir kaç saniyelik görüntüde, kısmen etkili
olan özerk bir nesnenin kabusvari boyutuyla karşı karşıya geliriz.
Alice Harikalar
Diyarında-1951
Alice Harikalar Diyarında'ki Cheshire
Cat'in o iyi bilinen macerasında olduğu gibi, kedi ortadan kaybolduğunda bile
sırıtışı hala orada durmaktadır.
"Orada tek başıma
olmadığımı dikkate almalısın ."
****
Death Drive (ölüm sürüşü)
Bu kısmi nesnelerle, yani bedensiz
organların durumuyla ilgili ilginç olan şey, Freud'un Death Drive (ölüm
sürüşü) olarak adlandırdığı konuyla birleşir. İşte burada son derece
dikkatli olmalıyız. Death Drive Budistçe bir erime, sonsuz bir barış için
çabalama uğraşı falan değildir. Hayır! Death Drive daha çok karşıt olandır. Death
Drive boyutu Stephan King'in filmlerindeki korku kurmacasında ölümsüzlük boyutu
olarak adlandırılan, yaşayan ölü ya da bir şekilde öldükten sonra bile geride
yaşayan birşeylerin kaldığı, bir yolla devam ettiği, ortaya çıktığı, ortadan
kaldıramadığınız, siz kestikçe daha fazla varolan ve bu şekilde devam eden bir
şey gibidir. İşte bu kısmi nesneler, bir tür şeytani ölümsüzlük boyutuyle
ilgilidir.
The Red Shoes-1948
Burada benim için güzel bir örnek, Micheal
Powell'in The Red Shoes filmindeki balerine ilişkin. dansa olan tutkusu, onu
alıp götüren bale ayakkabılarında maddileştirilmiştir. Burada ayakkabılar tam
anlamıyla ölümsüz nesnelerdir.
The Great Dictator- 1940/Dr
Strangelove-1964-
Belki de bu özerk kısmi nesneye ait olup da
bu role uyum sağlayan bedenin kesin parçası, bir el hatta bir yumruk olabilir.
Bu el havaya kalkmaktadır. Filmin tüm anlamı budur. Hiç bir şey basit bir
şekilde ona yabancı değildir. Orada onun dışında, son derece özde kalan bir
şahsiyet vardır.
Fight Club -1999
- Güvenlik mi?
- Ben Jack'in sırıtan intikamıyım.
- Ah!
- Kahretsin ne yapıyorsun?
- Ah, acıttı.
Bu sahnede aslında ilişkin kimi gerici
fantazilere ya da bir tür kışkırtılmış mazoşizmin tersine, derin bir özgürlük
vardır. Ben buradayım, yumruğun olduğu tarafta. Herhalde özgürlük bu demek-
düşmana karşı bir hareket yapmak için, öncelikle kendinize vurmak yani kendi
içinizde sizi lidere köle olarak bağlayan koşullardan, böylesi bir borçtan
öncelikle kendi içinizde kurtulmak vs. vs.
- Hayır! Lütfen dur!
- Ne yapıyorsun?
- Tanrım, hayır, lütfen hayır!
- Zannedersem bu benim Tyler'la yaptığım ilk
dövüştü.
Bu noktada daima benim ve ikizim arasında
bir savaş sürer.
- Orospu çocuğu!
- Kulağıma vurdu!
- Tanrım, tamam, özür dilerim!
- Oooo, aman tanrım!-Neden kulağıma ha?
- Kulağını sikeyim.
- Hayır, bu çok iyiydi.
- Ahh, ahh! Bu benim ikiz bedenim gibidir,
ancak kendimden iğdiş edilmemiş haliyle
Dead Of Night-1945
İşte muhteşem bir İngiliz korku klasiği
olan, Micheal Redgrave'in, kuklasını kıskanan bir vantroloğu oynadığı 'Dead Of
Night'dan bir epizod (olay)
- Sakın heyecanlanma
- Sadece şaka yapıyorum
- Beni bilirsin
- Dur, gel buraya!
- Seni salak!
- Görevliler! Acele edin! Kapıyı açın.
- Çabuk.
Şiddetin patlak vermesiyle kuklasını
parçalar, yere atar ve ardından filmin hemen hemen son sahnesinde onu hastanede
kendine gelmeye, bilincini yeniden kazanmaya çalışırken görürüz. Önceleri sesi
gırtlağında tıkanmış gibidir, sonra büyük bir gayretle konuşmayı başarır .
ancak,kuklaya ait deforme olmuş yapay bir sesle
- Merhaba Sylvester.
- Seni bekliyordum.
Buradaki ders son derece açıktır. Özerk
kısmi nesneden kurtulmanın tek yolu, bu kısmi özerk nesnenin kendisi haline
gelmektir.
The Conversation-1974
- Hazır olduğunda haber ver.
- Hazırım.
- Bekle bir dakika. Eğer
kafam karışık değilse sonra… Anahtarım nerede?
- Benimki burada tamam
Şu an tam da cinayetin işlendiği balkonda
duruyorum yani 'The Conversation'un dramatik cinayet sahnesinin meydana geldiği
yerde. Önümde duran vitray camdan özel dedektifi oynayan. Gene Hackman tarafından
izlenen, kocanın cinayetinin işlendiği yerde. Dedektif yan odada duruyor.
Özellikle tam da cinayeti görmeden önce, camdaki yarıktan balkonu gözetler.
Duvardaki yarıktan birilerini izleyen meşhur Peeping Tom fıkrasını her
hatırladığımızda olduğu gibi, hiçbir zaman duvarın iki tarafındaki realiteyle
ilgilenmeyiz. . Dedektif, bir şey görmeden ya da bir şey görmeyi hayal etmeden
önce tüm özel detektiflik donanımıyla dinlemeye çalışır, kulak misafiri olur.
Peki onu böyle hareket etmeye iten şey nedir?
En
azından potansiyel olarak bu kulak misafiri olma onu fantaziye, düşlenmiş bir
varlığı kafasında canlandırmaya iter
- Buna dayanamıyorum.
- Artık buna dayanamıyorum.
- Beni ağlatacaksın.
- Biliyorum tatlım, biliyorum, aynı
durumdayım.
- Hayır, ağlama
- Söylediklerine ilişkin hiç bir fikrim yok.
Dedektif cinayete ilişkin sahneyi düşlemez,
o kendisinin bu cinayete tanık olduğu sahneyi düşler.
- Seni seviyorum.
Temelde sinemasal bir
perde gibi görünen etkili bir şekilde işlevsel olan bu bulanık camdan gördüğü
şeyi, hayalinde canlandırma konusunda, duyduklarını cisimleştirici bir desteğe
dönüştüren bedenlenmeye rağmen aslında bu bir sanrılama, umutsuz bir girişim
gibi algılanmalıdır.
Blue Velvet-1986
- Selam bebek
- Kapa çeneni!
- Baba diyeceksin bok kafalı!
- Burbonum nerede?
David Lynch'in filminde, Dorothy'nin dairesi
tüm ahlaki ve toplumsal engellerin askıya alınmış gibi göründüğü ve herşeyin
imkanlı hale geldiği cehennemi mekanlardan biridir. Burada kendimize bile
itiraf etmeye hazır olmadığımız düşük düzeyli mazoşistik seks, en derinindeki
bölge ortaya çıkarılır. Bunlarla bir kaç yerde daha karşı karşıya getiriliriz.
- Bacaklarını aç.
- Daha da aç.
- Şimdi göster onu bana.
- Yüzüme bakma kahrolası. Bu sahneyi hangi
perspektiften izlemek gerekir?
Bu
sahneyi, kapının arkasına ya da tuvalete saklanmış küçük bir çocuğun izlediğini
farzedin
- Annecim!
Anne ve babasının cinsel ilişkisine tanık
olan küçük bir çocuğunki gibi… Henüz cinsel ilişkinin ne olduğunu, nasıl
ilişkiye girildiğini bilmemektedir, tek bildiği o an bu derin tuhaf soluklar
eşliğinde duyduklarıdır. sonra da neler olup bittiğini hayal etmeye çalışır.
'Blue Velvet'in en başında Geoffrey'in babasının kalp krizi geçirerek yere
düştüğünü görürüz, böylece babaya ait otoritenin bir tutulma yaşadığına tanık
oluruz.
- Annecim!
- Annen seni seviyor Frank.
- Bebek d…zmek istiyor!
Bu sahne Geoffrey'in düşlediği gibi,
Dorothy ve Frank arasındaki bu vahşi paternal bağ bir ölçüde babaya ait gerçek
otoriteyi dışarıda bırakan fantazmatik bir eklemlemedir.
- Hadi, d züşmeye hazırlan! Sikicinin sikicisi! Sikicinin sikicisi! Sikici!
- Bana öyle sikik bakma dedim!
Frank sadece rol yapmaz, bir şeylerin
üstünü örtmek için tuhaf bir şekilde el kol hareketleriyle, bağırarak ve
benzeri hareketler yaparak bir şekilde oynar. Buradaki nokta kuşkusuz, yani ilk
nokta, gizli gözlemciyi babanın iktidarsızlığını örtüp, iktidar sahibi olduğuna
ikna etmek içindir; bu sahneyi okumanın ikinci yolu da, babanın oğlunu bir
izleyici olarak, düzenlediği gülünç sahneyle, kendi gücüne ve
aşırı-iktidarına,sahnenin tuhaf şekilde şiddet içeren gülünçlüğüne ikna etmek
şeklindedir. Üçüncü yol ise Dorothy karakterine odaklanmaktır. Kuşkusuz bir çok
feminist bu sahnede tıpkı Dorothy'e olduğu gibi, kadına karşı kullanılan,
şiddet konusunu vurgulayacaktır. Bu durum tartışmasız şekilde zaten bu
boyuttadır. Fakat bir şey var ki çok daha şok edici ve yoruma açık bir şekilde
risk taşır. Asıl merkezi durum, yani bu sahnenin bütünündeki sorun, Dorothy'nin
pasifliği olsaydı ne olurdu?
- Bana böyle azdırıcı
bir şekilde bakma dedim!
Dolayısıyla Frank'in yaptığı şey, bir
anlamda umutsuz ve tuhaf bir durum olmasına karşın Dorothy'i etkileyecek ve ona
yardım edecek bir girişim olsaydı, onu uyuşukluğundan kurtarıp hayatın içine
çekmek için olsaydı, ne olurdu?
Yani
eğer Frank illa birinin fantazisi olacaksa, Dorothy'nin olmalıdır. Bence, bu
sahnenin tuhaf yansımasının izahı budur.
- Canlı ve hayatta kal bebek!
Sadece belirsizlik değil, söz ettiğimiz bu
durum, üç merkezi nokta arasında gidip gelmektir. Sahnenin güçlü yankısının
izahının böyle yapılacağını düşünüyorum.
Vertigo-1958
Bu da bize, benim için Vertigo filminin
bütünündeki en güzel belki de en can alıcı sahne olan üçüncü bir örneği
getirir. Vertigo. Duvardaki yarıktan Peeping Tom örneğindeki gibi gözlemleyen
Scottie'nin sahnesini Scottie Madeleine'i gizemli bir aralıktan, bir nevi
belirsiz bir dünyadan röntgenlediği sırada, Madeleine gerçekten
oradaymış gibidir. İşte bu hayal edilenin konumu yani fantazileştiren Bakış'tır.
The Conversation-1974
Bakılan nesne tekrar dönüp bakışa
ulaşıncaya kadar bir nokta, kör bir lekedir. Otelde cinayetin işlendiği odanın
yanındaki odada bulunan ve durumdan kuşkulanan özel dedektif Gene Hackman, bu
odaya girip tuvaleti kontrol eder. Banyodaki tuvalete geldiği zaman,
Hitchcock'un bölgesinde olduğumuz çok açıktır. 'Psycho' da gergin, dolaylı bir
takım diyologların sürüp gittiğini biliyoruz. Ani bir hareketle,Psycho'daki
katil NormanBates'in annesinin rolünü sahiplenircesine, perdeyi açar, detaylıca
kan izlerini hatta banyo deliğini kontrol eder. Bu banyo deliği kesinlikle .
görünen bu nesnelerin dışındadır. Çünkü, Psycho'da fadeout gözleri
cansızlaştıran bir bakışa dönüşür. Gözlerin ruhun penceresi olduğunu
söyleriz, fakat ya gözün ardında bir ruh yoksa, eğer göz bizim algılamamızı
sağlayan bir yarıksa, bu sadece ölüler dünyasına ait uçurumudur.
Bu yarıktan baktığımızda, öte tarafta gizli
güçlerin gösteri yaptığı bir karanlığı görürüz. Bu bir nevi Pyscho'da da olduğu
ve burada da Gene Hackman'ın hiçbirşey saptayamadığı türden bir durumdur.Şimdi
beni cezbeden oilk noktaya, tuvalet deliğine dönelim. Dedektif sifonu çeker ve
ardından korkunç bir şey meydana gelir.
Öğrendiğimiz ve
deneyimlediğimiz ilk şeylerden biridir; tuvalet sifonunu çektiğimizde dışkılar
bir şekilde kendi gerçekliğimizden çıkıp başka bir dünyaya doğru kaybolur,
fenomenolojik (somut yaşantı) olarak algılarsak başka bir ölü dünyaya, başka
bir realiteye, yani başlangıçta kaotik olan bir realiteye doğru kaybolurlar…
kuşkusuz asıl korkunç olan da sifonun çalışmaması durumunda bu nesnelerin, bu
kalıntıların, bu dışkısal kalıntıların farklı bir düzlemden çıkıp geri dönmesi
olasılığıdır.
Psycho-1960 Trailer
- Banyo .
Hitchcock daima bu eşikle oyun oynar.
- Ortalıkta kanı görmeliydin.
- Bütün her taraf kan içindeydi
- Yani, anlatması bile son derece korkunç
Benim için Pyscho'da en etkileyici, en
dokunaklı sahne, banyo cinayetinden sonra Norman Bates'in banyoyu temizlemeye
çalıştığı sahnedir. Yeni yetişirken seyrettiğim bu filmden ne kadar da derinden
etkilendiğimi çok net hatırlıyorum. Sadece yaklaşık olarak on dakika süren
sahnenin . uzun olmasından ve bir sürü ayrıntıyı içermesinden değil, aynı
zamanda özenle, dikkatle, titizlikle hazırlanmış bir sahne olmasından dolayı.
Ve aynı zamanda da seyirci konumunda olan bizleri tanımladığı için. Bu sahnenin
iş yapmaya, bir işi iyi yapmaya ancak yeni bir şeyleri yapılandırmak için değil
de belki de işe en başından, sıfır noktasından başlayanlara ilişkin koyu ve
kalıcı bir lekeyi temizlemekle ilgili bir doyum olduğunu düşünüyorum. Bu koyu
lekeyi silmeye ilişkin çaba, bu, her an patlamaya hazır, kaotik alemi dışarıda
bir yerde tutarak bizi içine çeker. Bu da zannedersem Hitchcock filmlerinin
bizde uyandırdığ katışıksız duyarlılıktır. Gerçeklikte korkunç olan şeyler çok
basit bir şekilde ortaya çıkmaz. Şeyler, gerçeklikte deneyimlediğimiz biçimiyle
sağlam dokunun altı kazındığı zaman ortaya çıkarlar
The Birds-1963
Filmde kuşların atağa geçme nedenleri ve
ilk kez ortaya çıktıkları an bence çok önemli. Bu kesinlikle Melanie'nin bu
koyda ilerleyip karşıya geçtiği andır. Başlangıçta algılamamış olsak da, ortaya
çıkan ilk kuş lekeye benzer bir tasarım biçiminde görünür. Düşlendiği zaman bir
fantazi nesnesi yani içdünyaya ait olan birnesne, bizim gündelik
gerçekliğimizden içeriye girerken, bu realitenin karakterini çarpıtır, biçimini
değiştirir. Bu da arzunun kendisini realiteye onun biçimini bozarak hangi
şekilde kaydettiğine ilişkindir.
Arzu, realitenin
yarasıdır.
Sinema sanatı arzuyla oyun oynamak için arzunun uyandırılmasından meydana gelir ama aynı zamanda arzuyu belli bir mesafede tutarak, onu evcilleştirerek ve hissedilir kılarak ortaya çıkarılır.
Sinema sanatı arzuyla oyun oynamak için arzunun uyandırılmasından meydana gelir ama aynı zamanda arzuyu belli bir mesafede tutarak, onu evcilleştirerek ve hissedilir kılarak ortaya çıkarılır.
Bir seyirci olarak perdenin önüne oturup
baktığımızda, görüntü gelmeden önceki ilk anı hatırlarsınız, bu siyah bir
perdedir ve sonra ışık gelir. Yoksa biz de aslında o tuvalet deliğine gözümüzü
dikip bir takım şeylerin oradan tekrar ortaya çıkmasını mı bekliyoruz?
Ya
da, ekrandan görünen bu tuhaf manzaranın tüm büyüsü, halihazırda yaptığımız
gibi o an aslında bir boku seyretmekte olduğumuzu bize göstermeye ve gerçeği
gizlemeye çalışan, aldatıcı bir görüntü müdür?
Ongar'ın
genç kadını, İşte oradadır, kim bir yılanbalığıyla çekici olabilir?
Sordular;
'Bir yılanbalığıyla yatmak nasıl bir şey?'
'Tıpkı
bir erkekle yatmak gibi', 'Sadece biraz daha uzun erkekten'
*****
İnsanlar genellikle
Freudian psikoanalizi herşeyin nedeninin cinsiyete bağlandığı gizli bir anlam
taşıdığı biçiminde okurlar. Fakat Freud'un söylemek istediği bu değildir. Bence
Freud tam da tersini söylemek istemiştir: daima yaptığımız ve düşündüğümüz
herşeyin cinsellik için bir metafor olduğu anlamına gelmez.
Freudian
soru; 'Bir şeyi yaparken ne düşünüyorsunuz?'dur.
Seksüalitede sadece ben, partnerim ya da
diğer çoğul partnerler yoktur Orada daima fantazmatik unsurlar mevcuttur. Orada
mutlaka beni cinselliğin içine çekecek üçüncü bir element olması gerekir.
Eğer, ben
küçük, küstah ve herkes tarafından bilinen talihsiz bir deneyim olsaydım, ne
olurdu?
Bu ancak birinin cinsel ilişki sırasında
diğerinin kendini aptal gibi hissedip bağlantıyı diğeriyle koparması biçiminde
meydana gelir - tıpkı 'Tanrım, benim burada ne işim var?' türünden bir şey. Yani bu
yinelemeli aptal hareketi neden yapıyorum? tarzında
bir durum. Bu tuhaf zaman dilimine ilişkin olarak bağlantıyı kopardığım anda
realitede değişen hiç bir şey yoktur. Bu sadece fantazmatik desteği
kaybetmemdir.
The Matrix-1999
Neo'nun matrix'e uyanıp aslında sıvıyla
dolan ve tümüyle sizden çekilen bir enerji ile pasif bir nesneye dönüştüren
sahte gerçeğe bağlanan bir kutunun içinde olduğunun farkına vardığı bu .
dehşetli sahne en azından benim için müthiş bir çekiciliği,dayanılmaz gücü olan
bir sahnedir Peki, matrix neden sizin enerjinizi istemektedir?
Belki de bu soruyu sormanın en uygun yöntemi
bu soruyu ters yüz etmektir. Matrix'in bu enerjiye ihtyiacı olduğundan değil.
Enerjinin Matrix'e . ihtiyacı olduğundandır. Öyle görünüyor ki, sözünü
ettiğimiz enerjinin libido olduğunu düşünüyorum, yani bizim mutluluğumuz
olduğunu. Neden libidomuz sahte gerçekliğe, bir fantazi evrenine ihtiyaç
duyar?
Neden
ondan doğrudan bir şekilde zevk alamayız?
Bir seks partneri ya da benzeri bir şeyle?
Esas
soru budur. Neden bu gerçek olmayan ilaveye ihtiyaç duyarız?
Libidomuz kendini hayatta
tutabilmek için illüzyona ihtiyaç duyar.
Solarıs-1972
Bilim kurgu
filmlerindeki başlıca ilginç motif id makinasıdır. Yani bizden önce bizim
içimizi, bütün rüyalarımızı, arzularımızı hatta suçlu duygularımızı doğrudan
bir şekilde canlandıran,cisimleştiren bir sihir kapasitesine sahip olan bir
nesne. Bu bilim kurgu filmleriyle ilgili uzun zamandır süren bir gelenektir.
Fakat id makinasıyla ilgili bir film de Andrei Tarkovsky'nin Solaris'idir.
Solaris, bir roket aracılığıyla yeni bulunmuş bir gezegen olan Solaris'e
keşif yapması için gönderilen Calvin ismindeki bir psikologla ilgilidir. Uzay
aracından tuhaf bilgiler gelir. Oraya gönderilen tüm bilim adamları delirmiştir
ve Calvin orada neler olup bittiğini anlamıştır. Bu
gezegen sizin tüm derinliğinizi, travmalarınızı, rüyalarınızı, korkularınızı ve
arzularınızı doğrudan bir şekilde canlandırma konusunda büyülü bir yeteneğe
sahiptir. İç dünyanız daha çok içinizdeki uzaydır.
Filmin kahramanı bir sabah, yıllar önce
intihar ederek ölmüş olan karısını bulur. Böylece kendi arzularının suçlu
duyguları olduğunun çok fazla farkına varmaz. Kahramanımız orada intihar etmiş
karısının klonuyla karşılaşır. Ona acımayla karışık bir sevgi duymasına rağmen,
adamın tek derdi karısının klonundan nasıl kurtulması gerektiğidir. İşte bu da
Solaris'i potansiyel olarak son derece hassas yapan bir şeydir Yani bizi
kadının bu trajik duygusal konumuyla karşı karşıya bırakır. Karısı artık kendine
ait olmadığının, kendiyle yoğun olmadığının bilincindedir.
Kendime ait hiçbir şey
bilmiyorum bile.
Kimim ben?
Gözlerimi kapattığımda yüzümü bile
hatırlamıyorum.
Örneğin, zihnindeki, kafasındaki derin
boşlukların nedeni, sadece kocasının kendisi hakkında bildiği şeyi klonun
da(kadının da)bilmesidir.
Kim olduğunu biliyor
musun?
Herkes bilir.
Kadın sadece adamın canlandırdığı bir
rüyadır. Ve kadının adama olan gerçek aşkı kendini silmek için yaptığı
umutsuzca girişiminde ifade bulur. Zehiri içmek ya da benzeri bir şey yapmak
kadının, kocasının bunu istediğini tahmin etmesi nedeniyle, sadece bu boşluğu
temizlemek anlamındadır. Korkutucu değil mi?
Hiç bir
zaman bu değişmez dirilişleri alışamadım! Gerçek bir kişiden kurtulmak buna
nazaran daha kolaydır. Bir kadını ya da erkeği terk edebilirsiniz, bir kadını
ya da erkeği öldürebilirsiniz, farketmez. Fakat bu hayaletimsi görünümlerden
kurtulmak çok daha zordur. O size bir gölge varlık gibi yapışıp kalır.
-Seni kızdırıyor
muyum?
- Hayır. Yalan söylüyorsun!
- Bırak artık!
İğrenç görünüyor
olmalıyım!
İşte burada en aşağılığından bir erkek
mitolojisi elde ederiz Kadının kendi başına 'hiç' olduğu ve ancak bir
erkeğin canlandırdığı rüya olduğu düşüncesidir ya da radikal feminist söylemle
erkeğin suçluluk düşüncesidir.
Kadının
varolması erkeğin kirli (karışık) rüyasıdır. Erkek rüyasını temizleyip bu kirli
erkeksi fantazilerden kurtulursa, kadının da var olması sona erecektir. Filmin
sonunda bir tür kutsal bir paylaşım, yeniden bir uzlaşma elde ederiz. Ama karısıyla
değil, babasıyla…
Vertigo-1958
Hitchcock'un
Vertigo'sunun nerede olduğunu biliyor musunuz?
- Özür dilerim ne demek istiyorsunuz?
- Pardon, Hitchcock'un Vertigo filmi. Alfred
Hitchcock'un. Olayın burada geçtiğini düşünüyorum.
- Ah, bu filmi bilmiyorsunuz.
- Belki de Şeyler çoğu
kez aldatıcı olarak ortaya çıkar.
Otantik ve sahte olarak . Fakat kendi
oyununuzda yakalanırsınız. İşte bu Vertigo'nun gerçek trajedisidir. Bu kendi
yollarında olan biri kadın diğeri erkek iki kişinin, ortaya çıkma(görünme) üzerine
oynadıkları kendi oyunlarında yakalanmalarına ilişkin bir hikayedir.
Her ikisi
için de, yani hem Madelain e hem de Scottie için, görüntü (ortaya çıkma),
gerçekliği mağlup etmiştir. Vertigo'nun hikayesi nedir?
Bu
patalojik anlamda yükseklik korkusu olan ve kariyerini etkileyen emekli bir
polisin hikâyesidir. Sonra eski bir arkadaşı ona, filmde Kim Novak'ın oynadığı
güzel karısını takip etmek için para verir. Güzel eş, çok önceden ölmüş olan
İspanyol Güzeli Carlotta Valdés'in hayaleti tarafından gizemli bir şekilde ele
geçirilmiştir. Her ikisi de birbirlerine aşık olurlar ve güzel eş kendini
öldürür. Vertigo'nun ilk bölümü Madelain'in intiharıyla birlikte olması
gerektiği kadar paramparça edici değildir. Bu gerçekten dehşetli bir durum olsa
da bu büyük kayıbın içindeki ideal devam etmektedir. Ölümcül
(Fatal) kadın düşüncesi sizi çepeçevre sarar. Her halükarda ilginç bir imge olan bu fatal
kadının erkeğin ölümünü simgelemesinin nedeni nedir?
Güzelliğin cazibesi daima karabasanı örtmeye
çalışan bir yoldur. Tıpkı bu cazibeli yaratıcılık düşüncesindeki gibi eğer ona
daha da yaklaşırsanız(kadına) çürümeye başlayan bir dışkıyı, her tarafta
kurtların kaynadığını görürsünüz. Son uçurum aslında maddi uçurum değildir.
Asıl uçurum diğer kişinin de ölmesidir. Filozofların dünyanın gece halini
tanımladıkları gibi. Tıpkı kadının ya da erkeğin gözlerinde bir diğer kişiyi
gördüğün zaman işte uçurum oradadır. Bu tam anlamıyla bizi de içine alan bir
sarmaldır. Scotty yıkılmış ve yalnız bir haldedir, kadını unutamamaktadır, tüm
şehri dolaşıp bu ölmüş kadına benzer bir kadınla karşılaşmayı hayal eder .
Bazen sıradan, hatta şirret ve basit kadınlar bulur. Hikâyenin bu noktasında
Marx Kardeşler'in esprili cümleleri akla gelir: 'Bu adam bir ahmak gibi davranıyor,
ahmakça hareket ediyor.'
Bu sizi kandırmamalı. Bu adam tam bir ahmaktır. Son bulduğu kadın Madelaine'e
benzer, onun gibi davranır, ölümcül bir güzeldir. Bu kadının Madelaine olduğunu
anlarız. Scotty'i kiralayan eski arkadaşının aynı zamanda şeytani bir planla
gerçek Madelaine'i öldürüp yerine geçmesi için Judy adındaki bu kadını da
kiralayıp onun kaderini üstlendiğini anlarız.
- Birbirimizi daha sık görebiliriz.
- Neden?
Sana onu hatırlattığım için mi?
Bu hiç de nazik değil.
Bu kısa sahne aslında bize bütün filme ilişkin
ipucunu verir. Burada Madeilane'ın hatta Judy'nin tüm bu trajik gerilim
içindeki özdeşliğini görürüz. Bu durum, Madelain'in Ernie'nin restaurantındaki
diğer profilini ilginç hale getiren bir karanlık fon yaratır. Scotty çok
utanır, ona doğrudan bakmaya çekinir. Sanki bu, Scotty'nin rüyalarını dolduran
bir şeydir. Scotty için kadının gerçekliğinden daha da gerçek olan şey kadının
arkasında durmaktadır.
- Bu da çok nazik bir davranış değil.
- Ben sadece seninle olabildiğim kadar bir
arada olmak istiyorum Judy.
Kadının yüzünü gördüğümüzde, bu yüz aslında
bir bütün değildir. Bu sadece yüze ait bir bölümdür. Bunun gerisi ise
boşluktur, hiçliktir. Ve tabii ki biz doğaçlama bir şekilde o boşluğu insana
ait zenginlik üstüne kurulu olan fantezilerimiz olmadan doldurmaya çalışırız.
Gerçeklikten geriye kalan boşluğu görmek aslında subjektif olanı görmek
gibidir. Subjektif olanla karşı karşıya gelmek aslında dişil olanla karşı
karşıya gelmektir. Kadın bir subjedir. Erkeklik de taklittir. Erkeklik, subjektifliğin
son derece radikal olan kabusvari boyutundan kaçıştır
- Scotty ne yapıyorsun?
- Sana yakışacak bir şeyler satın almaya
çalışıyorum.
- Denediği ikinci kıyafeti beğenmiştim.
- Ve işte bu, harika bir şey.
- Bunların hiçbirisi değil. Sanırım 'yakışan'dan
ne demek istediğinizi anladım. Bir süre önce böyle bir şeyler vardı. İzin
verirseniz bakayım. O modelden hala elimizde olduğunu düşünüyorum.
- Teşekkür ederim.
- Benim için aslında ona yakışan bir şey
bakıyorsun.
- Benim onun gibi giyinmemi istiyorsun.
- Judy, sadece hoş görünmeni istiyorum.
- Hangi takımın sende iyi duracağını
biliyorum.
- Hayır, istemiyorum.
- Judy.
- Judy, Bu seni son derece değiştirebilir.
- Bir dakika görmek istiyorum .
- Hayır, giysi falan istemiyorum. Sadece
buradan çıkmak istiyorum.
- Judy, lütfen bunu benim için dene.
- Evet işte buldum. Evet, işte bu.
- Eminim. Judy,
Madelaine'in tarzında giyinip ortaya
çıktığında, bu tıpkı bir fantezinin gerçekleşmiş olması gibidir. Ve tabii
ki biz de fantezinin gerçekleşmesine ilişkin mükemmel bir isim bulmuş buluruz.
Buna kabus diyebiliriz. Fantazinin gerçekleşmesi, ne demektir bu?
Bu
tabii ki daima uç noktadaki şiddet yoluyla sürdürülen bir şeydir. Bu noktada
Scotty'nin şiddeti, sıradan bir kızı yeniden giydirerek, vahşi bir şekilde onun
tarzını değiştirerek, Judy'i, Madelaine haline getirmektir. Gerçek anlamda bir
küçük düşürme yöntemidir. Yani aynı zamanda kadının arzusunun küçük
düşürülmesidir. Bu durum ona sahip olmayı tasarlamak, onu arzulamak, onunla
cinsel ilişkiye girmek gibidir. Scotty onu ölü bir kadının yerine geçirerek
mahcup etmiştir. Bu tam anlamıyla erkeğin libidinal ekonomisi türünden bir
şeydir. Başka sözcüklerle anlatmak gerekirse, eski bir deyiş 'en iyi kadın, ölü kadındır.' der. Scotty tam olarak
ondan etkilenmemiştir. Fakat bütün bir sahne boyunca etrafına bakınır, ve
fantazmatik göstergenin hala orada olup olmadığını kontrol eder. İşte bu
noktada, realite fantazi ile dopdoluyken, Scotty en sonunda uzun süredir
ertelediği cinsel ilişkiyi canlandırmayı başarabilir. Bu şiddetin sonucunda
Fantazi ve realite arasında mükemmel bir ilişki kurulur. Bir tür kısa
devre.
Mulholand Çıkmazı -2002
Lynch'in filmlerinde karanlık gerçek bir
karanlıktır. Aydınlık ise gerçekten kör edici bir aydınlık. Yangın gerçekten
yakar, çok sıcaktır.
Wild At Heard -1990
Bunlar şiddetin de ötesindeki tensel
zevklere ait anlardır. Bu tıpkı, perdede olup bitenlerin, korkutucu bir şekilde
perdeden dışarı fırlayıp bize ulaşarak bizi içine doğru çekmesi gibidir.
Fantazi dünyası, yani kurgusal anlatı alanı son derece şiddetlenerek biz
seyircilere ulaştığında, bu durum aslında kendimizi, mesafemizi kaybetmemiz
anlamına gelir. İşte bu da, Lynch'in dünyasına uygun bir gerilim tarzıdır.
Mulholand Çıkmazı -2002
Eğer yakından bakarsanız Lynch'in
güzelliği, asla net olmamasıdır. Yani orada gerçekten rahatsız eden vahşi bir
gerçek var mıdır?
Ya
da bu bizim fantazimiz midir?
Blue Velvet-1986
David Lynch'in Blue Velvet'inin başında küçük,
idolik bir Amerikan kasabası görürüz. Beyaz, temiz bir evin önündeki bahçede
çiçekleri sulayan bir baba görüntüsünden daha normal bir şey olabilir mi?
Fakat aniden, baba bir kalp kriziyle
çimenlerin arasına devrilir. Bunun ardından, ailenin ambulans çağırması
tarzında, bir telaş gösterisinin yerine Lynch tipik bir şekilde Lynchvari bir
şey yapar. Kamera çimenlerin içine girer. Ve biz böylece bu ideal yeşilin
gerçeğini görmüş oluruz. Babanın aniden kalp krizi geçirerek özellikle sembolik
anlamda baba otoritesinin yıkıldığı anda bu olayın nasıl gerçekleştiğini
akıldan çıkarmamalıyız.
- Seni dosdoğru cehenneme göndereceğim
kahrolası! Rüyalarımda. Seninle yürüyorum. Rüyalarımda. Seninle konuşuyorum.
Buradaki mantık tam anlamıyla Freudian'dır.
'Rüyalarımıza kaçmamızın nedeni, gerçek hayatımızdaki ölü
bakıştan kurtulmak içindir'
anlamına gelir. Fakat, rüyalarımızda rastladığımız şey o kadar korkunçtur
ki, sonunda kelimenin tam anlamıyla rüyalarımızdan kaçıp gerçek hayata döneriz.
Gerçeklik için güçlü olmayanlar, dayanamayanlar için herşey rüyalarla başlar.
Kendi rüyalarıyla karşılaşamayanlar, buna dayanacak kadar güçlü olmayanlar için
ise gerçeklikle sonlanır
Lost Highway-1997
Lost Highway ve Mullholland Dr. aynı filmin
iki versiyonudur. Filmleri, özellikle de Lost Highway'i son derece enteresan
kılan şey, iki boyutu yani fantazi ve gerçeklik boyutunu nasıl yan yana
getirerek . olabildiğince aynı düzlemde tutmasıdır
- Bu bizim gerçek emlakçımızdan olmalı.
Lost Highway'de kasvetli, renksiz üst sınıf
banliyö gerçekliği içinde yaşayan erkek kahraman, Patricia Arquette ile
evlenir. Zaten adamın isteklerine karşılık vermeyen kadının caydırıcı bir
gizemi vardır. Ne vakit cinsel bir ilişkiye girseler adam başarısız olur.
İlişki sırasında, karısında dikkatini çeken şey omuzuna patronca vuruşlar
yapmasıdır. Tamamen küçük düşüren bir tarzda Karısını öldürdükten
sonra, bir tökezlemenin ardından erkek kahraman kendi fantazi dünyasına dalar.
Bu dünya, sanki sadece adamın kendisini canlandırmaz aynı zaman sosyal
sabitliğini de harekete geçirir.
- Kaptan . Burada tuhaf boktan bir şey bulduk.
Neyin içinde? Bu genellikle film noirde
bulduğumuz türden bir evrendir. Erkek kahramanımızın esmer karısı sarışın olur.
Aslında gerçekte ölçülü bir kadındır. Fantazi dünyasında ise kahramanımıza her
zaman cinsel gücü vs. hakkında övgüler yağdırır. Böylece rüyası onun ne
gördüğünün canlandırmasıymış gibi görünür. Gerçek hayatta engel aslında işin
özüydü. Cinsel ilişki gerçekleşmiyordu. Fantazi dünyasıyla birlikte engel devre
dışı kalır.
- Çok güzel bir gün.
Mr. Eddy, Patricia Arquette'in patronudur;
fantazi dünyasının içinde o da cinsel ilişki için bir engeldir.
- Eğer birinin onunla yattığını anlarsam bunu
alır kıçından sokup ağzından çıkarırım.
İkinci yer değiştirmeyle
birlikte esrarengiz anlar ortaya çıkar. Fantazi dünyası ve rüyadan kaçış
gerçekleştiğinde bir bozulma varmış gibi yeterince gerçekliğin içinde olamayız. Bu ara evren, ne
gerçeklik ne de fantezi evrenidir. Bu evren bir bakıma ilkel bir şiddetin
yayılmasının ontolojik düzensizliği,kafa karışıklığıdır. BU son derece yıkıcı
bir andır Yani filmdeki gerçek korku unsurudur. Fantazi epizodunun bitimine
doğru cinsel ilişkinin gerçekleştiği sahnede, kadın hala adamı yok sayar.
- Bana hiç bir zaman sahip olamayacaksın.
'Bana hiç bir zaman sahip olamayacaksın'
fısıltısına ilişkin dramatik noktada gerisin geriye gerçekliğe fırlatılırız.
Yani erkek kahraman tam anlamıyla aynı ölü bakışla karşı karşıya geldiği zaman.
Filmin tam da odak noktası, erkek kahramanın, ,dişil arzunun muamması olmaması
hakkındadır.
Blue Velvet-1986
- Esrarengiz şeyleri bu kadar çok mu
seviyorsun?
- Evet Sen de öylesin. Seni de çok
seviyorum
Kadınsı subjektifliğin gizemi David
Lynch'in filmlerinde neden ve sonuç arasındaki dehlizdir. Kadına bir şey
yaparsınız. Fakat asla tepkisinin ne olacağını bilemezsiniz.
- Jeffry, yapma. Lütfen.
Çok daha sonra laleleri incelerken bunların
aslında Lynchvari olduğunu gördüm. Rahatsız edici olduğunu düşünüyorum.
Düşünün, nasıl söylenir bunlar sizce dişli bir vajinaya benzemiyor mu?
Sizi
yutan bir dişli vajinaya Zannedersem bu çiçeklerin özünde rahatsız edici bir
şey var. Yani insanlar bu çiçeklerin ne denli korkunç olduğunun farkındalar mı?
Aslında
bütün böceklere 'gel ve beni becer' türünden açık bir davet olduğunu söylemek
istiyorum. Yani demek istiyorum ki bu çiçekler çocuklara yasaklanmalı.
Persona-1966
Birdenbire
kayalıkların öbür tarafından bize doğru yaklaşan iki karaltı gördüm. Ara sıra
saklanıp gözetliyorlardı. Bize bakan iki erkek vardı. Ona söyledim. Adı
Katarinaydı. O da bırak baksınlar dedi ve arkasını döndü. Bu çok tuhaf bir
duyguydu. Birdenbire koşup giyinmek istedim fakat yatmayı sürdürdüm. Popom,
karnım hertarafım açıkta, tamamen utanmasız ve sakin birşekilde yattım.
Biz erkekler en azından kendi
standartlarımızda cinselliğin merkezi durumunu takip ederiz. Böyle bir şeyi
gerçek bir kadınla yaptığımız zaman bile bunu etkili bir şekilde kendi
fantazilerimizle yaparız. Kadınlar bir masturbasyon sondajı olmak istemez.
Kadınlar içeriye girinceye kadar bizim fantazi çerçevemizi uyandırırlar. Ama
bir kadınla bu farklıdır. Gerçek haz onu yapmak değildir. Gerçek haz daha
sonradan yapılanı anlatmaktır. Tabii ki kadınlar da doğrudan doğruya yapılan
seksten hoşlanırlar. Fakat ben bunu neden yaptıklarını konu edinen bu cüretkar
hipotezi öneren bir erkek olarak görevlendirildim. Onlar zaten bu küçük
anlatımsal uzaklığı yasalaştırıp içselleştirdiler. Onların halen kendilerini
gözetleyip bunu anlatmaları için.
Ingmar Bergman'ın Persona'sında, Biby
Anderson'un, konuşamayan Liv Ulman'a yıllar önce plajda yaşadığı küçük orji
hikayesini anlattığı muhteşem bir sahne vardır. Bu sahne Ingmar Bergman'ın
flashback'e direnerek başarıyla gerçekleştirdiği son derece erotik bir
sahnedir. Çünkü sadece sözler vardır. Muhtemelen sinema tarihindeki en erotik
sahnelerden biridir.
Katarina adamın
pantolonunun düğmelerini çözerek onunla oynamaya başladı. Adam boşaldığı sırada
Katarina penisini ağzına aldı. Adam eğildi ve Katarina'nın arkasını öpmeye
başladı. Katarina ona doğru döndü ve iki eliyle adamın başını tutarak
memelerini ağzına verdi. Diğer adam da çok heyecanlanmıştı, biz de yeniden
sevişmeye başladık. İlki kadar güzeldi Sonra yüzdük ve onlardan ayrıldık.
Döndüğümde Karl-Henrik geri dönmüştü. Birlikte akşam yemeği yedik ve getirdiği
kırmızı şarabı içtik sonra birlikte yattık. Daha önceden yaşadıklarımız hiç bu
kadar güzel değildi. Ne demek istediğimi anladın mı?
Böyle olmakla birlikte cinsellik bedenlerle
ilişkili gibi de görünüyor. Ama gerçek bedenlerle değil, bedensel aktivitenin
sözcüklerle nasıl bildirildiğiyle.
In the Cut-2003
En iyi cinsel uyarıcı kelimelerdir.
Benden kim olmamı
istersen o olurum. Sana eşlik etmemi istersen, seni en güzel restoranlara
götürürüm, sorun değil. En iyi arkadaşın olmamı ya da seninle olmayı. Sana iyi
davranmamı Ya da seni tahrik etmemi Hiç sorun değil. Yapamayacağım pek az şey
olsa da Tek yapmayacağım şey seni dövmek olur.
Gerçeklik ve fantazi arasındaki garip
ayrılık ve aynı zamanda bağlantı en net bir şekilde pornografide gözlenebilir.
Pornografi, gerçekten son derece muhafazakâr bir türdür. Her şeye müsaade
edilen bir tür değildir. Temel yasaklara dayanan bir türdür. Bir eşiği
geçersek, Her şeyi görebilirsiniz. Yakın çekimler ve devamı. Fakat asıl
değerini oluşturan şey ise Cinsel birleşmeyi gerçekleştiren kişilerin işlerini
son derce ciddi yapmamalarıdır. Pornografi senaristleri aptal olmamalıdırlar.
Klasik kaba hikâyeleri bilirsiniz bir ev hanımı evde yalnızdır. Tesisatçı
gelir, arızayı onarır sonrasında ev hanımı ona yaklaşır, "Affedersiniz,
bir sorun daha var, ona da bakabilir misiniz acaba?" ve benzeri
şeyler. Açık ki burada bir çeşit sansür var. Bir tür duygusal film de izleseniz
Durmak zorunda kalırsınız hepsini göstermeden önce; Cinsel ilişkiyi. Ya da
hepsini görürsünüz fakat sonrasında duygusal moda geçemezsiniz Pornografinin de
trajedisi buradadır. Mümkün olduğunda gerçekçi öğeler barındırmak, fakat yine
de fantazi desteğini en az şekilde de olsa korumak zorundadır.
Eyes Vide Shut-1999
- Pekala! Onu ilk kez bu sabah lobide gördüm.
Oteli inceliyor ve asansöre doğru bavulunu taşıyan kominin arkasından
yürüyordu. Beni farketti yanımdan geçerken sadece bir bakış attı. Fazla değil
Fakat yerimden kıpırdayamadım.
Eyes Wide Shut
fantaziler hakkında özel bir ders veren son derece dikkate değer bir filmdir. Kadın, kocasına aslında
onu aldattığını anlatmaz. Fakat bir otelde rastladığı deniz subayıyla kocasını
nasıl aldattığına ilişkin bir şeyi fantazileştirir. Filmin tamamı adamın, sonu
başarısızlıkla biten kendi fantazisini umutsuz bir şekilde yakalama
girişimidir. Bir çok kişi zengin, üst düzey insanların
büyük bir orji için buluştukları bu malikane sahnesinden hoşlanmazlar. Bu
sahnenin aseptik (mikropsuz), tümüyle erotik tansiyondan yoksun, herhangi bir
atraksiyon içermemesinden yakınırlar. Fakat düşündükleri bu şey, aslında asıl
meseledir. İşte bu erkek fantazisinin yer değiştiren iktidarsızlığıdır. Film erkek fantazisinin, kadın fantazisini nasıl da
yakalayamadığı üzerinedir. Kadın
fantazisinde oldukça fazla arzu barınmaktadır. Ve bu durumun erkeğin kişiliğine
nasıl da gözdağı verdiği üzerinedir. Aksine, Vertigo'da tüm aktivite Scotty'e
yüklenmiş değil miydi?
Fakat Scotty'nin davranışı son derece vahşi
bir düşürme biçiminden dolayıdır. O tamamıyla kadını ortadan kaldırarak onun
arzu edilebilir bir varlık olduğunu düşünür. Ona göre bu arzunun kuralıdır.
Hadi o zaman kadını ortadan kaldıralım. Onu küçük düşürerek benim fantazim tek
başına diğer çözümü hükmetmeye yönelir, bu da tabii ki beni kadının
görünmesi(ortaya çıkması) ve bir patron gibi davranmasını sürdürecek olan
mazoşist bir çözüme yöneltir. Kendi konumumun daha düşük olduğunu bilirim,
ama gizliden gizliye bildiğim şey; efendi olanın ben olduğumdur. Çünkü kendi
değersizliğimle ilgili müthiş bir senaryo yazmışımdır.
- Ama seni hala
seviyorum, ama sen de biliyorsun ki olabildiğince kısa bir sürede yapmamız
gereken çok önemli bir şey var.
- Nedir?
- Birleşmek.
Bu aslında içimizdeki
psişik alanın son derece vahşi olduğu ve zaman zaman seks yapmak zorunda
olduğumuz anlamına gelir. Gerçeği elde etmek değil. Gerçekten kaçarak yani
aşırı gerçekten kaçarak böylece ona kendi fantazi dünyamızda rastlarız.
Wild
At Heard -1990
Biliyor musunuz? aslında bir de Wild at
Heart’tan Bobby Peru, tecavüz sahnesi var.
Söyle: "Benimle
ol." de.
- Söyle ve gideyim.
- Asla, defol! Söyle!
Senin kalbini sökerim! Söyle: "Benimle ol ." de. Söyle: "Benimle
ol ." de. Söyle ve gideyim. Söyle: "Benimle ol ." de. Fısılda.
Söyle. Söyle. Söyle. Söyle: "Benimle ol ." de. Fısılda: "Benimle
ol ." de.
Bobby Peru, filmde Laura Dern'in
canlandırdığı genç kızın dinlendiği odaya girer ve onu yavaşça dehşete düşürür.
"Benimle ol
." "Benimle ol . Benimle ol . Benimle ol ."
- "Benimle ol .
Benimle ol ."
- Benimle ol . Bir gün
elbette tatlım, bunu yapacağım! Fakat şimdi gitmem gerekiyor! Sevin, Ağlama
Bobby Peru, önceki haline göre tamamen
değişiyor Çok kısa bir anda, nazik, gülen bir yüz eşliğinde: "Önerin
için teşekkür ederim, fakat şimdi gitmem gerekiyor, belki başka bir
zaman." diyor Sadece fantazisini
gerçekleştiriyor ve psikolojik bir yıkıma sebep olabilecek eylemi reddediyor.
Bu bir çeşit zihinsel tecavüzdür ve fiziksel tecavüzden bazen daha kötü
olabilir.
The Piano Teacher-2001
Seksüel aktivitemizdeki düşlenebilir boyut
ile gerçeklik arasındaki nokta kırılgan bir dengedir. Haneke'nin Piano Teacher'ı, orta yaşlardaki,
derin dramatik bir duyguya sahip bir kadınla onun genç öğrencisi arasındaki
imkansız bir aşk skandalının hikayesidir. Kadın henüz başkaları tarafından
seksüel açıdan özne haline getirilmemiş bir insandır. Fantazmatik
bağlantılarını arzularına bırakır. Bu da filmde bir kaç güçlü sahnenin ortaya
çıkmasını sağlar. Mesela porno dükkanına gittiğinde kapalı küçük odada hard
porno filmini izlediğinde.. Filmi izleme yöntemi, içinde bir şey uyandırmak
biçiminde değildir. Fakat o filmi bir ilkokul öğrencisi gibi seyreder. Bir şeyi
arzulamak için o işin nasıl yapıldığını, nasıl heyecan duyulduğu ile ilgili
bağlantıları anlamaya çalıştığı basit bir izlemedir. Sonra gözündeki bağı çıkar
ve lütfen yüzümün üzerine otur ve mideme yumruk at, dilimi deliğe sokmak için
beni zorla. Psikanalizde fantazi düşüncesi derece belirsizdir. Bir
yandan fantazinin görünüşünü sakinleştirmeye çalışırız. Piyano öğretmeni
fantazinin ters yönündeki görünümle oynamaktadır, fantazi, dayanılmaz vahşi arzunun
patlamasıdır. Filmin tam ortasında elde ettiğimiz şey ise, muhtemelen tüm
sinema tarihi boyunca en moral bozucu sahnelerden biridir. Ona yazdığı
mektuptaki gibi Fantaziyi ortaya çıkarmak için kadını cezalandırırcasına
fanteziyi adamın kadını sevdiği biçimde gerçekleştirir. Bu da tabi ki kadın
için fantezinin kaybolması demektir. Fantazi parçalandığı zaman,
realiteyi elde edemezsiniz. Son derece dramatik olan ve sıradan realite
gibi anlatılamayan bazı kabusvari gerçekleriniz vardır. Bu da kâbus için başka bir tanımlama olmalı. Cehennem
burasıdır. Ya da en azından bu baştan çıkarıcı cennet aslında cehennemdir.
Dur lütfen. Bu bulanık sudaki tüm.. aşırı
sapkın fanteziler vs. duyulmayabilir, ve sadece sağlıklı temiz, normal, düzgün
hatta homoseksüel bebeği korumayabilir. Yani bir tür normal, politik bir seks
anlayışıyla. Bunu yapamazsınız. Eğer bebeği atarsak ve bulanık suyu korursak
ne olur?
Bulanık suyla nasıl başa çıkacağımızı bir
problem olarak ortaya koyarsak?
Ve bulanık suda birtakım fantazileri bir
düzene koymaktır. Bu da, kesinlikle Kieslowski'nin Mavi'sinde olan biten
şeydir.
Three Colours Blue-2003
Kendinize gelmeden
önce.. Özür dilerim, size söylemek zorundayım. Biliyor musunuz?
Kocanız kazada
hayatını kaybetti, Siz kendinizde değildiniz.
Peki ya Anna?
Evet, kızınız da..
İnsanları bunu organize etmeye
zorlayabilirsiniz, hayatınız kayıp bir nesne yüzünden acıya boğulur. Blue'daki
Julie, bunu keşfetti, kocası onun düşlediği kişi değildi. Karısını
aldatıyordu,hamile olan bir metresi vardı. Bu büyük kayıp, gerçekliğe ilişkin
tüm bağlantı noktalarını paramparça eden bir şeydir. Sorun, kendinizi yeniden
nasıl inşa edeceğiniz sorunudur. Blue'daki kadın kahramana ait muhteşem bir
sahne, evine döndüğünde, kilerde yeni doğmuş farelerin annelerinin etrafında
cıyaklamasını görmesidir. Bu sahne onu dehşete düşürür. Bu vahşi anlamsızlıkta,
hayattan bir şeyler çıkarmaya çalışır. Sonunda elde edebildiği şey, realite
etrafında uygun bir mesafe kazanmaktır. Meşhur dairesel kurguda, sevişirken
July’nin yüzünü gördüğümüzde anladığımız şey işte budur. Dünyevi olana ve
olmayana ait olan bu büyülü duraklama, fantazi dünyasında özgürce dolaşması
,bizim realiteyle aramıza, .bir mesafe koymaktan uzak olan durum. Realiteye
ulaşmak için bize imkân veren bir şeydir. Julie, ona realitesini ifade
edebilmek tekrar anlamlı kılabilmek için imkân sağlayacak bağlantıları tekrar
bir araya getirir. Sadece erkekler için değil, aynı zaman da kadınlar için de
buradan çıkarılacak ders, cinsel ilişkinizin yaşamasını sağlamak için sadece
fantazi dünyanızı desteklemek olacaktır. Tabii ki buradaki sorun
bu fantazi dünyasının yeniden inşasında deneyimimize ait yüksek bir bakış
gerekmektedir. Müziğin buradaki işlevi kesinlikle, anksiyetenin derin
uçurumunu, kimi ilginç durumları gizlemek için işlev gören bir fetiş
niteliğindedir.
Müzik burada, Marx'ın inanışına göre söylersek, insanlar için
bir afyondur. Yani
bizi uyutan, bizi sahte bir mutluluğunun içine çeken ve bizi dayanılmaz
anksiyetinin uçurumundan uzaklaştıran bir şeydir. Camın öbür tarafından
Julie'nin ağladığını görürüz. Bu cam, bence yeniden kurulan fantaziyi
simgelemektedir. Aslında mutluluğun gözyaşları demeye çalışmaktır. Bu aslında
artık beni bu kadar çabuk etkileyemeyecek anlamındadır. Blue bizi dünyaya karşı
ayakta tutan fanteziyi yeniden inşa eden mistik katılımı önerir. Fakat burada
ödediğimiz bedel, radikal olarak anksiyeteyi (endişe) kabul etmemizdeki o
gerçek an, yani insanlığın temelindeki koşul orada kaybolmaktadır.
The Birds-1963
Eğer anksiyetede ses düzeyindeki herhangi
bir şey sessizlikse. Sessizlik, sessiz çığlıktır. Hitchcock'un Kuşlar
filminde anne yan komşusunu ölü olarak bulur. Gözleri kuşlar tarafından
oyulmuştur. Bağırmaya çalışır fakat avazı boğazında takılı kalır. Şimdi
sinemadan gerçek hayat diye adlandırdığımız psikoanalizin kesin olan dersine
dönmek gerekirse, gerçek hayatımızda da işte tam da böyle bir şey olmaktadır. Duygularımız
sanki yanıltıcıdır. Bunlar aslında özel olarak sahte duygular değildir çünkü
Freud’un belirttiği tarzda; 'sadece yanıltmayan duygularımız anksiyetedir. Geri kalanı zaten
sahtedir.'
Böylece buradaki problem, anksiyetenin yarattığı duyguya sinemada rastlayıp
rastlayamayacığımız problemidir. Ya da Sinema bir kandırmaca mıdır?
*****
Bir Görüntü sanatı (belirme sanatı) olarak Sinema realitenin
kendisini hissetmemizi sağlar. Bu bize realitenin kendisini nasıl inşa edeceği
hakkında bir şeyler anlatır.
Alien Resurrection-1997
- Ripley.
- Ripley, buraya gel.
- Ripley burada
manzarayı seyretmek için hiç zamanımız yok
- Ripley dur.
Eski bir agnostik kurama göre, dünyamız
mükemmel bir şekilde yaratılmamıştır. Dünyamızı yaratan tanrı işini
beceriksizce yapan bir geri zekalı olmalıdır bu nedenle dünyanın yaratılması
tamamlanmamıştır. Orada delikler, dehlizler, uçurumlar vardır. Tam anlamıyla
oluşmamış şekilde. Fikir üzere kurulan Yaratık destanı olan: Alien
Resurrection'un son bölümündeki muhteşem bir sahnede, Ripley, yani klonlanmış
Ripley esrarengiz bir odaya girer, klonlanmadan önceki halini görme gafleti
yaşar. Bu dehşetli yaratımda, aslında gelişmekte olan bir fetus gibidir. Sonuç
olarak bu yaratım ona benzese de, organları bir canavarı andırmaktadır.
- Öldür beni.
Bu da her zaman önceki halimizin somut
halimiz olduğunu anlatır. Belki de olmak istediğimiz ama olamadığımız bu bize
ait öteki versiyon bizi kıskıvrak ele geçirmektedir. Burada realiteye ilişkin
ontolojik bir bakış elde ederiz. Yani tamamlanmamış bir evren olduğuna dair bir bakış gibi..
Zannedersem bu son derece modern bir dolgudur. Tamamlanmamış realitenin
ontolojisi nedeniyle sinemanın gerçek anlamda modern bir sanat olduğu doğrudur.
Bütün modernist filmler önünde sonunda bir
film yapmanın olasılığı ya da olanaksızlığı üzerinedir.
Dogville-2003
"Dogville
kasabası Amerika Birleşik Devletlerindeki Rocky Dağlarındadır. Yolun bittiği yerin yanındaki eski gümüş
madeninin yukarısındadır. Dogville
sakinleri iyi niyetli, namuslu ve bulundukları yeri seven insanlardır."
Von Trier'e bakarsak, buradaki tek problem
sadece insanların bugün genel anlamda inanca, , dinin kapladığı yere olan
duyguları değildir. Bu aslında alegorik olarak ya da tepkisel olarak sinemanın
kendisine inanmaktır. Bugün hala insanları sinemanın büyüsüne inandırmanın
yollarını bulmaktır. Dogville'de, bütün bunların hepsi düzenlenmiş bir sahnede
gerçekleşir. Tamam. Zaten bu sinemanın sıkça kullandığı bir şeydir. Fakat
burada set, gerçekten bir set görünümündedir. Anlatıcı aynı zamanda buranın
Dogville olduğunu, küçük bir kasaba olduğunu anlatırken ortada evler görünmez.
Sadece çizilmiş çizgiler bunların ev olduğunu, sokak olduğunu ,
simgelemektedir.. Burada asıl gizemli olan şey bütün bunların bizim kimliğimizi
engellememesidir. Eğer herhangi bir şey bizi iç dünyaya ait gerilimin içine
fırlatırsa.
- Grace'i gördünüz mü?
- Benim mekanımda.
- Meşgul mü?
-Artık değil. Girebilirsin.
ironi yoluyla saf inanışın zarar
görmeyeceği, parçalanmayacağı anlamına gelmez. Von Trier bu büyüyü ciddiye
alır. Bizi inandırmak için ironiyi hizmete sokar.
- "Grace yeniden
peşine düşen insanların elinden Dogville halkının yardımları sayesinde mucizevi bir şekilde
kurtulur. Kuşkulu bir şekilde
yanlışlıkla Onun Tom'un şapkasını aldığını zannettiğini sonradan itiraf eden Chuck da dahil olmak
üzere. Herkes Grace'i saklamaya çalışır."
Bir kurmaca, bir sahne olduğunu bilmemize
rağmen filmin asıl büyüsü budur. Bizi hala cezbetmektedir. Asıl büyü budur. Bir
tür baştan çıkarıcı bir sahnenin tanığı olursunuz. Bunun sadece bir aldatmaca
olduğunu anlarsınız. Ardında bir sahne
mekanizmasının olduğunu Fakat hala ondan etkilenirsiniz. İllüzyon buna zorlar.
İllüzyonda bazı şeyler realitenin arkasındaki gerçekten daha gerçektir.
The Wizard Of Oz-1939
- Güçlü ve büyük Oz'un
öfkesini uyandırmayın! 'Yarın gelin!'
dedim.
- Eğer o kadar büyük
ve güçlüysen, vaatlerini yerine getirmen lazım!
- Büyük Oz'u
eleştirebileceğini mi sanıyorsun?
- Sizi kaba
yaratıklar! 20 yıl beklemek yerine sizi
yarın için dinlemeye söz vermem nedeniyle şanslı sayılırsınız. Muhteşem oz konuşuyor! Perdenin arkasındaki adama aldırma. Muhteşem oz konuşuyor!
- Sen de kimsin?
- Ben büyük ve güçlü Oz Büyücüsüyüm.
Oz Büyücüsü gibi bir filmden öğrendiğimiz demistifikasyon
(sırrını çözme) mantığının
ne denli işlemediğini anlamamızdır. Bu tamam diyebilmek için yeterli değildir.
Ardında sıradan yaşlı birinin bulunduğu sadece insanları etkilemek için yapılan
bir gösteridir. Hatta bu bir bakıma, bu görünüşün ardında daha büyük bir
hakikat olduğunu gösterir. Görünüm bir etkiye ve hakikatin kendisine sahiptir.
- Teneke Adam'a
vereceğini vaat ettiğin kalp nerede?
Ya Korkak Aslan'a vermeyi düşündüğün cesaret?
- Ya Korkuluğun aklı?
- Neden, herkes bir beyne sahip olabilir. Bu
alelade bir eşyadır. Yeryüzünde her
korkak yaratığın ya da sinsice yürüyen herşeyin bir beyni vardır! Geldiğim yerde önemli bilgilerin
verildiği, insanların birer düşünür
haline geldiği üniversiteler vardı.
Ortaya çıktıklarında sizde bile olmayan beyinlerle ..derin düşünceler üretirler. Fakat onlarda, sizde olmayan bir şey vardı: Diploma! ! Bu nedenle otoriter güç yoluyla bana 'Universitatus Commiteeatum E Pluri bus
Unum' yetkisi verildi, bu vesile
ile sizin için Th.D onursal derecesini
aldım.
- Th.D mi?
-Evet, Düşünce Doktoru anlamında.
- Bir ikizkenar
üçgenin iki kenarının kare kökünün toplamı diğer kenarın kare köküne
eşittir. Sevinin! Coşun! Bir beynim oldu!
İşte sinemanın paradoksu da budur: İnanç
paradoksu. Ne kolay bir yoldan ne de tamamen inanırız. Daima bir tür geleneksel
tarzda inanırız. Bunun bir kandırmaca olduğunu çok iyi biliyorum. Fakat bununla
birlikte kendimi duygusal olarak etkilenmeye bırakırım.
Frankenstein-1931
- Nasılsınız?
Mr. Carl Laemie, bu resmi en ufak bir dostluk
işareti olmadan göstermenizin kırıcı olabileceğini düşünüyor. Frankestein'in anlatılmamış hikayesindeyiz. Kafasında canlandırdıktan sonra, bir insan yaratma çabasına giren, kendisini
tanrı yerine koyan bir bilim adamının hikayesi.
Kimileri ürettiğiniz
korkuları yaşamak zorunda olduğunuzu söyler.
- Eğer sinirlerinizin
bu gerilimi taşıyacağına inanıyorsanız,
öyleyse bu sizin seçiminiz, sizi
uyardık.
The Ten Commandments-1956
- Bayanlar ve baylar,
yaşlılar ve gençler Görüntüler
başlamadan önce, size bu şekilde hitap etmemiz
aslında çok rastlanmayan bir durum. Fakat sıradışı bir konumuz var.
Kırmızının değil, ancak
siyah perdenin ardındaki Hollywood'dur. Cecile B. Demille ortaya çıkarak, büyük
ilgi toplayan, günümüzde hala mücadele edilen totaliter komunist tehlikeyi
Ten Commandments and Moses'ın hikayesinde tüm ipuçlarıyla birlikte anlatarak
bize bir ders verir.
- İnsanoğlunun devlet mülkünün içinde mi yoksa Tanrı'nın
himayesi altındayken mi ruhları daha özgür hale gelir?
Aynı mücadele bugün hala
bütün dünyada yaşanmaktadır.
Olayları denetleyen bu
gizli efendi aynı zamanda ideolojik olarak kapsanmayı da tanımlar. Yani bir
bakıma arzularımızı organize eden bir dünya anlamında.
Lost Hıghway-1997
- Adın ne?
Şu boktan adın ne dedim?
David Lynch'in Lost Highway'inde son derece
sinematografik olan hatta yönetmeni simgeleyen gizemli bir adam vardır. Birisinin
kalkıp da sizin iç dünyanıza direkt olarak giriş yaptığını düşünün. İçinizdeki
fantazilerin çoğu kendi kendinize bile itiraf edemeyeceğiniz şeylerdir.
- Daha önce
karşılaşmıştık, değil mi?
- Zannetmiyorum. Nerede karşılaştığımızı düşünüyorsun?
- Senin evinde.
Hatırlamadın mı?
Gizemli adamın ne olduğunu düşlemenin temel
yolu bizden hiç bir şey istemeyen birisini düşlememizdir.
- Ne demek istiyorsun?
Şimdi tam olarak neredesin?
- Senin evindeyim.
- Bu aptalca bir şey.
- O zaman bana telefon
et.
Bu durum gizemli adamla ilgili gerçek bir
korku unsurudur. Burada kötü ruh ve benzeri şiddetli şeyler yoktur. Gerçek olan
tek şey, karşınıza geçtiği anda, filmde olduğu gibi sizi sonuna kadar
görmesidir.
- Sana burada olduğumu
söylemiştim.
- Bunu nasıl
yapabiliyorsun?
- Sor bana!
- Evime kadar nasıl
girdin?
- Beni sen davet ettin. İstenmediğim bir yere
gitme huyum yoktur.
Bu
durum Kafka'nın romanlarında sadece siz istediğiniz zaman gelen mahkemeye
benzer.
Trailer The Birds-1963
- Peki, bunu neden
yaptı?
Yeryüzündeki en tuhaf şey. Hitchcock, hareket eden duygularla ilgili
konulara takıntılıydı. Onun öncelik hayali şudur; gelecekte artık hikayeleri
çekmeyeceğiz ve beynimiz doğrudan doğruya bir makinaya bağlı olacak. Ve
yönetmen sadece oradaki bir takım farklı düğmelere basacak. Kendinize ait
duygular kafanızda canlanacak.
- Geliyorlar!
Sinemasal
biçime ait ciddi bir özerklik. Biçim burada kendisini çok basitçe açığa
vuran bir şey değildir. Kendisine ait bir mesajı vardır. Hitchcock'da, boşluğun
kenarındaki birinin elini tutan diğer kişiye ait bir motif vardır.
İlk örnek Saboteur-1942, Rear Window-1954 ve To Catch A Thief-
1955 tir.
Sonra North by Northwest-1955
- Şurada içi tümüyle
dolu bir ev bulacaksın. Çalışmaya başla.
Ve ardından tabii ki Vertigo-1958.
Böylece burada kendini tekrar eden bazı görsel motifler buluruz.
Yaygın olan derin anlama bakmanın yanlış olduğunu düşünüyorum. Bazı Fransız
kuramcıları burada düşme ve kurtarılma motifleriyle özdeşleştiğimizi iddia
ederler. Zannedersem bu biraz fazla tabir oldu. Anlaşmaya vardığımız şey bence
bir tür sinemasal materyalizmdir. Bu anlam düzeyinin yani spritüel anlamın
olduğu kadar aynı zamanda basit anlatımsal anlamın da yanında olan bir
aşamadır. Biçimlerin kendilerinden birbirleriyle iletişim içinde olmaları,
birbirlerini etkilemeleri, yansıtmaları, yankılamaları, yapılandırmaları,
birbirlerine dönüşmelerine ilişkin daha temel düzeyde şeyler elde ederiz. İşte
bu background'dur. İşte bu birinci elden realitenin backgrond'u yerine geçer.
İzlediğimiz hikayeden, anlatımsal gerçeklikten daha temel, daha yoğun olan bir
realitedir bu. İşte bu da, sinemasal deneyime en uygun olan yoğunluğu sağlar.
Vertigo'daki bu devasa ağaç, Madelaine ve Scooty'nin artık
dayanılmaz hale gelen erotik tansiyonuyla birbirlerine sarıldıkları yerdir. Bu
ağaç nedir peki?
Hitchcockvari büyük
şeyler mesela Trashmore Statues Dağı ya da başka bir örnek verecek olursam Mody
Dick tarzı bir şey. Bu ağaç basitçe naturel bir şey değildir. O psikanalizin
isimlendirdiği tarzda bizim zihinsel alanımızdaki bir şeydir. Tam anlamıyla
bizim iç dünyamızdan gelen kapsayıcı, biçim bozucu extra large bir ağaçtır.
Libido, zihnimizin aşırılaşmış enerjisidir.
İşte
burada, film ve felsefenin nasıl da bir araya geldiğini görüyoruz. Büyük
sinematografların nasıl da bizi görsel terimlerle düşünmeye yönelttiklerine.
The Birds-1963
Kuşların saldırısının ardından, benzin
istasyonundaki bir adamın kibritini benzin deposuna doğru atmasının sonucunda
şehirde bir yangın çıkar.
- Hey sen! Dikkat et!
-O kibriti oraya atma!
- Çekil oradan! -
Bayım, kaçın oradan!
- -Dikkat edin!
Bu kısa sahnenin ilk bölümü aslında
standart bir sahnedir. Burada yangından çıkan sesle, yangını görerek çığlık
atan insanların seslerinin standart değişimini görürüz. Sonra garip bir şey olur.
Bir kesmeyle kentin tamamını görürüz. Otomatik olarak bu çekimin tıpkı kafanızı
karıştıran birtakım ayrıntıların ardından. birşeyleri bilmenize imkan verecek
olan bir krokiyi görmenizi net bir yönlendirmeyi engellemek için düzenlenmiş
bir çekim olduğunu anlarız. Yani neler olup bittiğini anlamanız için. Fakat
hemen ardından içinizden, iç dünyanızdan kurtulan bu şeyin mantığını takip
etmeye başlarız.
İlk önce herşeyi bilen bu sesi yani kuşların sesini duyarız. Sonra sanki
tanrının tarafsız gözünden bir çekim gibi bir kuş ardından diğer kuş bu
çerçeveye girer. Herşey birdenbire kötü bir ruhun eline geçer. Kuşların bu
yoğun saldırısı. Ve biz de adeta bu pozisyonun içine atılırız. Böylece kuşların
final bölümüne kadar kalacağını anlamış oluruz. Diğer klasik Hitchcock
sahnelerini şöyle geriye doğru okuduğumuzda aynı doğrultuda olduklarını
görürüz.
Pyscho-1960
Üzerinde durmuş olduğum Pyscho'nun temel
sahnesinde olup bitenler de tam olarak bunun benzeri değil miydi?
İkinci cinayet, detektif
Arbogast'ın öldürülmesiydi. Hitchcock burada son derece rafine bir yöntemle
fetişistik red' denilen mantığı harekete geçiriyor. Yani 'Bunu en iyi ben
bilirim' mantığını. Bir şeyleri çok iyi bilebiliriz fakat gerçekten inanmayız.
Birşeylerin olabileceğini de bilebiliriz, oldukları zaman da daha az
şaşırmayız. Bu anlamda, her şey cinayeti gösteriyordu. Bununla birlikte cinayet
gerçekleştiği zaman da yarattığı şaşkınlık oldukça güçlüydü. Bu durum standart
Hicthcockvari yöntemle devreye girer. Merdivenlere doğru bakar. Bu sahne
Hitchcockvari gerilimi nesneler, bakışlar ve merdivenlerin kendi başlarına
değişimi ile yaratır. Hatta merdiven basamaklarının en üstündeki boşluk,
anlaşılmaz, esrarengiz bir korkunun yayılmasına neden olan bir kötülüğe
dönüşür. Kamera, bu kısa sahnenin tamamında geometrik bir şekilde tanrısal bir
bakış odağını önerir. Bu bir bakıma, tarafsız bir yaratıcının dayanılmaz ilahi
düzenini onaylamak gibidir. Dolayısıyla katil bizim için akıl almaz bir canavar
haline gelir. Katilin kim olduğunu bilmeyiz. Çünkü bir yolla katilin
pozisyonunu varsaymaya zorlandığımız için aslında kendimizin de kim olduğumuzu
da bilmeyiz. Bu dehşetli boyutta, sanki kendimizi başka bir ilahi kötülüğün
emrindeki bir alet, onun emriyle hareket eden bir oyuncak.. olmaya zorlanmış
gibi buluruz.
Bu tabii ki klasik bir metafizik gibi düşünülmesin. Biz aslında
ölümsüz olmak isterken ölümlü olma gerçeğini dehşetle kabul ederiz. Hayır..
Aslında asıl korkutucu olan ölümsüz olmaktır. Ölümsüzlük gerçek bir
karabasandır, ölüm değildir.
Star Wars Episode III-2005
- Lord Vader!
- Beni duyuyor
musunuz?
Gündelik yaşamın içinde sıradan bir insan
olarak bazı anları unutmamalıyız, peki,
her gün olan bir şey değil ama Anakin Skywalker'ın sıradan bir elemanı Dart
Vader'e dönüştüğü zamanı da unutmamalıyız. İmparatorluğun doktorları onu Dart
Vader’e dönüştüren bir ameliyat yaptıkları sırada bu sahneden Anakin'in karısı
Prenses Padme'nin doğum yaptığı sahneye kesme ile girilir.
- Ee-see-tah oy-doh.
- Luke.
Sanki Anakin'in baba oluşuna şahit olmaya
zorlanırız. Fakat nasıl bir baba? Bir
canavarın asla ölmek istemeyen babası olarak. Bu derin soluk babaya aittir,
yani Freudian anlamda güç sahibi, ölmek istemeyen Ezeli Baba'ya. Zannedersem
bizim için tanık olduğumuz en dehşetli müstehcen şey budur. Babalarımızın
hayatta kalmasını istemeyiz. Ölmelerini isteriz. Anksiyetenin en kesin nesnesi,
yaşayan bir babadır. Bu bize David Lynch'in filmlerini son derece dikkatli bir
şekilde izlememizi önerir. Yani,
bu filmlerde neyi ciddiye alacağımızı neyi almayacağımızı anlamak için.
Blue Velvet-1986
- Hey, Ben'i
seviyoruz.
-Ben'i seviyoruz.
- Bu Ben için!
-Bu Ben için!
- Hadi oradan!
- Bu Ben için!
- Bu Ben için!
-Kibar ol.
- Bu Ben için.
Frank tuhaf bir şekilde dehşetengiz,
müstehcen olan bu paternal (babaya ait) figürlerden birisidir. Blue
Velvet'teki, Frank'ın dışında , Dune'da Baron Harkomen'i, Wild At Heart'da
William Defoe'yu, Lost Highway'de Mr. Eddy'i görürüz..
Lost Hıghway-1997
- Bir daha peşime
takılma kahrolası!
- Asla! -Ona takip
etmemesini söyle!
- Asla!
- Tamam, etmeyeceğim.
-Saatte 35 milin kaç
araba uzunluğunda olduğunu biliyor musun?
- Altı kahrolası araba
uzunluğu.
- Bu da 106 kahrolası
feet eder.
- Eğer aniden durmak
zorunda kalıyorsam, bana çarpman gerekirdi!
- Bu kahrolası şoför
ehliyetini almam lazım!
-Bunu çalışmanı
istiyorum orospu çocuğu!
Dune-1984
- Bir kez seni
kafandan şişlemek istiyorum,
- Sadece yüzüne
tükürerek.
Fakat bu son derece görünür olan aptallık
derecesinde şiddet içeren komedinin aldatıcı olduğunu düşünüyorlar. Bu saçmalık
derecesindeki baba figürünün hemen hemen değişmez bir konu olan David Lynch'in
tüm filmlerinde bir ahlaki bakış olduğunu düşünüyorum.
Blue Velvet-1986
- Hadi düzelim!
- Hareket eden herşeyi
düzmek istiyorum.
Sıradan
bir erkekte normal bir baba otoritesi,
fallusu bir rütbe gibi taşıyandır. Böylece bu ona simgesel otorite kazandıran bir şey haline
gelir.
Psikanalitik
kuramda fallus böyle bir şeydir. Siz bir fallus değilsiniz. Fallus [erkeklik
organı] size iliştirilen birşeydir. Fallusun esiri olursunuz.
Tıpkı,
kralların taçlarının içinde falluslarının olması gibi. Bunun içine herhangi bir
şey koyduğunuzda bu size otorite kazandırır sanki. Sonra konuşmaya
başladığınızda sanki konuşan sıradan biri, normal siz değilmişsiniz sanki. Bu
aslında, sizin içinizden konuşan bu kanun, simgesel otoritenin ta kendisidir.
Sonuçta bu aşırılaşmış, tuhaf baba figürünün basit bir şekilde fallusu
sahiplendiği anlamına gelmez. Fallusa sahip olmaları onların otoritesinin
rütbesidir. Ama bir şekilde, bu doğrudan doğruya fallustur. Bu, eğer hala
varoluyorlarsa, normal bir erkek özne oldukları içindir. Aslında tümüyle bir
şeyin kendisi olarak varolmak hayal edebileceğiniz en terörize edici deneyimdir
Yani kendimi bir fallus olarak görmek.
-Ve bu
Lynchvari filmlerdeki paternal figürün
provoke edici büyüklüğü sadece herhangi bir anksiyeteye sahip
olmamalarından ötürü değildir. Sadece ondan korkmamalarından dolayı değildir.
Öyle olmaktan son derece hoşlandıkları içindir. Onlar tam anlamıyla ölüm ve
yaşamın ötesindeki korkusuz varlıklardır. Ölümsüz olmalarından büyük bir
hoşnutluk duyarlar. Bu onların iğdiş edilmemiş yaşam enerjileridir.
Wild At Heart-1990
Wild At Heart'ın sonunda, Bobby Peru'nun
öldürüldüğü sahnede bu durum çok güzel bir biçimde imlenir.
- Sana dur dedim orospu
çocuğu!
Polis!
O bir nevi neşeli bir ölümsüzlük
halindeyken ölümlülüğe ilişkin bir tehlikenin farkına varır. Bu tam anlamıyla
kafası yerine penisinin yerinden uçması
gibidir.
- Aman Tanrım!
- Piç kurusu.
Ve ardından, sonunda bu figürler feda edilir.
Blue Velvet-1986
- Ah, Jeffery!
- Tamam sona erdi,
Jeffrey.
Kubanskıe Kazaki-1949
Joseph
Stalin'in en sevdiği tür müzikallerdi. Sadece Hollywood müzikalleri değil,
Sovyet müzikalleriydi. 'Kolhast Müzikalleri' diye adlandırılan bir seri. Bunu
garip bulmamızın bir nedeni, Stalin'in komunizm, sertlik, terör ve müzikalleri
kişileştirmesidir.
Cevap
superego'nun içindeki psikanalitik düşüncedir. Süperego
sadece uç boyutta bir terör, kayıtsız şartsız bir birleşme ve dış
fedakarlıkların talepleri değildir. Ama aynı zamanda müstehcen bir kahkahadır. Ve işte bu
da Sergei Einstenstein'in bu bağlantı konusunda dehasını görebileceğimiz
türdendir.
Ivan The Terrible
Part-II-1958
Stalin dönemine ait bir Portre olduğu söylenen son filminde,
Ivan, alalacele yasaklanması nedeniyle ikinci bölüm berbat bir hale gelmiştir. Filmin sonuna
doğru yer alan bir sahnede Çar Ivan'ın düşmanlarını öldüren, onlara işkence etmekle bilinen özel koruması
Oprichniki ile partide eğlendiğini görürüz. Aslında o, bir müzikal gerçekleştiren
-eğer inanırsanız- KGB'dir, gizli polistir. Ivan'ın başlıca düşmanları olan
zengin toprak sahiplerinin öldürüldüğü hikâyeyi anlatan berbat bir müzikal.
Böylece terör kendisini müzikal biçiminde ortaya koyar.
Peki, bütün bunlar
politik terörün realitesi ile ilgili ne anlama gelmektedir?
Bu sadece sanatsal bir imgelem midir?
Hayır. Sadece 1930'ların sonlarında
Moskova'daki mahkemelerin politik show'ları değildir elbet. Şunu hiç
unutmamalıyız ki, iyi düzenlenmiş, tekrar tekrar provaları yapılmış teatral
performanstır. Hatta bu noktada komik olduğuna ilişkin son derece dehşetli
yorumlar da kulağımıza gelmiştir. Korku o kadar köksüz bir şeydir ki,
kurbanlarına kendileri için ölüm cezası talep ederler. Onlara zerre kadar
saygınlık bırakmayan bir şeydir. Böylece tıpkı Alice in Wonderland'daki
diyalogları yer değiştiren birer kukla gibi hareket etmeye başlarlar. Bir çizgi
film karakteri olurlar.
Pluto’s Judgement Day-
1935'Pluto'nun Duruşması'
- Halk düşmanı, bir
numara.
- Bugün işlediğin
suçlar nedeniyle bir duruşman var.
- Şimdi bu görevimizi
yerine getireceğiz.
- Şimdi bize kendini
tanıtmaya çalış.
30'lu yılların ortasında, Walt Disney
Stüdyoları 'Pluto'nun Duruşması' adında.. inanılmaz bir çizgi film yaptı.
- Kapa çeneni!
-Pluto olduğu bilinen bir köpek uykuya
dalar ve uykusunda aleyhine dava açıldığını görür. Rüyasında geçmişte onun
kurbanı olan, tacizine uğrayan bütün kediler tarafından tıpkı Stalin'in politik
duruşmalarının aleyhine çevrilmesi gibi mahkemeye sürüklenir.
- Yeterince dinledik
ve anlamış olduk.
- Jüri, görevinizi
yerine getirin.
- Marifetinizi
görelim.
- Davalıyı suçlu
bulduk. O suçludur. O suçludur.
- S-U-Ç-L-U, suçlu,
suçlu, suçlu.
Yasa sadece şiddetli, köksüz ya da kör değildir. Yasa aynı
zamanda bizimle dalga geçer. Burada, yani yasanın özünde bize uyguladığı
müstehcen bir haz vardır. Bugün bizi aldatan başlıca durum, sadece kurmaca
olana inanmamız değil, kurmacayı son derece ciddiye almamızdır. Bu bir anlamda
tersini söyleyecek olursak, kurmacayı yeterince ciddiye almamaktır. Bunun
sadece bir oyun olduğunu düşünürsünüz. Bu realitedir. O size göründüğünden daha
gerçektir. Örneğin, video oyunlarıyla haşır neşir olanlar. sadist, tecavüzcü
vs. kimliklerin yerini alırlar Realitedeki düşünce, ben zayıf bir insan
değilim'dir. Böylece, gerçek hayatımdaki zayıflığı gidermek için güçlü, seksüel
açıdan saldırgan vs. vs. bir çok sahte kişiliğe bürünürüm. Fakat bu yine de
naif bir okuma olmalı. Çünkü gerçek hayatımda çok zayıf olduğum için çok daha
güçlü, çok daha aktif görünmek isterim. Peki neden bunu tersinden okumuyoruz?
Bu güçlü, vahşi tecavüzcü, hangi yolla benim gerçek kişiliğimi
belirler?
Bu, gerçek hayattaki toplumsal sınırlar vs. nedeniyledir. Bunu yasalaştıramadığım içindir. Böylece,
bunun kesinlikle bir oyun olduğunu bildiğim içindir. Sadece sanal düzlemde
kendime uygun olarak seçtiğim, orada kendimi daha hakiki hissettiğim bir
maskedir. Bu noktada kendime daha yakın bulduğum bir kişiliği yasallaştırdığım
anlamına gelir..
Bizim gerçekte ne olduğumuzu kurmaca yoluyla mazur gösteren bir
şeye ihtiyacımız vardır.
Stalker-1979
Stalker,
arda kalan yabancıların bizi ziyarete geldiği, yıkıntıların olduğu, yasaklanan
bir bölgeyi anlatır. Stalker aynı zamanda, bir çok sihirli nesneyi almak için
buraya gelen ve kaçakçılık konusunda uzmanlaşmış yabancıların ziyaret etmek
istediği bir yerdir. Fakat asıl önemlisi, bu düzlemin tam ortasında
düşlerinizin gerçekleşeceğine dair bir iddiası olan odanın bulunmasıdır.
Delirmeye başladığının
farkındayım. Neyse, sana söylemem lazım. Şu an tam bir eşikteyiz. Bu senin
hayatındaki en önemli an. Bunu bilmelisin, içindeki tüm hayaller burada gerçek
olacak. En içten dileklerin! Doğuştan getirdiğin acılar hepsi.
Stalker ve Solaris
arasındaki tezat belirgindir.
Solaris'deki id makinası kabuslarınızı, arzularınızı,
korkularınızı gerçekleştiren bir nesneydi. Hatta siz istemeden. Stalker'da ise
bunun tam tersidir. Burası sizin arzularınızı, en derindeki istekleriniz onları
açık seçik belirtmek koşuluyla gerçekleştiren ve tabii ki sizin hiç bir şekilde
yapamadığınız bir yerdi; bu nedenle bölgenin tam merkezinde en azından bir kez
başarısızlığa uğraması bu yüzdendi.
Sadece bizim acımızı
kullanarak parayı icat ettin! Hatta bu para bile değildi Orada sadece kendini
eğlendirdin! -Sen orada Herşeye Muktedir Tanrı gibiydin. İkiyüzlü asalak, karar
ver, kim ölecek, kim kalacak. Düşünüyor! Şimdi neden Stalker'daki odaya asla
yalnız başına girmediğini anladım. Kendi otoritenden, Sahip konumundan, bu
gücün tümünden yararlandığın için. Burada daha istenecek ne olabilir ki?
Bunlar doğru değil! Yanlış düşünüyorsunuz.
Bu gerilimde Tarkovsky'nin çözümü dinsel
karmaşıklığından gelir.
Onun Büyük Öfkesi'nin günü
geldiğinde kim karşı koyabilir?
Fakat
Tarkovsky'i ilginç kılan şey aslında bu değildir. Onu ilginç kılan şey
filmlerinin özgün biçimidir. Tarkovsky, zamanı, zamanın içeriğini, anlatıdan
önce gelen yoğunluktaki maddi unsurlar olarak kullanır. Birdenbire kendimizin,
zamana ait bu kasveti, ataleti doldurmak için olduğumuzu düşünürüz. Zaman
sadece içinde bir şeylerin meydana geldiği karşılıklı ışığın aracısı değildir.
Onun içindeki ağırlığı onunla doldururuz. Orada gördüğümüz şeyler daha çok
zamanı simgeler. Aslında o da o yöne baktığında ürkmüştür. Biz de Stalker'in
benzersiz yüzüne baktığımızda, , radyasyondan çürümeye yüz tutmuş, hayattan
çekilmiş birilerinin yüzünü görürüz.
İşte bu, spritüel derinliği öngören, son derece maddi olan realiteye ilişkin
dokunun parçalanmasıdır. Tarkovsky'e özgü durumlar, yukarıya bakıldığında
değil, aşağıya bakıldığında sıkıntı verirler. Hatta bazen, Stalker'da olduğu
gibi başlarını yeryüzüne dayarlar. Tarkovsky'nin bizi kendi deneyimimizden alıp
bizi maddi realitenin üzerinden nasıl da daha spritüel bir hareketle
yükselttiğini, nasıl da derinden, can alıcı bir noktadan etkilediğini
düşünüyorum. Bu bölgeyle ilgili belirgin bir şey yoktur. Orası kesin sınırların
çekildiği saf bir bölgedir. Sınırları saptarsınız, bu sınırlarla gerçek bölgeyi
ortaya çıkarmakla birlikte herşey tam olarak diğer bölgede algılandıkları gibi
algılanmaya başlarlar. Kesinlikle kendi inançlarınızı yansıttığınız bir
düzlemin üzerine. Kendi korkularınızı, içinizden gelen şeyleri. Diğer bir
deyişle bölge en sonunda sinema perdesi
gibi bembeyazdır.
City Lights-1931
Bu şehirde yaşayanlara
'Özgürlük ve Huzur' anıtını hediye ediyoruz. Chaplin'in Şehir Işıkları
sofistike edilmek için gerçekten .
son
derece sofistike edilen bir başyapıttır. Aslında aldatıcı biçimde basit bir
filmdir. Filmi izlerken kendimizden geçtiğimizde, tüm karmaşıklığının gitmesine
ve son derece incelikli ustalığına. Filmin İlk sahnesi halihazırda bazı
bağlantıları öngörür. Bu bir tür Chaplin'in sanat anlayışını kapsayan mikro
evrendir. Chaplin'i bir komedi dehası haline getiren şey nedir?
Onun filmlerindeki komik pozisyon arketipleri nelerdir?
Bunlar rahatsız edici bir noktayı aslında
işlevsel hale getiren ya da birileri tarafından yanlış anlaşılan şeylerdir.
Yani rahatsız edici lekelerdir. O imgelemi rahatsız etmektedir. Böylece
kendisini o resimden silmek ister. Ya da insanlar ona itibar etmeseler bile,
onu dikkate alırlar. O da bu yanlış anlamalar nedeniyle algılanıyorsa da
dikkate alınmak ister. 'Ne olmadığının' tanımlanması için.
Sokağın köşesinde çiçek satan güzel kör kız
aracılığıyla yanlış bir yolla kimlik bulma eğilimi vardır. Kendisini milyoner
olarak tanıtır .
Onları yerden
toplayabilir misiniz efendim?
Ona
yardım etmek için bu oyunu kabul eder. Hatta
görebilmesi için gerekli olan ameliyat parası için hırsızlık bile yapar.
Cezasını çektikten sonra da dönüp onu bulmaya çalışır.
Zannediyorum
bu bizim kötü yönümüze ilişkin bir metafor. Birisinin komikliklerine güldüğümüz
zaman o insanın tam anlamıyla nasıl bir kişi olduğunu anlamamak gibi. Bu
insanın kendi fantazimizin bağlantılarını kuran bir insan olarak algılamayı
kabul ettiğimiz sürece. Yanlışlıkla o kişiyi kimlikleştiririz.
Tıpkı yanlış yere güldüğümüz şeyin aniden
şiddete dönüşmesini keşfetmemiz gibi. Burada sevilen kişiden daha öldürücü daha
tehlikeli bir şey yoktur kim olduğundan çok istenen kişi olduğundan. Bu anlamda
aşk her zaman küçük düşürücü bir şeydir.
Buradaki konu, sadece filmin hikayesindeki
figürün kendisini sevdiği kıza göstermesindeki eğilimi değildir. Bu aynı
zamanda bir aktör-yönetmen olarak Chaplin'in kendisini bize yani halka
gösterdiği zaman 'kendimi size sunduğum için utanmazın biriyim, fakat aynı
zamanda korkuyorum da' demesidir. Chaplin'in gerçek dehasının dayandığı
yer, aynı zamanda bu tanınmaya ilişkin psikolojik anı sahneleme yeteneğidir. Biçimin, müziğin, görsel açının ve aynı zamanda aşk her zaman ki İki kişinin elleri birleştiğinde
genç kız onun kim olduğunu anlar.
Sen?
İşte
bu an son derece tehlikeli bir andır. Patetiktir. (Dokunaklı)
Artık görüyor musun?
Sevilen, idealize edilen bağlantılar nedeniyle
çerçeveden çıkar. En sonunda bu noktada, psikolojik çıplaklık kendini gösterir.
İşte olduğum gibi buradayım. Ve zannedersem bunu da bir mutlu son gibi okumamız
lazım. Ne olacağını bilemeyiz.
'Son' yazmamıza yarayan harflerimiz ve siyah bir ekranımız var. Fakat
şarkı hala devam ediyor. Tıpkı şimdi daha güçlü olan bir duygu gibi.
Çerçeveden kazara dışarı fırlamış bir şey gibi.
Bugünün dünyasını anlayabilmek için tam anlamıyla sinemaya
ihtiyacımız var.
Gerçek hayatta karşı karşıya kalmaya hazır olmadığımız bu kritik
boyutu ancak sinema ile karşılayabiliriz.
Eğer realitenin içinde ne olduğuna bakıyorsanız, yani gerçeğin
kendisinden daha gerçek olan şeyin ne olduğuna bakıyorsanız, sinemanın kendi
içindeki kurmaca evrenine bakın.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar