Print Friendly and PDF

THE PERVERT'S GUİDE TO IDEOLOGY / Normüstü İnsanın İdeoloji Rehberi (2012)



Yönetmen: Sophie Fiennes     
Senaryo: Slavoj Zizek   
Ülke: İngiltere, İrlanda
Tür: Belgesel
Vizyon Tarihi: 07 Eylül 2012 (Kanada)
Süre: 136 dakika
Dil: İngilizce
Müzik: Magnus Fiennes
Oyuncular:    Slavoj Zizek
Türkçe Altyazı: Dilek Tunalı&Ceren Tunalı
İşbirliklerini sürdüren süperstar filozof ve akademisyen Slavoj Zizek ile yönetmen Sophie Fiennes, şimdi de yaratıcı sinema yorumlarını kullanarak psikanalizin ideoloji hakkında neler söyleyebileceğini bizlere gösteriyor. Söz ettiği filmlerden kurulan sahnelerin içinden bize seslenen Zizek, bu parçaları ideolojik yansımaları yönünden incelerken altta yatan gerçek mesajlarını imliyor.
 The Sound of Music / Neşeli Günler´den Full Metal Jacket´a, John Carpenter´ın They Live / Yaşıyorlar´ından The Dark Knight / Kara Şövalye´ye, hatta Titanic´e kült klasiklerin yanı sıra, haber bültenleri ve propaganda filmleri de bu eğlenceli ve kışkırtıcı belgesel çalışmanın "av"ları arasında
Sana bir seçenek sunuyorum:
“ Ya bu gözlükleri tak Ya da şu çöp kovasını yemeye başla

Zaten ben epeydir Bu çöp kovasından yiyiyorum. İşte bu çöp kovasının adı İdeolojidir. Bunun Maddesel gücü- Aslında benim yediğimi görmemi engelliyor. Bizi köleleştiren şey yalnızca gerçekliğimiz değil. İdeolojinin içinde olduğumuz zamanlardaki trajik durumumuz şudur: Ondan kaçarak- rüyalarımıza sığındığımız noktada aslında İdeolojiye yeniden hapsolmamızdır.
1988 yapımı 'They Live' kesinlikle Hollywood solunun unutulmuş başyapıtlarından biridir. John Nada’nın hikayesini anlatır. Elbette “Nada” İspanyolca’da “Hiçbir şey” demektir. Fiziksel içeriğinden mahrum bırakılmış Saf bir “özne”. Los Angeles’ta sağda solda sürten evsiz bir işçi Bir gün, terk edilmiş bir kiliseye girer ve orada içi güneş gözlükleriyle dolu tuhaf bir kutu bulur. Bunlardan birini takarak Los Angeles sokaklarında yürürken bir tuhaflık sezer; bu da, gözlüklerin aslında İdeolojiyi-eleştiren-gözlükler olarak çalışmasıdır. Gözlükler, tanıtım, afiş ve benzeri tüm reklam propogandalarının altındaki gerçek mesajı görmeyi sağlar. Büyük bir tanıtım afişi hayatınızın tatilini yapacağınızı vaat ederken- gözlükleri taktığınız anda- beyaz zemindeki- gri görüntüyle karşılaşırsınız.
Söylendiği gibi, Post-ideolojik bir toplumda yaşıyoruz. Anlamımız değiştiriliyor, başka bir deyişle- kendini feda eden, görevini yapan- özneler olarak değil, fakat zevk özneleri olarak irdeleniyoruz. Gerçek potansiyelinizi keşfedin. Kendiniz olun. Tatmin edici bir hayat edinin. Gözlükleri taktığınız zaman- demokrasi içinde bir diktatör göreceksiniz. İşte bu sizin görünür özgürlüğünüzü ayakta tutan görünmez bir buyruktur. Bu tuhaf ideolojik gözlüklerin Varoluşundaki açıklama- “Invasion of the Body Snatcher”(Merih’ten Saldıranlar) filminin bilinen hikâyesidir. İnsanlık halihazırda uzaylıların köntrolü altındadır.
 “ Hey dostum “Bunu ödeyecek misin?
 “ Bak dostum, bugün bela istemiyorum, tamam mı?
 “ Ya öde şunu ya da yerine bırak

Yaygın düşünceye göre ideoloji bizim doğrudan bakışımızı engelleyen, bulanıklaştıran bir şeydir. Ideoloji bakışımızı saptıran gözlükler olmalı- ve ideolojinin eleştirisi de tam tersi bir şey, mesela, gözlükleri çıkarırsınız ve nihayet şeylerin gerçek halini açıkça görebilirsiniz. “They Live” adlı filmin karamsarlığı, burada açıkça, dikkatlice doğrulanmıştır,- bu tamamiyla illüzyonun doruk noktasıdır: Ideoloji bize kolayca dayatılmış bir şey değildir. Ideoloji, bizim sosyal dünyamızla kurduğumuz spontan ilişkidir.
- Her bir anlamı Nasıl algıladığımız gibi. Biz bir şekilde İdeolojimizden zevk alıyoruz.
 “ Pekala
İdeolojinin dışına çıkmak acıtır. Acılı bir deneyimdir. Kendinizi buna zorlamalısınız. Filmde, John Nada’nın, Arkadaşı John Armigate’ye- gözlüğü denemesi konusunda ısrar ettiği sahnede- bu durum mükemmel bir şekilde gösterilmiştir
“ Hadiii, seninle kavga etmek istemiyorum.
 “ Kavga etmek istemiyorum hadi ama! “ Hayır! Kes şunu!
İşte bu sahne filmin en tuhaf sahnesidir. Mücadele sekiz-dokuz dakika sürer.
 “ Tak şu gözlükleri dedim!
Belki çok akıldışı görünebilir ama, neden bu genç adam- gözlükleri takmamak için bu kadar şiddetle karşı koyuyor?
 Kendi yalanında yaşıyor olduğunun gayet farkında gibidir. Gözlükler hakikati görmesini sağlayacaktır fakat,- bu hakikat can yakıcı olabilir. Size ait bir yığın illüzyonu paramparça edebilir. İşte bu, kabul etmemiz gereken bir paradokstur.
“Tak şu gözlükleri! Tak şunları!
Özgürlüğün en şiddetli hali. Özgür olmaya zorlanmanız gerekir. Eğer bu ani mutluluk ve benzeri şeylere kolayca inanırsanız,- hiçbir zaman- özgür olamazsınız.
 “ Bak!
 Özgürlük acıtır. Psikanalizin temel kavrayışı haz ile basit mutlulukları birbirinden ayırmaktır. Bunlar aynı şeyler değildir. Zevk, kesinlikle rahatsız edilmiş, bozulmuş hazdan alınan zevktir,- hatta acıdaki hazdır. Ve bu aşkın faktör, yükümlülük ve mutluluk arasındaki- belli ki basit olan ilişkiyi rahatsız eder, bozar. Burası aynı zamanda ideolojinin- özellikle de dinsel ideolojinin var olduğu bir alandır.
Bu da aklıma ünlü bir örneği, devasa bir Hollywood klasiği olan 'The Sound of Music'i getiriyor. Hepimizin bildiği gibi hikaye, hayat dolu, enerjisi dorukta olan bir rahibeyle ilgilidir.
- Nihayetinde seksüel enerjiyle dolu olan bir rahibe. Yani bir bakıma rahibeliğe zorlanmış bir rol.
 “ Oh, saygıdeğer annemiz çok özür dilerim, kendimi tutamadım –
“Kapılar açıktı ve tepeler . “ çağırıyorlardı ve ben de önce...
 “ Maria, buraya özür için çağrıldığını düşünmemiştim.
 “ Oh, lütfen kutsal annemiz lütfen bağışlanmama izin verin.
 “ bir, iki, üç Bir, iki, üç.
 “ bir, iki, üç. Şimdi hep beraber adım atalım...
Böylece Başrahibe onu çocuklarına bakacağı Von Trap ailesinin yanına gönderir-
“ Altında.
 “ Kurt, çalışmamız gerekiyor... bana izin verir misiniz?
 Tabii ki bu arada Baron Von Trap’a- aşık olur. Maria bu durumdan çok rahatsızdır, kendini denetleyemez manastıra geri döner.
“ Birbirimize baktığımız zamanlar oldu...
 “ Ah kutsal annemiz güçlükle nefes alıyorum.
 “ Peki senin ne durumda olduğunu anlamasına izin verdin mi?
 “ Eğer verdiysem bile bilmeden olmuştur,-
“işte beni mahveden de bu, ben orada Tanrının hizmetindeydim. 
Hiç şüphesiz bu filmi ilk kez izlediğim eski Komünist Yugoslavya’da, tam olarak bu sahneyi, ya da daha kesin bir biçimde- bu tuhaf hedonistin ya da bildiğimiz şekilde, başrahibenin nasihatini takip eden sahnede:
"Geri dön ve bu adamı baştan çıkar, bu yolu takip et." "arzularına ihanet etme..." Yani “gördüğün her dağa tırman” diye başlayan bir şarkı; daha çok Arzunun onaylanması bakımından- utandırıcı da. Filmdeki bu üç dakika sansürlenmişti.
 “ Her dağa tırman.
 “ Yükseğe uç ve aşağıya in.
 “ Tüm gizli yolları yürü.
 “ Bildiğin tüm gizli yolları.

Sanırım sansürcü çok zeki biriydi. Muhtemelen ateist bir Komünist olsa da, Katolik inanıştaki kışkırtıcı gücün nerede olduğunu biliyordu.
 “ 'Rüyalarına kavuşuncaya kadar.
 Eğer Katolik propogandayı dikkatlice okursanız ve eğer gerçekten anlamaya çalışırsanız, size sundukları şey aslında nedir?
 Bu durumda konu cinsel hazları yasaklamakla ilgili değildir. Bu daha çok, bir kurum olarak kiliseyle ve bu örnekte seksüel arzularıyla, başı dertte olan inanan arasındaki sinik sözleşmedir. İşte bu da size verilen üstü kapalı müstehcen bir onaydır. İlahi bir “Büyük Öteki” tarafından kuşatılmışsınızdır. İstediğiniz her şeyi yapabilirsiniz. Zevk alın.
 “ Bir rüya yetecektir...
Bu müstehcen sözleşme, özünde, Hıristiyanlığa- ait değildir. Bir kurum olarak Katolik Kilisesine aittir. En saf haliyle bir kurum mantığıdır.
 “ Her dağa tırman.
İşte burada yine ideolojinin nasıl işlevselleştiğini görüyoruz. Yalnızca feragat etmek, acı çekmek tarzında açık bir mesaj değil: Ama gerçekten gizli bir mesaj: Feragat ediyormuş gibi görünüp her şeye sahip olduğun bir mesaj.
Bu aralar psikanalist arkadaşlarım tipik bir şeyden bahsediyorlar- çözüm bulmak için gelen hastaların- Kendilerini suçlu hissettiklerini söylüyorlar- Ancak aşırı haz nedeniyle ya da kendi moral değerlerinin tersine işleyen- duyguları ve sorumlulukları yüzünden değil. Tersine, tam anlamıyla hazza erişemedikleri için suçluluk duyduklarını söylüyorlar. Mutluluğu yakalayamadıkları için.
Aman tanrım, çölün ortasındasınız ve çok susadınız
- Coca Cola’dan başka içecek bir şey var mı?
 Kusursuz bir meta. Neden mi?
Bir meta, teolojik bir obje hatta bunun da ötesinde metafiziksel hoşlukları olan bir şeydir. Varlığı mutlaka görünmez bir aşkınlığı yansıtır. Ve Coca colanın klasik reklamı namevcut ve gizli bir niceliği işaret eder. Coca cola “hayatın gerçek tadı” ya da 'İşte Cola budur’-.
 “Bu” veya “Gerçek” olan nedir?
 Bu sadece kimyasal analiz yoluyla tespit edilen veya tanımlanabilen Coca Colanın başka bir olumlu ifadesi değil daha fazlasını istemeye yarayan- bir gizemdir. .
İşte bu benim ‘Arzumun-Nesne- Bağımlı tanımlanamaz aşırılığıdır. Nasıl adlandırdığımızın önem taşımadığı bizim şu post-modern toplumumuzda, bir şeylerden zevk almaya zorlanıyoruz. Keyif almak tuhaf ve sapıkça bir göreve dönüşüyor. Cola’daki paradoks; susamanızdır, içersiniz ve herkesin bildiği gibi , içtikçe daha da susarsınız.
Arzu, hiç bir zaman herhangi bir şeyin arzusu değildir. O her zaman arzunun kendisi için vardır. Arzu, arzuyu sürdürmek içindir. Belki de arzuya ilişkin nihai korku onun içini sonuna kadar doldurmak ve böylece artık daha fazla arzuyla karşılaşmamaktır. Arzunun kendisini yitirmek nihai melankolik bir deneyimdir. Yalnız, önceki dönemlerde bu aşırılığı reddettiğimiz ve sadece gerekli ihtiyaçlar için tüketim yaptığımız, mesela “susadıysan su içersin”gibi doğal geri dönüşlerle de İlgili değildir. Buna asla geri dönemeyiz. Bu aşırılık artık sonsuza dek bizimle.
Hadi o zaman biraz Cola içelim. Hava iyice ısınıyor,
 Bu artık gerçek ‘cola’değil, İşte problem de bu. Biliyorsunuz, bu geçiş dışkısal bir boyutu yüceltmeyle ilgilidir. Mesela Coca Cola soğuk servis edildiğinde, kesinlikle çekici bir şeydir- fakat aniden bir bok’a dönüşebilir.
 İşte şimdi, metanın  o bilinen diyalektiğine sahiptir. Şimdi burada metanın nesnel ya da gerçeklik ilkesine dayalı- özelliklerinden bahsetmiyoruz. Burada sadece üretim fazlası bir kaypaklıktan söz ediyoruz.
 'Kinder Sürpriz Yumurta'. Baştan çıkarıcı bir mal. ‘Sürpriz Yumurta’nın yani bu abartılı nesnenin sürprizi, yani onu arzulamanıza neden olan şey işte burada maddileştirilmiştir. Görünenin altında, yumurta şeklindeki çikolatanın içindeki boşluk- plastik bir oyuncakla doldurulmuştur. Tüm hassas denge işte bu iki boyut arasındadır: Satın aldığınız, yumurtaya benzeyen bir çikolata ve ondan arta kalan, muhtemelen Çin’de çalışma kampı benzeri bir yerde üretilmiş olan ve sizin bedavaya elde ettiğiniz artığı/fazlası. Çikolata tabakasının, sizi çikolatanın içindeki objeyi arzu edilen bir metaya dönüştüren -Platon’un Agalma dediği, sizi değerli bir insan yapan- içsel bir hazineye doğru derin bir yolculuğa çıkarmadığını düşünüyorum. Ben tam tersi olduğunu düşünüyorum. En yüksek hedefe doğru ilerlemeliyiz, dış yüzeyden kusursuz bir şekilde zevk alabilmek için nesnenin tam merkezindeki altın madeni en büyük hedefimiz olmalı. İşte kabullenmekte zorlandığımız, antimetafiziksel ders budur.
‘Ode to Joy’(Mutluluğa Özgü) Dokuzuncu Senfoni- Beethoven
Şu meşhur ‘Ode to Joy’(Mutluluğa Özgü) ne anlama gelir?
 Bu yaygın olarak insanlığın mutluluğuna, tüm insanların kardeşliğine ve özgürlüğüne dair bir övgü olarak algılanır. Bu iyi bilinen melodide gözleri yerinden fırlatan şey evrensel uyumluluktur. Birbirine tümüyle tezat olan bir çok- politik harekette kullanılabilir. Nazi Almanya’sında yoğun olarak büyük toplumsal olayları kutlamak için kullanıldı. Sovyetler Birliği’nde Beethoven çok rağbet görürdü ve Ode to Joy bir nevi komünist propoganda - şarkısı olarak çalınırdı. Çin’deki büyük kültür devrimi sırasında neredeyse batılı müzikler yasaklanmasına rağmen Dokuzuncu Senfoni kabul gördü.
Progresive bir burjuva müziği olarak çalınmasına izin verildi. Zimbabwe’nin önceki hali Güney Rodezya’daki aşırı sağ, ırk ayrımcılığının kaldırılmasını- erteleyebilmek için bağımsızlığını İlan etmişti. Böylece Güney Rodezyanın birkaç yıllık bağımsızlığı ve yine o eski ‘Ode to Joy’ şarkısı tabii ki- sözleri değiştirilerek ülkenin milli marşı olmuştur.
Diğer bir yandan, Abimael Guzman Peru’daki aşırı sol gerilla grubunun 'Sendero Luminoso', yani ‘Işıldayan Yol’un lideri olarak Devlet Başkanı Gonzalo olmuştur. Gazetecilerin en çok hangi müzikten hoşlandığını sorduklarında,o Beethoven’ın 9. Senfonisi yani- ‘Ode to Joy’ yanıtını verir. Almanya bölündüğü zaman, Olimpiyatlara her iki Almanyanın da katılması ve bir Alman’ın altın madalya alması durumunda da Doğu ya da Batı Almanya’nın milli marşları yerine yine ‘Ode to Joy’ çalınmıştır. Hatta bugün bile 'Ode to Joy’ Avrupa Birliğinin gayrı resmi marşıdır. Aslında Osama Bin Laden’in başkan Bush’u kucakladığı, Saddam’ın, Fidel Castro’yu sarmaladığı, beyaz ırkçıların Mao Tse Tung’a sahip çıktığı, ve hep beraber ‘Ode to Joy’u söyledikleri- evrensel kardeşliğe ilişkin sapkın bir sahneyi düşleyebiliriz. Bu herkese uyar. Zaten her ideoloji Böyle işlemek zorundadır. Bu sadece bir yorum değil. Bu tıpkı içinde bütün olası anlamlara açık olan boş bir sandığın her daim çalışması gerektiği gibi bir şeydir. Bu, patetik bir şeyler yaşadığımızda, hepimizin duyduğu içten gelen coşkulu bir histir ve şöyle deriz: "Aman Tanrım, çok etkilendim, burada derin bir şeyler var." Fakat asla bu derinliğin ne olduğunu bilemezsiniz. Bu bir boşluktur. İşte burada tabii ki bir tuzak var. Buradaki tuzak doğal olarak- çerçevenin tarafsızlığır. O hiçbir zaman göründüğü kadar etkisiz değildir.
Clockwork Orange’ın giriş sahnesindeki- Alex’in perspektifinden düşünüyorum.
 “ Kendimizi bitkin, yorgun ve tasalı hissediyorduk
“ biraz güç bir akşam olmuştu. Arabayı başımızdan savdık ve Son bir kadeh için durakladık.
Peki, Clocwork Orange’ın sonuna doğru sinik bir suçlu olan kahramanımız, Beethoven’ın ‘Ode to Joy’u söyleyen kadını gördüğünde,- niye böylesine- kendinden geçmiş ve büyülenmiştir?
 “ Ah Kardeşlerim, bir an, büyük bir kuş
“Milkbar’ın içinde süzülüyordu,-
“ve tüm melanki tüylerim diken diken oldu.
“Bir melanki kertenkele gibi bu ürperme vücudumdan yükselip, yukarı, aşağı inip çıkıyordu.
 “ Çünkü Söylediği şarkıyı biliyordum.
 “ Ludwig Van Beethoven’ın anlı şanlı 9. senfonisinden bir parçaydı.
Clockwork Orange’daki kabahatli Alex’in- bu dışlama alanıyla özdeşleştiğini düşünüyorum. Ve büyük dahi Beethoven kelimenin tam anlamıyla- bu dışlanmışlığı beyan etmektedir. Bir anda bütün bu müzik tonu karnavalesk bir ritme dönüşür. Görkemli güzelliğini kaybetmiştir.
 “ Özür dilerim kardeşim, Bunu iki hafta önce sipariş etmiştim
“gelip gelmediğine Bakabilir misiniz lütfen?
 “ bir dakika.
Bu vulgar müziği Alex mağazadan tam içeriye girdiğinde- duymaya başlarız ve bu andan itibaren hareketlerinden kendini evinde gibi hissettiğini anlarız. Suyun içindeki balık gibidir.
 “ Pardon hanımlar. Beethoven dünyasal kardeşliğin, ya da ne bileyim işte biz özgürlüğü, şan ve şerefi paylaşan mutlu, büyük bir aileyiz , tarzı yakıştırmaların ucuz yollu bir kutsayıcısı değildir.
   Sevimli değil mi sevgilim?
 Bugün yanlış bir biçimde kutlanan, ve bütün resmi olaylarda duyduğunuz birinci bölüm,- İdeoloji olarak açıkça Beethoven’la özdeşleşmiştir, ve hemen arkasından, ikinci bölüm resmi ideolojiyi rahatsız eden, resmi ideolojinin hatalarını ortaya çıkarıp buna baskı yapan ve evcilleştiren, gerçek hikayeyi anlatır. İşte Beethoven bu nedenle yapması bu kadar zor- bir şeyi gerçekleştirmiştir. O daima ideolojiyi eleştiren katıksız bir müzik çalışmasının içindeydi. Eğer klasik ideoloji Marx’ın Kapital’inin 1.cildinde hoş bir biçimde formüle ettiği gibi işlem görseydi: “"Sie wissen es nicht, aber sie tun es." "Ne yaptıklarını bilmiyorlar" "ama yine de yapmaya devam ediyorlar."
Sinik (sinmiş-pusmuş) ideoloji fonksiyonları şu şekilde işler: "Ben ne yaptığımı gayet iyi biliyorum" "fakat hala buna rağmen bir şey yapmıyorum." Fakat bu paradoksal düşünce topluluğu Bernstein ve Sondheim’ın West Side Story’nin ünlü “Officer Krupke”şarkısında bir şekilde gösterilmektedir.
 “ Hey sen! “ Ben mi, memur Krupke?
 Evet sen!! “ seni karakola götürmemem için
“bana bir tek sebep söyle serseri.
 “ Sevgili... “sevgili memur Krupke, anlamalısınız
“bizi bu hale getiren, yetiştirilişimiz.
 “ annelerimiz keş, Babalarımız ayyaş.
 “ Ey Tanrım, doğal olarak serseriyiz! “Memur Krupke, çok sinirlisiniz.
 “ bizler suçlu değiliz, yanlış anlaşıldık...
Birkaç müzik parçasıyla bu suç çetesi, neden suçlu olduklarını, gayet açık bir şekilde anlatır.
 “ ...derinlerde, içimizde iyilik var, dokunulmamış iyilik var! “ en kötümüz bile, aslında çok iyi! Aslında her şey, orada olmayan polis memuru Krupke’ye anlatılır.
 “ ...çok dokunaklı bir hikaye.
 “ Herkese anlatayım! “ Sadece hakime söyle. İçlerinden biri hakim rolünü üstlenir: “ Sayın Hakim,, ailem bana kötü davrandı.
 “ durmadan ot içip, bana bir nefes bile vermezlerdi. Sonra psikolojik açıklamalar başlar: “ ...O burada olmamalı.
 “ Bu terapi koltuğuna ihtiyacı yok, onun sadece iyi bir kariyere ihtiyacı var.
 “ Toplum ona berbat bir tuzak kurdu
“ve artık sosyolojik olarak bir hasta! “ Evet hastayım! “ Hepimiz, hepimiz hastayız...
Buradaki paradoks, bütün bunları nasıl biliyor ve neden hala yapıyorsunuzdur?
 İşte bu ideolojinin sinik fonksiyonudur. Bunlar asla göründükleri gibi acımasız suçlular değiller. Belki küçücük mahrem rüyaları vardı. Bu rüyalar bir çok anlama gelebilirdi. Hatta son derece sıradan şeyler bile olabilirdi.
Hadi şimdi de 2011 Ağustos’undaki İngiliz ayaklanmasına bakalım. Buradaki ayaklanmaların bilinen, liberal açıklaması gerçekten ‘Memur Krupke’ şarkısının tekrarına benziyor. Bu ayaklanmayı sadece, suçluların vandalist isyanına bağlayamayız. Bu insanların düzenli bir aile yaşantısı içinde olmadan, düzgün bir eğitim almadan toplumdan izole edilmiş şekilde- gettolarda nasıl yaşadıklarını, anlamanız gerekir. Düzenli bir iş beklentileri bile yok. Fakat bu da yeterli değildir, çünkü insanoğlu maddi koşulların sıradan bir ürününe indirgenemez. Şüphesiz bizi belirleyecek olan bu maddi koşulları ya da kendi evrenimizi kurarken etrafta olan şeylere nasıl tepki vereceğimizi değerlendirirken..hepmiz bir miktar özgürlükler çerçevesinde düşünüyoruz. Muhafazakar çözüm, daha çok polise ihtiyacımız olmasıdır. Acımasız yargılamaların üstesinden gelebileceğimiz mahkemelere ihtiyacımız var. Sanırım bu çözüm son derece basit. David Cameron’a kulak verecek olursak,- söyledikleri makul görünmektedir, göstericiler birilerini dövüyorlar, evleri yakıyorlar, fakat daha korkunç olanı- insanların bir takım şeyleri ödeme yapmadan almalarıdır. Hayal edebileceğimiz son şey! Çok sınırlı da olsa, Cameron belki haklıydı,- argümanında ideolojik bir aklama bulunmamaktaydı. Bu bütün insanların predominant ideoloji tarafından yakalandığı fakat farkında olmadıkları bir tepkisellik, ki bu ideoloji onlardan tüketim hakları alanıyla ilgili ideolojiye karşı- hoyrat bir şekilde eyleme geçmelerini talep ediyor. Bu tepki hakim ideolojiye yakalanmış, fakat bu ideolojinin ondan talep ettiği şeyin bu ideolojik tüketim alanında- bir tür vahşi bir role bürünmeyi talep ettiğinin farkına varacak araçlara sahip olmayan insanların tepkisi. Bu eşitlik, adalet vb kavramlarla mücadele eden, büyük parçalara ayrılan ideolojinin yer aldığı, belirlenmiş sosyal ve ideolojik çerçevenin sonucudur. Tek işlevsel ideoloji tam anlamıyla tüketimdir,- sonrasında hangi protesto biçimiyle ne elde ettiğin hiç önemli değil. Her şiddet aslında sizin bir şeyleri kelimelere dökemediğiniz bir eylemi işaret ediyor. Hatta en acımasız eylemlerinde bile sembolik bir tıkanmayı harekete geçiriyor.
Taxi Driver’daki en önemli şey, şiddetli bir taşkınlığı, radikal bir şekilde- intihar boyutuna taşımasıdır. Bu noktada kolayca tarif edilen taksi şöforü Travis’in eciş bücüş kişiliğine ilişkin- çıtkırıldım psikolojilerle, işimiz olmaz. İdeolojiyle işimiz olmalı.
 “ Dinleyin bok kafalılar, “ Burada artık buna daha fazla katlanamayan bir adam var.
 “ Buna izin vermeyecek bir adam...
 “ Dinleyin sik kafalılar, .
 “ Burada artık buna daha fazla katlanamayan bir adam var.
 “ Yüzüne tükürülmesine rağmen ayakta kalmış bir adam
“Yavşaklara, köpeklere, iğrençliklere, boka püsüre karşı durmuş bir adam.
 İşte burada Karşı çıkan biri var.
Taksi Driver’daki, kahramanımız Travis, Judy Foster’ın canlandırdığı genç fahişe tarafından rahatsız edilir. Onu rahatsız eden şey, her zaman olduğu gibi özellikle kendi fantezileridir. Yani kızla ilgili fantezileri. Gizli arzularına kurban ettiği kız... Fanteziler sadece bireylerin özel konuları değildir. Fanteziler, ideolojimizi oluşturan temel dolgulardır.
 “ Bakma şu adama.
Fantezi, psikanalitik perspektifte temel olarak bir yalandır. Bu bakımdan yalan değil, sadece bir fantezidir Ama hakikat değildir; yalnızca bir fantezi manasında bir fantezi değil, daha çok ‘fantezi, süreklilikte önemli bir boşluğu doldurur’ anlamına gelen bir yalan. Bir şeyler bulanıklaşmaya, başladığı zaman, bir şeyleri gerçekten anlamakta zorlandığımız zaman, fantezi kolay bir yanıt temin eder. Fantezinin olağan şekli bir sahne yaratmaktır,- Ama bu, arzu ettiğim şeyi elde ettiğim bir sahneyi değil, kendimi başkaları tarafından arzu edilirken düşlediğim bir sahneyi temsil eder.

'Taxi Driver' belki de John For’un olağanüstü geç dönem klasiklerinden ‘The Searchers’ın (Çöl Aslanı) onaylanmamış bir yeniden çevrimidir.
 “ Sürüyle...?
 kafaderisi alıyorum.
Her iki filme de, kahraman, kötü davranıldığı sanılan genç bir kadın kurbanı kurtarmaya çalışır. The Searchers’deki genç bir kadın olan Nathalie Wood kaçırılıp bir Kızılderili şefin karısı olarak yaşamıştır. Taxi Driver’de ise genç Jodie Foster, insafsız bir kadın tüccarı tarafından denetlenmektedir.
 “ Sürüngenlerle, aşağılık heriflerle çıkıp-
“kendini satmak mı istiyorsun?
 “Alçak bir pezevenk için mi?
 “Koridorlarda bekliyorsun?
 “ Geri kafalı olan ben miyim?
  Gerikafalı sensin.
 “ ben senin yaptığın gibi katillerle,
“serserilerle yatmam .
Buradaki görev, daima kurban olarak kabul edileni kurtarmaktır. Fakat gerçekten kahramanı böylesi bir şiddete iten derin kuşku, kurbanın sıradan bir kurban olmamasıdır. Kurban sapıkça bir şekilde, kendisini kurban konumuna düşüren durumdan hoşlanmakta ve bunu devam ettirmektedir. Kısaca açıklarsak, kadın kurtarılmayı istememekte, karşı koymaktadır.
 “ Hadi eve gidelim Debby.
Ve işte bu büyük bir problemdir. Eğer buradan politik bir boyuta sıçrayacak olursam, bu durum insani müdahle olarak da tanımlanan Amerikan militarizminin en büyük problemidir. Irak’tan, Vietnam’a kadar yarım yüzyıldır, onlara hep yardım etmek isteriz ama gerçekten bunu kabul etmediklerinde ne olacak?
 Bu yorucu tıkanmanın sonucu sadece bir şiddet patlaması olabilir. Filmin sonuna doğru Travis’i bir cinayetler serisi içinde- infilak ederken görürüz. Genç kızın etrafındaki bütün insanları ve pezevenkleri öldürür. Şiddet yalnızca soyut değildir. Bizim kavramsal eşleştirme adını koyduğumuz şeyle ilişkili, belli bir iktidarsızlığı örtmek isteyen- gerçeğe acımasız bir müdahaledir. Ne olup bittiği hakkında berrak bir fotoğrafa sahip olamazsınız.
Neredeyiz?
 Tamamıyla aynısı Oslo’da Anders Behring Breivik’in korkunç şiddet patlamasıyla işlediği cinayetler için de geçerlidir. Oslo başkanlık binasının önüne bir bomba attıktan sonra yine Oslo’ya yakın bir adada sosyal demokrat parti üyesi- bir sürü genci öldürmesidir. Birçok kişi bu durumu kişisel bir cinnet olarak- savuşturma çabasında olmuştur. Fakat Breivik’in manifestosunun okunmaya değer olduğunu düşünüyorum. Açıkça bu şiddetin nasıl ortaya çıktığı, sadece terörize edilmiş değil aynı zamanda kanunlaştırılmış olan- küresel kapitalin belirsizliği ve anlaşılmazlığına karşı bir tepkidir.
Bu tıpkı Taxi Driver’ın sonunda- Travis Bicke’nin katliamına benzer. Orada zar zor, ayakta durabilirken elini sembolik bir silah gibi kendi kafasına doğrultur. Açıkça, tüm bu şiddetin bir intihar olduğunu gösterir. Bir bakıma, Taxi Driver’daki Travis doğru yoldadır. Birdenbire şiddet patlamasının içinde olup bu şiddeti kendinize yöneltebilirsiniz fakat daha spesifik olan şey kendi içinizde sizi yöneten sizi hakim bir ideolojiye bağlayan şeyin ne olduğudur.
 “ Pippin?
 Pippin?
 Steven Spielberg'İn Jaws’ında köpekbalığı, plajda insanlara saldırmaya başlar. Bu saldırı ne anlama gelir?
Köpekbalığı neyi temsil etmektedir?
 Bu noktada bu sorunun farklı,, birbirini dışlayan cevapları vardır. Bir tarafta bazı eleştirilerin ifade ettiği gibi köpekbalığı, sıradan Amerikalıları endişelendiren yabancı tehdidini simgeler. Köpekbalığı aynı zamanda Amerikalı yurttaşları tehdit eden doğal felaketleri, tayfunları ya da- Göçleri de simgelemektedir.
Diğer taraftan, enterasan olan bir şey de filmi çok beğenen, Fidel Castro’nun, Jaws’ı çok açık bir şekilde bir tür- solcu Marksist bir film olarak, köpekbalığını da sıradan Amerikalıları sömüren acımasız sermaye metaforu olduğu yönünde düşünmesidir.
 Peki Doğru yanıt hangisidir?
Ben hem hepsinin, hem de hiçbirinin olduğunu iddia edebilirim. Bütün dünya ülkelerindeki sıradan insanlar gibi Amerikalıların da birçok korkusu vardır. Bir çok şeyden korkarız. Belki de bizden daha düşük düzeyde, olduğunu düşündüğümüz göçmenlerin ve benzeri insanların bize saldırmalarından ve soymalarından, korkabiliriz. Çocuklarımıza tecavüz etmelerinden korkabiliriz. Doğal felaketlerden, kasırgalardan, depremlerden Tsunamilerden ve ahlaksız politikacılardan korkarız. Bize her istediklerini yaptırabilen büyük şirketlerden korkarız. Köpekbalığının fonksiyonu tüm korkularımızı tek bir şeye yönelterek bütün bu korkuları tek bir korkuda birleştirmektir.
 “ Gülümse diyorum sana orospu çocuğu...
Böylece gerçeklikle ilgili deneyimimiz çok daha basitleşir. Şimdi bunu niye söylüyorum?
 Çünkü belki de insanlık tarihindeki ideolojinin en uç örneği olan Anti semitik- Nazi Faşizminin benzer bir yönde yol almış olması- değil midir?
 20’lerin sonu ve 30’ların başında sıradan bir Alman vatandaşını düşünün. Bulunduğu pozisyon, soyut anlamda- tıpkı küçük bir çocukla aynıdır. Tümüyle ambale olmuş durumdadır. Toplumsal otorite, sembolik düzen- onun bir Alman işçi, , banker veya benzeri bir şey olduğunu, ama hiçbir fonksiyona sahip olmadığını söyler. Toplum ondan ne istemektedir?
 Neden hiçbir şey düzgün gitmemektedir?
 Durumu algılamasının yolu ona yalan söyleyen gazetelerden geçer. Enflasyon nedeniyle işinden olmuştur. Bankadaki tüm parasını kaybetmiştir. Morali iyice düşmüştür... Peki tüm bunların anlamı nedir?
Orijinal faşist rüya -tabii ki tüm ideolojilerdeki Rüyalar gibi pastayı almak ve yemektir. Sıklıkla işaret edildiği gibi Faşizm, son derece tutucu bir devrimdir. Evet devrim; ekonomik gelişme, modern endüstri.. Fakat bununla birlikte hiyerarşik toplumu sürdüren hatta yeniden yaratan bir devrim. Modern ve verimli fakat aynı zamanda bir sınıf ya da diğer karşıtlıklar tarafından denetlenemeyen- hiyerarşik değerler tarafından kontrol edilen bir toplum. Şimdi burada, Faşistlerin bir sorunu var, çünkü antogonizm, sınıf mücadelesi ve diğer tehlikeler kapitalizmin özünde bulunan şeyler. Kapitalizmin tarihinden de bildiğimiz, modernleşme ve endüstrileşme, eski değişmez ilişkilerin parçalanması, dağılması anlamına gelmektedir. Bu sosyal çatışma anlamına gelmektedir. İstikrarsızlık kapitalizmin işleyiş şeklidir.
Peki bu konu nasıl çözülür?
 Basit. Toplumda işlerin ne kadar da yanlış gittiğini anlatan İdeolojik bir anlatı kurmamız lazım,- sadece bu toplumun gelişiminin özünde varolan gerilim nedeniyle değil, daha çok zorla içeriye giren davetsiz yabancılarla ilgili olarak. Yahudiler sosyal yapımıza nüfuz edene kadar bir sorun yoktu. Sosyal yapımızı sağlığa kavuşturmanın yolu Yahudileri gözden çıkarmaktı. Jaws’da köpekbalığına yapılan operasyonla aynı şey. Dünya kadar korkunuz vardır ve bu korku yığını kafanızı karıştırır, tıpkı tüm bu kafa karışıklığının ne anlama geldiğini bilmediğiniz gibi. Ve bu karmaşıklık yığınının yerini çok net bir figürle değiştirirsiniz, Yahudilikle: Böylece herşey açıklığa kavuşur.
“ Bekar ebeveynli ailelerin  sosyal güvenlik fonunu kesmenin bir yolu
“bu raporla kısmen teşvik edilmiştir. “sosyal güvenlik departmanı hızla artan bekar annelere ayrılan-
“ve önümüzdeki on yıl sonunda-
“neredeyse 5 milyon pound’a ulaşabilecek-
“sosyal yardım  bütçesinden
“korkmuştur. “Fakat bekar ebeveynlerle ilgili mesele
“ giderek John Major’un temel mücadelesinin altında yatan
“nosyon olarak  görünmektedir.
 Hatırlayın, 20 ya da 30 yıl önce- John Major, Birleşik Krallığın Başkanı olduğu zaman ahlaklılığa dönüş gibi ideolojik bir kampanya vardı. Toplumdaki tüm kötülükler- yalnız ve işsiz annelerle tasvir edilen geleneksel bir- rivayete yüklenmişti. Burada olduğu gibi şiddet acaba varoşlarda mıydı?
Tabii ki yalnız ve işsiz anneler- Çocuklarına bakamazlar, onların eğitimleriyle ilgilenemezlerdi. Tabii ki bütçemizde büyük bir açık var, ve paramız yok, çünkü evli olmayan anneleri desteklemek zorundayız falan filan. İdeolojik bir yapıda hayal dünyanızı sabitleştirecek buna benzer bazı sahte somutluklara- ihtiyacınız vardır ve daha sonra bu imge bizi harekete geçirir. İdeolojinin bir tür filtre olduğunu düşünün. Yani bir tür çerçeve, sıradan gerçekliğe- baktığınızda her şeyin değiştiği- bir çerçeve. Fakat hangi anlamda? Bu durum çerçevenin her şeyi içine dahil ettiği anlamına gelmesin; Bu sadece çerçevenin sonsuz bir kuşku dehlizine açılması anlamına gelir.
Yahudiliğe Anti-Semitik bir açıdan bakarsak;- Yahudiliğe ait figürün nasıl da önem arz eden bir çelişkiye- sahip olduğunu anlarız.
Yahudiler aynı zamanda hem aşırı entelektüeldir
Yahudi matematikçiler, gibi, hem de bayağıdırlar.
Düzenli yıkanmazlar.
Masum kızları daima baştan çıkarırlar falan filan...

İşte bu ırkçılık için son derece tipik bir durumdur. Diğerinin gizli seks partilerinden nasıl zevk aldığını falan hayal edersin, çünkü ırkçılıkta- öteki yalnızca düşman değildir. Öteki genellikle bir tür sapıkça eğlenceden zevk alan ya da tam tersi biçimde- bizim eğlencemizi, mutluluğumuzu çalmaya çalışan biri olarak görülür, her zaman söylediğimiz gibi, bizim yaşam tarzımızı bozmak/rahatsız etmek maksadıyla.
Bu noktada Nazi ideoloji yapısının oluşturduğu tüm ögeleri gözden düşüren sıradan, basit tuzağa düşmemeli ve onların hepsini proto-faşist olarak yaftalamamaya dikkat etmeliyiz. Bugün faşizmle ilişkilendirdiğimiz bu unsurların çoğunu işçi hareketinden aldığını unutmamalıyız. Çok sayıda insanın birlikte yürümesi, görevimizin bir parçası olan disiplin; Nazilerin doğrudan doğruya soldan, Sosyal demokrasiden- aldıkları ögelerdir. Şimdi insanların b bu “dayanışmasıyla” ilgili olarak Nazilerin dünya görüşü hakkında birkaç kavramdan bahsedeyim. Tanrım, bu dayanışma kavramında aslında kötü olan hiç birşey yok. Sorun, bu dayanışmanın hangi insanlar için olduğu. Eğer “insanlar” derken, 'Volksgemeinschaft' yani, düşmanın otomatik olarak dış mihrak olarak görüldüğü- bir komuniteden bahsediyorsanız, nazizmin, tam ortasındayız demektir.
Elzem olan şey İdeolojiyi bağlı olduğu yere yerleştirmektir. Daha açık bir örnek verelim. ‘Cabaret’ filminden bilinen bir şarkı 'Tomorrow Belongs To Me' (Yarınlar Bana Bağlı).
 “ çayırlardaki güneş yazdan kalma bir sıcaklıkta-
“ormanda geyik özgürce koşuyor...

 Bazı arkadaşlarım Bob Foses’ın ‘Cabaret’ filmini, İzledikten ve- bu şarkıyı duyduktan sonra nihayet bu kadar duygusal etki yaratan bu kadar derin olan şeyin, faşizmin, ne olduğunu anladıklarını sandılar. Fakat bu özellikle kaçınılması gereken bir hatadır. Bu şarkı son derece sıradan, populer bir şarkıdır. Şans eseri, filmi çektikleri sırada Musevi bir çift tarafından bestelenmiştir. Güzel bir ironi. Eğer sadece müziğe değil de, özellikle sözlere dikkat ederek, nasıl bestelendiğine bakarsanız:
"BİR ULUSUN UYANIŞI YARINLAR BANA AİT.."
Kimileri bunu önemsemeden sözcükleri az biraz değiştirerek tamamen radikal solcu ya da, Komünist bir şarkı hayal edebilir.
 “ fakat sonra bir fısıltı; yüksel, yüksel diyor...
Alman Hard Rock grubu 'Rammstein' Sıklıkla Nazilerin askeri ikonografisine, Yakın durduğu ve Bu tip parçalar söylediği yolunda suçlanmıştır. Fakat birisi onların gösterilerini yakından dikkatle gözlerse net bir şekilde, ne yaptıklarını görecektir. ‘Reise Reise’ onların emsal oluşturacak en iyi parçalarıdır.
 “ Reise, reise, Seemann reise
“herkes kendi işini bir şekilde yapar
“insanlara mızrak attılar diğer balıklara attıkları gibi-
“ Der andere zum Fische dann. Der andere zum Fische dann
Remmstein’in oynadığı Nazi ideolojisinin minimal unsurları libidinal yatırımın saf unsurları gibidir. Haz, olması gerektiği, ya da olduğu gibi, kimi tiklere indirgenmiştir: yani, hiçbir ideolojik anlam içermeyen bir takım vücut hareketlerine. Ramstein’ın yaptığı şey ise- bu unsurları Nazi eklemlerinden ayırıp bağımsız bir hale getirmektir. Onlardan ideoloji öncesine ait bir haz almamıza izin verir. Nazizmle mücadele etmenin yolu, Nazilerin atfettiği anlam çerçevesini yok sayarak bu unsurların keyfini çıkarmaktan geçer, geriye kalan göründüğü gibi gülünçtür. Böylelikle, Nazizmi bünyesinden çıkararak onu küçük düşürmüş olursunuz.
 Bu ideoloji öncesi unsurlar nasıl bir araya getirilebilir?
 Bu tür unsurlar bir nevi rüşvet gibi görünebilir. İdeolojinin yöntemi, bizi ayartıp kendi yapısına alarak bize ödeme yapmasıdır. Bu rüşvet, belki zevk almaya kodlanmış tüm hareketlerin, hazla yoğunlaştığı salt libidinal bir ödemedir/rüşvettir. Ya da bunlar kolektif disiplinin dayanışma unsurları, bir grubun kaderi için, mücadele etmesi gibi daldan dala atlayan ucu açık ögelerdir. Tüm bunların hepsi ayrı ayrı kendilerini farklı ideolojik mecralara açan, yerleşik olmayan unsurlardır. Şimdi bizim tüketiciliğimizin en dikkat çekici bölümüne gelelim. İzninizle bir yudum alayım...
İtiraf etmeliyim ki, düzenli olarak içiyorum. Fakat kabul etmeliyiz Sturbucks’tan bir cappucino satın aldığımızda, aynı zamanda bir yığın ideolojiyi de satın alıyorsunuz. Hangi ideolojiyi?
 Bilirsiniz, bir Sturbucks mağazasına girdiğinizde çoğunlukla her zaman şu mesajı içeren, bir takım posterler görürsünüz: Evet, bizim cappucinomuz Diğerlerinden daha pahallı olabilir- Fakat- İşte şimdi hikaye başlıyor:
Biz kazancımızın yüzde birini Guatemala’daki çocukların- sağlığına ayırıyoruz. Sahra’daki çiftçiler için su tedarik ediyoruz, ya da ormanları koruyabiliyoruz, organik kahve yetiştiriyoruz... Falan…falan... Ben bu zeki çözüm karşısında hayran kalıyorum. Saf tüketimciliğin var olduğu eski günlerde, bir ürün alıp sonra kendinizi kötü hissederdiniz. Aman tanrım, Afrika’da insanlar- açlıktan ölürken ben sadece bir yiyiciyim. Buradaki düşünce, saf kafa karıştırıcı tüketimimizi etkisizleştirecek bir şey yapmamız gerektiğiydi. Mesela, herhangi bir, Yardım kuruluşuna katkı yapıp yapmadığınızı bilmiyorum. Burada Sturbucks’ın sizin için kolaylaştırdığı şey- bir tüketici olmak, kötü bir bilinçten arınmış bir tüketici.- çünkü,tüketiciliğe karşı olmanın bedeli, buradan satın aldığınız ürüne dahil. Biraz daha fazla ödeyeceksiniz ve böylelikle sade bir tüketici olmayacak fakat aynı zamanda Afrika’daki açlara- ve çevreye karşı sorumluluğunuzu yerine getireceksiniz. İşte tüketimin en son biçimi budur. Başlıca küçük mutluluklarımız ve sorumluluklarımızdan oluşan- bir yaşama basit bir şekilde karşı çıkmamalıyız. Günümüz kapitalizmini düşünecek olursak: Bir yanda, kar elde etmeye-, büyümeye, sömürüye ve doğanın yıkımına iten sermaye döngüsünün talepleri,- diğer yanda da, hem geleceğimizi hem de hayatımızı sürdürmek için doğayı falan korumamız gerektiğini, söyleyen ekolojik talepler: Gelecek nesillerin hayatta kalması için doğayı koruyalım falan filan.. Acımasızca kapitalist yatırımın peşinden koşma ve çevre farkındalığı arasındaki bu tezatlıkta, bir çok ileri görüşlü analistin not düştüğü gibi kuşkusuz
Kapitalizm tarafında yer alan, acaip ve sapıkça bir sorumluluk var.
İşte bu noktada kayıtsız, şartsız tuhaf bir buyrukla karşılaşırız. Gerçek bir kapitalist, bu sapıkça görev için, her şeyini feda etmeye hazır olan bir pintidir. Burada, Mojave Çölü’nde artık dolaşımdan çıkmış uçakların mezarlığı sayılan bu yerde gördüğümüz şey Kapitalist dinamiğin diğer yüzüdür. Kapitalizm her zaman krizdedir. İşte kesinlikle bu nedenle her zaman yıkılmaz görünür. Kriz bir engel değil. Kriz, onu daima kendini devirmeye, genişletilmiş yeniden üretime her zaman yeni ürünlere yönelterek, ileriye doğru İten şeydir. Bunun görünmeyen yanı ise, koca bir çöplüktür. Bu çöp yığınlarını bir şekilde onlardan kurtulmaya çalışarak karşı koymalıyız. Belki ilk yapılması gereken şey bu çöplüğü kabul etmektir. Yani orada hiçbir şeye hizmet etmeyen bir şeyler olduğunu kabul etmek. Onun bu sonsuz döngüsünü kırmak için kabul etmek.
Bu noktada tarihin bizim için ne anlama geldiğine dair bir sezgimiz olur. Belki bu post-katastrofik filmlerdeki kurtarılma mevzusu için de geçerlidir.
'I Am Legend'(Ben Efsaneyim)’de olduğu gibi. Filmde, insanlardan arınmış bir dünya, terk edilmiş fabrikalar, çalışmayan makinalar ve boş mağazalar görürüz. Bu noktada gözümüze çarpan şey, psikanalitik bir terimle söyleyecek olursak anlamın ardında duran sessizliğe ilişkin ‘Inertia of Real’ (Gerçeğin Donması)dır. Mojeva Çölünde karşımızda duran bu uçaklar bunun, pasif, otantik bir deneyim olduğuna dair bir şans elde etmemizi sağlar. Belki de otantik pasifliğin tamamıyla sanatsal bu anı, Olmadan, yeni olan hiçbir şey ortaya çıkmayacak. Belki de yeni bir şey ancak bir başarısızlık sonucunda bulunduğumuz yerdeki ağ fonksiyonlarının ertelenmesi ile ortaya çıkacak.
 Standart bir okumayla Titanic’in batmasına neden olan şeyin ne olduğunu hepimiz biliyoruz. Sadece filmde değil, gerçekte de bu kaza nedir?
. Bu çarpmanın önemli bir etkisi vardı, çünkü yakın gelecekte kendisini dünya savaşları gibi düşüşlerin beklediğinden haberdar olmayan o dönem halen ışıltılı ve zaferlerle parlayan bir toplumda gerçekleşmişti. Fakat bu anlamlar dünyasında daha da uç noktada olan şey, okyanusun dibinde duran harap haldeki Titaniğin kelimenin tam anlamıyla büyüleyici varlığıdır. James Cameron harap durumdaki Titaniğe bir yolculuk organize ettiği zaman o da benzer bir konuyu- dile getirmiştir. Kaşifler batığa ulaştıklarında müstehcen ve kutsalın üst üste bindiği- yasaklanmış bir bölgeye ulaşmanın- neredeyse metafiziksel deneyimini yaşamışlardır.
 “ evet Roger işte bu. indir onu
“şimdi birinci sınıf salonunun kapısına doğru ilerleyin.
“ I want you guys working with... 
Etkili olan her türlü politik, ideolojik sembol ya da semptom bu başdöndürücü haz boyutunda yer alır. Yani hazzın içinde donmuş ve yüz buruşturan abartılı acının içinde. Burada, okyanusun tam ortasında, donmuş cesetlerle çevrili olan bu botun içinde ne işim var?
 “ Jack?
 Günümüz Hollywood’unun yüce ideolojik alanı olan
“ Jack?
 James Cameron’un Titanic’inin bir sahnesindeyim. Neden?
 Çünkü filmin hikayesinde yaklaşmakta olan gerilim yüzünden.
“– bu dansı bilmiyorum. – ben de bilmiyorum.
“sadece kendini bırak. gerisini düşünme.
Sonuçta üç aşama kaydediyoruz. Birincisi, James Cameron’un alt sınıfa sahte bir sempati saçmalığını yüklediği, ironik biçimde Hollywood Marxism’ine gönderme yapılan kat. Üst katta, egoist ve yüreksiz birinci sınıf yolcular.
“ Bundan hoşlanmıyorum  Rose. 
Bu konum, Kate Winslet’ın nişanlısı rolündeki-
“Billy Zane’e atfedilmiştir. O bunu biliyor. Bütün bir anlatı daha çok gerici bir mit’e teslim olur.
 “ şu adamların  yüzünü gördün mü?
 İlerleyen aşk hikayesinde gemiye çarpan buz kütlesinin nasıl bir role sahip olduğunu sormalıyız?
 “ gemi rıhtıma yanaştığında seninle geleceğim.  “ bu çılgınlık. biliyorum.
Benimse buradaki yorumum son derece sinik. Bu tam anlamıyla gerçek bir felaket olmalı. New York’da iki ya da üç haftalık Şiddetli bir seksten sonra belki bu ateşli aşkın kaybolacağını düşünebiliriz.
 “ para ödeyen bir müşteri olarak-
“istediğimi almalıyım.
Kate Winslet, psikolojik olarak sıkıntıdan dağılmış, egosu darmadağın olmuş, üst sınıfa ait bir genç kızdır. Ve Leonardo di Caprio’nun fonksiyonu da;-
“ Oraya, yatağın yanındaki koltuğa kızın darmadağın olmuş egosunun, benlik saygısının düzelmesine yardımcı olmaktır.
 “ Güzel. Şimdi uzanabilirsin. 
O doğrudan kızın görüntüsünü çizer.
 “ olduğunda söyle
“ kollarını bu şekilde arkaya at.
 “ kalbim durmadan   çarpıyordu. 
“ hayatımın en erotik anıydı en azından 
 “ o zamana kadar..
Hemen seksten sonra değil, çiftimiz açık gökyüzünün altında birlikte yaşamaya karar verdikten sonra, gemi buzdağına çarpar.
 “ evet.
Şuna bak. Bilirsiniz, tarihte eğer bir olay- kıyamet gibi ortaya çıkıyorsa kişileri ya da düşünceleri- korumak adına birer mit mertebesine yükseltilir. 1968’de Çekoslavakya’da Prag Baharı diye bilinen olayın- Bastırılması için Sovyet ordusu ve destek olarak- Varşova askeri gücü tarafından nasıl müdahale edildiğini hatırlayın. Çek demokratik komünistlerinin girişim nedeni- daha insani bir Sosyalizm istemeleriydi.. Biz daha çok bu vahşi Sovyet müdahalesinin- kısa süren Prag Baharını yıktığını düşündük. Belki de onu rüya yapan şey buydu. Çekoslavakya da liberal kapitalist bir pozisyona- evrilebilirdi ya da genellikle reformist komünistlerin talihini belirleyecek tarzda,- yönetimdeki komünistler tarafından- kesin bir sınır çizilmeye mecbur bırakılabilirdi. Tamam, eğlenmenize bakın, bu kadar özgürlük yeter, şimdi yeniden sınırları tanımlayalım. Şimdi buradaki paradoks Sovyet müdahalesinin- başka bir komünizm ihtimalini muhafaza etmesidir.
Burada yine, geçici felaket yoluyla, sonsuzluk adına korunan bu ideale sonradan zorla dahil edilen, bir aşk hikayemiz vardır. Bu sonsuz aşkta illüzyonun korunması adına yapılan umutsuz manevrayı kesinlikle kıyamet olarak okuyabiliriz. İdeolojinin burada nasıl da etkili şekilde işlediğini görebiliriz. İki tane yüzeysel düzeyimiz var. Tüm bu rastlantıların -ve sonrasında da aşk hikayesinin- büyüleyiciliği- fakat bizim ilerici zihinlerimiz tarafından son derece kabul edilebilir olan bu durumlar sadece bir tuzaktır. Her zaman olduğu gibi dikkat eşiğimizin- altında olan şey, fakir insanların yaşam enerjisini- insafsızca kendilerine mal etmeye çalışan zenginlerin gerçek muhafazakar mesajını almaya her zaman hazır olmamızdır.
 “ burada kimse yok efendim.
Her şeyi anlatan mükemmel bir detay var.
 “ geri gel o zaman.
Kate Winslet, Leonardo di Caprio’nun öldüğünü anladığı zaman haykırır:
"Seni hiç bırakmayacağım Seni hiç bırakmayacağım, yemin ederim."
“Dediği sırada - seni hiç bırakmayacağım “söz veriyorum. Onu suyun içine bırakır. O şimdi ironik bir biçimde ortadan yok olan bir arabulucudur. Çiftin sahne aldığı Bu mantığın- Hollywood’da çok uzun bir geçmişi vardır. Hikaye ister dünyanın sonu, ister insanlığı tehdit eden bir göktaşı ya da muazzam bir savaş olsun.
Bir kural gibi çiftimizi tehdit ederek bağlanmalarını sağlayan büyük bir bela ortaya çıkar ve bu çetin sınav sonucunda çiftimiz bir şekilde mutlu sona ulaşır. Bu mantık sadece Hollywood filmleri için geçerli değildir. kırkların sonuna doğru Sovyetler Birliği’nde tüm zamanların tartışmaları içinde barındıran dönemin en pahallı filmi- ‘The Fall of Berlin’: (Berlin’in Düşüşü) çekildi: İkinci dünya savaşının Sovyet bakış açısından tarihe düşülmesiydi. Son derece inanılmaz olan, filmin aşk ilişkisini- yeniden üreten mantığı yakından takip etmesiydi.
Hikaye, Almanların- Sovyetler Birliğine saldırmasının hemen öncesinde,- kasabalı bir kıza aşık olan ve bunu itiraf edemeyecek kadar çekingen bir işçi modelinin, Moskova’ya, Stalin tarafından madalya verilmek üzere davet edilmesiyle başlar. Stalin onun gerilimi, kafa karşıklığını anlar ve gayet şiirsel bir tavsiye- verir. Bu bölüm ne yazık ki kayıptır Çünkü arka planda Stalin’in ölümünden- sonra bir hiç haline gelen ve vatan haini olarak öldürülen Sovyet politikacı Beria yer almaktadır. Fakat senaryodan neyin ne olduğunu anlıyoruz. Eğer Stalin bir aşk tavsiyesinde bulunursa, bu başarılı olmak zorunda- ve çift kavuşmalıdır. Büyük olasılıkla kıza sevişmek istediğini söylemiştir Tam da bu sırada şiddetli bir patlama buna engel olur: Alman uçakları her yeri bombalamaya başlar. Genç kız esir olarak alınır. Kuşkusuz genç adam da Kızıl Ordu’ya katılır ve onu tüm çarpışmalar boyunca takip ederiz. Filmde bu savaşların, neden yapıldığına ilişkin derin mantık,- çifte yeniden hayat vermek üzerine kuruludur. Genç adam kızı geri almalıdır. Filmin en sonunda tuhaf bir şekilde, Stalin’in ilahi çöpçatan olarak onaylanan rolüyle çiftin birleşmesiyle gerçekleşen de bu olmuştur. Gerçekten yaşanan bir sahne, Stalin, sıradan insanların oluşturduğu kalabalığa girerek kendini gösterir. Stalin uçağa binmekten paranoya derecesinde korkan biriydi. Fakat bu sahneyi gördüğünde en sonunda ağlar. Tahmin ettiğiniz gibi bu bölümleri o yazar. Genç çift birbirleriyle karşılaştıklarında, kız önce Stalin’i görür, sonra arkasını döner ve tüm savaş boyunca beklediği sevgilisini görerek şaşırır. Çiftin yeniden bir araya gelmesi böylelikle Stalin’in varlığıyla gerçekleşmiştir.
İşte bu da ideolojinin nasıl işlediğini açıklar. Sadece filmin sonunda Stalin’in söyledikleri bağlamında açık bir İdeoloji değil: Şimdi özgür insanlar barışın tadını çıkarıyorlar Falan filan.. Fakat tam olarak en temel ideoloji. Sözümona kendi içinde önemsiz olan, ikincil durumdaki motif, genç çiftin aşkı, filmi bir arada tutan, dikkatimizi çeken ve sürmesini sağlayan, bu küçük fazlalık, kilit noktada yer almaktadır. İşte ideoloji bu şekilde işler.
 “ Güzel.
 “ Her şey temiz.
 “ Cilalı.
 “ Bu yaptığın iş muhteşem.
 “ Harika, Charlene.

Genellikle askeri disiplini emirleri- mantıksızca yerine getirmek olarak algılarız. Emirlere boyun eğmek olarak. Görevinizin ne olduğunu düşünmezsiniz. Ama bu kadar basit değildir. eğer bunu yaparsak bir makine haline geliriz. Daha fazla bir şeyler olmalı. Bu daha fazla olan şeyin iki temel biçimi vardır. Birincisi, daha iyi huylu olanı ironik mesafedir.
Çok iyi bilinen TV dizisi MASH’da- güzel bir biçimde örneklenmiştir:
“ Hawkeye?
 Hikayede, askeri doktorların da seks oyunlarına karıştığı ve durmadan bir şeylerle dalga geçtiklerini görürüz. Bazıları Robert Altman’ın MASH filmini- Antimilitarist bir hiciv olarak kabul eder- ama değildir. Bu askerlerin sürekli şakalar yapmalarına- Ciddi konularla dalga geçmelerine rağmen, mükemmel askerler olarak görevlerini yerine getirdiklerini- her zaman aklımızın bir köşesinde tutmalıyız. Onlar da görevlerini yaptılar.
 “ Bu senin için tatlım.
Daha da kaygı verici olan saf militarist disipline – bir parça müstehcen meşumluk katmak. Amerikan silahlı kuvvetleriyle ilgili tüm filmlerde, bu müstehcenliğin bilinen en iyi biçimde cisimleşmesi- marşlardır.
“Saçma sapan bir karışım: Bilmiyorum ama, öyle duydum.
 “ Eskimoların kukusu buz gibidir.
 “ Oooo, olamaz. Bakın burada ne var?
  “ Siktiğimin komedyeni?
 Private Joker. 
“ İçtenliğinize hayranım.
 “ Kahretsin.Hoşlandım senden Bir gün
“bize gel ve kızkardeşimi becer.
 “ Seni pislik torbası!
“ Adını öğrendim. Kıç deliğin bende artık!
“ Gülmek yok. Ağlamak yok.
 “ hepsini tek tek öğreneceksin. sana öğreteceğim.
 “ Şimdi kal ayağa! ayaklarının üzerinde dur!
“ kendi kendini sikmenin ne olduğunu göreceksin ya da
“kafanın ve bokunun vidalarını ben gevşeteceğim.
kendine gel yoksa gözlüklerine sıçarım, dünyayı bombok görürsün.
 “ Efendim, evet, efendim! Private Joker
“söyle bakalım, neden benim kutsal birliğime katılmadın?
 Sanırım Stanley Kubrick’in ‘Full Metal Jacket’ filminde İbretlik olarak gösterilen bu eğitim çavuşu, aslında son derece trajik bir figürdür de. Bu çavuşu daima işini bitirdikten sonra evine giden, son derece nazik biri olarak hayal etmeyi severim.
 “ Bu tüfeğim, Bu da tabancam.
Bütün bu müstehcen yaygara sıradan askerleri baskı altına almayan ve onlara sadece biraz zevk almaları için önlerine yem atan- bir show’dur.. Bu sadece askeri makineyi ayakta tutan müstehcenliği sorgulamak değil; daha genel bir kural olarak askeri toplulukları hatta söylemek gerekirse tüm insan topluluklarını avucunun içinde tutan bir diğer genel kuraldır. Büyük uluslardan, etnik topluluklardan,- küçük üniversite bölümlerine ve daha pek çoğuna kadar bu böyledir. Elinizde yalnızca herkesçe bilinen açık kurallar yok. Bir topluluğun parçası olabilmek için her zaman, bazı kapalı yazılmamış kurallara ihtiyacınız vardır; bunlar hiçbir zaman alenen tanınmamıştır- fakat bir grupla özdeşleşme noktasında Son derece hayati kurallardır.
İngiltere’de devlet okullarında hayatı düzenleyen bu müstehcen yazılmamış ritüelleri herkes bilir “Bu kadar yeter, teşekkür ederim Finchley.
 “ Teneffüsten sonra tüm okul sorumluları odama gelsin.
 “ Peki efendim. Sahi, Hindistan nasıldı?
 Eğlendin mi?
“ Mükemmeldi.
Bridges!
Lindsay Anderson’un klasikleşmiş If’ini düşünün..'. Kamusal hayat demokratiktir, öğrencileriyle iletişimde olan bir öğretmenimiz vardır, iyi bir atmosfer, arkadaşça bir eğitim, birlik ve beraberlik ruhu, fakat daha sonra görünenin altında neler olduğunu anlarız. Yaşları daha büyük olan öğrenciler, genç olanları cinsel anlamda taciz ederler. Bu sadistik bir şiddet ile müstehcenlik karışımı bir şeydir. Yine burada önemli olan nokta- bütün suçu veya bu zevki kolayca yaşça büyük olan öğrencilere atamayız. Kurban durumundakiler bile- bu şeytani müstehcenlik döngüsünün bir parçası durumundadır. Bu durum; “eğer bir topluluğun gerçek bir üyesi olmak isterseniz, ellerinizi kirletmeniz gerekir” tarzında bir şeydir. Amerikan askerlerinin Iraklı mahkumlara özellikle utandırıcı tarzda işkence yaptıkları Abu Gharib skandalının bile bu şekilde Okunabileceğini düşünüyorum. Bu basitçe; “biz burnu havada Amerikalılar, diğer insanları aşağılıyoruz” demek değildir. Burada Iraklı askerlerin yaşadığı şey, Amerikan militarist kültürünün müstehcen alt yüzeyini sahnelemek olmuştur.

 'Full Metal Jacket’da, ‘Joker’i oynayan Matthew Modine bizim normal asker diye adlandırabileceğimiz tiplemeye daha yakındır. 'M.A.S.H.'tipi bir asker . İronik bir mesafesi vardır. Sonunda askeri anlamda en verimli asker olduğunu kanıtlar. Bana dönecek olursak. O zaman neden kendimi vurmak istiyorum?
 Burada yanlış giden bir şeyler var. Ama ne?
 “Kolu çek ve mermiyi sür! Sadece bir cinnet geçirmedim.
 “ Hazır ol! “ Bu benim tüfeğim.
 “ burada bunlardan daha çok var, ama bu benimki.
Fakat ben burada direkt olarak bu müstehcen ritüellerle özdeşleştiriliyorum. Mesafeyi kaybettim.. Bunları ciddiye alıyorum.
 “ Tanrı aşkına kafamın içinde ne yapıyorsunuz hayvanlar?
 Eğer buna çok yaklaşıp ona gereğinden fazla anlam atfederseniz eğer gerçekten bir anda bu süper egonun sesini altederseniz, bu bir öz yıkım olur. Etrafınızdaki insanları- öldürürken, bir bakarsınız kendinizi öldürmek üzeresinizdir.
“ şişşt, şişşşt..
 “ Batman’ın, Gotham’ı daha iyi bir yer yaptığını düşünüyor musun?
 Hm?
 “ Bana bak  “ bana bak! “ Batman’ın, Gotham’ı nasıl delice bir yere çevirdiğini gördün mü?
“ Gotham’da düzen mi istiyorsun?
 “o zaman Batman onun maskesini çıkarmalı ve kıskıvrak yakalamalı.
 “ Ve bunu yapmadığı her gün insanlar ölecektir.
 “ Bu akşamdan itibaren.
 “ Ben sözümün eriyim. Peki Joker kim?
 “ Eğer oyun oynayacaksak.. Karşı çıktığın yalan hangisi?
 “ ...bir fincan kahveye ihtiyacım olacak.
 “ iyi polis, kötü polis , oyununa devam mı?
 “ Tam olarak değil.
The Dark Knight’da rahatsız edici olan şey, yalanı genel bir prensip düzeyine çıkarması, sosyal ve politik hayatımıza dair başlıca düzenlemelerin içine kadar sokmasıdır. Sanki toplumlarımız ancak bir yalan üstüne kurulu olunca, istikrarlı bir biçimde sürdürülebiliyormuş gibi. Sanki doğruyu söylemek -bu doğru Joker’de somutlaşır-
Doğru dikkat dağıtıcı bir şeydir. Yani, toplumsal düzenin parçalanması.
 “ asla kafadan başlama.
 “ Yoksa kurbanın kendinden geçer.
 “ sonrakini hissedemez...
Finale doğru elden ele dolaşan Sıcak bir patates gibi işlev görmeye başlar. İlk önce Harvey Dent’dedir.
 “ Peki öyle olsun, Batman’ı içeri atın..
Yalan söyleyen kamu savcısıdır.
 “ Ben Batman’ım.
Kendisinin,- Batman maskesinin ardındaki gerçek Batman olduğunu söyler. Daha sonra, kendi ölümünü taklit eden Batman’ın yakın arkadaşı dürüst polis Gordon’la tanışırız.
 “ Beş ölü. İkisi polis.
 “ Bundan kolayca kurtulamazsın. Sonunda Batman bütün suçu yüklenir,
“ Fakat Joker kazanamaz.
Harvey Dent tarafından işlenen tüm suçları ve cinayetleri.
“ Gotham gerçek kahramanını istiyor.
“O bir kahraman “ Hak ettiğiniz bir kahraman değil, İhtiyacınız olan bir kahraman.
 “ Parıldayan bir şövalyeden farksız.
 “ ABD, Irak’ta  kitle imha silahları-
“olduğunu biliyor 
“ İngiltere, orada kitle imha silahları
“ olduğunu biliyor.
 “ Dünya üzerinde aktif istihbarat programları kullanan-
“bütün ülkeler  Irak’ın da bu kitle imha silahlarını-
“kullandığını biliyor.
 “ Kendi Şii popülasyonuna karşı 45 dakika içinde
“bunu etkinleştirebiliyor. “Seçim onun ve eğer bunlardan kendi kendine
“kurtulmak istemezse, ABD bir koalisyon yürüterek-
“barış adına  onu silahsızlandıracaktır.
Şimdi dürüst olalım. Muhalif basınıyla, demokratik seçimlerle falan boyun eğen,- sonuna kadar meşru, yalnızca bize hizmet eden halkın iktidarına dayalı bir devlet düşünelim. Fakat yine de, son derece demokratik devletlerde, iktidarın nasıl işlediğine dikkatlice bakarsanız gerçek otoriteyi ve iktidarın otoriteye ihtiyacı- olduğunu görebilirsiniz, o sanki her zaman orada, tüm zamanların en çok söylenen mesajının satırları arasında yer almaktadır: "evet, evet. Biz legal seçimlerle demokratikleştik." "Fakat aslında sizinle ne istersek Onu yaparız." “ Çünkü olması  gereken de bu.
 “ Çünkü bazen, hakikat yeteri kadar iyi değil.  “ Bazen insanlar daha fazlasını hak ediyor.  “ Bazen insanların inançlarının “ödüllendirilmesi gerekiyor. 
Bir şiddet eylemiyle karşı karşıya kaldığımızda- Theodore Dostoyevski’nin “Karamazof Kardeş”lerde ki  meşhur ifadesiyle bugünlerde  çok popüler olan günümüzün en basmakalıp laflarından birine gönderme yapmak yerinde olur: "Eğer tanrı yoksa her şey mübahtır." Bu ifadedeki en önemli sorun, tabii ki Dostoyevski’nin de en önemli sorunu, bunu yapmış olmasıdır. Dostoyevski’nin öne sürdüğü iddia edilen bu ifadeyi ilk kullanan 43 yılında Jean Paul Sartre olmuştur. Fakat en önemli nokta bu ifadenin yanlış olmasıdır. Bugün bile içinde bulunduğumuz berbat durum tamamen bunu anlatır. Bu ifade kesinlikle şudur: Eğer Tanrı varsa, her şey mübahtır;- sadece tanrıya inananlar için değil aynı zamanda Tanrıya inanmayanlar ama kendilerini ilahi iradenin doğrudan bir aracı olarak görenler için de. Eğer kendinizi ilahi iradenin doğrudan bir aracı olarak görür ve meşrulaştırırsanız, sonrasında elbette bütün dar ufuklar ufak tefek ahlaki değerlendirmeler ortadan kaybolacaktır. Hala bu daraltılmış terimlerle doğrudan tanrının aracısı olduğunuzu nasıl söylersiniz?
 Bu aynı zamanda aşırı dinci dediğimiz insanlara ait bir düşüncedir de, ama sadece onlara ait değildir. Totalitarizm diye adlandırdığımız konseptin her biçimi kendisini ateist diye göstersin ya da ateist olarak gösterilsin, bu şekilde işler.
Stalinizm, resmi olarak Ateist Marksist teori üzerine temellenir, fakat Stalinist bir politik öznenin, bir liderin, kişisel deneyimlerine, daha yakından baktığımızda,- bu konumun, her istediğini yapan kibirli bir efendiye ait olmadığını görürüz. Aksine bu pozisyon mükemmel bir köleye aittir. Stalinist evrende kesinlikle psikanalitik kuramda “Büyük Öteki” diye adlandırdığımız bir şey vardır. Stalinist evrendeki bu “Büyük Öteki”nin bir çok ismi vardır. Bunlardan en bilineni Komünizm doğrultusunda- tarihsel ilerleme zorunluluğudur. Yani basitçe, tarih. Tarihin kendisi Büyük Öteki’dir. Tarihsel aşamaların zorunlu bir başarısı olarak tarih. Bir komünist kendisini, işlevini, tarihsel bir zorunluluğu gerçekleştirmek olan bir araç gibi görür. Araçları totaliter liderler, efsanevi kişiler olan insanlar hiçbir zaman basitçe varolmuş bireyler, insan grupları falan değildirler. Bu bir tür, idealize edilmiş, hayali bir referans noktasıdır.
Örneğin; 56 yılında Macaristan’da, direnen büyük çoğunluğun- rejime karşı ayaklanıp, Komünist düzene karşı gerçekleştirdiği ayaklanmalarda bile bunun bahsedildiği gibi işlediğini görürüz. Hala, “Hayır, onlar sadece birey, gerçek insanlar değil” "diyebiliyorlar.
“Aman Tanrım, bütün bu berbat şeyleri "nasıl yapabildin?” diye suçlandığın zaman, bilinen Stalinist bir gerekçe olarak şunu söyleyebilirsiniz: "elbette yüreğim bu zavallı kurbanlar için kanıyor” "fakat bütün bunların tek sorumlusu ben değilim" "ben sadece Büyük Öteki adına hareket ediyordum'". "Mesela ben, kedileri, çocukları" " çok severim", falan, işte bu Stalinist bir lider ikonografisidir. Stalinizm’de Lenin, daima küçük çocukları, kedileri seven bir lider olarak temsil edilir. Lenin birçok insanın öldürülmesi için emir vererek bu işe karışmıştır, ama gönlü bu işlerden yana olmamıştır, bu durum, tarihsel ilerlemenin bir Aracı, enstrümanı olarak onun göreviydi. Stalinizm’i sarsmanın yolu belli bir noktaya kadar toleranslı olabilen liderle, basitçe dalga geçmek değildir. Bu, Stalinist bir lideri meşrulaştıran, efsanevi ve en önemli referansı sarsmak demektir: İnsanları, halkı...
The 'Loves Of A Blond' (1965) ve 'Firemen's Ball'
Bunu, Milos Forman’ın şimdiye kadarki en iyi işlerinden olan erken dönem Çek filmlerinde de görebiliyorum. 'Black Peter', the 'Loves of a Blond' ve'Firemen's Ball' sıradan insanlarla alay ettiği filmler. Yani günlük konformizmleriyle, aptallıklarıyla, bencilce arzularıyla daha niceleriyle alay ettiği.
Bu belki de son derece haddini bilmezlik olarak görünebilir fakat hayır, bence Stalinist evrenin iç yapısını sarsmanın yolu budur. Liderlerin, lider olmadığını Göstermek için değil, Çünkü liderler daima şunu söylemeye hazırdırlar: “Ah, fakat bizler sadece " "sizin gibi sıradan insanlarız" Hayır! mutlak bir meşrulaştırmaya hizmet eden efsanevi bir kişi yoktur.
 Gösterişli ideolojik yapının en temel unsuru mu?
 Bunun son derece çelişkili iki boyutu var. Bir yanda, tabii ki, alınyazısı, ilahi hakikat gibi gizli buyruklarla bizim kaderimizi tayin eden Büyük Öteki. Fakat bu belki de Büyük Öteki’yle ilgili ilginç olan en minimal unsur, özneler olarak yaptığımız şeylerin anlamlarını- güvence altına almasıdır. Daha ilginç olanı ‘Büyük Ötekinin' tezahürler düzeni olarak ortaya çıkmasıdır. Yasaklanan bir çok şey basitçe bir yasaklama değildir fakat Büyük Öteki uğruna da gerçekleşmemelidir. Büyük Ötekinin tezahürünün temsili olarak ortaya çıktığı- önemli bir örnek David Lean’ın başyapıtı Brief Encounter (Kısa Karşılaşmalar)da gevezelik edem bir işgüzardır. Filmin başında iki aşık, Celia Johnson ve Trevor Howard, küçük bir istasyonun cafesinde- son kez buluşmak üzere sözleşirler.
 “ Laura, bu ne güzel sürpriz.
 “ Ah, Dolly.
 “ canım, buraya gelinceye kadar alışveriş yaptım.
 “ ayaklarımda derman kalmadı ve boğazım kurudu.
 “ Spindles’ta bir çay içeriz diye düşünmüştüm.-
“fakat treni kaçırmaktan da endişeleniyorum.
 “ Tatlım. Bu Dr. Harvey.
 “ Nasılsınız?
 Rica etsem benim için
“bir fincan çay alabilir misiniz?
 yaşlı kemiklerimi “büfeye kadar sürükleyebileceğimi hiç zannetmiyorum. Şimdi bu durum neden bu kadar ilginçtir?
 Bir kere bu sıkıcı kadının yalnızca acımasız bir davetsiz misafir olduğunu görebiliyoruz.
 “ İşte trenin. Evet, biliyorum.
 “ Bizimle  gelmiyor musunuz?
 “ Hayır, ben tam ters yöne gidiyorum.
 “ İşyerim Churly’de. Ah, anladım “ şu sıralar genel hastalıklara bakan bir pratisyen olarak çalışıyorum.
 “ Dr. Harvey haftaya Afrika’ya gidiyor “ Ah, ne kadar heyecanlı.
Çift ayrılmadan önceki son dakikalarını baş başa geçirmek yerine,- aralarında hiçbir şey yokmuş, sadece birbirini tanıyan iki insan görüntüsü, vermek zorunda kalmışlardır.
   Gitmek zorunda,, yoksa kaçıracak.
 “ Platformun diğer tarafına geçmesi lazım.
İşte bu tam anlamıyla Büyük Ötekinin işlevidir. Kendi istikrarımız için Büyük Öteki figürünü Sürekli hale getirdiğimiz Bir görünüme ihtiyacımız var.
 “ İstasyona tam yarım dakika önce-
“vardım. Adeta uçtum tatlım. Fakat bazı şeyler bu kadar kolay mı?
 Diğer sahne sevgilisini bir daha göremeyeceği için son derece umutsuz olan Celia Johnson’u izlediğimiz sahnedir.
 “ Harika bir insandır.
 “ Onu uzun zamandır tanıyor musun?
 Hayır, çok değil “ Onu hemen hemen hiç tanımıyorum gerçekten.
 “ Evet tatlım, doktorlar hep merakımı celbetmiştir. Sonra Celia Johnson’un iç sesini duyarız.
 “ Keşke sana güvenebilseydim.
 “ Yıllardır boş yere üstünkörü dedikoducu bir insan değil de
“akıllı nazik
“bir arkadaşım olmanı dilerdim.
Peki Celia Johnson’ın içinde bulunduğu çıkmaz nedir?
 Celia, filmde Büyük Ötekinin iki figürüne bölünmüştür. Bir yanda kocası vardır, İyi bir dinleyicidir, fakat ona bunu itiraf etmesi konu bile edilemez.
 “ Fred.
 “ Fred.
 “ Sevgili Fred.
 “ Sana söylemek istediğim çok şey var.
 “ Sen bu dünyada beni anlayabilecek en nazik-
“ve akıllı insansın “ Beyaz atlar beni evimden  İngiltere’den,
“alıştığım bütün şeylerden sürükleyip götüremeyecek.
 “ Zaten herkesin bir kökü vardır, değil mi?
 “ Evet evet, herkesin kökleri vardır.
Diğer yandan, yanınızda itirafta bulunabileceğiniz budala bir insan var ama ortalıkta en ufak bir güven kırıntısı bile yok.
 “ konuşmasan iyi olacak.
 “ Yalvarmayı ve bir şeyleri  kurcalamayı bıraksan iyi olacak.
 “ Ölmüş olmanı dilerdim. hayır hayır, demek istediğim tam da bu değildi.
 “ Tabii hoş değil ve aptalca
“fakat konuşmayı kesmeni dilerdim. Tatlım, tüm saçları dökülmüş
“ ve sosyal hayatının berbat olduğunu söyledi.
“Taşrayı bilirsin,, herkes son derece sonradan görme.
 “ Ah, Dolly. Ne oldu canım?
 “Yine kendini iyi hissetmiyor musun?
 İşte bizim çıkmazımızın trajikliği budur. Tümden birey olarak varolabilmemiz için Büyük Ötekinin kurgusuna ihtiyaç duyarız. Orada, bir yerlerde çıkmazlarımızı kaydeden- bir temsilci olmalı. Bize ait gerçeğin kabul edildiği ve kayıt altına alındığı bir temsilci.
Peki ya böyle bir temsilci olmasaydı?
 90’ların başında Yugoslavya’daki savaş sonrası- Bosna’da, tecavüze uğrayan kadınların geldiği son noktada olduğu gibi. Onlar içinde bulundukları çıkmazı sürdürürken, onları hayatta tutan tek şey yaşamaları gerektiğiydi. Bu hayatta kalma çabasını verirken, son derece kötü bir şey keşfettiler; onları gerçekten dinleyen biri yoktu. Hatta kimi cahil ve ilgisiz sosyal güvenlik uzmanları veya benzeri tipler bir takım müstehcen imalarla azıcık da olsa tecavüzden zevk alıp almadıklarını sormuşlardı.
 Jacques Lacan’ın Büyük Öteki hakkında ifadelendirdiği şeyi keşfettiler: Büyük Öteki yoktur. belki hiçbir zaman bir şeyi itiraf edemediğin sanal bir Büyük Öteki olabilir. Belki Gerçek Öteki vardır Ama sanal değildir. Yalnızız..

Sanırım Kafka şunu söylerken haklıydı;- Modern, laik, dinden arınmış biri için,- bürokrasiyle, özellikle devlet bürokrasisiyle arasındaki ilişki, ilahi olanla ilişkisinden geriye kalan tek şeydir. İşte Brazil filmindeki bu sahnede- bürokrasi ile haz arasındaki yakın ilişkiyi görebiliyoruz. Bu önüne geçilmez, Her yerde var olan bürokrasinin beslediği şey- ilahi hazdır.
 “ adım Lowry, Mr. Warren, Sam Lowry.
Bu bürokratik sözleşmenin yoğun telaşı hiçbir şeye hizmet etmez.
 “ Bu birimde olduğuma memnun oldum.
Bu kendini sonsuza kadar yenilemeye hazır olan etkileyici hazzı meydana getiren son derece- büyük bir amaçsızlığın performansıdır.
 “ Seninle benim aramda Lowry, hayır, hayır.. bu bölüm! “...kayıt bölümünde olsan yanmıştın! “...o bölüm yenilenecek..
 “ Ah! “ İşte geldik..
 “ İşte bu sana özel kapının, sana özel numarası.
 “ Ve bu kapının ardında, sana özel bir ofis var.
 “ Tebrikler, DZ-015. “Takıma hoşgeldin “ Evet. Hayır. İptal et. Kopyaları finansa gönder.
Bunun tam tersi, harika bir durum Filmin başında yer alır.
 “ Harry Tuttle, tesisat mühendisi, emrinizdeyim.
Kendi dairesinde bir tesisat sorunu yaşayan kahramanımız sorunun giderilmesi için devlet dairesinden yardım ister.
“Merkezi hizmetlerden misiniz?
 Normalde tabii ki iki kişi gelir, sadece bazı formların doldurulmasını isterler ve hiçbir şey yapmazlar.
 “ Merkezi Hizmetleri aramıştım.
İşte bundan sonra tam anlamıyla huzur bozucu bir figür çıkar gelir; Robert de Niro tarafından oynanan, korsan görünümlü tesisatçı,
“ Bir dakika. Bu silahın ne işi var?
 “ Sadece önlem efendim.
Sadece önlem Tesisatçı ona “bana sadece problemin ne olduğunu söyle” der ve sorunu çabucak halledeceğine söz verir. Bu tabii ki bürokrasiye yapılan en büyük saldırıdır.
 “ bana bunun yasal  olmadığını mı söylüyorsun?
 “ teşekkürler.
 “ Dinle evlat, bu işte hepimiz beraberiz.
 “ Hadi gel

Öznelliğimiz, kendi kendimizi deneyimleme biçimimiz her zaman minimum derecede- bir histeri barındırır.
Histeri nedir?
 Sosyal ve sembolik kimliğimizi- sorgulama yöntemimiz.
 “ Bunun Tanrı olduğundan Şeytan olmadığından emin misin?
 “ Emin değilim. Hiçbir şeyden emin değilim.
 “ Eğer bu şeytansa şeytan uzaklaştırılabilir.
 “ Peki ya Tanrıysa?
 “ Tanrıyı uzaklaştıramazsın değil mi?
 Peki temelde histeri nedir?
 Bu, kimliği belirleyen otoriteyi işaret eden- bir sorudur. Bu: "Neden senin ben olduğumu söyleyen" şeydir. Psikanalitik kuramda histeri, sapkınlıktan ziyade yıkıcı bir durumdur. Sapkın biri; histerik durumda uç noktada üretken bir durumun kuşkusu olduğunda kafasında hiç bir belirsizlik yaşamaz. Bütün yeni buluşlar histerik sorgulamalardan çıkar ve Hıristiyanlığın biricik özelliği- bu histerik sorgulamayı bir özne olarak- Tanrının kendisine havale etmesidir.
“ Bu kim?
 Beni kim takip ediyor?
 Sen misin?
  Kazancakis’in romanı ve Scorsese’nin filmi olan- 'The Last Temptation of Christ'filminde Genç İsa’ya söylenen ve onun çok kolay kabullenmediği, sadece Tanrının oğlu değil, aslında tam olarak tanrının kendisi olduğunu anlatan zeki düşüncedir. Bu genç İsa için travmatik bir düşünce olup,
“Peki Tanrım öyleyse ben niye ölüyüm?
” Gerçekten ölü müyüm?
 Diye sorması gibidir. Peki Hıristiyanlığı istisnai yapan bu emsalsiz noktaya nasıl geldik?
 Tüm bunlar, her şeyin Eyüp için bir anda kötüye gitmeye başladığı anlatılan Eyüp Kitabıyla (Book of Job) başlar. Eyüp her şeyini kaybeder. Evini, ailesini, tüm mal varlığını her şeyini. Üç arkadaşı onu ziyaret eder ve- her biri Eyüp’ün talihsizliğini bulmaya çalışır. Eyüp’ün büyüklüğü onun bu derin anlamı kabul etmemesidir. Kitabın sonuna gelindiğinde, Tanrı ortaya çıkar, ve Eyüp’e hak verir. Tanrı her şeyi açıklar; dindar arkadaşlarının Eyüp için söylediklerinin yalan olduğunu; Eyüp’ün söylediği her şeyin doğru olduğunu. Felakette bir meal yoktur. İşte burada acıyı yasadışı kılmanın ilk aşamasına doğru bir adım atıyoruz.
 “ Tanrım benimle kal, Beni bırakma.
Yahudilikle, Hıristiyanlık arasındaki karşıtlık, anksiyete ve aşk arasındaki karşıtlıktır. Yahudi Tanrı diğerinin arzusunun boşluğunun Tanrısıdır. Kötü şeyler olur, sorumlu Tanrıdır, fakat biz, Büyük Öteki’nin, yani Tanrının, bizden ne istediğini bilmiyoruz.
İlahi arzu nedir?
 Bu travmatik deneyimi belirlemek için Lacan, İtalyanca bir deyimi 'che voglio'? yu kullanmıştır. "Ne istiyorsun?
" Bu korkunç sorunun anlamı: İyi de benden ne istiyorsun?
dur. Buradaki düşünce şudur: Tıpkı Tanrının enigmatik ve korkunç ötekiyi devam ettirdiği gibi, Yahudiliğin bu anksiyete (korku-gerilim-sıkıntı) de ısrarcı olmasıdır. Sonra da Hıristiyanlık bu gerilimi aşk/sevgi yoluyla yeniden çözümler. Oğlunu kurban ederek, Tanrının bizi sevdiğini- kanıtladığını anlarız. Bu bir tür hayali, duygusal hatta radikal anksiyetenin- çözülme durumudur.
 “ Baba, onları bağışla.
Eğer mesele bu olsaydı, Hıristiyanlık daha çok- Yahudi kavrayışını parçalayan, İdeolojik, ters yüz edici ya da derin olanın kontrol altına alınması- biçiminde olmalıydı. Fakat bana göre birileri, Hıristiyan tutumu çok daha radikal biçimde okuyabilir.
Scorsese’nin filmindeki çarmıha gerilme sahnesi bunu anlatır. Çarmıhın üzerinde ölmekte olan kesinlikle Büyük Öteki’nin garantisidir. Burada Hıristiyanlığa ait mesaj radikal biçimde ateisttir. İsa’nın ölümü, çektiği acının günahlarımızın- ödendiği anlamında ticari bir ilişkinin- kefareti değildir.
Peki kime ödenecek?
 Ve neden?
 Vesaire, vesaire.. Bu durum, basitçe hayatlarımızın anlamını garantiye alan Tanrının parçalanması değildir. Ve bu, şu ünlü cümledeki anlamdır:
"Eli Eli lama sabachthani?
"Tanrım beni neden Terk ediyorsun?
 “ Tanrım, beni neden terk ediyorsun?

 İsa’nın ölümünden hemen önce, psikanalizde “ “subjektif yoksulluk” dediğimiz bir kavrama ulaşırız.
Sembolik özdeşleşme alanının Tamamen dışına çıkmak, sembolik otoritenin tüm alanını (yani Büyük Öteki’ye ait olan sahayı) Fesh etmek veya ondan kuşku duymak. Kuşkusuz tanrının bizden ne istediğini bilemeyiz çünkü Tanrı bulamıyoruz. İşte İsa’nın söylediği bir sürü şeyden biri de şudur: "ben dünyaya barışı getirmedim." "Eğer annenizden, babanızdan Nefret etmezseniz" "benim takipçim değilsiniz." demektir.
Tabii ki bu gerçek anlamda ebeveynlerinizden nefret etmek ya da onları öldürmek anlamını taşımaz. Buradaki aile bağlarının hiyerarşik, sosyal bağlar için geçerli olduğunu düşünüyorum. İsa’nın mesajı: Ben ölüyorum ama benim ölümüm müjdeli bir haberdir. Bu sizin yalnız olduğunuz, bağımsızlığınıza, yalnızca inananlar topluluğu tarafından Kutsal Ruh’a terk edildiğiniz anlamına gelir. İsa’nın bir şekilde başka bir figür olarak dönmesini düşünmek yanlıştır.
İsa, inananlar özgürleşimci bir kolektif oluşturduğu zaman hala buradadır. İşte ben bunun için Ateistliğe giden tek yolun Hıristiyan olmaktan geçtiği- konusunda ısrarlıyım. Hıristiyanlık, Tanrının olmadığını falan öne süren Ateizmden çok daha ateisttir.- Fakat yine de Büyük Öteki’ye olan güveni sürdürür, Bu Büyük Öteki, doğal zorunluluk, evrim gibi kavramlarla adlandırılabilir. Biz insanlar yine de evrim, gelişme gibi şeylerin- ahenkli bütünlüğüne indirgendik, fakat güç olan şey, yeniden bir Büyük Öteki’nin- olup/olmadığını kabul etmektir. Meali/anlamı garantileyen bir referans noktamız yok.
John Frankenheimer’ın görmezden gelinmiş bir Hollywood başyapıtı olan 1966 tarihli ‘Seconds’ (İki Yüzlü Adam) Hippi döneminin tam ortasında kontrol edilemez denetimsiz bir hedonizmi salık verir. Düşlerini gerçekleştir, hayatı dolu dolu yaşa. Film, orta yaşlarında sıkıcı, gri, yabancılaşmış bir hayatı olan işadamının bir anda bütün bunlara daha fazla katlanamayacağına karar vermesiyle başlar. Bir arkadaşının aracılığıyla ona ilginç bir teklif sunan gizemli bir ajansla iletişime geçer. Hayatını düzenleyecekler ve o yeniden doğacaktır.
 “ bu işin bedeli otuz bin dolar
“civarında  Evet, epey yüksek bir
“fiyat olduğunu biliyorum fakat yoğun kozmetikler yerine
“sizi yenilemek için plastik cerrahi kullanarak,
“CPS sizin  fiziksel özelliklerinize ve
“tıbbi koşullarınıza uyacak  mükemmel ve
“yepyeni bir vücudu size kazandıracaktır.
 “ CPS?
 “ Ah, Cadaver Procurement Section.(Kadavra Tedarik Etme Temsilciliği)
Cesetleri kullanarak, yaşayan kişinin bedeninin cesedinki gibi görünmesini sağlarlar. Düzmece bir kaza yaratarak polisin o kişinin ölmüş olduğuna inanmasını sağlarlar.
 “ biliyor musunuz Bay Wilson?
 burası için bir çeşit
“dönüm noktasını temsil ediyorsunuz.
Sonra bu şirket, Los Angeles civarındaki hoş bir villada yeni bir hayat sağlayacak, hatta plaj boyunca dolaşırken sendelediği zaman yanında olup ona destek verecek hoş bir kadın da temin edecektir. Böylece kahramanımız yeniden doğmuştur.. Artık bir işadamı değil modernist bir ressamdır
“ Tony Wilson.
Tony Wilson olarak- Bu rolü üstlenen kişi Rock Hudson’dan başkası değildir. Böylece yeni aşkı, hoş bir kadın olan Nora,- onunla ilgilenip, onu, insanların çıplak dansedip- sarhoş olduğu Şarap Orjilerine bile götürür. Her şey yolunda görünmektedir Fakat Tony Wilson eski hayatını özlemeye başlar. Giderek artan bir şekilde eski hayatı onu bir hayalet gibi takip eder. Sonunda pes ederek tekrar şirkete ulaşır- ve eski hayatına dönmek istediğini söyler. Bu gizemli şirketin patronu,
“ Selam evlat. Paternal süper ego figürü nazik bir acımasızlıkla ona hakikati söyler. Yeni hayatına alışamadığı için- onları hayal kırıklığına uğratmıştır.
 “ biliyor musun, kesinlikle başaracağını,
“hayallerini gerçekleştireceğini sanmıştım. “Efendim?
 “ Diyorum ki, kesinlikle başarıp
“hayallerini gerçekleştireceğini umut etmiştim.
 “ Sen buna hüsnükuruntu diyebilirsin evlat ama
“dünya arzu etmek üzerine kurulmuştur.
 “ Bunun için çok çalışmaya devam etmelisin.
 “ Vazgeçemezsin... “Ve asla hataların rüyalarını tehlikeye sokmasına izin veremezsin

Peki burada yanlış giden neydi?
 Problem, geçmişindeki maddi varoluşun- silinmiş olmasıydı.
 “ İşte, naklin için geldiler.
 “ Efendim?
 Estetik ameliyat bayım
Tamamen yeni çevrede, yepyeni arkadaşlar arasında- yaşamış ve yaptığı iş değişmişti. Aynı kalan tek şey Rüyalarıydı,- çünkü şirket onu yeniden doğuma hazırlarken, ona yeni bir varoluş vaadi verirken, takip ettikleri şey onun rüyalarıydı. Rüyaları yanlış kurgulanmıştı, ve bu ideoloji kuramı açısından çok önemli bir derstir.
 “ unutma evlat. Hayallerimiz için çok çalışmayı
“sürdürmeliyiz.
Nasıl olacağını hatalarımız öğretecektir. Boşuna yapılmadılar. “Unutma bunu Kahramanımız ameliyathaneye giden koridorda, korkunç gerçeği fark eder. Hiçbir zaman yeniden doğmayacaktır ancak yeniden doğmak isteyen biri için kadavra olacaktır.
Rüyalarımız arasında- ayrım yapabilmeliyiz. Varolan toplumun ötesini gösteren- doğru rüyalarla sadece idealize edilen yanlış rüyalar: Sadece idealize edilen tüketimci yansımaları olan, toplumumuzun ayna imgesi olanlar. Rüyalarımıza kolayca maruz kalmayız,- onlar birtakım anlaşılmaz derinliklerden gelir- ve bu konuda hiçbir şey yapamayız. İşte psikanalizin ve kurmaca sinemanın en temel dersi budur. Rüyalarımızdan biz sorumluyuz. Rüyalarımız, arzularımızı yapılandırır- ve arzularımız somut gerçekler değildir. onları biz yaratırız ve sürdürürüz, ve onlardan sorumluyuzdur.
Burası yaklaşık beş, on milyon yıl öncesine ait- tortulanmış antik bir göl yatağı.
‘Zabriskie Point’daki orji sahnesi,- 1960’daki hippi devriminde yanlış giden şeylerin neler olduğuna dair iyi bir metafor/mecaz oluşturur.
Burada mühim olan konu 'Zabriskie Point'In 60’ların otantik devrim enerjisinin kaybedildiği 1970’lerde- yapılmış olmasıdır. Bu orji [Grup seksi] , varolan toplumsal düzenin yıkımı ve bu sözde suç teşkil eden aktivitelerin ideolojiyle yeniden birleşiminin- tamamen estetize edilmesi arasında bir yerlerdedir. Yönetmen Antonioni Bu durumdan, varolan baskıların bir nevi aşkınlığı olarak yorumlasa da bu sahnenin, herhangi bir halka açık reklamda yer alabileceğini kolayca düşünebiliriz.
Özgürlüğe giden ilk adım sadece gerçekliği değiştirerek rüyalarınıza uydurmanız değil, rüyalarınızı değiştirmenin bir yolunu bulmanızdır. Ve bu yine acıtıcıdır çünkü elde ettiğimiz bütün doygunluklarımız rüyalarımızdan gelir. Çindeki çocukların rüyasındaki sözler
 “ Büyük kumandan Mao “çok önemli bir çağrıda bulunmaktadır:
“Devlet işleriyle ilgilenmelisiniz ve
“büyük proleter Kültür Devrimini sonuna kadar
“götürmelisiniz.


The Dark Knight (2008) filminde;
“ şişşt, şişşşt..
 “ Batman’ın, Gotham’ı daha iyi bir yer yaptığını düşünüyor musun?
 Hm?
 “ Bana bak  “ bana bak! “ Batman’ın, Gotham’ı nasıl delice bir yere çevirdiğini gördün mü?
“ Gotham’da düzen mi istiyorsun?
 “o zaman Batman onun maskesini çıkarmalı ve kıskıvrak yakalamalı.
 “ Ve bunu yapmadığı her gün insanlar ölecektir.
 “ Bu akşamdan itibaren.
 “ Ben sözümün eriyim. Peki Joker kim?
 “ Eğer oyun oynayacaksak.. Karşı çıktığın yalan hangisi?
 “ ...bir fincan kahveye ihtiyacım olacak.
 “ iyi polis, kötü polis , oyununa devam mı?
 “ Tam olarak değil.
The Dark Knight’da rahatsız edici olan şey, yalanı genel bir prensip düzeyine çıkarması, sosyal ve politik hayatımıza dair başlıca düzenlemelerin içine kadar sokmasıdır. Sanki toplumlarımız ancak bir yalan üstüne kurulu olunca, istikrarlı bir biçimde sürdürülebiliyormuş gibi. Sanki doğruyu söylemek -bu doğru Joker’de somutlaşır-
Doğru Dikkat dağıtıcı bir şeydir. Yani, toplumsal düzenin parçalanması.
 “ asla kafadan başlama.
 “ Yoksa kurbanın kendinden geçer.
 “ sonrakini hissedemez...
Finale doğru elden ele dolaşan Sıcak bir patates gibi işlev görmeye başlar. İlk önce Harvey Dent’dedir.
 “ Peki öyle olsun, Batman’ı içeri atın..
Yalan söyleyen kamu savcısıdır.
 “ Ben Batman’ım.
Kendisinin,- Batman maskesinin ardındaki gerçek Batman olduğunu söyler. Daha sonra, kendi ölümünü taklit eden Batman’ın yakın arkadaşı dürüst polis Gordon’la tanışırız.
 “ Beş ölü. İkisi polis.
 “ Bundan kolayca kurtulamazsın. Sonunda Batman bütün suçu yüklenir,
“ Fakat Joker kazanamaz.
Harvey Dent tarafından işlenen tüm suçları ve cinayetleri.
“ Gotham gerçek kahramanını istiyor.
“O bir kahraman “ Hak ettiğiniz bir kahraman değil, İhtiyacınız olan bir kahraman.
 “ Parıldayan bir şövalyeden farksız.
 “ ABD, Irak’ta  kitle imha silahları-
“olduğunu biliyor 
“ İngiltere, orada kitle imha silahları
“ olduğunu biliyor.
 “ Dünya üzerinde aktif istihbarat programları kullanan-
“bütün ülkeler  Irak’ın da bu kitle imha silahlarını-
“kullandığını biliyor.
 “ Kendi Şii popülasyonuna karşı 45 dakika içinde
“bunu etkinleştirebiliyor. “Seçim onun ve eğer bunlardan kendi kendine
“kurtulmak istemezse, ABD bir koalisyon yürüterek-
“barış adına  onu silahsızlandıracaktır.
Şimdi dürüst olalım. Muhalif basınıyla, demokratik seçimlerle falan boyun eğen,- sonuna kadar meşru, yalnızca bize hizmet eden halkın iktidarına dayalı bir devlet düşünelim. Fakat yine de, son derece demokratik devletlerde, iktidarın nasıl işlediğine dikkatlice bakarsanız gerçek otoriteyi ve iktidarın otoriteye ihtiyacı- olduğunu görebilirsiniz, o sanki her zaman orada, tüm zamanların en çok söylenen mesajının satırları arasında yer almaktadır:
"evet, evet. Biz legal seçimlerle demokratikleştik."
"Fakat aslında sizinle ne istersek Onu yaparız."
“ Çünkü olması  gereken de bu.
 “ Çünkü bazen, hakikat yeteri kadar iyi değil. 
“ Bazen insanlar daha fazlasını hak ediyor.
 “ Bazen insanların inançlarının
“ödüllendirilmesi gerekiyor. 
Bir şiddet eylemiyle karşı karşıya kaldığımızda- Theodore Dostoyevski’nin “Karamazof Kardeş”lerde ki meşhur ifadesiyle bugünlerde  çok popüler olan günümüzün en basmakalıp laflarından birine gönderme yapmak yerinde olur:
"Eğer tanrı yoksa her şey mübahtır."
Bu ifadedeki en önemli sorun, tabii ki Dostoyevski’nin de en önemli sorunu, bunu yapmış olmasıdır. Dostoyevski’nin öne sürdüğü iddia edilen bu ifadeyi ilk kullanan 43 yılında Jean Paul Sartre olmuştur. Fakat en önemli nokta bu ifadenin yanlış olmasıdır. Bugün bile içinde bulunduğumuz berbat durum tamamen bunu anlatır. Bu ifade kesinlikle şudur:
Eğer Tanrı varsa, her şey mübahtır;
 sadece tanrıya inananlar için değil aynı zamanda Tanrıya inanmayanlar ama kendilerini ilahi iradenin doğrudan bir aracı olarak görenler için de. Eğer kendinizi ilahi iradenin doğrudan bir aracı olarak görür ve meşrulaştırırsanız, sonrasında elbette bütün dar ufuklar ufak tefek ahlaki değerlendirmeler ortadan kaybolacaktır. Hala bu daraltılmış terimlerle doğrudan tanrının aracısı olduğunuzu nasıl söylersiniz?
Kaynak:
THE PERVERT'S GUİDE TO IDEOLOGY / Normüstü İnsanın  İdeoloji Rehberi (2012)



Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar