Print Friendly and PDF

TOPLUM YAHUDİ



İbranioğullarının bulunduğu Filistin bölgesi ve geniş bir alanı kapsayan çevresinde Paganların en popüler baş tanrısı El idi.
El, Sami dilinde bütün Tanrıların babası olan en yüce Tanrıdır. El, güç anlamına gelir. Muhtemelen El’den Türeyen ve İbranice Tanrı anlamına gelen Eloha güçlü olan demektir. El'den bir çok Tanrı ve melek ismi türetilmiştir.
El ataerkil-patriyarkal emreden bir Tanrıydı. Yunan baş tanrısı Zeus gibi, Tanrıların babasıydı. El tanrısı oldukça enteresan bir bakış açısıyla doğadaki herhangi bir güç ile özdeşleştirilmemişti. El bir nevi tek Tanrı inancına modellik etmiş bir tek Tanrı protipi idi. Tanrılar divanın başında oturur bu divanın kararlarını açıklardı. BaşTanrı İbranice El çoğulu Elim, Akadca da tlu”Ellil* çoğulu İlanu, Kenan dilinde ‘İl’, İbranicede ‘El Elah’, Aramice ‘El -Elah/Alaha’ Arap ‘el-İlah’ İl-İlah Süryanice Aloho/Alaha/Elaha, Babil’de, Ba’al isimlerim almıştı.
Azra-il, Cebra-il Mika-il, İsraf-il, Bab-il, İsra-il, İsma-il gibi isimler İbranicedir İl/El eki alarak Tanrı ile bir ilahilik ile işkilendirilmişlerdir. Arapça El, kökünden gelen buna benzer isimleri el ekine il ekleyerek bazısısnın anlamını değişirerek aynen kullanır. Bu kelimeler Arapçada ‘il’ eki İbranicede ‘el’ eki almıştır:
Mika-El,Cebra-El(cebri eloha=Tanrı nın gücü), Cebra-il/el: (cebri eloha=Tanrı nın gücü)
Cabrael İbranice, Cebrail Arapçadır. Aralarında fazla bir fark yoktur. Cebrail İslam’da Allahın gücünü bildiren Allah’ın kelamını peygambere iletir. Diğer Tanrıyla bağlantılı bazı örnekler şöyledir
İsra-il/el: (israelohi=Tanrıyı yenen)Samu-El,Sama-il/el veya İsma-il/el(Sam-ı-Eloha=Sam’ınTanrısı), Dani-El (Dan-ı-Eloha=Tanrı Hükmü) İsma-El kelimesi İsma-Elah şeklindedir. Araplar bunu İsma-İl şeklinde okurlar.
Allah kelimesinin kökenleri üzerinde bazı tartışmalar vardır. Bu tartışmaları netleştirmek için oldukça gerilere gitmek gerekmektedir. Dilbilimciler, sözcüğün kökünün İlah’tan (el-ilah) ya da el-laha’dan gelmiş olabileceğini söylerler. Allah sözcüğünün kökeni bazı alimlere göre İlah’tır. Bazılarına göre ise Lah’tır. Bu kelimeye karşılık Süryanice’de Laha vardır. Muhtemelen Lah Arapçaya Süryanice Laha’dan geçmiştir. Lâh gizlenme ve yükselme mânâsına fiilinin masdarı olduğu gibi bundan “ilâh” anlamında da bir isimdir ve lâh isminin başına “el” getirilerek “Allah” denilmiş ve özel isim yapılmıştır. Diğer bir görüşe göre de İlah’ın başına yüceltmek maksadıyla elif ile lam konmuş, el-ilah olmuş. Bu kelime genelde Sami dillerinde En üst ilah anlamına gelir. Allah ismi arapça Elif (E/A), Lam (L), ve He (H) harfleriyle yazılır. A dediğimiz Elif, L dediğimiz Lam ve H dediğimiz He. El-ilah dile ağır geldiğinden ilah’taki (i) kaldırılmış, ve biraraya gelen iki lam(L) birbirinin içine geçirilmiş (idğam), böylece “Allah” sözcüğü meydana gelmiştir.
Arapça ile akraba olan dillerde de ilah kelimesi benzer şekillerde seslendirilir; İbranice Tanrı anlamına gelen Eloah/ Elohim, Keldanice Alaha, Aramice Elaha, Süryanice Alaha, Aloho gibi...
Aslında çoğunluk isim ve kelimelerin bir etimolojik kökeni vardır. Allah’ın etimolojik kökeninin tartışmalı olduğu gibi Yahudilikte Tanrı yerine kullanılan Elohim’in etimolojik kökeni de tartışmalıdır. İngiliz Arkeolojist, araştırmacı yazar, Godfrey Higgins (1772-1833) klasik eseri Anacalypsis’de Yahudi’lerin Tanrı anlamına kullandıklan Elohim kelimesinin etimolojik kökenlerini bulmaya çalışır. Elohim’in daha önceki orijinal telafuzunun aracı, uzlaştıncı, korumaya aracı olan anlamında Aleim (çoğulu Alim) olduğunu bunun İbrani dilinde sonradan Elohim diye teleafuz edildiğini belirtir.
Elah Allah deyimine çok yakın bir ifadedir. Aramicenin Süriye ve bölgesinde kullanılan Süryanice lehçesinda Tanrı yerine kullanılan Alaha, Aloho Arapça Allah kelimesinin oluşumunda diğer büyük etkisi olan kelime kökenlerinden biridir. Allah sözcük olarak aslı, Süryanice “Aloho” dan geldiği öne sürülür. Süryanice’de şöyle bir deyim vardır: Nhayloğ Aloho (Allah Güç versin). Büyük İslam tefsircisi Razi’ye göre de Allah Arapça değildir. İbranice veya Süryanice’dir.
Bütün bu Tanrıyı çağrıştıran El, İl, Lila, Lilu, Eli, Eloi, Ellil, Enlil, El-İlah, El-Lah, Ellah, Eloah vb. gibi isimler çeşidi Mezopotomya dillerinde aşağı yukarı bir ilahi gücü çağrıştırıyordu. Arapça Tanrı anlamına gelen İlah’ın Aramice kökeni Elah, İbranice Eloah’tır. El’den türemiş birbirine benzer sayısız isim vardır. Korkulan bir ataerkil Tanrı olan El ve bu isme yakın Tanrı adlan olan: Elohim, Elyon, Al, Eloah, Elah gibi adlar genellikle Tanrı’nın güçlü, büyük, yüce, korkulan niteliklerine odaklanır.
Tevrat’ta çoğunlukla İbranicede Tanrı anlamına gelen Elohim kullanılır (2500 civan). El’de yine Tevrat’ta Tanrı anlamında kullanılır. Elohim kelimesinin daha önce çoğul olarak kullanılan Eloah’ın kelimesinin tekili olduğu öne sürülür. İbranicede genelde ‘im ’ ile biten kelimeler çoğul olarak kullanılır. Eloh-im kelimesi genelde tekil değil çoğul anlamda kullanılır. Fakat İbrani-Yahudi tanrısını belirtirken tekil anlam alır. Diğer Tanrıları belirtirken çoğul anlam alıyor diye düşünmemiz gerekiyor.
Tevratta El, Elohim, Elyon, Adonay (İbranice; din/dün), isimleri Tanrı’nın en yüce olma özelliğini vurgular. Elyon kelimesi İbranice yukarıya gitmek anlamındaki Allah kelimesinden gelir. El Arapçada İl olmuş El İlah, İlah muhtemelen Allah’a kadar giden bir evrim geçirmişti.
Bizim Babil olarak adlandırdığımız medeniyet aslında Bab-El’dir. Asurcada Bab kapı demektir El de Tanrı demek olduğuma göre Babil (Babel) Tanrının kapısı anlamındadır. Bizim Osmanlıda kullandığımız Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde Sadrazamlık binasına ve daha geniş anlamıyla da Osmanlı hükümetine verilen isim olan Bab-ı Ali (Babıali) binlerce yıllık süreç içinde Babil’in evrimleşerek dilimize girmesinin sonucudur. Bab Arapça’ya da kapı olarak geçmiş Farsça yüce, ulu anlamına gelen Ali ile birleşerek Bab-ı Ali olmuştur.
Ali ismi Allah’ın 99 isminden biri olan ‘El-Aliyy’ isminden alınmıştır: “Gerçekten O, Aliyy’dir (Aliyyun-en yücedir), Hakim’dir” (Kuran; Şura, 51).
Sonuç olarak konuyu özetlersek; El-İl takısının kökenleri, evrimi üzerindeki tartışmalar günümüze kadar açık ve net bir sonuca ulaşmadan gelmiştir. Eloah veya diğer söylenişiyle Elohim kelimelerinin etimolojik kökeni tartışmalıdır. Bazı araştırmacılar Eloah kelimesinin Arapça’da Allah kelimesine dönüştüğünü ileri sürerler. Allah kelimesinin köken itibariyle Arapça Tanrı anlamına gelen ‘İlah’ dan türetilmiş olduğu bunun Arapça, İbranice, Aramice ailesinin bulunduğu Sami dinlerin ortak kullanımı olan El/İl den türetilmiş olduğu daha kabul edilebilir bir görüştür.
Pagan baş Tanrısı ölümsüz El’in isminin geçirdiği linguistik değişmelerin Hem Yahudilere hem Müslümanların hem de diğer birçok dinin Tanrı isimlerinin oluşumunda katkıda bulunmuş olacağı ihtimali kesinlikle göz ardı edilmemelidir. Bütün dinler bir önceki dinlerin inanç, dil, kültür, yaşam, dünya görüşü gibi birçok öğelerinden beslenerek gelişmişlerdir. Aramca-Süryanice konuşan Hz. İsa da Tanrıya Eli diyordu. Aramca ifadeyle Hz. İsa son nefesinde şöyle diyordu; “Eli, Eli, lama şevaktani” Yani, ‘Tanrım, Tanrım beni neden terk ettin?”.
Sh: 45-49
Kaynak: İsmail TOKALAK, Yahudiliğin Kökenleri Ve Küresel Gücü, Ataç Yayınları Baskı Tarihi: Mayıs 2014, İstanbul


Batı medeniyeti itiraz edilemeyecek bir şekilde Yahudileşmiş bir medeniyettir  
Yahudi kökenli ABD’li akademisyen-
Prof. Albert S. Lindemann
**
“Yahudi ulusal belleğinin mihenktaşı olan Kitabı Mukadddes’in (Tevrat) yeni arkeolojik keşiflerden sonra bilimsel güvenirliği zedelenmiştir.”
İsrailli akademisyen-
Prof. Shlomo Sand
**
Yaşasın borçlu. Yaşasın borcunu ödeyen
Yahudi atasözü
**
Amerika’nın Nazi savaş suçlularının yargılandığı Nuremberg mahkemelerinin modem versiyonu mahkemelere ihtiyacı var Bu mahkemelerde (suçlu)bankerler insanlık suçu ile yargılanmalılar
Dave Hodges,
Ocak 2013 -193
**
“Yahudi dini ile  Kapitlizmin temel fikirleri ve Yahudi davranış formları büyük benzerlik göstermektedir.”
Alman sosyolog -
Werner Sombart(1863-1941)
**
Yahudi bir baba oğluna ticareti öğretmiyorsa hırsızlığı öğretsin
Talmud, Mişna
**
“Yalnız Yahudiler insandır Yahudi olmayanlar sürüdür (goyim)”
(Kerithuth 6b s. 78, Jebhammoth 61a).
“Yahudi olmayanlar Yahudilere köle olarak hizmet etmek için yaratılmıştır.”
(Midrasch Talpioth 225).
“Yahudi olmayanlarla cinsel ilişkiye girmek hayvanla cinsel ilişkiye girmektir.”
(Kethuboth 3b).
“Yahudi olmayanların çocukların insanlık vasfı yoktur. Yahudi olmayanların çocukları hayvandır”
(Yebamoth 98a).
“Yahudi olmayan kızlar daha doğumdan itibaren kirlenmişlerdir.”
(Abodah Zarah 36b).
**
“Amerika'yı ve Amerikan halkını kontrol eden biz Yahudi halkıdır.”
İsrail Başbakanı -
Ariel Şaron (2001-2014)
**
‘Kesinlikle inanıyorum ki, Beyaz Saray, Senato, Amerikan medyasının çoğunluğu bizim elimizde, başkalarının hayatı bizim hayatımız kadar önem taşımıyor.
İsrailli gazeteci -
Ari Shavit (Şavit) 1996
**
Benim değerlerim Yahudi değerleridir.
İngiltere Başbakanı -
David Cameron, The Jewish Chronicle, Mart 2007
**
Rusya’nın zenginliğinin yüzde otuz beşi 110 kişinin elinde
Credit Suisse, 2013 Global Wealth Report
**
İngiliz (Britanya) imparatorluğu, Yahudi finansörler ve İngiliz aristokrasisinin bir ortaklığıdır.
Fransız asıllı İngiliz tarihçi -
Hilaire Belloc (1870-1953), 1922.
**
‘Modern bankacılık parayı yoktan var eder. Bankacılık adaletsizdir ve günahın içinde doğmuştur."
İngiliz Merkez Bankası Başkanı-
 Josiah Stamp (1880-1941)
**
Bizim(halkın-devletin) ekonomik çöküşü süper zenginleri daha hür daha dokunulmaz kıldı
George Manbiot, Guardian,30.07.2012
**
Bulunduğumuz ülkede hangi parti iktidarda bulunursa bulunsun biz iktidardaki hükümeti destekleriz.
Yahudi asıllı medya imparatoru Rupert Mıudoch’un sahip olduğu News Corporation’nın yöneticilerinden, Dave  P  Reid (2007)
 Altı tane Yahudi şirketi dünya medyasının %96’sını kontrol ediyor

Norveç’li Prof. Johan Galtung(2012)
**

TANRI BİR ÇOK KONUDA YAHUDİLERE TEVRAT YOLUYLA VERDİĞİ SÖZÜ TUTMUYOR.
Kendiside Eşkinazi kökenli bir Yahudi olan Kevin Alan Brook Hazar Yahudileri üzerine yazdığı kitapda şöyle der:
“Bir çoklarımız bir zamanlar Rusya bozkırlarını egemenliği altına almış olan büyük Hazar İmparatorluğu’nun mirasçılarıyız.”
Kökenleri Hazarlara kadar giden ve çoğunlukla Alman, Polonya kökenli Doğu Avrupa’dan gelen Yahudilerin teşkil ettiği Eşkinazi Yahudileri grubunda bugün köken olarak ne kadarının Hazarların teşkil ettiğini bulmak oldukça zordur. Fakat en azında köken olarak İbranioğulları ile bir ilişkileri olmadığını biliyoruz.
Bütün bunlar Yahudilerin İbranioğulları-İsrailoğulları olarak Tanrı katında özel ve seçilmiş bir ırk oldukları teorisini de yıkıyor. Tanrı acaba ayrıcalıklı ve seçilmiş ırk olarak dışarıdan evliliklerle karışmadan saf ve temiz kalmalarını önerdiği İbranioğullarının bu kadar karışmasına nasıl izin verdi? Bu soru II. Dünya Savaşı’ndan sonar Yahudilerin kendi kendilerine sorup da cevap veremedikleri soruyla aynıdır.
Tanrı genelde Yahudilere nüfuslarının çok arttıracağı konusunda şöyle bir söz verir; Ayrıca diğer bir çok sözünü de tutmuyor. Yahudilere Tevrat’ta
Bu sözde üzerinden birkaç bin yıl geçmesine rağmen tutulmamış görünüyor Yahudilerin binlerce yıllık süre içinde sayılan fazla artmıyor. Bugün dünya nüfusunun sadece % 0.2’si gibi çok ufak bir rakamı teşkil ediyorlar. Fakat bir gerçek var dünya nüfusuna çok ufak bir oranı teşkil eden Yahudiler dünya ticaret, finans alanlarına oldukça hakim oldukları gibi küresel siyasi acendanın belirlenmesinde ve yönlendirilmesinde nüfuslarının çok üzerinde söz sahibidirler.
Yahudiler tek bir ırk olmadıklarından Yahudilerin ayrıcalıklı bir ırk olma ideolojisi de inanırlığını yitirmektedir. CIA verilerine göre, İsrail devletindeki nüfusun bileşimi şu şekildedir:
Ülkede toplam olarak (işgâl edilmiş bulunan Batı Şeria ve Gazze Şeridi dâhil) yaşayan 6 milyon insanın % 80,1’i Musevîdir. Musevilerin dağılımında ise, en büyük pay, % 32,1 ile ABD ve Avrupa’da doğmuş ve ‘Arz-ı Mevud’a, yani ‘Vaat Edilmiş Topraklar’a göç ederek gelmiş bulunan Yahudilere aittir. İkinci büyük grup, İsrail’de doğmuş yeni nesil’ Yahudilerdir; oranlan % 20,1’dir. Afrika’dan göç etmişlerin oranı % 14,6; Asya kökenli Yahudilerin oranı ise, % 12,6’dır. Yahudi Kürtler de vardır. Bugün Yahudi Kültlerin sayısı, 150.000 olup, çoğunluğu İsrail’de yaşamaktadır. Irak’taki Yahudi Kürtlerin sayısı ise, oldukça azdır.
Tevrat tarafından öngörülen ve artık bugün bu ırkçı şövenist bir doktrin olarak kabul edilen Yahudilerin Tanrı tarafından seçilmiş bir millet olduğu inancı bugün Yahudilerin bazı kesmi arasında da kabul görmemektedir.

Sh:61-63
Kaynak: İsmail TOKALAK, Yahudiliğin Kökenleri Ve Küresel Gücü, Ataç Yayınları Baskı Tarihi: Mayıs 2014, İstanbul


Hitler’in yanındaki bir sürü üst rütbeli askeri ve sivil kişinin de Yahudi kökenli (Rudolf Hess, Hermann Göring, Dr. Josef Goebbels, Heinrich Himmler Alfred Rosenberg Wilhelm Kube, Reinhard Heydrich, Adolf Eichmann, General Erich von, General Odilo Globocnik.. .vb) olduğu ileri sürülür.  Hitler’in bir miktar Yahudi kanı taşımasına karşı yapılan itirazlar 2010 yılında yapılan araştırma sonucunda geçersiz kılındı. Gazeteci Jean-Paul Mulders ve tarihçi Marc Vermeeren 2010 yılı başlarında DNA testi uygulayarak Hitler’in yaşayan 39 yakın akrabası üzerinde yaptıkları testler sonucunda Hitler’in %25 oranında Yahudi kanı taşıdığını ortaya çıkarttı.
Hitlerin belli ölçüde de olsa Yahudi kanı taşıması kaderin bir cilvesidir.  Hitler’in dini inancı üzerinde de tartışmalar vardır. Hitler Katolik olmasına bazen dindar görünmesine rağmen pek dindar olduğu söylenemezdi. Dindar olsa bu kadar katliamı yapması oldukça zor olurdu. Joseph Goebbels’in 1939 yılma ilişkin tuttuğu günlüğünde, şöyle yazıyordu; Hitler dindardı fakat Hristiyanlığın yeterli şekilde sertliği önermediği oldukça yumuşak bulduğu için Hristiyanlığı fazla benimsemiyordu. Bir konuşmasında şöyle demişti. Neden bizim Japonlar gibi tanrıları aşkına ülkeleri için ölecek gibi inancımız yok. Müslümanlık bile Hristiyanlıktan bize daha uygun bir din. Hristiyanlık neden böyle zayıf ve kırılgan.
Yahudiler uzun yüzyıllar Hristiyanlar tarafından küçük görülüp, bir çok eziyet görmeleri, onların kollektif bilinçlerinde bir travma yaratmıştır. II. Dünya savaşında karşı karşıya kaldıkları soykırımı neticesi 6 milyon Yahudinin hayatını kaybetmesi, onların hatıralarında unutulması mümkün olmayan akıllarında devamlı canlı olarak tuttukları daha büyük bir travmaya sebep oldu. İlk defa kendi kendileriyle ve inançlarıyla ciddi olarak yüzleşmeye başladılar. Eğer Yahudiler Tanrılarının ayrıcalıklı ırkı ise  Tanrı bu vahşete nasıl müsade etmişti. Neden, niçin sorularına hala tatmin edici, doyurucu bir cevap bulamadılar. Bu olay karşısında binlerce yıldır çeşidi dinler tarafından formüle edilmiş tek bir cevap vardı o da Tanrı kullarını günah işledikleri için zaman zaman ağır bir şekilde cezalandırmasıydı.
Neden niçin böyle olduğuna kesin bir çözüm getirmelerinin mümkün olmadığını gördükten sonra, bu soykırımından alabildiğine faydalanma formülünü geliştirdiler. Belli Yahudi gurubları gördüler ki iyi organize olup soykırımını kullanıp oldukça etkili propoganda ve lobi faliyetleri geliştirebilirler. Zekalarını, pazarlama kabiliyetlerini, ticari tecrübelerinı Yahudi soykırımını üzerinde yoğunlaşürarak bunu kendilerine büyük avantaj sağlıyan bir sektöre dönüştürdüler.
Yahudi kökenli Amerikalı akedemisyen Norman Finkelstein kendi ırk ve dininden dindaşları ve soydaşları Yahudilerin bu tutumunu ifşa eden bir kitap yazdı. Kitabın adı ‘Soykırımı Endüstrisi’  idi. Finkelstein bu kitabında Yahudilerin soykırımını bir endüstri haline getirdiğini ve bunu politize ederek alabildiğine faydalanmaya çalıştığını anlatır. Finkelstein kitabında bugün olduğu gibi II. Dünya savaşı ertesinde uzun bir süre soykırımı öncelikli bir şekilde söz konusu edilmediğine değinir. Sosyolog Nathan Glazer’in 1957 de yaptığı araştırmaya göre (American Judaism, Chicago: 1957) Nazi’ler tarafından yapılan Yahudi soykırımının Amerikan Yahudi halkının yaşamını çok az etkilediğini ortaya koyduğuna dikkat çeker. 1949 yılında Batı Almanyanın soğuk savaş başlangıcında Amerikanın yanında yer alması, 1950’lerin başında Batı Almanyanın soykırımı kurbanlarının ailelerine tazminat ödemeyi kabul etmesi Soykırım meselesinin Yahudi cemaatı arasında esas gündem konusu teşkil etmediğini, fakat 1967 yılındaki İsrail-Arap savaşından sonra Soykırımının Amerikan Yahudi yaşamının temel meselesi haline getirildiğini ve bunun sebeplerini izah eder.
Yahudiler soykırımı olayını bilinçli bir şekilde bir sektör haline getirip devamlı gündemde tutarak kendilerine bir koruma çerçevesi içinde dokunulmamazlık kazandırdılar, ve bunu da rakiplerine karşı silah olarak kullanmaktan hiç çekinmediler. Artık Yahudiler ne yaparsa yapsın eleştirmek kader kurbanı, mazlum bir milleti eleştirmekle eşit tutuldu. Batı dünyasında herhangi bir sebeple Yahudileri eleştiren toplumdan aforoz edilme tehlikesiyle karşı karşıya geldi. Yahudiler bu yarattıkları silahı kullanarak insanları Yahudiler ve onların gücü karşısında pasifize etmek için gizli bir terör yarattılar. Soykırımını bir terör silahı gibi kullanan Yahudi örgütlerin karşısına çıkabilen birkaç cesur gerçek aydının başında yine Yahudi akademisyenler gelir. Bunların bir tanesi Norman Finkelstein ise bir diğeri de Kudüs Hebrew Üniversitesi’nden Prof. Israel Shahak’dır(1933-2001) Shahak soykırımdan kurtulmuş bir kişiydi. Bütün eleştirilere baskılara rağmen İsrail’de yaşarken yalnız Yahudiler için değil bütün insanların temel haklan için mücadele vermişti.
 Yahudi kökenli dil bilimcisi Noam Chomsky, Yahudi Prof. Norton Mezvinsky, Yahudiler soykırımını kullanarak Soykırımı Endüstrisi yarattı diyen Yahudi kökenli Amerikalı politik bilimci Norman Finkelstein, Yahudilerin tek taraflı dünya görüşlerini Filistin halkına karşı yaptıkları haksızlıkları eleştiren, onların soykırımını bile bir silah olarak kullandıklarını ortaya koyan Yahudi kökenli gerçek aydınlardan birkaçıdır. Bu akedemik kökenli aklı başında aydınları da komplo teorocileri Yahudi düşmanı olarak suçlamak oldukça zordur.
Sh: 112-116
Kaynak: İsmail TOKALAK, Yahudiliğin Kökenleri Ve Küresel Gücü, Ataç Yayınları Baskı Tarihi: Mayıs 2014, İstanbul


Yahudi kökenli ABD’lilerin ve İsrail’in ABD politikaları üzerindeki gücü ile dokunulmazlıkları sonucunda yaptıkları kanunsuzluklar dünya barışını tehdit ederken ABD’nin de sosyal ve ekonomik çöküşünü de hazırlamaktadır
Havai Honolulu doğumlu olan Barack Obama (1961-)’nın hem doğum sertifikasının orijinal olup olmadığı ve hen gerçekten Hristiyan olup olmadığı üzerine tartışmalar zaman zaman gündeme gelmektedir. Barack Obama’nın ailesi Afrika'nın en büyük tatlısu gölü olan Victoria Gölü çevresinde yaşıyan Luo kabilesinden. Kenya nüfusunun %13’ü bu kabileden. Bu kabile büyük oranda Hristiyan olmasına rağmen kabilede küçük oranda da olsa Müslümanlar var. Obama’nın ortanca ismi Hussain (Hüseyin) bir Müslüman ismi. Obama’nın dini inancı üzerinde tartışmalar olmasına rağmen Obama Hristiyan ve bunu zaman zaman vurgulamak zorunda kalıyor. Amerika’da meşhur Washington Ulusal Katedral’inin fazla tanınmayan ‘Cathedral Age’ adlı dergisine Ağustos 2012’de Obama dini konularda roportaj verdi. Dinin hayatınızdaki rolü nedir sorusunu Obama şöyle cevaplandırıyordu; ‘Öncelikle, benim Hristiyan inancım bana bir bakış açısı ve güven duygusu veriyor... Başkanlık süremde daha da inançlı bir insan haline geldiğimi daha önce dile getirdim. Bu görev, insanı daha fazla dua etmek durumunda bırakıyor." Bütün bunların yanında ABD’nin siyasi yapısı gereği Obama Yahudi kökenli yardımcılar, danışmanlar tarafından çevrilmiş durumda. Obama ilk defa ABD Başkam seçilmeden önce Yahudilere ve İsrail’e yakın olduğunu göstermek için çeşitli atraksiyonlar yapılır.
Obama Kasım 2008 ABD Genel Seçiminden dört ay önce 24,Temmuz.2008’da İsrail’ gitmiş, Kudüs’teki kutsal Süleyman Tapınağı’ndan kalan Ağlama Duvarı önünde dua edip, Yahudi geleneğine uygun olarak bir kağıda dilek notu yazıp onu duvarın oyuklarına koymuştu. Yahudi ileri geleneğine göre bu notları iki sende bir toplanır diğer kutsal yer olan Kudüs’teki Zeytin Dağı’nda yakılırdı. Obama’nın notu geleneklere tersi yapıldı tamamen politik bir şova dönüştürüldü ve bu not Yahudi otoriteler tarafından alınıp medyaya sızdırıldı. Notta şöyle yazıyordu: “Tanrım bana neyin doğru neyin adaletli olduğu yolunu göster (sağduyusunu ver). Benim ailemi koru. (God, give me he wisdom to do what is right and just, and protect my family)”.
Obama’nın Başkan Yardımcısı olarak seçtiği Joseph R. Biden Mart 2007 yılında İsrail Shalom TV’e İsrail’e sempatik görünmek için ben de sionistim . Sionist olmak için Yahudi olmanıza gerek yok. İsrail Amerikanın Ortadoğuda en güçlü direnme noktasıdır gibi demeçler veriyordu.
Obama 2 Temmuz 2009 da yaptığı açıklamada İsrail’in 200’ün üzerinde nükleer silaha sahip bölgede büyük bir nükleer güç olduğunu görmemezlikten gelerek, İran’ın nükleer bir güç olmasına müsade edemeyiz demecinden dört gün sonra Başkan Yardımcısı Biden’den daha sert bir demeç gelir. Biden 6 Temmuz 2009’da yaptığı konuşmasında da eğer İsrail İran’a nükleer çalışmalarını hedef alarak askeri müdahalede bulunursa Amerika bunu önlemek için bir girişimde bulunmayacak diyerek, İsrail’in İran’a askeri müdahalede bulunması için dolaylı yoldan desteklemekteydi. Obama şirin gözükme politikasına Müslümanları da katmıştır. ABD Başkanı olarak ilk defa Arapça Müslüman selamı veren kişidir. Bu Müslümanların çok hoşuna gitmiş bir kısmı Obama’yı adeta bir kurtarıcı olarak görmeye başlamışlardı.
Obama 4 Haziran 2009 Mısır’ı ziyaretinde Kahire’de konuşma yapar. Konuşmasına esselamünaleyküm diye başlar ve İslam dünyasına sıcak mesajlar verir. Bütün İslam dünyası Obama’nın bu konuşmasını ve İslam dünyası tarafından olumlu karşılanır. Hatta onu dinleyen Müslüman çoğunluğun bulunduğu özellikle ön sıralarda Müslüman ilahiyatçıların oturtulduğu çok ihtiyatla seçilmiş dinleyiciler topluluğu arada seni seviyoruz (we love you) diye bağırarak konuşma karşısındaki memnuniyetlerini belli ederler. Bir yandan Müslümanlara şirin gözükmeye çalışan Obama sağ kolunu bile İsrail’e çok yakın olan militan bir Yahudi kökenliden seçer. Obama’nın ilk kabine ataması olarak Beyaz Saray Genel Sekreteri görevine getirdiği fazla kibar ve diplomatik olmamasıyla meşhur finans sektöründen gelen Yahudi kökenli şahin ‘Rhambo’(Rambo) lakablı Rahm Emanuel (1959 -) idi. Çevresine saldırgan köpek şöhreti(attack dog reputation) ile korku salarken bu kimliği zaman zaman kendisini de rahatsız ediyor olmalı ki Beyaz Saray Genel Sekreteri kendisinin bu nefret dolu saldırgan kişiliğini şöyle itiraf eder; ‘Bazı sabahları uyandığımda kendimden bile nefret ediyorum.’
Emanuel Birinci Körfez Savaşı sırasında İsrail’e gidip burada gönüllü askerlik yapmış olup  babası Benjamin M. Emanuel da Siyonist terör örgütü Irgun’ın  silahlı militanlanndan biriydi. ABD Ulusal Güvenlik Ajansı’nın (NSA) ödüllü eski ajanı Wyne Madsen, Rahm Emanuel’in İsrail gizli servisi Mossad ile bağlantısı olduğunu iddia etmişti. Rahm Emanuel’in İsrail’in en etkin ajanlanndan biri olduğunu birçok kaynak belirtiyor.  Emanuel 2011 yılında Chicago tarihinin ilki Yahudi kökenli Belediye Başkanı olur.
Obama’nın Mısır ziyaretine gitmeden önce uğradığı Suudi Arabistan’da Kral Abdullah’ı ziyareti. Bu Obama’nın aynı zamanda ilk Suudi Arabistan ziyareti oluyor (Haziran 2009).
S. Arabistan Kralının sağ yanında Barack Obama, sol yanında İsrail ordusunda gönüllü askerlik yapmış olan Obama’nın sağ kolu Rahm Emanuel(şimdi Chicago Valisi)
Obama’nın Başkan Yardımcısı olarak seçtiği Joseph R. Biden Mart 2007 yılında İsrail Shalom TV’e İsrail’e sempatik görünmek için ben de sionistim . Sionist olmak için Yahudi olmanıza gerek yok. İsrail Amerikanın Ortadoğuda en güçlü direnme noktasrdır gibi demeçler veriyordu.  Bunun yanında bir ABD Başkanı Yahudilere ne kadar sempatik görünmeye çalışırsa çalışsın, bu yeterli değildir. Belli Yahudi güçler tam teslimiyet ister. Amerika’yı perde arkasından yörieten güçler hem kendilerinin hem İsrail’in her istediği ABD Başkanları tarafından yerine getirilsin istenir. Bunu görmediklerinde aba altından sopa göstermekten çekinmezler.
Amerika Atlanta şehrinde yayınlanan Yahudi gazetesi olan Atlanta Jewish Tımesın baş yazarı hatta sahibi olan Andrew Adler gezetesinin 13. Ocak. 2012 tarihinde çıkan makalesinde 7 milyon Yahudinin yaşadığı İsrail’i kurtarmak onları güvence altına almak için gerekirse İsrail hükümetinin İsrail İstihbarat servisi MOSSAD’a talimat vererek Barack Obama’yı bile bir suikastla ortadan kaldırılması gerektiğini yazabiliyor. Bu açık suikast kışkırtması talebine karşı tepkiler gelince Andrew Adler özür diledi ve istifa etti.   Fakat Adler vermek istediği mesajı vermişti. Bize yanlış yapan gider. Bu teklifi bir Hristiyan veya Müslüman gazeteci yapsaydı terörist muamelesi görür mahkeme mahkeme sürünüldü. Fakat ABD’deki belli Yahudi kökenli güçler öyle bir dokunulmazlık kazanımlar kendilerini o kadar güçlü hissediyorlar ki ABD Başkanına suikast yapılmasını açık olarak teklif etme cesaretini bile kendilerinde buluyor üstüne üstlük hiçbir soruşturmaya bile tabi olmuyorlar ve ceza dahi almıyorlar. Kennedy’nin suikasta uğramasında İsrail İstihbarat Servisi MOSSAD’ın da parmağı olduğu konusunda şüpheler olduğunu daha önce belirtmiştik.  Kendisine suikast yapılması istenen Obama bizim önceliğimiz İsrail’dir diye demeçler veriyor, İsrail ağlama duvarına gidip kafasında Yahudi takkesi (kippa) ile dua ediyor İsrail ve Yahudilere sempatik görünmek için her fırsatı değerlendiriyordu. Fakat yine de belli güçlere yaranamıyordu. Aynı ABD Başkanı ve Kongre’nin onayıyla İsrail senede Amerika’dan $3 milyar dolarlık hibe tarzında yardım alıyordu. Bu yardımda taksit taksit değil her sene mali yılbaşında bir kere de ödeniyor. Ek ödemelerle esas rakam senede $43 milyar doları buluyordu.
Güç odakları için ne yaparsanız yapın yaranamazsınız daha bütün taleplerle karşılaşırsınız. Sizi tamamen kontrolleri altına almak isterler. Onların her istediğini yapmazsanız böyle açıkça ölüm tehditleri bile alırsınız.
Obama’ya yapılan açık suikast tehdidi Yahudi dokunulmazlığının verdiği cürretin sonucudur. Amerika bu güçlere çok önceden teslim olmuştu. 20 yüzyılın ortalarında küresel güç kademelerine hızla tırmanan Amerika’nın bu yozlaşmış güçlerin kontrolü altına girmişti. Amerikan rüyası kalıcı değildir ve Amerika’nın en demokratik ülke olduğu iddiası çok büyük bir illüzyondan ibarettir. Bu düzende ABD Başkanlarının bile bağımsızlığı ve güvenliği garantide değildir. Amerika’da hangi demokrasi diye sorarsanız burada gerçekten demokrasi falan yoktur. Amerikanın bu iki yüzlü çelişkili yapısını Amerikalı meşhur roman yazarı, edebiyatçı Mark Twain (Samuel Langhome Clemens) (1835-1910) şöyle ifade ediyordu;
‘Onurunu yitirmiş, cepleri rüşvet, ağzı dindarca iki yüzlülüklerle dolu görkemli ana. Bu görkemli ana aslında Hristiyanlar ve ön planda görünen politikacılar tarafından tarafından idare edilmiyor.
 
Obama Temmuz 2008’de İsrail’e gitmiş Kudüs şehrini ziyaret ederek Yahudilerce kutsal sayılan Ağlama Duvarı’nda (Wailing Wall) dua etmiş Yahudi geleneğininde olduğu gibi bir kağıda dilek yazarak duvarın taşları arasına rulo yaparak bırakmıştı. Sözde gizli yapılmış bu ziyaretin fotoğrafları önce İsrail sonra dünya basınında yayınlandı. Burada asıl amaç Kasım 2008 seçimlerinden önce İsrail ve Yahudi desteğini almaktı.
Howard Zinn, Amerikan Birleşik Devletleri Halklarının Tarihi, Çeviri: Sevinç Sayan Özer (Ankara: İmge Kitab. 2005, s. 342).
Kaynak: İsmail TOKALAK, Yahudiliğin Kökenleri Ve Küresel Gücü, Ataç Yayınları Baskı Tarihi: Mayıs 2014, İstanbul


Tanrının ayrıcalıklı ırkı yoktur. Paul Tıllich(1886-1965)’in de dediği gibi Tanrı, var olmanın ta kendisidir, ayrı bir varlık değildir.
 Kendini üstün ve ayrıcalıklı görerek her şeye sahip olmaya çalışarak dünyaya hâkim olmak Tanrıyı oynamak demektir. Bu çağdışı hastalıklı ideoloji herkesi felakete sürükler dünyaya barış ve huzur getirmez.
Yahudiler binlerce yıllık tarihlerinin belli kısmını değişik yazarlar din adamları vasıtasıyla kayda almışlar olayların bazılarını abartmışlar bazılarına gerçeküstü mitolojik hikayeler eklemişler. Kitaplarının içine Tanrıyla diyaloglar Tanrıdan emirler de koyarak kitaplarını kutsallaştırarak hem tanrılarını hem dinlerini de millileştirmişlerdi. Millileştirilen Tanrı ve dinleri ileride kendi ırklarının bir arada tutulmasına çok büyük yardımcı olacaktı. Kısaca kitaplarını yaşadıkları dönemin mitolojik kültürel anlayışımda etkileriyle de sentez ve harman yaparak (Torah-Tevrat) ismini vererek tamamlamışlardı.
Aslında Yahudiler Tanrıyı dünyanın değil Yahudilerin tanrısı haline getirmişlerdi.
Yahudiliğin kutsal kitabı Tevrat kutsal bir din kitabı olmakla beraber milli bir değere de sahiptir: Yahudiler, Diaspora (sürgün) dönemlerinde bile varlığını ve milli benliğini bu kitap sayesinde korumuşlardır. Onlar, en zor şartlarda ve günlerde Tevrat’a dayanarak onun Yahudi kurtuluşu için verdiği önerilerle umut bulmuşlar, geleceklerini ve ideallerini Tevrat’tan destek alarak şekillendirmişlerdi Tevrat, Yahudileri binlerce yıllık tarih sahnesinde tutan ve bugünlere kadar getiren temel dinamik olmuştur. Bu yüzden Yahudiler Tevrat’ı küçük yaştan itibaren çocuklarına öğretmeyi temel dini zorunluluk olarak görürler. Esasen Yahudiler, tarihi geçmişleri itibariyle hep başka ülkelerde yaşamış ve siyasette yer almamış olduklarından malmülk edinmeleri engellenmiş veya sürgünlerle varlıklarını geride bırakmak zorunda kalmışlardı. Bundan Dolayı Yahudiler para altın gümüş gibi hep taşınabilir mallar üzerine yatırım yaptılar. Bu konuda uzmanlaştılar. Ticaret, para faiz işleri ile uğraşmak belli bir okuma yazma ve matematik bilgisine ihtiyaç gerektiriyordu. Ayrıca Tevrat’ı küçük yaşta öğrenmek içinde okuma yazma bilmek gerekiyordu. Bütün bunlar Yahudileri diğer milletlere nazaran daha eğitimli kıldı. Hem ticaret ve para ile uğraşmaları hem eğitimli olmaları onların daha bilgili ve zeki olmasına neden oldu. Yahudiler genetik kodlan ve gelenekleri vasıtasıyla bütün bu avantajlarını gelecek nesillere aktardılar. Yahudiliğin zekası bu birikimden ve tarihi süreçten kaynaklanır. Yahudilerin seçilmiş insan olduklarını, başka milletlerden üstün olduklarını Tanrılarının yalnız kendi halklarını koruyup kolladığını kendi dışındakilere sönürülecek soyulacak kaz gibi görmeleri artık modern çağda hem eleştirilecek hem kızılacak bir dünya görüşüdür. Çağımızda bu çağdışı düşmanca ve şövenist görüşler eşliğinde davranış normları geliştiren Yahudileri eleştirenleri topyekün Yahudi düşmanı Anti Semitik diye karalamaları artık fazla inandırıcılığı olmayan bir savunmadır. Fakat hala çok etkili olmakta büyük bir kitleyi korkutup susturmaktadır. Bu kısır döngü kırılmadığı sürece ne Yahudiler bir özeleştiri yapacak ne de dünyaya barış ve huzur gelecektir.
İsrail’de bir vakıf tarafından (AVI CHAI Foundation) 2009’da başlayıp 2012’de sonuçlan yayınlanan uzun süren araştırmanın sonucunda;
İsrail’de halkın % 20’nin Tanrıya inanmadığını göstermektedir.
Yalnız %56’sı öbür dünyada yaşam olduğuna inanıyor.
Bunun yanında yalnız %46’sı kendisini laik ve % 15’i kendisini dindar olarak görüyor.
Yalnız %51’i Mesih’in geleceğine inanıyor. Fakat bütün bunların yanında İsrail’de nüfusun % 67’si kendilerini hala seçilmiş ayrıcalıklı halk olarak görüyor.
Yani %30 yakım kendisini Yahudiliğin en temel felsefesi olan seçilmiş halk doktrinine inanmıyor.’
Dini dogmatik inancın öne sürdüğü görünüşte doğru olan bir ifade veya ifadeler topluluğu zaman süreci içinde belli bir mantık süzgecinden geçirildiğinde bir çelişki oluşturabilir. Bu paradoks aşağı yukarı dinlerin ortak tarafım da teşkil eder. Bundan dolayı burada yalnız tek taraflı Yahudilerin kutsal kitabındaki katı tutumu ve bugün ile çelişki teşkil eden görüşlerini eleştirmek haksızlık olur. Dinler Kuran’da birçok barışçı hoşgörü içeren ayetlerin yanında Yahudi ve Hristiyanlara olumsuz yaklaşan savaşa teşvik eden bir çok ayetin yeniden ele alınması gerekmektedir.  Allah adına eline silah alıp terörist faaliyetlerine katılan Müslümanların meşruiyet dayanaklarının ne olduğu da soruşturulmalıdır. Hz. İsa’yı “bir yanağına tokat atana diğer yanağım çevir” (Luka, 6/29) diye konuşturan, hep uzlaşma barış öneren savaş ve şiddetten uzak durmayı öğütleyen kutsal kitaplan İncil’e rağmen Hristiyanlar nasıl oldu da engizisyon mahkemelerini kurdular?
Birçok katliama neden olan Haçlı seferleri düzenlediler, I. ve II Dünya Savaşlarında nasıl birbirlerini boğazladılar ve hala nasıl uydurma nedenlerle enerji bölgelerinde savaşlar çıkartıyorlar?
Para ve çıkarlar işin içine girince din ve Tanrının kurallarıda değişikliğe uğramaktadır.
Yahudiler kendi ağızlarından kendilerini şöyle tarif ederler:

Yahudiler yukarıdaki tanımlamalarla kendi ağızlarından kendilerini çok güzel bir şekilde izah etmektedirler. Yahudilerin bir özelliği de yalnız dünyada olup bitenleri (ekonomik, siyasal vb.) iyi bilmeleri değil kendilerini ve güçlerini de iyi tanımalarıdır. Yahudiler genelde zeki akıllı bilgili dünyada ne olup bittiğini en iyi bilen toplumdur. Binlerce yıllık tecrübeleriyle kimliklerini kaybetmeden her yerde yaşayabilme becerisini kazanmışlardır. Kutsal kitapları ve dinleri onları hep geleceğe umutla bakınasım sağlamış birliklerini güçlendirmiştir. Yahudilerin küresel gücünde biraz da bu etkenin önemli bir rolü vardır.
Toplumu, kısacası hepimizi şekillendiren olgular içinde yaşadığımız zıtlıklar, çelişkiler, sürekli değişiklik yanında yerleşmiş sabit inançlar, gelenekler değimli?
Türkolog İrene Melikoff'un (1917-2009) dediği gibi ‘Aslında hepimiz aşılması çok güç olan ve çoğu kez uzun sürede kabul edilegelmiş fikirlerin sonuçlan değil miyiz?’ 
sh:306-309
Kaynak: İsmail TOKALAK, Yahudiliğin Kökenleri Ve Küresel Gücü, Ataç Yayınları Baskı Tarihi: Mayıs 2014, İstanbul


Bitmeyecek bu döngü
babam almıştı onu bana
sadece iki paraya.
kuzucuk! ah kuzucuk!
babam almıştı onu bana
sadece iki paraya.
anlatılır haggadah'ta.
düzenbaz kedi yattı pusuya,
zıplayıp yuttu kuzuyu bir lokmada
sonra köpek boğdu,
babamın aldığı kuzuyu yiyen kediyi.
babam sadece iki paraya
almıştı onu bana
kuzucuk! ah kuzucuk!
derken sopa geldi,
vurup dövdü
babamın aldığı,
kuzuyu yiyen,
kediyi boğan,
köpeği.
sadece iki paraya,
almıştı onu bana
kuzucuk! ah kuzucuk!
gecikmeden
ateş çıktı ve kül etti.
babamın aldığı,
kuzuyu yiyen,
kediyi boğan,
köpeği döven,
sopayı.
babam almıştı onu bana
sadece iki paraya
kuzucuk! ah kuzucuk!
ardından su geldi
babamın aldığı,
kuzuyu yiyen,
kediyi boğan,
köpeği döven,
sopayı yakan,
ateşi söndürdü.
babam almıştı o kuzuyu bana
sadece iki paraya.
sonra öküz geldi ve
babamın aldığı,
kuzuyu yiyen,
kediyi boğan,
köpeği döven,
sopayı yakan,
ateşi söndüren,
suyu içti.
babam almıştı onu bana
sadece iki paraya
kuzucuk! ah kuzucuk!
ardından kasap çıktı ortaya
ve babamın aldığı,
kuzuyu yiyen,
kediyi boğan,
köpeği döven,
sopayı yakan,
ateşi söndüren,
suyu içen,
öküzü kesti.
sonra ölüm meleği geldi
babamın aldığı,
kuzuyu yiyen,
kediyi boğan,
köpeği döven,
sopayı yakan,
ateşi söndüren,
suyu içen,
öküzü kesen,
kasabın aldı canını.
babam almıştı onu bana
sadece iki paraya
kuzucuk! ah kuzucuk!
neden şarkı söylüyorsun, küçük kuzu?
henüz bahar gelmedi buraya,
ne de fısıh bayramı erişti.
değiştin mi hiç?
değiştim ben bu sene.
ve her gece,
her bir gece.
sadece dört soru sormuştum sana
ama bu gece
başka bir soru düşündüm:
zalimin mazlum ile,
celladın kurban ile
dönüp durduğu
bu dehşet çemberi
bunca delilik ne kadar daha sürecek böyle?
bu yıl, benim değişen.
eskiden uysal bir kuzuydum,
sonra bir kaplan oldum
ve vahşi bir kurt.
güvercindim önceden, bir ceylandım.
bugünse bilmiyorum ne olduğumu.
babamız almıştı onu bize
sadece iki paraya
kuzucuk! ah kuzucuk!
ve her şey yeniden başlıyor işte...
https://youtu.be/p1QpghtVKaU

Hzl: Paul B. FENTON
trc.: Salih ÇİFT
İslam tasavvufu ile Yahudi mistisizmi arasında karşılıklı bir etkileşim söz konusudur. Tarihsel olarak bakıldığında oluşum döneminde Bağdat’ta Yahudilik tasavvufu etkilemiştir. Bununla birlikte ilerleyen zaman içinde tasavvufun Yahudi mistik düşüncesi üzerinde daimî bir tesirinin varlığına şahit olunmaktadır. Dinler tarihi için büyük önem taşıyan bu durum şüphesiz henüz ortaya çıkarılmakta olan inançlar arası alış verişler hususunda yeni ufuklar sunmaktadır.
İslam düşüncesi ve maneviyâtının kapsamlı tesir alanı dahilinde, mistisizm sahasındaki İsrail ile İsmail arasındaki etkileşim meselesi karşılaştırmalı dinler tarihinin en ilgi çekici konularından biridir. Tarihsel açıdan bakıldığında, Yahudilik başlangıçta, Bağdat’taki oluşum döneminde tasavvufu etkilemiştir. Şaşırtıcı bir şekilde, alimler Doğu Neoplatonizmi ve Hıristiyan dindarlığının bu dönemdeki zühd anlayışlarının gelişimine katkıda bulunduğunu kabul ederlerken, diğer taraftan onları çevreleyen Yahudi muhitinin sûfiler üzerinde bırakmış olduğu derin etkiyi gözden kaçırmaktadırlar. Hakikaten, Babil Talmudu’nun  beşiği olan Mezopotamya, Yahudi ilim dünyasının merkezi durumundaydı, dahası İslam fethinden sonraki Araplaştırma sürecini üstlenmeye hazır haldeydi. Bağdat tasavvuf okulunun Talmudik geleneğine bağlı isimler arasında, sıdk ve velayet gibi yeni gelişmeye başlayan tasavvufun öne çıkardığı erdemlerle kadîm Rabbinik  zühd ideallerini yaşadıkları hayatla somutlaştıran bazı karizmatik şahsiyetler bulunabilir. Üstelik sûfi menâkıbnâmeleri “İsrail’in çocukları arasında bulunan zâhidleri” konu edinen ve İsrâiliyyat olarak bilinen çok sayıdaki örneği nakletmektedirler. Bu rivayetlerden birçoğu Yahudi zâhidliğinin başlıca kaynaklarından olan Chapters of the Fathers gibi eserlere dayanmaktadır.
Şüphesiz Talmudik literatürden kaynaklanmış olan ve bu dönemde benimsenmiş olup İslam tasavvufunda gerçekten önemli bir rol oynayan özellikle önemli bir görüş, kâinatın kendilerinin bereketi sayesinde ayakta durduğu gizli veliler hiyerarşisi hakkındakidir. Bu gibi unsurlar dinler arası ilişki ya da Yahudi kökenli mühtediler aracılığı ile İslam’a girmiş olmalıdır. Bununla birlikte, tasavvuf kendini manevi bir güç olarak ortaya koyduğunda bu durum Yahudiler için güçlü bir cazibe merkezi olmaya başlamıştı. Bağdat’taki tasavvuf muhitlerinde çok sayıda Yahudi mühtedisi olduğuna şüphe yoktur, hatta burada ilk sûfi şeyhlerinin sohbetlerine katılan Yahudilerin var olduğunu bilmekteyiz.
Gerçekten de sûfi tabakât müellifleri, İbrahim el-Havvâs gibi mutasavvıfların faaliyetleri neticesi İslam’a giren Yahudi mühtedilerin hikayelerini nakletmekten ve bunu da şeyhin kerameti olarak takdim etmekten hoşlanırlar. Bazı sûfi şeyhlerinin diğer din mensuplarına yönelik nispeten açık tutumlarının bu tarz bağlantıları kolaylaştırdığına şüphe yoktur. Her ne kadar dünyanın geçiciliği ve zühde dair tasavvufî fikirlerin izlerini IX. asırda Bağdat’ta yaşayan Sa’adyah Ga’ön (Saadiah Gaon) (ö. 940) gibi Yahudi müelliflerinin eserlerinde bulmak imkan dahilindeyse de, yalnızca Yahudi-Arap kültürel ortak yaşamı esnasında ortaya konulan eserlerde kesin ip uçlarını tesbit etmek mümkün olmaktadır.
İber yarımadasının Yahudi, Hıristiyan ve müslümanlar arasındaki kültür alış verişi açısından verimli bir coğrafya olduğu iyi bilinen bir gerçektir. Çok daha sonraki bir dönemde müslüman sûfi Muhyiddin İbn Arabî (ö. 1240) ile bir Yahudi hahamı arasında, kutsal metinlerin harflerinin tabiatı üzerine cereyan eden teolojik münazaranın delilleri bugün elimizdedir. Bu tarz ilişkilerin daha önceki zamanlarda da yaşandığı düşünülebilir. Endülüs’te tasavvufun erken dönemde gelişmeye başlaması esas olarak sûfi İbn Meserre’nin (886-931) fikirleri sayesinde olmuştur. Onun, Müslüman ve Yahudi Neoplatonizmi üzerindeki etkisi olduğundan fazla gösterilirken, manevî mirasçısı olan Sehl et-Tüsterî, son zamanlarda neşredilen eserlerinde de görüldüğü üzere, Arap alfabesinin mistik rolü üzerine büyük vurgu yapmıştır. Bu disiplin İbn Arabî’nin teozofik sisteminin temel unsurlarındandır ve aynı zamanda daha önce işaret edildiği üzere Yahudiler’le üzerinde tartıştığı bir konudur. Talmudik zamanlardan (üçüncü yüzyıldan dördüncü yüzyıla kadar) ve daha sonra Kabbala döneminde, “gematriyah”  olarak bilinen bu aritmolojik kuramlar Yahudi tefsir anlayışının ve bâtınîliğinin (esoterizminin) ana unsurlarından biri durumundaydı. Her iki dindeki mistik kavramların gelişimi arasındaki çarpıcı benzerlik “harfler ilmi” ile sonraki münasebetlerde, başlangıçta Yahudiliğin müslümanlar üzerindeki tesirin varlığını şüpheye mahal bırakmayacak şekilde ortaya koymaktadır.
Her ne kadar tasavvufa ait belirgin edebî izler Solomon İbn Gabriel (ö. 1057) ve Judah Halevi (1075-1141) gibi Endülüslü büyük Yahudi şairlerin dinî şiirlerinde mevcutsa da, tasavvufî düşünceye derin bir saygıyı ifade eden, ortaçağa ait ilk nesir çalışması Haham Bahyâ İbn Paqûdah’ın (ykş. 1080) Arapça olarak kaleme aldığı ve zühd teolojisi üzerine yazılmış olan Ferâidu’l-kulûb’dur (Kalblerin Vazifeleri). Bahyâ, Yahudi kardeşlerinin zâhirî kalıplara aşırı bağlılığına ve dînî sathiliğe çare bulmak amacıyla bir seyr u sülûk rehberi hazırladı. Ruha, tefekkür ve aşk yoluyla “İlâhi nûr” ile birleşmesinde yol göstermeyi amaçlayan bu kılavuz, sûfilerin seyr u sülûklarında kat ettikleri manevi makamları konu edinen risalelere dayanmaktaydı.
Bahyâ’nın tasavvufî kaynakları kullanışı tamamiyle gelişigüzel değildir. O bazı mütefekkir sûfilerin salık verdikleri aşırı zühde ve nefsi öldürmeye karşı çıkmakta ve Allah’da fenâ (ittihâd) meselesine ihtiyatla yaklaşan bir anlayışı benimsemekteydi. Tevrat’la birlikte Kur’ân’dan naklettiği İslamî özellikteki malzemeyi kamufle etmek maksadıyla katlandığı sıkıntılara rağmen, eserinin girişinde yer alan ifadeleri, Yahudi cemaatine tanıtmakta olduğu bu yeni zühd anlayışı ile ilgili endişelerini ortaya koymaktadır. O, şu Talmudik özdeyişi delil göstermek suretiyle dindaşlarının kınamasına maruz kalmanın önüne geçmiş oluyordu: “Her kim hikmetli bir söz söylerse, o Yahudi olmasa bile bilge (hakîm) sıfatına layık olur.” Kalbin Vazifeleri Yahudi-Arap literatürünün klasikleri arasında kutsal dile çevrilen ilk eserdir. Sahip olduğu İslamî damgayı büyük ölçüde zayıflatmış olan bu İbranice tercüme, Yahudi okurlara tasavvufî kavramları aşılamak suretiyle, Yahudi maneviyatı üzerinde sonuçları bugüne kadar gelen daimî bir tesir yapmıştı. İspanyol ve daha sonra da özellikle Bahyâ’nın halvette tefekküre dair görüşleriyle ilgilenen Filistinli Kabbalistleri etkiledikten sonra, Kalbin Vazifeleri on sekizinci yüzyılda Polonyalı Hasidimler  tarafından yoğun bir şekilde okunmuştur. Onlar, sükût (quietism), zâhirî ve bâtınî halvet ile ruh- beden mücadelesi gibi kendileri için temel bazı görüşleri ondan ödünç almışlardı. Bu suretle biz ilk Hasidik müelliflerden olan Polonyalı Jacob Joseph’in yazılarında şu meşhur rivayeti okumaktayız:
Bahyâ bu ifadeyi bir “bilge” nin sözü olarak nakletmektedir, ancak hakikatte Müslüman kaynaklar bu ifadeyi Hz. Peygamber Muhammed [salla’llâhu aleyhi ve sellem]e mal etmektedirler.
Sonraki bazı Endülüslü müelliflerin eserleri gibi çalışmalar Müslüman sûfilerin yazılarıyla benzerlik arz etmektedir. Song of Songs (İlâhiler İlâhisi) üzerine Arapça olarak İbn Aknîn (XIII. yy.) tarafından yapılan simgesel (allegoric) tefsir (şerh), ilâhi aşkı konu alan tasavvufî bir risaledeki şahsı ele almaktadır. Bundan daha dikkate değer olanı, müellifin burada verdiği aşk tanımlarının, tasavvufun temel klasiklerinden olan Kuşeyrî’nin Risâle’sinden derlenmiş olmaları gerçeğidir. Ayrıca Tıbbu’n-nüfûs adlı eserinde İbn Aknîn, Cüneyd (ö. 910) ve İbn Edhem gibi sûfilerden “şeyhu’t-tâife” ve “er-rûhâni’l-ekber” lakablarıyla söz etmekten sakınmaz.
Şarkılar Song İngilizce çeviri okurken 05:16 "O tamamen güzel" ama insanların çoğu bilmiyorum adamın adı özgün megilot yılında verildi: bu diyerek açıklamasını bitirir. İşte ayette onaltı göründüğü gibi eski İbranice yazılmış adıdır: מחמד. "Mahammad": O olarak okunur. Ben Yehuda'nın İbranice-İngilizce Sözlük göre, doğru "Mahammad" olarak telaffuz edilir. bana inanmıyorsanız, bu çevirmen bağlantılar gitmek adını yapıştırın מחמד ve sonra İngilizce'ye çevirir. מחמד "Muhammed" olarak tercüme olduğunu göreceksiniz.  Ayrıca bakınız ve orijinal Şarkılar Şarkı dinleyebilirsiniz Muhammed (İbranice "im" fark lütfen saygı çoğul) Aşağıdaki bağlantıya isim tarafından açıklanan İbranice form:
 http://www.hebrewoldtestament.com/B22C005.htm...
"Hikko Mamittakim biz kullo Muhammadim Zehdoodeh wa Zehrace Bayna Kudüs."
https://youtu.be/kQAny5Zp5Pk
Modern Hebrew
חכו ממתקים וכלו
מחמדים זה דודי
וזה רעי בנות
ירושלם׃
Paleo-Hebrew (Before 585 B.C.)
5:16  
     
Hebrew Transliterated
5:16 ChKV MMThQYM VKLV MChMDYM ZH DVDY VZH Ur'yY BNVTh YUrVShLM.
Latin Vulgate
5:16 guttur illius suavissimum et totus desiderabilis talis est dilectus meus et iste est amicus meus filiae Hierusalem
King James Version
5:16 His mouth 
is most sweet: yea, he is altogether lovely. This is my beloved, and this is my friend, O daughters of Jerusalem.
American Standard Version
5:16 His mouth is most sweet; Yea, he is altogether lovely. This is my beloved, and this is my friend, O daughters of Jerusalem.
Bible in Basic English
5:16 His mouth is most sweet; yes, he is all beautiful. This is my loved one, and this is my friend, O daughters of Jerusalem.
Darby's English Translation
5:16 His mouth is most sweet: Yea, he is altogether lovely. This is my beloved, yea, this is my friend, O daughters of Jerusalem.
Douay Rheims Bible
5:16 His throat most sweet, and he is all lovely: such is my beloved, and he is my friend, O ye daughters of Jerusalem.
Noah Webster Bible
5:16 His mouth is most sweet: yes, he is altogether lovely. This is my beloved, and this is my friend, O daughters of Jerusalem.
World English Bible
5:16 His mouth is sweetness; Yes, he is altogether lovely. This is my beloved, and this is my friend, Daughters of Jerusalem. Friends
Young's Literal Translation
5:16 His mouth is sweetness -- and all of him desirable, This 
is my beloved, and this my friend, O daughters of Jerusalem!

Bu örnekler Endülüs tasavvufu ile ilgilenen tarihçiler için büyük önem taşımalarına rağmen münferit ve azdırlar. Hiç şüphe yok ki tasavvufun etkisinin giderek kaybolmasıyla birlikte Mâlikî bağnazlığı İspanya toprağında merhametsizce eza etmiştir. Bütün popülaritesine rağmen Bahyâ’nın kitabının dahi, tasavvufun bir kolu olarak dikkate değer bir Yahudi zühd hareketine yol açtığına dair hiçbir delil yoktur. Bununla birlikte sonraki asırlar tasavvufun farklı yerlerde değişik coğrafyalara yayıldığına ve Yahudi maneviyatına tesir ettiğine şahit olmuştur.
Mısır uzun süre mistisizmin beşiği olmuştur. Therapeut  ve Hıristiyan münzevîlerden hayli zaman sonra bu ülke Zünnûn el- Mısrî (796-861) ve büyük sûfî şâir Ömer İbnü’l-Fârız (ö. 1235) gibi öncü müslüman mistikleri yetiştirmiştir. Tesirleri kesinlikle İslam toplumunu da aşan Ebu’l-Hasan eş-Şâzelî (ö. 1258), Ahmed el- Bedevî (ö. 1276), Ebu’l-Abbâs el-Mürsî (ö. 1287) ve İbn Atâullah (ö. 1309) gibi karizmatik şahsiyetler de burada yaşamışlardır. Bunların etkisiyle tasavvuf kurumsallaşma yoluna girmiş ve şehir merkezlerinde önemli tarikatlar ortaya çıkmıştır. Şüphesiz onların gittikçe artmakta olan manevî iştiyakları yerli Yahudi toplumu üzerinde yankı uyandırmıştı. Üstelik Mısır, batıda Mehdî idaresi zulmünden, doğuda Haçlı savaşlarından kaçıp gelen Yahudi kalabalıkların sığınağı haline gelmişti. Mesiyanik umutların eşlik ettiği bu tarz sosyal karmaşalar muhtemelen mistik yoğunluğu artırmıştır. Peripatetik (Meşşâî) felsefenin aşırı rasyonalizminin hoşnutsuzluğu ile daha derûnî dînî yaşama şekilleri arayan belli bazı
Yahudiler, sûfileri tam da özlemini duydukları manevî modeller olarak görüyorlardı.
Her ne kadar tam olarak zamanı ve bu hareketle bağlantılı olan şahısların kimler olduğu meçhul ise de, büyük alim ve lider Moses Maimonides (1135-1204) döneminde çok sayıda Yahudi’nin tasavvufî hayat tarzını çoktan benimsemiş oldukları görülmektedir. Hakikaten de “he-Hâsîd” (zâhid) lâkabını taşıyan şahısların isimlerini içeren bir kısım doküman bugüne ulaşmıştır. Bu yalnızca onursal bir sıfat olarak değil, bilakis sûfilere yakın bir manevi anlayışı benimseyen kişileri işaret etmek için kullanılıyordu. Söz konusu dönem boyunca Yahudiler’in tasavvufî literatüre olan ilgisi, Kahire/Genizah’da gün ışığına çıkarılan çok sayıdaki belgeyle iyice tespit edilmiş olmaktadır. Antik bir sinagogun sandık odası olan bu yerde (Genizah) on dokuzuncu yüzyılın sonlarında keşfedilmiş olan, ortaçağdan kalma binlerce dinî yazma mevcuttu. Bunlar arasında bu tür literatürün Yahudi okurlar nezdindeki popülaritesini kanıtlayan ve bir sûfinin sahip olması gereken nitelikler üzerine kaleme alınmış olan çok sayıda metin vardı. Bu yazmalar esas olarak iki çeşittir: Bir tarafta Müslüman sûfilere ait Arap harfleriyle yazılmış, ya da Yahudi okuyuculara kolaylık olsun diye İbranice harflerle tertip edilmiş metinler; diğer yanda ise, Yahudi müelliflerin, sûfilerin ilhamlarına dair yazmış oldukları zâhidâne eserler vardı.
Birinci kategoriye girenler arasında Bağdat’ın ilk dönem şeyhlerinden, Sühreverdî tarafından XIII. yüzyılda kurulan İşrâkî okulun İşrâkîler’ine kadar, tasavvuf literatürünün bütün eğilimlerini bulmak mümkündür. Cüneyd’e ait metinler, Kuşeyrî Risâlesi’nden parçalar, Hallâc’ın şiirleri, Endülüslü sûfi İbnü’l-Ârif’in Mehâsinu’l- mecâlis’i, Gazzâlî’nin tasavvufî otobiyografisi el-Munkız mine’d-dalâl, Sühreverdî’nin Kelimâtü’t-tasavuufu ve Heyâkilu’n-nûru bunlardan yalnızca birkaçıdır. Bunlara ilaveten yine bazı rivayetler, hikayeler, anekdotlar ve bir kısım şeyhlere ait ilahiler de bu metinlerde mevcuttur.
İkinci kategori Yahudi zahidlerin bizzat kendilerince telif edilenlerden müteşekkildir. Bunların arasında, ahlakî yazmalar ve teolojik risaleler, tasavvufî makamların tanımlanmasına ve hatta tefsire dair eserler vardır. Her ne kadar bu eserler geleneksel Rabbinik konular üzerine bina edilse de, kutsal metinlerdeki kıssaları tasavvufî düşünceye uygun olarak yeniden yorumlama ve sıklıkla da Tevrat’taki şahsiyetleri tasavvuf yolunun şeyhlerine benzer şekilde tasvir etme gayretini yansıtmaktadırlar. Bununla birlikte, bunlar Müslümanlara ait metinlerin kabaca Yahudiliğe adapte edilmiş şekilleri değil, orijinal teliflerdir ve ustalıklı bir şekilde Yahudi kutsal kitabına ve Rabbinik yapıya uyarlanmışlardır.
Kendisi hakkında bir kısım önemli bilgilerin mevcut olduğu en önemli müellif, büyük rasyonalist Yahudi filozofu Moses Maimonides’in oğlu rabbi Abraham’dan (1186/1237) başkası değildir. Babasının ölümünü müteakiben Abraham Mısır Yahudiliğinin rûhânî lideri olmuş ve daha sonra da siyasî bir makam olan “Nâgîd” (Yahudiler’in önderi) konumuna getirilmiştir. Gerçekte o yalnızca zamanın en önde gelen dinî ve siyasî lideri değildi, aynı zamanda tasavvuf formundaki Yahudi zâhidliğinin de en ateşli savunucusuydu, bundan dolayı “hasidût” olarak bilinmekteydi. Onun bu eğilimi ne zaman benimsediği bilinmemektedir, ancak 1205 yılında babasının halefi olduğu dönemde zaten zühd hayatının içinde olduğu kabul edilmektedir. Abraham Maimonides Pentateuch (Tevrat’ın İlk Beş Kitabı) üzerine bir tefsir yazmış ve tıpkı sûfi literatüründe Peygamber ve arkadaşlarının ilk dönem sûfilerinin kıyafetleri içinde resmedilmeleri gibi, o da kadîm Yahudi karakterlerini zâhidlere benzer şekilde tasvir etmiştir. Bununla birlikte, Abraham’ın, pek çok açıdan babasının Mishneh Torah’ına (Code of Laws, Kanunların Özü) benzeyen, ancak Müslümanların benimsediğine yakın güçlü bir mistisizmi sergilemesiyle ondan ayrılan, en önemli eseri Kifâyetü’l-âbidîn’âir. Gerçekten de Bahyâ’nın, İslamî kaynakları kullanma hususunda ortaya koyduğu endişelerin aksine Abraham Maimonides, kadîm İsrail geleneğinin mirasçıları olarak gördüğü sûfilere olan hayranlığını açık bir şekilde gösteriyordu. Eski İsrail peygamberlerinin hakiki kıyafetlerinin, sûfilerin giydiği murakkalara benzediğini söylediği yerde şöyle demektedir:
“Bizim, bu peygamberlerin giysileri ile sûfilerin kullandıklarını karşılaştırmamızın yakışıksız bir iş olduğunu zannetme, zira bu sonrakiler (sûfiler) İsrail peygamberlerini taklid etmiş, onların izinde yürümüşlerdir, yoksa peygamberler onlarınkinden değil.” 
Aynı şekilde, Kifâye’nin. müellifine göre sûfilerin yola giriş merasiminde gerçekleştirilen, şeyhin hırka giydirmesi de esasen İsrail peygamberlerinin bir uygulamasıdır:
“Harmanisini onun (Elisha) üzerine atmak suretiyle Elijah sanki neşeli bir ifadeyle ona bu giysi ve kıyafetle olduğu gibi geri kalan bütün tavırlarının da kendisine benzemesi gerektiğini ima etmekteydi. Böylece o ona, Elijah’ın manevi arınışının kendisine (Elisha) geçtiğini ve onun da (Elijah) ulaştığı makama ulaşmış olmaktaydı. Kadîm İsrail evliyasından haberdar ol ki, İslam sûfilerinin adeti haline gelen ama bizim dindaşlarımızın pek az yerine getirdikleri; “İsrail’in günahlarından dolayı”, yani üstad müride hırkasını bağışlar ve böylece mürid mistik yola girmiş olur. “Onlar senin kendi sözlerini aldılar” (Deuteronomy, 33: 3). Bizim neden onlardan bazı şeyleri devraldığımızın ve kolsuz hırka v.b. giyme hususunda onları taklid ettiğimizin asıl sebebi işte budur.”
Tasavvufî uygulamaların Yahudilik kaynaklı olduğu doğrultusundaki görüş, bir başka yerde, sûfilerin riyazet eğitimi ile alakalı bölümde Abraham tarafından tekrarlanır:
“Biz, İslam sûfilerinin uykuyla mücadele ederek nefsi öldürme temrini yaptıklarını da görüyoruz ki muhtemelen bu (Kral) Davud’un sözlerinden alınmıştır...O halde bizden alınan ve artık bizde bulunmayan adetlerin yabancı bir milletin içinden nasıl yeniden ortaya çıktığını, şu harika adetleri gözle de pişmanlıkla iç geçir! Ruhun gizlice ağlayacak...Zira İsrail’in gururu onlardan alındı ve dünyanın başka milletlerine bağışlandı.”
Tamamen meşru anlayışa uygun şekilde eserler yazmış olan babasının aksine Maimonides, Gazzâlî’nin İhyâu ulûmi’d-dîn’indeki gibi, müslüman sûfilerin yöntemine uygun olarak, hükümlerin manevi değerlerine vurgu yapmış ve onların ardındaki esrârı bahis konusu etmiştir. Kifâye müellifi, sürgünden kaynaklanan çeşitli çileler sebebiyle Yahudiler’in unuttuğu ve artık sûfilerin muhafaza etmekte oldukları geleneklerde mevcut olan bu sırlardan bazılarını yeniden keşfedeceğine inanmaktaydı. Yahudi zâhidlerin Müslüman adetlerini açık bir şekilde benimsemiş olmalarının asıl sebebi bu inançta ortaya çıkmaktadır. Ayrıca, kendilerine “Peygamberlerin talebeleri” adını uygun gören bu zâhidlerin İsrail’de peygamberliğin zuhurunun çok yakın olduğuna inandıkları da anlaşılmaktadır. Onlar sûfilerin uygulamalarının yalnızca eski Yahudi kaynaklı olduğuna inanmakla kalmıyor, ayrıca bunların “Peygamber’in tebliği”nin de bütünleyici bir unsuru olduğunu kabul ediyorlardı. Bu suretle onların Yahudi toplumunu yeniden oluşturmaları, aynı zamanda peygamberlik sürecini de hızlandıracaktı.
Müslüman örneklerden ilham aldığı açık olan ve ibadetlerle ilgili pek çok uygulamayı da içeren bu reformların amacı sinagogda icra edilen ibadetlerin âdâb ve ehemmiyetini arttırmaktı. Yahudi şeriatinde mecburi olmasa da, ibadetin başlangıcında el ve ayakların yıkanması “nâgîd” tarafından şart koşuluyordu. Diğer taraftan, bu uygulama (abdest) Müslümanların geleneğinde zorunluydu ve sûfi literatüründe bunun değeri üzerine özellikle vurgu yapılıyordu. Abraham, camilerde olduğu gibi sinagogdaki ibadetlerde daima Kudüs’e yönelip ibadet edenlerin belirli sıralar halinde dizilmesi şeklinde bir düzenleme yapmıştı. O, ayakta durma, diz çökme ve başı sallama ile dua esnasında elleri açıp ağlama gibi bazı ibadetlerde uyulması gereken değişik şekiller hakkında tanımlamalar yapmıştı. Kutsal kitapta belirlenmiş olan ibadetlere ilaveten, gece ibadet etmeyi ve gündüz oruç tutmayı da tavsiye etmekteydi. Bununla birlikte zâhidlerin benimsediği en etkili ibadet yalnız başına gerçekleştirilen tefekkürdür ki, sûfilerin “halvet” olarak bilinen karakteristik uygulamalarından biridir. Burada mürid, kendisini ibadet ve tefekküre daha iyi verebilmek maksadıyla, uzunca bir süre tenha ve karanlık bir yerde toplumdan ayrı olarak yaşamalıdır. Abraham Maimonides bu icraatı da Yahudi kaynaklı olarak görmektedir.
“Yine İslam sûfileri karanlık bir yerde inzivaya çekilirler ve ruhun hassas tarafı ışığı dahi göremeyecek derecede köreltilene kadar orada dururlar. Bu güçlü bir derûnî aydınlanmayı gerektirir ki onunla ruh, dışarıdaki karanlıkla rahatsızlık duymayacak derecede, meşgul olsun. Şimdi, rabbi Abraham “he-Hâsîd” karanlıkta inzivaya çekilme fikrinin İsaiah’ın şu ifadesini çağrıştırdığının bilincindedir: İçinizden hanginiz Tanrı’dan korkup ışığı olmadan karanlıkta yürüyen O’nun kulunun sesine kulak verir. Bırak Tanrı’nın ismine güvensin, O’na dayansın (İsaiah, 50: 10).
Bilindiği üzere tasavvuf yolunun kendine mahsus en önemli hususiyetlerinden biri de, manevi gelişimin bir üstadın rehberliğinde gerçekleştirilmesi zorunluluğudur. Abraham Maimonides bu anlayışın kaynağını eski peygamberlerin uygulamalarında bulmaktadır.
“Şunu bil ki, genellikle, vusûlün sâlimen gerçekleşmesi için şu rivayette ifade edildiği gibi, daha önce bunu gerçekleştirmiş olan bir rehberin mihmandarlığına tabi olmak gerekir. “Bir üstad edin” (Abot, 1: 6). Kutsal kitabın üstad ve mürid ile ilgili ifadeleri iyi bilinmektedir; Musa, müridlerinden biri olan kölesi Joshua’ya bu amaca ulaşması hususunda yardımcı olmuştur. Peygamberler de aynı usûlü benimsemişlerdi. Samuel’in rehberi Eli idi. Elisha’nınki Elijah ve Jeremiah da Neriah’ın oğlu Barukh’un üstadı idi.
Ayrıca “Peygamberlerin talebeleri” ifadesi de, peygamberlerin o insanların manevi rehberleri olmaları sebebiyle kullanılmıştır. Bu uygulama başka milletler tarafından benimsenmiştir ki onlar Yahudi geleneğini taklid ederek, şeyh-mürid, üstad-talebe ilişkisini kurumsallaştırmış- lardır...Şayet yolcu (sâlik) kabiliyetli ve talimatlara sâdık olursa, o takdirde yetkin bir üstadın rehberliğinde hedefe ulaşır.”
Ayrıca bazı Yahudi zâhidlerine ait metinlerde sûfilere özgü bir uygulama olan zikirden, ya da “ruhsal hatırlama”dan, bahsedil-mekteyse de bunun ne şekilde gerçekleştirildiğine dair hiçbir teferruata ulaşılamamıştır. Uzun süreli ibadetler için zâhidler özel ibadet hücreleri tesis etmişlerdir, örneğin Abraham Maimonides’in kendine mahsus bir sinangog edindiği bilinmektedir.
Yukarıda zikredilen uygulamalara ilaveten, halvete dayalı bir zühd eğitiminin değişik vecheleri diğer zâhid halkalarının mensuplarının eserlerinde bulunabilir. Dikkate değer bir şekilde, geleneksel Yahudi ahlak anlayışının aksine Yahudi zâhidler bazı sûfiler gibi bekarlığı savunmuşlar ve evlilikle aile mesuliyetlerinin manevi muvaffakiyet için bir engel olduğunu düşünmüşlerdir. Abraham’ın oğlu Obadyah Maimonides evlilik hakkında şunları söylemektedir:
Şunu iyi bil ki, bu yolun hakiki sâlikleri evlenmeden evvel ruhlarını arındırmaya gayret ederler, zira onlar, evlenip çoluk çocuğa karıştıktan sonra manevi ilerleyiş ihtimalinin çok az olacağını bilmektedirler.”  Aynı müellif bütün gereksiz eşyadan (israftan) uzak durmakta ve sıkı bir riyazeti salık vermekteydi:
“Başını ört ve bırak gözyaşların dökülsün, zayıflığın ardından arınma gelsin, gün boyu oruçlu olarak zamanını geçir. Basit şeylerden kaynaklanan zevklerle sevince kapılma ve onların sebep olduğu sıkıntılardan dolayı da kederlenme. Kısaca, onların derdiyle üzülme, sevinciyle mutlu olma. Manasız işlerden ve gülmekten sakın, sessizliği şiar edin ve gerekmedikçe konuşma. Mecbur kalmadığın sürece yemek yeme ve uyku galip gelmediği müddetçe uyuma, kalb sürekli olarak bu gibi şeyleri arzulayacak ve zihin de onlarla meşgul olacaktır.”
Abraham Maimonides ismi, şüphesiz bazı fasılalarla birlikte yaklaşık iki yüz yıl sürecek olan ünlü Maimonides ailesi ile tasavvuf tarzındaki zühd anlayışı arasındaki uzun ilişkiyi başlatmıştır. Hakikaten, yukarıda zikri geçen Abraham’ın kendi oğlu Obadyah Maimonides’in (1228-1265), Makâlâtü’l-havziyye isimli eserinden de anlaşılacağı üzere, tasavvufa güçlü bir temayülü vardı. Bu kitap, sezilebilir olan alemle birleşmek suretiyle Tanrıya giden yola koyulan manevi yolun yolcusu için ahlakî bir el kitabı ve mistik kılavuz durumundadır. Bu metin kalbi, hayat veren marifet suyuyla doldurulabilmesi için öncelikle temizlenmesi gereken bir havuza benzeten klasik tasavvufî kıyasa dayanmaktadır. Mecâzî bir üslupla kaleme alınan bu risale tasavvufî terimlerle doludur. Ayrıca Obadyah’ın, tasavvufî kalıpları geçmiş ecdadına tatbik etme eğilimi de dikkate değerdir. Bu sayede Abraham, İsaac ve Jacob çölde inzivaya çekilen gezgin dervişler olarak takdim edilebilmektedirler.
Tarihin, izlerini muhafaza ettiği Maimonidesler’in sonuncusu olan David ben Joshua (ykş. 1335-1415) da tasavvufa ilgi duymuştur. Neoklasik Yahudi-Arap literatürünün son ürünlerinden biri olan eseri el-Mürşid ile’t-teferrüd, geleneksel Rabbinik Yahudi ahlak anlayışı ile tasavvuf yolunun manevi beyanlarının en kapsamlı sentezini ortaya koymaktadır. Tasavvufun tarifini vererek başlangıç yapıp, sûfi risale geleneğini takip eden müellif, öncelikle “hâsîdût”un bir tanımlamasını yapar. Eser, manevî bir programın merkez unsuru olarak David tarafından geliştirilen ve rabbilerce talim edilen, Sühreverdî’nin işrâkî felsefesi ile tasavvuf yolunun manevî makamlarının ışığında oluşturulan ahlakî bir düzenlemeye dayanmaktadır. Böylece o, başlangıç erdemi olan ve normalde “ihtiyat” anlamındaki “zehirût”u, İşrâkîler’in “işrak” kavramıyla ilişkilendirerek “parlamak” manasındaki “zhr” kökünden türetir, zira arınmak için girilen bu yolun ilk adımı nûru arama sâikiyle atılır.
Maimonides ailesinin bu merkezî özelliği, zühd çevreleriyle bağlantılı çok sayıda şahsın bu ünlü sülale ile ilişkili olmaları dolayısıyle de bir kere daha ortaya çıkmaktadır. He-Hâsîd Abraham Ebû Rabî’ah, Mısır’daki Yahudi dervişlerin liderlerinden biriydi. O, ilahi aşk ile kendinden geçen bir mistikle, kendi arzularının objesi olan müşahede ettiği hayalinin arasında geçen simgesel konuşmayı konu alan Song of Songs’un (İlahiler İlahisi) mistik şerhlerinden birinin müellifiydi. Zühd halkalarının dikkate değer üstadlarından biri de Abraham Maimonides’in rabbinik halkasına mensup olmakla kalmayıp aynı zamanda kayınpederi de olan Rabbi Hanan’el ben Samuel’dir. Birkaç Genizah metninde o “he-hâsîd” yani “zâhid” olarak anılmaktadır. Ayrıca dikkate değer sayıda tefsirle ilgili eserin de müellifi olarak bilinmektedir ki bunlar, yalnızca bir filozof değil, yaptığı izahlarda tasavvufî terimleri anımsatmasıyla aynı zamanda bir mistik olarak onun mahiyetini ortaya koymaktadır. Dahası, Rabbi Hannan’el faal bir zâhiddi, zira bazı belgeler onu damadının yanında bu hareketi müdafaa eder şekilde tasvir etmektedir. Gerçekten de, bu yeni uygulamaların başlangıcı muhalefetsiz olmamış ve zâhidler, dinler tarihindeki pek çok yeni akım gibi sert tepkilerle karşılaşmışlardır.
Muhalefet, nâgîd olarak Abraham’ın oğlu David Maimonides (1222-1300) dönemi boyunca da sürmüştü ki, bahsi geçenin sinagogu bu dönemde kapatıldı ve bir noktadan sonra Mısır’ı terke zorlanarak Akko’ya sığınmak zorunda kaldı. Bu muhalefete bir de, söz konusu zühd yoluna girişin daha başlangıçta seçkin bir azınlığa tahsis edildiği fikri eklenince, bu hareketin neden genelde kabul görmediği açıklık kazanmaktadır. Ancak Doğu Yahudiliği’nin ortak çöküşüyle o da zamanla unutulup gitmiştir.
Bununla birlikte, tasavvuf geçen yüzyıllar içinde zaman zaman, bazı Yahudiler için bireysel olarak câzibe merkezi olmaya devam etmiştir. Rabbi David II Maimonides’in (1335-1415) tasavvufa ilgi duyduğundan daha önce bahsedilmişti. Genizah’da muhafaza edilen ve Yahudi bir kadın tarafından ona hitaben yazılan şikayetnâmede, kocasının onu terk edip kendini tasavvufa vererek, Kahire dışında Mukattam dağındaki meşhur sûfî el-Kurânî’nin rehberliğinde yaşamak üzere oradaki tekkeye gittiği söylenmektedir. XVI. yüzyıl gibi geç bir dönemde Mısırlı büyük sûfi el-Şârânî otobiyografisinde sohbetlerine iştirak eden ve kendisinden, çocuklarını korumak için muska yazmasını isteyen Yahudi hayranları arasındaki şöhretinden bahsetmektedir. Yahudiler başka yerlerde de sûfilerle olan münasebetlerini devam ettirmişlerdir. Arap biyografi yazarı el- Kutûbî’nin verdiği bilgiye göre, Şam Yahudileri, Maimonides’in “Aklı Karışıklara Kılavuz” (Guide of the Perplexed) adlı eserini kendisinden okumak üzere sûfi Hasan İbn Hûd’un (XIII. yy.) evinde toplanmaktaydılar. Acaba bu onların, adı geçen eseri tasavvuf ışığında yorumlamaya çalıştıkları anlamına mı gelmekteydi? Tasavvufî kavramları serbest bir şekilde kullanan ve tasavvuf şehidi Hallâc’ın mistik şiirlerinden alıntılar yapan XV. asır Yemen Yahudileri’nin yazılarında da tasavvufun izlerini bulmak mümkündür. İspanya’da büyük tercüme faaliyeti esnasında, bilhassa Gazzâlî kardeşlerin eserleri olmak üzere, İbranice tercümelerin aracılığı ile çok sayıda tasavvufî kavram Yahudi literatürüne sızmıştır. Aynı şekilde, İslam dünyasının tamamen farklı bir bölgesinde, Rûmî ve Sa’dî gibi şairlerin şiirleri Farsça’dan İbranîce’ye aktarılırken hiç şüphesiz tasavvufî fikirler İranlı Yahudiler arasında yayılma imkanı bulmuştu. Bu bağlamda, İranlı bir Yahudi ve daha sonra da Hindistan’da gezgin dervişlerden olan dikkate değer isim Samed’i (ö. 1661) hatırlamak da faydalı olacaktır.
Bir başka bağlantı yeri, sürekli bir etkinin meydana geldiği Kutsal topraklardır ki bunlardan Kudüs ve hatta Safed, XIII. yüzyılda
İslam kültürünün geliştiği yerlerdi. Rabbi Abraham Abu’l-Afiyyah’ın (ö. 1291’den sonra) halkasına yakın duran XIII. asır kabbalistleri yalnızca kendi bâtınî sistemlerinde belli tasavvufî faaliyetlere yer vermekle kalmayıp, aynı zamanda sûfilerin zikir ayinlerini doğrudan onlardan alarak uyguladıklarını da kanıtlamaktadır. Abu’l-Afiyyah 1260 yılı civarındaki kısa Akko ziyareti sırasında ya da diğer pek çok seyahatlerinden birinde başka bir yerde sûfilerle karşılaşmış olmalıdır. Onun vecd haliyle ilgili metodunun esasını “hazkârâh”ın icrası teşkil etmekteydi ki, bu Arapça'daki “zikir”e dikkat çekecek şekilde benzemektedir. Kutsal kitapta beyan edilen ibadetlerden bağımsız olarak, bu uygulamanın amacı müridi nebevî ilhama hazırlamaktı. Abu’l-Afiyyah’ın yazılarında izah edilen ve açıkça tasavvufî tekniklerle ilişkili olduğu belli olan tefekküre dayalı bu ritüel, tenha ve karanlık bir yerde gerçekleştirilmekteydi.
Başlangıçtaki hazırlıkların ardından mürid beyaz kıyafetlere bürünür, özel bir duruş alır ve nefes kontrolünün yanında baş hareketlerinin eşliğinde “İlâhî İsmi” söylemeye başlar.
Abu’l-Afiyyah’ın doktrini doğuda da yayılmıştı. Akkolu İsaac, Shem Töb İbn Ga’ön ve Shaarey Zedek isimli eserin meçhul müellifi onun bu tefekküre dayalı yenilikçi Kabbalah yöntemini benimsemişler, dahası söz konusu metodu tasavvuf kaynaklı unsurlarla da zenginleştirmişlerdi. Özellikle Akkolu İsaac’ın (1270¬1340), yalnız kalarak tefekküre dalma (Arapça’da halvet, İbranice’de hitbödedût) ve harfleri müşahede etme dahil, tasavvufî tekniklerle ilgili doğrudan bilgi sahibi olduğu anlaşılmaktadır. Diğer taraftan o, David Maimonides ve ve zâhid dostlarıyla Akko’da 1289 yılına dek süren sürgün hayatları esnasında tanışmış olmalıdır.
Safed’in sıradışı Kabbalist okulunun tarihçileri, Mısır’ın yerlisi olan Rabbi İsaac Lurya’nın (1534-1572) müridlerinin yeni uygulamalarını konu edindikleri bölümde, İslamî çevrenin tesirini yeterli derecede hesaba katmamışlardır. Luryanik Kabbala’nın  tam ortaya çıkmaya başladığı dönemde, kendi tekkesi de bulunan Safed’in, gelişmekte olan bir sûfi merkezi olduğunu Türk seyyah Evliya Çelebi doğrulamaktadır. Bu nedenle, kabbalistler tarafından uygulanmaya başlanan bazı mistik ritüellerin ardında Müslümanların ziyaret törenlerine benzer bir şekilde evliya türbelerini ziyaret ve oralarda dua etmek, bir velinin etrafında teessüs eden manevi kardeşlik (tarikat- habûröt) ve sûfilerin semâ ayinleri gibi belli virdlerden oluşan gece ibadeti (bakashshöt) bulunmaktadır. Bunların yanında en önemli ritüel “hitbödedût” yani halvete çekilmekti. Yüz yıldan daha uzun süren bir fasıladan sonra tasavvufî karakterli tefekkür unsurları XVI. yüzyılda kutsal topraklara yerleşen İspanyol mültecilerin yazılarında yeniden ortaya çıktı. Bu durum ekseriyetle Abu’l-Afiyyah’ın okulunun devamı olarak görülse de, Yahudi sûfilerin düşünce sisteminden derlenen bu unsurların ayakta kalmış olabileceği ihtimali göz ardı edilmemelidir. Bu anlayışı yeniden canlandıran ilk yazarlar arasında Judah el-Butinî (ö. 15 19) eseri Sullam ha-aliyyah (Ladder of Ascension, Mirac Merdiveni, başlığın bizzat kendisinde tasavvuf neşvesi mevcuttur) ve Pardes rimmonim (Orchard of Pomegranetas, Nar Bahçeleri) isimli eseri ile Moses Cordovero (ö. 1570) bulunmaktadır. Karanlık bir mekanda icra edilen tefekkür ve nefes kontrolü uygulamasının gayesi ruhun derûnî aydınlanmasını temin etmektir. Periodik itikaflar esnasında gerçekleştirilen diğer uygulamalarda da tasavvufun tesiri ortaya çıkmaktadır: Riyazet, susma, oruç, uyku ve yemeği kısıtlama, tevekkül ve bütün bunların fevkinde vecde gelebilmek için belli bir düzen içinde İlahî İsimleri tekrar etme (zikir).
Yahudilerle Müslüman sûfiler arasında son önemli ilişki, trajik kaderi dinini değiştirip İslam’a girmesine yol açan mistik mesih Shabbatay Zevi’nin (Sebetay Sevi) (ö. 1675) neden olduğu dinî karışıklık esnasında gerçekleşmiştir. Shabbatay Zevi, Edirne’de zorunlu ikamete tabi tutulduğu dönemde gizlice Yahudilikle ilgili vecîbeleri yerine getirirken bir taraftan Hızırlık Bektaşi tekkesindeki zikir âyinlerine katılmakta ve muhtemelen ünlü Halvetî şeyhi Muhammed el-Niyazî (Mısrî) ile de görüşmekteydi. Kendisi gibi din değiştiren ve “Dönme” olarak da bilinen müntesipleri, âyinlerinde okudukları çok sayıda Türkçe şiiri ve bazı ritüelleri kendilerinden devraldıkları, özellikle Bektaşi tarikatı olmak üzere, Türkiye’deki tarikatlarla yakın ilişkilerini sürdürmüşlerdir.
Şurası iyi bilinen bir gerçektir ki, XVIII. yüzyıl Doğu Avrupa Hasidic hareketi, bir zamanlar Türkler’in idaresinde olup Şabbatîlerin yatağı durumunda bulunan Podolya’nın güney Polish eyaletinde ortaya çıkmıştır. Bu bölgedeki hareket mensupları Osmanlı idaresindeki Selanik’te bulunan kardeşleriyle sıkı bir ilişki içindeydiler. Tasavvufî fikirlerin Podolya’ya kadar sızıp orada gelişmeye başlayan Hasidic hareketini etkileyecek boyuta ulaşmış olması ilginçtir. “Zaddik” (Hasidic velileri)  silsileleri, evliya türbelerini ziyaret, bir âyin şekli olarak ilahi ve sema oldukça çarpıcı ve tasavvufî modelleri akla getiren uygulamalardır. Nihayet, bazan İlahi Esmâyı teşkil eden harflerin müşahedesi görüşüne eşlik eden “hitbödedût” gerçeği, örneğin Brasilia'daki Hasidic çevrelerde önemli yer edinmişti. Daha önce gördüğümüz gibi, her ne kadar bu uygulamalar muhtemel İslâmî kaynaklı olsalar da, onların Hasidizm’deki varlığının izlerini, bir zamanlar sûfi uygulamalardan etkilenmiş olan Yahudi kabbalist çevrelerine kadar geri götürmek mümkündür.
Yahudi mistisizmi ve İslam tasavvufunun iki taraflı olarak birbirlerini etkilemeleri, bu iki dinin olumlu etkileşimlerine dair en teferruatlı incelemelerden birini gerekli kılmaktadır. Aslında bu durum, bâtınî (esoteric) hatta bazan zâhirî alanlarda her iki tarafın diğerinden gelecek olan tesirlere karşılıklı olarak açık olduğuna dair çok değerli bir delil ortaya koymaktadır. Üstelik, Mısır’da Yahudi zühd hareketi ve kutsal topraklarda Kabbalist ekolü ilgilendirenlerin yanında, farklı inançların kaynaşmasından doğan bu anlayışın, Yahudi maneviyatının oluşum döneminin en bereketli ve yoğun olduğu zamanda ortaya çıkmış olması dikkate değerdir. Dinler tarihi için büyük önem taşıyan bu kesişme noktaları şüphesiz, dış hatları henüz keşfedilmekte olan inançlararası alış verişlerde yeni ufuklar sunacaktır.
Kaynak: Paul B. FENTON Çev.: Salih ÇİFT, Yahudilik ve Tasavvuf, T.C. ULUDAĞ ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ Cilt: 13, Sayı: 1, 2004 s. 245-260


Yahudilerinde çektikleri ve karakterlerini bozan heryerde olduğu gibi yine din adamlarının hatalarından başka bir şey değil.
Talmud’da hahamlardan “yaşayan Allah” diye söz edilmekte; hatta “Allah’tan daha büyük” ifadesine yer verilmektedir. Dini temsil eden insanlar düzelmedikçe dünya düzene girmeyecektir. İhramcızâde
Hzl: Süleyman SAYAR
Yahudiler, uzun tarihleri boyunca çeşitli açılardan hep “aktüel” olmuşlardır. Günümüzde de, dünya gündeminin belki ilk maddesini Yahudi sorunu teşkil etmektedir. Böyle bir toplumun zihniyet ve karakterini, bu zihniyet ve karakteri oluşturan sosyal, kültürel ve psikolojik dinamikleri tarihî çerçevede ve sosyo-psikolojik bir yaklaşımla ele almak dikkat çekici olmalıdır.
Yahudiler kendi tarihlerini Hz.İbrahim’le başlatırlar. O, Kalde’nin Ur kentinde doğmuş ve oradan ailesiyle birlikte Haran’a gelmiş; sonra ilâhî emir gereği Kenan diyarına (Filistin) göç etmiştir66. Tevrat, İbrahim’e “İbrânî” demektedir. İbrânî deyiminin kökeni ve anlamıyla ilgili çeşitli görüşler vardır. Nitekim İsrail ve Yahudi deyimleri de köken ve anlam bakımından farklı görüşlere konu olmuştur. Bu tartışmalar bir yana, üç deyimin de aynı toplumu ifade etmek üzere eş anlamlı olarak kullanıldığı bilinmektedir.
Hz.İbrahim, “İbrahimî dinler”in dayandığı ve bu dinlerin mensuplarınca büyük değer atfedilen merkezî bir şahsiyettir. Hem İsmailoğulları, hem de İsrailoğullannın büyük atasıdır. Tevrat’a göre Allah, onunla ve onun şahsında zürriyetiyle bir sözleşme (“ahit”) yapmış; bunu “sünnet”le sembolize etmiştir.
Kur’an’da anlatılan kıssasıyla Hz.İbrahim, babası Âzer’in de içinde bulunduğu putperest kavmini Allah’a tapmaya çağıran seçkin bir peygamber, bir tevhid mücadelesi önderidir . O, Yahudi ve Hıristiyan olmadığı gibi, müşriklerden de değildir; aksine, sadece “hanîf” bir “müslim”dir .
Yahudilerin gerçek tarihini Hz.Yakub’la başlatmak gerekir. Onların atası olan ve “İsrail” lâkabıyla anılan Yakub Peygamber  Hz.İbrahim’in torunudur. Yahudi toplumu, İsrail adına nisbetle Yakub’un nesli olarak İsrail ve İsrailoğulları (Benî İsrâil); Yakub’un dördüncü oğlu Yahuda (Juda)’ya nisbetle de Yahudiler şeklinde adlandırılmaktadır. Tamamen akrabalık bağları temeline oturan bu toplum, bugün yeryüzündeki milletlerin en eskilerinden birini teşkil etmekte; heyecan ve canlılık içindeki kendi dinine, edebiyatına ve tarihine sahip bulunmaktadır .
Göçebe bir topluluk olarak çobanlık yapan ve kendilerine peygamberler gönderilen İsrailoğulları Hz.Yusuf aracılığıyla Mısır’a göç etmişlerdir. Bu göç olayı sırasında Mısır Hiksos hanedanının hakimiyetinde bulunuyordu (M.Ö. 1700-1580). Hiksoslar, yönetimi zorla ele geçirdikleri için, Mısırlıları ve Mısır’ı ihmal ediyorlardı. Mısır milliyetçileri saltanatı bunlardan geri almaya çalışıyor, onlar da Mısırlı unsurlarla el ele vererek saltanatlarını sürdürme amacını güdüyorlardı. Tevrat’ın kaydettiğine göre Firavun, bu sebeple Yusuf’un kardeşlerinin Mısır’a gelmesini, bütün ülke servetlerinin onların olacağını vaad ederek ısrarla istemişti . Göç gerçekleşince de, İsrailoğulları Mısır’ın en verimli topraklarında yerleştirilmiş ve ilk zamanlar saygın bir hayat sürmüşlerdi.
Yahudiler Mısır’da hızla çoğaldılar. Ancak toplumdan ayrı yaşamaları, kendilerini soyutlamaları dikkat çekmiş ve bu durum Mısırlıları endişelendirmeye başlamıştı. Bu arada Hiksoslar hakimiyeti sona ermiş, yeni yönetimde Yahudilerin durumu kötüleşmişti. Firavun II.Ramses dönemine gelinceye kadar ve özellikle bu dönemde onlar büyük bir kin ve düşmanlığın hedefi olmuşlardı. Bu ise, Hiksoslar’la işbirliği içinde ülkenin bütün nimetlerinden yararlanan Yahudilere karşı, yerli Mısırlıların hesap sorma aşamasına gelmiş bir reaksiyonuydu. Ancak Yahudiler de boş durmuyor, bozguncu bir zihniyetle Mısırlılara karşı imha plânları ve ihtilâller düzenliyorlardı. Çünkü Hiksoslar’ın kendilerine sağladığı politik amaçlı imtiyazlara alışmışlardı. Hızlı nüfus artışlarının da doğurduğu endişeyle Mısır yönetimi Yahudiler için korkunç bir baskı ve plânlı bir soykırım başlatmıştı. Dört asır kadar süren bu baskı dönemi , Yahudi kişilik ve karakterine olan etkileri açısından çok önemli bir zaman kesitidir.
Mısır’daki kölelik ve sığıntılık hayatı Hz.Musa’nın önderliğinde son bulmuş ve Yahudiler Firavunların zulmünden kurtulmuşlardır (M.Ö. 1250). “Çıkış” (Exodus) olarak anılan bu olaydan sonra geçici bir süre kölelikten kurtulan Yahudiler, yaptıklarından ötürü 40 yıl kadar çölde dolaşmaya mahkûm edilmişler; dolayısıyla hürriyete lâyık olamamışlardır. Mısır’daki kölelik ve ezilmişlik hayatı ruhlarında bir “zillet” duygusu meydana getirmiş, aşağılanma ve horlanmışlık iliklerine işlemiştir. “Asabiyet kaybı” olarak da değerlendirilebilecek bu durumdan dolayıdır ki, zilleti yaşamamış ve korku nedir bilmeyen yeni bir neslin gelmesi, bunun için de 40 yılın geçmesi gerekmiştir . Nihayet Filistin’e girmişler, Hz.Davud (David) ve Hz.Süleyman (Şlomo) zamanında ise bağımsız ve ihtişamlı bir devlete kavuşmuşlardır (M.Ö. 1050-950).
Hz.Süleyman’dan sonra devlet “İsrail” ve “Yahuda” olmak üzere ikiye bölünmüş, İsrail krallığı Asur kralı II.Sargon tarafından kısa bir süre sonra ortadan kaldırılmıştır (M.Ö. 719). Yahuda (Juda) krallığı ise, daha sonra Babil hükümdarı II.Buhtunnasr (Nabukadnezar, Nabukodonosor) tarafından yerle bir edilmiş; Mabed (Beyt ha-Mikdaş) tahrip edilmiş ve Babil’e sürülen Yahudiler’in esaret dönemleri başlamıştır (M.Ö. 586). Bu tarih, Yahudiler açısından “birinci mabed dönemi”nin sonunu işaret etmektedir. Yahudi toplumu, millî kimliğini ve varlığını korumayı yarım asırlık sürgün döneminde Babil’de öğrenmiştir (M.Ö. 586-538). “Bir fikir sistemi, bir ideoloji ve çoğunluk uluslar içinde bir yaşam şekli olarak Yahudilik, Babil’de doğmuştur” . Bu dönem Pers hakimiyetiyle sona ermiş; sürgünden kurtulan Yahudiler, İmparator Kurus’un (Koreş, Kirus) desteğiyle Mabed’i yeniden inşa etme imkânına kavuşmuşlardır (M.Ö. 516). Ne var ki, bu kez de Büyük İskender’in Filistin’i zaptetmesiyle Yunan hakimiyetine giren Yahudiler (M.Ö. 332); Romalılarla işbirliği içinde kısa süreli bir bağımsızlık döneminin ardından, aralarındaki bitimsiz kavga ve isyanlar sonucu Romalı Pompeus tarafından dağıtılmışlardır (M.Ö. 63). Bir süre sonra yine bağımsızlık için isyan eden, ihtilâller çıkaran bu topluma Roma İmparatoru Titus son darbeyi vurarak, Kudüs’ü ve Mabed’i yakıp yıkmış; Yahudilerin bir kısmını öldürmüş, çoğunluğunu da Akdeniz esir pazarlarında sattırmış ve sürmüştür (M.S. 70). Bu olay, “ikinci mabed dönemi”nin sona ermesine ve Yahudilerin yeryüzüne dağılmasına neden olmuştur (“diaspora”). Mabed’in yıkılmasıyla dinî bağımsızlıklarını da kaybeden Yahudiler, bundan sonraki uzun tarihleri boyunca Mesihiik iddiasıyla ortaya çıkan Bar Kohba zamanında Romalıların kanlı bir şekilde bastırdığı iki yıllık bir bağımsızlık isyanı dışında (M.S. 132-135), 1948’e kadar hep sürgün ve esarete maruz kalmışlardır.
Bir noktayı tesbit etmek gerekir ki, Yahudilerin yabancı hakimiyeti altında alabildiğine ezilmiş, horlanmış ve aşağılanmış olmaları büyük ölçüde kendi isyankâr, uyumsuz, bozguncu ve entrikacı karakterlerine de bağlı kalmıştır. Gerek Mısır, gerek Babil, Yunan, Roma ve hatta İslâm hâkimiyeti dönemlerinde hep düşmanla işbirliği yaparak yaşadıkları ülkeyi çökertmeye çalışmışlar, ama her seferinde başarısızlığa uğramışlardır. İslâm’ın hoşgörüye dayalı yönetiminde bile eski alışkanlıkla çevirdikleri entrika ve düşmanlıklardan ötürü Hicaz’dan sürülmüşlerdir. Ortaçağ boyunca İngiltere, Fransa, İtalya ve Almanya gibi Batı ülkeleri Yahudi sürgünlerine sahne olmuştur. 1492 yılı ise; Endülüs İslâm Devleti’nin çöküşünün ardından Hıristiyan zulmü ve soykırımına uğrayan İspanya Yahudileri’nin yeryüzüne dağılması şeklinde yeni bir sürgün döneminin başlangıcıdır. Hiçbir ülkenin kabul etmek istemediği bu topluluk, nihayet Osmanlı hoşgörüsüyle önce Selânik’te, sonra da yurdun diğer bölgelerinde yerleştirilmek suretiyle Osmanlı ülkesinde yaşama şansı bulmuştur.
Orta ve Yeniçağda Batı ülkelerindeki Yahudi hayatını sembolize eden kelime “Ghetto”dur. Yahudiler, bellibaşlı kentlerin kenar mahallelerinde yaşamak zorunda bulunuyorlardı. Toplumdan soyutlanmış olarak duvarlarla çevrilmiş ghetto’larda bir tür hapishane hayatına itilmişlerdi. Ancak, bir açıdan böyle görünen olayın başka açılardan farklı biçimde değerlendirilmesi de mümkündür. Meselâ E. Hoffer bu konuda şunları söylemektedir: “Orta Çağlarda Yahudilerin içinde yaşamaya mecbur edildikleri mahalleler, onlar için bir hapishane olmaktan çok, bir kale idi. Yahudi mahallelerinin kendilerine sağladığı çok kuvvetli birlik duygusu olmasaydı, o karanlık devirlerin zulmüne Yahudiler imanlarını bozmadan dayanamazlardı. Orta Çağın zulmü, İkinci Dünya Savaşı’nda kısa bir süre için geri geldiğinde Yahudi’yi bu eski savunmasından yoksun olarak yakaladı ve onu ezdi” . Demek ki; Yahudilerde öteden beri var olan ve “üstün ırk” anlayışından kaynaklanan “farklı olma” karakteri, ghetto’larda daha bir bilinçle korunmuştur. Kollektif bir yapının kimliğini taşıyan, bunu taşıdığına inanan her bir Yahudi güçlü bir birlik şuuruna sahip olmuştur. Bunun daha eski bir örneği, yukarıda belirtildiği gibi, Babil sürgünü dönemidir.
Yahudiler, uzun tarihleri boyunca siyasî güç ve bağımsızlıklarını elde edemedikleri, ya da sürekli baskı altında yaşadıkları için, mesailerini fikrî ve iktisadî alanlara yöneltmiş; binbir entrika ve hile ile büyük bir ekonomik güce ulaşmış, sonra bu yolla siyasî güç dengelerini de bozmaya çalışmışlardır. Böylece diğer milletlerin nefretini kazanmışlar; bu nefret onların daha çok hor görülmelerine neden olmuş, ama kendileri de karşı nefret ve ihtirasla, üstün ırk idealiyle ayakta kalmayı başarmışlardır. Avrupa’da XIX. yüzyılın sonlarında ileri boyutlara varan Yahudi düşmanlığı (“antisemitizm”), büyük ölçüde Politik Siyonizm’in gelişmesine neden olmuş; T. Herzl’in çalışmalarıyla güçlenen bu akım, İngiltere’nin fiilî desteği ve diğer Batılı devletlerin de arzusuyla Filistin’de bir İsrail Devleti’nin kuruluşunu hazırlamıştır (1948)
Burada, Yahudi tarihinin önemli olayları ve dönüm noktalarına kısaca yer verilmiştir. Aslında bu çalışmanın ilgi alanı, Kur’an’ın vahyedildiği döneme kadar olan Yahudi tarihidir. Tarihî Yahudi karakterini günümüz Yahudi toplumunun temsil edip etmediği meselesi, yeni örnek olaylar çerçevesinde ele alınması gereken bir konudur. Herkesin gözü önünde cereyan eden güncel olaylar bir yana bırakılırsa, bu noktada, Kur’an’ın geleceğe ilişkin belirleyici bazı sarih ifadelerinden başka dayanağımız bulunmamaktadır.
Yahudi millî karakterini besleyen Yahudi zihniyetidir. Bu zihniyetin, özetlediğimiz tarihî süreç içinde oluşmasını sağlayan en önemli kaynak Yahudi kültür ve edebiyatıdır. Bu kültür ve edebiyatın başında Yahudi Kutsal Kitabı (Eski Ahit) vardır.
Irkçı bir yapıyı yansıtan Yahudi öğretilerinin tamamına “Tora” adı verilir. Bu terim, Arapça “Tevrat”ın karşılığı olmakla birlikte çok daha geniş bir anlama sahiptir. Yahudiler, bu geniş anlamıyla kutsal kitaplarına İbranice “Tanah” derler. Tanah; Tora (Tevrat), Nebiîm (Peygamberler) ve Ketubîm (Kitaplar) olmak üzere üç bölüm ve toplam 39 kitaptan oluşmaktadır. Yahudilere göre bu sayı 24 veya 22’dir. Bunların tamamlanması, yaklaşık olarak bin yılı aşkın bir süre içinde gerçekleşmiştir (M.Ö. 1200-100).
Yahudi öğretilerinin tamamının adı olarak Tora, “yazılı” ve “sözlü” olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Yahudiler, Rabbânî çoğunluk itibariyle “Sözlü Tora”ya çok önem verirler. Onlara göre, “Sözlü Tora” da vahiy eseridir ve o olmadan “Yazılı Tora” anlaşılamaz.
Sözlü gelenek, anlaşılacağı gibi Tora (=Tevrat)nın tefsiri ve Yahudilerin fıkıh kaynağı olarak nesilden nesile intikal etmiş, M.S. II. yüzyılda Yahuda Ha-Nasi tarafından “Mişna” adıyla kitaplaştınlmıştır. Fakat bu, sözlü geleneğin bütünü değildir. Daha sonra hahamların çalışmalarıyla bütün sözlü gelenek bir araya getirilmiş ve “Mişna”nın tefsiriyle (“Gemara”) birlikte “Talmud”u oluşturmuştur. Talmud, dar anlamda Gemara ile özdeştir . Talmud çalışmaları hem sürgündeki Yahudiler, hem de Kudüs (Yeruşalim)’de kalan Yahudiler arasında sürdürüldüğü için Babil ve Kudüs Talmud’ları ortaya çıkmıştır. Her ikisi de Mişna metnine dayanmasına rağmen, aralarında büyük farklar söz konusudur. Daha önemlisi, Mişna metni üzerinde de ittifak yoktur; aksine tutarsızlıklar vardır. M.S. IV.-V. yüzyıllarda derlendiği halde, ilk Talmud basımı 1520-1523 yıllarında Venedik’te gerçekleştirilmiştir .
Talmud, bütünüyle kendi içine kapanmış bir toplumun ruh durumunu yansıtır. Daha çok pratik hayatı düzenleyen kuralları, emir ve yasakları ihtiva eder . Ayrıca çok miktarda hikâye, mesel, hikmetli söz ve lejand mevcuttur ki, bunlar, Yahudi edebiyat ve folkloruna da yansımıştır . Kudüs ve Babil versiyonlarıyla Talmud, geleneksel İbrânî (Yahudi) kültürünün, Mişna tertibine göre yazılmış genel bir ansiklopedisi niteliğindedir . O, aynı zamanda, din bakımından Eski Ahit’i ikinci plâna iten en yüksek otorite olarak kabul edilmiştir .
Bu genel bilgiden sonra; Yahudi Allah inancını, Yahudilerin kendilerini ve diğer insanları nasıl gördüklerini Tanah ve Talmud’dan belgelendirmek yararlı olacaktır.
Eski Ahit’te (“Tanah”) Allah inancı, insanbiçimci (antropomorfik) bir özellik gösterir. Tanrı, Yahudi ırkçılığının gereği olarak sadece “İbranilerin Allahı”dır . Bir Eski Ahit cümlesi şöyledir: “Bütün dünyada Allah yoktur, ancak İsrail’de vardır’ .
İsrail’in Tanrısı insan gibi dinlenme ihtiyacı duyan , acı çeken , güreşen , koca olan , ağlayan ; dalgınlık, uyku, helâya gitme ve yolculuğa çıkma gibi arazlar gösteren  ve günün serinliğinde bahçede gezinen  bir varlıktır. Bu özellikleriyle âdeta İsrailoğulları tarafından yaratılmıştır. Talmud’a göre de Yahudi Allah inancı aynı özelliklere sahiptir .
Mevcut şekliyle Eski Ahit, Yahudilerin “üstün ırk” olduğunu öngören birçok belge içermektedir. Onlar; “siyon’un değerli oğulları” , hem “ilâhlar” hem de “Yüce Allah’ın oğulları”  olarak tanımlanmaktadırlar.
Yahudi milleti; yeryüzüne hükmedecek, milletlerin hepsine varis olacak  seçilmiş bir kavim ve mukaddes millettir . Yahudiler, bu seçkinlik ve üstünlük tasavvuruna rağmen, aşağı yaratıklar olarak gördükleri diğer insanların egemenliği ve baskısı altında yaşamalarının doğurduğu çelişkiyi de pek çözememişlerdir. Onlara göre leş yemek yasaktır, ama yabancılara satılabilir . Köle ve cariyeler yabancılardan olmalıdır; kendi aralarında bu uygulama yasaklanmıştır . Yabancılardan kız alıp-verme yasağı vardır . İsrail soyunun diğer milletleri mülk edineceği belirtilmiştir .
Eski Ahit ve Talmud’un öngördüğü zihniyet yapısını “Siyon Liderlerinin Protokolleri”nde de görmek mümkündür. Protokoller, dünya hakimiyetine giden yolda Yahudilerin uygulayacakları bir programdır. Yahudi liderlerince hazırlandığı kabul edilen bu program Yahudi zihniyetinin kaynakları arasında sayılmalıdır .
Özü verilmeye çalışılan yukarıdaki prensip ve inançlar, Yahudi zihniyet ve karakterinin yapısı hakkında yeterince aydınlatıcıdır.

İnsanın, kendisini yaratan Allah’a karşı tutumu temel alındığında Kur’an’daki dinî karakter belirleyici kavramlar birbirine zıt iki kategoriye ayrılabilir: Olumlu ve olumsuz karakter kavramları. Bu ayırma işleminin temel ölçüsü “Allah’a iman” olduğu için, birinci kategorideki kavramlar “mü’min” karakter özelliklerini, ikinci kategorideki kavramlar ise “kâfir” karakter özelliklerini oluşturmaktadır. Kur’an baştan sona bu iki karakter çatışmasının örnekleriyle doludur. Yahudiler de genel olarak kâfir, yani inkârcı karakter tipinin örnekleri arasında yer almaktadırlar. Bunun başlıca sebebi, Kur’an’ın konuya yaklaşımının dinî/ahlâkî amaçlı oluşudur. Daha önce de belirtildiği gibi, Yahudi dinî karakterini ortaya koymak demek, onların sosyal ya da millî karakterlerinin temel özelliklerini de yakalamak demektir.
Bütün bu kavramlarla tasvir edilen karakter yapısına Yahudi millî karakteri olarak bakılamaz mı? Bize göre, bu soruya müsbet cevap vermek gerekir. Her ne kadar Kur’an dinî karakter özellikleri üzerinde daha çok duruyorsa da, bunlar arasından tarihî/millî Yahudi sosyo-psikolojisini çıkarmak mümkün görünmektedir.

.Bu tablo, yukarıda sıralanan Kur’anî kavramların oluşturduğu karakter özellikleriyle karşılaştırıldığında birçok benzer ve ortak nokta dikkat çekecektir. Öyleyse; Kur’an’ın izlediği ya da Kur’an’a dayanarak bizim ortaya koymaya çalıştığımız Yahudi karakter yapısı bir ütopyadan ibaret değildir. Aksine, burada devamlılık arzeden ve tarihî süreçle desteklenen bir gerçeklik söz konusudur.

Kur’an, Yahudi karakterini tasvir ederken sosyo-psikolojik unsurları da ihmal etmez. Bunların bir kısmı, esasen genel anlatımdan da çıkarılabilmektedir. Sözgelimi, Yahudilerin aşağılık duygusu ve korkaklık özelliği, altın buzağıya tapma olayı, Hz.Musa’dan putperest ulusların tanrıları gibi somut bir tanrı isteğinde bulunmaları, bütün bunların arkasında Mısır’daki kölelik yaşantısı ile Mısır tanrılarından etkilenme olgusu vardır. Korku gibi, “buzağı” putuna sevgi ve saygı da tabiatlarına yerleşmiştir. Mısır’daki baskı dönemi Yahudilerde hem bir kin, hem de Mısırlılara karşı bir imrenme duygusu geliştirmiştir. Kendilerini ezen bir ulusun tanrılarının da çok güçlü olduğunu düşünmüşlerdir. Dolayısıyla Mısır hayatı, onlar için sosyo-psikolojik bir arka-plân olmuştur. Ayrıca, Babil’deki sürgün hayatı ve 1948’e kadar gelen tarihî süreç de Yahudi karakterini şekillendirmiştir.
Yahudilerdeki korkaklık duygusu, sosyo-ekonomik şartlara bağlı olarak değişmiş kabul edilmektedir . Ancak, bunu ispat edecek belgelerin yeterli olmadığı öne sürülebilir. Çünkü İsrail’in kuruluşu resmen ilân edildikten sonra Yahudiler tek başına ciddi bir savaş yapmamış, yani onların cesur ve savaşçı karakterlerini ortaya çıkaracak geniş boyutlu bir çatışma söz konusu olmamıştır. Bugün İsrail, Amerika’nın Ortadoğu’ya uzanmış bir eli ya da ileri karakolu durumundadır. İsrail dışındaki Yahudilerin ekonomik gücüyle beslenen, neredeyse bağımsız bir maliyesi bile olmayan İsrail, üstün silah gücüne rağmen Araplarla yaptığı savaşlarda hep Amerika ve diğer Batılı devletlerin yardımı, gizli plânları sayesinde başarılı olmuş ya da yenilgiden kurtulmuştur.
Yahudilerdeki üstünlük anlayışını, aşağılık duygusunun bir telâfisi ve tatmini olarak düşünmek mümkündür. Sürekli ezilen, acı ve ıstırap çeken Yahudi toplumu bu ideal ile tatmin olmuş ve ayakta kalabilmiştir. Baskı ve soykırıma uğrayışını da, üstünlüğünden dolayı kendisine duyulan kıskançlığın bir tezahürü olarak değerlendirmiştir.
Kur’an’da da belirtildiği gibi Yahudilerin hayata ve maddeye aşırı düşkünlüğü, bir yandan kendi üstünlüklerine olan inançtan, bir yandan da ezilmişlik duygusundan kaynaklanmaktadır. Bu iki faktör, Yahudilerin hayata sımsıkı sarılmaları sonucunu doğurmuştur.
Şunu da eklemek gerekir ki Kur’an, İsrailoğullarının bazı meziyetlerinden de söz etmektedir. Hatta onların âlemlere üstün kılındığını ifade eden âyetler de vardır . Ancak buradaki üstünlük, dinî anlamda toplumların psiko-sosyal değişimleri esasına bağlanmıştır; mutlak ve sürekli değildir. Aksi takdirde, Kur’an’ın, Yahudiler’den hep övgüyle söz etmesi gerekecekti. Oysa önemsiz istisnalar bir yana , Yahudi çoğunluğu Kur’an anlatımında cezaya müstehak bir toplum olarak karşımıza çıkmaktadır. Demek ki, İsrailoğullarının üstünlüğü kitap, hikmet ve peygamber gibi nimetlere bağlı olarak sadece belli bir dönemle sınırlı ya da “ahit”lerine sadık kaldıkları sürece geçerli bir üstünlüktür.
Karakter ve zihniyet kavramları çerçevesinde Yahudi tarih ve kültürünün şekillendirdiği Yahudi millî/sosyal karakteri, üstünlük anlayışı ve tarihî ezilmişlik duygusu odağında ırkçı, bozguncu, entrikacı, kinci, intikamcı, dünyacı, isyankâr, dönek vb. karakter özelliklerine sahiptir. Bu karakterin din alanındaki belirleyici temel kavramları ise küfür, şirk ve nifak’tır. Bu tablo, sosyo-psikolojik unsurları da dikkate alan tarihî karakter tesbiti çalışmamızda varılan doğal bir sonuç olmaktadır. Kur’an anlatımında Yahudi, dinî/ahlâkî bakış açısından olumsuz bir tutum ve davranışın sembolü olarak dikkat çekmektedir. Yahudi toplumunun tarihî karakteri ve sosyal psikolojisi, kendi kutsal kitaplarında da (“Eski Ahit”) Kur’an’dakine benzer özelliklerle gözler önüne serilmiştir . İki dinin kutsal metinlerinde de aynı olumsuz kişilik yapısı ve aykırı sosyal davranış biçiminin yansıtılması, bu karakterin objektif olarak tesbiti yanında, sürekliliğinin de delili sayılabilir.
Kaynak: Süleyman SAYAR,  YAHUDİ KARAKTERİ, (Tarihî ve Sosyo-Psikolojik Bir Yaklaşım), T.C. ULUDAĞ ÜNİVERSİTESİ, İLÂHİYAT FAKÜLTESİ, Sayı: 9, Cilt: 9, 2000, Bursa

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar