TOTALİTARİZMİN KAYNAKLARI- ANTİSEMİTİZM -1-
BİRİNCİ BASKIYA ÖNSÖZ
Bir
kuşağın ömrüne sığmış; kesintisiz yerel savaşlar ve devrimler zincirinin
birbirinden ayırdığı; ne mağluplara barış anlaşması ne de galiplere soluk alma
olanağı tanıyan iki dünya savaşı, geri kalan iki dünya devleti arasında üçüncü
bir dünya savaşı bekleyişi ile son buldu. Bu bekleyiş anı, ölen umutların
ardından çöken bir sükûnete benziyor. Artık bütün gelenekleriyle eski dünya
düzeninin onarılabileceğine ya da savaşların ve devrimlerin yarattığı, her şeye
rağmen bu şiddetten uzak kalabilmiş olanların da etkilerinden kaçamadığı,
yıkım ve çürümenin yol açtığı bir kaosa sürüklenmiş beş kıtadan insanların
yeniden bütünleşebileceğine dair en ufak bir umudumuz kalmadı. Bu son derece
farklı koşullar ve benzersiz durumlar altında hep aynı fenomenin gelişmesini
izliyoruz; daha önce görülmedik ölçekte bir yurtsuzluk, daha önce görülmedik
derinlikte bir köksüzlük.
Geleceğimiz
hiç bu denli öngörüden uzak olmamış; bizler, özçıkarın ve sağduyunun
kurallarını gözetmekten bu denli uzak siyasal güçlere -önceki yüzyılların
ölçütleriyle değerlendirilecek olursak, düpedüz cinnet halindeki güçlere hiç
bu ölçüde bağımlı olmamıştık. Sanki insanlık, insanın mutlak güç olduğuna
inananlar (yeter ki kitlelerin nasıl örgütleneceği bilinsin, her şey mümkündür
diye düşünenler) ile, yaşamlarında sadece iktidarsızlığı tanımış kimseler
arasında ikiye bölünmüş gibidir.
Tarihsel
içgörü ve siyasal düşünce düzeyine, bütün uygarlıkların asıl temelinin çökme
noktasına geldiğine dair genel, belirsiz bir anlaşma hâkim. Bu temel, dünyanın
bazı yerlerinde diğerlerine nazaran daha iyi korunmuş gibi görünebilir, ama
hiçbir yerde yüzyılın olanaklarına yön verememekte ya da korkulara yeterince
yanıt olamamaktadır. Olayların merkezine dengeli bir yargıdan, ölçülü bir
içgörüden çok, umarsız bir umut ve umarsız bir korku egemen görünüyor. Yazgıdan
kaçılamayacağı inancına bağlananlar da, en az kendilerini pervasız bir
iyimserliğe koyverenler kadar zamanımızın başlıca olaylarını unutmuş
durumdalar.
Bu
yazının arka planında, pervasız bir iyimserlik ve pervasız bir umutsuzluk
yatmaktadır. Yazıda, İlerlemenin ve Yazgı’nın aynı madalyonun iki yüzü olduğu;
bunların imana değil boş inanca konu olan şeyler oldukları savunulmaktadır.
Elinizdeki yazı, siyasal ve tinsel dünyamızın bütün geleneksel unsurlarını
çözen ve şeylerin özgül değerlerini yitirmesine yol açarak onları insan
kavrayışının tanıyamayacağı, insani amaçlarla kullanılamayacak hale sokan bir
birikintiye dönüştüren gizli mekanizmaları bulup çıkarmanın mümkün olması
gerektiği gibi bir kanaatten yola çıkarak yazıldı. Sadece “tarihsel
zorunluluk” gibi sahte bir görkemliliği varsaydığından değil, aynı zamanda
onun dışında kalan her şey cansız, kansız, anlamsız ve gerçek dışı gibi
görünmeye başladığı için de bu yalın parçalanma sürecine teslim olmak, karşı
konulması olanaksız bir iğva haline geldi.
Yeryüzünde
olup biten hiçbir şeyin insanın kavrayışının dışında olamayacağı yargısı, tarihin,
beylik, basmakalıp yargılarla yorumlanmasına yol açabilir. Aşırılıkları inkâr
eden, olmayanı olandan çıkarsayan ya da görüngüleri benzeşimler ve
genellemelerle açıklayan kavrama edimi, artık gerçeğin etkisinin ve deneyimin
yarattığı şiddetli sarsıntının hissedilmediği anlamına gelmez. Tersine -ne
varlığım yadsıyarak ne de ağırlığı altında ezilerek- yüzyılımızın omuzlarımıza
yıktığı yük her ne ise onu incelemek ve bilinçle taşımak anlamına gelir.
Bu
anlamda, Yahudi Sorunu ve antisemitizm gibi küçük (ve dünya politikası
bakımından önemsiz) bir fenomenin, ilkin Nazi hareketi, sonra bir dünya savaşı
ve son olarak da ölüm fabrikalarının kurulmasında bir katalizör işlevi görmesi
(bu sağduyuya aykırı gerçek); ya da ekonomik güçlükler birkaç onyılda dünyanın
her yanındaki siyasal koşullarda derin bir dönüşüme yol açtığında, emperyalizm
çağını başlatan neden ve etki arasındaki bu grotesk oransızlık; veya totaliter
hareketlerin malum sinik “realizm”i ile gerçekliğin bütün dokusunu bariz bir
biçimde hiçe sayan tutumları arasındaki garip çelişki; yahut modern insanın
(her zamankinden daha büyük, tam da evreninin varlığına meydan okuyabilecek
kadar büyük) gerçek gücü ile modern insanların kendi kudretlerinin eseri olan
bir dünyada yaşamak ve bu dünyayı anlamaktaki aczleri arasındaki can sıkıcı
uyuşmazlık; bütün bunlarla yüzleşmek ve onları anlamak mümkün olmalıdır.
Yerkürenin
fethini ve bütünsel tahakkümü amaçlayan totaliter girişim, bütün kördüğümlerin
en yıkıcısıdır. Onun zaferi, insanlığın yok olması demek olabilir ancak; egemen
olduğu her yerde insanın özünü yıkmıştır. Yüzyılımızın bu yıkıcı güçlerine
sırtımızı dönmenin hiçbir yararı yoktur.
Sorun
şuradadır: Zamanımızda iyi ile kötü, öylesine garip bir biçimde birbirine
karışmıştır ki, emperyalistlerin
“yayılma uğruna yayılma”ları olmasaydı dünya hiçbir zaman tek bir dünya
haline gelemeyebilirdi; burjuvazinin
“iktidar uğruna iktidar” şiarı olmasaydı, insanın kudretinin boyutlarını
keşfetmek asla mümkün olamayabilirdi; zamanımızın temel belirsizliklerini
benzersiz bir açıklıkla ortaya koyan totaliter hareketlerin farzı dünyası
olmasaydı, olup bitenlere tam olarak uyanamadan bir felaketin içine
sürüklenmemiz işten bile olmazdı.
Ve
totalitarizmin son evrelerinde mutlak (mutlak, çünkü bunun insanın anlayabileceği
güdülerden çıkarsanması olanaksızdır) bir kötülüğün boy gösterdiği doğru
olduğu kadar, onsuz Kötülük’ün radikal doğasını asla tam olarak bilemeyeceğimiz
de doğrudur.
(Sadece Yahudilere duyulan
nefretten ibaret olmayan) antisemitizm, (sadece fetihten ibaret olmayan)
emperyalizm, (sadece diktatörlükten ibaret olmayan) totalitarizm; her
biri diğerinden daha acımasız olan bu [fenomenler], insan onurunun yeni bir
güvenceye ihtiyacı olduğunu göstermiştir. Bu güvence, yerküre üzerinde bu kez
insanlığın tümünü içine alacak biçimde geçerli olması gereken yeni bir yasada,
yeni bir siyasal ilkede bulunabilir ancak. Bu yasa ve ilke, gücünün köklerini
yeni bir biçimde tanımlanmış ülkesel varlıklardan almalı; gücü bu varlıklarca
denetlenmeli ve kesifi olarak sınırlandırılmalıdır. Artık geçmişte iyi olanı
alıp ona basitçe “işte bizim mirasımız” diyecek; kötü olanıysa, zamanla
unutulup gidecek ölü bir yük olarak düşünüp atacak durumda değiliz. Batı
tarihinin alt-akıntısı sonunda yüzeye çıkarak geleneğimizin onurunu
gaspetmiştir. Yaşadığımız gerçek budur. O yüzden, bugünün aman vermez şartlarından
kaçarak hâlâ bakirliğini koruyan bir geçmişe sığınmaya yönelik bütün çabalar
boştur.
Yaz,
1950
**
GENİŞLETİLMİŞ İKİNCİ BASKIYA ÖNSÖZ
Bu
yazının ilk kez yayımlandığı 1951 yılından bu yana, yeni bir yönetim biçimi
olarak anladığımız totalitarizm ve bütünsel tahakküm hakkındaki
düşüncelerimizi doğrudan etkileyen sadece tek bir olay olmuştur. Bu
olay, Stalin’in ölümü ya da Rusya’da ve uydu ülkelerde birbiri ardına patlak
veren bunalımlar değil, bir halkın bütünsel tahakküme başkaldırısının ilk ve
henüz tek örneğini oluşturan Macar devrimidir. Bu başkaldırının üzerinden
henüz iki yıl geçti ve kimse şimdiden bu olayın, 1789’dan sonra kendini bir
dizi Avrupa devrimi içinde duyurmuş bir ruhun sadece son ve umutsuz bir
parlaması mı olduğunu, yoksa kendi sonuçlarını yaratacak yeni bir şeylerin
tohumunu da mı içerdiğini söyleyemez. Her iki durumda da olayın kendisi,
totalitarizm hakkında bildiklerimizi ya da bildiğimizi sandığımız şeyleri
yeniden gözden geçirmeyi gerektirecek kadar önemlidir. Okur bunu, yeni
baskıda, eski bir öyküyü güncelleştirmeye çalıştığım son bölümde, Sonsöz
olarak görecektir. Ancak 1958’de meydana gelen gelişmelerin gözönünde
bulundurulmadığım unutmamak gerekir. 1958’deki olaylara bakıldığında, Sovyet
Rusya’da ve uydu ülkelerde kısmî bir “yeniden Stalinistieşmenin” güçlü bir
olasılık olarak varolduğu izlenimi uyanıyor. Ama yazıda bu söylenmediği gibi,
tamamlanmış bir olgu olarak da incelenmiyor.
Bu,
sadece bir ek değil. Bu konularda zaman zaman olduğu gibi, şimdi bana da,
bütünsel tahakküm unsurlarına ilişkin kitabın üçüncü kısmında yapılan
çözümlemeden doğrudan çıkartılabilir gibi görünen daha genel ve kuramsal
yapılı belli görüşler varmış gibi gelmektedir. Fakat 1949’da özgün el
yazmalarını bitirdiğimde böyle düşünmüyordum. Şimdi bu görüşler, ilk baskının
sonunda yer alan ve oldukça yetersiz olan “Sonsöz”ünün yerine konan (ancak
“Sonsöz”ün bazı kısımları diğer bölümlere dağıtılmıştır) elinizdeki baskının
“İdeoloji ve Terör” başlıklı XIII. Bölümü’ne dahil edilmişlerdir.
Bu
değişiklikler, kitabın gözden geçirildiği anlamına gelmemektedir. Bu baskıda
iki yeni bölüm bir yana, (partilerin hareketlere dönüşmesi ile devletsizlik
gibi totaliterlik öncesi fenomenlerin ele alındığı) Emperyalizm’e ilişkin II.
Kısmın son bölümleri ve Totalitarizm üzerine olan III. Kısım epey
genişletilirken, Antisemitizm’le ilgili I. Kısım ile Emperyalizmle ilgili 5-8.
Bölümler olduğu gibi bırakıldı. Ancak bunlar, ilk metindeki savları ve
çözümlemeleri değiştirmeyen teknik ilaveler ve kaydırmalardır. Bu kitabın
yazılışının üzerinden geçen sürede Hitler rejimi hakkında daha çok belge ve
kaynağa ulaşmak mümkün hale geldiğinden, bu değişikliklerin yapılması zorunluydu.
Örneğin Nürnberg ile ilgili belgeleri kısmen ve o da İngilizce çevirilerinden
biliyordum; savaş sırasında Almanya’da yayımlanan yazılar, broşürler, dergiler,
bu ülkede [Amerika] bulunmuyordu. O nedenle ilaveler ve kaydırmalar daha çok,
ikinci el kaynaklar yerine şimdi özgün kaynakları kullandığım dipnotlarda ve
metin içindeki alıntılarda yapılmıştır.
Ne
var ki kaynaklar için yapabildiklerimi, son yıllarda Nazi Almanya’sı ve Sovyet
Rusya hakkında oluşan o devasa yazın için yapamadım. Hatta önemli katkıların
hepsini anmak bile mümkün olamadı. Bu eksiklikten son derece üzgün olmakla
birlikte, savaştan sonra Nazi ve diğer Alman görevlilerinin yayımladığı ciltler
dolusu kitabı değerlendirmeleriminin dışında bırakmış olmaktan dolayı hiçbir
üzüntü duymuyorum. Bu tür savunmacı ve özürcü yazılardaki namussuzluk çok açık
ve can sıkıcı, ama yine de anlaşılır tarafları var; ne ki bu kişilerin olaylar
sırasında oynadıkları rollerin yanı sıra gerçekten olup bitenlere ilişkin
sergiledikleri kavrayış noksanlığı hayret vericidir.
Arşivi
taramama ve yazım için yararlanmama izin verdiği için, California
Stanford’daki Hoover Kütüphanesi’ne, Paris’teki Centre de Documentation Juive’e
ve New York’taki Yiddish Scientific İnstitute’ye teşekkür ederim. Nürnberg
Mahkemeleri ile ilgili belgeler, Nuremberg File Number’dan alınmıştır; atıfta
bulunulan diğer belgelerinse, şu anda bulundukları yer ve arşiv numaraları
belirtilmiştir.
Bu
baskıda yer alan iki yeni bölüm, daha önce, Temmuz 1953 tarihli Review
of Politics’de,
“İdeoloji ve Terör: Yeni Bir Yönetim Biçimi” ve Şubat 1958 tarihli Journal
of Politics’de
“Totaliter Emperyalizm: Macar Devrimi Üzerine Düşünceler” adlarıyla
yayımlanmıştır.
Macar
Devrimi’ne ilişkin çözümleme dışında, bu baskıda yapılan ilaveler ve
genişletmeler, ilk kez 1955’de yayımlanan Almanca baskıda yer almıştır. O
nedenle çevrilerek İngilizce baskıya dahil edilmeleri gerekti. Bu yorucu
çevirme ve düzeltme işini Bayan Therese Pol yaptı. Kendisine şükran borçluyum.
Hannah Arendt
New York, Nisan 1958
New York, Nisan 1958
Bu yüzyıl
Devrimle başlayıp, Dreyfus Davası ile kapanan dikkate değer bir yüzyıldır! Ama
belki de çöplüğe atılacak bir yüzyıl olarak anılacaktır
Pek
çok insan, Nazi ideolojisinin antisemitizm etrafında odaklanmasını ve Nazi
politikasının tutarlılığından en ufak bir sapma göstermeden Yahudilere
zulmetmesini ve nihaî olarak onları yok etmeyi amaçlamış olmasını hâlâ bir
rastlantı olarak görmektedir. Bu nihaî felaketin yarattığı dehşet ve hayatta
kalmış olanların yurtsuzluk ve köksüzlükleri nedeniyledir ki, “Yahudi sorunu”
savaş sonrasında günlük siyasi yaşamımızın başlıca konularından biri haline
gelmiştir. Bizzat Nazilerin baş keşiflerinden biri olduğunu iddia ettikleri
şey -Yahudilerin dünya politikasındaki rolleri- ve baş ilgi konuları -dünyanın
her yanındaki Yahudilere zulmetmek-, kamuoyu tarafından, kitleleri kazanmak
için uydurulmuş bir bahane ya da ilgi çekici bir demagoji hilesi olarak
görülmüştür.
Nazilerin
sözlerinin ciddiye alınamamasında anlaşılmayacak bir taraf yoktur. Ancak
çağdaş tarihimizde, yüzyılımızın çözülmemiş bütün büyük siyasi sorunları bir
yanda dururken, bunca küçük ve önemsiz görülen Yahudi meselesinin o devasa
saatli bombanın pimini çekmesi kadar rahatsız edici ve gizemli bir yan daha
bulmak neredeyse olanaksızdır. Neden ve etki arasındaki bu tür oransızlıklar,
tarihçinin denge ve uyum duygusunu altüst etmesi bir yana, sağduyumuza
hakarettir. Antisemitizme ilişkin yapılan bütün açıklamalar olaylarla
karşılaştırıldığında, bu oran duygumuzu ve sağduyuya bağladığımız umutları
vahim bir biçimde tehlikeye atan bir konuyu sanki alelacele ve tehlikeli bir
şekilde hasıraltı etmek için uydurulmuş gibi görünmektedir.
Alelacele
yapılan bu açıklamalardan biri, antisemitizmi taşkın bir milliyetçilik ve buna
bağlı olarak patlak veren yabancı korkusundan (xenofobi)
doğan galeyanlarla özdeşleştirmek olmuştur. Ne yazık ki gerçek şudur: Modern
antisemitizm, geleneksel milliyetçiliğin gerilemesine koşut olarak yükselmiş ve
tam olarak Avrupa ulus-devletler sistemi ile onun kararsız güçler dengesinin
çatırdadığı bir dönemde doruk noktasına varmıştır.
Nazilerin
bilinen anlamda milliyetçi olmadıklarına daha önceden de dikkat çekilmişti.
Nazilerin milliyetçi propagandaları inanmış mensuplarına değil,
sempatizanlarına yönelikti. Esas üyelerinin, gözlerini partinin ulus-ötesi
hedeflerinden çevirmelerine bir an olsun izin verilmemiştir. Nazi
“milliyetçiliği”, savaş sırasında Sovyetler Birliği’nde sadece kitlelerin
önyargılarını beslemek amacıyla kullanılan milliyetçi propaganda ile pek çok
ortak özellik taşıyordu. Naziler, milliyetçiliğin sığlığını, ulus-devletin
taşracılığım horlarken samimiydiler ve bu tutumlarından hiçbir zaman geri adım
atmadılar. Tıpkı Bolşevik Parti gibi, kapsamı bakımından uluslararası nitelik
taşıyan “hareketlerinin kendileri için, mecburen belli bir toprak parçasıyla
sınırlı olan herhangi bir devletten çok daha önemli olduğunu yeri geldikçe
tekrarladılar. Ve sadece Naziler değil, en az yetmişbeş yıllık antisemitizm
tarihi de, antisemitizmi milliyetçilik ile özdeşleştirmenin karşısında bir
kanıt olarak durmaktadır. Yine 19. yüzyılın son on yılında kurulan ilk
antisemitik partiler de uluslararası düzeyde biraraya gelen ve [uluslararası]
bir dünya görüşüne dayanan ilk partilerdi (erken dönem sosyalist partiler işçi
sınıfının çıkarlarıyla kayıtlıydılar). Daha başından itibaren uluslararası
kongreler yaptılar ve uluslararası etkinlikleri arasında, en azından Avrupa ölçeğinde,
bir eşgüdüm oluşturmaya çalıştılar.
Ulus-devletin
gerilemesi ile antisemitizmin yükselişinin çakışmasında olduğu gibi, genel
eğilimleri sadece bir nedenle tatminkâr biçimde açıklamak pek mümkün değildir.
Bu gibi durumların çoğunda tarihçi, bir etkeni “zamanın tini” olarak içinden
çekip çıkarmakta kendini neredeyse serbest hissettiği, ama aslında ne
yapacağını bilemediği son derece karmaşık bir tarihsel durumla karşı
karşıyadır. Ancak yardımcı olacak birkaç genel kural da yok değildir.
Amaçlarımız açısından en başta geleni, Tocqueville’nin
(L’Ancien
Regime et la Revolution, Kitap II, Bölüm 1), Fransız Devrimi
patlak verdiği sırada kitlelerin aristokrasiye karşı beslediği şiddetli nefret
duygularına ilişkin yaptığı büyük keşiftir. (Burke’u, devrimin bir kralın
tacından çok “bir beyefendinin durumu”nu yakından ilgilendirdiğini söylemeye
iten de bu nefret duygusuydu). Aslında bu şaşırtıcıydı, çünkü o sırada Fransız
soyluları güçlerinin doruğunda değildi ve iktidarlarının baskı ve sömürü gibi
doğrudan etkileri ortadan kalkmıştı. Görünen o ki, tam da bu açık güç kaybı
halkın öfkesini tahrik etmişti. Tocqueville’in açıklamasına göre, Fransız
aristokrasisinin güç kaybı beraberinde servetlerinin azalmasını getirmemiş,
böylece halk birdenbire bir servet ve hiçbir egemenlik işlevi içermeyen
belirleyici toplumsal ayrım pâyeleri görmüştü. Halkın öfkesini kabartan,
kelimenin tam anlamıyla fuzuli olan bu fazlalıktı. Gerçek anlamıyla asla bir
kişinin mülkiyetinde olmadığı ve diğer insanlara yönelik olması itibarıyla
insanlar arası ilişkilerde gerçeklik kazandığı içindir ki, iktidar ve güç asla
fuzuli ve fazlalık olamaz. Servet sahiden de bireysel bir meseledir -zengin
olan tüm bir sınıf da olsa böyledir. İktidar ise, mahvedici de olsa, daima
cemaat oluşturucudur. Baskı anında bile, yönetilenler, iktidarın cemaat
oluşturucu işlevini hissederler. Nitekim aristokrasi geniş yargılama yetkilerine
sahip olduğu sürece sadece hoş görülmekle kalmıyor, saygı da görüyordu. Ama
soylular mutlakiyetçi monarşiyle beraber diğer ayrıcalıklarının yanında sömürme
ve baskı uygulama ayrıcalıklarını da yitirince, halk onları ülke idaresinde
hiçbir gerçek işlevi bulunmayan asalaklar olarak görmeye başladı. Başka bir
deyişle, asıl tahrik edici olan, pek ender durumda salt baskı ve sömürüdür;
gözle görülür bir işlevi olmayan zenginlik çok daha katlanılmazdır, çünkü kimse
ona neden katlanılması gerektiğini anlayamaz.
Aynı
şekilde antisemitizm de doruk noktasına vardığında, Yahudiler kamusal
işlevlerini ve nüfuzlarını yitirmiş ve ellerinde servetlerinden başka hiçbir
şey kalmamıştı. Hitler iktidara geldiğinde Alman bankaları zaten neredeyse jude'ınrein
(Yahudilerden arındırılmış) olmuştu (ki Yahudiler yüzyılı aşkın bir süredir
buradaki kilit görevleri ellerinde tutmuşlardı) ve bir bütün olarak Alman Yahudiliği,
toplumsal statü ve sayılarında uzunca bir dönem yaşanan yükselişin ardından,
istatistikçilerde birkaç onyıl içinde ortadan kalkacakları beklentisini
yaratacak bir süratle düşüşe geçmişti. İstatistiklerin mutlaka gerçek tarihsel
süreçleri yansıttığını söylemek doğru olmaz; ancak Nazi zulmünün ve yok etme
politikasının bir istatistikçiye herhalükârda gerçekleşmesi beklenen bir süreci
anlamsızca hızlandırmak gibi görünebilecek olması da kayda değer bir olgudur.
Aynı
durum hemen hemen bütün Batı Avrupa ülkeleri için de geçerlidir. Dreyfus
Davası, Fransız
Yahudiliğinin refah ve nüfuz bakımından dorukta olduğu İkinci İmparatorluk
döneminde değil, Yahudilerin siyaset sahnesinden değilse de bir zamanlar
ellerinde bulundurdukları önemli mevkilerden silindikleri Üçüncü Cumhuriyet
döneminde patlak vermişti. Avusturya antisemitizmi de kendini bütün şiddetiyle,
Metternich ile Franz Joseph’in Yahudilerin gerçekten önemli roller oynadığı
saltanatları sırasında değil, Habsburg monarşisinin yıkılışından Yahudiler
kadar nüfuz ve saygınlık kaybına uğramış bir grup bulmanın pek mümkün olmadığı
savaş sonrası Avusturya Cumhuriyeti’nde duyurmuştur.
Güçsüz
ya da güç kaybına uğramış grupların uğradığı zulüm hiç hoş bir manzara
olmayabilir, ama sebebi sadece insanların alçaklığı değildir. Kişilerin reel
iktidara boyun eğmelerini ya da hoşgörüyle bakmalarını, öte yandan iktidardan
yoksun ama servet sahibi insanlardan nefret etmelerini sağlayan şey,
iktidarın\gücün belli bir işleve ve belli bir genel yarara sahip olduğuna
ilişkin beslenen politik içgüdüdür. Hatta sömürü ve baskı, yine de toplumun
işlemesini ve belli bir düzen kurulmasını sağlar. Sadece güçten yoksun bir
servet ve politikası olmayan bir kibir, asalaklık, yararsızlık ve iğrenme
duygusu yaratır; çünkü bunlar insanları birbirine bağlayan bütün bağları
kopartır. Sömürmeyen bir zenginlik, sömüren ile sömürülen arasındaki ilişkiden
bile yoksundur; iktidar iradesinden yoksun bir kibirde, zorbanın mazluma
gösterdiği o asgari ilgiden bile eser yoktur.
Ne
var ki Batı ve Orta Avrupa Yahudiliğinin yaşadığı bu genel gerileme, sonraki
olayların boy vereceği iklimi yaratmıştır sadece. Aristokrasinin uğradığı güç
kaybı Fransız Devrimi’ni tek başına ne kadar açıklayabilirse, bu gerileme de
sözkonusu olayları o kadar açıklayabilir. Yine de tarihin bu genel
tecrübelerini hatırda tutmak, sağduyunun bizleri şiddetli nefret duygusunun ya
da beklenmedik anda patlak veren isyanların, mutlaka iktidarların boğucu
uygulamalarından ve muazzam istismarlardan doğduğuna ve dolayısıyla
Yahudilere karşı beslenen örgütlü nefretin, Yahudilerin sahip oldukları önem ve
güce duyulan tepkiden başka bir şey olamayacağına inanmaya iten intibaları
çürütmek bakımından iyidir.
Sağduyu
kaynaklı bir başka hipotez, tersine, Yahudilerin iktidarsızlığından\güçsüzlüğünden
hareket ederek, onların modern politikada oynadıkları rolü, bir supap ve günah
keçisi olmaya müsait konumlarına bağlar. Bu açıklamanın en iyi örneğini -ki en
iyi çürütülmesidir de-, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra anlatılan ve pek çok
liberalin yüreğinde yer etmiş şu fıkrada bulmak mümkündür. Bir Yahudi düşmanı
savaşı Yahudilerin çıkardığını iddia eder. “Evet” der karşısındaki,
“Yahudiler ve bisikletçiler”. “Neden bisikletçiler?” diye sorar adam. “Neden
Yahudiler?” der öteki de. Yahudilerin her zaman günah keçisi olduklarını
söyleyen kuram, başka birilerinin de pekala günah keçisi olabilecekleri
ihtimalini içinde taşır. Bu kurama göre kurban tümüyle masumdur. Ve bu
masumiyet kavramında, sadece kurbanın bir kötülüğünün olmadığı, ama
yapılanların da sözkonusu meseleyle herhangi bir bağlantısının olmadığı ima
edilir. Ancak bu kuramı benimseyenler, ne zaman şu ya da bu günah keçisinin
oynadığı role niye bu denli uygun düştüğüne ilişkin özenli açıklamalar
yapmaya kalksalar, kuramı bir yana bırakıp, -şimdiye dek, tarihin çok sayıda
grup tarafından yapıldığı ve aralarından bir grup özel bir rol üstlendiğinde
bunun tarihsel nedenlere dayandığı ilkesi dışında keşfedilmiş herhangi bir
kuralın bulunmadığı- mutat tarihsel araştırmalara koyulurlar. Günah keçisi adı
verilenler, dünyanın günahlarından sorumlu tuttuğu ve sayelerinde cezadan
kurtulmak istediği masum kurbanlar olmaktan çıkıp, hepsi de dünya işlerine
bulaşmış olanlar arasından bir grup insan haline gelmektedir.
Yakın
zamana kadar bu supap ve günah keçisi kuramının iç tutarsızlığı, ilmini hayatın
yükünden kaçmaktan alan diğer kuramlarla birlikte ıskartaya çıkarılması için
yeterli bir sebepti. Ancak terörün, devlet yönetiminin başlıca silahlarından
biri olarak ortaya çıkması, bu kurama da daha önce sahip olmadığı bir itibar ve
güvenilirlik kazandırdı.
Modern
diktatörlüklerle geçmişin bütün tiranları arasındaki temel farklılık, terörün
artık öncelikle muhalifleri korkutmanın ve yok etmenin bir aracı değil,
tamamen boyun eğmiş halk kitlelerini yönetmenin daimi aygıtı olarak kullanılmasında
yatmaktadır. Modern terör, bir muhalefetin tahrikine muhtaç değildir ve
kurbanları, zorbanın bakış açısından bile masum kimselerdir. Yahudilere, yani
düşüncelerine ve eylemlerine bakmaksızın belli ortak özelliklere sahip bir
grup insana karşı tam bir terörün uygulandığı Nazi Almanya’sında durum buydu.
Sovyet Rusya’nın durumu biraz daha karışıktır, ama rejim temizliklerin ve
tasfiyelerin önceden belirlenmiş oranlara göre yürütüldüğünü ve mağdurların
davranışlarıyla hemen hiçbir ilgisi olmadığını asla kabul etmese de, benzeri
bir durum vardır. Bir yandan Bolşevik sistem, Nazilerden farklı olarak, masum
insanlara karşı terör yapılmasını teorik olarak asla benimsememiştir ve her ne
kadar bazı uygulamalara bakıldığında bir ikiyüzlülük gibi görünse de, bu
oldukça önemli bir ayrım noktasıdır. Öte yandan Rusya’daki uygulama bir açıdan
Almanya’dakinden bile daha “ileri”dir:[1] Eski sınıf
kategorileri uzun zamandan beri terkedilmiş olmakla birlikte, terörün keyfîliği
önünde ırksal farklılık gibi bir sınırlama bile bulunmamakta, dolayısıyla
Rusya’daki herkes ansızın polis terörünün kurbanı haline gelebilmektedir. Biz
burada terörle yönetmenin yaratacağı nihaî sonuçla -yani kimsenin, hatta terör
yapanların bile korkudan kurtulmuş olamadıkları gerçeği ile- ilgilenmeyeceğiz.
Bağlamımızı, kurbanların seçilmesindeki keyfîlik oluşturmaktadır; bu noktada
belirleyici olan nesnel açıdan masum olmaları, ne düşünmüş, ne yapmış ya da ne
yapmamış olduklarına bakılmaksızın seçilmiş olmalarıdır.
İlk
bakışta bu, gecikerek de olsa eski günah keçisi kuramının olumlanması gibi
görünebilir ve modern terör kurbanının günah keçisinin bütün özelliklerini
gösterdiği doğrudur: O, nesnel ve mutlak anlamda masumdur, çünkü yaptığı ya da
yapmadığı hiçbir şeyin kaderiyle ilişkisi yoktur. O nedenle kurbanı
sorumluluktan otomatik olarak soyan bir açıklama tarzına geri dönmekte şöyle
bir iğva vardır: Bu açıklama, bütün masumiyetiyle bir dehşet aygıtının içinde
sıkışıp kalmış ve kaderini değiştirmekten büsbütün âciz birey kadar -tıpkı
Yahudilerin başına geldiği gibi- bizi derinden etkileyen bir şeyin bulunmadığı
bir gerçekliğe son derece uygun düşüyor gibi görünür. Ne var ki terör, gelişiminin
ancak son evresinde arı bir yönetim biçimi haline gelir. Totaliter bir rejim
kurmak için, terörün belli bir ideolojinin gerçekleştirilmesinin aygıtı olarak
sunulması gerekir; ve bu ideoloji, terör devamlı ve istikrarlı bir yapıya kavuşturulmadan
önce, çokluğun, hatta çoğunluğun taraftarlığını kazanmış olmalıdır. Bir tarihçi
için asıl mesele, modern terörün asıl kurbanları haline gelmeden önce,
Yahudilerin Nazi ideolojisinin merkezini işgal etmiş olmasıdır. Çünkü terörden
farklı olarak, insanları ikna eden ve harekete geçiren bir ideoloji kurbanım
keyfî olarak seçemez. Başka bir deyişle, şayet çok sayıda insan “Siyon Bilgelerinin Protokolleri” gibi
galiz bir saçmalığa, bunu bütün bir siyasi hareketin İncili haline getirecek
kadar inanıyorsa, tarihçinin görevi artık bu propagandanın bir yanıltmaca
olduğunu yüzüncü kez kanıtlamak değildir. Tarihsel açıdan zaten bütün dünyanın
bildiği, bunun bir yanıltmaca olduğu olgusu ikincil önemdedir.
Bu
nedenle günah keçisi açıklamaları, antisemitizmin ciddiliğinden ve Yahudilerin
olayların yarattığı fırtınanın ortasına itildikleri gerçeğinin taşıdığı
anlamdan kaçmak için gösterilen çabalardan biridir. Yine, günah keçisi kuramının
tam tersi olan “ebedî antisemitizm” öğretisi de aynı oranda yaygın bir başka
kuramdır. Buna göre Yahudilere duyulan nefret, tarihin olsa olsa vesilesini
oluşturduğu olağan ve doğal bir tepkidir. Yahudilere yönelik galeyanların özel
bir açıklamaya ihtiyaçları yoktur, zira bunlar ebedî bir sorunun doğal
sonuçlarıdır. Bu öğretinin meslekten antisemitikler tarafından benimsenmesi
doğaldır: Bütün mezalimin olası en iyi mazereti saklıdır burada. Eğer
insanlığın aşağı yukarı ikibin yıldır Yahudileri azimle katlettikleri doğruysa,
bu durumda Yahudi öldürmek olağan, hatta insanca bir meşguliyettir ve
Yahudilere duyulan nefret, temellendirilmeye ihtiyaç göstermeyen, kendi başına
meşru bir şeydir. Bu açıklamayı, ebedî antisemitizm varsayımını daha da
şaşırtıcı kılan özellik, çok büyük sayıda yansız tarihçi ve Yahudi tarihçilerin
neredeyse hepsi tarafından benimsenmiş olmasıdır. Sözkonusu kuramı bunca
tehlikeli ve kafa karıştırıcı kılan da bu garip rastlantıdır. Kuramın kaçışçı
temeli her iki örnekte de aynıdır: Nasıl ki antisemitiklerin somut cinayetleri
için dünya tarihinden mazeretler bularak sorumluluktan kaçma istekleri
anlaşılır bir şeyse, saldırıya uğrayan ve savunma durumunda olan Yahudilerin
kendi sorumluluklarına düşen payı hiçbir hal ve şartta tartışmak istememeleri
de aynı şekilde, hatta belki de daha anlaşılır bir durumdur. Ancak Yahudilerin
durumunda da, bu öğretinin ağırlıklı savunucusu olan Hıristiyanların[2]
durumunda da resmî özürcülerin kaçışçı eğilimleri daha az rasyonel, ama
tarihsel açıdan daha önemli saiklere dayanmaktadır.
Herkes
bilir ki, modern antisemitizmin doğuşuna ve yükselişine, Yahudilerin
asimilasyonu, eski dinsel ve tinsel Yahudi değerlerinin sekülerleşmesi ve
sönmesi eşlik etmiştir. Yahudiliğin bakış açısından, bu, Yahudi halkının büyük
kesimlerinin aynı anda hem içerden çözülme, hem de dışardan fiziksel olarak
yok edilme tehlikesi ile karşı karşıya kalması demekti. Bu durumda halklarının
bekasından kaygılanan Yahudiler, garip ve umarsız bir yanlış yorumla, hepsi
bir yana antisemitizmin Yahudileri birarada tutmanın mükemmel bir aracı olarak
kullanılabileceği, hatta ebedî antisemitizm varsayımında Yahudi varlığının
ebedî garantisinin de içerildiği gibi avutucu bir fikre saplandılar. Yüzlerce
yıldır Hıristiyan düşmanlığı ile birlikte yaşayan Yahudiler, bunun kendileri
için siyasî olduğu kadar tinsel açıdan da bir tür korunma aracı olduğunu
görmüşlerdi. Ve bu reel tecrübe, Tanrı tarafından seçilmiş olmaya ve Mesihçi
umutlara beslenen inançta içkin olarak varolan ebediyet fikrinin seküler
tebdili (travestisi) olan bu hurafeyi güçlendirdi. Yahudilerin hatası,
Hıristiyan-karşıtı ırkçı antisemitizmi, Yahudilere duyulan eski dinsel
nefretle karıştırmak oldu. Bu hatanın önemli bir nedeni de,
uğradıkları asimilasyona rağmen Hıristiyanlık hakkında pek az şey bilmeleri ve
içinde asimde oldukları uygarlığın esas Hıristiyan karakterini çoğunlukla
görmezden gelmeleriydi. Karşılarında Hıristiyanlığın gerilemesi gibi bariz bir
belirti olunca, onlar da bütün cehaletleriyle sözde “Karanlık Çağlar”ın belli bir anlamda
yeniden canlandığını düşündüler.[3]
Kendilerini bekleyen gerçek ve evvelce benzeri olmayan tehlikeleri vahim bir biçimde
küçümsemelerinin sorumlusu, kısmen, kendi geçmişleri hakkındaki bu
bilgisizlikleri ya da yanlış anlamalarıydı. Ama yine de şunun akıldan
çıkartılmaması gerekir: Siyasî yetenek ve değerlendirme noksanlığı, tam da
Yahudi tarihinin doğasından; yönetimsiz, ülkesiz ve dilsiz bir halkın
tarihinden kaynaklanan bir şeydi. Yahudi tarihi, tarihini iyi tanımlanmış bir
tarih anlayışıyla başlatan, hatları iyi belirlenmiş bir planı yeryüzünde
gerçekleştirmek üzere hemen hemen bilinçli bir kararlılık gösteren ve bu
planın başarısızlığından sonra, Kudüs’teki tapınağın yıkılışından Basel’deki
Birinci Siyonist Kongresi’ne dek ikibin yıl boyunca bütün siyasî eylemlerden
uzak duran benzersiz, olağandışı bir halk manzarası sunar. Sonuçta olan şudur:
Yahudi halkının siyasî tarihi umulmadık, rastlantısal etkenlere diğer
ulusların tarihinden daha bağımlı bir hale gelmiştir, öyle ki Yahudiler bir
rolden diğerine durmadan sürüklenip durmuş ve hiçbirinden de kendilerini
sorumlu görmemişlerdir.
Yahudileri
tamamen yok olmanın eşiğine getiren bu nihaî felaket açısından bakıldığında,
“ebedî antisemitizm” tezi hiç olmadığı kadar saçma ve tehlikeli bir hal aldı.
Bugün bu tez, Yahudilere karşı işlenmiş, kimsenin havsalasına sığmayacak kadar
büyük suçların bile mazereti olabilmektedir. Antisemitizmin Yahudi halkının
bekasının gizemli bir güvencesi olduğu iddiası da olaylarla feci biçimde boşa
çıkarılmıştır. Antisemitizm, tam da olduğunu iddia ettiği şeydir: Yahudiler
için ölümcül bir tehlike -başka da bir şey değil. Teorilerin sıklıkla gerçeklik
tarafından boşa çıkarıldıktan sonra da hayatlarını sürdürdükleri bilinir; bu
nedenle, gerek supap teorisinin gerekse ebedî antisemitizm varsayımının bugün
de birçok yerde savunuluyor oluşu bizi şaşırtmamalıdır. Bunun tek nedeni, her
ikisinin de farklı akıl yürütmelerine rağmen nihayetinde mükemmel ve bu
nedenle gayrı İnsanî bir masumiyeti ve kurbanın başına gelenlerle
ilişkisizliğini (bu soyutluğuyla toplama ve imha kamplarında sahiden karşımıza
çıkan, yani en yeni tecrübelerimize tekabül eden) yerleşikleştirmesi değildir.
Esas neden, antisemitik hareketin politik anlamını açıklamaya çalışan yegâne
girişimler olan bu iki hipotezin, Yahudi tarihinin bizzat antisemitizmle bir
ilişkisinin olmadığı ve zaten bu konuda tarihsel kavrayışın olağan araçlarıyla
iş görmenin yakışık almayacağı doğrultusundaki sessiz varsayımlarıdır. Günah
keçisi kuramıyla karşılaştırıldığında şu kaçınılmaz soruya bir biçimde yanıt
vermek gibi bir üstünlüğü de vardır: Neden Yahudiler de başkaları değil? Ne
var ki cevap, sadece görüntüyü kurtaran ve soruyu çarpıtan bir cevaptır: “Doğal
ebedî düşmanlık”.
Burada
içkin olarak varolan insan davranışının anlamının olumsuzlanışı açısından
bakıldığında, keyfî terör yoluyla insan etkinliğini ortadan kaldıran yönetim
biçimleri ve modern uygulamalarla bu hipotezler arasında dehşetengiz bir
benzerlik bulunmaktadır. Sanki bu hipotezlerin Yahudilere duyulan nefretin
nedenlerine ilişkin belirlemeleri, imha kamplarında işlenen cinayetlerin
açıklaması gibidir: Ne yapıp yapmadıklarına, erdem ya da erdemsizliklerine
bakmayın! Üstelik sadece emirlere uyan ve işlerini, duygularını karıştırmadan,
liyakatle yapmakla övünen katiller tekin olmayan bir biçimde, olayların
kişilerin dışında izlediği gayrı İnsanî seyirin “masum” (ki ebedî antisemitizm
de onları böyle görmekteydi) aygıtları olarak görünmüşlerdi.
Açıkça
yanlış kuram ile açıkça caniyane pratik arasındaki bu ortak paydalar, bu tür kuramların
dönemsel niteliğine işaret etseler ve yığınların kulağına neden bu denli akla
yatkın, makul geldiklerini açıklasalar bile, kendi başlarına tarihsel
hakikatin belirtisi değildirler. Tarihçi onlarla ancak tarihin bir parçası
oldukları ölçüde ve hakikati arayışı sırasında önüne çıktıkları için
ilgilenir. Kendisi de [olayların] bir çağdaş[ı] olan tarihçinin, başka herkes
kadar bu görüşlerin ikna edici güçleri karşısında pes etmesi olasıdır. Tarihin
bütün eğilimlerini açıklama savı taşıyan genel kabul görmüş görüşleri ele
alırken ihtiyatlı davranmak, modern zaman tarihçileri için özellikle önemlidir.
Çünkü geçen yüzyıl, tarihin anahtarını sunarmış gibi görünen, ama aslında
eylemler ve gelişmeler karşısında politik sorumluluktan kaçmak için yapılan
umarsız çabalardan başka bir şey olmayan yığınla ideoloji üretmiştir. Bu
anlamda 19. yüzyıl ideologları modern dünyanın sofistleridir.
Ama
antik dünyanın sofistleriyle modern dünyanın sofistleri arasında hayli önemli
bir fark vardır. Eski sofistlere karşı ünlü kavgasında Platon, sofistlerin
“insan aklını savlarla büyüleme sanat[lar]ı”nın (Phaedrus
261) hakikatle bir ilgisi bulunmadığını, tam da doğaları gereği değişken olan
ve ancak “anlaşma anında ve anlaşma sürdüğü [inanılır görüldüğü] sürece” (Theaetetus
172) geçerli olan görüşleri hedef aldıklarını keşfetmişti. Yine Platon,
dayanaklarını “hakikatten değil, iknadan aldıkları” için görüşlerin oluşturduğu
bu dünyada hakikatin son derece güvencesiz bir konumda olduğunu farketti. (Phaedrus
260). Eski ve modern sofistler arasındaki en belirgin farklılık, eskiler bir
savın hakikat pahasına elde ettiği geçici zaferle yetinirken, modernlerin
hakikat pahasına daha kalıcı bir zafer elde etmeyi istemelerinde yatmaktadır.
Başka bir deyişle biri insan düşüncesinin, diğeriyse insan eyleminin onurunu
yoketmiştir. Filozof, eskinin mantık cinlikleriyle ve savlarla gözbağcılık
yapanlarla uğraşmak zorundaydı; tarihçinin karşısında ise olgularla oynayan
modern cambazlar bulunmaktadır. O anlamda, olgular artık geçmiş ve şimdiki
dünyanın birer parçası olarak görülmeyip, şu ya da bu görüşü “kanıtlamak”
üzere kötüye kullanıldıklarından tarih yok edilmiş ve -gerçeğini insanlar
tarafından canlandırılmış olmaktan, dolayısıyla onlar tarafından anlaşılabilir
olmaktan alan- kavranabilir olma niteliği tehlikeye düşmüştür.
Bütün
bunlar tarih yazımını hiçbir zaman olmadığı kadar güvensiz ve güvenilmez
kılıyor. Gelenek artık geçerli değilse ve görüşlerden feragat etmek lazımsa,
bize devreden olguların oluşturduğu kaos nasıl düzene sokulabilecektir? Ancak
zamanımızda yaşanan derin altüst oluşlar ve bunların Batılı insanlığın
tarihsel yapılarında yarattığı kaotik değişimler düşünülecek olursa, bu tür
zorluklar devede kulak kalır. Bu zorluklar, modernlik için karakteristik olan
genel sağduyu kaybından tarihçinin de etkilendiğini gösterir. İdeolojilerin
bir amacı da, sağduyunun artık geçerli olmayan kurallarını ikame etmektir;
modern kitlelerin ideolojiye yatkınlığı, sağduyunun (bu common
sense’tir,
hepimiz için müşterek olan dünyayı anlamamızı ve orada yolumuzu bulmamızı
sağlayan ortak duyudur) kamusal politik dünyayı ve onun olaylarım anlamamıza
artık yetmeyişi ölçüsünde büyür. Tarih yazıcısı, sağduyunun artık hiçbir modern
olaya uymayan basmakalıplaşmış, değerini kaybetmiş kuralları ile ideolojilerin
çılgın iddiaları arasında yolunu bulmak zorundadır -bu da demektir ki hoşuna
giden birçok alışkanlığından ve yönteminden vazgeçecektir. Korkuluklara tutunmadan
düşünmeyi öğrenmek zorundadır. Bu metodolojik mülahazalardan daha ağırı, çağdaş
altüst oluşun şimdiye dek tarihsel görüşümüzün dışında kalmış bütün unsurları
ortaya çıkarmış olmasıdır. Daha birkaç onyıl öncesine kadar sarsılmaz özler
olduğunu sandığımız pek çok şeyin yüzeysel oldukları görülmüşse de bu,
(Roma’nın düşüşünden beri Batı tarihinde yaşanan belki de en derin bunalım
olan) bu bunalımda yerle bir olanın sadece yüzeyden ibaret olduğu anlamına
gelmez.
Avrupa
ulus-devlet sisteminin çökmesi ile antisemitik hareketlerin ortaya çıkması
arasındaki koşutluğun; kamuoyunu ikna mücadelesi veren önceki bütün rakip
“izm”ler üzerinde antisemitizmin zaferini hazırlayan, ulusal temelde örgütlenmiş
Avrupa’nın yıkılışı ile Yahudilerin yok edilmesi arasındaki bu çakışmanın,
antisemitizmin kaynağını göstermek bakımından ciddiye alınması gerekmektedir.
Modern antisemitizm, ulus-devletin daha genel gelişim çerçevesi içinde ele
alınmalı ve aynı zamanda antisemitizmin kaynağı Yahudi tarihinin belli
veçhelerinde, özellikle son yüzyıllarda Yahudilerin yerine getirdiği işlevlerde
aranmalıdır. [Ulus-devlet sisteminin] çözülmesinin son evresinde şayet
antisemitik sloganlar büyük halk kitlelerini emperyalist genişleme ve eski
yönetim biçimlerinin yıkılması yönünde örgütlemenin ve esinlemenin en etkin
araçları olduklarını kanıtlamışlarsa, bu durumda belli toplum grupları ile
Yahudiler arasında husumetin doğmasına ilişkin temel ipuçlarının Yahudiler ile
devlet arasındaki ilişkinin daha önceki tarihinde varolması gerekir. Bu
gelişmeyi, izleyen bölümde özetlemeye çalışacağız. Üstelik, sürekli büyümekte olan
modern ayaktakımı -yani bütün sınıfların dışlanmışları-, Yahudilerin siyasî bir
ideolojinin merkezini oluşturacak denli önemli olup olmadığı sorusunu dert
edinmemiş ve onun önderleri geçtiğimiz yüzyılın yetmişli yıllarından beri “tarihin
anahtarı”nın ve bütün kötülüklerin başlıca nedeninin Yahudiler olduğunu ileri
sürebilmişse, o zaman ayaktakımı ile Yahudiler arasındaki hasmane ilişkilerin
temel göstergelerinin Yahudiler ile toplum arasında o döneme dek varolan
ilişkilerin tarihi içinde bulunması gerekir. Yahudiler ile toplum arasındaki
ilişkileri üçüncü bölümde ele alacağız. Dördüncü bölüm, bizim zamanımızda
oynanacak olan oyunun bir tür provası niteliği taşıyan Dreyfus Davası’na
ayrılmıştır. Aksi takdirde antisemitizmin 19. yüzyıl politikaları çerçevesinde
önemli bir politik silah olma potansiyeli gizli kalacakken, kısa bir tarihsel
anda görülmesini sağlayan özgül bir fırsat olduğu ve görece iyi dengelenmiş bir
aklilik taşıdığı için bu olay bütün ayrıntılarıyla ele alınmıştır. Bütün
olarak antisemitizm unsurunun totaliter egemenlik ve hareket biçimlerinin
inşasındaki işlevi hakkında söylenecek şey ise, bu işlevin tam anlamıyla ancak
ulus- devletin çözülme sürecinde, yani emperyalizmin politik gelişmelerin ön
planına çıkmaya başladığı bir zamanda gelişmiş olmasıdır.
KURTULUŞUN İKİLİ NİTELİĞİ VE YAHUDİ
DEVLET BANKERLERİ
Ulus-devlet,
gelişiminin doruğuna çıktığı 19. yüzyılda Yahudi uyruklarına eşit haklar
tanımıştı. Yahudilerin yurttaşlıklarını, yüzyıllar boyunca milliyeti
yurttaşlığın bir önşartı ve nüfusun türdeşliğini de siyasî kuruluşun en
belirgin niteliği haline getirmiş hükümetlerden almasındaki varolan
anlaşılması zor bariz tutarsızlığın ardında çok daha derin, eski ve mukadder
çelişkiler bulunmaktadır.
1792
tarihli Fransız Bildirgesi’ni temkinli ve ikircikli bir biçimde izleyen bir
dizi özgürleştirici kararnamenin öncesinde de ulus-devletin Yahudi uyruklarına
karşı ikili bir tutum içinde olduğu gözlenmekteydi ve kararnameler sırasında
da bu yaklaşımını sürdürdü. Feodal düzenin yıkılması yeni bir devrimci eşitlik
anlayışına yol açmıştı. Buna göre “ulus
içinde bir ulus”a
hoşgörüyle bakılması artık mümkün olamazdı. Yahudilere tanınan kısıtlamaların
ve ayrıcalıkların diğer bütün özel haklar ve özgürlüklerle birlikte kaldırılması
gerekiyordu. Ne var ki bu eşitliğin ortaya çıkması, ister aydınlanmış bir
despot, ister anayasal bir hükümet biçiminde olsun, tamamen yalıtılmış,
sınıfların ve partilerin üstünde, bir bütün olarak ulusun çıkarlarım
yönetebilecek ve temsil edebilecek bağımsız bir devlet aygıtının doğuşuna
bağlıydı büyük oranda. O nedenle 17. yüzyıl sonlarından başlayarak devletin
ekonomi ve iş yaşamına ilişkin çıkarlarında yeni bir artış ortaya çıktı ve
devlet, daha önce görülmeyen bir borçlanma ihtiyacı içine girdi. Ne var ki
Avrupalı halklar arasında hiçbir grup, ne devlete borç vermeye ne de devlet
yatırımlarının geliştirilmesine etkin biçimde katılmaya hazırdı. Tefecilik
konusunda çok eski tarihlere uzanan bir deneyime sahip olmaları ve -sık sık
yerel korunma talep ettikleri ve karşılığında mali olanaklarından
yararlandırdıkları- Avrupa’nın soylu aileleri ile ilişkileri nedeniyle yardım
için Yahudilere başvurulması son derece doğaldı; Yahudilere belli ayrıcalıklar
tanımak ve onlara ayrı bir grup olarak davranmak bu yeni devletin ekonomik
çıkarlarına son derece uygundu. Yahudileri, devlete borç para vermeye yanaşmayan,
devletin malî işlerine girmekte ve geliştirmekte gönülsüz davranan ve özel
kapitalist girişimin yeknesak örüntüsüne sadık kalan nüfus içinde tamamen
erimiş görmek, hiçbir hal ve şartta bu devletin işine gelmezdi.
Bu
nedenle 19. yüzyıl boyunca Avrupa’daki ulus-devlet sisteminin bir bağışı olarak
Yahudilerin kurtuluşunun çifte kökeni ve her zaman ikili bir anlamı olmuştur.
Bir yandan bu kurtuluş, ancak siyasal ve yasal eşitlik halinde işleyebilecek
yeni bir siyasî kuruluşun siyasal ve yasal yapısından kaynaklanıyordu.
Hükümetler eski düzenin eşitsizliklerini mümkün olduğunca eksiksiz ve süratle
temizlemek zorundaydılar. Öte yandan başlangıçta sadece tek tek kişilere, sonraları
bu kişiler eliyle varlıklı Yahudilerin oluşturduğu küçük bir gruba tanınmış
olan Yahudilere özgü ayrıcalıkların, yavaş yavaş genişlemesi kaçınılmazdı; ancak
bu küçük grup, devletin büyüyen ekonomik taleplerini artık karşılayamayacak
duruma geldiğindedir ki, bu ayrıcalıklar da bütün bir Batı ve Orta Avrupa
Yahudiliğine genelleştirilmiştir.[4]
Şu
halde Yahudilerin kurtuluşu aynı zamanda ve aynı ülkelerde hem eşitlik hem
ayrıcalık; hem Yahudi topluluklarının eski özerkliklerinin ortadan kalkması
hem Yahudilerin toplumda ayrı bir grup olarak bilinçle muhafazası; hem özel
kısıtlamaların ve özel hakların kaldırılması hem bu hakların sayıları giderek
artan bireyler grubuna yayılması anlamına gelmekteydi. Bütün ulusal gruplara
eşitlik tanınması bu yeni siyasî kuruluşun öncülü oldu ve bu eşitlik
fiiliyatta en azından eski hâkim sınıflar yönetme ayrıcalıklarından yoksun
edildiği ve eski ezilen sınıfların hakları korunduğu ölçüde gerçekleşirken, bu
süreç, ulusal grupları ekonomik ve toplumsal bakımdan tekrar en az eski rejim
kadar birbirinden ayıran bir sınıflı toplumun doğuşuyla çakıştı. Jakobenlerin
Fransız Devrimi’nde anladıkları şekliyle eşitlik sadece Amerika’da bir
gerçeklik haline geldi, Kıta Avrupa’sında ise yerini hemen yasa önünde resmî
eşitlik koşuluna bıraktı.
Yasa
önünde eşitliğe dayanan bir siyasî kuruluş ile sınıf sisteminin eşitsizliğine
dayanan bir toplum arasındaki temel çelişki, yeni bir siyasî hiyerarşinin
ortaya çıkması yanında, yaşama olanağına sahip cumhuriyetlerin gelişmesini de
engellemiştir. Kıtada sınıf mensubiyetinin bireye armağan ettiği ve Birinci
Dünya Savaşı’na kadar neredeyse doğuştan gelen aşılmaz toplumsal eşitsizlik,
buna rağmen siyasî eşitlikle yan yana varolabilmiştir. Sadece Almanya gibi
siyasî bakımdan geri ülkelerde birkaç feodal tortu varlığını sürdürmüştür. Bu
ülkede, bir bütün olarak kendini sınıfa dönüştürmekte hayli yol katetmiş olan
aristokratların ayrıcalıklı bir siyasî statüleri vardı ve bu nedenle bir grup
olarak devletle özel bir ilişkiyi sürdürebiliyorlardı. Ama bunlar da tortuydu.
Tam gelişmiş sınıf sistemi, bireyin statüsünün devlet ya da aygıtları
içerisindeki konumuyla değil, üyesi olduğu sınıfla ve diğer sınıflarla olan
ilişkisiyle tanımlanması anlamına gelmekteydi.
Bu
genel kuralın biricik istisnası Yahudilerdi. Ayrı bir sınıf oluşturmadıkları
gibi, yaşadıkları ülkelerde varolan sınıflardan hiçbirine de ait değildiler.
Bir grup olarak ne işçi, ne orta sınıf, ne toprak sahibi, ne de köylüydüler.
Servetleri onları sanki orta sınıfın bir parçası yapıyordu, ama bu sınıfın
kapitalist gelişmesinde hiçbir payları yoktu; sanayide seyrek olarak boy
gösteriyorlardı ve Avrupa’daki tarihlerinin son evrelerinde şayet büyük
ölçekte birer işveren haline gelmişlerse de çalışanları, işçi değil, beyaz
yakalı personeldi. Başka bir deyişle statüleri Yahudilikleriyle tanımlanmaktaydı,
bir başka sınıfla ilişkilerine göre değil. Devletten gördükleri (ister eski
açık ayrıcalıklar biçiminde olsun, ister bir başka grubun gereksinim duymadığı
ve toplumun husumetine karşı sık sık sağlamlaştırılması gereken özel bir
kurtuluş beratı şeklinde olsun) özel koruma ve hükümetlere sundukları özel
hizmetler kendilerini bir sınıf olarak oluşturmaları yanında, sınıf sistemi
içinde kaynayıp gitmelerine de engel oluyordu.[5] O nedenle
toplum tarafından kabul gördüklerinde ve topluma katıldıklarında, aristokrat
olsun, burjuva olsun, her sınıf içinde kendi bütünlüğünü koruyan iyi tanımlanmış
bir grup haline gelmişlerdir.
Ulus-devletin,
Yahudilerin özel bir grup olarak korunmalarında ve sınıf toplumuna
asimilasyonlarının önlenmesindeki çıkarı ile Yahudilerin kendilerini koruma ve
bir grup olarak beka [hayatta kalma] saiklerinin birbiriyle çakıştığına kuşku
yoktur. Bu çakışma olmasaydı hükümetlerin çabalan da büyük bir olasılıkla
sonuç vermeyecekti; devlet cenahında bütün yurttaşları eşitlemeye yönelik güçlü
eğilimlerin varlığı ile toplum cenahında her bireyi bir sınıfa dahil etme
süreci (ki her ikisi de Yahudilerin tam anlamıyla asimilasyonu demekti), ancak
hükümet müdahalesi ve gönüllü işbirliğinin oluşturduğu bir bileşim tarafından
boşa çıkartılabilirdi. Her şey bir yana, Yahudilerle ilgili resmî politikalar,
sadece nihaî sonuçlarına baktığımızda inanabileceğimiz kadar tutarlı ve
kararlı olmamıştır.[6]
Yahudilerin olağan kapitalist girişimlerdeki ve iş yaşamındaki şanslarını
nasıl bir tutarlılıkla teptiklerini görmek aslında oldukça şaşırtıcıdır.[7]
Ama hükümetlerin çıkarları ve uygulamaları olmasaydı, Yahudilerin grup olarak
kimliklerini korumaları hemen hiç mümkün değildi.
Diğer
bütün grupların tersine Yahudiler siyasî kuruluş tarafından tanımlanmıştır ve
konumları onun tarafından belirlenmiştir. Ancak bu siyasî kuruluşun başka bir
toplumsal gerçekliği olmadığından, toplumsal açıdan ifade edersek Yahudilerin
konumu muallâktaydı. Toplumsal eşitsizlikleri, sınıf sisteminin eşitsizliğinden
tamamen farklıydı; bu da esasen Yahudilerin devletle olan ilişkilerinin bir
sonucuydu; buna göre bir Yahudi olarak doğmak ya -yönetimin özel koruması
altında- aşırı ayrıcalıklı olmak ya da asimilasyonlarını önlemek amacıyla
belli hak ve fırsatlardan yoksun bırakıldıkları için ayrıcalıksız olmak
anlamına geliyordu .
Avrupa
ulus-devlet sisteminin ve Avrupa Yahudiliğinin aynı anda yükselişi ve
yıkılışına ilişkin yapılan bu şematik açıklamalar kabaca aşağıdaki evrelere
ayrılabilir:
1-
17 ve 18. yüzyıllarda mutlak monarkların vesayeti altında yavaş yavaş
ulus-devletlerin gelişmesine tanık olunmaktadır. Tek tek Yahudiler hemen her
yerde içinde bulundukları koyu karanlıktan sıyrılarak, devlet yatırımlarını
malî yönden destekleyen ve prenslerinin malî işlerini çekip çeviren, bazen
şaşaalı ama her zaman nüfuz sahibi Saray Yahudileri konumuna yükselmişlerdir.
Bu gelişme., bir bütün olarak Yahudi halkını da, az çok feodal bir görünüm ar-
zeden bir düzende yaşamayı sürdüren kitleleri de hemen hiç etkilememiştir.
2-
Bütün bir Kıta Avrupa’sındaki siyasî koşulları ansızın değiştiren Fransız
Devrimi’nden sonra, malî işlemleri, şimdiye dek Saray Yahudilerinin bir
prensin emrine sunduklarından çok daha büyük bir sermaye ve borç miktarım gerektiren
modern anlamda ulus-devletler ortaya çıktı. Hükümetlerin bu yeni büyüyen
gereksinimlerini ancak, Batı ve Orta Avrupa Yahudiliğinin daha zengin
tabakalarının, önde gelen Yahudi bankerlerine bu amaçla havale ettiği birleşik
servetleri karşılayabilirdi. Bu dönem beraberinde, o zamana dek sadece Saray
Yahudileri için zorunlu görülmüş olan ayrıcalıkların, 18. yüzyılın daha önemli
kentsel ve mal! merkezlerine yerleşmeyi başarmış servet sahibi sınıfa da tanınmasını
getirmiştir. Sonunda tam olgunlaşmış ulus-devletlerde Yahudilere kurtuluş
bahşedildi. Sadece sayılarından ve bu bölgelerin genel geri kalmışlığından
ötürü Yahudilerin hükümetlerinin malî yardımcısı olmak gibi ekonomik bir işlev
üstlenen ayrı bir özel grup halinde örgütlenemedikleri ülkelerde bu kurtuluş
kendilerinden esirgendi.
3-
Ulusal hükümet ile Yahudiler arasındaki bu sıkı ilişki burjuvazinin genelde
siyasete, özelde de devlet mâliyesine karşı takındığı kayıtsız tutuma dayandığı
için, dönemin ardından etkin bir siyasî yardım ve devlet müdahalesi olmadan
kapitalist ekonominin genişlemiş haliyle artık sürdürülemediği 19. yüzyılın
sonunda emperyalizm ortaya çıktı. Öte yandan emperyalizm tam da ulus-devletin
temellerini oyarak Avrupa uluslarının müşterek hayatına iş yaşamının yarışmacı
ruhunu taşıdı ... Bu gelişmenin ilk onyılında Yahudiler devletin ekonomik
yaşamındaki özgül konumlarını emperyalist kafalı işadamlarına bıraktılar; her
ne kadar tek tek malî danışman ve Avrupa çapında çalışan komisyoncular olarak
nüfuzlarını korumuşlarsa da, bir grup olarak önemleri azalmıştı. Ancak -19.
yüzyıl devlet bankerlerinin tersine- bu Yahudiler geniş Yahudi topluluğuna, sahip
oldukları servete rağmen 17. ve 18. yüzyıl Saray Yahudilerin- den çok daha az
ihtiyaç duymaktaydılar. O nedenle Yahudi topluluğu ile bağlarım tam anlamıyla
koparmışlardı. Yahudi toplulukları artık malî yönden örgütlü değildi ve yüksek
mevkilerde yer alan tek tek Yahudiler, Yahudi olmayan dünyanın gözünde bir
bütün olarak Yahudiliği temsil etmeyi sürdürüyor olmakla birlikte, bunda çok
az bir gerçeklik payı vardı.
1.
Bir grup olarak Batı
Yahudiliği, Birinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesinden önceki onyıllarda
ulus-devletle birlikte parçalanmıştı. Savaşın ardından Avrupa’nın yaşadığı
hızlı düşüş onları zaten eski güçlerinden yoksun kaldıkları ve servet sahibi
kişiler güruhu içinde atomize oldukları bir sırada yakaladı. Emperyalist çağda
Yahudi zenginliğinin bir anlamı, önemi kalmamıştı; uluslar arasında güç dengesine
ve Avrupa dayanışmasına ilişkin hiçbir duygusu olmayan bir-Avrupalı gözünde
ulusal olmayan, inter-Avrupalı [8]
Yahudi öğesi, zenginliğinin bir yararı olmadığı için genel bir nefretin ve
güçten yoksun olduğu için de horgörünün nesnesi haline gelmişti.
Düzenli
gelire ve güvenilir malî kaynaklara ihtiyaç duyan ilk hükümetler, ulus-devletin
içinden doğduğu mutlak monarşiler olmuştur. Feodal prenslerin ve kralların da
paraya hatta borçlanmaya ihtiyaçları vardı -ancak sadece belli, somut hedefler
ve geçici faaliyetler için; hatta daha 16. yüzyılda malî olanaklarını devletin
emrine verirken Fuggerler, henüz yaptıklarının devleti borçlandırmak olduğunu
düşünmüyorlardı. Mutlak monarklar başlangıçta malî gereksinimlerini kısmen
savaş ve yağma gibi eski yöntemlerle, kısmen de yeni vergi tekeli aracılığıyla
sağlıyorlardı. Bu durum, halkın artan düşmanlığını yatıştırmaksızm, soyluluğun
iktidarının temellerini oydu ve iflas ettirdi.
Mutlak
monarşiler uzun bir zaman toplumda, feodal monarşinin sırtını soyluluğa
güvenle dayayışında olduğu gibi, yaslanabilecekleri bir sınıf aradılar. 15.
yüzyıldan beri Fransa’da loncalar ile onları devlet sistemine dahil etmek isteyen
monarşi arasında bitmeyen bir mücadele süregelmekteydi. Bu deneyimlerden en
ilgi çekici olanı şüphesiz merkantilizmin yükselişi ve mutlak devletin ulusal
iş yaşamı ve sanayii üzerinde mutlak bir tekel oluşturma gayretleriydi. Bunun
sonucunda, yükselen burjuvazinin kararlı direnişinin yol açtığı iflaslar ve
yaşanan felaket gayet iyi bilinmektedir.[9]
Kurtuluş
beratlarından önce Avrupa’daki her hükümdarlık hanedanının ve her monarkın
elinin altında malî işlerini gördürecek bir Saray Yahudisi bulunmaktaydı. 17 ve
18. yüzyıllarda bu Saray Yahudileri daima Avrupa genelinde bağlantılara ve
kredi olanaklarına sahip tekil kişilerdi; uluslararası bir malî varlık
oluşturmuyorlardı.[10]
Tek tek Yahudi bireylerin ve ilk küçük zengin Yahudi topluluklarının 19.
yüzyılın herhangi bir anından çok daha güçlü oldukları bu dönemlerin özelliği,[11]
Yahudilerin ayrıcalıklı durumlarının ve ayrıcalıklı olma haklarının
değerlendirilişindeki açık yüreklilik ve yetkililerin Yahudilerin devlete
verdikleri hizmetin önemine ilişkin yaptıkları açık tanıklıktı. Verilen hizmetler
ile bahşedilen ayrıcalıklar arasındaki bağlantı hakkında en ufak bir kuşku ya
da bulanıklık sözkonusu değildi. Fransa, Bavyera, Avusturya ve Prusya’da
ayrıcalıklı Yahudilerin soyluluk unvanları almaları son derece doğaldı,
dışardan bakıldığında bile sadece zengin adamlar olmanın ötesinde bir konuma
sahip bulundukları belliydi. Rothschild’lerin
Avusturya hükümetinin onayladığı bir unvanı almak için karşılaştıkları
zorluklar (ki 1817’de muratlarına erebildiler), Saray Yahudiliğinin bu
altın çağının sona erdiğinin bir işareti oldu.
18.
yüzyılın sonlarında, çeşitli ülkelerdeki tabaka ya da sınıflardan hiçbirinin
yeni hâkim sınıf olma, yani kendilerini soyluların yüzyıllardır yaptığı gibi
yönetimle özdeşleştirme arzusunda olmadıkları ya da buna yetenekleri bulunmadığı
anlaşıldı.[12]
Mutlak monarşinin toplum içinde müttefik bir sınıf bulmayı başaramaması,
ulus-devlet ile onun sınıflarüstü, toplumdan ve tekil çıkarlardan tamamen bağımsız,
bir bütün olarak ulusun gerçek ve yegâne temsilcisi olma savının tam anlamıyla
gelişmesine yol açtı. Öte yandan bunun, devlet ile ulusun siyasî kuruluşunun
üzerine dayandığı toplum arasındaki açıklığın derinleşmesi gibi bir sonucu
oldu. Bu olmasaydı, Yahudileri eşit koşullarda Avrupa tarihine sokmak
gerekmeyebilirdi, hatta bu mümkün de olmayabilirdi.
Toplum
içinde büyük sınıflardan birinin müttefikliğini sağlayamayan devlet, bunun
üzerine kendini dev bir işletme olarak kurmayı seçti. Elbette burada idari
amaçlar söz- konusuydu, ama malî ve diğer çıkarlar ile maliyetler öylesine
büyüktü ki 18. yüzyıldan itibaren ekonomi devlet işlerinin özel bir alanı
haline geldi. Zamanın malî yönden kudretli güçleriyle, devlet müdahalesinden
uzak kalarak kendi özel yatırım tarzını sürdüren ve “üretken olmayan” bir yatırım
olarak gördüğü işlere malî yönden etkin bir biçimde katılmaya yanaşmayan
burjuvazi arasındaki çatışma, devlet ekonomisinin bağımsız bir biçimde
gelişmesine neden oldu. Dolayısıyla devletin kurduğu işlere malî destek
vermeye ve yazgılarını bu ekonominin gelişmesine bağlamaya gönüllü yegâne halk
kesimi Yahudilerdi. Kredi olanakları ve uluslararası bağlantılarıyla
Yahudilerin durumu, ulus-devletin, zamanın en büyük yatırımcıları ve
işverenleri arasına girmesine yardım etmeye son derece uygundu.[13]
Bu
hizmetlerin yerine getirilmesinin zorunlu bedeli ve aynı zamanda üstlenilen
büyük tehlikelerin ödülü, Yahudilere durumlarında belirgin değişikliklere yol
açan büyük ayrıcalıklar tanınması oldu. En büyük ayrıcalık da eşitlikti.
Prusyalı Friederich’in Münzjuden'i
[Sikkeci Yahudi] ya da Avusturya İmparatorluğu’nun Saray Yahudileri, yarım yüzyıl
sonra bütün Prusya Yahudilerinin kurtuluş ve eşit haklar adı altında elde
edecekleri statüyü “genel ayrıcalıklar” ve “patent”ler sayesinde elde ettikten
sonra; 18. yüzyılın sonunda, servetlerinin doruğundaki Berlinli Yahudiler, akranları
olarak görmedikleri yoksul din kardeşleriyle “eşitlik”lerini paylaşmayı
umursamadıkları için Doğu illerinden Yahudi akışını önlemeye çalıştıklarında;
keza Fransa Ulusal Meclisi döneminde Bordeaux’lu ve Avignon’lu Yahudiler,
Fransız hükümetinin Doğu illerindeki Yahudilere eşitlik tanımasına karşı sert
itirazlarda bulunduklarında, Yahudilerin, eşit haklan değil, ayrıcalıkları ve
özel özgürlükleri esas aldıkları ortaya çıktı. Gerçekten de hükümetlerinin
ekonomik faaliyetleriyle sıkı ilişkileri olan ve statülerinin doğasının ve
durumunun tamamen farkında olan ayrıcalıklı Yahudilerin, hizmetleri karşılığı
bir bedel olarak sahip oldukları, dolayısıyla herkes için bir hak haline
gelmesi hemen hiç mümkün olmayan bu özgürlük armağanının bütün Yahudilere
verilmesini gönülsüz karşılamaları şaşırtıcı değildir.[14]
Ancak
19. yüzyılın sonunda, emperyalizmin doğuşuyla birlikte mülk sahibi sınıflar
devlet yatırımları konusunda başlangıçtaki yargılarını değiştirmeye başladılar.
Şiddet araçlarının giderek mükemmelleşmesi ve devletin bu araçlar üzerindeki
mutlak tekeliyle birlikte emperyalist genişleme, devlete ilgi çekici bir
ekonomik önem kazandırdı. Elbette bu, Yahudilerin de yavaş yavaş ama otomatik
bir kesinlikle kendilerine özgü, benzersiz konumlarını yitirmeleri anlamına
geliyordu.
Ama
Yahudiler sadece yükselen ulus-devlet içinde salt ekonomik bir işlevle sınırlı
kalsalardı, onlara karanlıktan çıkıp, siyasî bir anlam ve önlem kazandıran iyi
talihlerinin sonu çok daha önce gelirdi. Geçen yüzyılın ortalarından itibaren
bazı devletler, devlet borçları için Yahudilerden destek görmeksizin de
işlerini yoluna koyma konusunda yeterince kendilerine güven kazanmışlardı.[15]
Öte yandan ulusal grupların, giderek daha çok ülkelerinin kaderine bağımlı hale
geldiğini farketmeleri, onları hükümetlere daha çok kredi açmaya hazır hale
getirdi. Eşitlik, ulusal savaşlarda yurttaşlarının mallarım ve mülklerini
koruyabilecek yegâne âmilin devlet olması gibi basit bir nedenden dolayı, sonunda
en güvenilir sermaye yatırım biçimi olarak görülmeye başlanan devlet
tahvillerine herkesin ulaşabilir olmasında simgesini buluyordu. 19. yüzyılın
ortalarından itibaren Yahudiler ancak hâlâ oynayacak daha önemli ve yazgısal
(bu arada devletin yazgısındaki hisseleriyle de sıkı sıkıya ilişkili) bir
başka rolleri daha olmasından ötürü, üstün konumlarını koruyabildiler.
Kendilerine ait ne bir toprakları ne de devletleri olan Yahudiler, her zaman
inter-Avrupalı bir unsur olagelmişlerdir; Yahudilerin malî yardımlarına bel
bağladığı için ulus-devlet de bu uluslararası statüyü korumuştur. Ama
ekonomik yararlılıkları son bulduğunda bile Yahudilerin inter-Avrupalı
statüleri, ulusal çatışmalar ve savaşlar sırasında büyük ulusal önemini
sürdürdü.
Ulus-devletlerin
Yahudilerin hizmetlerine olan gereksinimleri, Avrupa tarihinin genel bağlamına
uygun olarak yavaş ve mantıksal bir biçimde gelişmesine rağmen, Yahudilerin
siyasî ve ekonomik önemlerindeki artış, komşuları kadar kendileri için de ani
ve beklenmedik bir olaydı. Orta çağın sonlarında Yahudi tefeciler eski
önemlerini yitirmişlerdi ve 16. yüzyıl başlarında da kentlerden ve ticaret merkezlerinden
köylere ve kırsal kesime sürülmüşlerdi. Bu durum, daha yüksek otoritelerin
uzaktan sağladığı nispeten birörnek korumanın yerini küçük yerel soyluların
sağladığı güvensiz bir durumun alması demekti.[16] 17.
yüzyıl bir dönüm noktası oldu. Otuz Yıl Savaşları sırasında Avrupa’nın hemen
her yanma dağılmış bu küçük ve önemsiz tefeciler, savaş lordlarının uzak diyarlardaki
paralı askerlerinin her tür ihtiyacını sağladılar. Askerler bu küçük satıcılar
sayesinde gittikleri her yerde erzak bulabildiler. Bu savaşlar, diğer
sınıfların hiç ilgisini çekmeyen, halktan hiçbir yardım görmeyen, prenslerin
yarı-feodal, az çok özel işlerinden ibaret kaldığı için, Yahudilerin
statülerindeki ilerleme oldukça sınırlıydı ve gözle görülür değildi. Ama her
feodal hanedanın Saray Yahudisinin muadili birilerine ihtiyacı olduğundan
Saray Yahudilerinin de sayısı arttı.
Bu
Saray Yahudileri soylu sınıfın üyeleri olarak, hiçbir merkezî otoriteyi temsile
talip olmayan bu küçük feodal lordlara hizmet ettikleri sürece, toplumda sadece
tek bir grubun bendeleriydiler. Çekip çevirdikleri mülk, borç verdikleri para,
karşıladıkları ihtiyaçlar, hepsi de efendilerinin özel mülkü olarak
görülmekteydi. O nedenle bu etkinlikler siyasî konulara katılmalarını
sağlayamıyordu. İster nefret, ister kayırılma konusu olsun, Yahudiler önemli
bir siyasî mesele haline gelemedi.
Ancak
feodal lordun işlevi değişip bir prens ya da hükümdar haline geldiğinde,
yanındaki Saray Yahudilerinin işlevleri de değişti. Çevrelerindeki
değişikliklerle pek ilgilenmeyen, yabancı bir unsur olan Yahudiler,
statülerinin yükseldiğinin farkına varan en son kişiler oldular. Yine özel
işlerini yapmayı mümkün olduğunca sürdürdüler ve bağlılıkları, siyasî
düşüncelerle ilgisi bulunmayan kişisel bir mesele olarak kaldı. Bağlılık,
namus ve dürüstlük demekti; bir çatışmada taraf olmak ya da siyasî nedenlerle
gösterilen bir sadakat değil. Orduya erzak sağlamak, giydirmek, yedirmek,
paralı asker tutulması için borç vermek, sadece bir iş ortağının iyiliğini ve
refahını gözetmek anlamına geliyordu.
Yahudilerle
aristokratlar arasındaki bu ilişki tarzı, o zamana dek Yahudileri toplumdaki
bir başka tabakaya bağlamış yegâne ilişkiydi. Bu ilişki 19. yüzyıl başlarında
ortadan kalktığında, yeri doldurulamadı. Bu ilişkiden Yahudilere kalan,
(Avusturya ve Fransa’da) aristokratik unvanlarla, yükselen burjuvaziye karşı
Yahudilerle soyluluğu biraraya getiren bir çeşit malî ittifak oldu. Yahudilerin
genel kurtuluşu gibi bir durum mevcut olmadığı sürece, bu [ittifakın] savı,
Prusya ve Fransa’da belli bir makullük taşıyordu. Saray Yahudilerinin
ayrıcalıkları aslında soyluluğun hak ve özgürlüklerini andırıyordu ve
Yahudiler de en az aristokratlar kadar ayrıcalıklarını yitirmekten korkuyor ve
eşitliğe karşı aynı savları ileri sürüyorlardı. Çoğu ayrıcalıklı Yahudiye küçük
unvanların verildiği 18. yüzyılda ve Yahudi topluluklarıyla bağlarını yitirmiş
zengin Yahudilerin yeni toplumsal statüler aradıkları ve aristokrasiyi örnek
aldıkları
18.
yüzyılın başlarında bu makullük daha da büyüdü. Ancak, öncelikle soyluluğun
gerilemekte olduğu, oysa Yahudilerin sürekli statü kazandığı son derece açık
olduğu için ve aynı zamanda da aristokrasi özellikle Prusya’da antisemitik bir
ideoloji yaratan ilk sınıf durumuna geldiğinden, bütün bunların pek bir önemi
yoktu.
Yahudiler
savaşta tedarikçi ve kralların hizmetkârlarıydılar, ama bizzat çatışmalara
katılmadıkları gibi, kendilerinden böyle bir şey de beklenmiyordu. Bu
çatışmalar ulusal savaşlar boyutuna vardığında Yahudiler hâlâ, önemleri ve
yararları hiçbir ulusal davayla bağlı olmamaktan gelen uluslararası bir unsur
olmayı sürdürdüler. Artık devlet bankeri değildiler ve savaşta tedarikçilik
yapmıyorlardı (bir Yahudinin malî olarak desteklediği son savaş 1866 tarihli
Prusya-Avusturya Savaşı’ydı. Bu savaşta Bismarck gerekli krediyi Prusya
Parlamentosu’ndan almayı reddettiğinde, kendisine Bleichroeder yardım etmişti).
Barış anlaşmalarının malî danışmanları ve yardımcıları olmuş, fazla düzenli ve
belirgin olmasa da taraflar arasında haber getirir götürür olmuşlardı. Yahudi
yardımı olmadan gerçekleştirilmiş en son barış anlaşması, Fransa ile diğer Kıta
devletleri arasında yapılan Viyana Kongresi olmuştu. 1871’de Almanya ile Fransa
arasındaki barış görüşmelerinde Bleichroe ier’in rolü, savaştaki
yardımlarından çok daha önemliydi.[17] Rothschild’lerle olan
bağlantıları sayesinde Bismarck ile Benjamin Disraeli arasında dolaylı bir
haberleşme kanalı sağladığı 1870’lerin sonlarında ise çok daha önemli
hizmetlerde bulunmuştur. Versay Barış Anlaşması, Yahudilerin danışman olarak
belirgin bir rol oynadıkları son anlaşma idi. Ulusal
sahnedeki ününü ve önemini uluslararası Yahudi bağlantısına borçlu olan son
Yahudi, Weimar Cumhuriyeti’nin talihsiz Dışişleri Bakanı Walter Rathenau idi.
Meslektaşlarından birinin dediği gibi, “uluslararası finans dünyasındaki
saygınlığını ve dünyanın her yanındaki Yahudilerin desteğini,14
uluslararası sahnede tanınmayan bu yeni cumhuriyetin bakanlarının emrine
sunmasının” karşılığını yaşamıyla ödemişti.
Antisemitik
hükümetlerin Yahudilerden ne savaş ekononomisinde ne de barışta
yararlanmayacakları açıktır. Ama Yahudilerin uluslararası sahneden tasfiyesinin
antisemitizmden daha genel ve derin bir anlamı vardı. Yahudilerden sadece gayrı
ulusal bir unsur olarak yararlanıldığı için, ancak savaş sırasında herkes
barış seçeneğini bilinçli olarak saklı tuttuğu sürece, bir anlaşmaya varılması
ve modus
vivendi’nin [geçici anlaşma] yeniden kurulması herkesin amacı olduğu müddetçe,
Yahudilerin savaşta da barışta da bir değeri olabilirdi. Oysa “ya zafer ya da
ölüm” tayin edici bir politika durumuna gelir gelmez ve düşmanın yok edilmesi
savaşın fiili amacını oluşturmaya başladığında, Yahudilerden de artık herhangi
bir yarar umulamaz oldu. Her ne kadar siyaset sahnesinden bu çekiliş, hatta
grup yaşamının sönmesi, mutlaka Yahudilerin fiziksel olarak imhasını getirmese
de, bu politika nereden bakılsa Yahudilerin kolektif varlıklarının yok olması
anlamını taşıyordu. Mamafih, tıpkı İtalyan Yahudilerinin faşizm ırkçı yasalar
çıkarmadan önce İtalyan Faşist Partisi’ne üye olmaları gibi, şayet Almanlar
kadar kolaylıkla harekete katılmalarına izin verilmiş olsaydı
M
Bakınız Walter Frank, “Walter Rathenau und die blonde Rasse”, Forschungen
Zur Judenfrage,
Band IV, 1940. Nazi dönemindeki resmi görevine rağmen Frank, kullandığı
kaynaklar ve yöntemler konusunda bir ölçüde özenini korumuştur. Bu makalede, Israelitisches
Familienblatt'da
(Hamburg, 6 Temmuz, 1922), Die Zeif'da (Haziran 1922) ve Berliner
Tageblatt’da (31
Mayıs 1922) yer alan Rathenau hakkında yazılmış taziyeleri anmaktadır.
Alman
Yahudilerinin de Nazi olacaklarına ilişkin sıkça tekrarlanan iddia, ancak yarı
yarıya doğrudur. Bu sav, çevrelerinde hâkim olan psikolojiden büyük farklılık
arzetmeyen Yahudi bireylerin psikolojileri için geçerlidir sadece. Tarihsel
anlamda ise alenen yanlıştır. Antisemitizm olmadan da Nazizm, Yahudilerin
Avrupa’daki varlığı açısından öldürücü bir darbe olurdu; ona rıza göstermek
yalnızca Yahudi kökenli bireyler için değil, bir halk olarak Yahudiler için de
intihar olurdu.
Son
yüzyıllarda Avrupa Yahudiliğinin kaderini belirleyen ilk çelişkiye[18],
yani eşitlik ve (biçimsel olarak ve ayrıcalık maksadıyla bahşedilmiş eşitliğin
ifade ettiği) ayrıcalık arasındaki çelişkiye*, bir ikinci çelişkiyi* daha
eklemek gerekir: Uluslar sisteminde ansızın yaşanan çöküş, ulusal olmayan
yegâne Avrupalı halk olan Yahudilere herkesten daha çok zarar vermişti. Bu
durum ilk bakışta görüldüğü kadar paradoksal değildir. İster Robespierre’den
Clemenceau’ya kadar ulusun Jakoben temsilcileri olsun, isterse Metternich’den
Bismarck’a dek Orta Avrupa reaksiyoner (tutucu) hükümetlerinin temsilcileri
olsun, hepsinde ortak bir özellik vardır: Hepsi de bütün içtenlikleriyle
Avrupa’daki “güçler dengesi”nin üzerine titriyorlardı. Elbette her biri bu
dengeyi kendi ülkelerinin yararına değiştirmeye çalışmıştır, ama ne kıtanın her
yanında bir iktidar tekeli kurmayı, ne de komşularını toptan ortadan kaldırmayı
hayal etmişlerdi. Onları bu kararsız dengenin çıkarma kullanan Yahudiler,
Avrupa uluslarının ortak çıkarlarının bir tür simgesi durumundaydılar.
O
nedenle Avrupalı halkların felaketi andıran yenilgilerinin, Yahudilerin başına
gelen felaketle başlaması hiç de raslantı değildir. Avrupa’nın kararsız güçler
dengesinin çözülmeye Yahudilerin tasfiyesiyle aynı anda başlamasını anlamak
pek kolay, bu tasfiyenin olağandışı zalim bir milliyetçilikten ya da “eski
önyargılar”ın vakitsiz canlanmasından daha fazla bir şeyler içerdiğini anlamak
ise bir o kadar zor olmuştur. Felaket gelip çattığında Yahudilere, tarihleri ayrıksı
yasalar izleyen ve o nedenle kaderleri genelleştirilemeyecek “özel bir vaka”
olarak bakıldı. Avrupa dayanışmasının bu yıkılışı, aynı anda bütün Avrupa’daki
Yahudi dayanışmasının yıkılışını da yansıtmaktaydı. Alman Yahudilerine yönelik
zulüm başlatıldığında, diğer Avrupa ülkelerindeki Yahudiler de Alman
Yahudilerinin, kaderleri kendilerininkine benzemesi mümkün olmayan b\r istisna
oluşturduğunu keşfettiler. Aynı şekilde Alman Yahudiliği de çökmeden önce, her
biri sahip oldukları temel insan haklarının -Birinci Dünya Savaşı’nın emektar
askeri olmak, emekli asker çocuğu olmak, şehit bir babanın gururlu oğlu olmak gibi-
özel ayrıcalıklarla korunabileceğine inanan ve bunu uman sayısız hizbe
bölünmüştü. Öyle görünüyordu ki sanki Yahudi kökenli bütün bireylerin yok
edilmesi, Yahudi halkının kendi içinde çözülmesi ve kansız bir yok edilme
süreci tarafından öncelenmişti; sanki Yahudiler varlıklarım münhasıran başka
halklara ve onların nefretine borçlu gibiydiler.
Yahudilerin,
mevcut ya da büyüyen bir uluslar dünyasında, gayrı ulusal bir inter-Avrupalı
unsur olmalarından dolayı Avrupa tarihine etkin bir biçimde girmiş olmaları,
Yahudi tarihinin hâlâ en dokunaklı yanlarından biridir. Devlet bankerleri
olarak yerine getirdikleri işlevlerinden daha kalıcı ve daha temel olduğunu
kanıtlamış olan bu rol, Yahudilerin sanat ve bilimlerdeki üretkenliğinin yeni
modern tarzının maddî nedenlerinden biridir. Diğer kusurları ne olursa olsun,
tamamen Avrupalı bir unsura gereksinim duyan ve ona müsamaha gösterebilen bir
sistemin ve siyasî bir yapının yıkılışıyla kendi mahvoluşunun çakışmış olması,
tarihsel bir adaletten başka nedir?
Son
yüzyıllarda Yahudi tarihinde varlığından kuşku duyulmayan daha az çekici
yanlara bakıp, tutarlı bir şekilde Avrupalı kalmış bu varlığın azametini
unutmamak gerekir. “Yahudi Sorunu”nun bu yanının farkında olan birçok az
Avrupalı yazar, Yahudilere özel bir yakınlık göstermeyip, bütün Avrupa’nın
durumuna ilişkin tarafsız bir değerlendirmede bulunmuşlardır. Yahudilere
düşmanlık beslemeyen ve Yahudilerin varlığında farklı uluslardan Avrupalılar
arasında yararlı bir bağ gören yegâne 18. yüzyıl Fransız filozofu Diderot;
Yahudilerin Fransız Devrimi ile kurtulmalarına tanıklık eden ve Fransız olmakla
evrenselliklerini yitirdiklerini söyleyen Wilhelm von Humboldt;[19]
ve son olarak Bismarck’ın Alman Reich’ından [imparatorluk] duyduğu tiksintinin,
Yahudilerin Avrupa tarihinde oynadıkları rolün önemini doğru değerlendirmesini
mümkün kıldığı ve [gerek garezin gerekse] ucuz filosemitizmin tuzaklarına düşmekten
ya da “ilerlemeci” tutumlara iltifat etmekten alıkoyduğu “iyi Avrupalılık”,
deyişinin yaratıcısı Friedrich Nietzsche bunlar arasındaydı.
Yüzeysel
bir fenomenin doğru tarifi olmakla birlikte, bu değerlendirme Yahudilerin
aykırı siyasî tarihlerinde cisimleşmiş en ciddi paradoksa hakettiği değeri
vermemektedir. Bütün Avrupalı halklar arasında Yahudiler, kendilerine ait bir
devleti olmayan ve tam da bu nedenden dolayı neyi temsil ederlerse etsinler,
hükümetlerle ve devletlerle müttefik olmaya son derece istekli ve uygun tek
halktılar. Öte yandan Yahudilerin siyasî bir geleneği ve deneyimi bulunmuyordu;
yeni rollerinin içerdiği bariz tehlikelerden ve güç olanaklarından ne kadar
bihaberseler, toplum ile devlet arasındaki gerilimden de o kadar
haberdardılar. Siyaset hakkında yok denecek kadar az bilgilerinin ya da
geleneksel pratiklerinjn kaynağı, Roma İmparatorluğu’nda Romalı askerlerden
gördükleri himaye ile Ortaçağ’da halka ve yerel yöneticilere karşı monarşinin
ve kilise görevlilerinin uzaktan sağladığı korumaydı. Yahudiler bu
deneyimlerinden otoritenin, özellikle de yüksek otoritenin kendilerini kayırdığı
ve aşağı mevkilerdeki görevlilerin, özellikle de sıradan halkın kendileri için
tehlike oluşturduğu sonucunu çıkarmışlardı. Kesin bir tarihsel gerçeği ifade
eden, ama artık yeni koşullara karşılık gelmeyen bu önyargı, tıpkı Yahudi olmayanların
Yahudiler hakkında taşıdıkları mukabil önyargılar gibi, Yahudilerin ezici bir
çoğunluğunun yüreklerine yer etmişti ve bilinçsizce paylaşılmaktaydı.
Yahudiler
ile hükümetler arasındaki bu ilişkinin tarihi, devrimci değişikliklerden sonra
bile Yahudi bankerlerin bağlılıklarını bir hükümetten diğerine ne denli süratle
değiştirdiklerine dair örneklerle doludur. 1848’de Fransız Rothschild’ın, önce
Louis Philippe hükümetinin, sonra kısa ömürlü yeni Fransız Cumhuriyeti’nin ve
tekrar III. Napolyon’un hizmetine koşması 24 saat bile almamıştı. Biraz daha
yavaş seyretmekle beraber aynı süreç İkinci İmparatorluğun düşmesinde ve
ardından Üçüncü Cumhuriyet’in kurulmasında da tekrarlandı. Almanya’da ise bu
ani ve kolay değişmeler, 1918 Devrimi’nden sonra bir yandan Warburg’ların malî
politikalarında, öte yandan Walter Rathenau’nun değişken siyasî emellerinde
ifadesini bulmuştur.[20]
Bu
tarz davranışlarda, “başarının başaramayacağı şey yoktur” şiarından hareket
eden basmakalıp burjuva yargısından fazlası vardır.[21] Yahudiler
sözcüğün sıradan anlamında burjuva olsaydılar, yeni işlevlerinin içerdiği
devasa güç olanaklarını doğru bir biçimde değerlendirebilir ve antisemitiklerin
her fırsatta onlara uygun gördüğü, hükümetler kurup ve yıkan hayalî bir gizli
dünya gücü olma rolünü en azından oynamaya çalışırlardı. İktidar hakkında ne
bilgisi ne de ilgisi olan Yahudilerin aklına, kendilerini savunma amaçlı ılımlı
baskılarda bulunmaktan fazlası gelmedi. Bu emelsizlik, sonraları Yahudi banker
ve işadamlarının daha asimile olmuş oğullarını derinden etkileyecekti.
Bazıları, Disraeli
gibi, ait olabilecekleri ama asla varolmamış gizli bir Yahudi toplumunun
hayalini kurarlarken, daha fazla bilgi sahibi olan Rathenau gibi diğerleri de
kendilerini, ne iktidar ne de toplumsal statü sahibi olan zengin tüccarlara
karşı yarı antisemitik tiradlar atmaya kaptıracaklardı.
Yahudi
olmayan devlet adamları da tarihçiler de bu masumiyeti [naifliği] asla tam
anlayamadılar. Öte yandan Yahudi temsilcileri ve yazarları için iktidara
kayıtsızlık öylesine olağan bir şeydi ki, kendilerine yöneltilen saçma vehimler
karşısında şaşkınlıklarını gizleyemedikleri durumlar dışında, bu konuyu
ağızlarına bile almamışlardır. Geçen yüzyılın devlet adamlarının anılarında,
Londra’da veya Paris’te ya da Viyana’daki Rothschild’ler istemediği için
savaşın olmayacağı izlenimini yaratan pek çok söze rastlanabilir. Hatta J.A.
Hobson gibi temkinli ve güvenilir bir tarihçi bile 1905 yılının sonlarında şu
sözleri söyleyebilmişti: “Rothschild ailesi ve avanesi yüz vermeyecek de bir
Avrupa devleti büyük bir savaşı göze alabilecek ya da büyük bir devlet borcu
kabul edilecek; buna kim inanır?”[22]
Bu yanlış yargı, Metternich’in “Rothschild ailesi(nin) Fransa’da herhangi bir
yabancı hükümetten daha büyük bir rol oynadığı”na ilişkin samimi inancı kadar
ya da 1848’deki Avusturya Devrimi’nden kısa bir süre önce Viyanalı
Rothschild’ler için kendinden emin bir şekilde yaptığı şu küçümseyici kehanet
kadar gülünçtür: “Ben mahvolursam, siz de benimle birlikte mahvolursunuz”.
Meselenin gerçeği şudur: Rothschild’lerin de diğer Yahudi bankerler gibi,
bırakalım uzaktan savaş telkininde bulunmak gibi tanımlı, belirgin bir amacı,
Fransa’da ne yapmak istediklerine dair en ufak bir siyasî düşünceleri bile
yoktu. Tersine diğer Yahudi benzerleri gibi Rothschild’ler de şu ya da bu
hükümetle değil, daha ziyade hükümetlerle, otorite denen şeyle ittifak
kurmuşlardır. Şayet o zaman ve daha sonra monarşik yönetimlerden yana belirgin
bir tercihte bulunmuşlarsa, bunun nedeni sadece cumhuriyet hükümetlerinin, hiçbir
zaman güvenemedikleri halkın iradesine çok daha büyük oranda dayanıyor olmalarından
duydukları haklı kuşkuydu.
Yahudilerin
devlete ne denli derin bir inanç besledikleri ve Avrupa’daki mevcut koşullar
hakkında nasıl da fantastik bir cehalet içinde bulundukları, epeydir
geleceklerine ilişkin mantıklı korkular duyan Yahudilerin politikaya olan
yeteneklerini bir defalığına sınamaya kalktıkları, Weimar Cumhuriyeti’nin son
yıllarında iyice ortaya çıktı. Yahudi olmayan birkaç kişinin de yardımıyla
daha terimlerde çelişki arzeden, “Devlet Partisi” (Staatspartei) adını
verdikleri bir orta sınıf partisi kurdular. Siyasî ve toplumsal mücadelede
kendilerini temsil edecek “partileri”nin bizzat devlet olması gerektiği gibi
son derece naif bir kanaatleri vardı ve [böyle bir partinin ancak yarı-faşist
bir parti olması gerekeceğini] asla sezemediler. Bu saygıdeğer ve şaşkın baylar
partisi (bundan rahatsız bile olunsa) ancak ardında meşum güçlerin devleti ele
geçirme planlarının bulunduğu bir sadakat görüntüsü olarak ciddiye
alınabilirdi.
Yahudiler,
devlet ile toplum arasındaki artan gerilimden tamamen bihaber oldukları gibi,
aynı zamanda şartların kendilerini çatışmanın merkezine ittiğinin de farkına
varan son kişilerdi. O nedenle antisemitizmi nasıl değerlendireceklerini asla
bilemediler ya da daha ziyade toplumsal ayrımın siyasî bir sava dönüştüğü anı
asla göremediler. Yüzyıldan fazla bir zamandır antisemitizm, [umutsuzca
aynşmış kamuoyunun] ansızın üzerinde hemfikir olacağı şey haline gelinceye
kadar, hemen hemen bütün Avrupa ülkelerindeki neredeyse bütün toplumsal
tabakalar içinde yavaş yavaş, tedricen yer etmişti. Bu sürecin basit bir
gelişme yasası vardı: Toplumun devletle bir şekilde çatışmaya girmiş her sınıfı,
devleti temsil eder görünen yegâne toplumsal sınıf Yahudiler olduğundan,
antisemitik olmuştu. Ve antisemitik propagandaya karşı neredeyse bağışıklığı
olduğunu kanıtlayan tek sınıf, sınıf mücadelesine gömülmüş ve Marksist tarih
açıklamasıyla donanmış olduğundan devletle değil, toplumun bir başka sınıfıyla,
Yahudilerin kesinlikle temsil etmediği ve asla önemli bir parçasını
oluşturmadığı burjuvaziyle doğrudan çatışmaya girmiş işçilerdi.
18.
yüzyıl dönümünde bazı ülkelerde Yahudilerin siyasî bakımdan kurtulmaları ile
Orta ve Batı Avrupa’da konunun tartışılmaya başlanması her şeyden önce devlete
karşı tutumlarında belirgin bir değişiklik yaratmıştı. Bu değişiklik bir
ölçüde Rothschild’lerin yükselişinde anlatımını bulmuştu. Diğer ülkelerin
Saray Yahudileriyle uluslararası ilişkileri sayesinde belli bir prense ya da
hükümete hizmet etmekle artık yetinmeyip, uluslararasılaşmaya ve Almanya’da,
Fransa’da,
Büyük Britanya’da, İtalya’da ve Avusturya’daki hükümetlere eşzamanlı olarak
hizmet etmeye karar verdiklerinde, tam gelişmiş ilk devlet bankerleri olan bu
Saray Yahudilerinin yeni politikası da belli oldu. Daha önceleri bir örneği
olmayan ve büyük ölçüde Rothschild’lerden kaynaklanan bu süreç, eşitlikle
birlikte bu ülkelerde yaşayan Yahudilerin ulusallaşmalarına yol açma ve tam da
Yahudi bankerlerin üzerine dayandıkları inter-Avrupalı üstünlükleri yok etme
tehdidini içeren gerçek kurtuluşun yaratacağı tehlikelere karşı bir tepkiydi.
Ailenin kurucusu yaşlı Meyer Amschel Rothschild, Yahudilerin inter-Avrupalı
statülerinin artık güvenlikte olmadığını ve bu benzersiz uluslararası konumu
kendi ailesi içinde gerçekleştirmekten başkasının elinden gelemeyeceğini gördü.
Kendince Yahudilerin kurtuluşunun yaratacağı can sıkıcı sorunlardan ustaca
sıyrılmanın yolunu, Avrupa’nın beş mal! merkezine -Frankfurt, Paris, Londra,
Napoli ve Viyana- beş oğlunu yerleştirmekte buldu.[23]
Roths'child’ler
göz kamaştırıcı meslek yaşamlarına, zamanının önde gelen tefecilerinden olan
ve onlara iş yaşamının inceliklerini öğretip, pek çok müşteri kazandıran Hessen
Prensi’nin yanında maliye memuru olarak başlamışlardı. 19. yüzyıl başlarında
kent halkının yaklaşık yüzde 10’unu Yahudilerin oluşturduğu ve asla bir
sürgünle karşılaşmadığı yegâne büyük merkez olan Frankfurt’ta yaşıyor
olmaları, Rothschild’ler için büyük bir şanstı. İşe, bir prensin ya da bir Özgür
Kent’in yargılarına bağlı olmadan, Viyana’daki İmparatorun doğrudan otoritesi
altında Saray Yahudisi olarak başladılar. Bu sayede Ortaçağ’da Yahudi
statüsüne tanınmış bütün imtiyazları kendi zamanlarındaki imtiyazlarla birleştirdiler.
Kendilerine benzeyen Saray Yahudileri ile karşılaştırıldığında soyluluğa ya da
diğer mahalli otoritelere bağımlılıkları çok daha azdı. Ailenin bundan sonraki
mal! faaliyetleri, biriktirdikleri olağanüstü servet (servet sözü az kalır) ve
19. yüzyılın başlarından itibaren edindikleri simgesel ün, yeterince
bilinmektedir.[24]
Ingilizlerin Kıta devletlerine yaptığı yardımların neredeyse yarısının
ellerinden geçtiği Napolyon Savaşları’nın -1811’den 1816’ya kadar- son
yıllarında büyük iş hayatının sahnesine çıktılar. Napolyon’un yenilmesinden
sonra, kıtanın her yanında devlet aygıtlarının yeniden düzenlenmesi ve malî
yapıların Bank of England modeline göre oluşturulması için borç para ihtiyacı
doğduğunda, Rothschild’ler devlet borçları konusunda neredeyse bir tekel haline
geldiler. Bu durum üç kuşak sürdü. Bu zaman zarfında Yahudi olsun olmasın
bütün rakiplerini bozguna uğratmayı başardılar. Capefigue’nin dediği gibi,[25]
“Rothschild Ailesi, Kutsal İttifakın başveznedarı haline geldi”.
Rothschild
ailesinin uluslararası bir boyut kazanması ve çok kısa bir zamanda diğer bütün
Yahudi bankerlerin üzerine çıkması, Yahudilerin iç yapısını bütünüyle
değiştirdi. Benzersiz bir fırsattan yararlanabilecek kadar kurnaz Yahudilerin,
bir insanın yaşam süresi içinde zenginliğin doruğuna çıkıp sonra da yoksulluk
batağına batması; bu Yahudilerin uzaktaki Yahudi cemaatlere hâmilik ve
ricacılık ettikleri zamanlar dışında, bu kaderin bir bütün olarak Yahudilerin
ortak yazgılarının yanından bile geçmemesi; servet sahibi tefecilerin sayısı
ya da tek tek Saray Yahudilerinin nüfuzları ne olursa olsun, toplu olarak özel
ayrıcalıklara sahip ve toplu olarak özel hizmetler sunan belirgin bir Yahudi
grubunun varlığına ilişkin hiçbir işaretin olmaması -bütün bunlar planlanmamış,
düzenlenmemiş, raslantısal gelişmelerdi. Yahudi sermayesinin büyük bir
yüzdesinin devlet ekonomisinin kanallarına yönlendirilmesini mümkün ve zorunlu
kılanın ve bu sayede Orta ve Batı Avrupa Yahudiliğinin yeni bir
inter-Avrupalılık bağı kazanması için doğal bir temel sağlayan etkenin,
Rothschild’ın devlet borçları üzerinde kurduğu tekel olduğuna kuşku yoktur. 17.
ve 18. yüzyıllarda farklı ülkelerden tek tek Yahudiler arasında varolan
düzensiz ilişkiler, bütün önemli Avrupa kentlerinde fiziki olarak varolan,
Yahudi halkının bütün kesimleriyle sürekli temas halinde bulunan ve örgütlenme
için gerekli bütün bilgi ve fırsatlara tamamen sahip tek bir şirketin dağıttığı
fırsatlar tarafından düzene sokulmuştu.[26]
Rothschild
ailesinin Yahudi dünyasındaki bu istisnai konumu, belli bir ölçüde dinsel ve
manevî geleneğin kadim bağlarını ikame ediyordu. Bu gelenek Batı kültürünün
etkisi altında yavaş yavaş gevşemeye uğramış ve bu durum ilk kez Yahudi
halkının varlığını tehdit etmeye başlamıştı. Dış dünyanın gözünde tek başına bu
aile, ulus-devletler ve ulusal olarak örgütlenmiş halkların oluşturduğu
dünyada Yahudi enternasyonalizminin mevcut gerçekliğinin bir simgesi haline
gelmişti. Gerçekten de şu fantastik “Yahudi dünya devleti” tasavvuru için,
aralarında sık sık vuku bulan çatışmaların aralarındaki çıkar dayanışmasını
bir kez bile olsun sarsmadığı en az üç farklı devletle (Fransa, Avusturya ve
İngiltere) yakın işbirliği içinde, her yerde seçkinliğini muhafaza eden, beş
farklı ülkeden ulusal grupları içinde barındıran [beş kardeşin beş ayrı
milliyette devlet bankeri olduğu] bu aileden daha iyi bir kanıt nerede
bulunabilirdi?
Yahudilerin
-başka halkların tersine- kan ve aile gibi daha yakın bağlarla birbirlerine
bağlandığı yolundaki halk inancının kaynağı, büyük oranda, Yahudi halkının
neredeyse bütün ekonomik ve siyasî önemini şahsında toplayan bu aile olmuştur.
Yahudi sorunuyla hiçbir ilgisi olmayan sebeplerden dolayı ırk sorunları
siyaset sahnesine çıktığında, Yahudilerin, halkları kan bağları ve aile özellikleriyle
tanımlayan bütün ideolojilere ve öğretilere tamtamına uyması mukadder bir
sonuçtu.
Ancak
Yahudi halkına ilişkin bu imgenin açıklanmasında, daha az raslantısal nitelik
taşıyan bir başka olgu daha vardır. Yahudi halkının kendini korumasında aile,
soyluluk haricinde hiçbir Batılı siyasî ya da toplumsal bünyede görülmeyen bir
rol oynamıştır. Aile, Yahudilerin asimilasyona ve çözülmeye karşı direnmelerini
sağlayan en inatçı, en başeğmez unsurlar arasında yer almaktaydı. Çökmekte olan
Avrupa soyluluğunun evlilik ve hane ile ilgili yasalarını perçinlemesi gibi,
Batı Yahudiliğinde-de manevî ve dinsel çözülme yüzyıllarında aile bilinci son
derece artmıştı. Mesihçi kefarete ilişkin eski umuttan ve geleneksel âdetlerin
oluşturduğu sağlam zeminden yoksun olan Batı Yahudiliği, yabancı ve çoğu düşman
bir çevrede bekasını sağlamak zorunda olduğunun iyice farkına varmıştı. Aile
ortamını bir tür son mevzi gibi görmeye ve kendi grup üyelerine sanki büyük bir
ailenin üyeleriymiş gibi bakmaya başlamışlardı. Başka bir deyişle Yahudi
halkını kan bağlarının birleştirdiği bir aile olarak resmeden antisemitik
imgenin, Yahudilerin kendilerini görüş tarzlarıyla ortak yanları bulunmaktadır.
19.
yüzyılda antisemitizmin doğuşunda ve sürekli yükselmesinde bu durum‘önemli bir
etkendi. Belli bir ülkede, belli bir tarihsel anda hangi halk kesiminin
antisemitik olacağı, onları devletle şiddetli bir çatışmaya sokan genel koşullara
bağlıydı. Ama tekrar tekrar kendiliğinden yeniden üretilen savlar ve imgeler
arasındaki bu dikkat çekici benzerliğin, çarpıttıkları hakikat ile sıkı bir
ilişkisi bulunmaktaydı. Yahudilerin daima uluslararası bir ticarî örgütlenme;
her yerde aynı çıkarlara sahip dünya ölçeğinde bir aile şirketi; bütün
hükümetleri bir gölge oyununa döndüren, tacın gerisinde ipleri tutan gizli güç
olarak gösterildiklerini görüyoruz. Devletin iktidar güçleriyle yakın
ilişkilerinden ötürü Yahudiler, şaşmaz bir biçimde iktidarla
özdeşleştirilmişlerdi ve toplumdan uzak durup, yakın aile çevresi etrafında toplaştıklarından,
hep güçlerini bütün toplumsal yapıları yıkmaya çalışmakta kullandıklarından
kuşku duyulmuştur.
İLK ANTİSEMİTİZM
Çoğu
zaman unutulsa da, Yahudi karşıtı hissiyatın, ancak büyük bir siyasî sorunla
birleştirildiğinde ya da Yahudilerin bir grup olarak çıkarları toplumdaki büyük
bir sınıfla açık bir çatışmaya girdiğinde siyasî bir anlam ve önem kazandığı
açıktır. Polonya ve Romanya’da karmaşık sınıf şartları halkta Yahudilere karşı
şiddetli bir nefretin doğmasına yol açmışsa da, Orta ve Batı Avrupa
ülkelerinden bildiğimiz kadarıyla modern antisemitizmin sebepleri ekonomik
olmaktan ziyade siyasîydi. Hükümetlerin toprak sorununu çözmekteki ve
köylüleri özgürleştirerek ulus-devlete asgari bir eşitlik kazandırmaktaki
aczlerinden dolayı bu ülkelerde feodal aristokrasi sadece siyasî başatlığım
sürdürmekle kalmadı, aynı zamanda normal bir orta sınıfın doğmasını da engellemeyi
başardı. Nüfusça
büyük ve diğer her bakımdan zayıf durumda bulunan bu ülkelerdeki Yahudiler,
çoğu dükkân sahibi ve tüccar olduklarından ve bir grup olarak büyük toprak
sahipleri ile mülksüz sınıflar arasında yer aldıklarından, orta sınıfın
işlevlerinden bazılarını yerine getirmekteydiler. Ancak
küçük mülk sahipleri kapitalist ekonomide olduğu gibi feodal ekonomide de
varolabilirler. Başka yerlerde olduğu gibi burada da Yahudiler sanayi
kapitalizmi çizgisinde bir gelişme gösteremediler ya da bunu istemediler.
Bunun sonucu olarak faaliyetlerinin net getirisi, [büyük yoksullukları yanında]
elverişli bir üretim sisteminden yoksun, dağılmış, parçalanmış, verimsiz bir
tüketim örgütlenmesi oldu. Bu beklentiyi karşılayacak yetenekten yoksun
olmakla birlikte sanki ekonomik ilerlemeyi sağlayabilecek yegâne kimseler
olarak görüldüklerinden, Yahudilerin konumu olağan bir kapitalist gelişme için
engel oluşturmaktaydı. Dışardan bakıldığında Yahudilerin çıkarlarının, olağan
şaftlarda içinden bir orta sınıfın çıkabileceği halk kesimleriyle çatışma
halinde olduğu düşünülüyordu. Öte yandan hükümetler, soyluluğu ve büyük toprak
sahiplerini ortadan kaldırmadan bir orta sınıfın gelişmesini yarı gönüllü bir
biçimde özendirmeye çalıştılar. Yegâne ciddi icraatları - kısmen kamuoyuna
verilmiş bir ödün, kısmen de Yahudilerin hâlâ feodal düzenin bir parçası
olmasından dolayı- Yahudilerin ekonomik olarak devreden çıkartılması oldu.
Yüzyıllardır soyluluk ile köylülük arasında aracı olmuşlardı; şimdi ise
üretici işlevlerde bulunmayan bir orta sınıfı oluşturmaktaydılar ve aslında
sanayileşme ile kapitalistleşme arasında yer alan unsurlardan biriydiler.[27]
Ancak Yahudi Kitleler Sorunu’nun özünü [özellikle] Yahudilerin kendileri [için]
oluşturmakla birlikte Doğu Avrupa’daki bu koşulların bağlamımız açısından
fazla bir önemi yoktur. [Pogromlara yol açtılar, ama bütün halkın yok edilmesi
girişimlerine değil.] Yahudilere karşı her yerde duyulan nefret, yeni çağda
geri ülkelerle ilgili bir meseleydi ve sonra bazı durumlarda öyle salgınlaştı
ki, hiç kimseyi siyasal olarak birbirinden ayırt edemeyeceği için siyasal
örgütlerce de kullanılabilir olmaktan çıktı.
Modern
antisemitizm ilk olarak Napolyon’un 1807’de yenilmesinden hemen sonra,
“Reformcular”m siyasal yapıyı, soyluların ayrıcalıklarını yitirmelerine ve orta
sınıfların gelişmelerinin önündeki engellerin kalkıp, özgürlüklerini kazanmalarına
yol açacak şekilde değiştirdikleri dönemde, Prusya’da patlak verdi. “Yukarıdan
bir devrim” olan bu reform, Prusya’nın aydınlanmış despotizminin yarı feodal
yapısını, nihaî evresi 1871 Alman Reich’ı olan az çok modern bir ulus devlet
haline dönüştürmüştü.
Dönemin
Berlinli bankerlerinin çoğu Yahudi olmakla birlikte, Prusya reformları
onlardan hatırı sayılır bir malî destek görmüş değildi. Prusyalı reformcuların
Yahudi kurtuluşuna duydukları içten yakınlık ve taraftarlık, bütün yurttaşlara
tanınan yeni eşitliğin, ayrıcalıkların kaldırılmasının ve serbest ticaretin
yürürlüğe konmasının bir neticesiydi. Özel bir takım amaçlar yüzünden
Yahudilerin Yahudi olarak kalmalarıyla ilgilenmiyorlardı. Eşitlik halinde
“Yahudilerin varolmaktan çıkacakları” savma verecekleri karşılık her zaman
için şu olmuştu: “Bırakınız çıksınlar. Onlardan yalnızca iyi birer yurttaş
olmalarını isteyen bir hükümet için bu neden bir sorun olsun ki?”[28]
Üstelik kurtuluş nispeten zararsızdı, zira Prusya büyük miktarda yoksul
Yahudinin yaşadığı doğu eyaletlerini henüz kaybetmişti. 1812 tarihli kurtuluş
beratı sadece çoğu sivil hakkın kendilerine zaten bir ayrıcalık olarak
tanındığı ve ayrıcalıkların kaldırılması yüzünden sivil statülerinde ciddi bir
kayıp yaşayacak olan zengin ve faydalı Yahudi gruplarını ilgilendirmekteydi. Bu
gruplar açısından kurtuluş, statükonun genel anlamda yasal olarak
olumlanmasından başkaca bir anlam taşımıyordu.
Ancak
Prusyalı reformcuların Yahudilere duyduğu yakınlık, genel siyasî emellerinin
mantıksal bir sonucu olmaktan öteydi. Yaklaşık onyıl sonra, yükselen
antisemitizm dalgasının ortalarında Wilhelm von Humboldt, “aslında toplu olarak
Yahudileri severim; ama tek tek benden uzak olsunlar”[29] derken,
Yahudi bireyleri kayıran ancak Yahudilere hor bakan hâkim tavra açıkça ters
düşüyordu. Gerçek bir demokrat olan Humboldt, bireylere ayrıcalıklar tanımayı
değil, baskı altındaki bir halkı özgürleştirmeyi istiyordu. Ama bu görüş de,
18. yüzyıl boyunca ekseriyetle Yahudilerin daha iyi koşullarda yaşamaları ve
eğitimlerinin düzeltilmesi için ısrarlı davranmış eski Prusya hükümet
görevlilerinin geleneğinde yer almaktaydı. Bu desteklerinin kaynağı sadece ekonomik
ya da devletle ilgili nedenlerden gelmiyordu; tamamen farklı sebepler yüzünden
de olsa toplumsal kuruluşun dışında ama devlet alanı içinde yer alan bu yegâne
toplumsal sınıfa duydukları doğal yakınlığın da bunda payı vardı. Devlete
bağlılığı aşılayan, yönetimdeki değişikliklerden etkilenmeyen ve sınıf
bağlarını kopartan bir memuriyet eğitimi, Prusya devletinin önde gelen
başarılarından biri olmuştur. Bu devlet görevlileri, 18. yüzyıl Prusya’sında
tayin edici bir grup oluşturmaktaydılar ve reformcuların gerçek selefleriydiler;
her ne kadar Viyana Konferansı’ndan sonra aristokrasi üzerindeki etkilerinin
büyük bölümünü yitirmiş olsalar da bütün bir 19. yüzyıl boyunca devlet
aygıtının omurgasını oluşturmaya devam ettiler.[30]
Reformcuların
tutumu sayesinde, özellikle de 1812 tarihli kurtuluş beratı ile
devletin Yahudilere olan özel ilgisi garip bir şekilde yüzeye çıktı.
Yahudilerin yararlılıklarına ilişkin o eski içten kabulün (Prusya Kralı II.
Friederich, [Yahudilerin] toplu halde din değiştireceklerini duyduğunda
endişeyle “böyle bir şeytanlık yapmayacaklarını umarım” demişti)[31]
yerinde yeller esiyordu. Kurtuluş bir ilke adına veriliyordu ve Yahudilerin
sunduğu hizmetlere yapılacak herhangi bir atıf, dönemin zihniyetine göre bir
küfür olurdu. İlgili herkes tarafından gayet iyi bilinmekle beraber kurtuluşa
götürecek özel koşullar sanki büyük ve korkunç bir sırmış gibi
saklanmaktaydı. Öte yandan bu berat, feodal bir devletten bundan böyle
hiçbir özel ayrıcalığın yer almayacağı bir ulus-devlete ve ulusal topluma
doğru yaşanan değişimin, son ve bir anlamda en parlak kazanımı olarak
görülüyordu.
Ansızın
ve beklenmedik bir biçimde patlak veren antisemitizm, bu gelişmelerden en sert
darbeyi yiyen sınıf olan aristokrasinin doğal olarak gösterdiği sert
tepkilerden biriydi. Aristokrasinin en seçkin sözcülerinden olan Ludwig von
der Manvitz (muhafazakâr ideolojinin önde gelen kurucularındandı) hükümete
verdiği uzun bir dilekçede, bu durumda özel ayrıcalıklara sahip yegâne grubun
Yahudiler olduğunu ve “eski heybetli Prusya monarşisinin yeni moda bir Yahudi
devletine dönüştüğü”nü belirtti. Bu siyasî saldırıya, Berlin [seçkin]
toplumunun çehresini neredeyse bir gecede değiştiren toplumsal bir boykot eşlik
etti. Çünkü aristokratlar Yahudilerle yakın toplumsal ilişkiler kurmuş ilk
gruptu ve yüzyıl dönümünde kısa bir süre için de olsa gerçekten karma bir
toplumun biraraya geldiği, evsahipliğini Yahudilerin yaptığı ünlü salon
toplantıları düzenlemişlerdi. Bu önyargısızlığın bir ölçüde, [Ortaçağ’da
şehirlerden sürülmelerinden beri] yegâne fırsatını ekonomik olarak üretken
olmayan ve önemsiz, fakat sırtlarını bunlara dayayarak yaşama eğiliminde olan
kimseler açısından toplumsal olarak önemli borçlar vermekte bulmuş Yahudi
tefecilerin sunduğu hizmetlerin bir sonucu olduğu doğrudur. Buna rağmen
Yahudilerin daha büyük malî olanaklarıyla mutlak monarşiler, özel tefeciliği ve
tek tek küçük Saray Yahudilerini rafa kaldırdığında bile bu ilişkinin varlığını
sürdürmesi dikkate değerdir. Soyluların böylesine değerli bir acil yardım
kaynağını yitirmekten duyacağı doğal küskünlük, onların Yahudilerden nefret
etmek yerine zengin bir Yahudi kızıyla evlenmeyi istemelerine neden olmuştu.
Aristokratik
antisemitizm, Yahudilerle soylular arasındaki daha yakın bir temasın ürünü
olarak çıkmış da değildi. Tersine her ikisi de orta sınıfların yeni değerlerine
karşı, son derece benzer kaynaklardan beslenen içgüdüsel bir itirazı
paylaşıyorlardı. Soylu ailelerde olduğu gibi Yahudilerde de birey her şeyden
önce ailenin bir üyesi olarak kabul edilirdi; görevleri her şeyden önce
bireysel yaşamın ve önemin ötesindeki ailesi tarafından belirlenirdi. Her iki
grup da gayrı milli ve inter-Avrupalıydı ve her biri diğerinin yaşam tarzını
anlıyordu: Ulusal sadakat, hemen bütün Avrupa sathına yayılmış olan bir aileye
olan bağlılığın yanında ikincildi. Geçmiş ve gelecek kuşaklar zinciri içinde
bugünün önemsiz bir halkadan başka bir şey olmadığım düşünüyorlardı. Yahudi
karşıtı liberal yazarlar ilkeler arasındaki bu tuhaf benzerliği göremeyerek,
soyluluktan kurtulmaya önce Yahudilerden kurtulmakla başlanabileceği sonucunu
çıkardılar. Bunun nedeni malî bağlantıları değil, her iki grubun da liberal
orta sınıfların, doğum, aile ve miras anlayışlarına karşı yürüttükleri savaşta
kullandıkları “doğuştan kişilik sahibi olmak”, “özsaygı ideolojisi” gibi
kavramların gelişmesinin önünde birer engel gibi görülmeleriydi.
[Tam
da onu Yahudilerle benzer kılan] bu etkenler, aristokratların her konuda
antisemitik siyasî savlar geliştirmelerini son derece anlamlı kılmaktadır.
Aristokrasinin eşitlikçi ulus-devletin açıkça karşısında olduğu bir durumda ne
ekonomik bağların ne de toplumsal mahremiyetin bir ağırlığı vardı. Toplumsal
olarak devlete yönelik saldırılarda Yahudiler yönetimle özdeşleştiriliyordu;
ekonomik ve toplumsal bakımdan reformların gerçek meyvasını toplayanlar orta sınıflar
oldu. Siyasî açıdan ise sert suçlamalara maruz kaldılar ve eski kibirli
mesafeliliklerinin ceremesini çektiler.
Kutsal
İttifakın uzun barışçıl reaksiyon yıllarında, Prusya soyluluğunun devlet
üzerindeki etkisinin büyük bölümünü yeniden kazandığı ve hatta geçici olarak,
18. yüzyıldakinden fazla önem kazandığı Viyana Konferansı sonrasında,
aristokratik antisemitizm de fazlaca siyasî anlam taşımayan ılımlı bir
ayrımcılık sergilemeye başladı.[32]
Aynı anda romantik aydınların da desteğiyle muhafazakârlık, Almanya’da
Yahudilere karşı son derece karakteristik ve ustalıkla düzenlenmiş ikili bir
tutum alan siyasî ideolojilerden biri olarak gelişti. Bu andan sonra
muhafazakâr savlarla bezenmiş olan ulus-devlet, ihtiyaç duyduğu ve istediği
Yahudilerle gerek duymadığı ve istemediği Yahudiler arasına bir ayrım çizgisi
çekti. Devletin özünde Hıristiyan bir nitelik taşıdığı bahanesiyle -oysa
aydınlanmış despotlar için bu [varsayımdan] daha yabancı ne olabilirdi!-,
bankerlere ve işadamlarına zarar vermeden, yükselen Yahudi entelijensiyaya karşı
açıktan bir ayrımcılık gütmek mümkün oldu. Kamu görevlerinden dışlamak
suretiyle üniversiteleri Yahudilere kapatmaya çalışan bu tarz ayrımcılığın
şöyle bir çifte üstünlüğü vardı: Bir yandan ulus-devletin özel hizmetlere
eşitlikten daha fazla değer verdiğini gösteriyordu, ama öte yandan da görünürde
devlete hiçbir faydası olmayan, hatta büyük bir olasılıkla toplum tarafından
asimde edilecek olan yeni bir Yahudi grubunun doğmasını engelliyor ya da en
azından bu doğumu geciktiriyordu.[33]
Seksenlerde, Bismarck Yahudileri Stoecker’in antisemitik propagandalarına karşı
korumak için hayli ter döktüğü sıralarda, expressis verbis
[açıkça bu kelimelerle] “çıkarları devlet kurumlarmm muhafazasına yakından
bağlı paralı Yahudiler”e
yapılan saldırılara itirazı olduğunu ve Prusyalı bir banker olan dostu Bleichroeder’in
zengin Yahudilere değil, ama genelde (tepeden baktığı) Yahudilere yönelik
saldırılardan şikâyetçi olmadığını söylemişti.[34]
Bir
yandan hükümet görevlilerinin Yahudilere eşitlik (özellikle meslekî eşitlik)
verilmesine karşı itirazları ya da sonraları Yahudilerin basındaki etkilerinden
şikâyetlenmeleri ile öte yandan samimiyetle “Yahudilerin her bakımdan iyi
olmalarını istemeleri”[35]
arasındaki bu görünür ikilik, başlangıçta reformcuların gösterdiği şevkle
karşılaştırıldığında devletin çıkarlarına çok daha uygun düşmekteydi. Her
şeyden önce Viyana Konferansı, yüzyıllardır yoksul Yahudilerin yaşadığı
eyaletleri Prusya’ya yeniden kazandırdı ve Fransız Devrimi’nin ve İnsan
Hakları’nın hayalini kuran bir avuç aydın dışında kimse bu insanlara -zaten yitirecekleri
bir eşitlik için yaygara edecek son kimseler olan- zengin din kardeşleriyle
aynı statüyü tanımayı düşünmedi.[36]
“Yahudilerin kurtuluşu için alınacak her hukukî ya da siyasî kararın zorunlu
olarak Yahudilerin sivil ve toplumsal durumlarında bir gerilemeye ve bozulmaya
yol açacağını” herkes gibi onlar da biliyordu.[37] Ve yine
güçlerinin, Yahudi toplulukları içinde sahip oldukları saygınlığa ve konumlarına
bağlı olduğunu herkesten daha iyi biliyorlardı. Bu yüzden “kendi etkilerini
daha arttıracak, Yahudi yoldaşlarınınsa toplum içindeki izole edilmiş
konumlarını [bu ayrılığın dinlerinin bir parçası olduğu savıyla -Arendt]
sürdürmelerini sağlayacak” bir politikadan başkasını benimsemeleri hemen
hemen olanaksız gibiydi. “Neden? ... Çünkü diğerleri onlara çok daha fazla
bağımlı olmalıydılar ki adamlarımız olarak onlar da iktidarda bulunanlar
tarafından kullanılabilsinler.”[38]
Ve kurtuluşun Yahudi kitleler için ilk kez tamamlanmış bir olgu haline geldiği
20. yüzyılda ayrıcalıklı Yahudilerin gücünün ortadan kalktığı görüldü.
Böylelikle
güçlü Yahudiler ile devlet arasında mükemmel bir çıkar uyumu kuruldu. Zengin
Yahudiler, Yahudi yoldaşları üzerinde denetim kurmayı ve Yahudi olmayan toplumdan
ayrı durmalarını istiyorlardı ve bunu başardılar; devlet ise zengin Yahudilere
karşı izlediği hayırsever politikasını, Yahudi entelijensiyaya karşı yasal
ayrımcılık ile devletin Hıristiyan özüyle ilgili muhafazakâr kuramda ifadesini
bulan toplumsal ayrımcılık politikasıyla birleştirdi.
Soyluluk
arasında antisemitizm siyasî sonuçlar yaratmadan varlığını sürdürür ve Kutsal
İttifak yıllarında ivmesini süratle yitirirken, liberaller ve radikal aydınlar
Viyana Konferansı’nın hemen ardından yeni bir hareket vücuda getirdiler. Kıta
Avrupa’sında Metternich’in polis rejimine karşı yükselen liberal itiraz ile
reaksiyoner Prusya yönetimini hedefleyen sert saldırılar, derhal antisemitik
bir feverana ve sürüyle Yahudi karşıtı broşürün piyasaya sürülmesine neden
oldu. Yönetime karşı muhalefetlerinde asilzade Marwitz’in onyıl önceki
muhalefetinden çok daha az dürüst ve samimi oldukları kesin olan [bu
ajitatörler], hükümetten çok Yahudilere saldırdılar. Esas olarak fırsat
eşitliğiyle ilgilenen ve çoğu, kamu görevlerine girme olanaklarını sınırlayan
aristokratik ayrıcalıkların yeniden canlanmasına kızan bu kişiler, “kardeşimiz”
olan tek tek Yahudiler ile bir grup olarak Yahudiler arasında bir ayrımın
varlığını tartışmaya açtılar. Ve bu ayrım o tarihten sonra solcu antisemitizmin
nişanesi haline geldi. Hükümetin Yahudileri ayrı bir
grup olarak neden ve nasıl koruyup kolladığını tam olarak anlamamış olsalar
da, [devlet ile Yahudiler arasında] belli bir siyasî ilişkinin varlığım ve
Yahudi sorununun tek tek Yahudilerle ve hoşgörüyle ilgili bir sorun olmanın
ötesinde bir sorun olduğunu yeterince iyi biliyorlardı. “Devlet içinde devlet”,
“ulus içinde ulus” gibi yeni milliyetçi ifadeler uydurdular. Bunlar ilkin
kesinlikle yanlış ifadelerdi, zira Yahudilerin kendilerine ait siyasî emelleri
olmadığı gibi, devlete koşulsuz bağlılık gösteren yegâne grup onlardı. İkincisi
Yahudiler yarı sağcıydılar, çünkü siyasî değil ama toplumsal bir yapı olarak
alındığında Yahudiler gerçekten de ulus içinde ayrı bir grup
oluşturmaktaydılar.[39]
Avusturya
ve Fransa’da olmasa da Prusya’da bu radikal antisemitizmin ömrü çok kısa oldu
ve soyluluk arasında boy atan erken dönem antisemitizmi gibi sonuçsuz kaldı.
Sonraki yirmi yıl zarfında radikaller, giderek ekonomik bakımdan yükselmekte
olan orta sınıfların Almanya’nın her yanındaki kurultaylarında Yahudilerin
kurtulmasından ve siyasi eşitliğin gerçekleştirilmesinden yana yaygaralar kopartan
liberalizm tarafından soğuruldular. Ancak çoğunlukla ve haksız bir biçimde
antisemitik olmakla[40]
suçlanmış olan genç Karl Marx’ın ünlü Yahudi karşıtı yazılarında da etkisi
farkedilebilecek belli bir kuramsal hatta edebi gelenek oluştu. Kendisi de bir
Yahudi olan Karl Marx’ın Yahudi karşıtı radikallerle aynı şekilde yazabilmiş
olması olsa olsa bu tarz Yahudi karşıtı savların kemale ermiş bir
antisemitizmle ne denli az ortak yanı olduğunu gösterir. Yahudi biri olarak
Marx’ın “Yahudilik” hakkındaki bu savlardan duyduğu rahatsızlık, örneğin Alman
olarak Nietzsche’nin Almanya aleyhtarı kendi savlarından duyduğu
rahatsızlıktan fazla değildi. Marx’ın sonraki yıllarda Yahudi sorunu üzerine
bir daha hiç yazmadığı ya da görüş bildirmediği doğrudur; ama bunun,
düşüncesinde temel bir değişikliğe yorulması zordur. Toplum içinde bir fenomen
olarak sadece sınıf mücadelesiyle, [yani] Yahudilerin ne emek alıcısı ne de
emek satıcısı sıfatıyla içinde yer almadığı kapitalist üretimin sorunlarıyla
meşgul olması ve siyasî sorunları düpedüz ihmal etmesi Marx’ın devlet yapısını,
dolayısıyla da Yahudilerin rolünü ele almasını önlemiştir. Marksizmin Almanya’daki
emekçi hareketi üzerindeki güçlü etkisi ise, Alman devrimci hareketlerinin
Yahudi karşıtı hissiyatın belirtilerini çok az taşımasının başlıca nedenleri
arasındadır.[41]
Aslında Yahudiler dönemin toplumsal mücadeleleri açısından ya hiç ya da çok az
önem taşımışlardır.
Modern
antisemitik hareketin başlangıç tarihi, her yerde 19. yüzyılın son üçte birlik
bölümüne tekabül eder. Almanya’da hemen hiç beklenmedik bir şekilde bir kez
daha soyluluk içinde başgöstermişti. 1871’den sonra Prusya monarşisinin tam
gelişkin bir ulus-devlete dönüşmesi, soyluluğun bir kere dahîf devlete
muhalefet etmesine yol açmıştı. Alman Reich’ın gerçek kurucusu olan Bismarck,
başbakan olmasından sonra da Yahudilerle yakın temasını korumuştu. Yönetimdeki
feodal artıkların çoğunu temizleme girişimi ve bunda kısmen de olsa başarı
sağlaması, kaçınılmaz olarak aristokrasiyle çatışmaya girmesine neden olmuştu;
Bismarck’a, ya Bleichroeder’in masum bir kurbanı ya da paralı adamı diye
saldırıyorlardı. Aslında ilişki tam tersiydi; Bleichroeder’in, Bismarck’ın son
derece saygıdeğer, yüksek ücretli bir ajanı olduğuna hiç kuşku yoktur.[42]
Ne
var ki feodal aristokrasi hâlâ kamuoyunu etkileyebilecek kadar güçlü olsa da,
kendi başına 80’lerdeki gibi gerçek bir antisemitik hareket başlatacak kadar
güçlü ve önemli değildi. Alt orta sınıftan bir ana babanın oğlu olan sözcüleri
Saray Vaizi Stoecker’e muhafazakâr çıkarları savunma konusunda ihsan edilen
yeteneklerin, yaklaşık elli yıl önce muhafazakâr ideolojinin temel inançlarım
dile getiren selefi romantik aydınlardan çok daha az olduğu kesindi. Üstelik
Stoecker antisemitik propogandamn yararlarım pratik ya da kuramsal düşüncelerle
değil, raslantı eseri, büyük bir demagojik ilhamın yardımıyla, aksi halde boş
kalacak olan salonları doldurmakta son derece işlevsel olduğunu keşfettiğinde
gördü. Ama bu ani başarısını anlayamamakla kalmadı, bir saray vaizi ve gerek
kraliyet ailesinin gerekse hükümetin bir memuru olarak bundan layıkıyla
yararlanabilecek bir konumda da değildi. Coşkulu dinleyenleri, alt orta sınıftan
kimseler, küçük dükkân sahipleri, tüccarlar, artisanlar ve miadı geçmiş
zanaatkârlardan oluşmaktaydı. Ve bu insanların Yahudi karşıtı hissiyatları,
henüz sadece devletle olan çatışmalarından kaynaklanmıyor olmanın yanında, salt
bununla da sınırlı olmayacaktı.
İLK ANTİSEMİTİK
PARTİLER
Ancak
soyluların, hükümet görevlilerinin ve Yahudilerin arkasında, vaadedilen kârlara
inanılmaz kayıpların karşılık geldiği bu fantastik yatırımlara bulaşmış bir
başka halk grubu daha bulunmaktaydı. Bu grup esas olarak şimdi ansızın
antisemitizme çark etmiş alt orta sınıflardan meydana gelmekteydi: küçük
tasarruflarını tehlikeye atmış ve onulmaz bir yıkıma uğramışlardı. [Başkaları
için spekülasyon ateşi ve oyunculuk hevesi geçerliyken, bunlar, ahmaklıkla damgalanmaması
gereken ve anlaşılır nedenleri olan safdilliklerinin kurbanı olmuşlardı]. Ülke
içinde kapitalist genişleme küçük mülk sahiplerini giderek daha çok tasfiye
etme eğilimi göstermekteydi. Sahip oldukları küçük tasarruflarını süratle
artırmak onlar için bir ölüm kalım sorunu haline gelmişti, çünkü tümüyle
kaybetmeleri işten bile değildi. Burjuvaziye doğru tırmanmayı başaramazlarsa
boğazlarına dek proleteryaya batacaklarının farkına varmışlardı. Genel refahla
geçen onyıllar (her ne kadar eğilimini değiştiremediyse de) bu gelişmeyi o
denli yavaşlatmıştı ki, vaktinden önce paniğe girdikleri düşünülebilirdi. Ancak
alt orta sınıfların duyduğu korku, tamamen Marx’ın hızla çözülüşlerine ilişkin
öngörüsüne denk düşüyordu.
Alt
orta sınıflar ya da küçük burjuvazi, rekabeti yasadışı sayan kapalı bir sistem
tarafından yaşamın tehlikelerine karşı yüzyıllardır korunmuş, son kertede
devletin himayesi altındaki zanaatkar ve esnaf loncalarının torunlarıydı.
Bunun sonucunda talihsizliklerinden, kamu otoritelerinin tanıdığı bütün özel
koruma ve ayrıcalıklardan onları yoksun kılarak rekabetçi bir toplumun
zorluklarına maruz bırakan Manchester sistemini sorumlu görüyorlardı. O nedenle
güç durumlara karşı kendilerine siper olmakla kalmayıp, ailelerinden miras
kalan meslekleri ve işleri sürdürmelerini de sağlayacağını umdukları “refah
devleti” için ilk sızlananlar bu kimselerdi. Yahudilerin her mesleğe
girebiliyor olması serbest ticaret yüzyılının önde gelen niteliklerinden biri
olduğu için, Yahudilerin -hakikatle hiçbir ilgisi bulunmamakla beraber- “denenmiş
Manchester sistemini ifrata vardıran”ların[43] temsilcileri
olarak görülmeleri neredeyse tabiî bir durumdu.
Hükümetten
yardım umanların ya da kerametler üzerine kumar oynayanların bankerlerin
oldukça şaibeli yardımlarını kabul etmek zorunda kalmaları, ilk kez,
burjuvaziye saldırıyı zaman zaman Yahudilere yönelik bir saldırıyla birleştiren
bazı muhafazakâr yazarlarda rastladığımız bu oldukça türevsel küskünlük duygusu
için büyük bir uyarıcı oldu. Bir işçi için büyük sanayici ne ise, küçük dükkân
sahibinin gözünde de bir banker aynı türden bir sömürücüydü. Ama kendi
deneyimlerinden öğrenmiş ve Marksizmin ekonomik yaşamla ilgili eğitiminden
geçmiş Avrupalı işçiler, kapitalistin onları bir yandan sömürmek öte yandan
üretme fırsatı sunmak gibi çifte bir işlevi yerine getirdiğini bilmelerine
karşın; küçük dükkân sahibi, onu toplumsal ve ekonomik yazgısı hakkında
aydınlatacak kimseyi bulamadı. Durumu işçininkinden daha da kötüydü ve kendi
deneyimlerine dayanarak, fabrikatörün tersine dükkân sahibinin işiyle hiçbir
ilgisi olmayan bankerleri asalak ve sessiz bir ortak gibi görüyordu. Şunu
anlamak zor değildir: Parasını sadece ve doğrudan daha fazla para kazanmak için
kullanan biri, kazancını uzun ve karışık bir üretim sürecinden sağlayan birinden
daha nefretliktir. O vakitler çok darda kalmadığı sürece kimse borç para
istemediğinden (hele hele küçük tüccarlar hiç istemiyorlardı), bankerler de
işgücünü ve üretici kapasiteyi sömüren kimseler gibi değil, bahtsızlığın ve yoksulluğun
istismarcıları gibi görünmüşlerdir.
Bankerlerin
çoğu Yahudiydi, daha da önemlisi genel banker çehresi, tarihsel nedenlerden
dolayı tamamen Yahudi çizgiler taşıyordu. Bu yüzden solcu alt orta sınıf
hareketi ve banka sermayesine yönelik bütün propaganda öyle ya da böyle antisemitik
bir nitelik kazandı. Bu gelişmenin sanayi Almanya’sında pek fazla bir önemi
olmadı, ama Fransa’da ve biraz daha az ölçüde Avusturya’da etkili oldu. Bir an
için sanki Yahudiler, ilk kez bir başka sınıfla, devletin karışmadığı doğrudan
bir çatışma içine girmiş gibi görünüyorlardı. Hükümetin işlevinin az çok rakip
sınıfların üzerinde bir hakem konumuyla tanımlandığı ulus-devlet çerçevesi
içinde böyle bir çatışma, tehlikeli de olsa, Yahudilerin durumunu
olağanlaştırmak gibi bir olasılık taşıyabilirdi.
Ancak
çok geçmeden bu sosyo-ekonomik unsura uzun vadede çok daha uğursuz olduğunu
kanıtlamış bir başka unsur daha eklenmiştir. Yahudilerin banker olarak konumları,
mallan karşılığı küçük insanlara verdikleri borçlara değil, esas olarak devlet
istikrazlarına dayanmaktaydı. Küçük borçlar, bu yolla kendilerini daha zengin
ve şerefli din kardeşlerinin daha vaadkâr meslek yaşamlarına hazırlayan küçük
yoldaşlara bırakılmıştı. Alt orta sınıfların Yahudilere duyduğu toplumsal
küskünlük son derece tahripkâr bir siyasî unsura dönüşmüştü, çünkü bu
insanların Yahudilere karşı duydukları nefretin kendilerini siyasî iktidara
götürecek yolda işe yarayacağı umuluyordu. Öte yandan toplumsal ve ekonomik
nefret, siyasî savı o zamana dek tamamen yoksun olduğu sürükleyici bir şiddetle
perçinledi.
Bir
zamanlar Friedrich Engels, zamanın antisemitik hareketinin başını soyluların
çektiğini ve küçük burjuva ayaktakımının uluyan koroyu oluşturduğunu
söylemişti. Bu
sözler sadece Almanya için değil, Avusturya Hıristiyan Sosyalizmi ve
Fransa’daki Dreyfus aleyhtarları için de doğrudur. Bütün bu örneklerde
umutsuzca son mücadelesini vermekte olan aristokrasi, Hıristiyanlığın
silahlarıyla liberalizmle savaşma bahanesi arkasında, kilisenin muhafazakâr
güçleriyle -Avusturya ve Fransa’da Katolik Kilisesi, Almanya’da Protestan
Kilisesi- ittifak kurmaya çalışmıştı. Ayaktakımı, durumlarını
sağlamlaştırmalarını ve seslerinin daha gür çıkmasını sağlayan bir araçtı
sadece. Ayaktakımını ne örgütleyebildiler ne de bunu yapmayı istediler; amaçlarına
ulaşır ulaşmaz da onlardan kurtulacaklardı. Ama halkın geniş kesimlerini
harekete geçirmekte antisemitik sloganların son derece etkili olduğunu
gördüler.
Almanya’da
ilk antisemitik partileri Saray Vaizi Stoecker’in takipçileri kur[a]madı. Antisemitik
sloganların çağrısı farkedilir edilmez, radikal antisemitikler Stoecker’in
“Berlin Hareketi”nden ayrılarak, hükümetle topyekûn bir mücadeleye girdiler ve
Reichstag’daki temsilcileriyle, bütün büyük ülke içi meselelerde en büyük
muhalefet partisi olan Sosyal Demokratlarla beraber oy kullanan bir dizi küçük
parti kurdular. Eski güçlerle uzlaşmaya dayalı başlangıçtaki ittifaktan süratle
kurtuldular;[44]
Parlamentonun ilk antisemitik üyesi olan Boeckel sandalyesini, “Junkerler ve
Yahudiler” yani toprakların büyük bölümüne sahip soylular ve kredi için
bağımlı oldukları Yahudiler karşısında savunduğu köylülerin oylarına
borçluydu.
İlk
antisemitik partiler küçük olmakla birlikte diğer partilerden hemen ayırt
ediliyorlardı. Öteki partilerin yanı sıra birer parti değil, “partilerüstü”
parti olmak gibi özgün bir iddiaları vardı. Sınıflar ve partiler üzerine oturan
ulus-devlette, bütün partilerin ve sınıfların üzerinde olmak, bütün olarak
ulusu temsil etmek savı sadece devlete ve hükümete ait olagelmişti. Partiler,
vekilleriyle kendilerine oy veren insanların çıkarlarını temsil eden gruplar
olarak görülüyordu. Bundan zımnen şu anlaşılmaktaydı: yönetimin işi, iktidar
için mücadele etseler bile, çatışan çıkarlar ile bu çıkarların temsilcileri
arasında denge kurmaktır. Antisemitik partilerin “partilerüstü” olma iddiası,
bütün ulusu temsil etme, tek başına iktidar olma, devlet aygıtını zaptetme,
kendilerini devlet yerine koyma yolundaki emellerinin açıkça ilanıydı. Öte
yandan bir parti biçiminde örgütlendiklerinden, parti olarak devlet iktidarını
istedikleri, dolayısıyla [ulusal egemenliği tekelleştirecekleri de] açıktı.
Ulus-devletin
siyasî yapısı, artık siyasî iktidarı tek başına kullanabilecek hiçbir grubun
olmadığı bir sırada ortaya çıktı. Bu nedenle artık toplumsal ve ekonomik
etkenlere dayanmayan gerçek iktidarı hükümet üstlendi. Toplumsal koşullarda
radikal bir değişiklik yaratmak için mücadele eden devrimci hareketler, bu üst
siyasî otoriteyi asla doğrudan hedef almamışlardır. Sadece burjuvazinin gücünü ve
devlet üzerindeki etkisini değiştirmekle ilgiliydiler, o nedenle ulusun
müşterek çıkarlarının sözkonusu olduğu varsayılan dış meselelerde hükümetin yol
göstericiliğine razı olmuşlardır. Oysa antisemitik grupların sayısız programı
daha en başından esas olarak dış meselelerle ilgiliydi; devrimci itkileri
toplumsal bir sınıftan çok yönetime karşı yöneltilmişti ve gerçekte bir parti
örgütlenmesi aracılığıyla ulus-devletin siyasî örüntüsünü yok etmeyi
amaçlıyorlardı.
Bir
partinin partilerüstü olma iddiasının antisemitizmin ötesinde, içerdiği başka
önemli şeyler de vardır. Şayet tek sorun Yahudilerden kurtulmak olsaydı,
Fritsch’in ilk antisemitik kongrelerinden birinde[45] yaptığı,
yeni bir parti yaratmak değil, sonunda bütün mevcut partiler Yahudilere düşman
oluncaya kadar antisemitizmi yaymak doğrutusundaki önerisinin çok daha hızlı
netice vermesi mümkün olabilirdi. Ama bilindiği gibi Fritsch’in önerisi kaale
alınmadı, çünkü o zamanlar antisemitizm zaten sadece Yahudileri değil, ulus-
devletin siyasî yapısını da tasfiye etmenin bir aracı haline gelmişti.
Antisemitik
partilerin bu iddiasının emperyalizmin ilk evreleriyle çakışması ve gerek Büyük
Britanya’da antisemitizmden azade gerekse Kıtanın büyük ölçüde antisemitik
panmilliyetçilik hareketlerinin belli eğilimlerinde tam karşılığını bulmuş
olması da bir raslantı değildi.[46]
Bu yeni eğilimler sadece Almanya’da doğrudan antisemitizmden doğmuştur ve
antisemitik partiler, hepsi de parti gruplarının üstünde ve onlardan öte bir
şey olduklarını iddia eden Alldeutscher Verband [Tüm Alman Birliği] ve benzeri
arı emperyalist grupların oluşumunu öncelemiş ve bu oluşumdan sonra da
varlıklarını sürdürmüşlerdir.
Etkili
bir antisemitizmden yoksun -antisemitik partilerin şarlatanlıklarından uzak
duran ve bu yüzden sanki ilk bakışta nihaî zafer için şansı çok daha yüksek
gibi görünen- benzer oluşumların, antisemitik hareket tarafından yutulması ya
da tasfiye edilmesi meselenin önemi açısından iyi bir göstergedir.
Antisemitiklerin tek başına egemenlik iddialarının Yahudilerin zaten başarmış
olduğu şeyden bir farkı bulunmadığına inançları, antisemitiklere iç politikayla
ilgili bir programa sahip olma üstünlüğü veriyordu ve koşullar siyasî iktidarı
kazanmak için toplumsal mücadele alanına girmeyi gerektiriyordu. Yahudilere karşı
mücadelelerinin, işçilerin burjuvaziye karşı savaşımlarından farksız olduğunu
göstermeyi başardılar. Şöyle bir üstünlükleri vardı: Hükümetlerin ardındaki
gizli güç olduğuna inanılan Yahudilere saldırmakla, devlete de açıkça
saldırabiliyorlardı. Oysa Yahudilere karşı ılımlı ve tali bir nitelik taşıyan
soğukluklarıyla emperyalist gruplar dönemin önemli toplumsal mücadeleleriyle
asla bir bağ kuramamışlardır.
Yeni
antisemitik partilerin son derece önemli ikinci özelliği de, Avrupa’daki bütün
antisemitik grupların, o günkü milliyetçi sloganlara açıkça ters düşmeyi göze
alarak uluslarüstü bir örgütlenmeye girişmeleriydi. Bu uluslarüstü unsuru
devreye sokmakla, sadece ulus üzerinde siyasî egemenliği amaçlamakla
kalmadıklarını, “uluslarüstü” bir inter-Avrupalı yönetimin kurulması yönünde
yürümeyi tasarladıklarını da açıkça gösteriyorlardı.[47] Bu ikinci
devrimci unsur, statükodan kökten bir kopuş anlamına geliyordu; kısmen
geleneksel alışkanlıklardan, kısmen de bilinçli olarak yalan söylediklerinden
ve antisemitikler propagandalarında reaksiyoner partilerin dilini
kullandıklarından bu olgu ekseriyetle gözardı edilmiştir.
Yahudilere
has varoluş koşulları ile antisemitik grupların ideolojileri arasındaki yakın
ilişki, partilerüstü bir partinin yaratılması ile karşılaştırıldığında,
uluslarüstü bir grubun oluşturulmasında kendini çok daha açık bir biçimde
belli etmektedir. Yahudiler, ulusallaşmış bir Avrupa’daki yegâne
inter-Avrupalı unsurdu, bu kesin. Eğer bütün uluslann siyasî kaderinin gizli
manipülatörleri olduğu varsayılan kimselere karşı mücadele edeceklerse,
düşmanlarının da aynı ilkeye göre örgütlenmeleri gerektiği son derece mantıklı
görünmekteydi.
Bu
savın bir propaganda olarak ikna edici niteliği açıksa da, uluslarüstü
antisemitizmin başarısı daha genel mütalaalara bağlıydı. Geçen yüzyılın
sonunda bile, özellikle de Fransa-Prusya Savaşı’ndan sonra giderek daha çok
insan, artık yeni ekonomik meydan okumalara yeterli yanıt veremeyeceği için
Avrupa’nın ulusal temelde örgütlenmesinin miadının dolduğunu düşünmekteydi. Bu
hissiyat, uluslararası sosyalizme (ki daha sonra bu sefer onun tarafından pekiştirilecekti)
güçlü bir dayanak oluşturmuştu. Kitlelerde, Avrupa’nın her yanında aynı
çıkarların sözkonusu olduğu kanısı yayılmaktaydı.[48]
Uluslararası sosyalist örgütler dış politikayla ilgili her konuda (yani,
enternasyonalizmlerinin sınamadan geçeceği sorunlarda) edilgen ve ilgisiz bir
tavrı sürdürürlerken, antisemitikler işe dış politika sorunlarıyla başladılar,
hatta ülke sorunlarının uluslarüstü bir temelde çözümünü vaadettiler.
İdeolojiler yüzeydeki değerlerine göre alınmayıp, her partinin gerçek
programına daha yakından bakılırsa, ülke meseleleriyle daha yakından ilgilenen
sosyalistlerin, antisemitiklere nazaran ulus-devlete çok daha iyi uydukları görülecektir.
Elbette
bu, sosyalistlerin enternasyonalist inançlarında samimi olmadıkları anlamına
gelmez. Aksine, geçerken belirtelim, ulusal devletlerin sınırlarım yatay kesen
sınıf çıkarlarının keşfi, daha güçlü ve daha eski bir keşiftir. Ama sınıf mücadelesinin
her şeyi içeren bir öneme haiz olduğu bilincidir ki sosyalistlerin Fransız
Devrimi’nin işçi partilerine bıraktığı ve onları tek başına açık seçik bir
siyasî kuram oluşturmaya götürmüş bu mirası ihmal etmelerine sebep oldu.
Sosyalistler, başlangıçta yer alan, hepsi de insanlık ailesine ait “uluslar
arasında bir ulus” düşüncesini zımnen hep saklı tuttular, ama bu düşünceyi,
egemen devletlerin oluşturduğu bir dünyada işlerliği olan bir kavram haline
dönüştürecek bir yolu asla bulamadılar. Sonuçta sosyalistlerin
enternasyonalizmi, hepsinin paylaştığı kişisel bir inanç olarak kaldı ve ulusal
egemenliğe duydukları sağlıklı ilgisizlik, dış politikaya karşı hiç de
sağlıklı ve gerçekçi olmayan bir kayıtsızlığa dönüştü. Soldaki partiler ilke
olarak ulus-devletlere değil, sadece ulus-devletin ulusal egemenlik yanma karşı
olduklarından; üstelik, bütün baskı altındaki halkların ulusal özgürlüğünü ve
bağımsızlığını bir ölçüde varsayan, bütün ulusların eşit temelde nihaî
bütünleşmesini amaçlayan federalist yapılarla ilgili umutları pek açık seçik
olmadığından, yayılmacı fantazilere ve başka halkları yok etme düşüncesine
kapılmayan yegâne grup olarak, ancak ulus-devlet çerçevesi içinde hareket
edebildiler ve hatta ulus-devletin toplumsal ve siyasî yapılarının çökmeye yüz
tuttuğu bir sırada boy verebildiler.
Antisemitiklerin
uluslarüstücülüğü ise uluslararası örgütlenme sorununa tam tersi bir noktadan
yaklaşmaktaydı. Amaçları, yerli malı bütün ulusal yapıları ortadan kaldıracak
hâkim bir üstyapı oluşturmaktı. Kendi uluslarının siyasî yapısını yok etmeye
hazırlanırken bile hiper milliyetçi bir konuşma tarzına düşkünlükleri vardı,
çünkü ılımlılıktan uzak fetih aşkıyla kabile milliyetçiliği, ulus-devletin ve
onun egemenliğinin dar ve mütevazi sınırlarını açmaya zorlayan başlıca
güçlerden biriydi.[49]
Şovenist propaganda etkili oldukça, kamuoyunu, evrensel bir iktidar tekeli ve
şiddet araçlarıyla ulusal ayrımlar gütmeden yönetecek uluslarüstü bir üstyapının
zorunluluğuna ikna etmek de kolaylaşıyordu.
Yahudi
halkının özel inter-Avrupalı durumunun, en az uluslarüstücülerin meşum
oyunlarına olduğu kadar sosyalist federalizmin de amaçlarına hizmet
edebileceğine ilişkin en ufak bir kuşku yoktur. Fakat sosyalistler sınıf
mücadelesiyle öylesine ilgili ve kendilerine miras kalan kavramlann siyasî
sonuçları konusunda öylesine ihmalkârdılar ki siyasî bir etken olarak
Yahudilerin farkına ancak tam gelişmiş bir antisemitizmle ülke sahnesinde ciddi
bir rakip olarak karşılaştıklarında vardılar. O zaman da zaten Yahudi meselesini
kendi kuramlarına katmak için hiçbir hazırlıkları olmadığı gibi, aslında bu
soruna temas etmekten korktular. Diğer uluslararası meselelerde olduğu gibi
burada da alanı, o zamanlar dünya sorunlarının yanıtlarını bilen yegâne
kimseler olarak sunmayı başarmış olan uluslarüstücülere bıraktılar.
70’lerde
yaşanan malî dalaverelerin etkisi yüzyılın dönümünde duyulmaya başlanmış ve
genel refah ve mutluluk çağı, özellikle Almanya’da, 80’lerin zamansız
ajitasyonlarına son vermişti. Bu sonun sadece geçici bir duraklama olduğunu,
yatıştınlamamış bütün siyasî nefret duygularıyla birlikte çözülmemiş bütün
siyasî sorunların Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra zor ve şiddet bakımından
ikiye katlanacağını kimse tahmin bile edemezdi. İlk başarılarının ardından Almanya’daki
antisemitik partiler yeniden önemsizleştiler; önderleri, kamuoyunu kısa bir
süre heyecana garkettikten sonra tarihin arka kapısından çıkarak, her derde
deva deli saçması bir şarlatanlığın karanlığında kaybolup gittiler.
SOLCU ANTİSEMİTİZM
Eğer
zamanımızda antisemitizmin sonuçları bu denli korkunç olmasaydı, belki de
antisemitizmin Almanya’daki gelişmesine daha az ilgi gösterirdik. Siyasî bir
hareket olarak
19.
yüzyıl antisemitizmi en iyi, neredeyse onyıldır siyasetsahnesine egemen olduğu
Fransa’da incelenebilirdi. Daha saygın ideolojilerle kamuoyunu ele geçirmek
için yarışan Bir ideolojik güç olarak antisemitizm en açık seçik biçimine
Avusturya’da ulaşmıştır.
Yahudiler
hiçbir yerde Avusturya’da olduğu kadar devlete hizmet vermiş değildir.
Avusturya’da çok sayıda ulusal grubu sadece Habsburg Hanedanı’nın İkili
Monarşi’si birarada tutmaktaydı ve diğer bütün Avrupa ülkelerinin tersine Yahudi
devlet bankerleri monarşinin çökmesinden sonra da varlıklarım sürdürdüler. Bu
gelişmenin başladığı 18. yüzyılın ilk yıllarında Samuel Oppenheimer’ın kredisi
nasıl Habsburgların kredisi demek idiyse, aynı şekilde “yüzyılın sonunda da
Avusturya’nın kredisi, Creditanstalt’ın -Rothschild’ın bir banka şubesi-
kredisi demekti.[50]
Tuna monarşisi, bir ulus-devlet haline evrilmenin en önemli önşartı olan türdeş
bir halka sahip olmamakla birlikte, aydınlanmış bir despotizmin anayasal bir
monarşiye dönüşmesinden ve modern bürokrasinin yaratılmasından kaçamamıştı. Bu,
ulus-devletin belli kurumlarını benimsemek anlamına geliyordu. Evvela
ulusallık çizgisi boyunca modern sınıf sistemi ortaya çıktı; bazı ulusal
gruplar belli sınıflarla ya da en azından mesleklerle özdeşleşmeye ve
tanımlanmaya başladı. Almanlar, burjuvazinin ulus-devletlerde baskın sınıf durumuna
gelmesine çok benzer bir biçimde baskın milliyet konumuna geldi. Toprak sahibi
Macar aristokrasisi, diğer ülkelerde soyluluğun oynadığıyla özünde aynı olmakla
beraber daha ayan beyan bir rol oynadı. Devlet aygıtı, bir ulus-devlet olarak
bütün ulusal grupları yönetmek için topluma ve uluslara karşı aynı mutlak
mesafeyi korumaya çalıştı. Bunun Yahudiler açısından sonucu kabaca şuydu: Yahudi
ulusal grubu ötekilerle kaynaşamadı ve kendi başına bir ulusal grup haline
gelemedi, tıpkı ulus-devlet içindeki diğer sınıflarla kaynaşamaması ve kendi
başına bir sınıf haline gelememesinde olduğu gibi. Ulus-devletlerde Yahudiler
devletle olan özel ilişkileri nedeniyle toplumun bütün sınıflarından
farklılaştıkları gibi, Avusturya’da da Habsburg monarşisiyle özel ilişkileri
sayesinde diğer ulusal gruplardan farklılaştılar. Ve her yerde devletle açık
çatışmaya girmiş her sınıfın antisemitik olması gibi, Avusturya’da da ulusal
grupların her yana yayılan mücadelelerine sadece bulaşmakla kalmayan, bizzat
monarşiyle de açık bir çatışmaya giren her ulusal grup, kavgasına Yahudilere
saldırarak başlamıştır. Ama Avusturya’daki çatışmalarla, Almanya ve Fransa’da
vuku bulan çatışmalar arasında belirgin bir farklılık vardı. Avusturya’dakiler
daha sert olmakla kalmadı. Birinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesiyle birlikte
her ulusal grup, ki bu toplumun her tabakası demekti, devlete karşı çıktı; öyle
ki Avusturya’da halk, Batı ve Orta Avrupa’nın başka yerlerinden çok daha etkin
bir antisemitizme yöneldi.
Bu
çatışmalar arasında en belirgin olanı, Reich’ın kurulmasının ardından
yükselişe geçmiş ve 1873 malî bunalımından sonra antisemitik sloganların
yararını keşfetmiş olan Alman [milliyetçiliğinin] durmaksızın yükselen devlet
düşmanlığıydı. O sıralarda toplumsal durum pratik olarak Almanya’daki gibiydi,
ama orta sınıfın oylarını alabilmek için yapılan toplumsal propaganda çok
geçmeden devleti hedef alan çok daha sert bir saldırıya ve ülkeye karşı belirgin
bir sadakatsizlik ikrarına yöneldi. Üstelik Schoenerer’in önderliğindeki Alman
Liberal Partisi başından itibaren, soylulukla bağlantısı bulunmayan, bu
cenahtan herhangi bir engelleme de görmeyen bir alt orta sınıf partisiydi ve
kesinlikle solcu bir görünüşü vardı. Asla gerçek bir kitle temeline
ulaşamadı, ama 1880’lerde öğrencileri açık bir antisemitizm temelinde ilk kez
sıkı bir biçimde örgütlediği üniversitelerde hatırı sayılır bir başarı elde
etti. İlk bakışta neredeyse yalnızca Rothschild’lere yönelmiş gibi görünen
Schoenerer’in antisemitizmi, onu gerçekten toplumu eleştiren radikal biri gibi
gören emek hareketinin de yakınlığını kazandı.[51] Asıl
üstünlüğü antisemitik propagandasını şu tanıtlanabilir olgulara
dayandırabilmiş olmasındaydı: Avusturya Reichsrat’ının [İmparatorluk Danışma
Meclisi] bir üyesi olarak, 1836’da en büyük bölümü, süresi 1886’da bitecek olan
bir devlet lisansıyla Rothschild’lere verilmiş olan Avusturya demiryollarının
ulusallaştırılması için mücadele etmişti. Bu lisansın yenilenmesine karşı
40.000 imza toplamayı başarmış ve Yahudi Sorunu’nu kamuoyunun genel ilgisine
sunmuştu. Hükümet, kamunun olduğu kadar devletin de zararına olduğu açık
şartlarla lisansı uzatmaya çalışınca, Rothschild’lerle monarşinin malî
çıkarları arasındaki yakın bağlantı da bütün açıklığıyla ortaya
çıktı.Schoenerer’in bu konudaki ajitasyonu Avusturya’da ayan beyan antisemitik
bir propagandanın başlamasına kaynaklık etti.[52] Buradaki
mesele, Alman Stoecker’in ajitasyonunun tersine bu hareketin antisemitizminin
salt bir propaganda silahı olmayıp, [Schoenerer’in kendi deneyimlerinden
kaynaklanan sahici bir çelişki olmasıydı. Tam da bu nedenle, gerçek bir siyasal
çatışmadan kaynaklandığı için bu antisemitizm] Nazizmi antisemitizmin başka
herhangi bir kolundan çok daha derinden etkilemiş olan [yeni bir siyasal
ideolojinin] Pan-Cermen ideolojisinin gelişmesine yataklık etti.
Uzun
vadede muzaffer olsa da, Schoenerer’in hareketi, ikinci bir antisemitik parti
olan Lueger’in önderliğindeki Hıristiyan Sosyaller tarafından geçici olarak
yenilgiye uğratılmıştır. Schoenerer, Katolik Kilisesi’ne ve onun Avusturya’nın
siyasî yaşamı üzerindeki hatırı sayılır nüfuzuna en az Yahudilere saldırdığı
kadar saldırırken, Hıristiyan Sosyaller, Almanya ve Fransa’da yararlılıklarını
kanıtlamış olan reaksiyoner muhafazakâr güçlerle başından itibaren bir ittifak
arayışı içinde olmuşlardır. Daha çok toplumsal ödünler verdiklerinden, Almanya
ya da Fransa’da olduğundan çok daha başarılı oldular. Sosyal Demokratlarla
birlikte, monarşinin yıkılmasından sonra da varlıklarını sürdürdüler ve savaş
sonrası Avusturya’sının en nüfuzlu grubu durumuna geldiler. Ama Avusturya
Cumhuriyeti’nin kurulmasından uzun zaman önce, Lueger’in antisemitik bir
kampanya ile Viyana Belediye Başkanlığı’nı kazandığı 1890’lı yıllarda
Hıristiyan Sosyaller, bu ulus-devlet içinde Yahudilere karşı tipik ikili tutumu
-yani Yahudi entelijensiyaya düşmanlık, Yahudi işadamları sınıfına dostluk- çoktan
benimsemişlerdi. Sosyalist işçi hareketi ile sert ve kanlı bir iktidar
mücadelesinden sonra, Alman milliyetine indirgenmiş Avusturya bir ulus-devlet
olarak kurulduğunda, devlet aygıtını ele geçirmeleri asla bir raslantı değildi.
Bu role kendisini adamakıllı hazırlamış yegâne parti oldukları anlaşıldı, hatta
eski monarşi zamanında bile milliyetçilikleri sayesinde hayli tanınmışlardı.
Habsburglar bir Alman hanedanı olduklarından ve Alman uyruklarına belli bir üstünlük
tanıdıklarından Hıristiyan Sosyaller monarşiye asla saldırmamışlardır.
İşlevleri daha ziyade, özünde halka karşı soğuk kalan bir yönetime destek
sağlamak üzere Alman ulusal grubunun geniş kesimlerini kazanmaktı.
Antisemitizmlerinin herhangi bir sonucu olmadı; Lueger’in Viyana’yı yönettiği
onyıllar, Yahudiler açısından adeta bir tür altın çağdı. Oy almak için
propagandalarında zaman zaman ne denli ileri giderlerse gitsinler ne
Schoenerer ne de
Pan-Cermenistler
asla alenen “antisemitizmi ulusal ideolojimizin omurgası olarak, gerçek
popüler inançlarımızın en temel ifadesi, dolayısıyla yüzyılın en büyük ulusal
kazanımı olarak görüyoruz”[53]
demediler. Ve her ne kadar en az antisemitik hareket kadar kilise çevrelerinin
etkisi altında olsalar da, Fransa’daki antisemitiklerin Üçüncü Cumhuriyet’e
saldırmaları gibi monarşiye saldırmadıklarından, Yahudilere karşı
saldırılarında kendilerini çok daha engellemek durumundaydılar.
Bu
iki Avusturyalı antisemitik partinin başarı ve başarısızlıkları, toplumsal
çatışmaların dönemin uzun erimli meseleleri ile ilgisini göstermek bakımından
yetersiz kalmaktadır. Bütün hükümet muhaliflerinin içine girdiği hareketlilikte,
alt orta sınıfların oylarını ele geçirmek geçici bir fenomendi. Aslında
Schoenerer’in hareketinin belkemiği, Yahudilerle rekabetin ya da Yahudi
bankerlerden nefret edilmesinin sözkonusu olmadığı, Yahudi bir nüfusun
bulunmadığı Almanca konuşan eyaletlerdi. Bu eyaletlerdeki Pan-Cermenist hareket
ve onun şiddete dayalı antisemitizmi, sadece bu eyaletlerin, savaş öncesi
dönemin genel refahına başkent halkıyla aynı ölçüde ulaşamamış olması
gerçeğinden kaynaklanmaktaydı.
Pan-Cermenistlerin
Bismarck’ın Reich’ına bağlılıkları, ülkelerine ve hükümetlerine tam anlamıyla
sadakatsizlikleri ve neticede devlet ve ülkeden bağımsız bir şey olarak ortaya
çıkan milliyetçilik düşüncesi, Schoenerer’in grubunu, zayıflığının
geçiciliğine ve nihaî gücüne dair ipuçlarını taşıyan gerçek bir emperyalist
ideolojiye götürdü. Asla sıradan şovenizmin sınırlarını aşmamış olan
Almanya’daki Pan-Cermen partinin, Avusturyalı Cermenist kardeşlerinin kendilerine
doğru uzanmış ellerini tutmakta aşırı ölçüde kuşkulu ve mütereddit
davranmasının nedeni buydu. Bu Avusturyalı hareket, bir parti olarak iktidara
gelmekten de, devlet aygıtını ele geçirmekten de daha fazlasını
amaçlamaktaydı. Orta Avrupa’nın, Almanya Alınanlarının varlığıyla birlikte
gücüne güç katan Avusturya Alınanlarının egemen halkı oluşturacağı ve bölgedeki
diğer bütün halkların Avusturya’daki bütün Slav milliyetler gibi bir tür yarı
köle durumunda olacağı, devrimci bir yeniden örgütlenme oluşturmak
istiyorlardı. Milliyetçilik düşüncesine getirdikleri temel değişiklik ve
emperyalizmle olan bu hısımlıktan dolayı Avusturya Pan-Cermenist hareketiyle
ilgili değerlendirmeleri şimdilik erteliyoruz. O artık, en azından sonuçları
itibariyle, hazırlayıcı mahiyette saf bir 19. yüzyıl hareketi değildir;
antisemitizmin diğer herhangi bir kolundan çok daha fazla, olayların
yüzyılımızda aldığı seyre aittir.
Fransız
antisemitizmi için ise tam tersi geçerlidir. Dreyfus Davası, 19. yüzyıl
antisemitizminin diğer bütün unsurlarını, saf ideolojik ve siyasî veçheleriyle
açığa çıkarmaktadır; ulus-devletin özel koşullarından ortaya çıkan antisemitizmin
doruğudur. Ama içerdiği şiddet öğesi de ilerde olacakların işaretiydi. Öyle ki
Dava’nın ana aktörleri zaman zaman, yaklaşık otuz yıl sonrasına ertelemek
durumunda oldukları bir oyunun devasa bir kostümlü provasını yapar gibiydiler.
19. yüzyılda Yahudi Sorunu’nu öne çıkartan gizli ya da açık bütün siyasî ya da
toplumsal kaynakları bünyesinde toplamıştı; öte yandan vaktinden önce patlak
vermesi, bütün Fransız hükümetlerini ve siyasal bunalımlarını aşabilmiş olsa
da, 20. yüzyılın siyasal koşullarına asla tam olarak uymayan tipik bir 19.
yüzyıl ideolojisinin çerçevesi içinde donup kalmasına yol açmıştı. 1940
yenilgisinden sonra Fransız antisemitizmi Vichy Hükümeti döneminde en büyük
şansını yakaladığında, artık kesinlikle eskimiş bir ideolojiydi ve büyük
amaçlar açısından Alman Nazi yazarlarının vurgulamayı asla ihmal etmedikleri
bir yararsızlıkla malûldü.[54]
Nazizmin oluşumunda hiçbir etkisi olmadı ve nihaî felaket anında etken olmadı,
anlamı ve önemi kendinden menkul olarak kaldı.
Bu
hazmedilebilir sınırlılığın başlıca sebebi, ülke içinde gaddarane de olsalar,
Fransa’nın antisemitik partilerinin uluslarüstü emellere sahip olmamalarıydı.
Her şeyden önce Avrupa’daki en eski ve en mükemmel ulus-devletin mensubuydular.
Bu antisemitiklerin hiçbiri “partilerüstü bir parti” kurmayı ve başka bir
amaçla değil, sadece partinin çıkarları için devleti ele geçirmeyi bir kere
olsun ciddi bir biçimde denemiş değillerdir. Antisemitikler ile yüksek ordu
subayları arasındaki ittifaka yaslanan birkaç darbe girişimi içler acısı ve
yapaydı.[55]
1898’de yaklaşık ondokuz parlamenterin antisemitik kampanyalar sayesinde
seçilmesi, ondan sonra süratli bir inişin yaşandığı, bir daha asla
ulaşılamayacak tepe nokta oldu.
Öte
yandan bu davanın, antisemitizmin bütün öteki siyasî meseleler için bir
katalizör rolü oynamayı başardığı ilk örnek olduğu doğrudur. Bu durum, çok
küçük bir çoğunluk farkıyla kurulmuş olan Üçüncü Cumhuriyet’in otorite
noksanlığına yorulabilir. Kitlelerin gözünde devlet, monarşiyle beraber
saygınlığını yitirmişti ve devlete yönelik saldırılar artık küfür olarak
görülmüyordu. Fransa’da patlak veren ilk şiddet olaylarının,* Birinci Dünya
Savaşı’ndan sonra Avusturya ve Alman Cumhuriyetleri’ndeki ajitasyonlarla
belirgin bir benzerliği bulunmaktadır. Nazi diktatörlüğü “devletin tanrılaştırılması”
denen olguyla öylesine sık ilişkilendirilmiştir ki tarihçiler bile, başlangıçta
Tanrının inayetiyle tahta oturan prense tapmakla başlayan ve cumhuriyetlerde
neredeyse hiç yaşanmayan devletin tanrılaştırmasının tam anlamıyla çöküşünün
Nazilere bir üstünlük sağladığı gerçeği karşısında adeta körleşmişlerdir. Bu
genel saygınlık kaybının Orta Avrupa ülkelerini etkisi altına almasından elli
yıl önce Fransa’da devlete tapanlar pek çok kez yenilgiye uğramıştı. Hükümete
saldırmak için Yahudilere saldırıldığı Orta Avrupa ile karşılaştırıldığında,
burada Yahudilerle birlikte hükümete de saldırmak çok daha kolaydı.
Üstelik
tıpkı 18. yüzyılın sonlarına uzanan Fransız Yahudilerinin kurtuluşu gibi
Fransız antisemitizmi de Avrupalı muadillerinden çok daha eskidir. Fransız
Devrimi’ni hazırlayan Aydınlanma Çağı’nın temsilcileri için Yahudileri küçük
görmek doğal bir şeydi; Yahudilerde Karanlık Çağlar’ın tortularını görürler ve
aristokrasinin mali temsilcileri oldukları için onlardan nefret ederlerdi.
Fransa’da Yahudilerin yegâne dostları, Yahudi karşıtı tutuma “18. yüzyılın
gözde tezlerinden biri” olarak dudak büken muhafazakar yazarlardı.[56]
Daha liberal ya da daha radikal yazarlar için Yahudileri hâlâ babaerkil bir
yönetim düzeni içinde yaşayan, [kendilerine vatandaşlık da verse] bir devletin
otoritesini kabul etmeyen barbarlar olarak görmek ve uyarmak neredeyse bir
gelenek haline gelmişti.[57]
Fransız Devrimi sırasında ve sonrasında, her ne kadar başka ve daha maddî
nedenlerle de olsa bu genel Yahudi karşıtı hissiyata Fransız ruhbanı ve
aristokratları korosu da eklenmişti. Bu gruplar devrimci hükümeti, “hükümetin
borçlandığı Yahudilere ve tüccarlara” paralarını ödemek için kilise mülklerinin
satılması emrini vermekle suçladılar.[58] Fransa’da
asla bitmeyen kilise-devlet savaşı sayesinde canlılıklarını bir ölçüde sürdüren
bu eski savlar, yüzyılın sonunda daha modern başka güçler tarafından ateşlenen
genel şiddet ve öfkeye destek olmuştur.
Dreyfus
Davası sırasında Fransız sosyalist hareketi, esas olarak antisemitizmin güçlü
kilise desteği nedeniyle sonunda antisemitik propagandaya karşı bir tavır
almaya karar verdi. Ancak o zamana kadar 19. yüzyıl Fransız sol hareketleri
Yahudilere soğuk davranmıştı ve bu tavırlarında içtendiler. Fransız
liberalizmine ve radikalizmine kaynaklık etmiş 18. yüzyıl Aydınlanma
geleneğinin ardından gidiyorlardı ve Yahudi karşıtı tutumlara anti-ruhban
duygunun içsel, bütünleyici bir parçası olarak bakıyorlardı. İlkin Napolyon’un
1808 tarihli bir kararnamesiyle başlayan bir uygulamayla [vatandaşlık hakları
alman] Alsas Yahudilerinin köylülere borç para vererek yaşamlarını sürdürüyor
olmaları soldaki bu hissiyatı güçlendirmişti. Alsas’taki koşulların değişmesinden
sonra solcu antisemitizm, Bourbon’ların malî yönden desteklenmesinde büyük
rolleri olan, Louis Philippe ile yakın temaslarım sürdüren ve III. Napolyon
döneminde palazlanan Rothschild ailesinin malt politikalarında yeni bir güç
kaynağı buldu.
Yahudi
karşıtı tutumların bu apaçık ve oldukça yüzeysel dürtülerinin ardında,
özellikle radikalizmin Fransız kolunun tüm yapısı için hayatî önemi olan ve
neredeyse bütün Fransız sol hareketini Yahudilere karşı döndürmeyi başarmış
daha derin bir neden bulunmaktaydı. Fransız ekonomisinde bankerler diğer kapitalist
ülkelerde olduğundan daha güçlüydüler ve Fransa’nın endüstriyel gelişmesi, III.
Napolyon’un hükümranlığı sırasında yaşadığı kısa bir yükselişin ardından,
kapitalizm öncesi sosyalist eğilimlerin hatırı sayılır etkilerini sürdürmekte
olduğu diğer ülkelerin çok gerisine indi. Almanya ve Avusturya’da sadece 1870
ve 1880’ler- de, yeni ayaktakımı hareketlerine olduğu gibi reaksiyoner
politikalara da yatkın hale gelecek kadar kendilerini umutsuz hissettikleri
dönemlerde antisemitik olan alt orta sınıflar, Fransa’da, işçi sınıfının da
yardımıyla 1848 Devrimini kısa süreli bir zafere taşıdıkları elli yıl öncesinde
antisemitik olmuşlardı. Toussenel’in, Rothschild’leri hedef alan, gerçek bir
sağanak halinde çıkan kitapçıklar arasında en önemlisi olan Les Juifs,
Rois de l’Epoque’yi [Yahudiler, Çağın Kralları] yayımladığı
1840’lı yıllarda, aynı zamanda devrimci alt orta sınıfların da yayın organı
olan bütün solcu basın kitabı coşkuyla karşılamıştı. Daha az seçik ve
incelikli olsa da Toussenel’de anlatımını bulan [savlar ve] duygular genç
Marx’ın- kinden çok farklı değildi ve Toussenel’in Rothschild’lere saldırısı,
Börne’nin onbeş yıl önce Paris’ten yazdığı mektupların olsa olsa edebi
bakımdan daha yeteneksiz ama çok daha özenilmiş bir biçimiydi.[59]
Bu Yahudiler de Yahudi bankerini kapitalist sistemin ana siması olarak görmekle
yanıldılar. Ve bu hatanın günümüze dek Fransa’da belediye ve alt bürokrasi
üzerinde belli bir etkisi olmuştur.[60]
Ancak
gıdasını Yahudi bankerlerle umutsuz durumdaki müşterileri arasındaki ekonomik
çatışmadan alan Yahudi karşıtı popüler hissiyatın bu galeyanı, tamamıyla
ekonomik ya da toplumsal nedenlerden kaynaklanan benzer galeyanlar gibi artık
siyasî yaşamda önemli bir etken olmaktan çıktı. III. Napolyon’un Fransa
İmparatorluğu üzerindeki yirmi yıllık egemenliği, Almanya ve Avusturya’da
Birinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesinden önceki yirmi yılda yaşananlara çok
benzer bir biçimde, Fransız Yahudileri için bir refah ve güvenlik çağı
olmuştur.
Fransız
antisemitizminin, gücünü koruyan ve kilise karşıtı aydınların kibirli
tavırlarıyla birlikte toplumsal antisemitizmden de dayanıklı çıkan yegâne kolu,
genel bir yabancı düşmanlığı ile bağlantılıydı. Özellikle Birinci Dünya
Savaşı’nda sonra yabancı Yahudiler, bütün yabancıları simgeleyen bir klişe
oldular. Yerli Yahudiler ile Doğu’dan gelip ülkeyi “istila” edenler arasındaki
aynm, bütün Batı ve Orta Avrupa ülkelerinde yapılmıştır. Romanyalı ve Alman
Yahudilere Fransa’da nasıl davranılıyorsa, Polonyalı ve Rus Yahudilere de
Almanya ve Avusturya’da aynı şekilde davranılmaktaydı: Almanya’da Posen’den ya
da Avusturya’da Galiçya’dan gelen Yahudilere, Alsas’tan gelen Yahudilere
Fransa’da davranıldığı gibi, züppece bir horgörüyle bakılıyordu. Ama bu ayrım
sadece Fransa’da ülke sahnesini kaplayacak denli önem kazandı. Muhtemelen de
bunun nedeni, başka yerlere nazaran çok daha fazla Yahudi karşıtı saldırıların
hedefi haline gelen Rothschild’lerin Fransa’ya Almanya’dan göç etmiş olmaları
ve dolayısıyla ikinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesine kadar, Yahudilerin
ulusal düşmanlara yakınlık duyduğu yönündeki kuşkunun doğal hale gelmesiydi.
Modern
hareketlerle karşılaştırıldığında zararsız olan milliyetçi antisemitizm,
Fransa’da hiçbir zaman reaksiyonerlerin ve şovenistlerin tekelinde olmadı. Bu
konuda, Daladier’in savaş kabinesinin propaganda bakanı olan yazar Jean
Giraudoux, Almanları hoş tutmak için debelenmesi bir yana, bu modası geçmiş
Yahudi antipatisinin sınırlarım aşamamış Vichy Hükümeti ve Petain ile tamamen
aynı düşüncedeydi.[61]
Bu yeni silahın bütün menzilini ve olanaklarını gerçekleştiren [antika]
antisemitizmi ortaya çıkartan Fransa olduğundan, başarısızlık da çok daha gözle
görünür oldu. Bu adamın sonradan ünlü bir romancı olması, genelde
antisemitizmin diğer Avrupa ülkelerinde olduğu gibi aynı toplumsal ve zihinsel
lekelenmeye maruz kalmadığı Fransa’daki şartların bir özelliğidir.
Louis
Ferdinand Celine’nin, akli Fransız antisemitizminde bulunmayan bir ustalık ve
ideolojik hayalgücü içeren basit bir tezi vardı. İddiasına göre Yahudiler Avrupa’nın
siyasî bir varlık haline gelmesini önlemişlerdi; 1843’den beri Avrupa’da
yaşanan bütün savaşların nedeni buydu. Onları birbirlerine düşürerek Fransa’yı
da Almanya’yı da harabeye çevirmişlerdi. Celine, bu masalsı tarih
açıklamasını, Münih Anlaşması sırasında yazdığı ve savaşın ilk aylarında
yayınladığı Ecole des Cadavres’de [Cesetler Okulu] (1938) dile
getirdi.
Avrupa
tarihine yeni bir açıklama getirmemekle birlikte konu hakkında daha önce
yazılmış bir kitapçık olan Bagatelk pour un Massacre [Bir Kıyım
Hakkında Küçük Bir Kitapçık], yaklaşımı itibariyle oldukça moderndi. Yerli ve
yabancı iyiler ve kötüler Yahudiler arasındaki bütün kısıtlayıcı farklılaştırmalardan
uzak durmakta ve kılı kırk yaran yasal önerilerle baş ağrıtmayarak (bu Fransız
antisemitizminin özgül yanlarından biridir) doğrudan meselenin özüne girmekte
ve bütün Yahudilerin katledilmelerini istemektedir.
Celine’nin
ilk kitabı, kısmen Yahudilere yönelik bu saldırıdan memnun olan, kısmen de
bunun ilgi çekici yeni bir edebi mefhum olduğunu düşünen Fransa’nın öndegelen
aydınlarınca büyük övgüyle karşılandı.[62] Naziler
onu her zaman Fransa’nın yegâne gerçek antisemitiği olarak kabul ederken,
Fransa’nın yerli malı faşistleri Celine’i tamamen aynı sebeple ciddiye
almadılar. Fransız politikacıların içlerine işlemiş sağduyu da bir şarlatanı
ve kaçığı kabul etmelerini önlemişti. Sonuç olarak daima neyin daha iyi
olduğunu çok iyi bilseler de, modern sorunlar hakkında hiçbir fikri olmayan
eski bir Fransız şovenisti Petain ile Mussolini’nin takipçisi Doriot gibi
yetersiz kimseleri kullanmayı sürdürmek zorunda kalan Almanlar, Fransız
halkını, Yahudilerin yokedilmesinin [çağın bütün sorunlarına] deva olacağına
ikna etmek için boşuna uğraştılar. Fransa’nın resmî hatta gayri resmî olarak
Nazi Almanya’sıyla işbirliğine hazır olduğu yıllarda böyle bir durumun ortaya
çıkması, en mükemmel noktasına ulaştığı ve kamuoyunda meydana gelen bütün
diğer değişikliklere rağmen varlığını sürdürdüğü bir ülkede bile 19. yüzyıl
antisemitizminin, 20. yüzyılın yeni siyasî amaçlan bakımından ne denli etkisiz
kaldığını göstermektedir. Kaçıkların ve şarlatanların hizmetine çok daha
elverişli olan bir davaya Edouard Drumont gibi 20. yüzyıl gazetecilerinin,
hatta Georges Bernanos gibi büyük çağdaş yazarların katkıda bulunabilmiş
olmaları da mesele değildir.
[Bütün
bunlar] tayin edici bir unsur olarak Fransa’nın çeşitli nedenlerle asla tam
teşekküllü bir emperyalist parti ortaya koyamamış olmasıyla bağlantılıdır. Çok
sayıda Fransız sömürge politikacısının işaret ettiği gibi,[63] bir
Fransız- Alman ittifakı Fransa’nın olsa olsa dünyanın paylaşımı konusunda
İngiltere’yle rekabete girmesine, Afrika için yapılan mücadeleye katılmasına
olanak verirdi. Ancak Fransa, Büyük Britanya’ya karşı kopardığı yaygaraya ve
duyduğu husumete rağmen, bir biçimde böyle bir yarışmaya sürüklenmesine izin
vermedi. Fransa -önemi azalmakla birlikte- Kıta Avrupası’nın nation par
excellence’si [mükemmel, has ulus] idi ve öyle de kaldı. Hatta zayıf
emperyalist teşebbüsleri bile genellikle yeni ulusal bağımsızlık
hareketlerinin doğuşu ile neticelendi. Üstelik Fransız antisemitizmi esas
olarak tamamen Fransa-Almanya çatışmasından beslendiği için, Cezayir’in yerli
Yahudiler ile Arapların oluşturduğu karma nüfusu bunun için mükemmel bir fırsat
oluşturmasına rağmen, Yahudi Sorunu’nun emperyalist politikalarda önemli bir
rol üstlenmesi neredeyse otomatik bir biçimde önlenmiş oldu.[64]
Alman saldırganlığının Fransız ulus-devletini kaba ve vahşi bir biçimde ortadan
kaldırması, Alman istilası ile Fransa’nın yenilgisi üzerine kurulan bir Alman
-Fransız ittifakı komedisi, Fransa’nın kendi nation par excel-lence’sini
görkemli bir geçmişten günümüze taşımakta ne denli güçsüz olduğunu
göstermiştir; ama bu durum bile siyasal yapılarının esasını değiştirmemiştir.
ALTIN GÜVENLİK ÇAĞI
Antisemitik
hareketlerin uğradığı geçici gerileme ile Birinci Dünya Savaşı’nın patlak
vermesi arasında sadece yirmi yıl vardır. Bu döneme yerinde bir biçimde “Altın
Güvenlik Çağı” [65]
adı verilmiştir. Çünkü bu dönemde yaşamış pek az kimse, kıyametin yaklaşmakta
olduğuna dair yapılan bütün kehanetlere rağmen, sahte bir gösteriş ve
anlaşılmaz bir inatçı tekdüzelikle çalışmayı sürdüren, miadı dolduğu kesin bir
siyasî yapının içten içe zayıfladığını hissediyordu. Rusya’da anakronik bir
despotizm, Avusturya’da çürümüş bir bürokrasi, Almanya’da aptalca bir
militarizm ve Fransa’da bunalımdan bir türlü kurtulamayan yarım gönüllü bir cumhuriyet;
hepsi de hâlâ İngiliz İmparatorluğu’nun dünya çapındaki gücünün gölgesi
altında varlıklarım sürdürmeyi başarıyorlardı. Bu yönetimlerden hiçbiri kaale
alınacak kadar halk desteğine sahip değildi, hepsi de sürekli büyüyen bir halk
muhalefetiyle karşı karşıyaydılar. Ama hiçbirinde, siyasî koşullarda radikal
bir değişikliği göze alabilecek bir siyasî iradenin varlığına tanık
olunmuyordu. Avrupa, herhangi bir ulusun ya da toplumsal tabakanın siyasî
sorunları ciddiye alamayacağı biçimde ekonomik genişlemeyle meşguldü. Siyasal
sorunlarla ilgilenen kimse olmadığı için, her şey varlığını sürdürebiliyordu.
Chesterton’un [İngiltere’nin durumu hakkındaki] kavrayışlı sözleriyle, “her
şey, varlığını inkâr ettiği kendi uzantısından ibaretti”.[66]
Bir
yandan ekonomik güçler uluslararası güç oyununun başat unsuru durumuna
gelirken, endüstriyel ve ekonomik kapasitede meydana gelen devasa artış, saf
siyasî etkenlerin gitgide zayıflamasına yol açmıştı. Ekonomik ve endüstriyel
kapasitenin onun yalnızca modern önşartları olduğu [Birinci Dünya Savaşı’ndan
sonraki onyıllarda tekrar] farkedilinceye kadar, iktidarın ekonomik kapasiteyle
eşanlamlı olduğu düşünülüyordu. Ekonomik güç hükümetleri peşine takabildi,
zira kendilerini devletin şiddet araçlarının sadece ekonomik çıkarların ve
ulusal mülkün korunmasında kullanılması gerektiğine inandırmış yavan
işadamlarıyla birlikte hükümetler de ekonomiye aynı şekilde iman etmekteydiler.
Çok kısa bir süre içinde, Walter Rathenau’nun, dünyanın kaderinin birbirini
tanıyan üçyüz adamın ellerinde olduğu saptaması belli ölçülerde hakikat haline
geldi. Bu garip durum, tam da savaş gerçeğinin kitlelerin ekonomik genişlemenin
ilâhî niteliğine olan güvenlerini sarstığı 1914 yılına kadar sürdü.
Altın
güvenlik çağının dış görünüşü Yahudileri diğer Avrupa halklarından çok daha
fazla yanıltmıştı. Antisemitizm geçmişe ait bir şeymiş gibi görünüyordu;
hükümetler güç ve saygınlık kaybettikçe Yahudilerle daha az ilgileniyorlardı.
Devlet gittikçe daha sığlaşan ve abesleşen bir temsiliyet rolü oynarken, siyasî
temsiliyet, niteliği sürekli değişen bir tür teatral gösteriye dönüşme eğilimi
gösteriyordu -hatta Avusturya’da, Meclis’ten daha büyük kamusal ehemmiyete
sahip bir kurum olarak bizzat tiyatronun kendisi ulusal yaşamın odağı haline
gelinceye kadar. Siyaset dünyasının teatral niteliği öylesine barizdi ki,
tiyatro gerçeklik alanı olarak boy gösterebilmişti.
Büyük
iş yaşamının devlet üzerinde artan nüfuzu ile devletin Yahudilerin hizmetine
duyduğu gereksinimin azalması, Yahudi bankerlerin karşısına yokolma
tehlikesini çıkardı ve Yahudilerin meşguliyetlerinde belli değişiklikler olmasına
yol açtı. Yahudi toplulukları nezdinde uğradıkları saygınlık ve güç kaybı,
Yahudi bankacılığındaki gerilemenin ilk işaretiydi. Artık genel Yahudi
servetini merkezileştirecek ve belli ölçülerde ellerinde toplayabilecek kadar
güçlü değillerdi. Yahudiler giderek devlet mâliyesini bırakarak bağımsız
işlere yöneldiler. Ordulara ve hükümetlere gıda ve giyecek temininden, müstakil
bir Yahudi gıda ve hububat ticareti doğdu. Çok geçmeden bütün ülkelerde giyim
sanayinde başa geçtiler; küçük taşra kentlerinde kurulan rehinci dükkânları ve
mağazalar, kentlerdeki büyük mağazaların öncüleri oldular. Bu durum,
Yahudilerle hükümetler arasındaki ilişkilerin sona ermesi anlamına gelmiyordu,
bu alandaki Yahudi sayısı giderek azaldı ve dönemin sonuna gelindiğinde
karşılaştığımız manzaranın başlangıçtaki manzaradan bir farkı kalmamıştı:
Yahudi orta sınıfının geniş tabakalarıyla bağlantısı kalmamış ya da çok
azalmış önemli malî konumlarda bulunan bir avuç Yahudi birey.
Meslek
yapısında, Yahudi işadamları sınıfının bağımsız bir biçimde genişlemesinden
daha önemli bir başka değişiklik vardı. Orta ve Batı Avrupa Yahudileri,
zenginlik ve ekonomik fırsatlar bakımından doyma noktasına ulaşmıştı. Bu
aslında, Yahudilerin parayı para için ya da parayı güç için istediklerinin
kanıtlanacağı nokta olmuş olabilir. Eskiden olsa işlerini çocuklarına,
torunlarına devrederlerdi; oysa şimdi iş yaşamındaki konumlarını daha da
sağlamlaştırıyorlar, büyük iş ve sanayinin hükümetler üzerindeki etkilerini
artırmak için mücadele ediyorlardı. Ama ikisini de başaramadılar. Aksine
varlıklı işadamlarının, daha az ölçüde de bankerlerin çocukları, babalarının
yollarını tutmayarak, liberal mesleklere ya da birkaç kuşak öncesine kadar
girmedikleri entelektüel uğraşlara yöneldiler. Ulus-devletin bunca korktuğu
şey (Yahudi bir entelijensiyanın ortaya çıkması) şimdi göz kamaştırıcı bir
hızla gerçekleşiyordu. Aileden varlıklı Yahudi çocuklarının kültürel mesleklere
soyunmaları, özellikle gazete, yayın, müzik ve tiyatro gibi kültür
kurumlarının büyük bir oranda Yahudi müteşebbislerce yürütüldüğü Almanya ve
Avusturya gibi ülkelerde belirgindi.
Yahudilerin
entelektüel uğraşlara [tahsillilere] geleneksel eğilimleri ve saygıları
sayesinde mümkün olan bu gelişme, Batı ve Orta Avrupa Yahudiliğinin önemli
tabakalarının ulusallaşması ve entelektüel bakımından asimde olmaları ile
gelenekten gerçek bir kopuşa sebep oldu. Siyasî açıdan bu, Yahudilerin devlet
korumasından kurtulması, diğer Yahudilerle ortak bir yazgıyı paylaştıklarına
ilişkin bir bilincin doğması ve Yahudileri inter-Avrupalı yapan bağların hatırı
sayılır ölçülerde gevşemesi demekti. Toplumsal açıdan ise, Yahudi aydınları bir
grup olarak, Yahudi olmayan topluma kabul edilme ihtiyacı ve arzusu duyan ilk
Yahudilerdi. Yahudi olmayanlarla toplumsal ilişki kurmaya itibar etmemiş
babaları için mesele olmayan toplumsal ayrımcılık, onlar için çok temelli bir
sorun halini aldı.
Topluma
ulaşmanın bir yolunu arayan bu grup, 19. yüzyılda ayrımcılık kuralına bir
istisna teşkil ederek topluma kabul edilmiş tek tek Yahudilerin saptadığı
toplumsal davranış örüntülerini kabul etmek zorunda kaldı. Bütün kapılan
açacak olan anahtarı, yüzyılın deha idolünün dayanılmaz kıldığı “şöhretin
parlak gücü”nü keşfettiler. Ün halesiyle yaşamak, ünlü olmaktan çok daha
önemliydi; bu amaçla ünlü olanın takdir edeni, eleştirmeni, koleksiyoncusu ve
organizatörü oldular. “Şöhretin gücü”, toplumsal bakımdan yurtsuzların
kendilerine bir yurt kurabilmelerini sağlayan son derece gerçek bir toplumsal
kudretti. Başka bir deyişle Yahudi aydınlar, ünlü bireyleri, (tinsel başarı
ulusal sınırları aştığı için) tanımı gereği uluslararası bir şöhretliler
toplumuna bağlayan canlı bir bağ olmaya çalıştılar ve bunu bir ölçüde de olsa
başardılar. Siyasî etkenlerde ortaya çıkan ve son yirmi yıldır gerçeklik ile
görünüşün, siyasî gerçeklik ile teatral gösterinin birbirini kolayca taklit
edebildiği bir durum yaratan genel zafiyet, şimdi onlara, ulusal önyargıların
artık geçerli gibi görünmediği kaypak bir uluslararası toplumun temsilcisi olma
olanağı vermişti. Öte yandan bu uluslararası toplumun, Yahudi üyelerinin
ulusallaşmasını ve asimilasyonlarını kabul etmiş yegâne toplum olması son
derece paradoksaldır; AvusturyalI bir Yahudi için Fransa’da bir Avusturyalı
olarak kabul görmek, Avusturya’da olduğundan çok daha kolaydı. Bu kuşağın
düzmece dünya vatandaşlığı, Yahudi kökenlerinin sözü edildiğinde hak iddia
ettikleri bu farzî ulusallık, sonradan sahiplerine verilen ülke dışında her
ülkeye giriş hakkı tanıyan pasaportlarını andırıyordu.
Görünüşler
dünyasındaki etkinlikleri, doyumları ve mutlulukları, bir grup olarak aslında
ne para ne de güç peşinde olduklarını gösterse de, bu koşullar, tam da doğaları
gereği, Yahudileri önemli kılmaktan başka her şeyi yaptılar. Ciddi devlet
adamları ve siyaset yazarları kurtuluştan bu yana Yahudi Sorunu’yla her
zamankinden daha az meşgulken ve antisemitizm neredeyse tamamen siyaset
sahnesinden çekilmişken, Yahudiler bu toplumun simgeleri ve onun içine
almadığı herkesin nefretini üzerlerine çeken nesneler haline geldiler. 19.
yüzyılda gelişmesini etkilemiş özel koşullardaki temellerini yitiren
antisemitizm, kaçıklar ve şarlatanlar tarafından, 1914 sonrası Avrupa’sında
ortaya çıkan yarı hakikatlerin ve vahşi önyargıların oluşturduğu uğursuz bir
karışıma, hayalkırıklıklarından ve küskünlüklerden oluşma bir ideolojiye
malzeme yapılabildi.
Toplumsal
yanıyla Yahudi Sorunu, sonunda parçalanmış bir toplum olası bir Yahudi katliamı
etrafında ideolojik olarak yeniden billurlaşıncaya kadar, toplumsal
rahatsızlığın katalizörüne dönüştüğü için, özgürleşmiş Yahudiliğin geçen
yüzyılın burjuva toplumu içinde taşıdığı ana özelliklerinden bazılarını ele
almak şart olmaktadır.
Yahudilerin,
köklerini devletin ekonomik yaşamından alan ve kendilerini özel rollerine son
derece uygun kılan siyasî cehaletleri ve antisemitizmin içerdiği siyasal
tehlikelere karşısında gözlerim kör eden halka karşı, otoriteden yana
önyargıları her tür toplumsal ayrımcılığa karşı aşırı bir duyarlılık
geliştirmelerine neden olmuştu. Bu iki özellik yan yana geliştiğinde, siyasî
sav ile yalın antipati arasındaki tayin edici farkı görmek güçtü. Ancak mesele
şuradadır: Bu iki unsur, kurtuluşun tamamen karşıt veçhelerinden doğmuştu:
Siyasî antisemitizm, Yahudilerin ayrı bir toplumsal yapı oluşturmalarından
dolayı ortaya çıkmıştı, oysa toplumsal ayrımcılığın doğuş nedeni, Yahudilerin
diğer toplumsal gruplarla giderek eşit duruma gelmeleriydi.
Adaletin
temel gereklerinden biri olduğuna kuşku bulunmamakla beraber eşitlik denen
kazanım, modern insanlığın en büyük ve en belirsiz maceralarından birini
oluşturur. Eşitlik arttıkça, insanlar arasında gerçekte varolan farklılıklar
daha az açıklanabilir olur. Bu yüzden bireylerle gruplar her zamankinden çok
daha eşitsiz hale gelirler. Eşitliğe artık ölüm gibi kaçınılmaz bir ortak
yazgı ya da Tanrı gibi her şeye kadir bir varlık açısından bakılmadığında, bu
karmaşık sonuç da bütün açıklığı ile gün yüzüne çıkmıştır. Eşitlik,
kendisinin ölçülebilmesini ya da açıklanabilmesini sağlayacak herhangi bir
ölçüt olmaksızın kendi başına dünyasal bir olgu durumuna geldiğinde, aksi halde
eşit olmayan insanların eşit haklara sahip olacağı siyasî bir örgütlenmenin
geçerli bir ilkesi olarak kabul edilme şansı ancak yüzde birdir; yüzde doksan
dokuz yanlış anlaşılacak; herkes gibiyse “normal”, yazgısı farklıysa “anormal”
olan her bireyin doğuştan eşit olması biçiminde düşünülecektir. Eşitliğin,
saptırılarak siyasî bir kavram olmaktan çıkartılması ve toplumsal bir kavram
haline getirilmesi, toplumun özel gruplara ve bireylere çok az bir alan
bıraktığı dönemlerde çok daha tehlikelidir, çünkü bu durumda sözkonusu grup ve
bireylerin farklılıkları çok daha açık ve görünür hale gelir.
Modern
çağa yönelik büyük meydan okuma ve içerdiği özgül tehlike şuydu: İnsanlar ilk
kez bu dönemde birbirleriyle, farklılaştırıcı koşul ve durumların korunmasından
yoksun olarak karşılaşmaktaydı. Modern ırkçılık [çılgınlığı], bu yeni eşitlik
kavramının [en tehlikeli veçhesini yansıtır], Zira karşımızda, koşullarda
olası ve düşünülebilir hiçbir değişikliğin, apaçıklığın zerre kadar olsun
etkileyemediği doğal farklılıklar bulunmaktadır. Herkesi eşitim olarak kabul
ederim, çünkü eşitlik bunu gerektirir; kendilerine özgü nedenlerden dolayı
karşısındakine bu temel eşitliği tanımakta gönülsüz davranan farklı gruplar
arasındaki çatışmalar son derece zalim, insafsız biçimler alır, çünkü eşitlik
bunu gerektirir.
Bu
anlamda Yahudiler eşit oldukça, Yahudilere özgü farklılıklar da o denli
şaşırtıcı gelmeye başladı. Bu yeni farkına varış, Yahudilere karşı toplumsal
bir antipatinin yamsıra, onlara karşı belirli bir ilginin doğmasına da yol
açtı. Batı Yahudiliğinin toplumsal tarihini bu karşılıklı tepkiler tayin
etmiştir. Bununla birlikte ne bu ilgiye ne de ayrımcılığa siyaset bulaşmıştı.
Yahudilere karşı bir siyasî hareketin doğmasına sebep olmadığı gibi,
Yahudilerin düşmanlarına karşı korunmalarına da yararı dokunmadı bu tepkilerin.
Yine de toplumun havasını zehirlemeyi, Yahudilerle Yahudi olmayanlar
arasındaki bütün toplumsal ilişkiyi mecrasından saptırmayı ve Yahudi davranışı
üzerinde belirleyici bir etkide bulunmayı başardılar. Bir Yahudi tipinin
oluşması, bu iki etkene (özel ayrımcılık ve kayırma-iltimas) dayanır.
Değişik
ayrımcılık biçimleriyle birlikte Yahudilere karşı duyulan bu toplumsal
antipati, gerçek anlamda toplumsal ve ekonomik bir eşitlik sağlanamadığı için,
Avrupa ülkelerinde büyük siyasî bir zarara yol açmadı. Bütün görünümleriyle
yeni sınıflar, kişilerin doğuştan üyesi oldukları gruplar şeklinde
gelişmekteydi. Toplumun ancak bu çerçevede Yahudilerin özel bir klik
oluşturmasını sineye çekebildiğine kuşku yoktur.
Birleşik
Devletler’de olduğu gibi, eşitlik zaten varolan bir şey gibi görülse, veri
olarak kabul edilseydi, [yani] hangi tabakadan olursa olsun toplumun her üyesi yeteneğin
ve şansın yardımıyla bir başarı öyküsünün kahramanı olabileceğine bütün
yüreğiyle inansaydı, durum tamamen başka olabilirdi. Böyle bir toplumda [ırk]
ayrımcılığı, grupların kendilerini sivil, siyasî ve ekonomik eşitliğin dışında
bulabilecekleri bir tür evrensel yasa olan ayrım gütmenin tek yolu olur.
Sadece Yahudi meselesiyle bağlantılı olmayan bir yerde ayrımcılık, çokuluslu
bir ülkedeki bütün doğal farklılıkları ve çatışmaları, şiddetle, ayaktakımının
yönetimiyle ve düpedüz kaba ırk kavramlarıyla çözmek isteyen bir siyasî
hareketi billurlaştırabilir. Eşitliği, gerek fiziksel gerekse tarihsel bakımdan
dünyadaki en eşitsiz halk üzerinde gerçekleştirmeye kalkmış olması, Amerika
Cumhuriyeti’nin en tehlikeli ama bunun yanısıra en vaadkâr paradokslarından
birini oluşturur. Birleşik Devletler’de toplumsal antisemitizmin bir gün bir
siyasî hareketin son derece tehlikeli çekirdeğini oluşturması mümkündür.[67]
Oysa Avrupa’da toplumsal antisemitizmin siyasî antisemitizmin doğuşu üzerinde
hemen hiçbir etkisi olmadı.
PARYA VE PARVENU* ARASINDA
(*)
Fransızca: Sonradan görme, yeni zengin - ç.n.
Toplumsal
ve siyasî bakımdan ulus-devletin üzerine yaslandığı devlet ile toplum
arasındaki kararsız denge, Yahudilerin topluma kabulünü düzenleyen özel bir
yasanın doğmasına sebep oldu. Yahudiler, Batı Avrupa halklarının sadece
komşusu olarak değil, tam da bu halkların ortasında yaşadıkları yüzelli yıl
boyunca her zaman toplumsal saadetlerinin bedelini siyasî sefaletle, siyasî
başarılarının bedelini de toplumsal hakaretle ödemek zorunda kalmışlardır.
Yahudilerin, Yahudi olmayan topluma kabul edilmeleri anlamında
asimilasyonlarına ancak, hâlâ aynı kısıtlamaları ve aşağılayıcı siyasî
koşulları paylaşıyor olsalar da Yahudi kitle arasından sivrilmiş ayrıksı
simalar oldukları sürece veya daha sonra kurtuluş ve sebep olduğu toplumsal
yalıtım tamamlandıktan sonra siyasî durumları antisemitik hareketlerce tehdit
edilmeye başlandığında izin verilmiştir. Toplum, Yahudilere siyasal, ekonomik
ve yasal eşitlik tanınması meselesiyle karşı karşıya geldiğinde, sınıflarından
hiçbirinin Yahudilere toplumsal eşitlik tanımaya hazır olmadığını ve sadece
ayrıksı Yahudileri arasına kabul edebileceğini kuşkuya yer bırakmayacak şekilde
ortaya koydu. Farklı, ayrıksı olduklarını söyleyen garip iltifatlarla
karşılaşan Yahudiler, bu son derece belirsiz ifadenin -hem Yahudi oldukları hem
de muhtemelen Yahudiye benzemedikleri- kendilerine toplumun kapılarını
açacağını hemen farkettiler. Toplumla bu münasebeti istemiş olmalılar ki,
“Yahudi olmak, ama yine de olmamak” için ellerinden geleni yaptılar.[68]
Salt
görünüşten ibaret bu paradoksun sağlam bir olgusal temeli vardı. Yahudi olmayan
toplum, bu yeni konuktan kendisi kadar “eğitimli” olmasını; ve davranışları
“sıradan bir Yahudi”ninkinden farklı da olsa yine de bir Yahudi olduğu için,
sıradanlıktan sıradan olmayan bir şey yaratmasını bekliyordu. Bütün kurtuluş
yanlıları Yahudilerin asimilasyonundan, yani toplum tarafından kabul
edilmelerinden, topluma uyum göstermelerinden yanaydılar. Bunu, ya Yahudi
kurtuluşunun başlıca koşulu ya da otomatik sonucu olarak görüyorlardı. Başka
bir deyişle Yahudilerin yaşam koşullarım iyileştirmeye çalışanlar, Yahudi
Sorunu’nu Yahudilerin bakış açısından düşünmeye giriştikleri her seferinde,
konuya hemen sadece toplumsal yanından yaklaşmaktaydılar. Yahudi Sorunu’nun
siyasal bir sorun olduğunu dostlarının değil, düşmanlarının anlamış olması,
Yahudi halkının tarihindeki en talihsiz gerçeklerden biri olmuştur.
Kurtuluşu
savunanların, sorunu bir “eğitim” sorunu (başlangıçta Yahudi olmayanlar kadar
Yahudilere de uygulanan bir düşünce) olarak sunmak eğilimindeydiler.[69]
Her iki kampta da öncülerin “eğitimli”, hoşgörülü, kültürlü kişilerden
oluşması doğal görülmekteydi. Elbette bunun, Yahudi olmayan hoşgörülü, eğitimli
ve kültürlü kişilerin toplumsal olarak sadece ayrıksı, eğitimli Yahudilerle
temas kurmaları gibi bir sonucu oldu. Eğitimli kimseler arasında önyargıların
kaldırılması gereği, süratle tek taraflı bir mesele haline geldi ve sonunda
sadece Yahudilerden kendilerini eğitmeleri istendi.
Ancak
bu meselenin sadece bir yüzüdür. Yahudilerden, sıradan Yahudiler gibi
davranmayacak kadar eğitimli olmaları istenirken, öte yandan sadece Yahudi
oldukları, yabancı, egzotik bir cazibeleri olduğu için kabul görmekteydiler.
Bu tutum kaynağını 18. yüzyıldan, açıkça “yeni insanlık örnekleri”ne (Herder)
ihtiyaç olduğunu belirten yeni bir hümanizmden alıyordu. Bu örnek insanlarla
kurulacak ilişki, insanlığın her türüyle olası bir yakınlığı mümkün kılacaktı.
Mendelssohn’un zamanındaki “aydın” Berlin’de, Yahudiler herkesin insan
olduğunun canlı bir kanıtı olarak sunuldular. Bu kuşağın gözünde Mendelssohn
ile Markus Herz’in dostluğu, insan onurunun her an yeniden hayat bulabileceğinin
bir ifadesiydi. Ve hatta Yahudiler horlanan, baskı altında tutulan bir halk
oldukları için, bu açıdan inşanlığın daha saf, daha ibret verici bir örneğini
oluşturmaktaydılar. Sonraları yanlış zikredecek ve suistimal edecek “Asya’dan,
bizim buralara kadar sürüklenmiş yabancı bir halk” cümlesinin sahibi, samimi
Yahudi dostu Herder’di.[70]
O ve diğer hümanistler, 18. yüzyılın “yeryüzünde aradığı”,[71]
kendilerininse ancak yüzyıllık komşularında bulduğu “insanlığın yeni
örnekleri”ni bu sözcüklerle selamlıyorlardı. İnsanlığın temelde bir olduğunu
vurgulamaya can atan bu adamlar, insanlığın evrensel bir ilke olduğunu daha
etkili bir biçimde göstermek amacıyla, Yahudilerin kökenini gerçekte olduğundan
daha yabancı, dolayısıyla daha egzotik olarak sunmak istediler. Böylelikle
insanlığın evrensel bir ilke olduğu daha etkili bir biçimde
kanıtlanabilecekti.
18.
yüzyıl dönümünde, Fransız Yahudilerinin kurtulduğu, Alman Yahudilerininse bu
yönde herhangi bir umut ya da arzu beslemediği ilk birkaç onyıl zarfında
Prusya’nın aydınlanmış entelijensiyası, “dünyadaki bütün Yahudilerin
gözlerinin Berlin’deki Yahudi topluluğuna çevrilmesini” sağladı.[72]
Bunun nedeni büyük ölçüde Lessing’in Bilge Nathan’ının sağladığı başarı ya da
bunun yanlış yorumlanmış olmasından kaynaklanıyordu: İnsanlığın örnekleri
haline geldikleri için “bu yeni insanlık numuneleri”nin aynı zamanda tek tek de
adamakıllı birer insan-bireyler olmaları gerekiyordu.[73] Mirabeau
bu düşünceden çok etkilenmiş ve örnek olarak Mendelssohn’u anmıştı.[74]
Herder, eğitimli Yahudilerin önyargılardan çok daha uzak olacaklarını umuyordu,
çünkü “Yahudiler, bizlerin vazgeçmesi çok zor ya da olanaksız bulduğu kimi
siyasal önyargılardan uzak”tılar. O sıralarda varlığım sürdüren “yeni ticarî
imtiyazlar” tanıma alışkanlığına karşı çıkan Herder, “Yahudilerin
Yahudilikten”, “eski, mağrur ulusal önyargılar[mdan], ... çağımıza ve
kurumlarına ait olmayan âdetler”den “kurtulmalarının gerçek yolunun eğitimden
geçtiğini” düşünüyordu. Bu sayede Yahudiler “tamamen insanileşebilecek” ve
kendilerini “insanlığın bilim ve kültürünün gelişmesi”nin emrine
verebileceklerdi.[75]
O sıralarda Goethe, Polonyalı bir Yahudinin yazdığı bir şiir kitabı ile ilgili
yaptığı değerlendirmede, şairin “Hıristiyan bir etud'ıant en bel les
lettres’ten [edebiyat öğrencisi] daha fazlasını beceremediğini” söylüyor
ve “sığ, yüzeysel teamüllerin ardında gerçekten sahici, kesin bir güç
beklerken, sıradanlık ve aleladelikle karşılaşmış” olmaktan yakınıyordu.[76]
Bu
abartılı iyi niyetin yeni yeni Batılılaşmış, eğitimli Yahudiler üzerinde
yarattığı yıkıcı etkiler ve Yahudilerin toplumsal ve psikolojik durumları
üzerindeki tesirleri hakkında ne kadar durulsa azdır. Sadece kendi insanları
arasından ayrıksılıkları ile sivrilmelerini bekleyen, “onlarla diğerleri
arasında keskin bir farklılık” gören moral bozucu bir taleple yüzyüze olmaları
yetmiyormuş gibi, hükümetlerce de bu “ayrılığın yasallaştırılması”
isteniyordu;[77]
Hatta onlardan insanlığın ayrıksı örnekleri olmaları isteniyordu. Kültürlü
Avrupa toplumuna “kabul edilmelerinin asıl bileti”, Heine’nın dediği gibi din
değiştirmeleri değildi; bu ve sonraki Yahudi kuşakların elinden kimseyi
hayalkırıklığma uğratmamak için umutsuzca didinmekten başka ne gelirdi?[78]
Asimilasyonun
henüz takip edilecek bir gelenek halini almadığı, ancak kendilerine özel
yetenekler ihsan edilmiş bir avuç Yahudi için geçerli olduğu, Yahudilerin
topluma kabul edilişlerinin ilk onyıllannda her şey yolunda gitti. Kendilerini
yurttaşlığa kabul eden ilk ülke olan Fransa, Yahudiler için siyasal bir
cennetti. Bu arada Prusya’nın da [Yahudiler için] toplumsal açıdan görkemli bir
ülke haline geldiği görülüyordu. Mendelssohn’un dönemin pek çok ünlü simasıyla
yakın ilişkiler kurduğu “aydın Berlin” ise henüz işin başındaydı.
Mendelssohn’un Yahudi olmayan toplumla olan bağlantılarının, Avrupa tarihinin neredeyse
her döneminde eğitimli Yahudileri ve Hıristiyanları biraraya getiren bilimsel
bağlarla ortak pek çok yanı bulunmaktaydı. Yeni ve şaşırtıcı olan,
Mendelssohn’un dostlarının bu ilişkileri kişisel olmayan, ideolojik, hatta
siyasal amaçlarla kullanmalarıydı. Mendelsshon, bu türden bütün gizli
saiklerden sıyrılmıştı ve sanki bu ayrıksı toplumsal konumunun ve özgürlüğünün,
hâlâ “mülkün (Prusya kralının) en aşağı sakinleri”nden olmasıyla bir ilgisi
bulunduğunu sezmiş gibi, yeri geldikçe yaşamak zorunda olduğu koşullardan son
derece memnun olduğunu belirtiyordu.[79]
Siyasal
ve sivil haklara karşı bu kayıtsızlık, Mendelssohn’un zamanının eğitimli ve
aydın kişileriyle kurduğu masum ilişkilerden de uzun ömürlü oldu ve Berlin’in
görüp göreceği en parlak topluluğu biraraya getiren Yahudi kadınların
salonlarına taşındı. Bu kayıtsızlığın büsbütün bir korkuya dönüşmesi için,
Prusya’nın 1806’daki yenilgisini ve Napolyon Yasaları’nın Almanya’nın pek çok
bölgesini etkisi altına alarak, Yahudilerin kurtuluşu meselesini kamunun
gündemine getirmesini beklemek gerekti. Kurtuluş, “geri kalmış” Yahudi halkla
birlikte eğitimli Yahudileri de özgürleştirecek ve pekala farkında oldukları
gibi toplumsal konumlarının üzerine dayandığı şu paha biçilmez ayrımı da silip
süpürecekti. Kurtuluş nihayet gerçekleştiğinde, çareyi Hıristiyanlığa geçmekte
görenler en fazla asimile olmuş Yahudilerdi. Yahudi olmayı, kurtuluştan önce
değil sonra tehlikeli bulmaları ve Hıristiyanlığa geçmeyi daha katlanılabilir
görmeleri oldukça dikkat çekicidir.
Bu
salonlar arasında en temsil edici olan, Almanya ölçeğinde gerçekten de karma
denebilecek bir topluluğun biraraya geldiği Rahel Varnhage’nin salonuydu.
Varnhage’nin özgün, alışılmadık zekâsı, insanlara karşı boğucu ilgisi ve
gerçekten tutkulu doğasıyla biraraya geldiğinde, onu Yahudi kadınlar arasında
en parlak ve en ilgi çekici sima yapmaya yetmişti. Rahel’in “tavan arası”ndaki
sade, gösterişsiz ama ünlü suarelerde, “aydın” aristokratlar, orta sınıftan aydınlar
ve tiyatro oyuncuları -yani Yahudiler gibi, saygıdeğer [soylu] cemiyete mensup
olmayan bütün herkes- biraraya geliyordu. Dolayısıyla Rahel’in salonu, tanımı
gereği ve bilinçli olarak toplumun kenanna iliştirilmişti ve toplumun ne
âdetlerini ne de önyargılarını paylaşıyordu.
Yahudilerin
toplum tarafından asimile edilme süreçlerinin, adeta Goethe’nin Wilhelm
Meister’inin (ilerde orta sınıfların eğitiminde başlıca örnek oluşturacak olan
bir roman) eğitimi için önerdiği düsturları izlemiş olması son derece
şaşırtıcıdır. Bu kitapta soylular ve oyuncular tarafından genç bir burjuvaya,
bireyselliğini nasıl sunacağı ve oynayacağı, böylelikle bir burjuvanın oğlu
olmak gibi mütevazi bir statüden, soyluluğa nasıl terfi edeceği öğretilir. Orta
sınıflar ve Yahudiler, yani yüksek aristokrat çevrelerin dışında kalmış
olanlar için her şey “şahsiyet”e ve onu ifade etme yeteneğine bağlıydı.
Gerçekte [zaten] olduğu şeyin rolünü nasıl yapacağını bilmek, en önemli şey
gibi görünüyordu. Bir özgüllük olarak Almanya’da Yahudi Sorunu’nun bir eğitim
sorunu olarak görülmesinin, bu ilk başlangıç noktasıyla yakından ilgisi vardı
ve gerek Yahudilerin gerek Yahudi olmayan orta sınıfların eğitim konusundaki
filistenizm’lerinde, [tutuculuklarında] gerekse Yahudilerin liberal mesleklere
hücum etmelerinde etkisi olmuştu.
İlk
Berlin salonlarının bütün büyüsü, gerçekten de kişilik, benzersiz şahsiyet,
kabiliyet ve ifade gücünden başka bir şeye dayanmıyordu. Ne rütbe, para,
başarı, ne de edebi ün, neredeyse hudutsuz bir iletişimi ve engel tanımayan bir
teklifsizliği tek başına mümkün kılan bu benzersizliğin yerini alabilirdi. Bir
Hohenzollerin prensinin Louis Ferdinand’la, banker Abraham Mendelssohn’la, ya
da bir siyaset yazarı ve diplomat olan Friedrich Gentz’in, sonraları aşırı-
modern romantik ekolün bir yazarı olacak olan Friedrich Schlegel’le -bütün bu
insanlar, Rahel’in “tavan arası”nm ünlü ziyaretçilerinden sadece birkaçıydı-
biraraya geldiği, gerçek kişilikler arasındaki bu kısa karşılaşmalar, bu eşsiz
buluşma yerinin evsahiplerine göre “yaşamın en büyük zevklerini taşıyan bir
gemi gibi battığı” 1806 yılında sona erdi.
Aristokratlarla
birlikte romantik aydınlar da antisemitik oldular ve her iki grupda da, Yahudi
dostlarından vazgeçmeseler de, masumiyet ve görkem kalmadı.
Alman
Yahudilerinin toplumsal tarihindeki gerçek dönüm noktası, Prusya’nın yenildiği
zaman değil, hükümetin Yahudilere siyasî haklar dışında bütün sivil hakları
tanıyan Belediye Yasası’nı çıkardığı 1808 tarihi oldu. 1807 Barış Anlaşmasıyla
birlikte Prusya doğudaki eyaletleriyle birlikte Yahudi nüfusunun çoğunluğunu
da yitirdi; topraklarında bırakılan Yahudiler herhalükârda “korunmuş
Yahudiler”di, yani zaten sivil haklara bireysel ayrıcalıklar şeklinde sahiptiler.
Sözkonusu belediye yasası sadece bu ayrıcalıkları yasallaştırmaktaydı ve ömrü,
1812 tarihli kurtuluş fermanından daha fazla oldu; Napolyon’un ölümünden sonra
Posen’i ve oradaki Yahudi halkı yeniden egemenliğine alan Prusya, o zaman
yoksul Yahudilere bile siyasal hakların verilmesi anlamına gelen 1812 tarihli
fermanı feshederken, sözkonusu belediye yasasına dokunmadı.
Yahudilerin
durumlarının fiilen iyileştirilmesi açısından pek fazla siyasî önemi olmasa da,
Prusyalı Yahudilerin çoğunluğunun yaşadığı eyaletlerin yitirilmesiyle birlikte
bu nihaî kurtuluş fermanları devasa toplumsal sonuçlara yol açtı. 1807’den
önce Prusya’nın korunmuş Yahudilerinin sayısı, toplam Yahudi nüfusunun yüzde
20’si kadardı. Kurtuluş kararnamesinin çıkartılmasıyla Prusya’daki korunmuş
Yahudiler çoğunluğu oluşturdular; “yabancı Yahudiler”in sadece yüzde 10’u
kontrast oluşturması amacıyla olduğu gibi bırakıldı. Servet sahibi, eğitimli
“ayrıksı Yahudiler”in son derece avantajlı görünmelerini sağlayan o koyu
yoksulluk ve geri kalmışlıktan oluşan arka plan, böylelikle ortadan kalktı.
Toplumsal başarı ve psikolojik özsaygı için bir kıyas temeli sağlaması
açısından son derece özsel olan bu arka plan, bir daha asla Napolyon öncesi
durumuna geri dönemedi. Polonya eyaletleri 1816’da yeniden ele geçirildiğinde,
eskiden “korunmuş olan” (şimdi ise Yahudi inancı taşıyan Prusya yurttaşları
diye anılan) Yahudilerin sayısı hâlâ yüzde 60 civarındaydı.[80]
Toplumsal
açıdan bakarsak bunun anlamı şuydu: Prusya’daki geri kalan Yahudiler,
karşısında ayrıksı simalar olarak kalacakları yerli arka planlarını
yitirmişlerdi. Büzülmüş, daralmış da olsa bu kez kendileri, bireyin çifte bir
zorluğa katlanmak zorunda olduğu bir arkaplam oluşturmaktaydılar. “Ayrıksı
Yahudiler”, bu kez de sadece Yahudiydiler; horlanan bir halkın temsilcileri
olmak dışında, ayrıksı değildiler. Hükümet müdahaleleri de yarattığı toplumsal
etki bakımından bundan daha az kötü değildi. Sadece hükümetle çelişkisi olan,
dolayısıyla Yahudilere açıkça düşmanlık besleyen sınıflar değil toplumun her
tabakası, şahsen tanıdıkları Yahudilerin, devletin ayrıksı önlemler almaya hazır
olduğu gözde bir grubun mensupları olarak çok da ayrıksı bireyler
olmadıklarının az çok farkına varmıştı. “Ayrıksı Yahudiler”i korkutan şey de
zaten hep bu olmuştu.
Berlin
sosyetesi Yahudilerin salonlarını süratle terketti. 1808’e gelindiğinde bu
buluşma merkezlerinin yerini çoktan rütbeli bürokratların ve üst orta sınıf
üyelerinin evleri almıştı. Dönemin sayısız yazışmalarından görülebileceği gibi
aristokratlar kadar aydınlar da hakaretâmiz bakışlarım, hemen hiç tanımadıkları
Doğu Avrupalı Yahudilerle çok yakından bildikleri Berlin’in eğitimli
Yahudilerine yöneltmeye başlamışlardı. Berlinli Yahudiler bir daha asla ayrıksı
olmanın kolektif bilincinden doğan o özsaygıyı elde edemeyeceklerdi. Bundan
böyle hepsinin bir Yahudi olsa bile Yahudi olmadığını kanıtlaması gerekti.
Kendini, “geride kalmış din kardeşlerinin o bilinmeyen kitlesinden ayırması
artık yeterli olmayacak, -ayrıksılığından dolayı kutlanacak bir birey olarak-
“Yahudi olmak”tan, dolayısıyla bir bütün olarak Yahudi halkından sıyrılması
gerekecekti.
“Yahudi”
hayaletini keşfeden siyasal antisemitizm değil, toplumsal ayrımcılık olmuştur.
Yahudi birey ile “her yerde olan ve hiçbir yerde olmayan, genel Yahudi”
arasında ilk ayrımı yapan yazar, 1802’de Yahudi toplumu ve Yahudilerin topluma
kabulleri için büyülü bir değnek olarak eğitime duydukları açlık üzerine iğneli
bir taşlama kaleme almış olan karanlık bir gazeteciydi. Yahudiler burada
filisten ve türedi bir topluluğun “ilkesi” olarak resmediliyordu.[81]
Bu bayağı edebiyat parçası, Rahel’in salonunun birkaç mümtaz müdavimince
okunmakla kalmadı, büyük romantik şair Clemens von Brentano’nun, yine filisten
olanla Yahudi olanın özdeşleştirildiği son derece nüktedan bir yazı yazmasına
da esin kaynağı oldu.[82]
Karma
bir toplumun o ilk pastoralliğinden yitirilenleri başka hiçbir ülkede ve başka
hiçbir zaman geri döndürmek mümkün olmamıştır. Bir daha asla hiçbir toplumsal
grup, yüreği ve aklı özgür Yahudilere bağrını açmamıştır. Yahudilerle dost
olmanın nedeni ya cüretkârlık veya “acaiplikleri” ile etrafa heyecan vermeleri
olabilirdi; ya da bu dostluğun, hemcinslerinin parya yapılmasına karşı bir
protesto niteliği taşıması. Ama siyasal ve sivil dışlanmışlar olmaktan çıktıkları
her yerde, Yahudiler toplumsal paryalar haline geldiler.
Bir
grup fenomeni olarak asimilasyonun gerçekte sadece Yahudi aydınlar arasında
yaşandığını akıldan çıkarmamak önemlidir. İlk eğitimli Yahudi Moses
Mendelssohn’un aşağı yurttaşlık statüsüne rağmen Yahudi olmayan topluma kabul
edilmesi bir raslantı değildir. Saray Yahudileri ve Batı’daki halefleri olan
Yahudi bankerlerle işadamları toplum tarafından asla kabul görmedikleri gibi,
kendileri de zaten gözle görünmez gettolarının dar sınırlarından kurtulmak için
hiçbir çaba göstermediler. Başlangıçta bütün bozulmamış türediler gibi,
içinden geldikleri, sefaletten ve yoksulluktan ibaret karanlık arka
planlarından gurur duyuyorlardı; sonraları her yandan saldırıya uğradıklarında,
Yahudi kitlelerin yoksulluk hatta geri kalmışlıklarına ilgi duymaya
başladılar, zira bu, kendi güvenlikleri için bir sav, bir simge haline
gelmişti. Endişeli ve ürkek de olsa yavaş yavaş Yahudi şeriatının katı
istemlerinden uzaklaşmak -dinsel gelenekleri asla tamamen terketmediler-
zorunda kaldılar, ama Yahudi kitlelerden ortodoksiye uymalarını istediler.[83]
Özerk Yahudi topluluğunun çözülmesi onları, sadece Yahudi cemaatlerini
yetkililere karşı koruma konusunda değil, devletin yardımıyla bu topluluklar
üzerinde hâkimiyet kurmak konusunda da son derece istekli hale getirdi.
Dolayısıyla yoksul Yahudilerin “bir yandan hükümete öte yandan zengin din
kardeşlerine olan çifte bağımlılıkları” açık bir gerçekti.[84]
19.
yüzyılda kullanılan adlandırmayla Yahudi “soylular”, Yahudi topluluklarına
egemen oldular. Ama ne toplumsal ne de coğrafî olarak bu toplulukların
üyeleriydiler. Bir bakıma tıpkı Yahudi olmayan toplumun olduğu gibi Yahudi
toplumunun da dışında duruyorlardı. Bireysel olarak parlak meslek yaşamları
olan ve efendilerinden hatırı sayılır ayrıcalıklar almış bu kimseler, son
derece sınırlı toplumsal fırsatlara sahip bir tür ayrıksılar topluluğu
oluşturuyordu. Saray toplumunun doğal olarak hakir gördüğü, Yahudi olmayan
orta sınıfla da iş bağlantılarından yoksun bu kişilerin toplumsal temasları, en
az ekonomik yükselişlerinin çağdaş ekonomik koşullardan bağımsız olması kadar
toplumun yasalarının dışında yer almaktaydı. Bu yalıtılmışlık ve bağımsızlık
hali onlar için ekseriyetle bir güç ve gurur [görüntüsüne ve tasavvuruna
kaynaklık ediyordu]. 18. yüzyıl başlarında anlatılan şu anekdot bu durumu
örneklemektedir: “Soylu ve kültürlü bir hekim, aralarında bir prens bulunmadığı,
hükümette de bir rolleri olmadığı halde bu Yahudi gururunun hikmetinin nereden
geldiğini kibarca sorduğunda ... bir Yahudi ona şu cevabı verir: Aramızda
prens olmayabilir, ama onları yöneten biziz.”[85] Bu gurur,
ayrıcalıklı Yahudiler arasında yavaş da olsa ortaya çıkan ve gelişen sınıf
kibirinin neredeyse tam tersidir. Kendi insanları arasında mutlak prensler
olarak hüküm süren bu kimseler, kendilerini yine de primi ınter pares
[eşitler arasında birinciler] olarak hissediyorlardı. “Bütün Yahudilerin
ayrıcalıklı Rabbisi”, “Kutsal Toprağın Prensi” olmakla duydukları iftihar,
efendilerinin onlara sunabileceği unvanlarla karşılaştırılamayacak kadar
büyüktü.[86]
18. yüzyılın ortalarına kadar, “Neque in toto orbi alicui nationi
inservimus” [şu yeryüzünde hiçbir ulusa köle değiliz] diyen o Flaman
Yahudisiyle tamamen aynı fikirde olacaklardı ve ne önce ne de sonra “eğitimli
Hıristiyan”ın verdiği şu cevabı hiçbir zaman tam olarak idrak edemeyeceklerdi:
“Ama bu bir avuç Yahudinin mutluluğu anlamına gelir. Halk, kendini yönetemeyen,
yabancı bir egemenliğin uyruğunda, iktidarsız ve onursuz, dünya yüzünde
sersefil bir yabancı, bir av hayvanı, corpo [Et yığını] (!) gibi görülmüştür.”[87]
Sınıf
kibri ancak farklı ülkelerden devlet bankerleri arasında iş bağlantıları
kurulduğunda ortaya çıktı; bunu çok geçmeden önde gelen aileler arasında
evlenmeler izledi ve o zamana dek Yahudi toplumunca bilinmeyen, gerçekten
uluslararası bir kast sistemiyle sonuçlandı. Eski feodal tabakalar ve kastlar
süratle yok olup, yerlerini yeni sınıflara bıraktıkları bir sırada ortaya
çıktığı için, bu durum Yahudi olmayan gözlemcilere son derece göz kamaştırıcı
geliyordu. Yahudi halkın, son derece yanlış bir biçimde Ortaçağ’ın bir
kalıntısı olduğu sonuca varılan bu yeni kastın yakın bir tarihin ürünü olduğu
farkedilememişti. Bu gelişme ancak 19. yüzyılda tamamlandı ve sayısal olarak
taş çatlasa yüz kadar aileyi içeriyordu. Ama herkesin gözü bu ailelerin
üzerinde olduğundan, bir bütün olarak Yahudi halkı da kast olarak görülmeye
başlandı.[88]
Gerçi
Saray Yahudilerinin siyaset tarihinde ve antisemitizmin doğuşunda önemli
rolleri vardı, ama eninde sonunda işadamlarının oğulları olan Yahudi
aydınlarla ortak birtakım ruhsal özellikleri, davranış kalıpları olmasaydı,
toplumsal tarih onları kolayca gözden kaçırabilirdi. Yahudi soylular Yahudi
halkı üzerinde tahakküm kurmak istiyorlardı, bu yüzden onlardan ayrılmak
istemediler. Kendi insanlarından ayrılmak ve topluma kabul edilmek isteği, Yahudi
aydınların bir özelliğiydi; her iki grup da ayrıksı oldukları duygusunu,
çevrelerinin yargılarına son derece uygun düşen bir duyguyu paylaşmaktaydılar.
Servet sahibi “ayrıksı Yahudiler”, kendilerini Yahudi halkının ortak yazgısında
bir ayrıksılık olarak hissediyorlardı. Hükümetler de onların yararlılıklarını
ayrıksı buluyordu. Eğitim görmüş “ayrıksı Yahudiler”se, kendilerini hem Yahudi
halkından ayrı hem de ayrıksı insanlar olarak görüyor ve toplum tarafından da
bu biçimde kabul görüyorlardı.
Din
değiştirmek gibi uç bir noktaya varmış olsun olmasın, asimilasyon hiçbir zaman
Yahudilerin bekası önünde gerçek bir tehdit oluşturmamıştır.[89]
Din değiştirenler hoş da karşılansalar red de edilseler, bunun nedeni onların
Yahudi olmalarıydı ve onlar da bunun çok iyi farkındaydılar. Eğitimli
Yahudilerin oluşturduğu ilk kuşaklar yine de Yahudi kimliklerinden kurtulmayı
içtenlikle istiyorlardı. Börne şu acı sözleri sarfetmişti: “Yahudi olmamdan
dolayı kimileri beni kınayacak, kimileri aynı nedenle övecek, bazıları bundan
dolayı beni mazur görecek, ama kimse bunu düşünmemezlik etmeyecek”.[90]
Yine de 18. yüzyıl düşünceleriyle yetişmiş bu insanlar, Hıristiyanların ve
Yahudilerin olmadığı bir ülkenin özlemi içindeydiler; kendilerini bilime ve
sanata adamışlardı ve bir Yahudi bankere her ayrıcalığı ve onuru veren
hükümetlerin, Yahudi aydınları açlığa mahkûm etmeleri onları son derece
rencide etmekteydi.[91]
19. yüzyıl başlarında Yahudi kitleler arasına katıştırılmanın korkusuyla
yapılan din değiştirmeler, şimdi günlük ekmeği çıkarmak için bir zorunluluk
halini almıştı. [Bu zoraki vaftiz ve temel insan onuruna reva görülen bu
muamele] bütün bir Yahudi kuşağını devlete ve topluma karşı daha sert bir
muhalefete itti. “İnsanlığın bu yeni örnekleri” arasında izzet-i nefis sahibi
herkes birer asi kesildi. Zamanın en reaksiyoner hükümetleri Yahudi
bankerlerden destek ve malî yardım gördükleri için, bu isyanlar bilhassa kendi
halklarının resmî temsilcilerine karşı şiddet içeriyordu. Zengin Yahudiler ile
Yahudi aydınlar arasındaki bu çatışmanın ışığında bakmadan, ne Marx’ın ne de
Börne’nin Yahudi karşıtı sözlerini anlamak mümkündür.
Ancak
bu çatışma bütün şiddetiyle sadece Almanya’da kendini gösterdi. Yüzyılın
antisemitik hareketlerinden de daha uzun ömürlü olmadı. Avusturya’da,
antisemitik baskının bütün etkisini hissettirdiği 19. yüzyılın bitiminden evvel
sözcülük edebilecek Yahudi bir entelijensiya bulunmuyordu. Zengin din
kardeşleri gibi bu Yahudiler de Habsburg monarşisinin koruyuculuğuna sığınmayı
yeğlediler ve ancak Sosyal Demokrat Parti’nin iktidara geldiği Birinci Dünya
Savaşı’ndan sonra sosyalist oldular. Bu kuralın, yegâne olmamakla beraber en
önemli istisnası, Heine, Börne ve Marx geleneğinin en son temsilcisi olan Karl
Kraus’tu. Kraus, bir yandan Yahudi işadamlarına, öte yandan örgütlü bir ün
kültü olarak Yahudi gazeteciliğine seleflerinden bile daha sert ithamlarda
bulunmuştu; zira Kraus, Yahudi devrimci geleneğinin bulunmadığı bir ülkede,
çok daha tecrit edilmiş bir durumda yaşamaktaydı. Kurtuluş kararnamesinin,
bütün hükümet ve rejim değişikliklerine rağmen varlığını koruduğu Fransa’da az
sayıda Yahudi aydın ne yeni bir sınıfın öncüsü olabilmişler, ne de entelektüel
yaşamda önemli bir rol oynayabilmişlerdi. Buradaki Yahudilerin davranış
örüntülerini, Almanya’da olduğu gibi ne kültür ne de bir program olarak eğitim
oluşturmaktaydı.
Böylesi
kısa ömürlü gerçek bir asimilasyon süreci, başka hiçbir ülkede Alman
Yahudilerinin tarihinde olduğu kadar tayin edici olmamıştır. Bu dönemde, bir
halkın gerçek öncüleri, Yahudileri sadece kabul etmekle kalmayıp, onlarla
biraraya gelmek için de anlaşılmaz bir isteklilik göstermişlerdi. Alman
toplumundan böylesi bir kesinlikle silinip giden başka bir tutum da
olmamıştır. Yahudilerle olan ilişkilerin asla diğer ilişkiler gibi doğal bir
hal alamamış olmasında bu tutumun izlerini ayırt etmek mümkündür. En
iyi halde bir program olarak kaldı, en kötü halde de garip ve heyecan verici
bir deneyim. Bismarck’ın “Alman aygırlarını Yahudi kısraklarla çiftleştirme”
hakkındaki herkesçe malum sözleri, [Yahudilerin topluma kabulüne dair] hâkim
bakış açısının en kaba ifadesinden başka bir şey değildir.
Her
ne kadar ilk eğitimli Yahudilerden asiler çıkmışsa da, bu toplumsal durumun
uzun vadede etkili bir isyancılıktan çok belli bir uyum geleneği yaratması son
derece doğaldır.[92]
“Sıradan” Yahudilere karşı ayrımcılık güderken bir yandan aynı [burjuva
çevresinden] Yahudi olmayan birine nazaran eğitimli bir Yahudinin gözde
çevrelere kabulünün genelde çok daha kolay olduğu bir topluma karşı uyumlu
davranan Yahudilerin kendilerini “genelde Yahudi” den açıkça ayırmaları,
böylelikle tam da Yahudi olduklarını göstermeleri gerekiyordu; komşuları
arasında eriyip gitmelerine hiçbir hal ve şartta göz yumulmadı. Kendilerinin
tam olarak anlamadıkları bir belirsizliği aklileştirmek için “sokakta insan,
evde Yahudi” gibi hareket ettiler.[93] Aslında
bu hal, sokakta da başkalarından farklı olma duygusuna da varmıştı, çünkü
onlar Yahudiydiler. Öte yandan “sıradan Yahudiler” gibi olmadıklarından evde
de başka Yahudilerden farklıydılar.
Kendini
ayrı kılma, ayırt etme üzerine yoğunlaşmış bu kesintisiz çabayla belirlenmiş
asimile olmuş Yahudilerin davranış örüntüleri, her yerde kabul edilebilir olan
bir Yahudi tipi yaratmıştı. Ulusallık veya dinle tanımlanmak yerine
Yahudiler, üyeleri, belli ruhsal tutum ve tepkilerin “Yahudiliği” oluşturduğu
varsayılan özet bir toplamını paylaşan bir toplumsal gruba dönüştürüldüler.
Başka bir deyişle Yahudilik ruhsal bir nitelik, Yahudi Sorunu da her Yahudi
birey için çapraşık bir şahsi sorun haline geldi.
Trajik
bir çabayla farklılaşma ve ayrılma yoluyla topluma uymaya çalışan bu yeni
Yahudi tipinin, “korkak Yahudi”yle ne kadar az ortak yanı varsa, Yahudi bir
gazetecinin saldırıya uğradığı her seferinde Yahudilik savunucularının temcit
pilavı gibi tekrarladıkları “peygamberlerin varisi ve adaletin yeryüzündeki
eli” soyutlamasıyla da o kadar az ortak yanı vardı.
Yahudilik
savunucularının Yahudisi, aslında paryaların ayrıcalıkları olan ve toplumun
kenarında yaşayan Yahudi isyancıların sahip olduğu -insanlık, incelik,
önyargısız olmak, adaletsizliğe duyarlılık gibi- niteliklerle donanmıştı.
Sorun
şuradaydı ki bu niteliklerin peygamberlerle bir alakası yoktu ve daha da
kötüsü bu Yahudiler ne Yahudi toplumuna ne de Yahudi olmayan toplumun gözde
çevrelerine üyeydiler. Asimde olmuş Yahudiliğin tarihinde hiç de önemli olmayan
roller oynamışlardı. Öte yandan, meslekten Yahudi düşmanlarının tarif ettiği
biçimiyle “genelde Yahudi”nin arzettiği nitelikler, başarılı olmak isteyen bir
sonradan görmenin sahip olması gereken niteliklerdi; yani insanilikten
uzaklık, hırs, küstahlık, kölece yaltaklanma, öne çıkma kararlılığı. Buradaki
sorun da bu niteliklerin ulusal niteliklerle bir ilgisinin bulunmaması ve üstelik
Yahudi işadamı sınıfından tiplerin Yahudi olmayan topluma hemen hiç rağbet
etmemeleri ve Yahudi toplum tarihinde çok küçük bir rol oynamalarıydı.
Karalanmış ve lekelenmiş halklar ve sınıflar varoldukça, Yahudi toplumunda da
başka yerlerde de her kuşak emsalsiz bir yeknesaklıkla bu parya ve sonradan
görme niteliklerini yeniden üretecektir.
Ancak
Yahudierin 19. yüzyıl Avrupa toplumundaki toplumsal tarihlerinin oluşmasında
şu unsur belirleyici olmuştur: Belli ölçülerde her kuşaktan her Yahudinin belli
bir zamanda toplumun tamamen dışında kalıp parya olmaya devam mı edeceğine,
yoksa kökenini daha fazla saklamayıp, “halkının giziyle birlikte kendi
kökeninin gizini de açık ederek”, moral bozucu koşullarda topluma uyum
gösterip parvenu mu [sonradan görme] olacağına karar vermesi gerekmişti.[94]
Bu ikinci yol zordu, zira aslında bu sıfatla anılacak gizler de yoktu ve
oluşturulmaları gerekmişti. Rahel Varnhagen’in resmî toplum dışında toplumsal
bir yaşam kurma yönündeki benzersiz çabası başarısızlığa uğradığından beri
paryanın da sonradan görmenin de yolları, biri uyumluluğun diğeri sürekli bir
pişmanlığın olmak üzere eşit ölçüde yalnızlığın uç yolları olmuştur. Bir iki
uygun durumda tam da modern bir duyarlılığa evrilmiş olan ortalama Yahudinin bu
karmaşık ruh hali, belirsiz bir duruma dayanmaktaydı. Yahudiler aynı anda,
sonradan görme olamayınca parya olmanın üzüntüsünü duymakta, kişisel
ayrıcalıklar için eşit haklar elde etmek uğruna halklarına ihanet etseler
sonradan görmenin vicdan azabıyla kıvranmaktaydılar. Ama bir şey kesindi: Şayet
toplumsal yaşamın bütün bu belirsizliklerinden uzak durmak isteyecek olsalar,
şu gerçekten vazgeçmeleri gerekecekti: Yahudi olmak, ya ayrıcalıklı bir üst
sınıf mensubu olmak ya da Batı ve Orta Avrupa’daki gibi sadece entelektüel ve
bir ölçüde yapay dayanışmanın parçası olabildikleri ayrıcalıksız bir kitleye
mensup olmak demekti.
Ortalama
Yahudilerin toplumsal yazgılarını, ebedi ve ezelî karar almadaki özürleri
belirlemekteydi. Toplum da onları akıllarını devşirmeye zorlamamıştı, zira
Yahudilerle ilişkiyi çekici kılan kesinlikle durumlarındaki ve karakterlerindeki
bu belirsizlikti. Bu anlamda asimde olmuş Yahudilerin büyük bölümü hem
lütufkâr hem de talihsiz bir alacakaranlıkta yaşamaktaydılar ve kesinlikle bildikleri
tek şey, başarının da başarısızlığın da Yahudi olmaları gerçeğiyle çözülmez
bir biçimde kaynaşmış olduğuydu. Onlar için Yahudi Sorunu bütün siyasî
anlamını bir kerede ve sonsuza dek yitirmiş, özel hayatlarına musallat olmuştu
ve bütün ceberrutluğuyla kişisel kararlarını etkilemekteydi. “Sokakta insan, evde Yahudi”
sözü bütün acımasızlığıyla gerçek olmuştu: Siyasî sorunlar çarpıtılarak,
Yahudilerin içsel deneyimleri ve özel duygularıyla çözmeye çalıştıkları saf
birer sapkınlık noktasına gelmişti; üzerinde düşünülmüş, taşınılmış politikalardan
çok tutkunun öngörülemez yasalarıyla çok daha iyi yönetilebilecek olan bu özel
varoluş alanı tıka basa, kamusal nitelikli, çözümlenememiş sorunların ağır
yüküyle dolup taşmaktaydı.
“Genelde
Yahudi”ye benzememek, ama yine de Yahudi kalmaya devam etmek; Yahudi değilmiş
gibi yapmak, ama yine de bir Yahudi olduğunu yeterince açık biçimde göstermek
hiç de kolay bir iş değildi. Ne bir sonradan görme ne de “bilinçli bir
parya” (Bernard Lazare) olan ortalama bir Yahudi, ancak toplumsal
yabancılaşmaya doğuştan yabancı olmanın bütün olası ruhsal veçheleri ve
değişkenleri içinde, yoruma açık boş bir farklılık duygusu ortaya koyabilirdi.
Dünya belli ölçüde barışçıl kaldığı sürece bu tutumun hiçbir kötü sonucu
olmadı, hatta kuşaklar boyunca bir modus vivendi [geçici anlaşma]
işlevi gördü. Yapay biçimde karmaşıklaştırılmış içsel bir yaşama yoğunlaşmak,
Yahudilerin “tuhaf ve heyecan verici” olmalarını isteyen toplumun akla aykırı
taleplerine tepki göstermek; başlangıçta, toplumun daima yarı hayranlık
gösterip yarı reddettiği oyuncu ve virtüözlerin sahip olduğu, kendini
dolaysızca ortaya koymak ve ifade etmek gibi nitelikler geliştirmelerine
yardımı olmuştur. Yahudiliklerinden biraz utanan, biraz övünen asimde olmuş
Yahudiler, bu kategoriye girmekteydiler.
Burjuva
toplumunun kendi devrimci geleneklerinin ve anılarının yıkıntıları arasından
çıkardığı bu süreç, ekonomik doygunluğun yol açtığı can sıkıntısının o kara
hayaletine ve siyasal sorunlara karşı genel bir kayıtsızlık duygusuna
eklendi. Yahudiler, vakit geçirilecek insanlar oldular. Akran olarak
görülmekten çıktıkça Yahudiler daha da çekici ve eğlenceli insanlar haline
geldiler. Bireye tutkulu bir ilgiyle ve eğlence amacıyla yaklaşan burjuva
toplumu, insan normundan farklılaştığı oranda, gizemli bir kötülük ya da gizli
bir fenalık taşıdığına inanılan her şeyde bir çekicilik bulmaya başladı.
Toplumun kapılarını Yahudilere açanın bu yakıcı tercih olduğu kesindir;
böylelikle bu toplumun çerçevesi içinde Yahudilik, ruhsal bir nitelik olarak
çarpıtıldıktan sonra, kolayca soysuzlaştırılarak bir kötülük haline getirildi.
Aydınlanmanın İnsanî olan her şeye karşı duyduğu hoşgörü ve merakın yerini,
egzotik, normal dışı ve farklı olana karşı hastalıklı bir şehvet aldı. Toplum
yaşamından böyle sayısız egzotik, normal olmayan, farklı tipler gelip
geçmiştir, ama hiçbiri siyasal sorunlarla bu denli ilgili olmamıştı. Bu
nedenle çökmekte olan bu toplumda sadece Yahudilerin rolü, toplumsal bir
meselenin dar sınırlarını aşan bir boyut kazanmıştır.
Namlı
yabancılar olarak “ayrıksı Yahudiler”i, jin-de-siecle [yüzyıl
sonu] Fransa’sının Faubourg salonlarına götüren tuhaf yolları takip etmeden
önce, “ayrıksı Yahudiler”in her zaman içine düştükleri kendini aldatma
olgusunun incelikli bir örneğini veren yegâne büyük insanı unutmamak gerekiyor.
Öyle görünüyor ki, her beylik düşünce en az bir kişide “tarihsel büyüklük”
denen şeye ulaşma şansı buluyor. “Ayrıksı Yahudiler”in bu büyük insanı,
Benjamin Disraeli idi.
Yaşamındaki
başlıca ilgi konusu Lord Beaconsfield’ın kariyeri olan Benjamin Disraeli, iki
özellikle sivrilmektedir: Birincisi, biz modernlerin bayağı bir ifadeyle
“şans” dediğimiz, oysa başka çağların önünde saygıyla eğildiği “talih- baht”
adıyla anılan bir tanrısallığa, tanrı vergisi yeteneklere sahip olmasıdır.
İkincisi, talihe açıklanması pek kolay olmayan çok daha mükemmel, sıkı bir
bağla bağlı olan bu adamı meslek yaşamında yükselmek dışında herhangi bir şeyi
kafasını takmamış da olsa, kariyerist olarak nitelemeyi olanaksız kılan akıl ve
düşgücünün masum gamsızlığı. Kendini dışlanmış hissetmenin ne denli aptalca
olduğunu; “farklı giyinerek, saçlarını tuhaf biçimde tarayarak, yadırgatıcı
bir ifade tarzı ve ağız kalabalığı ile”[96] Yahudi
varlığını daha da belli kılmanın kendisi ve başkaları için ne denli heyecan
verici ve meslek yaşamı açısından ne kadar yararlı olabileceğini görmesini
sağlayan şey, bu masumiyetti. Herhangi bir Yahudi aydından çok daha büyük bir
tutku ve utanmazlıkla yüksek sosyeteye kabul edilmek için elinden geleni yaptı;
ama Yahudi aydınlar arasında sadece Disraeli, paryalığın doğal kerameti olan
şansını [ve gamsız neşesini] nasıl koruyacağının sırrını keşfetmişti ve daha en
başından beri “yukarıya yükselmek için” asla baş eğmemesi gerektiğini
biliyordu.
Siyaset
oyununu, kendini mükemmel oynadığı rolüne kaptırmanın dışında, tıpkı bir
tiyatro sanatçısı gibi oynadı. Yaşamı ve meslek hayatı, -prensesine, İngiltere
kraliçesine önce romantiklerin mavi çiçeğini sonra da emperyalist İngiltere’nin
çuhaçiçeğini sunan- prens olarak boy gösterdiği bir peri masalı gibi
okunabilir. İngiliz sömürgeleri, üzerinde güneşin asla batmadığı; prensin her
an, sisli, soluk Londra’dan prensesiyle kaçamak yapmak isteyeceği gizemli
Asyalı Delhi’siyle bir periler ülkesiydi. Bu, aptalca ve çocukca görünebilir,
ama bir eş, Lady Beaconsfield’in gözdesi lorda yazdığı şu satırların aynısını
kocasına yazarsa, bütün kurallara karşı [sağlanmış] gibi görünen böyle bir
mutluluğun önünde susmaktan başka bir şey yapılamaz: “Benimle param için
evlendiğini biliyorsun, ama bunu yeniden yapman gerekseydi, bu kez aşk için
yapacağım biliyorum”.[97]
Burada, ruhunu şeytana satmak üzere olan biri sözkonusuydu, ama şeytan bu ruhu
istemiyordu; tanrılar ona yeryüzündeki bütün mutlulukları bahşetmişlerdi.
Disraeli,
tamamen asimile olmuş bir aileden gelmekteydi; aydınlamış bir beyefendi olan
babası, sıradan ölümlülerin fırsatlarından yararlanabilsin diye oğlunu vaftiz
ettirmişti. Disraeli’nin Yahudi toplumu ile pek az ilişkisi bulunmaktaydı ve
Yahudi din! ile âdetlerinden bihaberdi. Yahudilik onun için başından itibaren
dilediği gibi eğip bükebileceği, gerçek bilgiyle engellenmemiş bir köken
sorunuydu. Bu yüzden Yahudi olmayan biri Yahudiliğe nasıl bakıyorsa, Disraeli
de bu gerçeğe aynı biçimde bakıyordu. Yahudi olmanın bir engel oluşturmak
kadar bir imkân da olabileceğini diğer Yahudilerden çok daha açık bir biçimde
kavramıştı. Basit, mütevazi bir adam olan babasından farklı olarak hiçbir şeyi
“çağdaşları arasından sivrilmek” ten[98] daha çok
ve sıradan bir ölümlü olmaktan daha az istemediği için, “zeytuni teni [ne] ve
kömür karası gözleri”ne öyle bir biçim vermeye başladı ki “bir kudret imgesi
gibi uzanan kubbemsi alnı”yla -tabiî ki bir Hıristiyan mabedi [“Temple", aynı zamanda
“şakak” anlamına da gelmektedir -çn.] olmayacaktı- “görüp görülecek hiçbir
canlı yaratığa” benzemiyordu.[99]
Her şeyin “kendisi ile sadece ölümlü olanlar arasındaki ayrım”a, kendi şansı
olan “yabancılığının berkitilmesine bağlı olduğunu içgüdüsel olarak biliyordu.
Bütün
bunlar topluma ve kurallarına ilişkin benzersiz bir kavrayışa işaret
etmektedir. “Yığın için suç olan bir şey, seçkinler
için sadece bir erdemsizliktir”[100]
sözlerinin Disraeli’ye ait olması anlamlıdır. (Ve bu sözler, 19. yüzyıl
toplumunun yavaş yavaş ve içten içe ayaktakımının ve yeraltı dünyasının
ahlakına batmakta olduğunu derin bir kavrayışla ortaya seren sözlerdir). Bu
kuralı bildiğinden, onlara karşı dışlayıcılık ve ayrımcılık taslayan çevrelerin
haricinde şanslarının pek olmadığını da biliyordu; bu seçkin muhitler, tıpkı yığınlar
gibi Yahudiliği bir suç olarak gördüğü nispette, bu “suç”u her an çekici bir
“erdemsizlik”e dönüştürmek mümkün olabilirdi. Disraeli, egzotizmi, yabancılığı,
gizemliliği, büyüleyiciliği ve gizli kaynaklardan devşirdiği gücü, bu kılıkta
ve toplum içinde sergilemeyi amaçlamıştı. Muhafazakâr Parti’yi seçmesini
sağlayan, ona parlamentoda bir sandalyeyi, başbakanlık makamını ve en nihayet,
ama önem bakımından sonuncu olmamak üzere toplumun sürekli hayranlığını ve bir
kraliçenin dostluğunu kazandıran, bu toplumsal oyunda sergilediği ustalıktı.
Başarısının
nedenlerinden biri oyununu içtenlikle, oynamasında yatıyordu. Daha tarafsız
olan çağdaşları üzerinde, oyunculukla “mutlak bir içtenlik ve hesapsızlık”[101]
karışımı bir izlenim bırakmaktaydı. Bunu ancak, kısmen özellikle Yahudi etkisi
taşıyan her şeyden uzak yetiştirilmiş olmasından ileri gelen gerçek bir
samimiyet sağlayabilirdi.[102]
Ama Disraeli’nin vicdan rahatlığı bir İngiliz olarak doğmasından kaynaklanıyordu.
İngiltere, Ortaçağ’da kovulmalarından yüzlerce yıl sonra Yahudilere kapılarını
açtığında ne Yahudi kitlelerini tanıyordu ne de yoksul Yahudileri; 17.
yüzyılda İngiltere’ye yerleşen Portekiz Yahudileri zengin ve eğitimli kimselerdi.
Rusya’daki pogromlar nedeniyle modern Yahudi göçlerinin başladığı 19. yüzyılın
sonuna kadar Londra’da yoksul Yahudilere ve bununla birlikte Yahudi kitleler
ile varlıklı din kardeşleri arasında farklılaşmaya rastlamak olanaksızdı.
Disraeli’nin zamanında Kıta Avrupası’ndaki biçimiyle bir Yahudi Sorunu
bilinmiyordu, çünkü Yahudiler sadece İngiltere’de yakınlık bulmuşlardı. Başka
bir deyişle İngiliz “ayrıksı Yahudiler”, Kıta Avrupa’sındaki kardeşleri gibi ayrıksı
olduklarının farkında değillerdi. Disraeli, “modern zamanların en
zararlı öğretisi”[103] olan insanların doğal
eşitliği fikrinden küçümseyici bir dille bahsettiğinde, “bir İngiliz’in haklarını İnsan
Hakları’na yeğleyen” Burke’nin bilerek ardından gidiyor; ama gerçekte bir avuç seçkinin
ayrıcalıklarının yerini, herkese tanınan eşit hakların aldığını görmezden
geliyordu. Yahudilerin
gerçek şartlarından öylesine bihaberdi ve Yahudi soyunun modern topluluklar
üzerindeki etkisine öylesine inanmaktaydı ki açıkça şunu talep edebilmekteydi:
“Yahudiler Kuzeyli ve Batılı insanlıktan, uygar ve kibar uluslarda kamusal
yaşama tad veren ve kamu duygusunu yükselten kişilerin payına düşmesi gereken
saygıyı ve teveccühü görmektedir sadece”.[104]
Yahudilerin İngiltere’deki siyasal nüfuzu Rothschild’lerin İngiltere kolu
etrafında odaklandığı için, Napolyon’un yenilgisinde Rothschild’lerin de
payının bulunması Disraeli’yi son derece gururlandırıyordu ve Disraeli, siyasî
görüşlerini bir Yahudi olarak neden açıkça dile getiremeyeceğini anlayamıyordu.[105]
Vaftiz edilmiş bir Yahudi olarak şüphesiz herhangi bir Yahudi topluluğunun
resmî sözcüsü olmadı, ama Yahudi halkını siyasal olarak temsil etmesini bilen
ve bu yönde gayret gösteren yüzyılının ve tarzının yegâne Yahudisi olduğu da
bir gerçekti.
“Kendi hakkındaki temel gerçeği,
bir Yahudi olduğu”nu[106]
asla inkâr etmeyen Disraeli, Yahudi olan her şeye karşı, ancak onlar hakkındaki
cehaletinin yarışabileceği bir hayranlık beslemiştir.
Ancak bu konularda gururla cehaletin karışması, yeni asimile olmuş bütün
Yahudilerin bir özelliğiydi. Büyük farklılık şuradaydı ki Disraeli, Yahudilerin
geçmişi ve bugünü hakkında hemen hiçbir şey bilmiyordu ve bu yüzden başkalarının,
korku ve kibirin damgasını taşıyan davranışların yarı bilinçli
alacakaranlığında dile getirdikleri şeyi, o büyük bir yalınlıkla söyleme
cüretini gösterebiliyordu.
Disraeli’nin
Yahudi olmanın olanaklarını, normal bir halkın siyasal emelleriyle ölçme
yeteneğinin siyasal sonuçları ise çok daha ciddi oldu; neredeyse otomatik
olarak Yahudi etkisi ve örgütlenmesi hakkında, bizlerin genellikle
antisemitizmin çok daha kötü biçimlerinde rastladığımız türden eksiksiz bir
dizi kuram geliştirdi. Her şeyden önce kendini aslında “seçilmiş ırkın seçilmiş
kişisi”[107]
olarak görüyordu. Bunun kendi meslek yaşamından daha iyi bir kanıtı da olamazdı:
Adsız ve parasız bir Yahudi, sadece birkaç Yahudi bankerin yardımıyla
İngiltere’nin bir numaralı adamı oluvermiş; parlamentonun en sevilmeyen
kişilerinden biri başbakanlığa yükselmiş ve uzun süredir “onu bir şarlatan
gibi gören ve parya muamelesi yapan” kimselerin gerçek sevgisini kazanmıştı.[108]
Siyasal başarı Disraeli’yi asla doyurmadı. Londra sosyetesine girmek, Avam
Kamarası’nı feshetmekten çok daha önemli ve zordu ve -”her iki partiden de
politikacıların yükselmesini sağlayan ama toplumsal açıdan sakıncalı olanları
kesin olarak dışlayan seçkin bir zümre”[109] olan-
Grillion Yemek Kulübü’ne üye olmak, Majestelerinin bir bakam olmaktan
tartışmasız çok daha büyük bir zaferdi. Bütün bu tatlı zevkler, Kraliçe’nin
samimi dostuluğu ile taçlandırılmış oldu. Zira İngiltere’de monarşi, anayasal
ulus- devletin kesin denetimi altında bütün siyasî imtiyazlarım yitirmiş bile
olsa, İngiliz toplumunda kazandığı tartışmasız üstünlüğü sürdürmekteydi.
Disraeli’nin zaferinin büyüklüğü ölçülürken, Muhafazakâr Parti’deki seçkin
meslektaşlarından Lord Robert Cecil’in 1850’lerde sert bir saldırıya karşı onu
şu sözlerle savunabildiğini unutmamak gerekir: “Disraeli’nin
kapalı kapılar ardında söylediklerini herkes söyleyebilir ama kimse Disraeli
gibi bunları açıkça, uluorta söyleyemez”.[110] Aslında
Disraeli’nin en büyük nihaî zaferi şuydu: Kamu alanında, uluorta söylendiğinde
onun hoşuna gitmeyecek, koltuklarını kabartmayacak bir şeyi kimse kapalı
kapılar ardında da söyleyemezdi.
Daima
zamana uymuş olması ve sayısız yaşam öykücüsünün onu diğer büyük adamlardan
daha iyi anlaması Disraeli’nin talihiydi. O, hırsın cisimleşmiş haliydi. Bu
güçlü tutku, görüldüğü kadarıyla ne bir ayrıma ne de farklılığa göz yuman ve
izin veren bir yüzyılda Disraeli’nin şahsında ortaya çıkmıştı. Bütün dünya
tarihini 19. yüzyıl kahramanlık idealine göre yorumlamış olan Cariyle,
Disraeli’nin elinden unvan almayı reddettiğinde kesinlikle hata yapıyordu.[111]
Çağdaşlarından hiçbiri, bütün özgül başarılarından soyulmuş büyüklük
kavramıyla Carlyle’nin kahramanlarına Disraeli kadar denk düşmezdi; rolünü
ciddiye alan, doğuştan deha sahibi Büyük İnsan’ı maharetle oynayan ve masalsı
dalavereler çeviren, eğlendirici sanatkârlıklar sergileyen bu şarlatandan
başka kimse 19. yüzyıl sonlarının deha konusundaki ölçülerini bu denli
eksiksiz dolduramazdı. Siyasetçiler, iş dünyasının can sıkıcı meselelerini
Doğulu tadlara sahip birer rüyaya çeviren bu şarlatana sevgi duyuyorlardı;
ve
toplum da Disraeli’nin cin fikirli kurnazlıklarında bir kara büyü kokusu
aldığında, bu “kudretli büyücü” çağının kalbini gerçekten kazanmış oldu.
Disraeli’nin
kendini diğer ölümlülerden ayırdetme emeli ve aristokrat topluma duyduğu özlem,
kendi zamanının ve ülkesinin orta sınıfları için tipik bir durumdu. Muhafazakâr
Parti’ye girerek, daima “Whigler’i düşman, Radikalleri müttefik” tutan bir
politika izlemesi, siyasal nedenlere ya da ekonomik saiklere dayanmıyor, onun
toplumsal emellerinden kaynaklanıyordu.[112] Hiçbir
Avrupa ülkesinde orta sınıflar, entelijensiyalarını kendi toplumsal durumlarıyla
uzlaştıracak yeterli özsaygıyı geliştirememişlerdir; bu yüzden aristokrasi,
bütün siyasî önemini çoktan yitirdiğinde bile toplumsal ölçeği belirlemeyi
sürdürebilmiştir. Mutsuz Alman filisteni “tanrı vergisi kişiliği”ni, soyluluğun
çöküşünden zuhur eden ve aristokratik unvanları burjuvazinin parasına karşı
korumak için zorunlu olan kast kibrine karşı umutsuz mücadelesi sırasında
keşfetmişti. Bulanık kanbağı kuramları ve evlenmelerin sıkı denetim altına
alınması daha ziyade Avrupa aristokrasisinin yakın dönemine ait fenomenlerdir.
Disraeli, aristokrasinin istemlerini karşılamak için gerekli olan şeyi, Alman
filistenlerinden çok daha iyi biliyordu. Burjuvazi toplumsal statü elde etmek
amacıyla ne yaptıysa aristokratik kibri kandırmayı başaramadı, çünkü kast
zümresinin en önemli öğesinden, bireysel çaba ve erdemle ilgisi olmayan,
sadece doğumdan gelen aristokratik gururdan uzaktı. Bu “tanrı vergisi
kişilik”in, gelişimi için bireyin çabasını ve eğitimini gerektirdiğini
yadsıması mümkün değildi. Disraeli “kastın gururuna karşı ırkın gururunu
çıkardı”ğında,[113]
ne söylenirse söylensin Yahudilerin [soyluluğa benzer] toplumsal statüsünün
sonradan edinilmiş [burjuva ahlak ve başarı anlayışına] değil, sadece doğuma
bağlı olduğunu biliyordu.
Hatta
Disraeli bir adım daha ileri gitmişti. Yıllar geçtikçe çok sayıda zengin orta
sınıf mensubunun unvan satın aldığım gören aristokrasinin kendi değeri
hakkında son derece ciddi kuşkulara sürükleneceğini biliyordu. O
nedenle, oldukça amiyane ve popüler düşgücüyle, lngilizlerin “sonradan görme
ve melez bir ırktan olduklarını, oysa kendisinin saf kan Avrupalı olduğu”nu,
“bir İngiliz asilzadesinin yaşamını esas olarak Arap yasalarının ve Suriye
âdetlerinin düzenlendiğini, “cennetin kraliçesinin bir Yahudi olduğu”nu ya da
“askerlerin Rabbın sağ elinde Yahudi ırkının çiçeğini tuttuğu”nu korkmadan
söyleyerek, onları kendi oyunlarında mağlup etti.[114] Ve
en sonunda “artık İngiltere’de aristokrasi kalmadığını, çünkü aristokrasinin
asıl niteliğinin, hayvan-insanın üstünlüğü”[115] olduğunu
söylediğinde, daha sonraları burjuva ve türedi ırk görüşleri için kalkış
noktası olan modern aristokratik ırk kuramlarının en zayıf noktasına dokunmuş
oluyordu.
Yahudilik
ve Yahudi halkından olmak, asimile olmuş Yahudiler arasında basit bir doğum
gerçeğine dönüşerek, soysuzlaşmıştı. Başlangıçta bu, belli anıları ve umutları
paylaşan belli bir din, belli bir ulusallık anlamına gelmekteydi ve
ayrıcalıklı Yahudiler arasında bile hâlâ en azından belli ekonomik
avantajların paylaşılması demekti. Yahudi entelijensiyasının laikleşmesi ve
asimilasyonu, seçilmiş bir halka ait olma bilinci dışında, eski anı ve
umutlardan geride hiçbir şey bırakmayacak şekilde, özbilinci ve kendilerine
dair yorumlarını değiştirdi. Seçen ve reddeden tanrıya inanmadan kendilerinin
seçilmiş olduğuna inananlar sadece “ayrıksı Yahudiler” değilse de, bu boş
tarihsel misyon anlayışından tam gelişmiş bir ırk öğretisi çıkartan yegâne kişi
Disraeli idi. Disraeli, bu Semitik ilkenin, “doğamızdaki tinsel olan her şeyi
temsil” ettiğini, “tarihin inişlerinin ve çıkışlarının asıl çözümlerini
[burada] bulduklarını; “dil ve din” ne olursa olsun, “tarihin kilidi” olan
“ırkın her şey” demek olduğunu; çünkü “ırkı sadece tek bir şeyin oluşturduğunu,
onun da kan olduğunu” ve “sadece tek bir aristokrasi olduğunu, onun da,
mükemmel düzenin karışmamış ırkı”ndan oluşan “doğanın aristokrasi”si olduğunu
iddia etmeye hazırdı.[116]
Bununla
daha modern ırk kuramları arasındaki yakın ilişkiyi açıklamaya gerek yok. Ve
Disraeli’nin keşfi, ırksal ideolojilerin toplumsal aşağılık duygusuyla
mücadelede ne denli yararlı olabildiklerinin de bir kanıtıdır. Çünkü ırk
öğretileri nihayetinde çok daha uğursuz ve dolaysız siyasî amaçlara hizmet
etmişlerse de, makul ve ikna edici gelen çoğu yanlarının şu gerçekte yattığı
da doğrudur: Herhangi birinin, kendini ırksal vasıf gereğince doğumla seçilmiş
bir aristokrat olarak hissetmesini sağlamışlardır. Bu yeni seçilmiş kimselerin
seçkinlere, seçilmiş birkaç kişiye ait olmamalarının -ki bu her şeyden önce bir
soylunun gururunun içkin bir parçasıdır-, ama seçilmişliği durmadan büyümekte
olan bir ayaktakımıyla paylaşmak zorunda kalmalarının bu öğretiye ciddi bir
zararı dokunmamıştır, çünkü seçilmiş bir ırka ait olmayanlar da sayısal olarak
aynı oranda büyümekteydiler.
Ancak
Disraeli’nin ırk öğretileri, toplumun kurallarına ilişkin olağandışı bir
kavrayışın sonucu olduğu kadar, asimile olmuş Yahudilerin özgül laikleşme
süreçlerinin de bir ürünüydü. Yahudi entelijensiya, daha 19. yüzyılda bağımsız,
kendine inanan bir insanlığa duyulan güvenle birlikte Aydınlanma’nın da
devrimci çağrısını yitirmiş genel laikleşme sürecine yakalanmış ve o nedenle
eski gerçek dinsel inançların birer batıl itikada dönüşmesine karşı korunmasız
kalmış değildi sadece. Yahudi entelijensiya aynı zamanda ulusal bir dini
dinsel bir mezhebe dönüştürmek isteyen Yahudi reformcuların etkilerine de maruz
kalmıştı. Bunun için Yahudi inanışının iki temel unsurunu -Mesihçi umudu ve
İsrail’in seçilmişliğine olan inancı- dönüştürmek zorunda kaldılar ve Yahudilerin
yeryüzündeki diğer milletlerden ayrılığının son bulacağı günlerin geleceğine
olan dinî inançla birlikte Siyon’un nihai ihyası ile ilgili düşünceleri Yahudi
dua kitaplarından sildiler. Mesihçi umut olmadan seçilmişlik düşüncesi ebedî
ayrılık anlamına geliyordu; belli bir halka dünyanın kefaretini yükleyen
seçilmişlik inancı olmadan Mesihçi umut da, Yahudilerin siyasal
coşkuculuklarında son derece karakteristik bir unsur haline gelmiş olan
evrenselciliğin ve genel bir insanseverliğin yoğun bulutları arasında
buharlaşıp gitti.
Yahudi
laikleşmesinin en yazgısal unsuru, seçilmişlik kavramının Mesihçi umuttan
ayrılması olmuştur. Oysa Yahudi dininde bu iki unsur, tanrının insanlık için
öngördüğü kurtuluş planının iki veçhesiydi. Siyasal sorunları sadece yeryüzünde
bir cennet kurma amacını gerçekleştirerek nihai olarak çözme eğilimi, Mesihçi
umuttan doğmuştu. Tanrı tarafından seçilmiş olma inancından da, Yahudilerin doğaları
gereği daha kavrayışlı, iyi, sağlıklı ve hayatta kalmaya daha uygun oldukları
-tarihin motoru, yeryüzünün en iyileri gibi-, inanmayan Yahudilerle Yahudi
olmayanlarca da paylaşılan masalsı bir vehim üremişti. Coşkucu Yahudi aydınının
yeryüzündeki cennet hayali, bütün ulusal bağ ve önyargılardan özgür olma
hayali, siyasî gerçeklikten, Mesih’in gelmesi ve Yahudi halkının Filistin’e
dönmesi için yakaran atalarında olduğundan çok daha fazla kopmuştu. Öte
yandan herhangi bir coşkucu umut olmadan kendilerini yeryüzünün en iyileri
olduklarına ikna etmiş asimilasyon yanlılarının bu kutsal olmayan kibir yoluyla
diğer milletlerden ayrılıkları; ataları, Mesih’in günlerinde ortadan kalkacak da olsa İsrail’i
Yahudi olmayanlardan kopartan Kutsal Yasa’nın yarattığı ayrılıktan çok daha
etkiliydi. Ayrıksı Yahudileri tanrıya inançlarında bunca “aydınlatmış”
olan bu kibirdi ve her yerde ayrıksılık gösteren durumlarından ötürü İsrail’i
insanlığın geri kalanına bağlayan dinsel umudun güçlü bağlarını fiiliyatta
kopartan da kendilerine inanmalarını sağlayan batıl itikatlardı.
O
nedenle laikleşme sonuçta Yahudilerin ruh halinde son derece tayin edici olan
şöyle bir paradoks yarattı: Yahudilerin asimilasyonu -ulusal bilincin
tasfiyesiyle ulusal bir dini, itirafa ve günah çıkarmaya dayanan bir mezhebe
dönüştürmekle ve devletle toplumun isteksiz ve belirsiz taleplerini, aynı
ölçüde belirsiz oyunlar ve psikolojik hilelerle karşılamasıyla- son derece
reel bir Yahudi şovenizmi yarattı. (Tabiî bu şovenizmden, -Chesterton’un
sözleriyle- “bireyin kendisinin tapınılacak bir şey olarak görüldüğü; bireyin,
kendi kendinin ideali, hatta idolü olduğu” sapkın bir milliyetçiliği anlamak
şartıyla.) O andan sonra eski dinsel seçilmişlik kavramı artık Yahudacılığın
özü olmaktan çıkmış, onun yerine Yahudiliğin özü haline gelmişti.
Bu
paradoks en güçlü ve büyüleyici kişiliğini Disraeli’de bulmuştu. O hem bir
İngiliz emperyalisti, hem de bir Yahudi şovenistiydi. Ama her şeyden önce “İngiltere, Disraeli’nin
hayalindeki İsrail olduğu”[117] için, daha ziyade
düşgücünün oyunu olan bir şovenizmi bağışlatmak zor olmadığı gibi; Disraeli “tam
bir İngiliz olmadığı ve bundan gurur duyduğu” için, onun genişlemek uğruna
genişlemek gibi dar kafalı bir azimkârlıkla ortak hiçbir yanı olmayan İngiliz
emperyalizmini de bağışlatmak zor değildir.[118] Bu
kudretli büyücünün kendini asla çok ciddiye almadığını, her zaman toplumu
kazanmak ve popülaritesini artırmak (ki hepsi benzersiz bir büyüye yol
açmaktaydı) için oynadığını çok açık bir biçimde gösteren bu tuhaf zıtlıklar,
bütün konuşmalarına, onu emperyalist takipçilerinden tamamen farklı kılan
şarlatanca bir coşkunluk ve hayal öğesi katıyordu. Disraeli’nin en büyük şansı,
Manchester’ın ve işadamlarının bu emperyalist hayali henüz teslim almadıkları,
hatta “sömürge maceralarına sert ve şiddetli bir muhalefet gösterdikleri bir
sırada bu hayale kapılmış ve oyununu oynamış olmasıydı. Kana ve ırka beslediği
-altın ile kan arasında güçlü bir doğaüstü bağlantı bulunduğuna dair eski romantik
halk saflıklarını da barındıran- boş inançlar, Afrika’da, Asya’da ya da
Avrupa’da katliamlara girişmek gibi bir ihtimale uzanmıyordu. Tanrısal
yetenekleri pek olmayan bir yazar olarak işe başladı ve şansı yardımıyla
parlamento üyesi, parti lideri, başbakan ve İngiltere Kraliçesi’nin dostu bir
aydın olarak kaldı.
Disraeli’nin,
Yahudilerin siyasî yaşamdaki rollerine ilişkin tasarımının izlerini, henüz
siyasî yaşama adımını atmamış, basit bir yazar olduğu döneme götürmek
mümkündür. Konuyla ilgili düşünceleri şahsî deneyimlerinden kaynaklanmıyordu,
ama onlara bütün yaşamı boyunca hatırı sayılır bir dirençle sarılmıştır.
İlk
romanı Alroy'da (1833) Disraeli,
Yahudilerin [toplumdan] tamamen ayrılmış bir sınıf olarak yönetimde bulunduğu
bir Yahudi imparatorluğu planı sunmaktaydı. Roman, genç yazarın zamanının
gerçek iktidar koşulları hakkındaki cehaletinin yanı sıra, Yahudilerin iktidar
olanaklarına ilişkin güncel yanılsamaların da etkisini ortaya koymaktadır.
Onbir yıl sonra, parlamentodaki siyasî deneyimleri ve kodamanlarla kurduğu
yakın münasebet Disraeli’ye “bir zamanlar nasıl olmuş olursa olsun, kendi
zamanında Yahudilerin hedeflerinin, herhangi bir biçim altında siyasî ulusallık
vücuda getirme savından büyük oranda koptuğunu” öğretti.[119] Yeni romanı Coningsby’de
Yahudi İmparatorluğu hayalini bırakmış ve onun yerine sarayların,
imparatorlukların ve diplomasideki yüksek kuralların iniş ve çıkışlarına
Yahudi parasının hükmettiği masalsı bir şema ortaya koymuştur. Disraeli,
başlangıçtaki gizemli hâkim kast hayalinin yerine geçirdiği, seçilmiş ırkın
seçilmiş insanlarının sahip olduğu gizli ve gizemli nüfuz anlayışından yaşamı
boyunca asla vazgeçmedi. Bu anlayış siyaset felsefesinin ekseni durumuna
geldi. Devletlere borç verip komisyon alan, büyük hayranlık duyduğu Yahudi
bankerlerin aksine, Disraeli bütün meseleye dışardan, bu tür iktidar
olanaklarının ancak iktidar hırsı olmayan kimselerce gün be gün kullanılabileceğine
akıl erdiremeyen birinin gözüyle baktı. Anlayamadığı şey şuydu: Bir Yahudi
banker nasıl olur da siyasetle Yahudi olmayan meslektaşlarından daha az
ilgilenirdi; Yahudi servetinin Yahudi politikası için bir araç olması
Disraeli’ye son derece doğal geliyordu. Yahudi bankerlerinin iş konularında ve
uluslararası bilgi ve haber alışverişinde gayet iyi işleyen bir örgütlenmeye
sahip olduklarını gördükçe, kimsenin ruhu duymadan dünyanın kaderini elinde
tutan bir nevi gizli cemiyetle karşı karşıya bulunduğuna iyiden iyiye kanaat
getirdi.
Gizli
bir cemiyetin bir Yahudi fesadı tertip ettiği inancının, antisemitik bir
kamuoyunun gözünde ne kadar büyük bir propaganda değeri taşıdığı ve dinsel
amaçlı cinayetler ve zehirlemeler hakkındaki Avrupalıların bütün geleneksel
önyargılarını nasıl beslediği herkesin malumudur. Disraeli’nin tamamen zıt
amaçlarla ve kimsenin gizli cemiyetleri ciddiye almadığı bir sırada aynı
sonuçlara varmış olması oldukça önemlidir, zira bu uydurmaların ne ölçüde
toplumsal güdülerden ve küskünlüklerden kaynaklandığını, olaylara ya da
siyasal ve ekonomik faaliyetlere bundan daha abes hakikatlerle
getirilebileceğinden çok daha makul açıklamalar getirdiğini göstermektedir.
Kendisinden sonraki çok daha az bilinen ve daha az muhterem şarlatanların gözünde
olduğu gibi Disraeli’nin gözünde de siyaset, gizli cemiyetler arasında oynanan
bir oyundan ibaretti. Sadece Yahudiler değil, nüfuzunu siyasal olarak
örgütleyememiş ya da toplumsal ve siyasal sisteme karşı olan başka her grup
Disraeli için sahne gerisindeki güçler haline gelmiştir. 1863’de
“gizli cemiyetlerle Avrupalı milyonerler arasında bir mücadele”ye tanık
olduğunu düşünüyordu; “şimdiye dek kazanan hep Rothschild olmuştu”.[120] Ama yine de “bu gizli cemiyetler,
insanların doğal eşitliğini ve mülkiyetin kaldırılmasını telaffuz
etmekteydiler”;[121] 1870 gibi geç bir tarihte
Disraeli hâlâ ciddi ciddi “perdenin gerisindeki” güçlerden söz
edebiliyor ve “gizli cemiyetlerin ve onların uluslararası enerjilerinin,
Roma Kilisesi’nin ve onun üzerinde hak iddia edenlerin yöntemlerinin, bilim ile
iman arasındaki ebedî ve ezelî çatışmanın” insanlık tarihinin seyrini belirlemek
üzere iş başında olduklarına bütün içtenliğiyle inanabiliyordu.[122]
Disraeli’nin inanılmaz
naifliği bütün bu “gizli” güçleri Yahudilerle ilişkilendirmesine neden
olmuştu. “İlk Cizvitler,
Yahudilerdi; Batı Avrupa’yı paniğe sokan gizemli Rus diplomasisi
Yahudiler tarafından örgütlenmekte ve esas olarak onlar tarafından
yürütülmektedir; şu anda Almanya’da hazırlanmakta olup ve ikinci ve daha büyük
bir reformasyon anlamı taşıyan zorlu devrim ... tamamen Yahudi casusların
denetimi altında gelişmektedir”; “her (komünist ve sosyalist grubun) başında Yahudi ırkından gelen biri
bulunmaktadır; tanrının sevgili kulları tanrı tanımazlarla işbirliği yapmaktadır;
en becerikli mülk sahipleri komünistlerle ittifak halindedir; özel ve seçilmiş
ırk, Avrupa’nın posalarının, düşük kastlarının elindedir! Bütün bunların
sebebi, adını bile onlara borçlu olan ve artık uranlığına katlanamadıkları
nankör Hıristiyanlığı yok etmek için duydukları istektir”.[123]
Disraeli’nin düşgücüne göre dünya tamamen Yahudi kesilmiştir.
Bu
müstesna vehimde, Hitler’in en mahir propaganda hokkabazlıklarından Yahudi
kapitalist ile Yahudi sosyalist arasında gizli bir ittifakın varolduğu
çığlıklarının ilk izleri vardı. Düşsel ve masalsı da olsa bütün bu şemanın
kendine özgü bir mantığı olduğunu inkâr etmek mümkün değildir. Disraeli’nin
yaptığı gibi Yahudi politikasını saptayanların Yahudi milyonerler olduğu
varsayımından hareket edilirse; Yahudilerin (gerçeği yeterken, Yahudilik
savunucuları tarafından yine de aptalca abartılan) yüzlerce yıldır katlandığı
hakaretler gözönüne alınırsa; Yahudi bir milyonerin oğlunun işçi hareketinin
lideri olmasının pek de nadir rastlanan durumlardan olmadığı görülürse ve
deneyimlere dayanarak Yahudi aile bağlarının ne denli sıkı olduğu da
biliniyorsa, Disraeli’nin Hıristiyanlara yönelik beslediği intikam hesabı
imgesinin pek de zorlama olmadığı görülecektir. Elbette işin gerçeği şuydu:
Banker babalan işçilerle hiçbir zaman acık bir sınıf çatışmasına girmedikleri
için, Yahudi milyonerlerin çocuklarında solcu hareketlere karşı bir eğilim bulunmaktaydı.
O yüzden sıradan bir burjuva ailesinin çocuğunda doğal olarak bulunması
gereken sınıf bilincinden tümüyle yoksundular. Öte yandan ve tamamen aynı
nedenlerden ötürü diğer sınıfların Yahudilere karşı gösterdikleri doğal
antisemitik hissiyat, gizli veya açık, işçiler arasında yoktu. Çoğu ülkede
Yahudilerin asimilasyonu konusunda yegâne gerçek olanakları sunanların solcu
hareketler olduğu açıktır.
Disraeli’nin
siyasal yaşamı durmadan gizli cemiyetlerle açıklama düşkünlüğü, sonradan daha
az Avrupalı pek çok aydına ikna edici gelecek olan birtakım deneyimlere dayanmaktaydı.
Disraeli deneyimlerinden şunu öğrenmişti: İngiliz toplumunda bir yer edinmek,
parlamentoda sandalye kazanmaktan çok daha zor bir işti. Disraeli’nin zamanındaki
İngiliz sosyetesi, parti ayrımlarından uzak olarak, gözde kulüplerde biraraya gelmekteydi.
Siyasî bir seçkin grubun oluşmasında son derece önemli olsalar da, bu kulüpler
devletin denetiminden uzaktılar. Dışardan bakan birine gerçekten de son
derece gizemli görünüyorlardı. Herkesi kabul etmemelerinden dolayı gerçekten
de gizliydiler. Bununla birlikte, ancak başka sınıf üyeleri de buralara kabul
edilmek isteyip de, reddedildiklerinde veya akla hayale gelmedik sayısız akıl
dışı güçlüklerle karşılaştıklarında gizemli bir hale girdiler. Hiçbir siyasal
payenin, ayrıcalıklılarla bu yakın birlikteliğin sağlayabileceği zaferlerin
yerini dolduramayacağına kuşku yoktur. Disraeli’nin emelleri ciddi siyasal
yenilgilerin ardından yaşamının sonunda bile tükenmedi, “Londra
sosyetesinin en etkili siması” olarak kaldı.[124]
Gizli
cemiyetlerin fevkalade önemli olduğuna ilişkin naif kesinlik duygusu açısından
bakıldığında, Disraeli toplumun dışında doğmuş, toplumun kurallarım asla
layıkıyla anlayamamış yeni toplumsal tabakaların öncüsüydü. Bu tabakalar
kendilerini, toplum ile siyaset arasındaki ayrımların durmadan flulaştığı ve
görünüşteki kaotik koşullara rağmen her zaman aynı dar sınıf çıkarlarının
kazançlı çıktığı bir durum içinde görmekteydiler. Dışarıda kalan birinin, bilinçli
bir biçimde kurulmuş, kesin hedefleri olan bir örgütün hatırı sayılır sonuçlar
elde edebileceği yargısına ulaşması son derece mümkündü. Ve bütün bu toplumsal
oyunu, bu yarı bilinçli çıkarlar oyununu ve özünde hedef gütmeyen entrikaları
belirli bir politikaya dönüştürmek için ihtiyaç duyulan tek şeyin kararlı bir
siyasî irade olduğu da doğrudur. Bu irade Dreyfus Davası sırasında kısa bir
süre Fransa’da, yine Hitler’in iktidara gelmesinden önceki onyılda Almanya’da
kendini gösterdi.
Ancak
Disraeli sadece İngiltere’nin dışında değil, Yahudi toplumunun da dışında
biriydi. Büyük hayranlık beslediği Yahudi bankerlerin zihniyeti hakkında en
ufak bir bilgisi yoktu ve şayet burjuva toplumundan dışlanmış olmalarına rağmen
(ki aslında hiçbir zaman bu topluma girmeye çalışmamışlardır) bu “ayrıksı
Yahudiler”in, burjuva toplumunun en başta gelen ilkesini (siyasî etkinlik,
mülkiyetin ve kârın korunması etrafında döner) paylaştıklarını fark etseydi,
gerçekten de büyük hayalkırıklığına uğrardı. Disraeli, dışa dönük bir siyasî
yapısı olmayan, üyeleri hâlâ yakın aile ve iş bağlantıları ile birbirine bağlı
tek bir grup görmüş ve etkilenmişti. Ne zaman onlarla bir işi olsa, (örneğin
Süveyş Kanalı hisseleri, -Mısır Hıdivi’nin satmak için yanıp tutuştuğunu
öğrenen- Henry Oppenheim’ın bilgisiyle İngiliz hükümetine teklif edildiğinde
ve satış, Lionel Rothschild’den alman dört milyon sterlinin yardımıyla
yapıldığında olduğu gibi) düş dünyası harekete geçiyor ve her şeyin “kanıtlandığını”
görüyordu.
Disraeli’nin
gizli cemiyetlerle ilgili ırkçı kanaatleri ve kuramları son tahlilde, gizemli
görünen ama aslında hayal ürünü olan bir şeyi açıklama arzusundan ileri
gelmekteydi. “Ayrıksı Yahudiler”in hayal ürünü gücünden siyasal bir gerçeklik
çıkarması mümkün değildi, ama bu hayallerin kamusal korkular haline gelmesini
sağlayabilir ve canı sıkılmış bir toplumu korku masallarıyla oyalayabilirdi,
nitekim öyle de yaptı.
Çoğu
ırk fanatiği ile tutarlı olarak Disraeli, “yeni moda milliyet ilke ve
duygusu”nu küçümsemiştir.59 Ulus-devlet temelinde bir siyasal
eşitlikten nefret etmiş ve bu koşullar altında Yahudilerin bekasından endişe
duymuştur. Irkın eşitliğe karşı siyasal olduğu kadar toplumsal bir sığmak da
oluşturabileceğini hayal etmiştir. Zamanının soyluları hakkında, Yahudiler
hakkında olduğundan çok daha fazla şey bildiği için ırk kavramına aristokratik
kast kavramlarını model almasında şaşırtıcı bir yan yoktur.
Toplumsal
bakımdan ayrıcalıksız olanlara ilişkin bu düşüncelerin netice alacaklarına hiç
kuşku yoktu; ama Afrika üzerindeki kapışmalardan sonra, siyasal hedeflerle
uyumlu hale getirildiklerinde siyasetin gerçek ihtiyaçlarını karşılamamış
olsalardı, Avrupa’nın siyasal sahnesinde hiçbir önemleri olamazdı. 19. yüzyılın
yegâne Yahudisi olan Disraeli’ye gerçek popülaritesinin büyük kısmını
kazandıran, burjuva toplumunun bunlara inanma arzusuydu. Sonunda Disraeli’nin
iyi talihinden sorumlu aynı eğilim, halkının büyük bir felakete
sürüklenmesinden de sorumlu oldu. Ama bu Disraeli’nin suçu değildi.
Paris’e
haklı olarak le capitale du dixneuvieme siede (ondokuzuncu
yüzyılın başkenti -Walter Benjamin) denmiştir. Vaadlerle dolu 19. yüzyıl,
Fransız Devrimi ile başlamış, yüzyıldan fazla bir zamandır citoyeri
in [yurttaş] soysuzlaşarak burjuvaya dönüşmesine karşı verilen ve Dreyfus
Davası’nda dibe vuran beyhude bir mücadeleye tanıklık etmişti. Şimdi ise ondört
yıllık ürkütücü bir mola verilmişti. Her şeye rağmen Birinci Dünya Savaşı’nı
Fransa’nın en son devrim çocuğu olan Clemenceau’nun Jakoben çağrısı kazanabilirdi,
ama muhteşem nation par excellence yüzyılı kapanmıştı[125]
ve siyasal öneminden, toplumsal ihtişamından uzak Paris, bütün ülkelerin
avant-garde aydınlarına terkedilmişti. Fransa’nın, Disraeli’nin ölümünden
hemen sonra Afrika’nın talanı ve Avrupa’daki emperyalist tahakküm çekişmeleri
ile başlayan 20. yüzyılda çok küçük bir rolü olmuştur. Fransa’nın kısmen diğer
ulusların ekonomik bakımdan genişlemeleri ve kısmen de içerden uğradığı
parçalanmalar nedeniyle yaşadığı gerileme, ulus-devlete içkin gibi görünen
biçimler almış ve yasalar izlemiştir.
Belli
ölçülerde 1880 ve 1890’larda Fransa’nın başına gelenler, sonraki 30-40 yılda
bütün Avrupa ulus-devletlerinin de başına gelmiştir. Ne kadar farklı tarihlerde
de olsa Weimar ve Avusturya Cumhuriyetleri’nin tarihsel bakımdan Üçüncü
Cumhuriyet’le ortak pek çok özellikleri vardır ve 1920’lerin ve 1930’ların
Almanya ve Avusturya’sındaki belli siyasal ve toplumsal örüntüler, neredeyse
bilinçli bir şekilde Fransa’nın fin-de-siecle’ı [yüzyıl sonu]
örneğini izlemiştir.
19.
yüzyıl antisemitizmi doruğuna Fransa’da ulaşmış ve Fransa’da varolmayan
emperyalist eğilimlerle temas kurmadan, ulusal bir mesele olarak kaldığı için
yenilgiye uğramıştır. Bu antisemitizm türünün belli başlı özellikleri, Birinci
Dünya Savaşı’ndan sonra Almanya ve Avusturya’da yeniden ortaya çıkmıştır ve her
iki ülkenin de Yahudileri üzerinde, daha az keskin ve uç etkilerle daha
bozulmuş olmakla beraber neredeyse aynı toplumsal etkiyi yaratmıştır.[126]
Ancak
Yahudilerin, Yahudi olmayan toplum içindeki rollerini örneklemek amacıyla
Faubourg Saint-Germain salonlarının seçilmesinin başlıca nedeni, bu ölçüde heybetli
bir toplumun başka hiçbir yerde bulunmaması, ya da burası hakkında daha gerçek
bilgilere sahip olunmasıdır. Yarı Yahudi ve olağanüstü durumlarda kendini bir
Yahudi olarak tanıtmaya hazır olan Marcel Proust’un “geçmişteki şeyler”i
aramaya koyulduğunda yazdıkları, aslında kendisine hayran eleştirmenlerden
birinin dediği gibi apologia pro vita sua [kendi yaşamı için bir
savunma] idi. 20. yüzyıl Fransa’sının bu en büyük yazarının yaşamı yalnızca
sosyete içinde geçmiştir; bütün olaylar ona, sosyeteye yansıdığı ve birey
tarafından yeniden düşünüldüğü biçimiyle görünmüştür. Öyle ki bu düşünmeler ve
yeniden düşünmeler, Proust’un dünyasının özgül gerçekliğini ve dokusunu
oluşturur.[127]
A la recherche du temps perdu [Geçmiş
Zaman Peşinde] [roman kişisi], tıpkı Proust’un eserini yazmaya karar
verdiğinde ortadan kaybolması gibi dilsiz ve iletişimsiz bir yalnızlığa
çekildiğinde bile, birey de, düşünceleri de topluma ait olmayı sürdürür. Orada,
bütün dünyasal oldu bittileri bir iç deneyime dönüştürmeye çalışan içsel
yaşam, düşünsel hakikatin görülebileceği bir ayna haline gelir. İç deneyimini
seyreden birey, yaşama dolaysız yaklaşmayan, gerçekliği sadece yansıtıldığı
biçimiyle algılayan yanıyla toplumdaki seyirciyi andırır. Sosyetenin
kıyısında doğmuş, ama dışardan biri de olsa meşru biçimde sosyeteye ait biri
sıfatıyla Proust’un bu iç deneyimini, kendisine göründüğü ve sosyete
mensuplarınca yansıtıldığı biçimiyle [bu hayatın veçhelerinin bütününü kavrayacak
ve üretecek bir ustalıkla değerlendirmesi], onun dehasının bir göstergesidir.
Sosyetenin
kendini kamusal kaygılardan tamamen kurtardığı ve siyasetin toplumsal yaşamın
bir parçası haline geldiği bu dönemin Proust’dan daha iyi bir tanığı yoktur.
Burjuva değerlerinin yurttaşın sorumluluk duygusu üzerinde sağladığı zaferin,
siyasal konuların ayrışarak sosyete içinde gözalıcı, büyüleyici düşüncelere
dönüşmesi gibi bir anlamı vardı. Proust’un da bu sosyetenin gerçek bir örneği
olduğunu buna eklemek gerekir; çünkü “Yahudasızlaştırılmış
bir Yahudiliğin en büyük tanığı” olan o, sosyetenin en gözde “erdemsizlikleri”nin ikisine de
(yani Yahudilik “erdemsizliği” ile eşcinsellik “erdemsizliği”) bulaşarak
ve bunları “şimdiye dek Batı Yahudiliği adına yapılmış en karanlık terkip”[128]
içinde biraraya getirmişti ve [sosyetenin bu rezillik hakkındaki] düşünceleri
ile bireysel düşünceler birbirine son derece benzemekteydi.[129]
Rezilliğin, suçun sosyetedeki
yarısısından başka bir şey olmadığını keşfeden Disraeli oldu.
Sosyetenin kabul ettiği İnsanî kötülük iradenin eylemi olmaktan çıkmış,
insanların ne seçebilecekleri ne de reddedebilecekleri, onlara dışarıdan
dayatılan ve uyuşturucunun alışkanlık yaratmasındaki buyurganlık kadar
hükmedici, içkin, psikolojik bir niteliğe dönüşmüştür. Suçu
soğurup, rezilliğe dönüştürmekle sosyete bütün sorumluluğu inkâr etmekte ve
insanların kendilerini bulaşmış buldukları bir uğursuzluklar dünyası kurmaktadır.
Güzide muhitlerin dar ve filisten bulduğu, normdan her sapmayı suç olarak
değerlendiren ahlakçı yargı, [insanları otomatik işleyen bir mekanizmanın
yasalarına göre aşağılayan modern psikolojinin İnsanî “anlayışına” kıyasla] en
azından insanın onuruna ive irade serbestisine] daha saygılıydı. Şayet suç,
doğal olsun ekonomik olsun, bir tür uğursuzluk olarak anlaşılırsa bu durumda
herkesin ondan nasibini almış olduğu düşünülecektir.
“Ceza, suçlunun hakkıdır”;
[ama] (Proust’un kelimeleriyle) şayet “yargıçlar, ırksal yazgı... dan
kaynaklanan nedenlerle Yahudilerde ihaneti, sapkınlarda cinayeti bağışlamaya
kalkar ya da böyle bir eğilim gösterir”se, suçlu da bu hakkından mahrum edilmiş
olur. Bu saptırılmış hoşgörünün ardında cinayette ve ihanette bir çekicilik
bulma hali vardır, öyle ki bir anda bu çekicilik sadece bütün gerçek suçluları
değil, belli suçları işlemeye “ırksal olarak” yazgılı olan herkesi yok etme
kararma kayabilir. Hukuksal
ve siyasal aygıtın toplumdan ayrılmadığı, o nedenle toplumsal ölçütlerin bu
aygıta sızdığı, siyasal ve hukukî kurallar halini aldığı her zaman bu değişiklikler
vuku bulur. Suç ile rezilliği eşitleyen görünüşteki bu geniş görüşlülüğe kendi
yasal kodlarını kurması için göz yumulursa, bu anlayış ne kadar sert olursa
olsun insanı davranışlarından sorumlu gören, onu bağımsız sayan yasalardan
daha vahşi ve gayri insan! olduğunu şaşmaz bir biçimde kanıtlayacaktır.
Ancak
Proust’un betimlediği şekliyle Faubourg Saint- German, bu gelişmenin ilk
evrelerinde bulunmaktaydı. Eşcinselleri arasına almıştı, çünkü kendini
rezillik olduğuna hükmettiği şeyin cazibesine kapılmış hissediyordu. Proust,
kişisel büyüsü ve eski adı sayesinde “rezilliğine” bir zamanlar ancak tahammül
edilen, [romanın kahramanı] Monsenyör de Charlus’un toplumun doruklarına nasıl
tırmandığını anlatır. Artık çifte bir hayat sürdürmeye, kuşkulu tanıdıklarını
gizlemeye gerek duymaz, onları gözde evlerin salonlarına getirmesi için
cesaretlendirilmiştir. Normal olmadığını düşünmesinler diye eskiden uzak
durmaya gayret edeceği - aşk, güzellik, haset gibi- sohbet konuları, şimdi
görüşlerini dayandırdığı “tuhaf, gizli, süzme ve ucube bir deneyim olarak”,
doymak bilmez bir açgözlülükle karşılanmaktadır.[130]
Yahudilerin
başına da bunlara çok benzer şeyler geldi. Ayrıksı Yahudiler, asalet sahibi
bireyler, İkinci İmparatorluğun sosyetesi tarafından müsamaha ile karşılanmış,
hatta iltifat görmüşlerdi, ama şimdi Yahudilerin popülariteleri bizzat Yahudi
sıfatıyla artıyordu. Her iki durumda da toplumu harekete geçiren etken,
önyargılarda meydana gelen bir değişme değildi. Ne eşcinsellerin “suçlu” ne de
Yahudilerin “hain” olduklarından kuşku duymayı kesmediler; sadece suça ve
ihanete karşı tutumlarım değiştirdiler. Bu yeni geniş görüşlülüklerinin
yarattığı sorun, artık eşcinsellerden korkmamaları değil, suçtan
korkmamalarıydı. Geleneksel yargıdan bir nebze olsun kuşku duymadılar. 19.
yüzyılın en gizli hastalığı, korkunç bir can sıkıntısı ve bıkkınlık, çıban gibi
patlamıştı. Toplumun bu tatsız durumda çağırdığı kopuklar ve paryalar, ne
olurlarsa olsunlar en azından can sıkıçı değildiler ve Proust’un yargısına
güvenecek olursak, fin de siecle toplumunun hâlâ tutku kapasitesi
olan yegâne insanlarıydı. Proust bizi, sadece insanın (Monsenyör de Charlus’un
Morel’e duyduğu sapkın tutkuda, Yahudi Swann’ın fahişesine duyduğu yakıcı
bağlılıkta ve yazarın, romanda rezilliğin kişileşmesi olan Albertine’e karşı
beslediği umutsuz kıskançlıkta temsil edilen) sevme yeteneğini izleyerek,
toplumsal temaslar ve emeller labirentinde dolaştırır. Proust’un,
dışardakileri ve yeni gelenleri, “Sodom ve Gomore”nin sakinlerini, sadece daha
insan olduklarından değil, daha normal oldukları için de saydığı son derece
açıktır.
Yahudilerin
ve eşcinsellerin çekiciliğini ansızın keşfetmiş olan Faubourg Saint-Germain ile
“Yahudilere ölüm” diye bağıran ayaktakımı arasındaki fark, salonların henüz
açıkça suçla yan yana gelmemiş olmasında yatıyordu. Bunun anlamı şuydu: Bir
yandan henüz cinayete etkin bir biçimde katılmak istemiyorlardı, öte yandan da
hâlâ Yahudilere karşı açıkça bir antipati duyuyor ve eşcinsellerden
korkuyorlardı. Bunun da şöyle bir sonucu oldu: Yeni üyelerin kimliklerini
açıkça itiraf edemedikleri hem de saklayamadıkları bu ikircikli durumdan,
açığa vurma ve gizleme, yarı itiraf, yarı yalan, abartılı bir tevazu ile
abartılı bir kibirden oluşan karmaşık bir oyun doğdu. Bütün bunlar, kişinin
sadece Yahudiliğiyle (ya da eşcinselliğiyle) seçkin salonların kapılarını
açmasının, ama aynı zamanda da bu salonların sözkonusu kişinin durumunu son
derece güvensiz kılmasının sonucuydu. Bu ikircikli durumda Yahudilik, Yahudi
birey için, her ikisi de “ırksal yazgı”da içkin bulunan hem bedensel bir leke
hem de gizemli bir kişisel ayrıcalıktı.
Proust,
biteviye yabancı, egzotik, tehlikeli olanı gözleyen toplumun; sonunda rafine
olanı ucube olanla nasıl özdeşlediğini ve “yerli oyuncuların oynadığı” tuhaf
ve alışılmadık “Rus ve Japon oyunları” gibi -gerçek ya da hayal ürünü-
ucubeliklere;[131]
“sadece tatma düşüncesinin bile yürek atışlarını hızlandırdığı tuhaf ünlü
meyvaların bulunduğu egzotik ve kökeni şüpheli bir kutuyu andıran, boyalı, şiş
göbekli ve düğmeleri sımsıkı iliklenmiş [dönmeyi oynayan] oyunculara;[132]
“doğa üstü bir duyu” saçtıklarına inanılan ve “sınırsızlığın gizini öğrenmek
için sanki [bir ruh çağırma seansındaymış] gibi” çevresine toplanılan “deha
sahibi insanlar”a nasıl kucak açtığını uzun uzadıya anlatır.[133]
Bu “nekromani” [ölüseverlik] ikliminde Yahudi bir beyefendi
yahut bir Türk hanım, “sanki gerçekten de bir medyumun çağırdığı yaratıklar”
gibi görünebilecektir.[134]
Bu
egzotiklik, yabancılık ve ucubelik rolünün, hemen hemen yüzyıldır toplum
tarafından “yabancı türedi”ler olarak kabul gören ve dostluklarını kimsenin
gurur konusu etmeyi aklından bile geçirmeyeceği “ayrıksı Yahudi” bireylerce
oynanamayacağı açıktır.[135]
Asimilasyonlarının ilk evrelerinde, yakından tanınan yapılarla böyle bir özdeşlik
sosyetenin düşgücünü ve beklentilerini ciddi ölçülerde sınırlandıracağından,
Yahudi topluluğu ile özdeşleştirilmemiş, bu topluluğun temsilcisi olmayan,
tanınmayan kimseler bu rol için biçilmiş kaftandılar. Swann gibi toplum için
olağanüstü meziyetleri olan, genelde keyif veren kimseler kabul gördüler, ama
Bloch gibi “hiç tanınmamış bir aile”ye mensup olup da “sadece Hıristiyan
yüzeyin değil, Yahudi kastlarının da her birinin bir alttakine hakaretlerle
ezerek uyguladığı bir okyanusun tabanındaki basıncı andıran inanılmaz baskılara
dayanmak zorunda kalan” kişilere çok daha büyük bir coşkuyla kucak açıldı.
“Gelen her yeni kuşak, Yahudi aileleri arasından kendisini açık havaya
çıkartacak yolu yine kendisi kazmak zorunda”idi.[136] Oysa
toplumun yabancı ve (kendi kanısına göre) sefih olanı içine almakta gösterdiği
isteklilik, kuşaklar boyu sürmekte olan bu tırmanışın karşısına kestirme bir
yol çıkarmıştı. Bunun, Panama Skandalı sırasında Fransa Yahudilerinin meydanı
bazı vicdansız Alman Yahudisi maceracılara bırakmasından kısa bir süre sonra
gerçekleşmesi bir raslantı değildi; unvanı olsun olmasın, İkinci
İmparatorluğun eski iyi günlerinin hayalini kurabildikleri antisemitik ve
monarşist salonların sosyetesini her zamankinden daha çok arayan ayrıksı Yahudi
bireyler, kendilerini, evlerine asla davet etmeyecekleri kişilerle aynı
kategori içinde buluverdiler. Ayrıksılık olarak Yahudilik, Yahudilerin
sosyeteye alınmalarının sebebi olmuştu. Bu durumda da “kendi içinde sağlam bir
topluluk, türdeşlik oluşturan”, henüz türedi din kardeşleriyle “aynı
asimilasyon derecesine ulaşamamış olan [Yahudilere] hiç benzemeyen” kimseler
yeğlendi.[137]
Benjamin
Disraeli, ayrıksı olduklarından ötürü sosyeteye kabul edilen Yahudilerden biri
olmakla beraber, kendini “seçilmiş bir ırkın seçilmiş kişisi” olarak laik
tarzda takdimiyle, Yahudilerin kendi kendilerini yorumlayışının hatlarını
çizerek, bir ön belirti niteliği taşımaktaydı. Bu deyim yerindeyse fantastik ve
incelikten yoksun durum, şayet toplumun Yahudilerden beklentilerine tuhaf bir
biçimde denk düşmeseydi, Yahudilerin bu müphem rollerini oynamaları asla mümkün
olamazdı. Kuşkusuz ne Disraeli’nın kanaatlerini bilinçli bir biçimde
benimsediler ne de yüzyılın başındaki Prusyalı seleflerinin kendileriyle
ilgili ilk çekingen ve sapkın yorumlarını berraklaştırmayı amaçladılar; çoğu,
Yahudi tarihi hakkında hiçbir şey bilmemenin bahtiyarlığı içindeydi. Ama Batı
ve Orta Avrupa’da toplum ile devletin oluşturduğu belirsiz koşullar altında
eğitimden, laikleşme sürecinden ve asimilasyondan geçtikleri her yerde,
Yahudiler köklerinde zımnen varolan, ayrıcalık ve egemenlik biçiminde de olsa
Yahudi soyluların hâlâ duymakta olduğu siyasal sorumluluk boyutunu yitirdiler.
Dinsel ve siyasal yan anlamlarını yitiren Yahudi köken olgusu, her yerde
“Yahudi olma”ya dönüşerek psikolojik bir nitelik aldı ve o andan sonra ancak
erdem ya da erdemsizlik\rezillik kategorileri içinde görüldü. Şayet
“Yahudilik”in, onu bir suç olarak gören önyargı olmadan, saptırılarak ilgi
çekici bir erdemsizlik haline getirilmesinin mümkün olamayacağı doğru ise,
böyle bir saptırmanın, onda doğuştan bir erdem bulan Yahudilerce mümkün
kılındığı da aynı ölçüde doğrudur.
Asimile olmuş Yahudiler, Musa
dininden yabancılaşmakla suçlanıp, karalandılar. Şehitlik gibi eski bir değeri
de yitirmiş olduklarından, başlarına gelen bu nihaî felaketin ekseriyetle
korkunç ve bir o kadar anlamsız bir katlanış olduğuna inanılır. Bu
sav, iman ile hayatın eski biçimleri sözko- nusu olduğunda, Doğu Avrupa
ülkelerinde de aynı ölçüde görünür bir “yabancılaşma” olduğu gerçeğini gözardı
etmektedir. Ama Batı
Avrupa Yahudilerini “Yahudasızlaşmış” olarak gören malum anlayış, başka bir
nedenden dolayı da yanıltıcıdır. Resmî Museviliğin aksi yöndeki son derece
ilginç sözlerine rağmen Proust, asimile olmuş Yahudilerin özel yaşamlarında ve
günlük deneyimlerinde Yahudi doğmuş olmanın böylesi tayin edici bir rolü
olmadığını göstermektedir. Dinin özel bir mesele olduğu anlayışıyla, ulusal
bir dini dinsel bir mezhebe dönüştüren Yahudi reformcu, Yahudi ulusallığını
sırtından atmak için bir dünya yurttaşı gibi davranan Yahudi devrimci, “evde Yahudi,
sokakta insan” olan
eğitimli Yahudi -bütün bu insanlar, ulusal bir vasfı özel bir meseleye
döndürmeyi başarmış kimselerdir. Sonuçta özel yaşamları, kararları ve
duyguları, tam da “Yahudiliklerinin merkez! haline geldi. Ve Yahudi doğmuş
olma gerçeği, dinsel, ulusal ve sosyo-ekonomik anlamını yitirdikçe, Yahudilik
de bir takıntı durumuna geldi; fiziksel bir kusur ya da özür nasıl kişinin
takıntısı olabilirse, bu da Yahudilerin takıntısı oldu ve bir kimsenin kendini
rezilliğine kaptırması gibi, Yahudiler de kendilerini bu takıntıya kaptırdılar.
Proust’un
“doğuştan mizaç”ı, başarı ve başarısızlığın Yahudi doğmuş olma gerçeğine bağlı
olduğu bir toplum tarafından büyük ölçüde meşrulaştırılan bu kişisel, özel
takıntıdan başka bir şey değildir. Proust, sadece toplumsal veçhesini veya
bireysel yorumlarını görüp anlattığı için yanlış bir biçimde onu “ırksal yazgı”
olarak değerlendirdi. Ve uzaktan izleyen biri için Yahudi hizbinin
davranışları, eşcinsellerin davranış örüntülerinden farksız bir takıntıyı
sergiliyordu. Her iki grup da ya üstünlük ya da aşağılık duygusu sergiliyorlardı,
ama herhalükarda normal olanlardan gururlu bir farklılık içindeydiler; her iki grup
da farklılıklarının doğuştan kazandıkları doğal bir olgu olduğuna inanıyordu;
durmadan yaptıklarını değil, olduklarını meşrulaştırma gayreti içindeydiler;
ve son olarak her iki grup da her zaman tahrik edici, ani seçkinlik iddiaları
ile özürcü tutumlar arasında gidip geliyordu. Doğa sanki toplumsal konumlarım
sonsuza dek dondurmuş gibiydi; bir hizipten diğerine geçemiyorlardı. Ait olma
ihtiyacı toplumun başka üyelerinde de vardı -“Hamlet için sorun olmak ya da
olmamak değil, ait olup olmamaktır”[138]- ama
aynı ölçüde değil. Hiziplere ayrılmış ve artık dışarda kalanlara, Yahudilere ve
eşcinsellere birey olarak değil, topluma kabul edilmelerini sağlayan özel
şartlarından ötürü hoşgörü gösteren bir toplum, bu klanlığın kişilik bulmuş
hali gibi görünüyordu.
Her
toplum, üyelerinden belli ölçülerde eylemde bulunma, gerçekte ne olduğunu
gösterme, temsil etme ve eylem yeteneği göstermesini ister. Toplum hiziplere
bölündüğünde bu tür talepler artık birey tarafından değil, hizip üyeleri
tarafından anlaşılır. Bu durumda, tıpkı bir oyuncunun oyununun bütün diğer
rollerle bütünlük arzetmesi gerektiği gibi, davranış da sessiz taleplerin
değil, bireysel yeteneklerin denetimindedir. Faubourg Saint-German salonları,
her biri uç bir davranış örüntüsü sergileyen hiziplerin birliğinden
oluşmaktaydı. Eşcinsellerin rolü normal dışı yanlarını sergilemek, Yahudilerinki
kara büyüyü (nekromani) temsil etmek, sanatçılarınki bir başka doğaüstü ve
insanüstü bir temas biçimini ortaya koymak, aristokratlarınki sıradan
(“burjuva”) olmadıklarını göstermekti. Birer klan yaşamı sürdürmelerine rağmen,
Proust’un da gözlemlediği gibi, “tıpkı Yahudilerin Dreyfus’un etrafında
toplanması gibi, çoğunluğun kurbanın etrafında toplandığı genel yıkım günleri
hariç”, bütün bu yeni gelenler kendi türleriyle ilişki kurmaktan kaçındılar.
Bunun nedeni şuydu: Bütün ayrım alametlerini belirleyen sadece bu hizipler
arasındaki uyumdu, öyle ki Yahudiler ya da eşcinseller, Yahudiliğin ya da eşcinselliğin dünyadaki en
doğal, ilgi çekici olmaktan en uzak, en sıradan şey haline geldiği Yahudiler ya
da eşcinseller topluluğu içinde kendilerini ayırt edici kılan özelliklerini
yitirdiklerini hissediyorlardı. Ancak aynı durum, karşısında farklı
olabilecekleri bir muadiller topluluğuna ihtiyaç duyan evsahipleri, Yahudilere
ya da eşcinsellere hayranlık duyan aristokratlara hayran aristokrat olmayanlar
için de geçerliydi.
Bu
hizipler kendi içlerinde tutarlı olmamakla ve çevrelerinde başka hiziplerden
kimseler bulunmadığında hemen dağılmakla beraber, hizip üyeleri, sanki
birbirlerini tanımaları için tuhaf ve yabancı bir şeye ihtiyaçları varmış gibi
gizemli bir işaret dili kullanırlardı. Proust özellikle de yeni katılanlar
için bu işaretlerin ne denli önemli olduğunu uzun uzun anlatır. Ancak işaret
dili uzmanları olan eşcinsellerin en azından gerçek bir sırları vardı, oysa
Yahudiler bu dili sadece kendilerinden beklenen o gizemli havayı yaratmak için
kullandılar. İşaretleri, evrensel olarak bilinen şeyleri gizemli ve gülünç bir
hale sokmaktaydı: Prenses falancanın salonunun o köşesine, kimliğini açıkça
belirtmesine izin verilmeyen, ama bu anlamsız nitelik olmadan da o köşeye
kurulması olanaksız olan bir Yahudi otururdu.
19.
yüzyılın sonundaki bu yeni karma toplumun, Berlin’deki ilk Yahudi salonları
gibi yeniden soyluluk etrafında odaklanması dikkate değerdir. Aristokrasinin
her şeyi vardı, ama kültüre duyduğu isteği ve “insanlığın yeni örnekleri”ne
olan merakım yitirmişti. Yine de burjuva toplumuna beslediği küçümsemeyi elden
bırakmamıştı. Üçüncü Cumhuriyet düzeni tarafından olumlanan siyasal konumunu
ve ayrıcalıklarını yitirmiş olmaya ve siyasal eşitliğe verdiği yanıt,
toplumsal ayrımcılık gütmek oldu. İkinci İmparatorluk sırasında yaşadığı kısa
ve yapay bir yükselişten sonra Fransız aristokrasisi ancak oğulları için
orduda yüksek görevler ayarlamak gibi gönülsüzce çabaları ile toplumsal bir
klanlık olarak ayakta duruyordu. Orta sınıf ölçütlerine karşı hakaretamiz
bir saldırganlık, siyasal emellerden çok daha ağır basmaktaydı ve hiç kuşkusuz
toplumsal bakımdan kabul görmeyen sınıflara üye bütün guplar ve bireyler için
topluma girmenin en güçlü güdülerinden birini oluşturmaktaydı. Prusyalı
aristokratları oyuncular ve Yahudilerle buluşturan toplumsal güdü, Fransa’da
sonunda eşcinsellerin toplumsal saygınlık kazanmalarına yol açmıştı. Öte
yandan, o dönemlerde servet ve iktidar sahibi olmalarına rağmen orta sınıflar,
toplumsal özsaygıdan yoksundular. Ulus-devlet içinde siyasal bir hiyerarşinin
olmaması ve eşitliğin zaferi, “toplumu dışarıdan bakıldığında daha demokratik
ama içten içe daha hiyerarşik” kılmıştı.[139]
Hiyerarşi ilkesi Faubourg Saint-Germain’in sosyetik muhitlerinde kişilik
bulduğu için, Fransa’daki her sosyete, “üyelerinin konumları ve siyasal
düşünceleri ne olursa olsun karşısında zaman zaman büyüklük tasladığı Faubourg
Saint-Germain’in dışlayıcı sosyetik muhitlerinin, ufak tefek değişikliklerle
birer karikatürünü oluşturdu”. Aristokratik toplum sadece görünüş olarak
geçmişe özgü bir şeydi, aslında “gözde bir toplum yaşamının gramerini ve
anahtarını” elinde bulundurmak ve dayatmakla (sadece Fransa halkını değil)
bütün bir toplumsal yapıyı istila etmişti.[140] Proust,
bir apologia pro vita sua ihtiyacı duyar ve aristokratik
çevrelerde geçirdiği yaşamını yeniden düşünürken, böyle bir toplumun çözümlemesini
yapmaktadır.
Bu fin
de siecle toplumunda Yahudilerin rolü konusunda ana nokta, toplumun
kapılarını Yahudilere açan Dreyfus Meselesi’ndeki antisemitizmdi ve Mesele’nin
kapanması, ya da daha doğrusu Dreyfus’un masum olduğunun keşfedilmesiyle
[Yahudilerin] toplumsal görkemleri sona erdi.[141] Başka
bir deyişle Yahudiler kendileri hakkında ya da Dreyfus hakkında ne
düşünürlerse düşünsünler, toplumun kendilerine verdiği rolü, ancak aynı toplum
onların soy vatan hainleri oldukları yargısını taşıdığı sürece yerine
getirebileceklerdi. Hainin [Dreyfus], aslında sıradan bir komplonun aptal bir
kurbanı olduğu keşfedildiğinde ve Yahudilerin masum oldukları saptandığında,
Yahudilere duyulan toplumsal ilgi de en az siyasal antisemitizm kadar süratle
duruldu. Yahudilere tekrar sıradan ölümlüler gözüyle bakılmaya başlandı ye
aralarından birinin işlediği varsayılan suçun onları geçici olarak çıkardığı o
önemsizliğin içine yeniden düştüler.
Birinci
Dünya Savaşı’nın hemen sonrasında, çok daha sert koşullar altında Alman ve
Avusturya Yahudileri de özünde benzer bir toplumsal görkem içindeydiler. O zamanlar
onların sözde suçu savaştan sorumlu olmalarıydı ki, artık tek bir bireyin tek
bir eylemiyle özdeşleştirilmeyen, aksi kanıtlanamayacak bir suçtu bu. O nedenle
ayaktakımının, Yahudiliğin bir suç olduğu yönündeki değerlendirmesi kendini
kabul ettirdi ve toplum sonuna dek Yahudilerinden keyif almayı ve büyülenmeyi
sürdürebildi. Şayet günah keçisi kuramında psikolojik bir hakikat varsa, o da
Yahudilere karşı bu toplumsal tutumun etkisi konusundadır; çünkü antisemitik
yasalar toplumu Yahudileri defetmeye zorladığında bu “semitikseverler” de
kendilerini gizli kötülüklerden arıtmak, gizemle ve günahkârca sevdikleri bir
lekeden kurtulmak zorunda hissettiler. Elbette bu psikoloji Yahudi “hayranı”
olan bu insanların Yahudi katili olup çıkmalarını açıklamaz. Bizzat katiller
arasında eğitimli denen sınıflardan insanların oranının şaşırtıcı rakamları
bulması ve ölüm fabrikalarını çalıştıranlar arasında ağırlıklı kesimi bunların
oluşturması düşündürücüdür. Ama bu psikoloji, toplumun Yahudileri en yakından
tanıyan, Yahudi dostlarıyla olmaktan tad almış ve büyülenmiş bu tabakalarının
gösterdiği inanılmaz sadakatsizliği açıklar pekala.
Yahudiler sözkonusu olduğunda,
Yahudilik “suçu”nun, Yahudi olmanın rezilliğe dönüştürülmesi son derece tehlikeli
olmuştur. Yahudiler din değiştirmek
suretiyle Musa dininden kurtulabilirlerdi, ama Yahudilikten kurtuluş yoktu.
Üstelik
bir suçun karşılığı cezadır, oysa rezillik ancak yok edilebilir. Toplumun,
Yahudi doğmuş olmaya ve Yahudilerin oynadığı role toplumsal yaşam çerçevesi
içersinde getirdiği yorumun, antisemitik önlemlerin işleme konduğu korkunç
kusursuzlukla yakından alakası vardır. Antisemitizmin Nazi kolu, köklerini
siyasal şartlardan olduğu kadar bu toplumsal koşullardan almıştır. Irk
kavramının daha başka ve dolaysız siyasal hedefleri ve işlevleri olmuşsa da, en
uğursuz veçhesiyle uygulandığı Yahudi Sorunu’nda sağladığı başarı, büyük
oranda kamuoyu tarafından tam rıza gören toplumsal fenomenler ve yargılardan
kaynaklanmaktaydı.
Yahudileri
olayların merkezine sürüklemeye karar veren güçler, hiç kuşku yok ki
siyasaldılar; ama toplumun antisemitizme tepkisi ile Yahudi Sorunu’nun bireyde
yol açtığı psikolojik yansıların, bu özel vahşetle, Yahudi kökenden gelen her
bireye yöneltilen (ki bu durum kendini henüz Dreyfus Davası’nda göstermişti)
örgütlü ve hesaplı saldırılarla bir ilgisi vardı. Eğer antisemitizmin tarihine
kendinde bir varlık, yalın bir siyasal hareket olarak bakılırsa “genelde Yahudi”ye,
“her yerde ve hiçbir yerdeki Yahudi”ye yönelen bu gözü dönmüş avı anlamak
mümkün olamaz. Siyaset ya da ekonomi tarihinde gözönüne alınmamış, olayların
oluşturduğu yüzeyin altına gizlenmiş, tarihçiler tarafından asla
farkedilmemiş, ancak şairlerin ve roman yazarlarının (toplumun umarsız bir
terkedilmişliğe ve apologia pro vita sua yanlızlığına ittiği)
daha nüfuz edici ve tutkulu güçlerinin yazıya döktüğü toplumsal etkenler; eğer
kendi başına bırakılacak olsaydı yalın bir siyasal antisemitizm biçimi alarak
olsa olsa Yahudi karşıtı yasalarla, en fazla kitlesel kovulmalarla (ama hiçbir
zaman toptan imha ile değil) sonuçlanabilecek olan bir seyri değiştirmiştir.
Dreyfus
Davası ile bunun Fransız Yahudilerinin hakları üzerinde yarattığı siyasal
tehdit, Yahudilerin görkemli toplumsal yaşamlarının belirsizliğe sürüklendiği
bir toplumsal durum yarattığından beri; Avrupa’da antisemitizm, siyasal
güdülerin ve toplumsal öğelerin oluşturduğu çözülmez bir karmaşa olarak ortaya
çıkmıştır. Yahudilerin lehine davranan güçlü bir antisemitik harekete ilk
tepkiyi her zaman toplum göstermiştir. Öyle ki Disraeli’nin “bugün Yahudiler
kadar Avrupa’yı eğlendiren, büyüleyen, yücelten ve soylulaştıran... bir ırk
daha yoktur” sözleri, özellikle tehlike anları için doğru sözler olmuştur.
Toplumsal “semitikseverlik” daima siyasal antisemitizle son bulmuştur. Gizemli
bir fanatizm olmadan antisemitizm de kitleleri örgütlemek için en iyi slogan
haline biraz zor gelirdi. Kapitalist toplumun bütün sınıflar [ı] dışına itilmiş
kitleleri sonunda kendine ait ayaktakımı örgütleri kurmak için hazırdı;
propagandaları ve yarattıkları çekicilik, tam da rezillik suretindeki suçu tam
da yapısına dahil etmek için can atmış bir toplumun, şimdi suçlulara açıkça göz
yumarak ve alenen suç işleyerek kendini kötülükten arındırmaya hazır olduğu
varsayımına dayanmaktaydı.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar