THE PERVERT'S GUİDE TO IDEOLOGY / Normüstü İnsanın İdeoloji Rehberi (2012)
Yönetmen:
Sophie Fiennes
Senaryo:
Slavoj Zizek
Ülke:
İngiltere, İrlanda
Tür:
Belgesel
Vizyon
Tarihi: 07 Eylül 2012 (Kanada)
Süre:
136 dakika
Dil:
İngilizce
Müzik:
Magnus Fiennes
Oyuncular: Slavoj Zizek
Türkçe
Altyazı: Dilek Tunalı&Ceren Tunalı
İşbirliklerini sürdüren süperstar filozof
ve akademisyen Slavoj Zizek ile yönetmen Sophie Fiennes, şimdi de yaratıcı
sinema yorumlarını kullanarak psikanalizin ideoloji hakkında neler söyleyebileceğini
bizlere gösteriyor. Söz ettiği filmlerden kurulan sahnelerin içinden bize
seslenen Zizek, bu parçaları ideolojik yansımaları yönünden incelerken altta
yatan gerçek mesajlarını imliyor.
The
Sound of Music / Neşeli Günler´den Full Metal Jacket´a, John Carpenter´ın They
Live / Yaşıyorlar´ından The Dark Knight / Kara Şövalye´ye, hatta Titanic´e
kült klasiklerin yanı sıra, haber bültenleri ve propaganda filmleri de bu
eğlenceli ve kışkırtıcı belgesel çalışmanın "av"ları arasında
Sana bir
seçenek sunuyorum:
“ Ya bu gözlükleri tak Ya da şu çöp kovasını yemeye başla
“ Ya bu gözlükleri tak Ya da şu çöp kovasını yemeye başla
Zaten ben
epeydir Bu çöp kovasından yiyiyorum. İşte bu çöp kovasının adı İdeolojidir.
Bunun Maddesel gücü- Aslında benim yediğimi görmemi engelliyor. Bizi
köleleştiren şey yalnızca gerçekliğimiz değil. İdeolojinin içinde olduğumuz
zamanlardaki trajik durumumuz şudur: Ondan kaçarak- rüyalarımıza sığındığımız
noktada aslında İdeolojiye yeniden hapsolmamızdır.
1988 yapımı 'They Live'
kesinlikle Hollywood solunun unutulmuş başyapıtlarından biridir. John Nada’nın
hikayesini anlatır. Elbette “Nada” İspanyolca’da “Hiçbir şey” demektir.
Fiziksel içeriğinden mahrum bırakılmış Saf bir “özne”. Los Angeles’ta sağda
solda sürten evsiz bir işçi Bir gün, terk edilmiş bir kiliseye girer ve orada
içi güneş gözlükleriyle dolu tuhaf bir kutu bulur. Bunlardan birini takarak Los
Angeles sokaklarında yürürken bir tuhaflık sezer; bu da, gözlüklerin aslında
İdeolojiyi-eleştiren-gözlükler olarak çalışmasıdır. Gözlükler, tanıtım, afiş ve
benzeri tüm reklam propogandalarının altındaki gerçek mesajı görmeyi sağlar.
Büyük bir tanıtım afişi hayatınızın tatilini yapacağınızı vaat ederken-
gözlükleri taktığınız anda- beyaz zemindeki- gri görüntüyle karşılaşırsınız.
Söylendiği gibi, Post-ideolojik bir
toplumda yaşıyoruz. Anlamımız değiştiriliyor, başka bir deyişle- kendini feda
eden, görevini yapan- özneler olarak değil, fakat zevk özneleri olarak
irdeleniyoruz. Gerçek potansiyelinizi keşfedin. Kendiniz olun. Tatmin edici bir
hayat edinin. Gözlükleri taktığınız zaman- demokrasi içinde bir diktatör
göreceksiniz. İşte bu sizin görünür özgürlüğünüzü ayakta tutan görünmez bir
buyruktur. Bu
tuhaf ideolojik gözlüklerin Varoluşundaki açıklama- “Invasion of the Body
Snatcher”(Merih’ten Saldıranlar) filminin bilinen hikâyesidir. İnsanlık
halihazırda uzaylıların köntrolü altındadır.
“ Hey dostum
“Bunu ödeyecek misin?
“ Bak dostum, bugün bela
istemiyorum, tamam mı?
“ Ya öde şunu ya da
yerine bırak
Yaygın düşünceye göre ideoloji bizim doğrudan
bakışımızı engelleyen, bulanıklaştıran bir şeydir. Ideoloji bakışımızı saptıran
gözlükler olmalı- ve ideolojinin eleştirisi de tam tersi bir şey, mesela,
gözlükleri çıkarırsınız ve nihayet şeylerin gerçek halini açıkça
görebilirsiniz. “They Live” adlı filmin karamsarlığı, burada açıkça, dikkatlice
doğrulanmıştır,- bu tamamiyla illüzyonun doruk noktasıdır: Ideoloji bize
kolayca dayatılmış bir şey değildir. Ideoloji, bizim sosyal dünyamızla
kurduğumuz spontan ilişkidir.
- Her bir anlamı Nasıl algıladığımız gibi.
Biz bir şekilde İdeolojimizden zevk alıyoruz.
“ Pekala
İdeolojinin
dışına çıkmak acıtır. Acılı bir deneyimdir. Kendinizi buna zorlamalısınız. Filmde, John Nada’nın,
Arkadaşı John Armigate’ye- gözlüğü denemesi konusunda ısrar ettiği sahnede- bu
durum mükemmel bir şekilde gösterilmiştir
“ Hadiii, seninle kavga etmek istemiyorum.
“ Kavga etmek istemiyorum
hadi ama! “ Hayır! Kes şunu!
İşte bu sahne filmin en tuhaf sahnesidir.
Mücadele sekiz-dokuz dakika sürer.
“ Tak şu
gözlükleri dedim!
Belki çok akıldışı görünebilir ama, neden
bu genç adam- gözlükleri takmamak için bu kadar şiddetle karşı koyuyor?
Kendi yalanında yaşıyor olduğunun gayet
farkında gibidir. Gözlükler hakikati görmesini sağlayacaktır fakat,- bu hakikat
can yakıcı olabilir. Size ait bir yığın illüzyonu paramparça edebilir. İşte bu,
kabul etmemiz gereken bir paradokstur.
“Tak şu
gözlükleri! Tak şunları!
Özgürlüğün en şiddetli hali. Özgür olmaya zorlanmanız gerekir.
Eğer bu ani mutluluk ve benzeri şeylere kolayca inanırsanız,- hiçbir zaman-
özgür olamazsınız.
“ Bak!
Özgürlük acıtır. Psikanalizin temel kavrayışı
haz ile basit mutlulukları birbirinden ayırmaktır. Bunlar aynı şeyler değildir.
Zevk, kesinlikle rahatsız edilmiş, bozulmuş hazdan alınan zevktir,- hatta
acıdaki hazdır. Ve bu aşkın faktör, yükümlülük ve mutluluk arasındaki- belli ki
basit olan ilişkiyi rahatsız eder, bozar. Burası aynı zamanda ideolojinin-
özellikle de dinsel ideolojinin var olduğu bir alandır.
Bu da aklıma ünlü bir örneği, devasa bir
Hollywood klasiği olan 'The Sound of Music'i getiriyor. Hepimizin bildiği gibi
hikaye, hayat dolu, enerjisi dorukta olan bir rahibeyle ilgilidir.
- Nihayetinde seksüel enerjiyle dolu olan
bir rahibe. Yani bir bakıma rahibeliğe zorlanmış bir rol.
“ Oh, saygıdeğer annemiz
çok özür dilerim, kendimi tutamadım –
“Kapılar açıktı ve tepeler . “ çağırıyorlardı ve ben de önce...
“ Maria, buraya özür için
çağrıldığını düşünmemiştim.
“ Oh, lütfen kutsal
annemiz lütfen bağışlanmama izin verin.
“ bir, iki, üç Bir, iki,
üç.
“ bir, iki, üç. Şimdi hep
beraber adım atalım...
Böylece Başrahibe onu çocuklarına bakacağı
Von Trap ailesinin yanına gönderir-
“ Altında.
“ Kurt, çalışmamız
gerekiyor... bana izin verir misiniz?
Tabii ki bu arada Baron Von Trap’a- aşık olur.
Maria bu durumdan çok rahatsızdır, kendini denetleyemez manastıra geri döner.
“ Birbirimize baktığımız zamanlar oldu...
“ Ah kutsal annemiz
güçlükle nefes alıyorum.
“ Peki senin ne durumda
olduğunu anlamasına izin verdin mi?
“ Eğer verdiysem bile
bilmeden olmuştur,-
“işte beni mahveden de bu, ben orada Tanrının hizmetindeydim.
Hiç şüphesiz bu filmi ilk kez izlediğim
eski Komünist Yugoslavya’da, tam olarak bu sahneyi, ya da daha kesin bir
biçimde- bu tuhaf hedonistin ya da bildiğimiz şekilde, başrahibenin nasihatini
takip eden sahnede:
"Geri
dön ve bu adamı baştan çıkar, bu yolu takip et." "arzularına ihanet
etme..." Yani
“gördüğün
her dağa tırman” diye
başlayan bir şarkı; daha çok Arzunun onaylanması bakımından- utandırıcı da. Filmdeki
bu üç dakika sansürlenmişti.
“ Her dağa tırman.
“ Yükseğe uç ve aşağıya
in.
“ Tüm gizli yolları yürü.
“ Bildiğin tüm gizli
yolları.
Sanırım sansürcü çok zeki biriydi.
Muhtemelen ateist bir Komünist olsa da, Katolik inanıştaki kışkırtıcı gücün
nerede olduğunu biliyordu.
“ 'Rüyalarına kavuşuncaya kadar.
Eğer
Katolik propogandayı dikkatlice okursanız ve eğer gerçekten anlamaya
çalışırsanız, size sundukları şey aslında nedir?
Bu
durumda konu cinsel hazları yasaklamakla ilgili değildir. Bu daha çok, bir
kurum olarak kiliseyle ve bu örnekte seksüel arzularıyla, başı dertte olan
inanan arasındaki sinik sözleşmedir. İşte bu da size verilen üstü kapalı
müstehcen bir onaydır. İlahi bir “Büyük Öteki” tarafından kuşatılmışsınızdır.
İstediğiniz her şeyi yapabilirsiniz. Zevk alın.
“ Bir rüya yetecektir...
Bu müstehcen sözleşme, özünde,
Hıristiyanlığa- ait değildir. Bir kurum olarak Katolik Kilisesine aittir. En
saf haliyle bir kurum mantığıdır.
“ Her dağa tırman.
İşte burada yine
ideolojinin nasıl işlevselleştiğini görüyoruz. Yalnızca feragat etmek, acı
çekmek tarzında açık bir mesaj değil: Ama gerçekten gizli bir mesaj: Feragat
ediyormuş gibi görünüp her şeye sahip olduğun bir mesaj.
Bu aralar psikanalist arkadaşlarım tipik
bir şeyden bahsediyorlar- çözüm bulmak için gelen hastaların- Kendilerini suçlu
hissettiklerini söylüyorlar- Ancak aşırı haz nedeniyle ya da kendi moral
değerlerinin tersine işleyen- duyguları ve sorumlulukları yüzünden değil.
Tersine, tam anlamıyla hazza erişemedikleri için suçluluk duyduklarını
söylüyorlar. Mutluluğu yakalayamadıkları için.
Aman tanrım, çölün ortasındasınız ve çok susadınız
- Coca Cola’dan başka içecek bir şey var mı?
Kusursuz bir meta. Neden mi?
Marx’ın çok uzun
zaman önce söylediği gibi; “bir meta hiçbir zaman satın aldığımız ve
tükettiğimiz sıradan bir obje değildir”.
Bir meta, teolojik bir obje hatta bunun da
ötesinde metafiziksel hoşlukları olan bir şeydir. Varlığı mutlaka görünmez bir
aşkınlığı yansıtır. Ve Coca colanın klasik reklamı namevcut ve gizli bir
niceliği işaret eder. Coca cola “hayatın gerçek tadı” ya da 'İşte Cola budur’-.
“Bu” veya “Gerçek” olan
nedir?
Bu
sadece kimyasal analiz yoluyla tespit edilen veya tanımlanabilen Coca Colanın
başka bir olumlu ifadesi değil daha fazlasını istemeye yarayan- bir gizemdir. .
İşte bu benim ‘Arzumun-Nesne- Bağımlı
tanımlanamaz aşırılığıdır. Nasıl adlandırdığımızın önem taşımadığı bizim şu
post-modern toplumumuzda, bir şeylerden zevk almaya zorlanıyoruz. Keyif almak
tuhaf ve sapıkça bir göreve dönüşüyor. Cola’daki paradoks; susamanızdır,
içersiniz ve herkesin bildiği gibi , içtikçe daha da susarsınız.
Arzu, hiç bir zaman
herhangi bir şeyin arzusu değildir. O her zaman arzunun kendisi için vardır.
Arzu, arzuyu sürdürmek içindir. Belki de arzuya ilişkin nihai korku onun içini
sonuna kadar doldurmak ve böylece artık daha fazla arzuyla karşılaşmamaktır. Arzunun kendisini
yitirmek nihai melankolik bir deneyimdir. Yalnız, önceki dönemlerde bu
aşırılığı reddettiğimiz ve sadece gerekli ihtiyaçlar için tüketim yaptığımız,
mesela “susadıysan su içersin”gibi doğal geri dönüşlerle de İlgili değildir.
Buna asla geri dönemeyiz. Bu aşırılık artık sonsuza dek bizimle.
Hadi o
zaman biraz Cola içelim. Hava iyice ısınıyor,
Bu
artık gerçek ‘cola’değil, İşte problem de bu. Biliyorsunuz, bu geçiş dışkısal
bir boyutu yüceltmeyle ilgilidir. Mesela Coca Cola soğuk servis edildiğinde,
kesinlikle çekici bir şeydir- fakat aniden bir bok’a dönüşebilir.
İşte
şimdi, metanın o bilinen diyalektiğine sahiptir.
Şimdi burada metanın nesnel ya da gerçeklik ilkesine dayalı- özelliklerinden
bahsetmiyoruz. Burada sadece üretim fazlası bir kaypaklıktan söz ediyoruz.
'Kinder Sürpriz Yumurta'. Baştan çıkarıcı bir
mal. ‘Sürpriz Yumurta’nın yani bu abartılı nesnenin sürprizi, yani onu
arzulamanıza neden olan şey işte burada maddileştirilmiştir. Görünenin altında,
yumurta şeklindeki çikolatanın içindeki boşluk- plastik bir oyuncakla
doldurulmuştur. Tüm hassas denge işte bu iki boyut arasındadır: Satın
aldığınız, yumurtaya benzeyen bir çikolata ve ondan arta kalan, muhtemelen
Çin’de çalışma kampı benzeri bir yerde üretilmiş olan ve sizin bedavaya elde
ettiğiniz artığı/fazlası. Çikolata tabakasının, sizi çikolatanın içindeki objeyi arzu
edilen bir metaya dönüştüren -Platon’un Agalma dediği, sizi
değerli bir insan yapan- içsel bir hazineye doğru derin bir yolculuğa
çıkarmadığını düşünüyorum. Ben
tam tersi olduğunu düşünüyorum. En yüksek hedefe doğru ilerlemeliyiz, dış
yüzeyden kusursuz bir şekilde zevk alabilmek için nesnenin tam merkezindeki
altın madeni en büyük hedefimiz olmalı. İşte kabullenmekte zorlandığımız,
antimetafiziksel ders budur.
Şu meşhur ‘Ode to Joy’(Mutluluğa Özgü) ne
anlama gelir?
Bu
yaygın olarak insanlığın mutluluğuna, tüm insanların kardeşliğine ve
özgürlüğüne dair bir övgü olarak algılanır. Bu iyi bilinen melodide gözleri
yerinden fırlatan şey evrensel uyumluluktur. Birbirine tümüyle tezat olan bir
çok- politik harekette kullanılabilir. Nazi Almanya’sında yoğun olarak büyük
toplumsal olayları kutlamak için kullanıldı. Sovyetler Birliği’nde
Beethoven çok rağbet görürdü ve Ode to Joy bir nevi komünist propoganda -
şarkısı olarak çalınırdı. Çin’deki büyük kültür devrimi sırasında neredeyse
batılı müzikler yasaklanmasına rağmen Dokuzuncu Senfoni kabul gördü.
Progresive bir burjuva müziği olarak
çalınmasına izin verildi. Zimbabwe’nin önceki hali Güney Rodezya’daki aşırı
sağ, ırk ayrımcılığının kaldırılmasını- erteleyebilmek için bağımsızlığını İlan
etmişti. Böylece Güney Rodezyanın birkaç yıllık bağımsızlığı ve yine o eski
‘Ode to Joy’ şarkısı tabii ki- sözleri değiştirilerek ülkenin milli marşı
olmuştur.
Diğer bir yandan, Abimael Guzman Peru’daki
aşırı sol gerilla grubunun 'Sendero Luminoso', yani ‘Işıldayan Yol’un lideri
olarak Devlet Başkanı Gonzalo olmuştur. Gazetecilerin en çok hangi müzikten
hoşlandığını sorduklarında,o Beethoven’ın 9. Senfonisi yani- ‘Ode to Joy’
yanıtını verir. Almanya bölündüğü zaman, Olimpiyatlara her iki Almanyanın da
katılması ve bir Alman’ın altın madalya alması durumunda da Doğu ya da Batı
Almanya’nın milli marşları yerine yine ‘Ode to Joy’ çalınmıştır. Hatta bugün bile 'Ode to
Joy’ Avrupa Birliğinin gayrı resmi marşıdır. Aslında Osama Bin Laden’in
başkan Bush’u kucakladığı, Saddam’ın, Fidel Castro’yu sarmaladığı, beyaz
ırkçıların Mao Tse Tung’a sahip çıktığı, ve hep beraber ‘Ode to Joy’u
söyledikleri- evrensel kardeşliğe ilişkin sapkın bir sahneyi düşleyebiliriz.
Bu herkese uyar. Zaten her ideoloji Böyle işlemek zorundadır. Bu sadece bir
yorum değil. Bu tıpkı içinde bütün olası anlamlara açık olan boş bir sandığın
her daim çalışması gerektiği gibi bir şeydir. Bu, patetik bir şeyler
yaşadığımızda, hepimizin duyduğu içten gelen coşkulu bir histir ve şöyle deriz:
"Aman Tanrım, çok etkilendim, burada derin bir şeyler
var." Fakat
asla bu derinliğin ne olduğunu bilemezsiniz. Bu
bir boşluktur. İşte burada tabii ki bir tuzak var. Buradaki tuzak doğal olarak-
çerçevenin tarafsızlığır. O hiçbir zaman göründüğü kadar etkisiz değildir.
Clockwork Orange’ın giriş sahnesindeki-
Alex’in perspektifinden düşünüyorum.
“ Kendimizi bitkin,
yorgun ve tasalı hissediyorduk
“ biraz güç bir akşam olmuştu. Arabayı başımızdan savdık ve Son
bir kadeh için durakladık.
Peki, Clocwork Orange’ın sonuna doğru sinik
bir suçlu olan kahramanımız, Beethoven’ın ‘Ode to Joy’u söyleyen kadını
gördüğünde,- niye böylesine- kendinden geçmiş ve büyülenmiştir?
“ Ah Kardeşlerim, bir an,
büyük bir kuş
“Milkbar’ın içinde süzülüyordu,-
“ve tüm melanki tüylerim diken diken oldu.
“Bir melanki kertenkele gibi bu ürperme vücudumdan yükselip,
yukarı, aşağı inip çıkıyordu.
“ Çünkü Söylediği şarkıyı
biliyordum.
“ Ludwig Van Beethoven’ın
anlı şanlı 9. senfonisinden bir parçaydı.
Ne zaman ideolojik bir metin tüm insanlığın”kardeşlik ve
mutlulukla” birleştiğini falan söylese,- hemen şunu sormalısınız: "Tamam
da tümü derken, gerçekten tümünden mi bahsediyorsunuz?
Clockwork Orange’daki kabahatli Alex’in- bu
dışlama alanıyla özdeşleştiğini düşünüyorum. Ve büyük dahi Beethoven kelimenin
tam anlamıyla- bu dışlanmışlığı beyan etmektedir. Bir anda bütün bu müzik tonu
karnavalesk bir ritme dönüşür. Görkemli güzelliğini kaybetmiştir.
“ Özür dilerim kardeşim,
Bunu iki hafta önce sipariş etmiştim
“gelip gelmediğine Bakabilir misiniz lütfen?
“ bir dakika.
Bu vulgar müziği Alex mağazadan tam içeriye
girdiğinde- duymaya başlarız ve bu andan itibaren hareketlerinden kendini
evinde gibi hissettiğini anlarız. Suyun içindeki balık gibidir.
“ Pardon
hanımlar. Beethoven dünyasal kardeşliğin, ya da ne bileyim işte biz özgürlüğü,
şan ve şerefi paylaşan mutlu, büyük bir aileyiz , tarzı yakıştırmaların ucuz
yollu bir kutsayıcısı değildir.
“ Sevimli
değil mi sevgilim?
Bugün yanlış bir biçimde kutlanan, ve bütün
resmi olaylarda duyduğunuz birinci bölüm,- İdeoloji olarak açıkça Beethoven’la
özdeşleşmiştir, ve hemen arkasından, ikinci bölüm resmi ideolojiyi rahatsız
eden, resmi ideolojinin hatalarını ortaya çıkarıp buna baskı yapan ve
evcilleştiren, gerçek hikayeyi anlatır. İşte Beethoven bu nedenle yapması bu
kadar zor- bir şeyi gerçekleştirmiştir. O daima ideolojiyi eleştiren katıksız
bir müzik çalışmasının içindeydi. Eğer klasik ideoloji
Marx’ın Kapital’inin 1.cildinde hoş bir biçimde formüle ettiği gibi işlem
görseydi: “"Sie wissen es nicht, aber sie tun es." "Ne
yaptıklarını bilmiyorlar" "ama yine de yapmaya devam ediyorlar."
Sinik (sinmiş-pusmuş) ideoloji
fonksiyonları şu şekilde işler: "Ben ne yaptığımı gayet iyi
biliyorum" "fakat hala buna rağmen bir şey yapmıyorum."
Fakat bu paradoksal düşünce topluluğu Bernstein ve Sondheim’ın West Side
Story’nin ünlü “Officer Krupke”şarkısında bir şekilde gösterilmektedir.
“ Hey sen! “ Ben mi,
memur Krupke?
Evet sen!! “ seni
karakola götürmemem için
“bana bir tek sebep söyle serseri.
“ Sevgili... “sevgili
memur Krupke, anlamalısınız
“bizi bu hale getiren, yetiştirilişimiz.
“ annelerimiz keş,
Babalarımız ayyaş.
“ Ey Tanrım, doğal olarak
serseriyiz! “Memur Krupke, çok sinirlisiniz.
“ bizler suçlu değiliz,
yanlış anlaşıldık...
Birkaç müzik parçasıyla bu suç çetesi,
neden suçlu olduklarını, gayet açık bir şekilde anlatır.
“
...derinlerde, içimizde iyilik var, dokunulmamış iyilik var! “ en kötümüz bile, aslında
çok iyi! Aslında her şey, orada olmayan polis memuru Krupke’ye anlatılır.
“ ...çok
dokunaklı bir hikaye.
“ Herkese anlatayım! “
Sadece hakime söyle. İçlerinden biri hakim rolünü üstlenir: “ Sayın Hakim,,
ailem bana kötü davrandı.
“ durmadan ot içip, bana
bir nefes bile vermezlerdi. Sonra psikolojik açıklamalar başlar: “ ...O burada
olmamalı.
“ Bu terapi koltuğuna
ihtiyacı yok, onun sadece iyi bir kariyere ihtiyacı var.
“ Toplum ona berbat bir
tuzak kurdu
“ve artık sosyolojik olarak bir hasta! “ Evet hastayım! “
Hepimiz, hepimiz hastayız...
Buradaki paradoks, bütün bunları nasıl biliyor ve neden hala
yapıyorsunuzdur?
İşte
bu ideolojinin sinik fonksiyonudur. Bunlar asla göründükleri gibi acımasız
suçlular değiller. Belki küçücük mahrem rüyaları vardı. Bu rüyalar bir çok
anlama gelebilirdi. Hatta son derece sıradan şeyler bile olabilirdi.
Hadi şimdi
de 2011 Ağustos’undaki İngiliz ayaklanmasına bakalım. Buradaki ayaklanmaların
bilinen, liberal açıklaması gerçekten ‘Memur Krupke’ şarkısının tekrarına
benziyor. Bu ayaklanmayı sadece, suçluların vandalist isyanına bağlayamayız. Bu
insanların düzenli bir aile yaşantısı içinde olmadan, düzgün bir eğitim almadan
toplumdan izole edilmiş şekilde- gettolarda nasıl yaşadıklarını, anlamanız
gerekir. Düzenli bir iş beklentileri bile yok. Fakat bu da yeterli değildir,
çünkü insanoğlu maddi koşulların sıradan bir ürününe indirgenemez. Şüphesiz
bizi belirleyecek olan bu maddi koşulları ya da kendi evrenimizi kurarken
etrafta olan şeylere nasıl tepki vereceğimizi değerlendirirken..hepmiz bir
miktar özgürlükler çerçevesinde düşünüyoruz. Muhafazakar çözüm, daha çok
polise ihtiyacımız olmasıdır. Acımasız yargılamaların üstesinden
gelebileceğimiz mahkemelere ihtiyacımız var. Sanırım bu çözüm son derece
basit. David Cameron’a kulak verecek olursak,- söyledikleri makul görünmektedir,
göstericiler birilerini dövüyorlar, evleri yakıyorlar, fakat daha korkunç
olanı- insanların bir takım şeyleri ödeme yapmadan almalarıdır. Hayal
edebileceğimiz son şey! Çok sınırlı da olsa, Cameron belki haklıydı,-
argümanında ideolojik bir aklama bulunmamaktaydı. Bu bütün insanların
predominant ideoloji tarafından yakalandığı fakat farkında olmadıkları bir
tepkisellik, ki bu ideoloji onlardan tüketim hakları alanıyla ilgili ideolojiye
karşı- hoyrat bir şekilde eyleme geçmelerini talep ediyor. Bu tepki hakim
ideolojiye yakalanmış, fakat bu ideolojinin ondan talep ettiği şeyin bu
ideolojik tüketim alanında- bir tür vahşi bir role bürünmeyi talep ettiğinin
farkına varacak araçlara sahip olmayan insanların tepkisi. Bu eşitlik, adalet
vb kavramlarla mücadele eden, büyük parçalara ayrılan ideolojinin yer aldığı,
belirlenmiş sosyal ve ideolojik çerçevenin sonucudur. Tek
işlevsel ideoloji tam anlamıyla tüketimdir,- sonrasında hangi protesto
biçimiyle ne elde ettiğin hiç önemli değil. Her şiddet aslında sizin bir
şeyleri kelimelere dökemediğiniz bir eylemi işaret ediyor. Hatta en acımasız
eylemlerinde bile sembolik bir tıkanmayı harekete geçiriyor.
Taxi Driver’daki en önemli şey, şiddetli
bir taşkınlığı, radikal bir şekilde- intihar boyutuna taşımasıdır. Bu noktada
kolayca tarif edilen taksi şöforü Travis’in eciş bücüş kişiliğine ilişkin-
çıtkırıldım psikolojilerle, işimiz olmaz. İdeolojiyle işimiz olmalı.
“ Dinleyin bok kafalılar,
“ Burada artık buna daha fazla katlanamayan bir adam var.
“ Buna izin vermeyecek
bir adam...
“ Dinleyin sik kafalılar,
.
“ Burada artık buna daha
fazla katlanamayan bir adam var.
“ Yüzüne tükürülmesine
rağmen ayakta kalmış bir adam
“Yavşaklara, köpeklere, iğrençliklere, boka püsüre karşı durmuş
bir adam.
İşte burada Karşı çıkan
biri var.
Taksi Driver’daki, kahramanımız Travis,
Judy Foster’ın canlandırdığı genç fahişe tarafından rahatsız edilir. Onu
rahatsız eden şey, her zaman olduğu gibi özellikle kendi fantezileridir. Yani
kızla ilgili fantezileri. Gizli arzularına kurban ettiği kız... Fanteziler
sadece bireylerin özel konuları değildir. Fanteziler, ideolojimizi oluşturan
temel dolgulardır.
“ Bakma şu adama.
Fantezi, psikanalitik perspektifte temel
olarak bir yalandır. Bu bakımdan yalan değil, sadece bir fantezidir Ama hakikat
değildir; yalnızca bir fantezi manasında bir fantezi değil, daha çok ‘fantezi,
süreklilikte önemli bir boşluğu doldurur’ anlamına gelen bir yalan. Bir şeyler
bulanıklaşmaya, başladığı zaman, bir şeyleri gerçekten anlamakta zorlandığımız
zaman, fantezi kolay bir yanıt temin eder. Fantezinin olağan şekli bir sahne
yaratmaktır,- Ama bu, arzu ettiğim şeyi elde ettiğim bir sahneyi değil, kendimi
başkaları tarafından arzu edilirken düşlediğim bir sahneyi temsil eder.
'Taxi Driver' belki de John For’un
olağanüstü geç dönem klasiklerinden ‘The Searchers’ın (Çöl Aslanı) onaylanmamış
bir yeniden çevrimidir.
“ Sürüyle...?
kafaderisi alıyorum.
Her iki filme de, kahraman, kötü
davranıldığı sanılan genç bir kadın kurbanı kurtarmaya çalışır. The
Searchers’deki genç bir kadın olan Nathalie Wood kaçırılıp bir Kızılderili
şefin karısı olarak yaşamıştır. Taxi Driver’de ise genç Jodie Foster, insafsız
bir kadın tüccarı tarafından denetlenmektedir.
“ Sürüngenlerle, aşağılık
heriflerle çıkıp-
“kendini satmak mı istiyorsun?
“Alçak bir pezevenk için
mi?
“Koridorlarda
bekliyorsun?
“ Geri kafalı olan ben
miyim?
“ Gerikafalı sensin.
“ ben senin yaptığın gibi
katillerle,
“serserilerle yatmam .
Buradaki görev, daima kurban olarak kabul
edileni kurtarmaktır. Fakat gerçekten kahramanı böylesi bir şiddete iten derin
kuşku, kurbanın sıradan bir kurban olmamasıdır. Kurban sapıkça bir şekilde,
kendisini kurban konumuna düşüren durumdan hoşlanmakta ve bunu devam
ettirmektedir. Kısaca açıklarsak, kadın kurtarılmayı istememekte, karşı
koymaktadır.
“ Hadi eve gidelim Debby.
Ve işte
bu büyük bir problemdir. Eğer buradan politik bir boyuta sıçrayacak olursam, bu
durum insani müdahle olarak da tanımlanan Amerikan militarizminin en
büyük problemidir. Irak’tan, Vietnam’a kadar yarım yüzyıldır, onlara hep yardım
etmek isteriz ama gerçekten bunu kabul etmediklerinde ne olacak?
Bu
yorucu tıkanmanın sonucu sadece bir şiddet patlaması olabilir. Filmin sonuna
doğru Travis’i bir cinayetler serisi içinde- infilak ederken görürüz. Genç
kızın etrafındaki bütün insanları ve pezevenkleri öldürür. Şiddet yalnızca
soyut değildir. Bizim kavramsal eşleştirme adını koyduğumuz şeyle ilişkili,
belli bir iktidarsızlığı örtmek isteyen- gerçeğe acımasız bir müdahaledir. Ne
olup bittiği hakkında berrak bir fotoğrafa sahip olamazsınız.
Neredeyiz?
Tamamıyla aynısı Oslo’da
Anders Behring Breivik’in
korkunç şiddet patlamasıyla işlediği cinayetler için de geçerlidir. Oslo
başkanlık binasının önüne bir bomba attıktan sonra yine Oslo’ya yakın bir adada
sosyal demokrat parti üyesi- bir sürü genci öldürmesidir. Birçok kişi bu durumu
kişisel bir cinnet olarak- savuşturma çabasında olmuştur. Fakat
Breivik’in manifestosunun okunmaya değer olduğunu düşünüyorum. Açıkça bu
şiddetin nasıl ortaya çıktığı, sadece terörize edilmiş değil aynı zamanda
kanunlaştırılmış olan- küresel kapitalin belirsizliği ve anlaşılmazlığına karşı
bir tepkidir.
Bu tıpkı Taxi Driver’ın sonunda- Travis
Bicke’nin katliamına benzer. Orada zar zor, ayakta durabilirken elini sembolik
bir silah gibi kendi kafasına doğrultur. Açıkça, tüm bu şiddetin bir intihar
olduğunu gösterir. Bir bakıma, Taxi Driver’daki Travis doğru yoldadır.
Birdenbire şiddet patlamasının içinde olup bu şiddeti kendinize
yöneltebilirsiniz fakat daha spesifik olan şey kendi içinizde sizi yöneten sizi
hakim bir ideolojiye bağlayan şeyin ne olduğudur.
“ Pippin?
Pippin?
Steven Spielberg'İn Jaws’ında köpekbalığı,
plajda insanlara saldırmaya başlar. Bu saldırı ne anlama gelir?
Köpekbalığı neyi temsil etmektedir?
Bu
noktada bu sorunun farklı,, birbirini dışlayan cevapları vardır. Bir tarafta
bazı eleştirilerin ifade ettiği gibi köpekbalığı, sıradan Amerikalıları
endişelendiren yabancı tehdidini simgeler. Köpekbalığı aynı zamanda Amerikalı
yurttaşları tehdit eden doğal felaketleri, tayfunları ya da- Göçleri de
simgelemektedir.
Diğer
taraftan, enterasan olan bir şey de filmi çok beğenen, Fidel Castro’nun, Jaws’ı
çok açık bir şekilde bir tür- solcu Marksist bir film olarak, köpekbalığını da
sıradan Amerikalıları sömüren acımasız sermaye metaforu olduğu yönünde
düşünmesidir.
Peki Doğru yanıt hangisidir?
Ben hem
hepsinin, hem de hiçbirinin olduğunu iddia edebilirim. Bütün dünya
ülkelerindeki sıradan insanlar gibi Amerikalıların da birçok korkusu vardır.
Bir çok şeyden korkarız. Belki de bizden daha düşük düzeyde, olduğunu
düşündüğümüz göçmenlerin ve benzeri insanların bize saldırmalarından ve
soymalarından, korkabiliriz. Çocuklarımıza tecavüz etmelerinden korkabiliriz.
Doğal felaketlerden, kasırgalardan, depremlerden Tsunamilerden ve ahlaksız
politikacılardan korkarız. Bize her istediklerini yaptırabilen büyük
şirketlerden korkarız. Köpekbalığının fonksiyonu tüm korkularımızı tek bir şeye
yönelterek bütün bu korkuları tek bir korkuda birleştirmektir.
“ Gülümse diyorum sana orospu çocuğu...
Böylece gerçeklikle ilgili deneyimimiz çok
daha basitleşir. Şimdi bunu niye söylüyorum?
Çünkü belki de insanlık tarihindeki
ideolojinin en uç örneği olan Anti semitik- Nazi Faşizminin benzer bir yönde
yol almış olması- değil midir?
20’lerin sonu ve 30’ların başında sıradan bir
Alman vatandaşını düşünün. Bulunduğu pozisyon, soyut anlamda- tıpkı küçük bir
çocukla aynıdır. Tümüyle ambale olmuş durumdadır. Toplumsal otorite, sembolik
düzen- onun bir Alman işçi, , banker veya benzeri bir şey olduğunu, ama hiçbir
fonksiyona sahip olmadığını söyler. Toplum ondan ne istemektedir?
Neden hiçbir şey düzgün gitmemektedir?
Durumu algılamasının yolu ona yalan söyleyen
gazetelerden geçer. Enflasyon nedeniyle işinden olmuştur. Bankadaki tüm
parasını kaybetmiştir. Morali iyice düşmüştür... Peki tüm bunların anlamı
nedir?
Orijinal faşist rüya -tabii ki tüm
ideolojilerdeki Rüyalar gibi pastayı almak ve yemektir. Sıklıkla işaret
edildiği gibi Faşizm, son derece tutucu bir devrimdir. Evet devrim; ekonomik
gelişme, modern endüstri.. Fakat bununla birlikte hiyerarşik toplumu sürdüren
hatta yeniden yaratan bir devrim. Modern ve verimli fakat aynı zamanda bir
sınıf ya da diğer karşıtlıklar tarafından denetlenemeyen- hiyerarşik değerler
tarafından kontrol edilen bir toplum. Şimdi burada, Faşistlerin bir sorunu var,
çünkü antogonizm, sınıf mücadelesi ve diğer tehlikeler kapitalizmin özünde
bulunan şeyler. Kapitalizmin tarihinden de bildiğimiz, modernleşme ve
endüstrileşme, eski değişmez ilişkilerin parçalanması, dağılması anlamına
gelmektedir. Bu sosyal çatışma anlamına gelmektedir. İstikrarsızlık
kapitalizmin işleyiş şeklidir.
Peki bu konu nasıl çözülür?
Basit.
Toplumda işlerin ne kadar da yanlış gittiğini anlatan İdeolojik bir anlatı
kurmamız lazım,- sadece bu toplumun gelişiminin özünde varolan gerilim
nedeniyle değil, daha çok zorla içeriye giren davetsiz yabancılarla ilgili
olarak. Yahudiler sosyal yapımıza nüfuz edene kadar bir sorun yoktu. Sosyal
yapımızı sağlığa kavuşturmanın yolu Yahudileri gözden çıkarmaktı. Jaws’da
köpekbalığına yapılan operasyonla aynı şey. Dünya kadar korkunuz vardır ve bu
korku yığını kafanızı karıştırır, tıpkı tüm bu kafa karışıklığının ne anlama
geldiğini bilmediğiniz gibi. Ve bu karmaşıklık yığınının yerini çok net bir
figürle değiştirirsiniz, Yahudilikle: Böylece herşey açıklığa kavuşur.
“ Bekar ebeveynli ailelerin
sosyal güvenlik fonunu kesmenin bir yolu
“bu raporla kısmen teşvik edilmiştir. “sosyal güvenlik
departmanı hızla artan bekar annelere ayrılan-
“ve önümüzdeki on yıl sonunda-
“neredeyse 5 milyon pound’a ulaşabilecek-
“sosyal yardım
bütçesinden
“korkmuştur. “Fakat bekar ebeveynlerle ilgili mesele
“ giderek John Major’un temel mücadelesinin altında yatan
“nosyon olarak
görünmektedir.
Hatırlayın, 20 ya da 30 yıl önce- John Major,
Birleşik Krallığın Başkanı olduğu zaman ahlaklılığa dönüş gibi ideolojik bir
kampanya vardı. Toplumdaki tüm kötülükler- yalnız ve işsiz annelerle tasvir
edilen geleneksel bir- rivayete yüklenmişti. Burada olduğu gibi şiddet acaba
varoşlarda mıydı?
Tabii ki yalnız ve işsiz
anneler- Çocuklarına bakamazlar, onların eğitimleriyle ilgilenemezlerdi. Tabii
ki bütçemizde büyük bir açık var, ve paramız yok, çünkü evli olmayan anneleri
desteklemek zorundayız falan filan. İdeolojik bir yapıda hayal
dünyanızı sabitleştirecek buna benzer bazı sahte somutluklara- ihtiyacınız
vardır ve daha sonra bu imge bizi harekete geçirir. İdeolojinin bir tür
filtre olduğunu düşünün. Yani bir tür çerçeve, sıradan gerçekliğe- baktığınızda
her şeyin değiştiği- bir çerçeve. Fakat hangi anlamda? Bu durum çerçevenin her
şeyi içine dahil ettiği anlamına gelmesin; Bu sadece çerçevenin sonsuz bir
kuşku dehlizine açılması anlamına gelir.
Yahudiliğe Anti-Semitik
bir açıdan bakarsak;- Yahudiliğe ait figürün nasıl da önem arz eden bir
çelişkiye- sahip olduğunu anlarız.
Yahudiler aynı zamanda hem aşırı entelektüeldir
Yahudi matematikçiler, gibi, hem de bayağıdırlar.
Düzenli yıkanmazlar.
Düzenli yıkanmazlar.
Masum kızları daima baştan çıkarırlar falan filan...
İşte bu ırkçılık için son derece tipik bir
durumdur. Diğerinin gizli seks partilerinden nasıl zevk aldığını falan hayal
edersin, çünkü ırkçılıkta- öteki yalnızca düşman değildir. Öteki genellikle bir
tür sapıkça eğlenceden zevk alan ya da tam tersi biçimde- bizim eğlencemizi,
mutluluğumuzu çalmaya çalışan biri olarak görülür, her zaman söylediğimiz gibi,
bizim yaşam tarzımızı bozmak/rahatsız etmek maksadıyla.
Bu noktada Nazi ideoloji yapısının
oluşturduğu tüm ögeleri gözden düşüren sıradan, basit tuzağa düşmemeli ve
onların hepsini proto-faşist olarak yaftalamamaya dikkat etmeliyiz. Bugün faşizmle
ilişkilendirdiğimiz bu unsurların çoğunu işçi hareketinden aldığını
unutmamalıyız. Çok sayıda insanın birlikte yürümesi, görevimizin bir parçası
olan disiplin; Nazilerin doğrudan doğruya soldan, Sosyal demokrasiden-
aldıkları ögelerdir. Şimdi insanların b bu “dayanışmasıyla” ilgili olarak Nazilerin
dünya görüşü hakkında birkaç kavramdan bahsedeyim. Tanrım, bu dayanışma
kavramında aslında kötü olan hiç birşey yok. Sorun, bu dayanışmanın hangi
insanlar için olduğu. Eğer “insanlar” derken, 'Volksgemeinschaft' yani, düşmanın
otomatik olarak dış mihrak olarak görüldüğü- bir komuniteden bahsediyorsanız,
nazizmin, tam ortasındayız demektir.
Elzem olan şey İdeolojiyi bağlı olduğu yere
yerleştirmektir. Daha açık bir örnek verelim. ‘Cabaret’ filminden bilinen bir
şarkı 'Tomorrow Belongs To Me' (Yarınlar Bana Bağlı).
“ çayırlardaki güneş
yazdan kalma bir sıcaklıkta-
“ormanda geyik özgürce koşuyor...
Bazı
arkadaşlarım Bob Foses’ın ‘Cabaret’ filmini, İzledikten ve- bu şarkıyı
duyduktan sonra nihayet bu kadar duygusal etki yaratan bu kadar derin olan
şeyin, faşizmin, ne olduğunu anladıklarını sandılar. Fakat bu özellikle
kaçınılması gereken bir hatadır. Bu şarkı son derece sıradan, populer bir
şarkıdır. Şans eseri, filmi çektikleri sırada Musevi bir çift tarafından
bestelenmiştir. Güzel bir ironi. Eğer sadece müziğe değil de, özellikle sözlere
dikkat ederek, nasıl bestelendiğine bakarsanız:
"BİR
ULUSUN UYANIŞI YARINLAR BANA AİT.."
Kimileri bunu önemsemeden sözcükleri az
biraz değiştirerek tamamen radikal solcu ya da, Komünist bir şarkı hayal
edebilir.
“ fakat sonra bir fısıltı; yüksel, yüksel
diyor...
Alman Hard Rock grubu 'Rammstein' Sıklıkla
Nazilerin askeri ikonografisine, Yakın durduğu ve Bu tip parçalar söylediği
yolunda suçlanmıştır. Fakat birisi onların gösterilerini yakından dikkatle
gözlerse net bir şekilde, ne yaptıklarını görecektir. ‘Reise Reise’ onların
emsal oluşturacak en iyi parçalarıdır.
“ Reise, reise, Seemann
reise
“herkes kendi işini bir şekilde yapar
“insanlara mızrak attılar diğer balıklara attıkları gibi-
“ Der andere zum Fische dann. Der andere zum Fische dann
Remmstein’in oynadığı Nazi ideolojisinin
minimal unsurları libidinal yatırımın saf unsurları gibidir. Haz, olması
gerektiği, ya da olduğu gibi, kimi tiklere indirgenmiştir: yani, hiçbir
ideolojik anlam içermeyen bir takım vücut hareketlerine. Ramstein’ın yaptığı
şey ise- bu unsurları Nazi eklemlerinden ayırıp bağımsız bir hale getirmektir.
Onlardan ideoloji öncesine ait bir haz almamıza izin verir. Nazizmle mücadele
etmenin yolu, Nazilerin atfettiği anlam çerçevesini yok sayarak bu unsurların
keyfini çıkarmaktan geçer, geriye kalan göründüğü gibi gülünçtür. Böylelikle,
Nazizmi bünyesinden çıkararak onu küçük düşürmüş olursunuz.
Bu
ideoloji öncesi unsurlar nasıl bir araya getirilebilir?
Bu
tür unsurlar bir nevi rüşvet gibi görünebilir. İdeolojinin yöntemi, bizi
ayartıp kendi yapısına alarak bize ödeme yapmasıdır. Bu rüşvet, belki zevk
almaya kodlanmış tüm hareketlerin, hazla yoğunlaştığı salt libidinal bir
ödemedir/rüşvettir. Ya da bunlar kolektif disiplinin dayanışma unsurları, bir
grubun kaderi için, mücadele etmesi gibi daldan dala atlayan ucu açık
ögelerdir. Tüm bunların hepsi ayrı ayrı kendilerini farklı ideolojik mecralara
açan, yerleşik olmayan unsurlardır. Şimdi bizim tüketiciliğimizin en
dikkat çekici bölümüne gelelim. İzninizle bir yudum alayım...
İtiraf etmeliyim ki, düzenli olarak
içiyorum. Fakat kabul etmeliyiz Sturbucks’tan bir cappucino satın aldığımızda,
aynı zamanda bir yığın ideolojiyi de satın alıyorsunuz. Hangi ideolojiyi?
Bilirsiniz, bir Sturbucks mağazasına
girdiğinizde çoğunlukla her zaman şu mesajı içeren, bir takım posterler
görürsünüz: Evet, bizim cappucinomuz Diğerlerinden daha pahallı olabilir-
Fakat- İşte şimdi hikaye başlıyor:
Biz kazancımızın yüzde birini
Guatemala’daki çocukların- sağlığına ayırıyoruz. Sahra’daki çiftçiler için su
tedarik ediyoruz, ya da ormanları koruyabiliyoruz, organik kahve
yetiştiriyoruz... Falan…falan... Ben bu zeki çözüm karşısında hayran kalıyorum.
Saf tüketimciliğin var olduğu eski günlerde, bir ürün alıp sonra kendinizi kötü
hissederdiniz. Aman tanrım, Afrika’da insanlar- açlıktan ölürken ben
sadece bir yiyiciyim. Buradaki düşünce, saf kafa karıştırıcı tüketimimizi
etkisizleştirecek bir şey yapmamız gerektiğiydi. Mesela, herhangi bir,
Yardım kuruluşuna katkı yapıp yapmadığınızı bilmiyorum. Burada Sturbucks’ın
sizin için kolaylaştırdığı şey- bir tüketici olmak, kötü bir bilinçten arınmış
bir tüketici.- çünkü,tüketiciliğe karşı olmanın bedeli, buradan satın aldığınız
ürüne dahil. Biraz daha fazla ödeyeceksiniz ve böylelikle sade bir tüketici
olmayacak fakat aynı zamanda Afrika’daki açlara- ve çevreye karşı
sorumluluğunuzu yerine getireceksiniz. İşte tüketimin en son biçimi budur.
Başlıca küçük mutluluklarımız ve sorumluluklarımızdan oluşan- bir yaşama basit
bir şekilde karşı çıkmamalıyız. Günümüz kapitalizmini düşünecek olursak: Bir
yanda, kar elde etmeye-, büyümeye, sömürüye ve doğanın yıkımına iten sermaye
döngüsünün talepleri,- diğer yanda da, hem geleceğimizi hem de hayatımızı
sürdürmek için doğayı falan korumamız gerektiğini, söyleyen ekolojik talepler:
Gelecek nesillerin hayatta kalması için doğayı koruyalım falan filan..
Acımasızca kapitalist yatırımın peşinden koşma ve çevre farkındalığı arasındaki
bu tezatlıkta, bir çok ileri görüşlü analistin not düştüğü gibi kuşkusuz
Kapitalizm tarafında yer alan, acaip ve
sapıkça bir sorumluluk var.
Kapitalizmin tuhaf dinsel bir yapısı vardır. Şu mutlak taleple
ivme kazanır: Sermaye, kendini büyütmek, çoğaltmak, yeniden üretmek için,-
devri-daim etmek zorundadır, bu amaç için de- hayatlarımıza ve doğaya kadar,
her şey feda edilebilir.
İşte bu noktada kayıtsız, şartsız tuhaf bir
buyrukla karşılaşırız. Gerçek bir kapitalist, bu sapıkça görev için, her şeyini
feda etmeye hazır olan bir pintidir. Burada, Mojave
Çölü’nde
artık dolaşımdan çıkmış uçakların mezarlığı sayılan bu yerde gördüğümüz şey
Kapitalist dinamiğin diğer yüzüdür. Kapitalizm her zaman krizdedir. İşte
kesinlikle bu nedenle her zaman yıkılmaz görünür. Kriz bir engel değil. Kriz,
onu daima kendini devirmeye, genişletilmiş yeniden üretime her zaman yeni
ürünlere yönelterek, ileriye doğru İten şeydir. Bunun görünmeyen yanı ise, koca
bir çöplüktür. Bu çöp yığınlarını bir şekilde onlardan kurtulmaya çalışarak
karşı koymalıyız. Belki ilk yapılması gereken şey bu çöplüğü kabul etmektir.
Yani orada hiçbir şeye hizmet etmeyen bir şeyler olduğunu kabul etmek. Onun bu
sonsuz döngüsünü kırmak için kabul etmek.
Tarihsel varlıklar olmamızın ne anlama geldiğini sadece bir
şeylerle meşgul olduğumuz zamanlarda ya da bir şeyler hareket halinde olduğunda
değil, bunu yalnızca yarısı doğa tarafından geri alınmış bu kültür kalıntısını
gördüğümüz zaman anladığımızı ve tarihi deneyimlediğimizi- söylemiştir.
Bu noktada tarihin bizim için ne anlama
geldiğine dair bir sezgimiz olur. Belki bu post-katastrofik filmlerdeki
kurtarılma mevzusu için de geçerlidir.
'I Am Legend'(Ben Efsaneyim)’de olduğu
gibi. Filmde, insanlardan arınmış bir dünya, terk edilmiş fabrikalar,
çalışmayan makinalar ve boş mağazalar görürüz. Bu noktada gözümüze çarpan şey,
psikanalitik bir terimle söyleyecek olursak anlamın ardında duran sessizliğe
ilişkin ‘Inertia of Real’ (Gerçeğin Donması)dır. Mojeva Çölünde
karşımızda duran bu uçaklar bunun, pasif, otantik bir deneyim olduğuna dair bir
şans elde etmemizi sağlar. Belki de otantik pasifliğin tamamıyla sanatsal bu
anı, Olmadan, yeni olan hiçbir şey ortaya çıkmayacak. Belki de yeni bir şey
ancak bir başarısızlık sonucunda bulunduğumuz yerdeki ağ fonksiyonlarının
ertelenmesi ile ortaya çıkacak.
Standart bir okumayla Titanic’in batmasına
neden olan şeyin ne olduğunu hepimiz biliyoruz. Sadece filmde değil, gerçekte
de bu kaza nedir?
. Bu çarpmanın önemli bir etkisi vardı,
çünkü yakın gelecekte kendisini dünya savaşları gibi düşüşlerin beklediğinden
haberdar olmayan o dönem halen ışıltılı ve zaferlerle parlayan bir toplumda
gerçekleşmişti. Fakat bu anlamlar dünyasında daha da uç noktada olan şey,
okyanusun dibinde duran harap haldeki Titaniğin kelimenin tam anlamıyla
büyüleyici varlığıdır. James Cameron harap durumdaki Titaniğe bir yolculuk
organize ettiği zaman o da benzer bir konuyu- dile getirmiştir. Kaşifler batığa
ulaştıklarında müstehcen ve kutsalın üst üste bindiği- yasaklanmış bir bölgeye
ulaşmanın- neredeyse metafiziksel deneyimini yaşamışlardır.
“ evet Roger işte bu.
indir onu
“şimdi birinci sınıf salonunun kapısına doğru ilerleyin.
“ I want you guys working with...
Etkili olan her türlü politik, ideolojik
sembol ya da semptom bu başdöndürücü haz boyutunda yer alır. Yani hazzın içinde
donmuş ve yüz buruşturan abartılı acının içinde. Burada, okyanusun tam
ortasında, donmuş cesetlerle çevrili olan bu botun içinde ne işim var?
“ Jack?
Günümüz Hollywood’unun yüce ideolojik alanı
olan
“ Jack?
James Cameron’un Titanic’inin bir
sahnesindeyim. Neden?
Çünkü filmin hikayesinde yaklaşmakta olan
gerilim yüzünden.
“– bu dansı bilmiyorum. – ben de bilmiyorum.
“sadece kendini bırak. gerisini düşünme.
Sonuçta üç aşama kaydediyoruz. Birincisi,
James Cameron’un alt sınıfa sahte bir sempati saçmalığını yüklediği, ironik
biçimde Hollywood Marxism’ine gönderme yapılan kat. Üst katta, egoist ve
yüreksiz birinci sınıf yolcular.
“ Bundan
hoşlanmıyorum Rose.
Bu konum, Kate Winslet’ın nişanlısı
rolündeki-
“Billy Zane’e atfedilmiştir. O bunu
biliyor. Bütün bir anlatı daha çok gerici bir mit’e teslim olur.
“ şu adamların
yüzünü gördün mü?
İlerleyen aşk hikayesinde gemiye çarpan buz
kütlesinin nasıl bir role sahip olduğunu sormalıyız?
“ gemi rıhtıma
yanaştığında seninle geleceğim. “ bu
çılgınlık. biliyorum.
Benimse buradaki yorumum son derece sinik.
Bu tam anlamıyla gerçek bir felaket olmalı. New York’da iki ya da üç haftalık
Şiddetli bir seksten sonra belki bu ateşli aşkın kaybolacağını düşünebiliriz.
“ para ödeyen bir müşteri
olarak-
“istediğimi almalıyım.
Kate Winslet, psikolojik olarak sıkıntıdan
dağılmış, egosu darmadağın olmuş, üst sınıfa ait bir genç kızdır. Ve Leonardo
di Caprio’nun fonksiyonu da;-
“ Oraya, yatağın yanındaki koltuğa kızın darmadağın olmuş
egosunun, benlik saygısının düzelmesine yardımcı olmaktır.
“ Güzel. Şimdi
uzanabilirsin.
O doğrudan kızın görüntüsünü çizer.
“ olduğunda söyle
“ kollarını bu şekilde arkaya at.
Favori olan eski emperyalist mitlerden birinin- yeni bir
versiyonu. Üst sınıf insanlar yaşama sevinçlerini kaybettiklerinde alt
sınıflarla iletişime geçme ihtiyacı duymaları düşüncesi. Aslında insafsız bir
şekilde yaşam enerjilerini- bir vampir gibi emerek sömürmek. Yenilendiğinde,
münzevi üst sınıf yaşamına yeniden katılabilir.
“ kalbim durmadan çarpıyordu.
“ hayatımın en erotik anıydı en azından
“ o zamana kadar..
Hemen seksten sonra değil, çiftimiz açık
gökyüzünün altında birlikte yaşamaya karar verdikten sonra, gemi buzdağına
çarpar.
“ evet.
Şuna bak. Bilirsiniz, tarihte eğer bir
olay- kıyamet gibi ortaya çıkıyorsa kişileri ya da düşünceleri- korumak adına
birer mit mertebesine yükseltilir. 1968’de Çekoslavakya’da Prag Baharı diye
bilinen olayın- Bastırılması için Sovyet ordusu ve destek olarak- Varşova
askeri gücü tarafından nasıl müdahale edildiğini hatırlayın. Çek demokratik
komünistlerinin girişim nedeni- daha insani bir Sosyalizm istemeleriydi.. Biz
daha çok bu vahşi Sovyet müdahalesinin- kısa süren Prag Baharını yıktığını
düşündük. Belki de onu rüya yapan şey buydu. Çekoslavakya da liberal kapitalist
bir pozisyona- evrilebilirdi ya da genellikle reformist komünistlerin talihini
belirleyecek tarzda,- yönetimdeki komünistler tarafından- kesin bir sınır
çizilmeye mecbur bırakılabilirdi. Tamam, eğlenmenize bakın, bu kadar özgürlük
yeter, şimdi yeniden sınırları tanımlayalım. Şimdi buradaki paradoks Sovyet
müdahalesinin- başka bir komünizm ihtimalini muhafaza etmesidir.
Burada yine, geçici felaket yoluyla,
sonsuzluk adına korunan bu ideale sonradan zorla dahil edilen, bir aşk
hikayemiz vardır. Bu sonsuz aşkta illüzyonun korunması adına yapılan umutsuz
manevrayı kesinlikle kıyamet olarak okuyabiliriz. İdeolojinin burada nasıl da
etkili şekilde işlediğini görebiliriz. İki tane yüzeysel düzeyimiz var. Tüm bu
rastlantıların -ve sonrasında da aşk hikayesinin- büyüleyiciliği- fakat bizim
ilerici zihinlerimiz tarafından son derece kabul edilebilir olan bu durumlar
sadece bir tuzaktır. Her zaman olduğu gibi dikkat eşiğimizin- altında olan şey,
fakir insanların yaşam enerjisini- insafsızca kendilerine mal etmeye çalışan
zenginlerin gerçek muhafazakar mesajını almaya her zaman hazır olmamızdır.
“ burada kimse yok efendim.
Her şeyi anlatan mükemmel bir detay var.
“ geri gel o zaman.
Kate Winslet, Leonardo di Caprio’nun
öldüğünü anladığı zaman haykırır:
"Seni hiç bırakmayacağım Seni hiç bırakmayacağım, yemin
ederim."
“Dediği sırada - seni
hiç bırakmayacağım “söz veriyorum. Onu suyun içine bırakır. O şimdi ironik bir
biçimde ortadan yok olan bir arabulucudur. Çiftin sahne aldığı Bu mantığın-
Hollywood’da çok uzun bir geçmişi vardır. Hikaye ister dünyanın sonu, ister
insanlığı tehdit eden bir göktaşı ya da muazzam bir savaş olsun.
Bir kural gibi çiftimizi tehdit ederek
bağlanmalarını sağlayan büyük bir bela ortaya çıkar ve bu çetin sınav sonucunda
çiftimiz bir şekilde mutlu sona ulaşır. Bu mantık sadece Hollywood
filmleri için geçerli değildir. kırkların sonuna doğru Sovyetler Birliği’nde tüm
zamanların tartışmaları içinde barındıran dönemin en pahallı filmi- ‘The Fall
of Berlin’: (Berlin’in Düşüşü) çekildi: İkinci dünya savaşının Sovyet
bakış açısından tarihe düşülmesiydi. Son derece inanılmaz olan, filmin aşk
ilişkisini- yeniden üreten mantığı yakından takip etmesiydi.
Hikaye, Almanların- Sovyetler Birliğine
saldırmasının hemen öncesinde,- kasabalı bir kıza aşık olan ve bunu itiraf
edemeyecek kadar çekingen bir işçi modelinin, Moskova’ya, Stalin tarafından
madalya verilmek üzere davet edilmesiyle başlar. Stalin onun gerilimi, kafa
karşıklığını anlar ve gayet şiirsel bir tavsiye- verir. Bu bölüm ne yazık ki
kayıptır Çünkü arka planda Stalin’in ölümünden- sonra bir hiç haline gelen ve
vatan haini olarak öldürülen Sovyet politikacı Beria yer almaktadır. Fakat
senaryodan neyin ne olduğunu anlıyoruz. Eğer Stalin bir aşk tavsiyesinde
bulunursa, bu başarılı olmak zorunda- ve çift kavuşmalıdır. Büyük olasılıkla
kıza sevişmek istediğini söylemiştir Tam da bu sırada şiddetli bir patlama buna
engel olur: Alman uçakları her yeri bombalamaya başlar. Genç kız esir olarak
alınır. Kuşkusuz genç adam da Kızıl Ordu’ya katılır ve onu tüm çarpışmalar
boyunca takip ederiz. Filmde bu savaşların, neden yapıldığına ilişkin derin
mantık,- çifte yeniden hayat vermek üzerine kuruludur. Genç adam kızı geri
almalıdır. Filmin en sonunda tuhaf bir şekilde,
Stalin’in ilahi çöpçatan olarak onaylanan rolüyle çiftin birleşmesiyle
gerçekleşen de bu olmuştur. Gerçekten
yaşanan bir sahne, Stalin, sıradan insanların oluşturduğu kalabalığa girerek
kendini gösterir. Stalin uçağa binmekten paranoya derecesinde korkan biriydi.
Fakat bu sahneyi gördüğünde en sonunda ağlar. Tahmin ettiğiniz gibi bu
bölümleri o yazar. Genç çift birbirleriyle karşılaştıklarında, kız önce
Stalin’i görür, sonra arkasını döner ve tüm savaş boyunca beklediği sevgilisini
görerek şaşırır. Çiftin yeniden bir araya gelmesi böylelikle Stalin’in
varlığıyla gerçekleşmiştir.
İşte bu da ideolojinin
nasıl işlediğini açıklar. Sadece filmin sonunda Stalin’in söyledikleri bağlamında
açık bir İdeoloji değil: Şimdi özgür insanlar barışın tadını çıkarıyorlar Falan
filan.. Fakat
tam olarak en temel ideoloji. Sözümona kendi içinde önemsiz olan, ikincil
durumdaki motif, genç çiftin aşkı, filmi bir arada tutan, dikkatimizi çeken ve sürmesini
sağlayan, bu küçük fazlalık, kilit noktada yer almaktadır. İşte ideoloji bu
şekilde işler.
“ Güzel.
“ Her şey temiz.
“ Cilalı.
“ Bu yaptığın iş
muhteşem.
“ Harika, Charlene.
Genellikle askeri disiplini emirleri- mantıksızca
yerine getirmek olarak algılarız. Emirlere boyun eğmek olarak. Görevinizin ne
olduğunu düşünmezsiniz. Ama bu kadar basit değildir. eğer bunu yaparsak bir
makine haline geliriz. Daha fazla bir şeyler olmalı. Bu daha fazla olan şeyin
iki temel biçimi vardır. Birincisi, daha iyi huylu olanı ironik mesafedir.
Çok iyi bilinen TV dizisi MASH’da- güzel
bir biçimde örneklenmiştir:
“ Hawkeye?
Hikayede, askeri doktorların da seks
oyunlarına karıştığı ve durmadan bir şeylerle dalga geçtiklerini görürüz.
Bazıları Robert Altman’ın MASH filmini- Antimilitarist bir hiciv olarak kabul
eder- ama değildir. Bu askerlerin sürekli şakalar yapmalarına- Ciddi konularla
dalga geçmelerine rağmen, mükemmel askerler olarak görevlerini yerine getirdiklerini-
her zaman aklımızın bir köşesinde tutmalıyız. Onlar da görevlerini yaptılar.
“ Bu senin için tatlım.
Daha da kaygı verici olan saf militarist
disipline – bir parça müstehcen meşumluk katmak. Amerikan silahlı kuvvetleriyle
ilgili tüm filmlerde, bu müstehcenliğin bilinen en iyi biçimde cisimleşmesi-
marşlardır.
“Saçma sapan bir karışım: Bilmiyorum ama, öyle duydum.
“ Eskimoların kukusu buz
gibidir.
Ve müstehcenlik. Bu askeri disiplinle dalga geçmek, onun altını
kazımak değil. Bu onun en temel bileşeni. İşte bu müstehcen fazlalığı attığınız
zaman, askeri makine çalışmayı bırakır.
“ Oooo, olamaz. Bakın
burada ne var?
“ Siktiğimin komedyeni?
Private Joker.
“ İçtenliğinize hayranım.
“ Kahretsin.Hoşlandım
senden Bir gün
“bize gel ve kızkardeşimi becer.
“ Seni pislik torbası!
“ Adını öğrendim. Kıç deliğin bende artık!
“ Gülmek yok. Ağlamak yok.
“ hepsini tek tek
öğreneceksin. sana öğreteceğim.
“ Şimdi kal ayağa!
ayaklarının üzerinde dur!
“ kendi kendini sikmenin ne olduğunu göreceksin ya da
“kafanın ve bokunun vidalarını ben gevşeteceğim.
kendine gel yoksa gözlüklerine sıçarım, dünyayı bombok görürsün.
“ Efendim, evet, efendim!
Private Joker
“söyle bakalım, neden benim kutsal birliğime katılmadın?
Sanırım Stanley Kubrick’in ‘Full Metal Jacket’
filminde İbretlik olarak gösterilen bu eğitim çavuşu, aslında son derece trajik
bir figürdür de. Bu çavuşu daima işini bitirdikten sonra evine giden, son
derece nazik biri olarak hayal etmeyi severim.
“ Bu tüfeğim,
Bu da tabancam.
Bütün bu müstehcen yaygara sıradan
askerleri baskı altına almayan ve onlara sadece biraz zevk almaları için
önlerine yem atan- bir show’dur.. Bu sadece askeri makineyi ayakta tutan
müstehcenliği sorgulamak değil; daha genel bir kural olarak askeri toplulukları
hatta söylemek gerekirse tüm insan topluluklarını avucunun içinde tutan bir
diğer genel kuraldır. Büyük uluslardan, etnik topluluklardan,- küçük üniversite
bölümlerine ve daha pek çoğuna kadar bu böyledir. Elinizde
yalnızca herkesçe bilinen açık kurallar yok. Bir topluluğun parçası olabilmek
için her zaman, bazı kapalı yazılmamış kurallara ihtiyacınız vardır; bunlar
hiçbir zaman alenen tanınmamıştır- fakat bir grupla özdeşleşme noktasında Son
derece hayati kurallardır.
İngiltere’de devlet okullarında hayatı
düzenleyen bu müstehcen yazılmamış ritüelleri herkes bilir “Bu kadar yeter,
teşekkür ederim Finchley.
“ Teneffüsten sonra tüm
okul sorumluları odama gelsin.
“ Peki efendim. Sahi,
Hindistan nasıldı?
Eğlendin mi?
“ Mükemmeldi.
Bridges!
Lindsay Anderson’un klasikleşmiş If’ini
düşünün..'. Kamusal hayat demokratiktir, öğrencileriyle iletişimde olan bir
öğretmenimiz vardır, iyi bir atmosfer, arkadaşça bir eğitim, birlik ve
beraberlik ruhu, fakat daha sonra görünenin altında neler olduğunu anlarız.
Yaşları daha büyük olan öğrenciler, genç olanları cinsel anlamda taciz ederler.
Bu sadistik bir şiddet ile müstehcenlik karışımı bir şeydir. Yine burada
önemli olan nokta- bütün suçu veya bu zevki kolayca yaşça büyük olan
öğrencilere atamayız. Kurban durumundakiler bile- bu şeytani müstehcenlik
döngüsünün bir parçası durumundadır. Bu durum; “eğer bir topluluğun gerçek bir
üyesi olmak isterseniz, ellerinizi kirletmeniz gerekir” tarzında bir şeydir. Amerikan
askerlerinin Iraklı mahkumlara özellikle utandırıcı tarzda işkence yaptıkları
Abu Gharib skandalının bile bu şekilde Okunabileceğini düşünüyorum. Bu basitçe;
“biz burnu havada Amerikalılar, diğer insanları aşağılıyoruz” demek
değildir. Burada Iraklı askerlerin yaşadığı şey, Amerikan militarist kültürünün
müstehcen alt yüzeyini sahnelemek olmuştur.
REEL BAD ARABS: HOW HOLLYWOOD VİLİFİES A PEOPLE
“Araplar Kötü”dürün Gerçeği:
Hollywood Bir Milleti Nasıl Kötüler (2006)
“Araplar Kötü”dürün Gerçeği:
Hollywood Bir Milleti Nasıl Kötüler (2006)
'Full Metal Jacket’da, ‘Joker’i oynayan
Matthew Modine bizim normal asker diye adlandırabileceğimiz tiplemeye daha
yakındır. 'M.A.S.H.'tipi bir asker . İronik bir mesafesi vardır. Sonunda askeri
anlamda en verimli asker olduğunu kanıtlar. Bana dönecek olursak. O zaman neden
kendimi vurmak istiyorum?
Burada yanlış giden bir şeyler var. Ama ne?
“Kolu çek ve
mermiyi sür! Sadece bir cinnet geçirmedim.
“ Hazır ol! “ Bu benim
tüfeğim.
“ burada bunlardan daha
çok var, ama bu benimki.
Fakat ben burada direkt olarak bu müstehcen
ritüellerle özdeşleştiriliyorum. Mesafeyi kaybettim.. Bunları ciddiye alıyorum.
“ Tanrı aşkına kafamın içinde ne yapıyorsunuz
hayvanlar?
Eğer buna çok yaklaşıp ona gereğinden fazla anlam atfederseniz
eğer gerçekten bir anda bu süper egonun sesini altederseniz, bu bir öz yıkım
olur. Etrafınızdaki insanları- öldürürken, bir bakarsınız kendinizi öldürmek
üzeresinizdir.
“ şişşt, şişşşt..
“ Batman’ın, Gotham’ı
daha iyi bir yer yaptığını düşünüyor musun?
Hm?
“ Bana bak “ bana bak! “ Batman’ın, Gotham’ı nasıl
delice bir yere çevirdiğini gördün mü?
“ Gotham’da düzen mi istiyorsun?
“o zaman Batman onun
maskesini çıkarmalı ve kıskıvrak yakalamalı.
“ Ve bunu yapmadığı her
gün insanlar ölecektir.
“ Bu akşamdan itibaren.
“ Ben sözümün eriyim. Peki
Joker kim?
“ Eğer oyun
oynayacaksak.. Karşı çıktığın yalan hangisi?
“ ...bir fincan kahveye
ihtiyacım olacak.
“ iyi polis, kötü polis ,
oyununa devam mı?
“ Tam olarak değil.
The Dark Knight’da rahatsız edici olan şey,
yalanı genel bir prensip düzeyine çıkarması, sosyal ve politik hayatımıza dair
başlıca düzenlemelerin içine kadar sokmasıdır. Sanki toplumlarımız ancak bir
yalan üstüne kurulu olunca, istikrarlı bir biçimde sürdürülebiliyormuş gibi.
Sanki doğruyu söylemek -bu doğru Joker’de somutlaşır-
Doğru dikkat dağıtıcı bir
şeydir. Yani, toplumsal düzenin parçalanması.
“ asla kafadan başlama.
“ Yoksa kurbanın
kendinden geçer.
“ sonrakini hissedemez...
Finale doğru elden ele dolaşan Sıcak bir
patates gibi işlev görmeye başlar. İlk önce Harvey Dent’dedir.
“ Peki öyle olsun, Batman’ı içeri atın..
Yalan söyleyen kamu savcısıdır.
“ Ben Batman’ım.
Kendisinin,- Batman maskesinin ardındaki
gerçek Batman olduğunu söyler. Daha sonra, kendi ölümünü taklit eden Batman’ın
yakın arkadaşı dürüst polis Gordon’la tanışırız.
“ Beş ölü. İkisi polis.
“ Bundan kolayca
kurtulamazsın. Sonunda Batman bütün suçu yüklenir,
“ Fakat Joker kazanamaz.
Harvey Dent tarafından işlenen tüm suçları
ve cinayetleri.
“ Gotham
gerçek kahramanını istiyor.
Halkın savcısı, halkın hukuk sistemine güvenini sağlamak
amacıyla bir suçluya dönüşmüştür. Buradaki düşünce şudur: Eğer sıradan halk
hukuk sistemimizin özünün nasıl yozlaşmış olduğunu öğrenirse,- her şey yıkıma
uğrar ve düzeni sürdürmek için bir yalana ihtiyaç duyarız.
“O bir
kahraman “ Hak ettiğiniz bir kahraman değil, İhtiyacınız olan bir kahraman.
“ Parıldayan bir şövalyeden farksız.
Burada yeni bir şey yok. Bu çok uzun zaman önce özellikle Platon
ve daha sonra Immanuel Kant, Edmond Burke gibi filozoflar tarafından ileri
sürülen eski kafalı, konservatif bir bilgeliktir. Bu düşünce hakikatin son
derece güçlü olduğunu anlatır. Aynı zamanda gerçeğin ne olduğunu bilmesine
rağmen, halktan insanlara yalan söyleyen, başka bir deyişle Platon’un “noble
fable”(soylu masal) dediği şeyi anlatan poltikacının sinik olması gerektiğini
söyler.
“ ABD, Irak’ta kitle imha silahları-
“olduğunu biliyor
“ İngiltere, orada kitle imha silahları
“ olduğunu biliyor.
“ Dünya üzerinde aktif
istihbarat programları kullanan-
“bütün ülkeler Irak’ın da
bu kitle imha silahlarını-
“kullandığını biliyor.
“ Kendi Şii popülasyonuna
karşı 45 dakika içinde
“bunu etkinleştirebiliyor. “Seçim onun ve eğer bunlardan kendi
kendine
“kurtulmak istemezse, ABD bir koalisyon yürüterek-
“barış adına onu silahsızlandıracaktır.
Şimdi dürüst olalım. Muhalif basınıyla,
demokratik seçimlerle falan boyun eğen,- sonuna kadar meşru, yalnızca bize
hizmet eden halkın iktidarına dayalı bir devlet düşünelim. Fakat yine de, son
derece demokratik devletlerde, iktidarın nasıl işlediğine dikkatlice bakarsanız
gerçek otoriteyi ve iktidarın otoriteye ihtiyacı- olduğunu görebilirsiniz, o
sanki her zaman orada, tüm zamanların en çok söylenen mesajının satırları
arasında yer almaktadır: "evet, evet. Biz legal seçimlerle demokratikleştik."
"Fakat aslında sizinle ne istersek Onu yaparız." “ Çünkü olması gereken de bu.
“
Çünkü bazen, hakikat yeteri kadar iyi değil.
“ Bazen insanlar daha fazlasını hak ediyor. “ Bazen insanların inançlarının
“ödüllendirilmesi gerekiyor.
Bir şiddet eylemiyle karşı karşıya
kaldığımızda- Theodore Dostoyevski’nin “Karamazof Kardeş”lerde ki meşhur ifadesiyle bugünlerde çok popüler olan günümüzün en basmakalıp
laflarından birine gönderme yapmak yerinde olur: "Eğer tanrı yoksa her şey mübahtır." Bu ifadedeki en önemli
sorun, tabii ki Dostoyevski’nin de en önemli sorunu, bunu yapmış
olmasıdır. Dostoyevski’nin öne sürdüğü iddia edilen bu ifadeyi ilk kullanan 43
yılında Jean Paul Sartre olmuştur. Fakat en önemli nokta bu ifadenin yanlış
olmasıdır. Bugün bile içinde bulunduğumuz berbat durum tamamen bunu anlatır. Bu
ifade kesinlikle şudur: Eğer Tanrı varsa, her şey
mübahtır;-
sadece tanrıya inananlar için değil aynı zamanda Tanrıya
inanmayanlar ama kendilerini ilahi iradenin doğrudan bir aracı olarak görenler
için de. Eğer kendinizi ilahi iradenin doğrudan bir aracı olarak görür ve
meşrulaştırırsanız, sonrasında elbette bütün dar ufuklar ufak tefek ahlaki
değerlendirmeler ortadan kaybolacaktır. Hala bu daraltılmış terimlerle doğrudan
tanrının aracısı olduğunuzu nasıl söylersiniz?
Bu
aynı zamanda aşırı dinci dediğimiz insanlara ait bir düşüncedir de, ama sadece
onlara ait değildir. Totalitarizm diye adlandırdığımız konseptin her biçimi
kendisini ateist diye göstersin ya da ateist olarak gösterilsin, bu şekilde
işler.
Stalinizm, resmi olarak Ateist Marksist
teori üzerine temellenir, fakat Stalinist bir politik öznenin, bir liderin,
kişisel deneyimlerine, daha yakından baktığımızda,- bu konumun, her istediğini
yapan kibirli bir efendiye ait olmadığını görürüz. Aksine bu pozisyon mükemmel
bir köleye aittir. Stalinist evrende kesinlikle psikanalitik kuramda “Büyük
Öteki” diye adlandırdığımız bir şey vardır. Stalinist evrendeki bu “Büyük
Öteki”nin
bir çok ismi vardır. Bunlardan en bilineni Komünizm doğrultusunda- tarihsel
ilerleme zorunluluğudur. Yani basitçe, tarih. Tarihin kendisi Büyük Öteki’dir. Tarihsel
aşamaların zorunlu bir başarısı olarak tarih. Bir komünist kendisini,
işlevini, tarihsel bir zorunluluğu gerçekleştirmek olan bir araç gibi görür.
Araçları totaliter liderler, efsanevi kişiler olan insanlar hiçbir zaman
basitçe varolmuş bireyler, insan grupları falan değildirler. Bu bir tür,
idealize edilmiş, hayali bir referans noktasıdır.
Örneğin; 56 yılında Macaristan’da, direnen
büyük çoğunluğun- rejime karşı ayaklanıp, Komünist düzene karşı
gerçekleştirdiği ayaklanmalarda bile bunun bahsedildiği gibi işlediğini
görürüz. Hala, “Hayır, onlar sadece birey, gerçek insanlar değil”
"diyebiliyorlar.
“Aman Tanrım, bütün bu berbat şeyleri
"nasıl yapabildin?” diye suçlandığın zaman, bilinen Stalinist bir gerekçe
olarak şunu söyleyebilirsiniz: "elbette yüreğim bu zavallı kurbanlar için kanıyor”
"fakat bütün bunların tek sorumlusu ben değilim" "ben sadece
Büyük Öteki adına hareket ediyordum'". "Mesela ben, kedileri,
çocukları" " çok severim", falan, işte bu Stalinist bir lider
ikonografisidir. Stalinizm’de
Lenin, daima küçük çocukları, kedileri seven bir lider olarak temsil edilir. Lenin
birçok insanın öldürülmesi için emir vererek bu işe karışmıştır, ama gönlü bu
işlerden yana olmamıştır, bu durum, tarihsel ilerlemenin bir Aracı, enstrümanı
olarak onun göreviydi. Stalinizm’i sarsmanın yolu belli bir noktaya kadar
toleranslı olabilen liderle, basitçe dalga geçmek değildir. Bu, Stalinist bir
lideri meşrulaştıran, efsanevi ve en önemli referansı sarsmak demektir:
İnsanları, halkı...
Bunu, Milos Forman’ın şimdiye kadarki en
iyi işlerinden olan erken dönem Çek filmlerinde de görebiliyorum. 'Black
Peter', the 'Loves of a Blond' ve'Firemen's Ball' sıradan insanlarla alay
ettiği filmler. Yani günlük konformizmleriyle, aptallıklarıyla, bencilce
arzularıyla daha niceleriyle alay ettiği.
Bu belki
de son derece haddini bilmezlik olarak görünebilir fakat hayır, bence Stalinist
evrenin iç yapısını sarsmanın yolu budur. Liderlerin, lider olmadığını
Göstermek için değil, Çünkü liderler daima şunu söylemeye hazırdırlar: “Ah,
fakat bizler sadece " "sizin gibi sıradan insanlarız" Hayır!
mutlak bir meşrulaştırmaya hizmet eden efsanevi bir kişi yoktur.
Gösterişli ideolojik yapının en temel unsuru
mu?
Bunun son derece çelişkili iki boyutu var. Bir
yanda, tabii ki, alınyazısı, ilahi hakikat gibi gizli buyruklarla bizim
kaderimizi tayin eden Büyük Öteki. Fakat bu belki de Büyük Öteki’yle ilgili
ilginç olan en minimal unsur, özneler olarak yaptığımız şeylerin anlamlarını-
güvence altına almasıdır. Daha ilginç olanı ‘Büyük Ötekinin' tezahürler düzeni
olarak ortaya çıkmasıdır. Yasaklanan bir çok şey basitçe bir yasaklama değildir
fakat Büyük Öteki uğruna da gerçekleşmemelidir. Büyük Ötekinin tezahürünün
temsili olarak ortaya çıktığı- önemli bir örnek David Lean’ın başyapıtı Brief Encounter (Kısa Karşılaşmalar)da gevezelik edem bir
işgüzardır. Filmin başında iki aşık, Celia Johnson ve Trevor Howard, küçük bir
istasyonun cafesinde- son kez buluşmak üzere sözleşirler.
“ Laura, bu ne güzel
sürpriz.
“ Ah, Dolly.
“ canım, buraya gelinceye
kadar alışveriş yaptım.
“ ayaklarımda derman
kalmadı ve boğazım kurudu.
“ Spindles’ta bir çay
içeriz diye düşünmüştüm.-
“fakat treni kaçırmaktan da endişeleniyorum.
“ Tatlım. Bu Dr. Harvey.
“ Nasılsınız?
Rica etsem benim için
“bir fincan çay alabilir misiniz?
yaşlı kemiklerimi “büfeye
kadar sürükleyebileceğimi hiç zannetmiyorum. Şimdi bu durum neden bu kadar
ilginçtir?
Bir kere bu sıkıcı
kadının yalnızca acımasız bir davetsiz misafir olduğunu görebiliyoruz.
“ İşte trenin. Evet,
biliyorum.
“ Bizimle gelmiyor musunuz?
“ Hayır, ben tam ters
yöne gidiyorum.
“ İşyerim Churly’de. Ah,
anladım “ şu sıralar genel hastalıklara bakan bir pratisyen olarak çalışıyorum.
“ Dr. Harvey haftaya Afrika’ya gidiyor “ Ah,
ne kadar heyecanlı.
Çift ayrılmadan önceki son dakikalarını baş
başa geçirmek yerine,- aralarında hiçbir şey yokmuş, sadece birbirini tanıyan
iki insan görüntüsü, vermek zorunda kalmışlardır.
“ Gitmek zorunda,, yoksa kaçıracak.
“ Platformun diğer
tarafına geçmesi lazım.
İşte bu tam anlamıyla Büyük Ötekinin
işlevidir. Kendi istikrarımız için Büyük Öteki figürünü Sürekli hale
getirdiğimiz Bir görünüme ihtiyacımız var.
“ İstasyona tam yarım
dakika önce-
“vardım. Adeta uçtum tatlım. Fakat bazı şeyler bu kadar kolay
mı?
Diğer sahne sevgilisini bir daha göremeyeceği
için son derece umutsuz olan Celia Johnson’u izlediğimiz sahnedir.
“ Harika bir insandır.
“ Onu uzun zamandır
tanıyor musun?
Hayır, çok değil “ Onu
hemen hemen hiç tanımıyorum gerçekten.
“ Evet tatlım, doktorlar
hep merakımı celbetmiştir. Sonra Celia Johnson’un iç sesini duyarız.
“ Keşke sana
güvenebilseydim.
“ Yıllardır boş yere
üstünkörü dedikoducu bir insan değil de
“akıllı nazik
“bir arkadaşım olmanı dilerdim.
Peki Celia Johnson’ın içinde bulunduğu
çıkmaz nedir?
Celia, filmde Büyük Ötekinin iki figürüne
bölünmüştür. Bir yanda kocası vardır, İyi bir dinleyicidir, fakat ona bunu
itiraf etmesi konu bile edilemez.
“ Fred.
“ Fred.
“ Sevgili Fred.
“ Sana söylemek istediğim
çok şey var.
“ Sen bu dünyada beni
anlayabilecek en nazik-
“ve akıllı insansın “ Beyaz atlar beni evimden İngiltere’den,
“alıştığım bütün şeylerden sürükleyip götüremeyecek.
“ Zaten herkesin bir kökü
vardır, değil mi?
“ Evet evet, herkesin
kökleri vardır.
Diğer yandan, yanınızda itirafta
bulunabileceğiniz budala bir insan var ama ortalıkta en ufak bir güven kırıntısı
bile yok.
“ konuşmasan iyi olacak.
“ Yalvarmayı ve bir
şeyleri kurcalamayı bıraksan iyi olacak.
“ Ölmüş olmanı dilerdim.
hayır hayır, demek istediğim tam da bu değildi.
“ Tabii hoş değil ve
aptalca
“fakat konuşmayı kesmeni dilerdim. Tatlım, tüm saçları dökülmüş
“ ve sosyal hayatının berbat olduğunu söyledi.
“Taşrayı bilirsin,, herkes son derece sonradan görme.
“ Ah, Dolly. Ne oldu
canım?
“Yine kendini iyi
hissetmiyor musun?
İşte
bizim çıkmazımızın trajikliği budur. Tümden birey olarak varolabilmemiz için
Büyük Ötekinin kurgusuna ihtiyaç duyarız. Orada, bir yerlerde çıkmazlarımızı
kaydeden- bir temsilci olmalı. Bize ait gerçeğin kabul edildiği ve kayıt altına
alındığı bir temsilci.
Peki ya böyle bir temsilci olmasaydı?
90’ların başında Yugoslavya’daki savaş
sonrası- Bosna’da, tecavüze uğrayan kadınların geldiği son noktada olduğu gibi.
Onlar içinde bulundukları çıkmazı sürdürürken, onları hayatta tutan tek şey
yaşamaları gerektiğiydi. Bu hayatta kalma çabasını verirken, son derece kötü bir
şey keşfettiler; onları gerçekten dinleyen biri yoktu. Hatta kimi cahil ve
ilgisiz sosyal güvenlik uzmanları veya benzeri tipler bir takım müstehcen
imalarla azıcık da olsa tecavüzden zevk alıp almadıklarını sormuşlardı.
Jacques Lacan’ın Büyük Öteki hakkında
ifadelendirdiği şeyi keşfettiler: Büyük Öteki yoktur. belki hiçbir zaman bir
şeyi itiraf edemediğin sanal bir Büyük Öteki olabilir. Belki Gerçek Öteki
vardır Ama sanal değildir. Yalnızız..
Sanırım Kafka şunu söylerken haklıydı;-
Modern, laik, dinden arınmış biri için,- bürokrasiyle, özellikle devlet
bürokrasisiyle arasındaki ilişki, ilahi olanla ilişkisinden geriye kalan tek
şeydir. İşte Brazil filmindeki bu sahnede- bürokrasi ile haz arasındaki
yakın ilişkiyi görebiliyoruz. Bu önüne geçilmez, Her yerde var olan
bürokrasinin beslediği şey- ilahi hazdır.
“ adım Lowry, Mr. Warren, Sam Lowry.
Bu bürokratik sözleşmenin yoğun telaşı
hiçbir şeye hizmet etmez.
“ Bu birimde olduğuma memnun oldum.
Bu kendini sonsuza kadar yenilemeye hazır
olan etkileyici hazzı meydana getiren son derece- büyük bir amaçsızlığın
performansıdır.
“ Seninle benim aramda
Lowry, hayır, hayır.. bu bölüm! “...kayıt bölümünde olsan yanmıştın! “...o
bölüm yenilenecek..
“ Ah! “ İşte geldik..
“ İşte bu sana özel
kapının, sana özel numarası.
“ Ve bu kapının ardında,
sana özel bir ofis var.
“ Tebrikler, DZ-015.
“Takıma hoşgeldin “ Evet. Hayır. İptal et. Kopyaları finansa gönder.
Bunun tam tersi, harika bir durum Filmin
başında yer alır.
“ Harry Tuttle, tesisat mühendisi,
emrinizdeyim.
Kendi dairesinde bir tesisat sorunu yaşayan
kahramanımız sorunun giderilmesi için devlet dairesinden yardım ister.
“Merkezi
hizmetlerden misiniz?
Normalde tabii ki iki kişi gelir, sadece bazı
formların doldurulmasını isterler ve hiçbir şey yapmazlar.
“ Merkezi Hizmetleri aramıştım.
İşte bundan sonra tam anlamıyla huzur
bozucu bir figür çıkar gelir; Robert de Niro tarafından oynanan, korsan
görünümlü tesisatçı,
“ Bir dakika. Bu silahın ne işi var?
“ Sadece önlem efendim.
Sadece önlem Tesisatçı ona “bana sadece
problemin ne olduğunu söyle” der ve sorunu çabucak halledeceğine söz verir.
Bu tabii ki bürokrasiye yapılan en büyük saldırıdır.
“ bana bunun yasal olmadığını mı söylüyorsun?
“ teşekkürler.
“ Dinle evlat, bu işte
hepimiz beraberiz.
“ Hadi gel
Sıradan
tanrısal evrende sadece göreviniz Tanrı, toplum ya da diğer yüksek otoriteler
tarafından size empoze edilir, sizin yükümlülüğünüz onu yerine getirmektir.
Fakat radikal ateist bir evrende, sadece görevinizi yapmakla değil görevinizin- ne olduğuna karar vermekle de yükümlüsünüzdür.
Fakat radikal ateist bir evrende, sadece görevinizi yapmakla değil görevinizin- ne olduğuna karar vermekle de yükümlüsünüzdür.
Öznelliğimiz, kendi kendimizi deneyimleme
biçimimiz her zaman minimum derecede- bir histeri barındırır.
Histeri nedir?
Sosyal ve sembolik kimliğimizi- sorgulama
yöntemimiz.
“ Bunun Tanrı
olduğundan Şeytan olmadığından emin misin?
“ Emin değilim. Hiçbir
şeyden emin değilim.
“ Eğer bu şeytansa şeytan
uzaklaştırılabilir.
“ Peki ya Tanrıysa?
“ Tanrıyı
uzaklaştıramazsın değil mi?
Peki temelde histeri
nedir?
Bu,
kimliği belirleyen otoriteyi işaret eden- bir sorudur. Bu: "Neden senin ben
olduğumu söyleyen" şeydir. Psikanalitik kuramda histeri, sapkınlıktan
ziyade yıkıcı bir durumdur. Sapkın biri; histerik durumda uç noktada üretken
bir durumun kuşkusu olduğunda kafasında hiç bir belirsizlik yaşamaz. Bütün yeni
buluşlar histerik sorgulamalardan çıkar ve Hıristiyanlığın biricik özelliği- bu
histerik sorgulamayı bir özne olarak- Tanrının kendisine havale etmesidir.
“ Bu kim?
Beni kim takip ediyor?
Sen misin?
Kazancakis’in romanı ve Scorsese’nin filmi olan- 'The Last Temptation of
Christ'filminde Genç İsa’ya söylenen ve onun çok kolay kabullenmediği, sadece
Tanrının oğlu değil, aslında tam olarak tanrının kendisi olduğunu anlatan zeki
düşüncedir. Bu genç İsa için travmatik bir düşünce olup,
“Peki Tanrım öyleyse ben niye ölüyüm?
” Gerçekten ölü müyüm?
Diye
sorması gibidir. Peki Hıristiyanlığı istisnai yapan bu emsalsiz noktaya nasıl
geldik?
Tüm
bunlar, her şeyin Eyüp için bir anda kötüye gitmeye başladığı anlatılan Eyüp
Kitabıyla (Book of Job) başlar. Eyüp her şeyini kaybeder. Evini, ailesini, tüm
mal varlığını her şeyini. Üç arkadaşı onu ziyaret eder ve- her biri Eyüp’ün
talihsizliğini bulmaya çalışır. Eyüp’ün büyüklüğü onun bu derin anlamı kabul
etmemesidir. Kitabın sonuna gelindiğinde, Tanrı ortaya çıkar, ve Eyüp’e hak
verir. Tanrı her şeyi açıklar; dindar arkadaşlarının Eyüp için söylediklerinin
yalan olduğunu; Eyüp’ün söylediği her şeyin doğru olduğunu. Felakette bir meal
yoktur. İşte burada acıyı yasadışı kılmanın ilk aşamasına doğru bir adım
atıyoruz.
“ Tanrım benimle kal, Beni bırakma.
Yahudilikle,
Hıristiyanlık arasındaki karşıtlık, anksiyete ve aşk arasındaki karşıtlıktır.
Yahudi Tanrı diğerinin arzusunun boşluğunun Tanrısıdır. Kötü şeyler olur,
sorumlu Tanrıdır, fakat biz, Büyük Öteki’nin, yani Tanrının, bizden ne
istediğini bilmiyoruz.
İlahi arzu nedir?
Bu travmatik
deneyimi belirlemek için Lacan, İtalyanca bir deyimi 'che voglio'? yu
kullanmıştır. "Ne istiyorsun?
" Bu korkunç sorunun anlamı: İyi de benden ne istiyorsun?
dur. Buradaki düşünce şudur: Tıpkı Tanrının
enigmatik ve korkunç ötekiyi devam ettirdiği gibi, Yahudiliğin bu anksiyete
(korku-gerilim-sıkıntı) de ısrarcı olmasıdır. Sonra da Hıristiyanlık bu
gerilimi aşk/sevgi yoluyla yeniden çözümler. Oğlunu kurban ederek, Tanrının
bizi sevdiğini- kanıtladığını anlarız. Bu bir tür hayali, duygusal hatta
radikal anksiyetenin- çözülme durumudur.
“ Baba, onları bağışla.
Eğer mesele bu olsaydı, Hıristiyanlık daha
çok- Yahudi kavrayışını parçalayan, İdeolojik, ters yüz edici ya da derin
olanın kontrol altına alınması- biçiminde olmalıydı. Fakat bana göre birileri,
Hıristiyan tutumu çok daha radikal biçimde okuyabilir.
Scorsese’nin filmindeki çarmıha gerilme
sahnesi bunu anlatır. Çarmıhın üzerinde ölmekte olan kesinlikle Büyük Öteki’nin
garantisidir. Burada Hıristiyanlığa ait mesaj radikal biçimde ateisttir.
İsa’nın ölümü, çektiği acının günahlarımızın- ödendiği anlamında ticari bir
ilişkinin- kefareti değildir.
Peki kime ödenecek?
Ve neden?
Vesaire, vesaire.. Bu durum, basitçe
hayatlarımızın anlamını garantiye alan Tanrının parçalanması değildir. Ve bu,
şu ünlü cümledeki anlamdır:
"Eli Eli lama sabachthani?
"Tanrım beni neden Terk ediyorsun?
“ Tanrım, beni neden terk
ediyorsun?
İsa’nın ölümünden hemen önce, psikanalizde “
“subjektif yoksulluk” dediğimiz bir kavrama ulaşırız.
Sembolik özdeşleşme alanının Tamamen dışına
çıkmak, sembolik otoritenin tüm alanını (yani Büyük Öteki’ye ait olan sahayı)
Fesh etmek veya ondan kuşku duymak. Kuşkusuz tanrının bizden ne istediğini
bilemeyiz çünkü Tanrı bulamıyoruz. İşte İsa’nın söylediği bir sürü şeyden biri
de şudur: "ben dünyaya barışı getirmedim." "Eğer
annenizden, babanızdan Nefret etmezseniz" "benim takipçim
değilsiniz."
demektir.
Tabii ki bu gerçek anlamda
ebeveynlerinizden nefret etmek ya da onları öldürmek anlamını taşımaz. Buradaki
aile bağlarının hiyerarşik, sosyal bağlar için geçerli olduğunu düşünüyorum.
İsa’nın mesajı: Ben ölüyorum ama benim ölümüm müjdeli bir haberdir. Bu
sizin yalnız olduğunuz, bağımsızlığınıza, yalnızca inananlar topluluğu
tarafından Kutsal Ruh’a terk edildiğiniz anlamına gelir. İsa’nın bir şekilde
başka bir figür olarak dönmesini düşünmek yanlıştır.
İsa, inananlar özgürleşimci bir kolektif
oluşturduğu zaman hala buradadır. İşte ben bunun için Ateistliğe giden tek
yolun Hıristiyan olmaktan geçtiği- konusunda ısrarlıyım. Hıristiyanlık,
Tanrının olmadığını falan öne süren Ateizmden çok daha ateisttir.- Fakat yine
de Büyük Öteki’ye olan güveni sürdürür, Bu Büyük Öteki, doğal zorunluluk,
evrim gibi kavramlarla adlandırılabilir. Biz insanlar yine de evrim, gelişme
gibi şeylerin- ahenkli bütünlüğüne indirgendik, fakat güç olan şey, yeniden bir
Büyük Öteki’nin- olup/olmadığını kabul etmektir. Meali/anlamı garantileyen bir
referans noktamız yok.
John Frankenheimer’ın görmezden gelinmiş
bir Hollywood başyapıtı olan 1966 tarihli ‘Seconds’ (İki Yüzlü Adam) Hippi
döneminin tam ortasında kontrol edilemez denetimsiz bir hedonizmi salık verir.
Düşlerini gerçekleştir, hayatı dolu dolu yaşa. Film, orta yaşlarında sıkıcı,
gri, yabancılaşmış bir hayatı olan işadamının bir anda bütün bunlara daha fazla
katlanamayacağına karar vermesiyle başlar. Bir arkadaşının aracılığıyla ona
ilginç bir teklif sunan gizemli bir ajansla iletişime geçer. Hayatını
düzenleyecekler ve o yeniden doğacaktır.
“ bu işin
bedeli otuz bin dolar
“civarında Evet, epey
yüksek bir
“fiyat olduğunu biliyorum fakat yoğun kozmetikler yerine
“sizi yenilemek için plastik cerrahi kullanarak,
“CPS sizin fiziksel
özelliklerinize ve
“tıbbi koşullarınıza uyacak
mükemmel ve
“yepyeni bir vücudu size kazandıracaktır.
“ CPS?
“ Ah, Cadaver Procurement
Section.(Kadavra Tedarik Etme Temsilciliği)
Cesetleri kullanarak, yaşayan kişinin
bedeninin cesedinki gibi görünmesini sağlarlar. Düzmece bir kaza yaratarak
polisin o kişinin ölmüş olduğuna inanmasını sağlarlar.
“ biliyor musunuz Bay
Wilson?
burası için bir çeşit
“dönüm noktasını temsil ediyorsunuz.
Sonra bu şirket, Los Angeles civarındaki
hoş bir villada yeni bir hayat sağlayacak, hatta plaj boyunca dolaşırken
sendelediği zaman yanında olup ona destek verecek hoş bir kadın da temin
edecektir. Böylece kahramanımız yeniden doğmuştur.. Artık bir işadamı değil
modernist bir ressamdır
“ Tony
Wilson.
Tony Wilson olarak- Bu
rolü üstlenen kişi Rock Hudson’dan başkası değildir. Böylece yeni aşkı, hoş bir
kadın olan Nora,- onunla ilgilenip, onu, insanların çıplak dansedip- sarhoş
olduğu Şarap Orjilerine bile götürür. Her şey yolunda görünmektedir Fakat Tony
Wilson eski hayatını özlemeye başlar. Giderek artan bir şekilde eski hayatı onu
bir hayalet gibi takip eder. Sonunda pes ederek tekrar şirkete ulaşır- ve eski
hayatına dönmek istediğini söyler. Bu gizemli şirketin patronu,
“ Selam evlat. Paternal süper ego figürü nazik bir acımasızlıkla
ona hakikati söyler. Yeni hayatına alışamadığı için- onları hayal kırıklığına
uğratmıştır.
“ biliyor musun,
kesinlikle başaracağını,
“hayallerini gerçekleştireceğini sanmıştım. “Efendim?
“ Diyorum ki, kesinlikle
başarıp
“hayallerini gerçekleştireceğini umut etmiştim.
“ Sen buna hüsnükuruntu
diyebilirsin evlat ama
“dünya arzu etmek üzerine kurulmuştur.
“ Bunun için çok
çalışmaya devam etmelisin.
“ Vazgeçemezsin... “Ve
asla hataların rüyalarını tehlikeye sokmasına izin veremezsin
Peki
burada yanlış giden neydi?
Problem, geçmişindeki maddi varoluşun-
silinmiş olmasıydı.
“ İşte, naklin için
geldiler.
“ Efendim?
Estetik ameliyat bayım
Tamamen yeni çevrede, yepyeni arkadaşlar
arasında- yaşamış ve yaptığı iş değişmişti. Aynı kalan tek şey Rüyalarıydı,-
çünkü şirket onu yeniden doğuma hazırlarken, ona yeni bir varoluş vaadi
verirken, takip ettikleri şey onun rüyalarıydı. Rüyaları yanlış kurgulanmıştı,
ve bu ideoloji kuramı açısından çok önemli bir derstir.
“ unutma evlat.
Hayallerimiz için çok çalışmayı
“sürdürmeliyiz.
Nasıl olacağını hatalarımız öğretecektir.
Boşuna yapılmadılar. “Unutma bunu Kahramanımız ameliyathaneye giden koridorda,
korkunç gerçeği fark eder. Hiçbir zaman yeniden doğmayacaktır ancak yeniden
doğmak isteyen biri için kadavra olacaktır.
Rüyalarımız arasında- ayrım yapabilmeliyiz.
Varolan toplumun ötesini gösteren- doğru rüyalarla sadece idealize edilen
yanlış rüyalar: Sadece idealize edilen tüketimci yansımaları olan, toplumumuzun
ayna imgesi olanlar. Rüyalarımıza kolayca maruz kalmayız,- onlar birtakım
anlaşılmaz derinliklerden gelir- ve bu konuda hiçbir şey yapamayız. İşte
psikanalizin ve kurmaca sinemanın en temel dersi budur. Rüyalarımızdan
biz sorumluyuz. Rüyalarımız, arzularımızı yapılandırır- ve arzularımız somut
gerçekler değildir. onları biz yaratırız ve sürdürürüz, ve onlardan
sorumluyuzdur.
Burası
yaklaşık beş, on milyon yıl öncesine ait- tortulanmış antik bir göl yatağı.
‘Zabriskie Point’daki orji sahnesi,-
1960’daki hippi devriminde yanlış giden şeylerin neler olduğuna dair iyi bir
metafor/mecaz oluşturur.
Burada mühim olan konu 'Zabriskie Point'In
60’ların otantik devrim enerjisinin kaybedildiği 1970’lerde- yapılmış
olmasıdır. Bu orji [Grup seksi] , varolan toplumsal düzenin yıkımı ve bu sözde
suç teşkil eden aktivitelerin ideolojiyle yeniden birleşiminin- tamamen
estetize edilmesi arasında bir yerlerdedir. Yönetmen Antonioni Bu durumdan,
varolan baskıların bir nevi aşkınlığı olarak yorumlasa da bu sahnenin, herhangi
bir halka açık reklamda yer alabileceğini kolayca düşünebiliriz.
Özgürlüğe giden ilk adım sadece
gerçekliği değiştirerek rüyalarınıza uydurmanız değil, rüyalarınızı
değiştirmenin bir yolunu bulmanızdır. Ve bu yine acıtıcıdır
çünkü elde ettiğimiz bütün doygunluklarımız rüyalarımızdan gelir. Çindeki
çocukların rüyasındaki sözler
“ Büyük kumandan Mao “çok
önemli bir çağrıda bulunmaktadır:
“Devlet işleriyle ilgilenmelisiniz ve
“büyük proleter Kültür Devrimini sonuna kadar
“götürmelisiniz.
Rusya, Çin ve Küba gibi 20. yüzyıldaki bütün büyük devrimsel
hareketlerin en önemli sorunlarından biri toplumsal yapıyı değiştirdiklerini
düşünmek olmuştur,- Fakat eşitlikçi komünist toplum asla hayata
geçirilememiştir.
Rüyalar, sadece eski rüyalar olarak kalmış- ve daha sonra tam
anlamıyla bir kabusa dönüşmüştür. Şimdi radikal soldan geriye kalan şey- gerçek
bir devrimsel temsilcinin uyanacağı o sihirli an’ı beklemektir.
Dünyanın sonunun ekonomik düzendeki makul bir değişimden değil
de dünyaya çarpan bir göktaşı tarafından düşünmek bizim için nasıl olur da daha
kolay olur?
Belki de ekonomideki imkansız olanı talep etme biçimimizde
gerçekçi olmamız ve elimizdeki olasılıkları düzgünce belirlememizin zamanı
gelmiştir.
Occupy Wall Street protestoları, Yunanistan’daki kitle hareketleri,- ve Tahrir Meydanındaki kalabalığın bir anda patlaması,- bunların hepsi, farklı bir gelecek için gizli kalmış bir potansiyele tanık olmuştur.
Occupy Wall Street protestoları, Yunanistan’daki kitle hareketleri,- ve Tahrir Meydanındaki kalabalığın bir anda patlaması,- bunların hepsi, farklı bir gelecek için gizli kalmış bir potansiyele tanık olmuştur.
Devrim ayaklanmalarında, belli bir enerji ya da daha doğrusu
bazı ütopik hayaller bulunmakta ve patlamaktadır.
Toplumsal bir ayaklanmanın güncel sonucu, yalnızca günlük hayatı
ticarileştirse bile, sona geldiğimizde kaybolan bu enerji fazlası, gerçeklikte
var olmayı sürdürmez fakat tekrar ortaya çıkmak için bizi bir hayalet gibi
takip eder.
Bu anlamda, her ne vakit özgürlükçü politikalar tarafından kuşatılsak,
Walter Benjamin’in neredeyse bir yüzyıl önce- söylediği- şeyi
asla unutmamalıyız;
Her devrim, eğer özgün bir
devrimse sadece geleceğe yönelmemeli, fakat aynı zamanda geçmişte başarısız
olmuş tüm devrimlerin de hesabını ödemelidir. Bütün hayaletler
oradaymışcasına;- geçmiş devrimlerin ortalıkta dolaşan doyuma ulaşmamış tüm
zombileri yeni bir özgürlükte kendi evlerini bulacaklardır.
BELKİ BEN DONARAK
ÖLMEK ÜZERE OLABİLİRİM
AMA SİZ ASLA BENDEN KURTULAMAYACAKSINIZ.
Dünyadaki Tüm Buzlar Gerçek Bir Düşünceyi Öldüremez.
AMA SİZ ASLA BENDEN KURTULAMAYACAKSINIZ.
Dünyadaki Tüm Buzlar Gerçek Bir Düşünceyi Öldüremez.
The Dark Knight (2008) filminde;
“ şişşt, şişşşt..
“ Batman’ın, Gotham’ı daha iyi bir yer yaptığını düşünüyor musun?
Hm?
“ Bana bak “ bana bak! “ Batman’ın, Gotham’ı nasıl delice bir yere çevirdiğini gördün mü?
“ Gotham’da düzen mi istiyorsun?
“o zaman Batman onun maskesini çıkarmalı ve kıskıvrak yakalamalı.
“ Ve bunu yapmadığı her gün insanlar ölecektir.
“ Bu akşamdan itibaren.
“ Ben sözümün eriyim. Peki Joker kim?
“ Eğer oyun oynayacaksak.. Karşı çıktığın yalan hangisi?
“ ...bir fincan kahveye ihtiyacım olacak.
“ iyi polis, kötü polis , oyununa devam mı?
“ Tam olarak değil.
The Dark Knight’da rahatsız edici olan şey, yalanı genel bir prensip düzeyine çıkarması, sosyal ve politik hayatımıza dair başlıca düzenlemelerin içine kadar sokmasıdır. Sanki toplumlarımız ancak bir yalan üstüne kurulu olunca, istikrarlı bir biçimde sürdürülebiliyormuş gibi. Sanki doğruyu söylemek -bu doğru Joker’de somutlaşır-
Doğru Dikkat dağıtıcı bir şeydir. Yani, toplumsal düzenin parçalanması.
“ asla kafadan başlama.
“ Yoksa kurbanın kendinden geçer.
“ sonrakini hissedemez...
Finale doğru elden ele dolaşan Sıcak bir patates gibi işlev görmeye başlar. İlk önce Harvey Dent’dedir.
“ Peki öyle olsun, Batman’ı içeri atın..
Yalan söyleyen kamu savcısıdır.
“ Ben Batman’ım.
Kendisinin,- Batman maskesinin ardındaki gerçek Batman olduğunu söyler. Daha sonra, kendi ölümünü taklit eden Batman’ın yakın arkadaşı dürüst polis Gordon’la tanışırız.
“ Beş ölü. İkisi polis.
“ Bundan kolayca kurtulamazsın. Sonunda Batman bütün suçu yüklenir,
“ Fakat Joker kazanamaz.
Harvey Dent tarafından işlenen tüm suçları ve cinayetleri.
“ Gotham gerçek kahramanını istiyor.
“O bir kahraman “ Hak ettiğiniz bir kahraman değil, İhtiyacınız olan bir kahraman.
“ Parıldayan bir şövalyeden farksız.
“ ABD, Irak’ta kitle imha silahları-
“olduğunu biliyor
“ İngiltere, orada kitle imha silahları
“ olduğunu biliyor.
“ Dünya üzerinde aktif istihbarat programları kullanan-
“bütün ülkeler Irak’ın da bu kitle imha silahlarını-
“kullandığını biliyor.
“ Kendi Şii popülasyonuna karşı 45 dakika içinde
“bunu etkinleştirebiliyor. “Seçim onun ve eğer bunlardan kendi kendine
“kurtulmak istemezse, ABD bir koalisyon yürüterek-
“barış adına onu silahsızlandıracaktır.
Şimdi dürüst olalım. Muhalif basınıyla, demokratik seçimlerle falan boyun eğen,- sonuna kadar meşru, yalnızca bize hizmet eden halkın iktidarına dayalı bir devlet düşünelim. Fakat yine de, son derece demokratik devletlerde, iktidarın nasıl işlediğine dikkatlice bakarsanız gerçek otoriteyi ve iktidarın otoriteye ihtiyacı- olduğunu görebilirsiniz, o sanki her zaman orada, tüm zamanların en çok söylenen mesajının satırları arasında yer almaktadır:
"evet, evet. Biz legal seçimlerle demokratikleştik."
"Fakat aslında sizinle ne istersek Onu yaparız."
“ Çünkü olması gereken de bu.
“ Çünkü bazen, hakikat yeteri kadar iyi değil.
“ Bazen insanlar daha fazlasını hak ediyor.
“ Bazen insanların inançlarının
“ödüllendirilmesi gerekiyor.
Bir şiddet eylemiyle karşı karşıya kaldığımızda- Theodore Dostoyevski’nin “Karamazof Kardeş”lerde ki meşhur ifadesiyle bugünlerde çok popüler olan günümüzün en basmakalıp laflarından birine gönderme yapmak yerinde olur:
"Eğer tanrı yoksa her şey mübahtır."
Bu ifadedeki en önemli sorun, tabii ki Dostoyevski’nin de en önemli sorunu, bunu yapmış olmasıdır. Dostoyevski’nin öne sürdüğü iddia edilen bu ifadeyi ilk kullanan 43 yılında Jean Paul Sartre olmuştur. Fakat en önemli nokta bu ifadenin yanlış olmasıdır. Bugün bile içinde bulunduğumuz berbat durum tamamen bunu anlatır. Bu ifade kesinlikle şudur:
Eğer Tanrı varsa, her şey mübahtır;
sadece tanrıya inananlar için değil aynı zamanda Tanrıya inanmayanlar ama kendilerini ilahi iradenin doğrudan bir aracı olarak görenler için de. Eğer kendinizi ilahi iradenin doğrudan bir aracı olarak görür ve meşrulaştırırsanız, sonrasında elbette bütün dar ufuklar ufak tefek ahlaki değerlendirmeler ortadan kaybolacaktır. Hala bu daraltılmış terimlerle doğrudan tanrının aracısı olduğunuzu nasıl söylersiniz?
Kaynak:
THE PERVERT'S GUİDE TO IDEOLOGY / Normüstü İnsanın İdeoloji Rehberi (2012)
THE PERVERT'S GUİDE TO IDEOLOGY / Normüstü İnsanın İdeoloji Rehberi (2012)
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar