Print Friendly and PDF

TOTALİTARİZMİN KAYNAKLARI- ANTİSEMİTİZM -1-

Bunlarada Bakarsınız



Hannah ARENDT
ÇEVİREN Bahadır Sina Şener

BİRİNCİ BASKIYA ÖNSÖZ
Bir kuşağın ömrüne sığmış; kesintisiz yerel savaşlar ve dev­rimler zincirinin birbirinden ayırdığı; ne mağluplara barış anlaşması ne de galiplere soluk alma olanağı tanıyan iki dünya savaşı, geri kalan iki dünya devleti arasında üçüncü bir dünya savaşı bekleyişi ile son buldu. Bu bekleyiş anı, ölen umutların ardından çöken bir sükûnete benziyor. Ar­tık bütün gelenekleriyle eski dünya düzeninin onarılabileceğine ya da savaşların ve devrimlerin yarattığı, her şeye rağmen bu şiddetten uzak kalabilmiş olanların da etkilerin­den kaçamadığı, yıkım ve çürümenin yol açtığı bir kaosa sürüklenmiş beş kıtadan insanların yeniden bütünleşebile­ceğine dair en ufak bir umudumuz kalmadı. Bu son derece farklı koşullar ve benzersiz durumlar altında hep aynı feno­menin gelişmesini izliyoruz; daha önce görülmedik ölçekte bir yurtsuzluk, daha önce görülmedik derinlikte bir kök­süzlük.
Geleceğimiz hiç bu denli öngörüden uzak olmamış; bizler, özçıkarın ve sağduyunun kurallarını gözetmekten bu denli uzak siyasal güçlere -önceki yüzyılların ölçütleriyle değerlendirilecek olursak, düpedüz cinnet halindeki güçle­re hiç bu ölçüde bağımlı olmamıştık. Sanki insanlık, insa­nın mutlak güç olduğuna inananlar (yeter ki kitlelerin nasıl örgütleneceği bilinsin, her şey mümkündür diye düşünen­ler) ile, yaşamlarında sadece iktidarsızlığı tanımış kimseler arasında ikiye bölünmüş gibidir.
Tarihsel içgörü ve siyasal düşünce düzeyine, bütün uy­garlıkların asıl temelinin çökme noktasına geldiğine dair genel, belirsiz bir anlaşma hâkim. Bu temel, dünyanın bazı yerlerinde diğerlerine nazaran daha iyi korunmuş gibi gö­rünebilir, ama hiçbir yerde yüzyılın olanaklarına yön vere­memekte ya da korkulara yeterince yanıt olamamaktadır. Olayların merkezine dengeli bir yargıdan, ölçülü bir içgörüden çok, umarsız bir umut ve umarsız bir korku egemen görünüyor. Yazgıdan kaçılamayacağı inancına bağlananlar da, en az kendilerini pervasız bir iyimserliğe koyverenler kadar zamanımızın başlıca olaylarını unutmuş durumdalar.
Bu yazının arka planında, pervasız bir iyimserlik ve perva­sız bir umutsuzluk yatmaktadır. Yazıda, İlerlemenin ve Yazgı’nın aynı madalyonun iki yüzü olduğu; bunların imana de­ğil boş inanca konu olan şeyler oldukları savunulmaktadır. Elinizdeki yazı, siyasal ve tinsel dünyamızın bütün gele­neksel unsurlarını çözen ve şeylerin özgül değerlerini yitir­mesine yol açarak onları insan kavrayışının tanıyamayacağı, insani amaçlarla kullanılamayacak hale sokan bir birikintiye dönüştüren gizli mekanizmaları bulup çıkarmanın mümkün olması gerektiği gibi bir kanaatten yola çıkarak yazıldı. Sa­dece “tarihsel zorunluluk” gibi sahte bir görkemliliği varsay­dığından değil, aynı zamanda onun dışında kalan her şey cansız, kansız, anlamsız ve gerçek dışı gibi görünmeye baş­ladığı için de bu yalın parçalanma sürecine teslim olmak, karşı konulması olanaksız bir iğva haline geldi.
Yeryüzünde olup biten hiçbir şeyin insanın kavrayışının dışında olamayacağı yargısı, tarihin, beylik, basmakalıp yar­gılarla yorumlanmasına yol açabilir. Aşırılıkları inkâr eden, olmayanı olandan çıkarsayan ya da görüngüleri benzeşimler ve genellemelerle açıklayan kavrama edimi, artık gerçe­ğin etkisinin ve deneyimin yarattığı şiddetli sarsıntının hissedilmediği anlamına gelmez. Tersine -ne varlığım yadsıya­rak ne de ağırlığı altında ezilerek- yüzyılımızın omuzlarımı­za yıktığı yük her ne ise onu incelemek ve bilinçle taşımak anlamına gelir.
Bu anlamda, Yahudi Sorunu ve antisemitizm gibi küçük (ve dünya politikası bakımından önemsiz) bir fenomenin, ilkin Nazi hareketi, sonra bir dünya savaşı ve son olarak da ölüm fabrikalarının kurulmasında bir katalizör işlevi gör­mesi (bu sağduyuya aykırı gerçek); ya da ekonomik güç­lükler birkaç onyılda dünyanın her yanındaki siyasal koşul­larda derin bir dönüşüme yol açtığında, emperyalizm çağını başlatan neden ve etki arasındaki bu grotesk oransızlık; ve­ya totaliter hareketlerin malum sinik “realizm”i ile gerçekli­ğin bütün dokusunu bariz bir biçimde hiçe sayan tutumları arasındaki garip çelişki; yahut modern insanın (her zaman­kinden daha büyük, tam da evreninin varlığına meydan okuyabilecek kadar büyük) gerçek gücü ile modern insan­ların kendi kudretlerinin eseri olan bir dünyada yaşamak ve bu dünyayı anlamaktaki aczleri arasındaki can sıkıcı uyuş­mazlık; bütün bunlarla yüzleşmek ve onları anlamak müm­kün olmalıdır.
Yerkürenin fethini ve bütünsel tahakkümü amaçlayan to­taliter girişim, bütün kördüğümlerin en yıkıcısıdır. Onun zaferi, insanlığın yok olması demek olabilir ancak; egemen olduğu her yerde insanın özünü yıkmıştır. Yüzyılımızın bu yıkıcı güçlerine sırtımızı dönmenin hiçbir yararı yoktur.
Sorun şuradadır: Zamanımızda iyi ile kötü, öylesine garip bir biçimde birbirine karışmıştır ki, emperyalistlerin “yayıl­ma uğruna yayılma”ları olmasaydı dünya hiçbir zaman tek bir dünya haline gelemeyebilirdi; burjuvazinin “iktidar uğ­runa iktidar” şiarı olmasaydı, insanın kudretinin boyutları­nı keşfetmek asla mümkün olamayabilirdi; zamanımızın te­mel belirsizliklerini benzersiz bir açıklıkla ortaya koyan to­taliter hareketlerin farzı dünyası olmasaydı, olup bitenlere tam olarak uyanamadan bir felaketin içine sürüklenmemiz işten bile olmazdı.
Ve totalitarizmin son evrelerinde mutlak (mutlak, çünkü bunun insanın anlayabileceği güdülerden çıkarsanması ola­naksızdır) bir kötülüğün boy gösterdiği doğru olduğu ka­dar, onsuz Kötülük’ün radikal doğasını asla tam olarak bile­meyeceğimiz de doğrudur.
(Sadece Yahudilere duyulan nefretten ibaret olmayan) an­tisemitizm, (sadece fetihten ibaret olmayan) emperyalizm, (sadece diktatörlükten ibaret olmayan) totalitarizm; her bi­ri diğerinden daha acımasız olan bu [fenomenler], insan onurunun yeni bir güvenceye ihtiyacı olduğunu göstermiş­tir. Bu güvence, yerküre üzerinde bu kez insanlığın tümünü içine alacak biçimde geçerli olması gereken yeni bir yasada, yeni bir siyasal ilkede bulunabilir ancak. Bu yasa ve ilke, gücünün köklerini yeni bir biçimde tanımlanmış ülkesel varlıklardan almalı; gücü bu varlıklarca denetlenmeli ve ke­sifi olarak sınırlandırılmalıdır. Artık geçmişte iyi olanı alıp ona basitçe “işte bizim mirasımız” diyecek; kötü olanıysa, zamanla unutulup gidecek ölü bir yük olarak düşünüp ata­cak durumda değiliz. Batı tarihinin alt-akıntısı sonunda yü­zeye çıkarak geleneğimizin onurunu gaspetmiştir. Yaşadığı­mız gerçek budur. O yüzden, bugünün aman vermez şartla­rından kaçarak hâlâ bakirliğini koruyan bir geçmişe sığın­maya yönelik bütün çabalar boştur.
Yaz, 1950

**
GENİŞLETİLMİŞ İKİNCİ BASKIYA ÖNSÖZ
Bu yazının ilk kez yayımlandığı 1951 yılından bu yana, yeni bir yönetim biçimi olarak anladığımız totalitarizm ve bü­tünsel tahakküm hakkındaki düşüncelerimizi doğrudan etkileyen sadece tek bir olay olmuştur. Bu olay, Stalin’in ölü­mü ya da Rusya’da ve uydu ülkelerde birbiri ardına patlak veren bunalımlar değil, bir halkın bütünsel tahakküme baş­kaldırısının ilk ve henüz tek örneğini oluşturan Macar devrimidir. Bu başkaldırının üzerinden henüz iki yıl geçti ve kimse şimdiden bu olayın, 1789’dan sonra kendini bir dizi Avrupa devrimi içinde duyurmuş bir ruhun sadece son ve umutsuz bir parlaması mı olduğunu, yoksa kendi sonuçla­rını yaratacak yeni bir şeylerin tohumunu da mı içerdiğini söyleyemez. Her iki durumda da olayın kendisi, totalita­rizm hakkında bildiklerimizi ya da bildiğimizi sandığımız şeyleri yeniden gözden geçirmeyi gerektirecek kadar önem­lidir. Okur bunu, yeni baskıda, eski bir öyküyü güncelleş­tirmeye çalıştığım son bölümde, Sonsöz olarak görecektir. Ancak 1958’de meydana gelen gelişmelerin gözönünde bulundurulmadığım unutmamak gerekir. 1958’deki olaylara bakıldığında, Sovyet Rusya’da ve uydu ülkelerde kısmî bir “yeniden Stalinistieşmenin” güçlü bir olasılık olarak varol­duğu izlenimi uyanıyor. Ama yazıda bu söylenmediği gibi, tamamlanmış bir olgu olarak da incelenmiyor.
Bu, sadece bir ek değil. Bu konularda zaman zaman oldu­ğu gibi, şimdi bana da, bütünsel tahakküm unsurlarına iliş­kin kitabın üçüncü kısmında yapılan çözümlemeden doğ­rudan çıkartılabilir gibi görünen daha genel ve kuramsal yapılı belli görüşler varmış gibi gelmektedir. Fakat 1949’da özgün el yazmalarını bitirdiğimde böyle düşünmüyordum. Şimdi bu görüşler, ilk baskının sonunda yer alan ve olduk­ça yetersiz olan “Sonsöz”ünün yerine konan (ancak “Sonsöz”ün bazı kısımları diğer bölümlere dağıtılmıştır) eliniz­deki baskının “İdeoloji ve Terör” başlıklı XIII. Bölümü’ne dahil edilmişlerdir.
Bu değişiklikler, kitabın gözden geçirildiği anlamına gel­memektedir. Bu baskıda iki yeni bölüm bir yana, (partilerin hareketlere dönüşmesi ile devletsizlik gibi totaliterlik önce­si fenomenlerin ele alındığı) Emperyalizm’e ilişkin II. Kıs­mın son bölümleri ve Totalitarizm üzerine olan III. Kısım epey genişletilirken, Antisemitizm’le ilgili I. Kısım ile Em­peryalizmle ilgili 5-8. Bölümler olduğu gibi bırakıldı. An­cak bunlar, ilk metindeki savları ve çözümlemeleri değiştir­meyen teknik ilaveler ve kaydırmalardır. Bu kitabın yazılışı­nın üzerinden geçen sürede Hitler rejimi hakkında daha çok belge ve kaynağa ulaşmak mümkün hale geldiğinden, bu değişikliklerin yapılması zorunluydu. Örneğin Nürnberg ile ilgili belgeleri kısmen ve o da İngilizce çevirilerin­den biliyordum; savaş sırasında Almanya’da yayımlanan yazılar, broşürler, dergiler, bu ülkede [Amerika] bulunmu­yordu. O nedenle ilaveler ve kaydırmalar daha çok, ikinci el kaynaklar yerine şimdi özgün kaynakları kullandığım dipnotlarda ve metin içindeki alıntılarda yapılmıştır.
Ne var ki kaynaklar için yapabildiklerimi, son yıllarda Nazi Almanya’sı ve Sovyet Rusya hakkında oluşan o devasa yazın için yapamadım. Hatta önemli katkıların hepsini an­mak bile mümkün olamadı. Bu eksiklikten son derece üz­gün olmakla birlikte, savaştan sonra Nazi ve diğer Alman görevlilerinin yayımladığı ciltler dolusu kitabı değerlendirmeleriminin dışında bırakmış olmaktan dolayı hiçbir üzün­tü duymuyorum. Bu tür savunmacı ve özürcü yazılardaki namussuzluk çok açık ve can sıkıcı, ama yine de anlaşılır tarafları var; ne ki bu kişilerin olaylar sırasında oynadıkları rollerin yanı sıra gerçekten olup bitenlere ilişkin sergiledik­leri kavrayış noksanlığı hayret vericidir.
Arşivi taramama ve yazım için yararlanmama izin ver­diği için, California Stanford’daki Hoover Kütüphanesi’ne, Paris’teki Centre de Documentation Juive’e ve New York’taki Yiddish Scientific İnstitute’ye teşekkür ederim. Nürnberg Mahkemeleri ile ilgili belgeler, Nuremberg File Number’dan alınmıştır; atıfta bulunulan diğer belgelerinse, şu anda bu­lundukları yer ve arşiv numaraları belirtilmiştir.
Bu baskıda yer alan iki yeni bölüm, daha önce, Temmuz 1953 tarihli Review of Politics’de, “İdeoloji ve Terör: Yeni Bir Yönetim Biçimi” ve Şubat 1958 tarihli Journal of Politics’de “Totaliter Emperyalizm: Macar Devrimi Üzerine Düşünce­ler” adlarıyla yayımlanmıştır.
Macar Devrimi’ne ilişkin çözümleme dışında, bu baskıda yapılan ilaveler ve genişletmeler, ilk kez 1955’de yayımla­nan Almanca baskıda yer almıştır. O nedenle çevrilerek İn­gilizce baskıya dahil edilmeleri gerekti. Bu yorucu çevirme ve düzeltme işini Bayan Therese Pol yaptı. Kendisine şük­ran borçluyum.
Hannah Arendt
New York, Nisan 1958

Bu yüzyıl Devrimle başlayıp, Dreyfus Davası ile kapanan dikkate değer bir yüzyıldır! Ama belki de çöplüğe atıla­cak bir yüzyıl olarak anılacaktır

Pek çok insan, Nazi ideolojisinin antisemitizm etrafında odaklanmasını ve Nazi politikasının tutarlılığından en ufak bir sapma göstermeden Yahudilere zulmetmesini ve nihaî olarak onları yok etmeyi amaçlamış olmasını hâlâ bir rastlantı olarak görmektedir. Bu nihaî felaketin yarattığı dehşet ve hayatta kalmış olanların yurtsuzluk ve köksüzlükleri ne­deniyledir ki, “Yahudi sorunu” savaş sonrasında günlük si­yasi yaşamımızın başlıca konularından biri haline gelmiştir. Bizzat Nazilerin baş keşiflerinden biri olduğunu iddia ettik­leri şey -Yahudilerin dünya politikasındaki rolleri- ve baş il­gi konuları -dünyanın her yanındaki Yahudilere zulmet­mek-, kamuoyu tarafından, kitleleri kazanmak için uydu­rulmuş bir bahane ya da ilgi çekici bir demagoji hilesi ola­rak görülmüştür.
Nazilerin sözlerinin ciddiye alınamamasında anlaşılma­yacak bir taraf yoktur. Ancak çağdaş tarihimizde, yüzyılı­mızın çözülmemiş bütün büyük siyasi sorunları bir yanda dururken, bunca küçük ve önemsiz görülen Yahudi mese­lesinin o devasa saatli bombanın pimini çekmesi kadar ra­hatsız edici ve gizemli bir yan daha bulmak neredeyse ola­naksızdır. Neden ve etki arasındaki bu tür oransızlıklar, ta­rihçinin denge ve uyum duygusunu altüst etmesi bir yana, sağduyumuza hakarettir. Antisemitizme ilişkin yapılan bü­tün açıklamalar olaylarla karşılaştırıldığında, bu oran duy­gumuzu ve sağduyuya bağladığımız umutları vahim bir bi­çimde tehlikeye atan bir konuyu sanki alelacele ve tehlike­li bir şekilde hasıraltı etmek için uydurulmuş gibi görün­mektedir.
Alelacele yapılan bu açıklamalardan biri, antisemitizmi taşkın bir milliyetçilik ve buna bağlı olarak patlak veren ya­bancı korkusundan (xenofobi) doğan galeyanlarla özdeşleş­tirmek olmuştur. Ne yazık ki gerçek şudur: Modern antisemitizm, geleneksel milliyetçiliğin gerilemesine koşut olarak yükselmiş ve tam olarak Avrupa ulus-devletler sistemi ile onun kararsız güçler dengesinin çatırdadığı bir dönemde doruk noktasına varmıştır.
Nazilerin bilinen anlamda milliyetçi olmadıklarına daha önceden de dikkat çekilmişti. Nazilerin milliyetçi propa­gandaları inanmış mensuplarına değil, sempatizanlarına yö­nelikti. Esas üyelerinin, gözlerini partinin ulus-ötesi hedef­lerinden çevirmelerine bir an olsun izin verilmemiştir. Nazi “milliyetçiliği”, savaş sırasında Sovyetler Birliği’nde sadece kitlelerin önyargılarını beslemek amacıyla kullanılan milli­yetçi propaganda ile pek çok ortak özellik taşıyordu. Naziler, milliyetçiliğin sığlığını, ulus-devletin taşracılığım hor­larken samimiydiler ve bu tutumlarından hiçbir zaman geri adım atmadılar. Tıpkı Bolşevik Parti gibi, kapsamı bakımın­dan uluslararası nitelik taşıyan “hareketlerinin kendileri için, mecburen belli bir toprak parçasıyla sınırlı olan her­hangi bir devletten çok daha önemli olduğunu yeri geldik­çe tekrarladılar. Ve sadece Naziler değil, en az yetmişbeş yıllık antisemitizm tarihi de, antisemitizmi milliyetçilik ile özdeşleştirmenin karşısında bir kanıt olarak durmaktadır. Yine 19. yüzyılın son on yılında kurulan ilk antisemitik partiler de uluslararası düzeyde biraraya gelen ve [uluslara­rası] bir dünya görüşüne dayanan ilk partilerdi (erken dö­nem sosyalist partiler işçi sınıfının çıkarlarıyla kayıtlıydı­lar). Daha başından itibaren uluslararası kongreler yaptılar ve uluslararası etkinlikleri arasında, en azından Avrupa öl­çeğinde, bir eşgüdüm oluşturmaya çalıştılar.
Ulus-devletin gerilemesi ile antisemitizmin yükselişinin çakışmasında olduğu gibi, genel eğilimleri sadece bir ne­denle tatminkâr biçimde açıklamak pek mümkün değildir. Bu gibi durumların çoğunda tarihçi, bir etkeni “zamanın ti­ni” olarak içinden çekip çıkarmakta kendini neredeyse ser­best hissettiği, ama aslında ne yapacağını bilemediği son derece karmaşık bir tarihsel durumla karşı karşıyadır. An­cak yardımcı olacak birkaç genel kural da yok değildir. Amaçlarımız açısından en başta geleni, Tocqueville’nin (L’Ancien Regime et la Revolution, Kitap II, Bölüm 1), Fran­sız Devrimi patlak verdiği sırada kitlelerin aristokrasiye karşı beslediği şiddetli nefret duygularına ilişkin yaptığı bü­yük keşiftir. (Burke’u, devrimin bir kralın tacından çok “bir beyefendinin durumu”nu yakından ilgilendirdiğini söyle­meye iten de bu nefret duygusuydu). Aslında bu şaşırtıcıy­dı, çünkü o sırada Fransız soyluları güçlerinin doruğunda değildi ve iktidarlarının baskı ve sömürü gibi doğrudan et­kileri ortadan kalkmıştı. Görünen o ki, tam da bu açık güç kaybı halkın öfkesini tahrik etmişti. Tocqueville’in açıklamasına göre, Fransız aristokrasisinin güç kaybı beraberinde servetlerinin azalmasını getirmemiş, böylece halk birdenbi­re bir servet ve hiçbir egemenlik işlevi içermeyen belirleyici toplumsal ayrım pâyeleri görmüştü. Halkın öfkesini kabar­tan, kelimenin tam anlamıyla fuzuli olan bu fazlalıktı. Ger­çek anlamıyla asla bir kişinin mülkiyetinde olmadığı ve di­ğer insanlara yönelik olması itibarıyla insanlar arası ilişki­lerde gerçeklik kazandığı içindir ki, iktidar ve güç asla fu­zuli ve fazlalık olamaz. Servet sahiden de bireysel bir mese­ledir -zengin olan tüm bir sınıf da olsa böyledir. İktidar ise, mahvedici de olsa, daima cemaat oluşturucudur. Baskı anında bile, yönetilenler, iktidarın cemaat oluşturucu işle­vini hissederler. Nitekim aristokrasi geniş yargılama yetki­lerine sahip olduğu sürece sadece hoş görülmekle kalmıyor, saygı da görüyordu. Ama soylular mutlakiyetçi monarşiyle beraber diğer ayrıcalıklarının yanında sömürme ve baskı uygulama ayrıcalıklarını da yitirince, halk onları ülke idare­sinde hiçbir gerçek işlevi bulunmayan asalaklar olarak gör­meye başladı. Başka bir deyişle, asıl tahrik edici olan, pek ender durumda salt baskı ve sömürüdür; gözle görülür bir işlevi olmayan zenginlik çok daha katlanılmazdır, çünkü kimse ona neden katlanılması gerektiğini anlayamaz.
Aynı şekilde antisemitizm de doruk noktasına vardığın­da, Yahudiler kamusal işlevlerini ve nüfuzlarını yitirmiş ve ellerinde servetlerinden başka hiçbir şey kalmamıştı. Hitler iktidara geldiğinde Alman bankaları zaten neredeyse jude'ınrein (Yahudilerden arındırılmış) olmuştu (ki Yahudiler yüz­yılı aşkın bir süredir buradaki kilit görevleri ellerinde tut­muşlardı) ve bir bütün olarak Alman Yahudiliği, toplumsal statü ve sayılarında uzunca bir dönem yaşanan yükselişin ardından, istatistikçilerde birkaç onyıl içinde ortadan kal­kacakları beklentisini yaratacak bir süratle düşüşe geçmişti. İstatistiklerin mutlaka gerçek tarihsel süreçleri yansıttığını söylemek doğru olmaz; ancak Nazi zulmünün ve yok etme politikasının bir istatistikçiye herhalükârda gerçekleşmesi beklenen bir süreci anlamsızca hızlandırmak gibi görünebi­lecek olması da kayda değer bir olgudur.
Aynı durum hemen hemen bütün Batı Avrupa ülkeleri için de geçerlidir. Dreyfus Davası, Fransız Yahudiliğinin re­fah ve nüfuz bakımından dorukta olduğu İkinci İmparator­luk döneminde değil, Yahudilerin siyaset sahnesinden de­ğilse de bir zamanlar ellerinde bulundurdukları önemli mevkilerden silindikleri Üçüncü Cumhuriyet döneminde patlak vermişti. Avusturya antisemitizmi de kendini bütün şiddetiyle, Metternich ile Franz Joseph’in Yahudilerin ger­çekten önemli roller oynadığı saltanatları sırasında değil, Habsburg monarşisinin yıkılışından Yahudiler kadar nüfuz ve saygınlık kaybına uğramış bir grup bulmanın pek müm­kün olmadığı savaş sonrası Avusturya Cumhuriyeti’nde du­yurmuştur.
Güçsüz ya da güç kaybına uğramış grupların uğradığı zu­lüm hiç hoş bir manzara olmayabilir, ama sebebi sadece in­sanların alçaklığı değildir. Kişilerin reel iktidara boyun eğ­melerini ya da hoşgörüyle bakmalarını, öte yandan iktidar­dan yoksun ama servet sahibi insanlardan nefret etmelerini sağlayan şey, iktidarın\gücün belli bir işleve ve belli bir ge­nel yarara sahip olduğuna ilişkin beslenen politik içgüdü­dür. Hatta sömürü ve baskı, yine de toplumun işlemesini ve belli bir düzen kurulmasını sağlar. Sadece güçten yoksun bir servet ve politikası olmayan bir kibir, asalaklık, yararsız­lık ve iğrenme duygusu yaratır; çünkü bunlar insanları bir­birine bağlayan bütün bağları kopartır. Sömürmeyen bir zenginlik, sömüren ile sömürülen arasındaki ilişkiden bile yoksundur; iktidar iradesinden yoksun bir kibirde, zorba­nın mazluma gösterdiği o asgari ilgiden bile eser yoktur.
Ne var ki Batı ve Orta Avrupa Yahudiliğinin yaşadığı bu genel gerileme, sonraki olayların boy vereceği iklimi yarat­mıştır sadece. Aristokrasinin uğradığı güç kaybı Fransız Devrimi’ni tek başına ne kadar açıklayabilirse, bu gerileme de sözkonusu olayları o kadar açıklayabilir. Yine de tarihin bu genel tecrübelerini hatırda tutmak, sağduyunun bizleri şiddetli nefret duygusunun ya da beklenmedik anda patlak veren isyanların, mutlaka iktidarların boğucu uygulamala­rından ve muazzam istismarlardan doğduğuna ve dolayısıy­la Yahudilere karşı beslenen örgütlü nefretin, Yahudilerin sahip oldukları önem ve güce duyulan tepkiden başka bir şey olamayacağına inanmaya iten intibaları çürütmek bakı­mından iyidir.
Sağduyu kaynaklı bir başka hipotez, tersine, Yahudilerin iktidarsızlığından\güçsüzlüğünden hareket ederek, onların modern politikada oynadıkları rolü, bir supap ve günah keçi­si olmaya müsait konumlarına bağlar. Bu açıklamanın en iyi örneğini -ki en iyi çürütülmesidir de-, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra anlatılan ve pek çok liberalin yüreğinde yer et­miş şu fıkrada bulmak mümkündür. Bir Yahudi düşmanı sa­vaşı Yahudilerin çıkardığını iddia eder. “Evet” der karşısında­ki, “Yahudiler ve bisikletçiler”. “Neden bisikletçiler?” diye sorar adam. “Neden Yahudiler?” der öteki de. Yahudilerin her zaman günah keçisi olduklarını söyleyen kuram, başka birilerinin de pekala günah keçisi olabilecekleri ihtimalini içinde taşır. Bu kurama göre kurban tümüyle masumdur. Ve bu masumiyet kavramında, sadece kurbanın bir kötülüğü­nün olmadığı, ama yapılanların da sözkonusu meseleyle her­hangi bir bağlantısının olmadığı ima edilir. Ancak bu kuramı benimseyenler, ne zaman şu ya da bu günah keçisinin oyna­dığı role niye bu denli uygun düştüğüne ilişkin özenli açıkla­malar yapmaya kalksalar, kuramı bir yana bırakıp, -şimdiye dek, tarihin çok sayıda grup tarafından yapıldığı ve araların­dan bir grup özel bir rol üstlendiğinde bunun tarihsel neden­lere dayandığı ilkesi dışında keşfedilmiş herhangi bir kuralın bulunmadığı- mutat tarihsel araştırmalara koyulurlar. Günah keçisi adı verilenler, dünyanın günahlarından sorumlu tuttu­ğu ve sayelerinde cezadan kurtulmak istediği masum kur­banlar olmaktan çıkıp, hepsi de dünya işlerine bulaşmış olanlar arasından bir grup insan haline gelmektedir.
Yakın zamana kadar bu supap ve günah keçisi kuramının iç tutarsızlığı, ilmini hayatın yükünden kaçmaktan alan di­ğer kuramlarla birlikte ıskartaya çıkarılması için yeterli bir sebepti. Ancak terörün, devlet yönetiminin başlıca silahla­rından biri olarak ortaya çıkması, bu kurama da daha önce sahip olmadığı bir itibar ve güvenilirlik kazandırdı.
Modern diktatörlüklerle geçmişin bütün tiranları arasın­daki temel farklılık, terörün artık öncelikle muhalifleri kor­kutmanın ve yok etmenin bir aracı değil, tamamen boyun eğmiş halk kitlelerini yönetmenin daimi aygıtı olarak kulla­nılmasında yatmaktadır. Modern terör, bir muhalefetin tah­rikine muhtaç değildir ve kurbanları, zorbanın bakış açısın­dan bile masum kimselerdir. Yahudilere, yani düşünceleri­ne ve eylemlerine bakmaksızın belli ortak özelliklere sahip bir grup insana karşı tam bir terörün uygulandığı Nazi Al­manya’sında durum buydu. Sovyet Rusya’nın durumu biraz daha karışıktır, ama rejim temizliklerin ve tasfiyelerin önce­den belirlenmiş oranlara göre yürütüldüğünü ve mağdurla­rın davranışlarıyla hemen hiçbir ilgisi olmadığını asla kabul etmese de, benzeri bir durum vardır. Bir yandan Bolşevik sistem, Nazilerden farklı olarak, masum insanlara karşı te­rör yapılmasını teorik olarak asla benimsememiştir ve her ne kadar bazı uygulamalara bakıldığında bir ikiyüzlülük gi­bi görünse de, bu oldukça önemli bir ayrım noktasıdır. Öte yandan Rusya’daki uygulama bir açıdan Almanya’dakinden bile daha “ileri”dir:[1] Eski sınıf kategorileri uzun zamandan beri terkedilmiş olmakla birlikte, terörün keyfîliği önünde ırksal farklılık gibi bir sınırlama bile bulunmamakta, dola­yısıyla Rusya’daki herkes ansızın polis terörünün kurbanı haline gelebilmektedir. Biz burada terörle yönetmenin yara­tacağı nihaî sonuçla -yani kimsenin, hatta terör yapanların bile korkudan kurtulmuş olamadıkları gerçeği ile- ilgilen­meyeceğiz. Bağlamımızı, kurbanların seçilmesindeki keyfî­lik oluşturmaktadır; bu noktada belirleyici olan nesnel açı­dan masum olmaları, ne düşünmüş, ne yapmış ya da ne yapmamış olduklarına bakılmaksızın seçilmiş olmalarıdır.
İlk bakışta bu, gecikerek de olsa eski günah keçisi kura­mının olumlanması gibi görünebilir ve modern terör kur­banının günah keçisinin bütün özelliklerini gösterdiği doğ­rudur: O, nesnel ve mutlak anlamda masumdur, çünkü yaptığı ya da yapmadığı hiçbir şeyin kaderiyle ilişkisi yok­tur. O nedenle kurbanı sorumluluktan otomatik olarak so­yan bir açıklama tarzına geri dönmekte şöyle bir iğva var­dır: Bu açıklama, bütün masumiyetiyle bir dehşet aygıtının içinde sıkışıp kalmış ve kaderini değiştirmekten büsbütün âciz birey kadar -tıpkı Yahudilerin başına geldiği gibi- bizi derinden etkileyen bir şeyin bulunmadığı bir gerçekliğe son derece uygun düşüyor gibi görünür. Ne var ki terör, gelişi­minin ancak son evresinde arı bir yönetim biçimi haline ge­lir. Totaliter bir rejim kurmak için, terörün belli bir ideolo­jinin gerçekleştirilmesinin aygıtı olarak sunulması gerekir; ve bu ideoloji, terör devamlı ve istikrarlı bir yapıya kavuş­turulmadan önce, çokluğun, hatta çoğunluğun taraftarlığını kazanmış olmalıdır. Bir tarihçi için asıl mesele, modern te­rörün asıl kurbanları haline gelmeden önce, Yahudilerin Nazi ideolojisinin merkezini işgal etmiş olmasıdır. Çünkü terörden farklı olarak, insanları ikna eden ve harekete geçi­ren bir ideoloji kurbanım keyfî olarak seçemez. Başka bir deyişle, şayet çok sayıda insan “Siyon Bilgelerinin Protokol­leri” gibi galiz bir saçmalığa, bunu bütün bir siyasi hareke­tin İncili haline getirecek kadar inanıyorsa, tarihçinin göre­vi artık bu propagandanın bir yanıltmaca olduğunu yüzün­cü kez kanıtlamak değildir. Tarihsel açıdan zaten bütün dünyanın bildiği, bunun bir yanıltmaca olduğu olgusu ikin­cil önemdedir.
Bu nedenle günah keçisi açıklamaları, antisemitizmin ciddiliğinden ve Yahudilerin olayların yarattığı fırtınanın ortasına itildikleri gerçeğinin taşıdığı anlamdan kaçmak için gösterilen çabalardan biridir. Yine, günah keçisi kura­mının tam tersi olan “ebedî antisemitizm” öğretisi de aynı oranda yaygın bir başka kuramdır. Buna göre Yahudilere duyulan nefret, tarihin olsa olsa vesilesini oluşturduğu ola­ğan ve doğal bir tepkidir. Yahudilere yönelik galeyanların özel bir açıklamaya ihtiyaçları yoktur, zira bunlar ebedî bir sorunun doğal sonuçlarıdır. Bu öğretinin meslekten antisemitikler tarafından benimsenmesi doğaldır: Bütün mezali­min olası en iyi mazereti saklıdır burada. Eğer insanlığın aşağı yukarı ikibin yıldır Yahudileri azimle katlettikleri doğruysa, bu durumda Yahudi öldürmek olağan, hatta in­sanca bir meşguliyettir ve Yahudilere duyulan nefret, temellendirilmeye ihtiyaç göstermeyen, kendi başına meşru bir şeydir. Bu açıklamayı, ebedî antisemitizm varsayımını daha da şaşırtıcı kılan özellik, çok büyük sayıda yansız tarihçi ve Yahudi tarihçilerin neredeyse hepsi tarafından benimsen­miş olmasıdır. Sözkonusu kuramı bunca tehlikeli ve kafa karıştırıcı kılan da bu garip rastlantıdır. Kuramın kaçışçı te­meli her iki örnekte de aynıdır: Nasıl ki antisemitiklerin so­mut cinayetleri için dünya tarihinden mazeretler bularak sorumluluktan kaçma istekleri anlaşılır bir şeyse, saldırıya uğrayan ve savunma durumunda olan Yahudilerin kendi sorumluluklarına düşen payı hiçbir hal ve şartta tartışmak istememeleri de aynı şekilde, hatta belki de daha anlaşılır bir durumdur. Ancak Yahudilerin durumunda da, bu öğre­tinin ağırlıklı savunucusu olan Hıristiyanların[2] durumunda da resmî özürcülerin kaçışçı eğilimleri daha az rasyonel, ama tarihsel açıdan daha önemli saiklere dayanmaktadır.
Herkes bilir ki, modern antisemitizmin doğuşuna ve yük­selişine, Yahudilerin asimilasyonu, eski dinsel ve tinsel Ya­hudi değerlerinin sekülerleşmesi ve sönmesi eşlik etmiştir. Yahudiliğin bakış açısından, bu, Yahudi halkının büyük ke­simlerinin aynı anda hem içerden çözülme, hem de dışar­dan fiziksel olarak yok edilme tehlikesi ile karşı karşıya kal­ması demekti. Bu durumda halklarının bekasından kaygıla­nan Yahudiler, garip ve umarsız bir yanlış yorumla, hepsi bir yana antisemitizmin Yahudileri birarada tutmanın mü­kemmel bir aracı olarak kullanılabileceği, hatta ebedî antisemitizm varsayımında Yahudi varlığının ebedî garantisinin de içerildiği gibi avutucu bir fikre saplandılar. Yüzlerce yıl­dır Hıristiyan düşmanlığı ile birlikte yaşayan Yahudiler, bu­nun kendileri için siyasî olduğu kadar tinsel açıdan da bir tür korunma aracı olduğunu görmüşlerdi. Ve bu reel tecrü­be, Tanrı tarafından seçilmiş olmaya ve Mesihçi umutlara beslenen inançta içkin olarak varolan ebediyet fikrinin seküler tebdili (travestisi) olan bu hurafeyi güçlendirdi. Ya­hudilerin hatası, Hıristiyan-karşıtı ırkçı antisemitizmi, Ya­hudilere duyulan eski dinsel nefretle karıştırmak oldu. Bu hatanın önemli bir nedeni de, uğradıkları asimilasyona rağ­men Hıristiyanlık hakkında pek az şey bilmeleri ve içinde asimde oldukları uygarlığın esas Hıristiyan karakterini ço­ğunlukla görmezden gelmeleriydi. Karşılarında Hıristiyanlı­ğın gerilemesi gibi bariz bir belirti olunca, onlar da bütün cehaletleriyle sözde “Karanlık Çağlar”ın belli bir anlamda yeniden canlandığını düşündüler.[3] Kendilerini bekleyen gerçek ve evvelce benzeri olmayan tehlikeleri vahim bir bi­çimde küçümsemelerinin sorumlusu, kısmen, kendi geç­mişleri hakkındaki bu bilgisizlikleri ya da yanlış anlamala­rıydı. Ama yine de şunun akıldan çıkartılmaması gerekir: Siyasî yetenek ve değerlendirme noksanlığı, tam da Yahudi tarihinin doğasından; yönetimsiz, ülkesiz ve dilsiz bir hal­kın tarihinden kaynaklanan bir şeydi. Yahudi tarihi, tarihini iyi tanımlanmış bir tarih anlayışıyla başlatan, hatları iyi be­lirlenmiş bir planı yeryüzünde gerçekleştirmek üzere he­men hemen bilinçli bir kararlılık gösteren ve bu planın ba­şarısızlığından sonra, Kudüs’teki tapınağın yıkılışından Basel’deki Birinci Siyonist Kongresi’ne dek ikibin yıl boyunca bütün siyasî eylemlerden uzak duran benzersiz, olağandışı bir halk manzarası sunar. Sonuçta olan şudur: Yahudi hal­kının siyasî tarihi umulmadık, rastlantısal etkenlere diğer ulusların tarihinden daha bağımlı bir hale gelmiştir, öyle ki Yahudiler bir rolden diğerine durmadan sürüklenip durmuş ve hiçbirinden de kendilerini sorumlu görmemişlerdir.
Yahudileri tamamen yok olmanın eşiğine getiren bu nihaî felaket açısından bakıldığında, “ebedî antisemitizm” tezi hiç olmadığı kadar saçma ve tehlikeli bir hal aldı. Bugün bu tez, Yahudilere karşı işlenmiş, kimsenin havsalasına sığma­yacak kadar büyük suçların bile mazereti olabilmektedir. Antisemitizmin Yahudi halkının bekasının gizemli bir gü­vencesi olduğu iddiası da olaylarla feci biçimde boşa çıka­rılmıştır. Antisemitizm, tam da olduğunu iddia ettiği şeydir: Yahudiler için ölümcül bir tehlike -başka da bir şey değil. Teorilerin sıklıkla gerçeklik tarafından boşa çıkarıldıktan sonra da hayatlarını sürdürdükleri bilinir; bu nedenle, ge­rek supap teorisinin gerekse ebedî antisemitizm varsayımı­nın bugün de birçok yerde savunuluyor oluşu bizi şaşırt­mamalıdır. Bunun tek nedeni, her ikisinin de farklı akıl yü­rütmelerine rağmen nihayetinde mükemmel ve bu nedenle gayrı İnsanî bir masumiyeti ve kurbanın başına gelenlerle ilişkisizliğini (bu soyutluğuyla toplama ve imha kampların­da sahiden karşımıza çıkan, yani en yeni tecrübelerimize tekabül eden) yerleşikleştirmesi değildir. Esas neden, anti­semitik hareketin politik anlamını açıklamaya çalışan yegâ­ne girişimler olan bu iki hipotezin, Yahudi tarihinin bizzat antisemitizmle bir ilişkisinin olmadığı ve zaten bu konuda tarihsel kavrayışın olağan araçlarıyla iş görmenin yakışık almayacağı doğrultusundaki sessiz varsayımlarıdır. Günah keçisi kuramıyla karşılaştırıldığında şu kaçınılmaz soruya bir biçimde yanıt vermek gibi bir üstünlüğü de vardır: Ne­den Yahudiler de başkaları değil? Ne var ki cevap, sadece görüntüyü kurtaran ve soruyu çarpıtan bir cevaptır: “Doğal ebedî düşmanlık”.
Burada içkin olarak varolan insan davranışının anlamının olumsuzlanışı açısından bakıldığında, keyfî terör yoluyla insan etkinliğini ortadan kaldıran yönetim biçimleri ve mo­dern uygulamalarla bu hipotezler arasında dehşetengiz bir benzerlik bulunmaktadır. Sanki bu hipotezlerin Yahudilere duyulan nefretin nedenlerine ilişkin belirlemeleri, imha kamplarında işlenen cinayetlerin açıklaması gibidir: Ne ya­pıp yapmadıklarına, erdem ya da erdemsizliklerine bakma­yın! Üstelik sadece emirlere uyan ve işlerini, duygularını karıştırmadan, liyakatle yapmakla övünen katiller tekin ol­mayan bir biçimde, olayların kişilerin dışında izlediği gayrı İnsanî seyirin “masum” (ki ebedî antisemitizm de onları böyle görmekteydi) aygıtları olarak görünmüşlerdi.
Açıkça yanlış kuram ile açıkça caniyane pratik arasındaki bu ortak paydalar, bu tür kuramların dönemsel niteliğine işaret etseler ve yığınların kulağına neden bu denli akla yat­kın, makul geldiklerini açıklasalar bile, kendi başlarına ta­rihsel hakikatin belirtisi değildirler. Tarihçi onlarla ancak tarihin bir parçası oldukları ölçüde ve hakikati arayışı sıra­sında önüne çıktıkları için ilgilenir. Kendisi de [olayların] bir çağdaş[ı] olan tarihçinin, başka herkes kadar bu görüş­lerin ikna edici güçleri karşısında pes etmesi olasıdır. Tari­hin bütün eğilimlerini açıklama savı taşıyan genel kabul görmüş görüşleri ele alırken ihtiyatlı davranmak, modern zaman tarihçileri için özellikle önemlidir. Çünkü geçen yüzyıl, tarihin anahtarını sunarmış gibi görünen, ama aslın­da eylemler ve gelişmeler karşısında politik sorumluluktan kaçmak için yapılan umarsız çabalardan başka bir şey ol­mayan yığınla ideoloji üretmiştir. Bu anlamda 19. yüzyıl ideologları modern dünyanın sofistleridir.
Ama antik dünyanın sofistleriyle modern dünyanın so­fistleri arasında hayli önemli bir fark vardır. Eski sofistlere karşı ünlü kavgasında Platon, sofistlerin “insan aklını sav­larla büyüleme sanat[lar]ı”nın (Phaedrus 261) hakikatle bir ilgisi bulunmadığını, tam da doğaları gereği değişken olan ve ancak “anlaşma anında ve anlaşma sürdüğü [inanılır gö­rüldüğü] sürece” (Theaetetus 172) geçerli olan görüşleri he­def aldıklarını keşfetmişti. Yine Platon, dayanaklarını “ha­kikatten değil, iknadan aldıkları” için görüşlerin oluşturdu­ğu bu dünyada hakikatin son derece güvencesiz bir ko­numda olduğunu farketti. (Phaedrus 260). Eski ve modern sofistler arasındaki en belirgin farklılık, eskiler bir savın ha­kikat pahasına elde ettiği geçici zaferle yetinirken, modern­lerin hakikat pahasına daha kalıcı bir zafer elde etmeyi iste­melerinde yatmaktadır. Başka bir deyişle biri insan düşün­cesinin, diğeriyse insan eyleminin onurunu yoketmiştir. Fi­lozof, eskinin mantık cinlikleriyle ve savlarla gözbağcılık yapanlarla uğraşmak zorundaydı; tarihçinin karşısında ise olgularla oynayan modern cambazlar bulunmaktadır. O an­lamda, olgular artık geçmiş ve şimdiki dünyanın birer par­çası olarak görülmeyip, şu ya da bu görüşü “kanıtlamak” üzere kötüye kullanıldıklarından tarih yok edilmiş ve -ger­çeğini insanlar tarafından canlandırılmış olmaktan, dolayı­sıyla onlar tarafından anlaşılabilir olmaktan alan- kavrana­bilir olma niteliği tehlikeye düşmüştür.
Bütün bunlar tarih yazımını hiçbir zaman olmadığı kadar güvensiz ve güvenilmez kılıyor. Gelenek artık geçerli değil­se ve görüşlerden feragat etmek lazımsa, bize devreden ol­guların oluşturduğu kaos nasıl düzene sokulabilecektir? Ancak zamanımızda yaşanan derin altüst oluşlar ve bunla­rın Batılı insanlığın tarihsel yapılarında yarattığı kaotik de­ğişimler düşünülecek olursa, bu tür zorluklar devede kulak kalır. Bu zorluklar, modernlik için karakteristik olan genel sağduyu kaybından tarihçinin de etkilendiğini gösterir. İde­olojilerin bir amacı da, sağduyunun artık geçerli olmayan kurallarını ikame etmektir; modern kitlelerin ideolojiye yatkınlığı, sağduyunun (bu common sense’tir, hepimiz için müşterek olan dünyayı anlamamızı ve orada yolumuzu bul­mamızı sağlayan ortak duyudur) kamusal politik dünyayı ve onun olaylarım anlamamıza artık yetmeyişi ölçüsünde büyür. Tarih yazıcısı, sağduyunun artık hiçbir modern ola­ya uymayan basmakalıplaşmış, değerini kaybetmiş kuralları ile ideolojilerin çılgın iddiaları arasında yolunu bulmak zo­rundadır -bu da demektir ki hoşuna giden birçok alışkanlı­ğından ve yönteminden vazgeçecektir. Korkuluklara tutun­madan düşünmeyi öğrenmek zorundadır. Bu metodolojik mülahazalardan daha ağırı, çağdaş altüst oluşun şimdiye dek tarihsel görüşümüzün dışında kalmış bütün unsurları ortaya çıkarmış olmasıdır. Daha birkaç onyıl öncesine ka­dar sarsılmaz özler olduğunu sandığımız pek çok şeyin yü­zeysel oldukları görülmüşse de bu, (Roma’nın düşüşünden beri Batı tarihinde yaşanan belki de en derin bunalım olan) bu bunalımda yerle bir olanın sadece yüzeyden ibaret oldu­ğu anlamına gelmez.
Avrupa ulus-devlet sisteminin çökmesi ile antisemitik ha­reketlerin ortaya çıkması arasındaki koşutluğun; kamuoyu­nu ikna mücadelesi veren önceki bütün rakip “izm”ler üze­rinde antisemitizmin zaferini hazırlayan, ulusal temelde ör­gütlenmiş Avrupa’nın yıkılışı ile Yahudilerin yok edilmesi arasındaki bu çakışmanın, antisemitizmin kaynağını göster­mek bakımından ciddiye alınması gerekmektedir. Modern antisemitizm, ulus-devletin daha genel gelişim çerçevesi içinde ele alınmalı ve aynı zamanda antisemitizmin kaynağı Yahudi tarihinin belli veçhelerinde, özellikle son yüzyıllar­da Yahudilerin yerine getirdiği işlevlerde aranmalıdır. [Ulus-devlet sisteminin] çözülmesinin son evresinde şayet antisemitik sloganlar büyük halk kitlelerini emperyalist ge­nişleme ve eski yönetim biçimlerinin yıkılması yönünde ör­gütlemenin ve esinlemenin en etkin araçları olduklarını ka­nıtlamışlarsa, bu durumda belli toplum grupları ile Yahudi­ler arasında husumetin doğmasına ilişkin temel ipuçlarının Yahudiler ile devlet arasındaki ilişkinin daha önceki tari­hinde varolması gerekir. Bu gelişmeyi, izleyen bölümde özetlemeye çalışacağız. Üstelik, sürekli büyümekte olan modern ayaktakımı -yani bütün sınıfların dışlanmışları-, Yahudilerin siyasî bir ideolojinin merkezini oluşturacak denli önemli olup olmadığı sorusunu dert edinmemiş ve onun önderleri geçtiğimiz yüzyılın yetmişli yıllarından beri “tarihin anahtarı”nın ve bütün kötülüklerin başlıca nedeni­nin Yahudiler olduğunu ileri sürebilmişse, o zaman ayakta­kımı ile Yahudiler arasındaki hasmane ilişkilerin temel gös­tergelerinin Yahudiler ile toplum arasında o döneme dek varolan ilişkilerin tarihi içinde bulunması gerekir. Yahudi­ler ile toplum arasındaki ilişkileri üçüncü bölümde ele ala­cağız. Dördüncü bölüm, bizim zamanımızda oynanacak olan oyunun bir tür provası niteliği taşıyan Dreyfus Davası’na ayrılmıştır. Aksi takdirde antisemitizmin 19. yüzyıl politikaları çerçevesinde önemli bir politik silah olma po­tansiyeli gizli kalacakken, kısa bir tarihsel anda görülmesini sağlayan özgül bir fırsat olduğu ve görece iyi dengelenmiş bir aklilik taşıdığı için bu olay bütün ayrıntılarıyla ele alın­mıştır. Bütün olarak antisemitizm unsurunun totaliter ege­menlik ve hareket biçimlerinin inşasındaki işlevi hakkında söylenecek şey ise, bu işlevin tam anlamıyla ancak ulus- devletin çözülme sürecinde, yani emperyalizmin politik ge­lişmelerin ön planına çıkmaya başladığı bir zamanda geliş­miş olmasıdır.

Yahudiler, Ulus-Devlet ve Antisemitizmin Doğuşu
KURTULUŞUN İKİLİ NİTELİĞİ VE YAHUDİ DEVLET BANKERLERİ
Ulus-devlet, gelişiminin doruğuna çıktığı 19. yüzyılda Ya­hudi uyruklarına eşit haklar tanımıştı. Yahudilerin yurttaş­lıklarını, yüzyıllar boyunca milliyeti yurttaşlığın bir önşartı ve nüfusun türdeşliğini de siyasî kuruluşun en belirgin ni­teliği haline getirmiş hükümetlerden almasındaki varolan anlaşılması zor bariz tutarsızlığın ardında çok daha derin, eski ve mukadder çelişkiler bulunmaktadır.
1792 tarihli Fransız Bildirgesi’ni temkinli ve ikircikli bir biçimde izleyen bir dizi özgürleştirici kararnamenin önce­sinde de ulus-devletin Yahudi uyruklarına karşı ikili bir tu­tum içinde olduğu gözlenmekteydi ve kararnameler sırasın­da da bu yaklaşımını sürdürdü. Feodal düzenin yıkılması yeni bir devrimci eşitlik anlayışına yol açmıştı. Buna göre “ulus içinde bir ulus”a hoşgörüyle bakılması artık mümkün olamazdı. Yahudilere tanınan kısıtlamaların ve ayrıcalıkla­rın diğer bütün özel haklar ve özgürlüklerle birlikte kaldı­rılması gerekiyordu. Ne var ki bu eşitliğin ortaya çıkması, ister aydınlanmış bir despot, ister anayasal bir hükümet bi­çiminde olsun, tamamen yalıtılmış, sınıfların ve partilerin üstünde, bir bütün olarak ulusun çıkarlarım yönetebilecek ve temsil edebilecek bağımsız bir devlet aygıtının doğuşuna bağlıydı büyük oranda. O nedenle 17. yüzyıl sonlarından başlayarak devletin ekonomi ve iş yaşamına ilişkin çıkarla­rında yeni bir artış ortaya çıktı ve devlet, daha önce görül­meyen bir borçlanma ihtiyacı içine girdi. Ne var ki Avrupalı halklar arasında hiçbir grup, ne devlete borç vermeye ne de devlet yatırımlarının geliştirilmesine etkin biçimde katılma­ya hazırdı. Tefecilik konusunda çok eski tarihlere uzanan bir deneyime sahip olmaları ve -sık sık yerel korunma talep ettikleri ve karşılığında mali olanaklarından yararlandırdık­ları- Avrupa’nın soylu aileleri ile ilişkileri nedeniyle yardım için Yahudilere başvurulması son derece doğaldı; Yahudile­re belli ayrıcalıklar tanımak ve onlara ayrı bir grup olarak davranmak bu yeni devletin ekonomik çıkarlarına son de­rece uygundu. Yahudileri, devlete borç para vermeye yanaş­mayan, devletin malî işlerine girmekte ve geliştirmekte gö­nülsüz davranan ve özel kapitalist girişimin yeknesak örüntüsüne sadık kalan nüfus içinde tamamen erimiş görmek, hiçbir hal ve şartta bu devletin işine gelmezdi.
Bu nedenle 19. yüzyıl boyunca Avrupa’daki ulus-devlet sisteminin bir bağışı olarak Yahudilerin kurtuluşunun çifte kökeni ve her zaman ikili bir anlamı olmuştur. Bir yandan bu kurtuluş, ancak siyasal ve yasal eşitlik halinde işleyebile­cek yeni bir siyasî kuruluşun siyasal ve yasal yapısından kaynaklanıyordu. Hükümetler eski düzenin eşitsizliklerini mümkün olduğunca eksiksiz ve süratle temizlemek zorun­daydılar. Öte yandan başlangıçta sadece tek tek kişilere, son­raları bu kişiler eliyle varlıklı Yahudilerin oluşturduğu kü­çük bir gruba tanınmış olan Yahudilere özgü ayrıcalıkların, yavaş yavaş genişlemesi kaçınılmazdı; ancak bu küçük grup, devletin büyüyen ekonomik taleplerini artık karşılayamaya­cak duruma geldiğindedir ki, bu ayrıcalıklar da bütün bir Batı ve Orta Avrupa Yahudiliğine genelleştirilmiştir.[4]
Şu halde Yahudilerin kurtuluşu aynı zamanda ve aynı ül­kelerde hem eşitlik hem ayrıcalık; hem Yahudi toplulukları­nın eski özerkliklerinin ortadan kalkması hem Yahudilerin toplumda ayrı bir grup olarak bilinçle muhafazası; hem özel kısıtlamaların ve özel hakların kaldırılması hem bu hakların sayıları giderek artan bireyler grubuna yayılması anlamına gelmekteydi. Bütün ulusal gruplara eşitlik tanın­ması bu yeni siyasî kuruluşun öncülü oldu ve bu eşitlik fiiliyatta en azından eski hâkim sınıflar yönetme ayrıcalıkla­rından yoksun edildiği ve eski ezilen sınıfların hakları ko­runduğu ölçüde gerçekleşirken, bu süreç, ulusal grupları ekonomik ve toplumsal bakımdan tekrar en az eski rejim kadar birbirinden ayıran bir sınıflı toplumun doğuşuyla ça­kıştı. Jakobenlerin Fransız Devrimi’nde anladıkları şekliyle eşitlik sadece Amerika’da bir gerçeklik haline geldi, Kıta Avrupa’sında ise yerini hemen yasa önünde resmî eşitlik ko­şuluna bıraktı.
Yasa önünde eşitliğe dayanan bir siyasî kuruluş ile sınıf sisteminin eşitsizliğine dayanan bir toplum arasındaki te­mel çelişki, yeni bir siyasî hiyerarşinin ortaya çıkması ya­nında, yaşama olanağına sahip cumhuriyetlerin gelişmesini de engellemiştir. Kıtada sınıf mensubiyetinin bireye arma­ğan ettiği ve Birinci Dünya Savaşı’na kadar neredeyse do­ğuştan gelen aşılmaz toplumsal eşitsizlik, buna rağmen si­yasî eşitlikle yan yana varolabilmiştir. Sadece Almanya gibi siyasî bakımdan geri ülkelerde birkaç feodal tortu varlığını sürdürmüştür. Bu ülkede, bir bütün olarak kendini sınıfa dönüştürmekte hayli yol katetmiş olan aristokratların ayrı­calıklı bir siyasî statüleri vardı ve bu nedenle bir grup ola­rak devletle özel bir ilişkiyi sürdürebiliyorlardı. Ama bunlar da tortuydu. Tam gelişmiş sınıf sistemi, bireyin statüsünün devlet ya da aygıtları içerisindeki konumuyla değil, üyesi olduğu sınıfla ve diğer sınıflarla olan ilişkisiyle tanımlan­ması anlamına gelmekteydi.
Bu genel kuralın biricik istisnası Yahudilerdi. Ayrı bir sı­nıf oluşturmadıkları gibi, yaşadıkları ülkelerde varolan sı­nıflardan hiçbirine de ait değildiler. Bir grup olarak ne işçi, ne orta sınıf, ne toprak sahibi, ne de köylüydüler. Servetleri onları sanki orta sınıfın bir parçası yapıyordu, ama bu sını­fın kapitalist gelişmesinde hiçbir payları yoktu; sanayide seyrek olarak boy gösteriyorlardı ve Avrupa’daki tarihleri­nin son evrelerinde şayet büyük ölçekte birer işveren haline gelmişlerse de çalışanları, işçi değil, beyaz yakalı personel­di. Başka bir deyişle statüleri Yahudilikleriyle tanımlanmak­taydı, bir başka sınıfla ilişkilerine göre değil. Devletten gör­dükleri (ister eski açık ayrıcalıklar biçiminde olsun, ister bir başka grubun gereksinim duymadığı ve toplumun hu­sumetine karşı sık sık sağlamlaştırılması gereken özel bir kurtuluş beratı şeklinde olsun) özel koruma ve hükümetle­re sundukları özel hizmetler kendilerini bir sınıf olarak oluşturmaları yanında, sınıf sistemi içinde kaynayıp gitme­lerine de engel oluyordu.[5] O nedenle toplum tarafından ka­bul gördüklerinde ve topluma katıldıklarında, aristokrat ol­sun, burjuva olsun, her sınıf içinde kendi bütünlüğünü ko­ruyan iyi tanımlanmış bir grup haline gelmişlerdir.
Ulus-devletin, Yahudilerin özel bir grup olarak korunma­larında ve sınıf toplumuna asimilasyonlarının önlenmesin­deki çıkarı ile Yahudilerin kendilerini koruma ve bir grup olarak beka [hayatta kalma] saiklerinin birbiriyle çakıştığı­na kuşku yoktur. Bu çakışma olmasaydı hükümetlerin ça­balan da büyük bir olasılıkla sonuç vermeyecekti; devlet cenahında bütün yurttaşları eşitlemeye yönelik güçlü eği­limlerin varlığı ile toplum cenahında her bireyi bir sınıfa dahil etme süreci (ki her ikisi de Yahudilerin tam anlamıyla asimilasyonu demekti), ancak hükümet müdahalesi ve gö­nüllü işbirliğinin oluşturduğu bir bileşim tarafından boşa çıkartılabilirdi. Her şey bir yana, Yahudilerle ilgili resmî po­litikalar, sadece nihaî sonuçlarına baktığımızda inanabilece­ğimiz kadar tutarlı ve kararlı olmamıştır.[6] Yahudilerin ola­ğan kapitalist girişimlerdeki ve iş yaşamındaki şanslarını nasıl bir tutarlılıkla teptiklerini görmek aslında oldukça şa­şırtıcıdır.[7] Ama hükümetlerin çıkarları ve uygulamaları ol­masaydı, Yahudilerin grup olarak kimliklerini korumaları hemen hiç mümkün değildi.
Diğer bütün grupların tersine Yahudiler siyasî kuruluş ta­rafından tanımlanmıştır ve konumları onun tarafından be­lirlenmiştir. Ancak bu siyasî kuruluşun başka bir toplumsal gerçekliği olmadığından, toplumsal açıdan ifade edersek Yahudilerin konumu muallâktaydı. Toplumsal eşitsizlikleri, sınıf sisteminin eşitsizliğinden tamamen farklıydı; bu da esasen Yahudilerin devletle olan ilişkilerinin bir sonucuy­du; buna göre bir Yahudi olarak doğmak ya -yönetimin özel koruması altında- aşırı ayrıcalıklı olmak ya da asimilasyon­larını önlemek amacıyla belli hak ve fırsatlardan yoksun bı­rakıldıkları için ayrıcalıksız olmak anlamına geliyordu .
Avrupa ulus-devlet sisteminin ve Avrupa Yahudiliğinin aynı anda yükselişi ve yıkılışına ilişkin yapılan bu şematik açıklamalar kabaca aşağıdaki evrelere ayrılabilir:
1- 17 ve 18. yüzyıllarda mutlak monarkların vesayeti al­tında yavaş yavaş ulus-devletlerin gelişmesine tanık olun­maktadır. Tek tek Yahudiler hemen her yerde içinde bulun­dukları koyu karanlıktan sıyrılarak, devlet yatırımlarını malî yönden destekleyen ve prenslerinin malî işlerini çekip çeviren, bazen şaşaalı ama her zaman nüfuz sahibi Saray Yahudileri konumuna yükselmişlerdir. Bu gelişme., bir bü­tün olarak Yahudi halkını da, az çok feodal bir görünüm ar- zeden bir düzende yaşamayı sürdüren kitleleri de hemen hiç etkilememiştir.
2- Bütün bir Kıta Avrupa’sındaki siyasî koşulları ansızın değiştiren Fransız Devrimi’nden sonra, malî işlemleri, şim­diye dek Saray Yahudilerinin bir prensin emrine sunduklarından çok daha büyük bir sermaye ve borç miktarım ge­rektiren modern anlamda ulus-devletler ortaya çıktı. Hükü­metlerin bu yeni büyüyen gereksinimlerini ancak, Batı ve Orta Avrupa Yahudiliğinin daha zengin tabakalarının, önde gelen Yahudi bankerlerine bu amaçla havale ettiği birleşik servetleri karşılayabilirdi. Bu dönem beraberinde, o zamana dek sadece Saray Yahudileri için zorunlu görülmüş olan ay­rıcalıkların, 18. yüzyılın daha önemli kentsel ve mal! mer­kezlerine yerleşmeyi başarmış servet sahibi sınıfa da tanın­masını getirmiştir. Sonunda tam olgunlaşmış ulus-devletlerde Yahudilere kurtuluş bahşedildi. Sadece sayılarından ve bu bölgelerin genel geri kalmışlığından ötürü Yahudile­rin hükümetlerinin malî yardımcısı olmak gibi ekonomik bir işlev üstlenen ayrı bir özel grup halinde örgütlenemedikleri ülkelerde bu kurtuluş kendilerinden esirgendi.
3- Ulusal hükümet ile Yahudiler arasındaki bu sıkı ilişki burjuvazinin genelde siyasete, özelde de devlet mâliyesine karşı takındığı kayıtsız tutuma dayandığı için, dönemin ar­dından etkin bir siyasî yardım ve devlet müdahalesi olma­dan kapitalist ekonominin genişlemiş haliyle artık sürdürülemediği 19. yüzyılın sonunda emperyalizm ortaya çıktı. Öte yandan emperyalizm tam da ulus-devletin temellerini oyarak Avrupa uluslarının müşterek hayatına iş yaşamının yarışmacı ruhunu taşıdı ... Bu gelişmenin ilk onyılında Ya­hudiler devletin ekonomik yaşamındaki özgül konumlarını emperyalist kafalı işadamlarına bıraktılar; her ne kadar tek tek malî danışman ve Avrupa çapında çalışan komisyoncu­lar olarak nüfuzlarını korumuşlarsa da, bir grup olarak önemleri azalmıştı. Ancak -19. yüzyıl devlet bankerlerinin tersine- bu Yahudiler geniş Yahudi topluluğuna, sahip ol­dukları servete rağmen 17. ve 18. yüzyıl Saray Yahudilerin- den çok daha az ihtiyaç duymaktaydılar. O nedenle Yahudi topluluğu ile bağlarım tam anlamıyla koparmışlardı. Yahudi toplulukları artık malî yönden örgütlü değildi ve yüksek mevkilerde yer alan tek tek Yahudiler, Yahudi olmayan dünyanın gözünde bir bütün olarak Yahudiliği temsil etme­yi sürdürüyor olmakla birlikte, bunda çok az bir gerçeklik payı vardı.
1.         Bir grup olarak Batı Yahudiliği, Birinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesinden önceki onyıllarda ulus-devletle birlikte parçalanmıştı. Savaşın ardından Avrupa’nın yaşadı­ğı hızlı düşüş onları zaten eski güçlerinden yoksun kaldık­ları ve servet sahibi kişiler güruhu içinde atomize oldukları bir sırada yakaladı. Emperyalist çağda Yahudi zenginliğinin bir anlamı, önemi kalmamıştı; uluslar arasında güç denge­sine ve Avrupa dayanışmasına ilişkin hiçbir duygusu olma­yan bir-Avrupalı gözünde ulusal olmayan, inter-Avrupalı [8] Yahudi öğesi, zenginliğinin bir yararı olmadığı için genel bir nefretin ve güçten yoksun olduğu için de horgörünün nesnesi haline gelmişti.
Düzenli gelire ve güvenilir malî kaynaklara ihtiyaç duyan ilk hükümetler, ulus-devletin içinden doğduğu mutlak mo­narşiler olmuştur. Feodal prenslerin ve kralların da paraya hatta borçlanmaya ihtiyaçları vardı -ancak sadece belli, so­mut hedefler ve geçici faaliyetler için; hatta daha 16. yüzyıl­da malî olanaklarını devletin emrine verirken Fuggerler, henüz yaptıklarının devleti borçlandırmak olduğunu dü­şünmüyorlardı. Mutlak monarklar başlangıçta malî gereksi­nimlerini kısmen savaş ve yağma gibi eski yöntemlerle, kıs­men de yeni vergi tekeli aracılığıyla sağlıyorlardı. Bu du­rum, halkın artan düşmanlığını yatıştırmaksızm, soylulu­ğun iktidarının temellerini oydu ve iflas ettirdi.
Mutlak monarşiler uzun bir zaman toplumda, feodal mo­narşinin sırtını soyluluğa güvenle dayayışında olduğu gibi, yaslanabilecekleri bir sınıf aradılar. 15. yüzyıldan beri Fran­sa’da loncalar ile onları devlet sistemine dahil etmek iste­yen monarşi arasında bitmeyen bir mücadele süregelmek­teydi. Bu deneyimlerden en ilgi çekici olanı şüphesiz mer­kantilizmin yükselişi ve mutlak devletin ulusal iş yaşamı ve sanayii üzerinde mutlak bir tekel oluşturma gayretleriydi. Bunun sonucunda, yükselen burjuvazinin kararlı direnişi­nin yol açtığı iflaslar ve yaşanan felaket gayet iyi bilinmek­tedir.[9]
Kurtuluş beratlarından önce Avrupa’daki her hükümdar­lık hanedanının ve her monarkın elinin altında malî işlerini gördürecek bir Saray Yahudisi bulunmaktaydı. 17 ve 18. yüzyıllarda bu Saray Yahudileri daima Avrupa genelinde bağlantılara ve kredi olanaklarına sahip tekil kişilerdi; ulus­lararası bir malî varlık oluşturmuyorlardı.[10] Tek tek Yahudi bireylerin ve ilk küçük zengin Yahudi topluluklarının 19. yüzyılın herhangi bir anından çok daha güçlü oldukları bu dönemlerin özelliği,[11] Yahudilerin ayrıcalıklı durumlarının ve ayrıcalıklı olma haklarının değerlendirilişindeki açık yü­reklilik ve yetkililerin Yahudilerin devlete verdikleri hizme­tin önemine ilişkin yaptıkları açık tanıklıktı. Verilen hiz­metler ile bahşedilen ayrıcalıklar arasındaki bağlantı hak­kında en ufak bir kuşku ya da bulanıklık sözkonusu değil­di. Fransa, Bavyera, Avusturya ve Prusya’da ayrıcalıklı Ya­hudilerin soyluluk unvanları almaları son derece doğaldı, dışardan bakıldığında bile sadece zengin adamlar olmanın ötesinde bir konuma sahip bulundukları belliydi. Rothschild’lerin Avusturya hükümetinin onayladığı bir unvanı almak için karşılaştıkları zorluklar (ki 1817’de muratlarına erebildiler), Saray Yahudiliğinin bu altın çağının sona erdi­ğinin bir işareti oldu.
18. yüzyılın sonlarında, çeşitli ülkelerdeki tabaka ya da sınıflardan hiçbirinin yeni hâkim sınıf olma, yani kendileri­ni soyluların yüzyıllardır yaptığı gibi yönetimle özdeşleştir­me arzusunda olmadıkları ya da buna yetenekleri bulun­madığı anlaşıldı.[12] Mutlak monarşinin toplum içinde mütte­fik bir sınıf bulmayı başaramaması, ulus-devlet ile onun sınıflarüstü, toplumdan ve tekil çıkarlardan tamamen bağım­sız, bir bütün olarak ulusun gerçek ve yegâne temsilcisi ol­ma savının tam anlamıyla gelişmesine yol açtı. Öte yandan bunun, devlet ile ulusun siyasî kuruluşunun üzerine da­yandığı toplum arasındaki açıklığın derinleşmesi gibi bir sonucu oldu. Bu olmasaydı, Yahudileri eşit koşullarda Av­rupa tarihine sokmak gerekmeyebilirdi, hatta bu mümkün de olmayabilirdi.
Toplum içinde büyük sınıflardan birinin müttefikliğini sağlayamayan devlet, bunun üzerine kendini dev bir işlet­me olarak kurmayı seçti. Elbette burada idari amaçlar söz- konusuydu, ama malî ve diğer çıkarlar ile maliyetler öylesi­ne büyüktü ki 18. yüzyıldan itibaren ekonomi devlet işleri­nin özel bir alanı haline geldi. Zamanın malî yönden kud­retli güçleriyle, devlet müdahalesinden uzak kalarak kendi özel yatırım tarzını sürdüren ve “üretken olmayan” bir yatı­rım olarak gördüğü işlere malî yönden etkin bir biçimde katılmaya yanaşmayan burjuvazi arasındaki çatışma, devlet ekonomisinin bağımsız bir biçimde gelişmesine neden ol­du. Dolayısıyla devletin kurduğu işlere malî destek vermeye ve yazgılarını bu ekonominin gelişmesine bağlamaya gö­nüllü yegâne halk kesimi Yahudilerdi. Kredi olanakları ve uluslararası bağlantılarıyla Yahudilerin durumu, ulus-devletin, zamanın en büyük yatırımcıları ve işverenleri arasına girmesine yardım etmeye son derece uygundu.[13]
Bu hizmetlerin yerine getirilmesinin zorunlu bedeli ve aynı zamanda üstlenilen büyük tehlikelerin ödülü, Yahudi­lere durumlarında belirgin değişikliklere yol açan büyük ayrıcalıklar tanınması oldu. En büyük ayrıcalık da eşitlikti. Prusyalı Friederich’in Münzjuden'i [Sikkeci Yahudi] ya da Avusturya İmparatorluğu’nun Saray Yahudileri, yarım yüz­yıl sonra bütün Prusya Yahudilerinin kurtuluş ve eşit hak­lar adı altında elde edecekleri statüyü “genel ayrıcalıklar” ve “patent”ler sayesinde elde ettikten sonra; 18. yüzyılın sonunda, servetlerinin doruğundaki Berlinli Yahudiler, ak­ranları olarak görmedikleri yoksul din kardeşleriyle “eşitlik”lerini paylaşmayı umursamadıkları için Doğu illerinden Yahudi akışını önlemeye çalıştıklarında; keza Fransa Ulusal Meclisi döneminde Bordeaux’lu ve Avignon’lu Yahudiler, Fransız hükümetinin Doğu illerindeki Yahudilere eşitlik ta­nımasına karşı sert itirazlarda bulunduklarında, Yahudile­rin, eşit haklan değil, ayrıcalıkları ve özel özgürlükleri esas aldıkları ortaya çıktı. Gerçekten de hükümetlerinin ekono­mik faaliyetleriyle sıkı ilişkileri olan ve statülerinin doğası­nın ve durumunun tamamen farkında olan ayrıcalıklı Yahu­dilerin, hizmetleri karşılığı bir bedel olarak sahip oldukları, dolayısıyla herkes için bir hak haline gelmesi hemen hiç mümkün olmayan bu özgürlük armağanının bütün Yahudi­lere verilmesini gönülsüz karşılamaları şaşırtıcı değildir.[14]
Ancak 19. yüzyılın sonunda, emperyalizmin doğuşuyla birlikte mülk sahibi sınıflar devlet yatırımları konusunda başlangıçtaki yargılarını değiştirmeye başladılar. Şiddet araçlarının giderek mükemmelleşmesi ve devletin bu araç­lar üzerindeki mutlak tekeliyle birlikte emperyalist genişle­me, devlete ilgi çekici bir ekonomik önem kazandırdı. El­bette bu, Yahudilerin de yavaş yavaş ama otomatik bir ke­sinlikle kendilerine özgü, benzersiz konumlarını yitirmeleri anlamına geliyordu.
Ama Yahudiler sadece yükselen ulus-devlet içinde salt ekonomik bir işlevle sınırlı kalsalardı, onlara karanlıktan çıkıp, siyasî bir anlam ve önlem kazandıran iyi talihlerinin sonu çok daha önce gelirdi. Geçen yüzyılın ortalarından iti­baren bazı devletler, devlet borçları için Yahudilerden des­tek görmeksizin de işlerini yoluna koyma konusunda yete­rince kendilerine güven kazanmışlardı.[15] Öte yandan ulusal grupların, giderek daha çok ülkelerinin kaderine bağımlı hale geldiğini farketmeleri, onları hükümetlere daha çok kredi açmaya hazır hale getirdi. Eşitlik, ulusal savaşlarda yurttaşlarının mallarım ve mülklerini koruyabilecek yegâne âmilin devlet olması gibi basit bir nedenden dolayı, sonun­da en güvenilir sermaye yatırım biçimi olarak görülmeye başlanan devlet tahvillerine herkesin ulaşabilir olmasında simgesini buluyordu. 19. yüzyılın ortalarından itibaren Ya­hudiler ancak hâlâ oynayacak daha önemli ve yazgısal (bu arada devletin yazgısındaki hisseleriyle de sıkı sıkıya ilişki­li) bir başka rolleri daha olmasından ötürü, üstün konum­larını koruyabildiler. Kendilerine ait ne bir toprakları ne de devletleri olan Yahudiler, her zaman inter-Avrupalı bir un­sur olagelmişlerdir; Yahudilerin malî yardımlarına bel bağ­ladığı için ulus-devlet de bu uluslararası statüyü korumuş­tur. Ama ekonomik yararlılıkları son bulduğunda bile Ya­hudilerin inter-Avrupalı statüleri, ulusal çatışmalar ve sa­vaşlar sırasında büyük ulusal önemini sürdürdü.
Ulus-devletlerin Yahudilerin hizmetlerine olan gereksi­nimleri, Avrupa tarihinin genel bağlamına uygun olarak ya­vaş ve mantıksal bir biçimde gelişmesine rağmen, Yahudile­rin siyasî ve ekonomik önemlerindeki artış, komşuları ka­dar kendileri için de ani ve beklenmedik bir olaydı. Orta çağın sonlarında Yahudi tefeciler eski önemlerini yitirmiş­lerdi ve 16. yüzyıl başlarında da kentlerden ve ticaret mer­kezlerinden köylere ve kırsal kesime sürülmüşlerdi. Bu du­rum, daha yüksek otoritelerin uzaktan sağladığı nispeten birörnek korumanın yerini küçük yerel soyluların sağladığı güvensiz bir durumun alması demekti.[16] 17. yüzyıl bir dönüm noktası oldu. Otuz Yıl Savaşları sırasında Avrupa’nın hemen her yanma dağılmış bu küçük ve önemsiz tefeciler, savaş lordlarının uzak diyarlardaki paralı askerlerinin her tür ihtiyacını sağladılar. Askerler bu küçük satıcılar saye­sinde gittikleri her yerde erzak bulabildiler. Bu savaşlar, di­ğer sınıfların hiç ilgisini çekmeyen, halktan hiçbir yardım görmeyen, prenslerin yarı-feodal, az çok özel işlerinden ibaret kaldığı için, Yahudilerin statülerindeki ilerleme ol­dukça sınırlıydı ve gözle görülür değildi. Ama her feodal hanedanın Saray Yahudisinin muadili birilerine ihtiyacı ol­duğundan Saray Yahudilerinin de sayısı arttı.
Bu Saray Yahudileri soylu sınıfın üyeleri olarak, hiçbir merkezî otoriteyi temsile talip olmayan bu küçük feodal lordlara hizmet ettikleri sürece, toplumda sadece tek bir grubun bendeleriydiler. Çekip çevirdikleri mülk, borç ver­dikleri para, karşıladıkları ihtiyaçlar, hepsi de efendilerinin özel mülkü olarak görülmekteydi. O nedenle bu etkinlikler siyasî konulara katılmalarını sağlayamıyordu. İster nefret, ister kayırılma konusu olsun, Yahudiler önemli bir siyasî mesele haline gelemedi.
Ancak feodal lordun işlevi değişip bir prens ya da hü­kümdar haline geldiğinde, yanındaki Saray Yahudilerinin işlevleri de değişti. Çevrelerindeki değişikliklerle pek ilgi­lenmeyen, yabancı bir unsur olan Yahudiler, statülerinin yükseldiğinin farkına varan en son kişiler oldular. Yine özel işlerini yapmayı mümkün olduğunca sürdürdüler ve bağlı­lıkları, siyasî düşüncelerle ilgisi bulunmayan kişisel bir me­sele olarak kaldı. Bağlılık, namus ve dürüstlük demekti; bir çatışmada taraf olmak ya da siyasî nedenlerle gösterilen bir sadakat değil. Orduya erzak sağlamak, giydirmek, yedir­mek, paralı asker tutulması için borç vermek, sadece bir iş ortağının iyiliğini ve refahını gözetmek anlamına geliyordu.
Yahudilerle aristokratlar arasındaki bu ilişki tarzı, o za­mana dek Yahudileri toplumdaki bir başka tabakaya bağla­mış yegâne ilişkiydi. Bu ilişki 19. yüzyıl başlarında ortadan kalktığında, yeri doldurulamadı. Bu ilişkiden Yahudilere kalan, (Avusturya ve Fransa’da) aristokratik unvanlarla, yükselen burjuvaziye karşı Yahudilerle soyluluğu biraraya getiren bir çeşit malî ittifak oldu. Yahudilerin genel kurtulu­şu gibi bir durum mevcut olmadığı sürece, bu [ittifakın] sa­vı, Prusya ve Fransa’da belli bir makullük taşıyordu. Saray Yahudilerinin ayrıcalıkları aslında soyluluğun hak ve öz­gürlüklerini andırıyordu ve Yahudiler de en az aristokratlar kadar ayrıcalıklarını yitirmekten korkuyor ve eşitliğe karşı aynı savları ileri sürüyorlardı. Çoğu ayrıcalıklı Yahudiye küçük unvanların verildiği 18. yüzyılda ve Yahudi toplu­luklarıyla bağlarını yitirmiş zengin Yahudilerin yeni top­lumsal statüler aradıkları ve aristokrasiyi örnek aldıkları
18. yüzyılın başlarında bu makullük daha da büyüdü. An­cak, öncelikle soyluluğun gerilemekte olduğu, oysa Yahudi­lerin sürekli statü kazandığı son derece açık olduğu için ve aynı zamanda da aristokrasi özellikle Prusya’da antisemitik bir ideoloji yaratan ilk sınıf durumuna geldiğinden, bütün bunların pek bir önemi yoktu.
Yahudiler savaşta tedarikçi ve kralların hizmetkârlarıydı­lar, ama bizzat çatışmalara katılmadıkları gibi, kendilerin­den böyle bir şey de beklenmiyordu. Bu çatışmalar ulusal savaşlar boyutuna vardığında Yahudiler hâlâ, önemleri ve yararları hiçbir ulusal davayla bağlı olmamaktan gelen uluslararası bir unsur olmayı sürdürdüler. Artık devlet ban­keri değildiler ve savaşta tedarikçilik yapmıyorlardı (bir Yahudinin malî olarak desteklediği son savaş 1866 tarihli Prusya-Avusturya Savaşı’ydı. Bu savaşta Bismarck gerekli krediyi Prusya Parlamentosu’ndan almayı reddettiğinde, kendisine Bleichroeder yardım etmişti). Barış anlaşmaları­nın malî danışmanları ve yardımcıları olmuş, fazla düzenli ve belirgin olmasa da taraflar arasında haber getirir götürür olmuşlardı. Yahudi yardımı olmadan gerçekleştirilmiş en son barış anlaşması, Fransa ile diğer Kıta devletleri arasında yapılan Viyana Kongresi olmuştu. 1871’de Almanya ile Fransa arasındaki barış görüşmelerinde Bleichroe ier’in ro­lü, savaştaki yardımlarından çok daha önemliydi.[17] Rothschild’lerle olan bağlantıları sayesinde Bismarck ile Benjamin Disraeli arasında dolaylı bir haberleşme kanalı sağladığı 1870’lerin sonlarında ise çok daha önemli hizmetlerde bu­lunmuştur. Versay Barış Anlaşması, Yahudilerin danışman olarak belirgin bir rol oynadıkları son anlaşma idi. Ulusal sahnedeki ününü ve önemini uluslararası Yahudi bağlantısı­na borçlu olan son Yahudi, Weimar Cumhuriyeti’nin talihsiz Dışişleri Bakanı Walter Rathenau idi. Meslektaşlarından biri­nin dediği gibi, “uluslararası finans dünyasındaki saygınlığını ve dünyanın her yanındaki Yahudilerin desteğini,14 uluslara­rası sahnede tanınmayan bu yeni cumhuriyetin bakanlarının emrine sunmasının” karşılığını yaşamıyla ödemişti.
Antisemitik hükümetlerin Yahudilerden ne savaş ekononomisinde ne de barışta yararlanmayacakları açıktır. Ama Yahudilerin uluslararası sahneden tasfiyesinin antisemitizmden daha genel ve derin bir anlamı vardı. Yahudilerden sadece gayrı ulusal bir unsur olarak yararlanıldığı için, an­cak savaş sırasında herkes barış seçeneğini bilinçli olarak saklı tuttuğu sürece, bir anlaşmaya varılması ve modus vivendi’nin [geçici anlaşma] yeniden kurulması herkesin amacı olduğu müddetçe, Yahudilerin savaşta da barışta da bir değeri olabilirdi. Oysa “ya zafer ya da ölüm” tayin edici bir politika durumuna gelir gelmez ve düşmanın yok edil­mesi savaşın fiili amacını oluşturmaya başladığında, Yahu­dilerden de artık herhangi bir yarar umulamaz oldu. Her ne kadar siyaset sahnesinden bu çekiliş, hatta grup yaşamının sönmesi, mutlaka Yahudilerin fiziksel olarak imhasını getir­mese de, bu politika nereden bakılsa Yahudilerin kolektif varlıklarının yok olması anlamını taşıyordu. Mamafih, tıpkı İtalyan Yahudilerinin faşizm ırkçı yasalar çıkarmadan önce İtalyan Faşist Partisi’ne üye olmaları gibi, şayet Almanlar kadar kolaylıkla harekete katılmalarına izin verilmiş olsaydı
M Bakınız Walter Frank, “Walter Rathenau und die blonde Rasse”, Forschungen Zur Judenfrage, Band IV, 1940. Nazi dönemindeki resmi görevine rağmen Frank, kullandığı kaynaklar ve yöntemler konusunda bir ölçüde özenini ko­rumuştur. Bu makalede, Israelitisches Familienblatt'da (Hamburg, 6 Temmuz, 1922), Die Zeif'da (Haziran 1922) ve Berliner Tageblatt’da (31 Mayıs 1922) yer alan Rathenau hakkında yazılmış taziyeleri anmaktadır.
Alman Yahudilerinin de Nazi olacaklarına ilişkin sıkça tek­rarlanan iddia, ancak yarı yarıya doğrudur. Bu sav, çevrele­rinde hâkim olan psikolojiden büyük farklılık arzetmeyen Yahudi bireylerin psikolojileri için geçerlidir sadece. Tarih­sel anlamda ise alenen yanlıştır. Antisemitizm olmadan da Nazizm, Yahudilerin Avrupa’daki varlığı açısından öldürü­cü bir darbe olurdu; ona rıza göstermek yalnızca Yahudi kökenli bireyler için değil, bir halk olarak Yahudiler için de intihar olurdu.
Son yüzyıllarda Avrupa Yahudiliğinin kaderini belirleyen ilk çelişkiye[18], yani eşitlik ve (biçimsel olarak ve ayrıcalık maksadıyla bahşedilmiş eşitliğin ifade ettiği) ayrıcalık ara­sındaki çelişkiye*, bir ikinci çelişkiyi* daha eklemek gere­kir: Uluslar sisteminde ansızın yaşanan çöküş, ulusal olma­yan yegâne Avrupalı halk olan Yahudilere herkesten daha çok zarar vermişti. Bu durum ilk bakışta görüldüğü kadar paradoksal değildir. İster Robespierre’den Clemenceau’ya kadar ulusun Jakoben temsilcileri olsun, isterse Metternich’den Bismarck’a dek Orta Avrupa reaksiyoner (tutucu) hükümetlerinin temsilcileri olsun, hepsinde ortak bir özel­lik vardır: Hepsi de bütün içtenlikleriyle Avrupa’daki “güç­ler dengesi”nin üzerine titriyorlardı. Elbette her biri bu dengeyi kendi ülkelerinin yararına değiştirmeye çalışmıştır, ama ne kıtanın her yanında bir iktidar tekeli kurmayı, ne de komşularını toptan ortadan kaldırmayı hayal etmişlerdi. Onları bu kararsız dengenin çıkarma kullanan Yahudiler, Avrupa uluslarının ortak çıkarlarının bir tür simgesi duru­mundaydılar.
O nedenle Avrupalı halkların felaketi andıran yenilgileri­nin, Yahudilerin başına gelen felaketle başlaması hiç de raslantı değildir. Avrupa’nın kararsız güçler dengesinin çözül­meye Yahudilerin tasfiyesiyle aynı anda başlamasını anla­mak pek kolay, bu tasfiyenin olağandışı zalim bir milliyetçi­likten ya da “eski önyargılar”ın vakitsiz canlanmasından daha fazla bir şeyler içerdiğini anlamak ise bir o kadar zor olmuştur. Felaket gelip çattığında Yahudilere, tarihleri ay­rıksı yasalar izleyen ve o nedenle kaderleri genelleştirileme­yecek “özel bir vaka” olarak bakıldı. Avrupa dayanışmasının bu yıkılışı, aynı anda bütün Avrupa’daki Yahudi dayanışma­sının yıkılışını da yansıtmaktaydı. Alman Yahudilerine yö­nelik zulüm başlatıldığında, diğer Avrupa ülkelerindeki Ya­hudiler de Alman Yahudilerinin, kaderleri kendilerininkine benzemesi mümkün olmayan b\r istisna oluşturduğunu keş­fettiler. Aynı şekilde Alman Yahudiliği de çökmeden önce, her biri sahip oldukları temel insan haklarının -Birinci Dünya Savaşı’nın emektar askeri olmak, emekli asker çocu­ğu olmak, şehit bir babanın gururlu oğlu olmak gibi- özel ayrıcalıklarla korunabileceğine inanan ve bunu uman sayısız hizbe bölünmüştü. Öyle görünüyordu ki sanki Yahudi kö­kenli bütün bireylerin yok edilmesi, Yahudi halkının kendi içinde çözülmesi ve kansız bir yok edilme süreci tarafından öncelenmişti; sanki Yahudiler varlıklarım münhasıran başka halklara ve onların nefretine borçlu gibiydiler.
Yahudilerin, mevcut ya da büyüyen bir uluslar dünyasın­da, gayrı ulusal bir inter-Avrupalı unsur olmalarından dola­yı Avrupa tarihine etkin bir biçimde girmiş olmaları, Yahu­di tarihinin hâlâ en dokunaklı yanlarından biridir. Devlet bankerleri olarak yerine getirdikleri işlevlerinden daha kalı­cı ve daha temel olduğunu kanıtlamış olan bu rol, Yahudi­lerin sanat ve bilimlerdeki üretkenliğinin yeni modern tar­zının maddî nedenlerinden biridir. Diğer kusurları ne olur­sa olsun, tamamen Avrupalı bir unsura gereksinim duyan ve ona müsamaha gösterebilen bir sistemin ve siyasî bir ya­pının yıkılışıyla kendi mahvoluşunun çakışmış olması, ta­rihsel bir adaletten başka nedir?
Son yüzyıllarda Yahudi tarihinde varlığından kuşku du­yulmayan daha az çekici yanlara bakıp, tutarlı bir şekilde Avrupalı kalmış bu varlığın azametini unutmamak gerekir. “Yahudi Sorunu”nun bu yanının farkında olan birçok az Avrupalı yazar, Yahudilere özel bir yakınlık göstermeyip, bütün Avrupa’nın durumuna ilişkin tarafsız bir değerlen­dirmede bulunmuşlardır. Yahudilere düşmanlık beslemeyen ve Yahudilerin varlığında farklı uluslardan Avrupalılar ara­sında yararlı bir bağ gören yegâne 18. yüzyıl Fransız filozo­fu Diderot; Yahudilerin Fransız Devrimi ile kurtulmalarına tanıklık eden ve Fransız olmakla evrenselliklerini yitirdik­lerini söyleyen Wilhelm von Humboldt;[19] ve son olarak Bismarck’ın Alman Reich’ından [imparatorluk] duyduğu tik­sintinin, Yahudilerin Avrupa tarihinde oynadıkları rolün önemini doğru değerlendirmesini mümkün kıldığı ve [ge­rek garezin gerekse] ucuz filosemitizmin tuzaklarına düş­mekten ya da “ilerlemeci” tutumlara iltifat etmekten alıkoy­duğu “iyi Avrupalılık”, deyişinin yaratıcısı Friedrich Nietzsche bunlar arasındaydı.
Yüzeysel bir fenomenin doğru tarifi olmakla birlikte, bu değerlendirme Yahudilerin aykırı siyasî tarihlerinde cisimleşmiş en ciddi paradoksa hakettiği değeri vermemektedir. Bütün Avrupalı halklar arasında Yahudiler, kendilerine ait bir devleti olmayan ve tam da bu nedenden dolayı neyi temsil ederlerse etsinler, hükümetlerle ve devletlerle mütte­fik olmaya son derece istekli ve uygun tek halktılar. Öte yandan Yahudilerin siyasî bir geleneği ve deneyimi bulun­muyordu; yeni rollerinin içerdiği bariz tehlikelerden ve güç olanaklarından ne kadar bihaberseler, toplum ile devlet ara­sındaki gerilimden de o kadar haberdardılar. Siyaset hak­kında yok denecek kadar az bilgilerinin ya da geleneksel pratiklerinjn kaynağı, Roma İmparatorluğu’nda Romalı as­kerlerden gördükleri himaye ile Ortaçağ’da halka ve yerel yöneticilere karşı monarşinin ve kilise görevlilerinin uzak­tan sağladığı korumaydı. Yahudiler bu deneyimlerinden otoritenin, özellikle de yüksek otoritenin kendilerini kayır­dığı ve aşağı mevkilerdeki görevlilerin, özellikle de sıradan halkın kendileri için tehlike oluşturduğu sonucunu çıkar­mışlardı. Kesin bir tarihsel gerçeği ifade eden, ama artık ye­ni koşullara karşılık gelmeyen bu önyargı, tıpkı Yahudi ol­mayanların Yahudiler hakkında taşıdıkları mukabil önyar­gılar gibi, Yahudilerin ezici bir çoğunluğunun yüreklerine yer etmişti ve bilinçsizce paylaşılmaktaydı.
Yahudiler ile hükümetler arasındaki bu ilişkinin tarihi, devrimci değişikliklerden sonra bile Yahudi bankerlerin bağlılıklarını bir hükümetten diğerine ne denli süratle de­ğiştirdiklerine dair örneklerle doludur. 1848’de Fransız Rothschild’ın, önce Louis Philippe hükümetinin, sonra kısa ömürlü yeni Fransız Cumhuriyeti’nin ve tekrar III. Napolyon’un hizmetine koşması 24 saat bile almamıştı. Biraz da­ha yavaş seyretmekle beraber aynı süreç İkinci İmparatorlu­ğun düşmesinde ve ardından Üçüncü Cumhuriyet’in kurul­masında da tekrarlandı. Almanya’da ise bu ani ve kolay de­ğişmeler, 1918 Devrimi’nden sonra bir yandan Warburg’ların malî politikalarında, öte yandan Walter Rathenau’nun değişken siyasî emellerinde ifadesini bulmuştur.[20]
Bu tarz davranışlarda, “başarının başaramayacağı şey yoktur” şiarından hareket eden basmakalıp burjuva yargı­sından fazlası vardır.[21] Yahudiler sözcüğün sıradan anlamın­da burjuva olsaydılar, yeni işlevlerinin içerdiği devasa güç olanaklarını doğru bir biçimde değerlendirebilir ve antisemitiklerin her fırsatta onlara uygun gördüğü, hükümetler kurup ve yıkan hayalî bir gizli dünya gücü olma rolünü en azından oynamaya çalışırlardı. İktidar hakkında ne bilgisi ne de ilgisi olan Yahudilerin aklına, kendilerini savunma amaçlı ılımlı baskılarda bulunmaktan fazlası gelmedi. Bu emelsizlik, sonraları Yahudi banker ve işadamlarının daha asimile olmuş oğullarını derinden etkileyecekti. Bazıları, Disraeli gibi, ait olabilecekleri ama asla varolmamış gizli bir Yahudi toplumunun hayalini kurarlarken, daha fazla bilgi sahibi olan Rathenau gibi diğerleri de kendilerini, ne ikti­dar ne de toplumsal statü sahibi olan zengin tüccarlara kar­şı yarı antisemitik tiradlar atmaya kaptıracaklardı.
Yahudi olmayan devlet adamları da tarihçiler de bu ma­sumiyeti [naifliği] asla tam anlayamadılar. Öte yandan Ya­hudi temsilcileri ve yazarları için iktidara kayıtsızlık öylesi­ne olağan bir şeydi ki, kendilerine yöneltilen saçma vehim­ler karşısında şaşkınlıklarını gizleyemedikleri durumlar dı­şında, bu konuyu ağızlarına bile almamışlardır. Geçen yüz­yılın devlet adamlarının anılarında, Londra’da veya Paris’te ya da Viyana’daki Rothschild’ler istemediği için savaşın ol­mayacağı izlenimini yaratan pek çok söze rastlanabilir. Hat­ta J.A. Hobson gibi temkinli ve güvenilir bir tarihçi bile 1905 yılının sonlarında şu sözleri söyleyebilmişti: “Rothschild ailesi ve avanesi yüz vermeyecek de bir Avrupa devleti büyük bir savaşı göze alabilecek ya da büyük bir devlet bor­cu kabul edilecek; buna kim inanır?”[22] Bu yanlış yargı, Metternich’in “Rothschild ailesi(nin) Fransa’da herhangi bir ya­bancı hükümetten daha büyük bir rol oynadığı”na ilişkin samimi inancı kadar ya da 1848’deki Avusturya Devrimi’nden kısa bir süre önce Viyanalı Rothschild’ler için ken­dinden emin bir şekilde yaptığı şu küçümseyici kehanet ka­dar gülünçtür: “Ben mahvolursam, siz de benimle birlikte mahvolursunuz”. Meselenin gerçeği şudur: Rothschild’lerin de diğer Yahudi bankerler gibi, bırakalım uzaktan savaş tel­kininde bulunmak gibi tanımlı, belirgin bir amacı, Fran­sa’da ne yapmak istediklerine dair en ufak bir siyasî düşün­celeri bile yoktu. Tersine diğer Yahudi benzerleri gibi Rothschild’ler de şu ya da bu hükümetle değil, daha ziyade hükümetlerle, otorite denen şeyle ittifak kurmuşlardır. Şa­yet o zaman ve daha sonra monarşik yönetimlerden yana belirgin bir tercihte bulunmuşlarsa, bunun nedeni sadece cumhuriyet hükümetlerinin, hiçbir zaman güvenemedikleri halkın iradesine çok daha büyük oranda dayanıyor olmala­rından duydukları haklı kuşkuydu.
Yahudilerin devlete ne denli derin bir inanç besledikleri ve Avrupa’daki mevcut koşullar hakkında nasıl da fantastik bir cehalet içinde bulundukları, epeydir geleceklerine iliş­kin mantıklı korkular duyan Yahudilerin politikaya olan yeteneklerini bir defalığına sınamaya kalktıkları, Weimar Cumhuriyeti’nin son yıllarında iyice ortaya çıktı. Yahudi ol­mayan birkaç kişinin de yardımıyla daha terimlerde çelişki arzeden, “Devlet Partisi” (Staatspartei) adını verdikleri bir orta sınıf partisi kurdular. Siyasî ve toplumsal mücadelede kendilerini temsil edecek “partileri”nin bizzat devlet olması gerektiği gibi son derece naif bir kanaatleri vardı ve [böyle bir partinin ancak yarı-faşist bir parti olması gerekeceğini] asla sezemediler. Bu saygıdeğer ve şaşkın baylar partisi (bundan rahatsız bile olunsa) ancak ardında meşum güçle­rin devleti ele geçirme planlarının bulunduğu bir sadakat görüntüsü olarak ciddiye alınabilirdi.
Yahudiler, devlet ile toplum arasındaki artan gerilimden tamamen bihaber oldukları gibi, aynı zamanda şartların kendilerini çatışmanın merkezine ittiğinin de farkına varan son kişilerdi. O nedenle antisemitizmi nasıl değerlendire­ceklerini asla bilemediler ya da daha ziyade toplumsal ayrı­mın siyasî bir sava dönüştüğü anı asla göremediler. Yüzyıl­dan fazla bir zamandır antisemitizm, [umutsuzca aynşmış kamuoyunun] ansızın üzerinde hemfikir olacağı şey haline gelinceye kadar, hemen hemen bütün Avrupa ülkelerindeki neredeyse bütün toplumsal tabakalar içinde yavaş yavaş, tedricen yer etmişti. Bu sürecin basit bir gelişme yasası var­dı: Toplumun devletle bir şekilde çatışmaya girmiş her sını­fı, devleti temsil eder görünen yegâne toplumsal sınıf Yahu­diler olduğundan, antisemitik olmuştu. Ve antisemitik pro­pagandaya karşı neredeyse bağışıklığı olduğunu kanıtlayan tek sınıf, sınıf mücadelesine gömülmüş ve Marksist tarih açıklamasıyla donanmış olduğundan devletle değil, toplu­mun bir başka sınıfıyla, Yahudilerin kesinlikle temsil etme­diği ve asla önemli bir parçasını oluşturmadığı burjuvaziyle doğrudan çatışmaya girmiş işçilerdi.
18. yüzyıl dönümünde bazı ülkelerde Yahudilerin siyasî bakımdan kurtulmaları ile Orta ve Batı Avrupa’da konunun tartışılmaya başlanması her şeyden önce devlete karşı tu­tumlarında belirgin bir değişiklik yaratmıştı. Bu değişiklik bir ölçüde Rothschild’lerin yükselişinde anlatımını bulmuş­tu. Diğer ülkelerin Saray Yahudileriyle uluslararası ilişkileri sayesinde belli bir prense ya da hükümete hizmet etmekle artık yetinmeyip, uluslararasılaşmaya ve Almanya’da, Fransa’da, Büyük Britanya’da, İtalya’da ve Avusturya’daki hükü­metlere eşzamanlı olarak hizmet etmeye karar verdiklerin­de, tam gelişmiş ilk devlet bankerleri olan bu Saray Yahudi­lerinin yeni politikası da belli oldu. Daha önceleri bir örne­ği olmayan ve büyük ölçüde Rothschild’lerden kaynaklanan bu süreç, eşitlikle birlikte bu ülkelerde yaşayan Yahudilerin ulusallaşmalarına yol açma ve tam da Yahudi bankerlerin üzerine dayandıkları inter-Avrupalı üstünlükleri yok etme tehdidini içeren gerçek kurtuluşun yaratacağı tehlikelere karşı bir tepkiydi. Ailenin kurucusu yaşlı Meyer Amschel Rothschild, Yahudilerin inter-Avrupalı statülerinin artık gü­venlikte olmadığını ve bu benzersiz uluslararası konumu kendi ailesi içinde gerçekleştirmekten başkasının elinden gelemeyeceğini gördü. Kendince Yahudilerin kurtuluşunun yaratacağı can sıkıcı sorunlardan ustaca sıyrılmanın yolu­nu, Avrupa’nın beş mal! merkezine -Frankfurt, Paris, Lond­ra, Napoli ve Viyana- beş oğlunu yerleştirmekte buldu.[23]
Roths'child’ler göz kamaştırıcı meslek yaşamlarına, zama­nının önde gelen tefecilerinden olan ve onlara iş yaşamının inceliklerini öğretip, pek çok müşteri kazandıran Hessen Prensi’nin yanında maliye memuru olarak başlamışlardı. 19. yüzyıl başlarında kent halkının yaklaşık yüzde 10’unu Yahu­dilerin oluşturduğu ve asla bir sürgünle karşılaşmadığı yegâ­ne büyük merkez olan Frankfurt’ta yaşıyor olmaları, Rothschild’ler için büyük bir şanstı. İşe, bir prensin ya da bir Öz­gür Kent’in yargılarına bağlı olmadan, Viyana’daki İmpara­torun doğrudan otoritesi altında Saray Yahudisi olarak baş­ladılar. Bu sayede Ortaçağ’da Yahudi statüsüne tanınmış bütün imtiyazları kendi zamanlarındaki imtiyazlarla birleştir­diler. Kendilerine benzeyen Saray Yahudileri ile karşılaştırıl­dığında soyluluğa ya da diğer mahalli otoritelere bağımlılık­ları çok daha azdı. Ailenin bundan sonraki mal! faaliyetleri, biriktirdikleri olağanüstü servet (servet sözü az kalır) ve 19. yüzyılın başlarından itibaren edindikleri simgesel ün, yete­rince bilinmektedir.[24] Ingilizlerin Kıta devletlerine yaptığı yardımların neredeyse yarısının ellerinden geçtiği Napolyon Savaşları’nın -1811’den 1816’ya kadar- son yıllarında büyük iş hayatının sahnesine çıktılar. Napolyon’un yenilmesinden sonra, kıtanın her yanında devlet aygıtlarının yeniden dü­zenlenmesi ve malî yapıların Bank of England modeline gö­re oluşturulması için borç para ihtiyacı doğduğunda, Rothschild’ler devlet borçları konusunda neredeyse bir tekel haline geldiler. Bu durum üç kuşak sürdü. Bu zaman zarfın­da Yahudi olsun olmasın bütün rakiplerini bozguna uğrat­mayı başardılar. Capefigue’nin dediği gibi,[25] “Rothschild Ai­lesi, Kutsal İttifakın başveznedarı haline geldi”.
Rothschild ailesinin uluslararası bir boyut kazanması ve çok kısa bir zamanda diğer bütün Yahudi bankerlerin üzeri­ne çıkması, Yahudilerin iç yapısını bütünüyle değiştirdi. Benzersiz bir fırsattan yararlanabilecek kadar kurnaz Yahu­dilerin, bir insanın yaşam süresi içinde zenginliğin doruğu­na çıkıp sonra da yoksulluk batağına batması; bu Yahudile­rin uzaktaki Yahudi cemaatlere hâmilik ve ricacılık ettikleri zamanlar dışında, bu kaderin bir bütün olarak Yahudilerin ortak yazgılarının yanından bile geçmemesi; servet sahibi te­fecilerin sayısı ya da tek tek Saray Yahudilerinin nüfuzları ne olursa olsun, toplu olarak özel ayrıcalıklara sahip ve toplu olarak özel hizmetler sunan belirgin bir Yahudi grubunun varlığına ilişkin hiçbir işaretin olmaması -bütün bunlar planlanmamış, düzenlenmemiş, raslantısal gelişmelerdi. Ya­hudi sermayesinin büyük bir yüzdesinin devlet ekonomisi­nin kanallarına yönlendirilmesini mümkün ve zorunlu kıla­nın ve bu sayede Orta ve Batı Avrupa Yahudiliğinin yeni bir inter-Avrupalılık bağı kazanması için doğal bir temel sağla­yan etkenin, Rothschild’ın devlet borçları üzerinde kurduğu tekel olduğuna kuşku yoktur. 17. ve 18. yüzyıllarda farklı ülkelerden tek tek Yahudiler arasında varolan düzensiz iliş­kiler, bütün önemli Avrupa kentlerinde fiziki olarak varolan, Yahudi halkının bütün kesimleriyle sürekli temas halinde bulunan ve örgütlenme için gerekli bütün bilgi ve fırsatlara tamamen sahip tek bir şirketin dağıttığı fırsatlar tarafından düzene sokulmuştu.[26]
Rothschild ailesinin Yahudi dünyasındaki bu istisnai ko­numu, belli bir ölçüde dinsel ve manevî geleneğin kadim bağlarını ikame ediyordu. Bu gelenek Batı kültürünün etki­si altında yavaş yavaş gevşemeye uğramış ve bu durum ilk kez Yahudi halkının varlığını tehdit etmeye başlamıştı. Dış dünyanın gözünde tek başına bu aile, ulus-devletler ve ulu­sal olarak örgütlenmiş halkların oluşturduğu dünyada Ya­hudi enternasyonalizminin mevcut gerçekliğinin bir simge­si haline gelmişti. Gerçekten de şu fantastik “Yahudi dünya devleti” tasavvuru için, aralarında sık sık vuku bulan çatış­maların aralarındaki çıkar dayanışmasını bir kez bile olsun sarsmadığı en az üç farklı devletle (Fransa, Avusturya ve İngiltere) yakın işbirliği içinde, her yerde seçkinliğini mu­hafaza eden, beş farklı ülkeden ulusal grupları içinde barın­dıran [beş kardeşin beş ayrı milliyette devlet bankeri oldu­ğu] bu aileden daha iyi bir kanıt nerede bulunabilirdi?
Yahudilerin -başka halkların tersine- kan ve aile gibi daha yakın bağlarla birbirlerine bağlandığı yolundaki halk inan­cının kaynağı, büyük oranda, Yahudi halkının neredeyse bütün ekonomik ve siyasî önemini şahsında toplayan bu ai­le olmuştur. Yahudi sorunuyla hiçbir ilgisi olmayan sebep­lerden dolayı ırk sorunları siyaset sahnesine çıktığında, Ya­hudilerin, halkları kan bağları ve aile özellikleriyle tanımla­yan bütün ideolojilere ve öğretilere tamtamına uyması mu­kadder bir sonuçtu.
Ancak Yahudi halkına ilişkin bu imgenin açıklanmasın­da, daha az raslantısal nitelik taşıyan bir başka olgu daha vardır. Yahudi halkının kendini korumasında aile, soyluluk haricinde hiçbir Batılı siyasî ya da toplumsal bünyede gö­rülmeyen bir rol oynamıştır. Aile, Yahudilerin asimilasyona ve çözülmeye karşı direnmelerini sağlayan en inatçı, en başeğmez unsurlar arasında yer almaktaydı. Çökmekte olan Avrupa soyluluğunun evlilik ve hane ile ilgili yasalarını perçinlemesi gibi, Batı Yahudiliğinde-de manevî ve dinsel çözülme yüzyıllarında aile bilinci son derece artmıştı. Mesihçi kefarete ilişkin eski umuttan ve geleneksel âdetlerin oluşturduğu sağlam zeminden yoksun olan Batı Yahudiliği, yabancı ve çoğu düşman bir çevrede bekasını sağlamak zo­runda olduğunun iyice farkına varmıştı. Aile ortamını bir tür son mevzi gibi görmeye ve kendi grup üyelerine sanki büyük bir ailenin üyeleriymiş gibi bakmaya başlamışlardı. Başka bir deyişle Yahudi halkını kan bağlarının birleştirdiği bir aile olarak resmeden antisemitik imgenin, Yahudilerin kendilerini görüş tarzlarıyla ortak yanları bulunmaktadır.
19. yüzyılda antisemitizmin doğuşunda ve sürekli yük­selmesinde bu durum‘önemli bir etkendi. Belli bir ülkede, belli bir tarihsel anda hangi halk kesiminin antisemitik ola­cağı, onları devletle şiddetli bir çatışmaya sokan genel ko­şullara bağlıydı. Ama tekrar tekrar kendiliğinden yeniden üretilen savlar ve imgeler arasındaki bu dikkat çekici ben­zerliğin, çarpıttıkları hakikat ile sıkı bir ilişkisi bulunmak­taydı. Yahudilerin daima uluslararası bir ticarî örgütlenme; her yerde aynı çıkarlara sahip dünya ölçeğinde bir aile şir­keti; bütün hükümetleri bir gölge oyununa döndüren, tacın gerisinde ipleri tutan gizli güç olarak gösterildiklerini görü­yoruz. Devletin iktidar güçleriyle yakın ilişkilerinden ötürü Yahudiler, şaşmaz bir biçimde iktidarla özdeşleştirilmişlerdi ve toplumdan uzak durup, yakın aile çevresi etrafında top­laştıklarından, hep güçlerini bütün toplumsal yapıları yık­maya çalışmakta kullandıklarından kuşku duyulmuştur.
İLK ANTİSEMİTİZM
Çoğu zaman unutulsa da, Yahudi karşıtı hissiyatın, ancak büyük bir siyasî sorunla birleştirildiğinde ya da Yahudilerin bir grup olarak çıkarları toplumdaki büyük bir sınıfla açık bir çatışmaya girdiğinde siyasî bir anlam ve önem kazandığı açıktır. Polonya ve Romanya’da karmaşık sınıf şartları halk­ta Yahudilere karşı şiddetli bir nefretin doğmasına yol aç­mışsa da, Orta ve Batı Avrupa ülkelerinden bildiğimiz kada­rıyla modern antisemitizmin sebepleri ekonomik olmaktan ziyade siyasîydi. Hükümetlerin toprak sorununu çözmekte­ki ve köylüleri özgürleştirerek ulus-devlete asgari bir eşitlik kazandırmaktaki aczlerinden dolayı bu ülkelerde feodal aristokrasi sadece siyasî başatlığım sürdürmekle kalmadı, aynı zamanda normal bir orta sınıfın doğmasını da engelle­meyi başardı. Nüfusça büyük ve diğer her bakımdan zayıf durumda bulunan bu ülkelerdeki Yahudiler, çoğu dükkân sahibi ve tüccar olduklarından ve bir grup olarak büyük toprak sahipleri ile mülksüz sınıflar arasında yer aldıkların­dan, orta sınıfın işlevlerinden bazılarını yerine getirmektey­diler. Ancak küçük mülk sahipleri kapitalist ekonomide ol­duğu gibi feodal ekonomide de varolabilirler. Başka yerler­de olduğu gibi burada da Yahudiler sanayi kapitalizmi çiz­gisinde bir gelişme gösteremediler ya da bunu istemediler. Bunun sonucu olarak faaliyetlerinin net getirisi, [büyük yoksullukları yanında] elverişli bir üretim sisteminden yok­sun, dağılmış, parçalanmış, verimsiz bir tüketim örgütlen­mesi oldu. Bu beklentiyi karşılayacak yetenekten yoksun olmakla birlikte sanki ekonomik ilerlemeyi sağlayabilecek yegâne kimseler olarak görüldüklerinden, Yahudilerin ko­numu olağan bir kapitalist gelişme için engel oluşturmak­taydı. Dışardan bakıldığında Yahudilerin çıkarlarının, ola­ğan şaftlarda içinden bir orta sınıfın çıkabileceği halk ke­simleriyle çatışma halinde olduğu düşünülüyordu. Öte yan­dan hükümetler, soyluluğu ve büyük toprak sahiplerini or­tadan kaldırmadan bir orta sınıfın gelişmesini yarı gönüllü bir biçimde özendirmeye çalıştılar. Yegâne ciddi icraatları - kısmen kamuoyuna verilmiş bir ödün, kısmen de Yahudile­rin hâlâ feodal düzenin bir parçası olmasından dolayı- Ya­hudilerin ekonomik olarak devreden çıkartılması oldu. Yüzyıllardır soyluluk ile köylülük arasında aracı olmuşlar­dı; şimdi ise üretici işlevlerde bulunmayan bir orta sınıfı oluşturmaktaydılar ve aslında sanayileşme ile kapitalistleşme arasında yer alan unsurlardan biriydiler.[27] Ancak Yahudi Kitleler Sorunu’nun özünü [özellikle] Yahudilerin kendileri [için] oluşturmakla birlikte Doğu Avrupa’daki bu koşulla­rın bağlamımız açısından fazla bir önemi yoktur. [Pogromlara yol açtılar, ama bütün halkın yok edilmesi girişimlerine değil.] Yahudilere karşı her yerde duyulan nefret, yeni çağ­da geri ülkelerle ilgili bir meseleydi ve sonra bazı durum­larda öyle salgınlaştı ki, hiç kimseyi siyasal olarak birbirin­den ayırt edemeyeceği için siyasal örgütlerce de kullanılabi­lir olmaktan çıktı.
Modern antisemitizm ilk olarak Napolyon’un 1807’de ye­nilmesinden hemen sonra, “Reformcular”m siyasal yapıyı, soyluların ayrıcalıklarını yitirmelerine ve orta sınıfların ge­lişmelerinin önündeki engellerin kalkıp, özgürlüklerini ka­zanmalarına yol açacak şekilde değiştirdikleri dönemde, Prusya’da patlak verdi. “Yukarıdan bir devrim” olan bu re­form, Prusya’nın aydınlanmış despotizminin yarı feodal ya­pısını, nihaî evresi 1871 Alman Reich’ı olan az çok modern bir ulus devlet haline dönüştürmüştü.
Dönemin Berlinli bankerlerinin çoğu Yahudi olmakla bir­likte, Prusya reformları onlardan hatırı sayılır bir malî des­tek görmüş değildi. Prusyalı reformcuların Yahudi kurtulu­şuna duydukları içten yakınlık ve taraftarlık, bütün yurttaş­lara tanınan yeni eşitliğin, ayrıcalıkların kaldırılmasının ve serbest ticaretin yürürlüğe konmasının bir neticesiydi. Özel bir takım amaçlar yüzünden Yahudilerin Yahudi olarak kal­malarıyla ilgilenmiyorlardı. Eşitlik halinde “Yahudilerin va­rolmaktan çıkacakları” savma verecekleri karşılık her zaman için şu olmuştu: “Bırakınız çıksınlar. Onlardan yalnızca iyi birer yurttaş olmalarını isteyen bir hükümet için bu neden bir sorun olsun ki?”[28] Üstelik kurtuluş nispeten zararsızdı, zira Prusya büyük miktarda yoksul Yahudinin yaşadığı doğu eyaletlerini henüz kaybetmişti. 1812 tarihli kurtuluş beratı sadece çoğu sivil hakkın kendilerine zaten bir ayrıcalık ola­rak tanındığı ve ayrıcalıkların kaldırılması yüzünden sivil statülerinde ciddi bir kayıp yaşayacak olan zengin ve faydalı Yahudi gruplarını ilgilendirmekteydi. Bu gruplar açısından kurtuluş, statükonun genel anlamda yasal olarak olumlanmasından başkaca bir anlam taşımıyordu.
Ancak Prusyalı reformcuların Yahudilere duyduğu yakın­lık, genel siyasî emellerinin mantıksal bir sonucu olmaktan öteydi. Yaklaşık onyıl sonra, yükselen antisemitizm dalgası­nın ortalarında Wilhelm von Humboldt, “aslında toplu ola­rak Yahudileri severim; ama tek tek benden uzak olsunlar”[29] derken, Yahudi bireyleri kayıran ancak Yahudilere hor ba­kan hâkim tavra açıkça ters düşüyordu. Gerçek bir demok­rat olan Humboldt, bireylere ayrıcalıklar tanımayı değil, bas­kı altındaki bir halkı özgürleştirmeyi istiyordu. Ama bu gö­rüş de, 18. yüzyıl boyunca ekseriyetle Yahudilerin daha iyi koşullarda yaşamaları ve eğitimlerinin düzeltilmesi için ıs­rarlı davranmış eski Prusya hükümet görevlilerinin gelene­ğinde yer almaktaydı. Bu desteklerinin kaynağı sadece eko­nomik ya da devletle ilgili nedenlerden gelmiyordu; tama­men farklı sebepler yüzünden de olsa toplumsal kuruluşun dışında ama devlet alanı içinde yer alan bu yegâne toplum­sal sınıfa duydukları doğal yakınlığın da bunda payı vardı. Devlete bağlılığı aşılayan, yönetimdeki değişikliklerden etki­lenmeyen ve sınıf bağlarını kopartan bir memuriyet eğitimi, Prusya devletinin önde gelen başarılarından biri olmuştur. Bu devlet görevlileri, 18. yüzyıl Prusya’sında tayin edici bir grup oluşturmaktaydılar ve reformcuların gerçek selefleriy­diler; her ne kadar Viyana Konferansı’ndan sonra aristokrasi üzerindeki etkilerinin büyük bölümünü yitirmiş olsalar da bütün bir 19. yüzyıl boyunca devlet aygıtının omurgasını oluşturmaya devam ettiler.[30]
Reformcuların tutumu sayesinde, özellikle de 1812 tarih­li kurtuluş beratı ile devletin Yahudilere olan özel ilgisi ga­rip bir şekilde yüzeye çıktı. Yahudilerin yararlılıklarına iliş­kin o eski içten kabulün (Prusya Kralı II. Friederich, [Ya­hudilerin] toplu halde din değiştireceklerini duyduğunda endişeyle “böyle bir şeytanlık yapmayacaklarını umarım” demişti)[31] yerinde yeller esiyordu. Kurtuluş bir ilke adına veriliyordu ve Yahudilerin sunduğu hizmetlere yapılacak herhangi bir atıf, dönemin zihniyetine göre bir küfür olur­du. İlgili herkes tarafından gayet iyi bilinmekle beraber kurtuluşa götürecek özel koşullar sanki büyük ve korkunç bir sırmış gibi saklanmaktaydı. Öte yandan bu berat, feodal bir devletten bundan böyle hiçbir özel ayrıcalığın yer alma­yacağı bir ulus-devlete ve ulusal topluma doğru yaşanan değişimin, son ve bir anlamda en parlak kazanımı olarak görülüyordu.
Ansızın ve beklenmedik bir biçimde patlak veren antisemitizm, bu gelişmelerden en sert darbeyi yiyen sınıf olan aristokrasinin doğal olarak gösterdiği sert tepkilerden biriy­di. Aristokrasinin en seçkin sözcülerinden olan Ludwig von der Manvitz (muhafazakâr ideolojinin önde gelen kurucularındandı) hükümete verdiği uzun bir dilekçede, bu du­rumda özel ayrıcalıklara sahip yegâne grubun Yahudiler ol­duğunu ve “eski heybetli Prusya monarşisinin yeni moda bir Yahudi devletine dönüştüğü”nü belirtti. Bu siyasî saldı­rıya, Berlin [seçkin] toplumunun çehresini neredeyse bir gecede değiştiren toplumsal bir boykot eşlik etti. Çünkü aristokratlar Yahudilerle yakın toplumsal ilişkiler kurmuş ilk gruptu ve yüzyıl dönümünde kısa bir süre için de olsa gerçekten karma bir toplumun biraraya geldiği, evsahipliğini Yahudilerin yaptığı ünlü salon toplantıları düzenlemiş­lerdi. Bu önyargısızlığın bir ölçüde, [Ortaçağ’da şehirlerden sürülmelerinden beri] yegâne fırsatını ekonomik olarak üretken olmayan ve önemsiz, fakat sırtlarını bunlara daya­yarak yaşama eğiliminde olan kimseler açısından toplumsal olarak önemli borçlar vermekte bulmuş Yahudi tefecilerin sunduğu hizmetlerin bir sonucu olduğu doğrudur. Buna rağmen Yahudilerin daha büyük malî olanaklarıyla mutlak monarşiler, özel tefeciliği ve tek tek küçük Saray Yahudilerini rafa kaldırdığında bile bu ilişkinin varlığını sürdürmesi dikkate değerdir. Soyluların böylesine değerli bir acil yar­dım kaynağını yitirmekten duyacağı doğal küskünlük, on­ların Yahudilerden nefret etmek yerine zengin bir Yahudi kızıyla evlenmeyi istemelerine neden olmuştu.
Aristokratik antisemitizm, Yahudilerle soylular arasında­ki daha yakın bir temasın ürünü olarak çıkmış da değildi. Tersine her ikisi de orta sınıfların yeni değerlerine karşı, son derece benzer kaynaklardan beslenen içgüdüsel bir iti­razı paylaşıyorlardı. Soylu ailelerde olduğu gibi Yahudilerde de birey her şeyden önce ailenin bir üyesi olarak kabul edi­lirdi; görevleri her şeyden önce bireysel yaşamın ve önemin ötesindeki ailesi tarafından belirlenirdi. Her iki grup da gayrı milli ve inter-Avrupalıydı ve her biri diğerinin yaşam tarzını anlıyordu: Ulusal sadakat, hemen bütün Avrupa sat­hına yayılmış olan bir aileye olan bağlılığın yanında ikincil­di. Geçmiş ve gelecek kuşaklar zinciri içinde bugünün önemsiz bir halkadan başka bir şey olmadığım düşünüyor­lardı. Yahudi karşıtı liberal yazarlar ilkeler arasındaki bu tu­haf benzerliği göremeyerek, soyluluktan kurtulmaya önce Yahudilerden kurtulmakla başlanabileceği sonucunu çıkar­dılar. Bunun nedeni malî bağlantıları değil, her iki grubun da liberal orta sınıfların, doğum, aile ve miras anlayışlarına karşı yürüttükleri savaşta kullandıkları “doğuştan kişilik sahibi olmak”, “özsaygı ideolojisi” gibi kavramların geliş­mesinin önünde birer engel gibi görülmeleriydi.
[Tam da onu Yahudilerle benzer kılan] bu etkenler, aris­tokratların her konuda antisemitik siyasî savlar geliştirme­lerini son derece anlamlı kılmaktadır. Aristokrasinin eşitlik­çi ulus-devletin açıkça karşısında olduğu bir durumda ne ekonomik bağların ne de toplumsal mahremiyetin bir ağırlı­ğı vardı. Toplumsal olarak devlete yönelik saldırılarda Yahu­diler yönetimle özdeşleştiriliyordu; ekonomik ve toplumsal bakımdan reformların gerçek meyvasını toplayanlar orta sı­nıflar oldu. Siyasî açıdan ise sert suçlamalara maruz kaldılar ve eski kibirli mesafeliliklerinin ceremesini çektiler.
Kutsal İttifakın uzun barışçıl reaksiyon yıllarında, Prusya soyluluğunun devlet üzerindeki etkisinin büyük bölümünü yeniden kazandığı ve hatta geçici olarak, 18. yüzyıldakinden fazla önem kazandığı Viyana Konferansı sonrasında, aristokratik antisemitizm de fazlaca siyasî anlam taşımayan ılımlı bir ayrımcılık sergilemeye başladı.[32] Aynı anda ro­mantik aydınların da desteğiyle muhafazakârlık, Alman­ya’da Yahudilere karşı son derece karakteristik ve ustalıkla düzenlenmiş ikili bir tutum alan siyasî ideolojilerden biri olarak gelişti. Bu andan sonra muhafazakâr savlarla bezen­miş olan ulus-devlet, ihtiyaç duyduğu ve istediği Yahudiler­le gerek duymadığı ve istemediği Yahudiler arasına bir ay­rım çizgisi çekti. Devletin özünde Hıristiyan bir nitelik taşı­dığı bahanesiyle -oysa aydınlanmış despotlar için bu [varsa­yımdan] daha yabancı ne olabilirdi!-, bankerlere ve işadam­larına zarar vermeden, yükselen Yahudi entelijensiyaya kar­şı açıktan bir ayrımcılık gütmek mümkün oldu. Kamu gö­revlerinden dışlamak suretiyle üniversiteleri Yahudilere ka­patmaya çalışan bu tarz ayrımcılığın şöyle bir çifte üstünlü­ğü vardı: Bir yandan ulus-devletin özel hizmetlere eşitlikten daha fazla değer verdiğini gösteriyordu, ama öte yandan da görünürde devlete hiçbir faydası olmayan, hatta büyük bir olasılıkla toplum tarafından asimde edilecek olan yeni bir Yahudi grubunun doğmasını engelliyor ya da en azından bu doğumu geciktiriyordu.[33] Seksenlerde, Bismarck Yahudileri Stoecker’in antisemitik propagandalarına karşı korumak için hayli ter döktüğü sıralarda, expressis verbis [açıkça bu kelimelerle] “çıkarları devlet kurumlarmm muhafazasına yakından bağlı            paralı Yahudiler”e yapılan saldırılara iti­razı olduğunu ve Prusyalı bir banker olan dostu Bleichroeder’in zengin Yahudilere değil, ama genelde (tepeden bak­tığı) Yahudilere yönelik saldırılardan şikâyetçi olmadığını söylemişti.[34]
Bir yandan hükümet görevlilerinin Yahudilere eşitlik (özellikle meslekî eşitlik) verilmesine karşı itirazları ya da sonraları Yahudilerin basındaki etkilerinden şikâyetlenmeleri ile öte yandan samimiyetle “Yahudilerin her bakımdan iyi olmalarını istemeleri”[35] arasındaki bu görünür ikilik, başlangıçta reformcuların gösterdiği şevkle karşılaştırıldı­ğında devletin çıkarlarına çok daha uygun düşmekteydi. Her şeyden önce Viyana Konferansı, yüzyıllardır yoksul Ya­hudilerin yaşadığı eyaletleri Prusya’ya yeniden kazandırdı ve Fransız Devrimi’nin ve İnsan Hakları’nın hayalini kuran bir avuç aydın dışında kimse bu insanlara -zaten yitirecek­leri bir eşitlik için yaygara edecek son kimseler olan- zen­gin din kardeşleriyle aynı statüyü tanımayı düşünmedi.[36] “Yahudilerin kurtuluşu için alınacak her hukukî ya da siya­sî kararın zorunlu olarak Yahudilerin sivil ve toplumsal du­rumlarında bir gerilemeye ve bozulmaya yol açacağını” her­kes gibi onlar da biliyordu.[37] Ve yine güçlerinin, Yahudi toplulukları içinde sahip oldukları saygınlığa ve konumları­na bağlı olduğunu herkesten daha iyi biliyorlardı. Bu yüz­den “kendi etkilerini daha arttıracak, Yahudi yoldaşlarınınsa toplum içindeki izole edilmiş konumlarını [bu ayrılığın dinlerinin bir parçası olduğu savıyla -Arendt] sürdürmeleri­ni sağlayacak” bir politikadan başkasını benimsemeleri he­men hemen olanaksız gibiydi. “Neden? ... Çünkü diğerleri onlara çok daha fazla bağımlı olmalıydılar ki adamlarımız olarak onlar da iktidarda bulunanlar tarafından kullanılabilsinler.”[38] Ve kurtuluşun Yahudi kitleler için ilk kez ta­mamlanmış bir olgu haline geldiği 20. yüzyılda ayrıcalıklı Yahudilerin gücünün ortadan kalktığı görüldü.
Böylelikle güçlü Yahudiler ile devlet arasında mükemmel bir çıkar uyumu kuruldu. Zengin Yahudiler, Yahudi yoldaş­ları üzerinde denetim kurmayı ve Yahudi olmayan toplum­dan ayrı durmalarını istiyorlardı ve bunu başardılar; devlet ise zengin Yahudilere karşı izlediği hayırsever politikasını, Yahudi entelijensiyaya karşı yasal ayrımcılık ile devletin Hı­ristiyan özüyle ilgili muhafazakâr kuramda ifadesini bulan toplumsal ayrımcılık politikasıyla birleştirdi.
Soyluluk arasında antisemitizm siyasî sonuçlar yaratma­dan varlığını sürdürür ve Kutsal İttifak yıllarında ivmesini süratle yitirirken, liberaller ve radikal aydınlar Viyana Konferansı’nın hemen ardından yeni bir hareket vücuda getirdi­ler. Kıta Avrupa’sında Metternich’in polis rejimine karşı yükselen liberal itiraz ile reaksiyoner Prusya yönetimini he­defleyen sert saldırılar, derhal antisemitik bir feverana ve sürüyle Yahudi karşıtı broşürün piyasaya sürülmesine ne­den oldu. Yönetime karşı muhalefetlerinde asilzade Marwitz’in onyıl önceki muhalefetinden çok daha az dürüst ve samimi oldukları kesin olan [bu ajitatörler], hükümetten çok Yahudilere saldırdılar. Esas olarak fırsat eşitliğiyle ilgi­lenen ve çoğu, kamu görevlerine girme olanaklarını sınırla­yan aristokratik ayrıcalıkların yeniden canlanmasına kızan bu kişiler, “kardeşimiz” olan tek tek Yahudiler ile bir grup olarak Yahudiler arasında bir ayrımın varlığını tartışmaya açtılar. Ve bu ayrım o tarihten sonra solcu antisemitizmin nişanesi haline geldi. Hükümetin Yahudileri ayrı bir grup olarak neden ve nasıl koruyup kolladığını tam olarak anla­mamış olsalar da, [devlet ile Yahudiler arasında] belli bir si­yasî ilişkinin varlığım ve Yahudi sorununun tek tek Yahudi­lerle ve hoşgörüyle ilgili bir sorun olmanın ötesinde bir so­run olduğunu yeterince iyi biliyorlardı. “Devlet içinde dev­let”, “ulus içinde ulus” gibi yeni milliyetçi ifadeler uydur­dular. Bunlar ilkin kesinlikle yanlış ifadelerdi, zira Yahudi­lerin kendilerine ait siyasî emelleri olmadığı gibi, devlete koşulsuz bağlılık gösteren yegâne grup onlardı. İkincisi Ya­hudiler yarı sağcıydılar, çünkü siyasî değil ama toplumsal bir yapı olarak alındığında Yahudiler gerçekten de ulus içinde ayrı bir grup oluşturmaktaydılar.[39]
Avusturya ve Fransa’da olmasa da Prusya’da bu radikal antisemitizmin ömrü çok kısa oldu ve soyluluk arasında boy atan erken dönem antisemitizmi gibi sonuçsuz kaldı. Sonraki yirmi yıl zarfında radikaller, giderek ekonomik ba­kımdan yükselmekte olan orta sınıfların Almanya’nın her yanındaki kurultaylarında Yahudilerin kurtulmasından ve siyasi eşitliğin gerçekleştirilmesinden yana yaygaralar ko­partan liberalizm tarafından soğuruldular. Ancak çoğunluk­la ve haksız bir biçimde antisemitik olmakla[40] suçlanmış olan genç Karl Marx’ın ünlü Yahudi karşıtı yazılarında da etkisi farkedilebilecek belli bir kuramsal hatta edebi gele­nek oluştu. Kendisi de bir Yahudi olan Karl Marx’ın Yahudi karşıtı radikallerle aynı şekilde yazabilmiş olması olsa olsa bu tarz Yahudi karşıtı savların kemale ermiş bir antisemitizmle ne denli az ortak yanı olduğunu gösterir. Yahudi biri olarak Marx’ın “Yahudilik” hakkındaki bu savlardan duy­duğu rahatsızlık, örneğin Alman olarak Nietzsche’nin Al­manya aleyhtarı kendi savlarından duyduğu rahatsızlıktan fazla değildi. Marx’ın sonraki yıllarda Yahudi sorunu üzeri­ne bir daha hiç yazmadığı ya da görüş bildirmediği doğru­dur; ama bunun, düşüncesinde temel bir değişikliğe yorul­ması zordur. Toplum içinde bir fenomen olarak sadece sınıf mücadelesiyle, [yani] Yahudilerin ne emek alıcısı ne de emek satıcısı sıfatıyla içinde yer almadığı kapitalist üreti­min sorunlarıyla meşgul olması ve siyasî sorunları düpedüz ihmal etmesi Marx’ın devlet yapısını, dolayısıyla da Yahudi­lerin rolünü ele almasını önlemiştir. Marksizmin Alman­ya’daki emekçi hareketi üzerindeki güçlü etkisi ise, Alman devrimci hareketlerinin Yahudi karşıtı hissiyatın belirtileri­ni çok az taşımasının başlıca nedenleri arasındadır.[41] Aslın­da Yahudiler dönemin toplumsal mücadeleleri açısından ya hiç ya da çok az önem taşımışlardır.
Modern antisemitik hareketin başlangıç tarihi, her yerde 19. yüzyılın son üçte birlik bölümüne tekabül eder. Alman­ya’da hemen hiç beklenmedik bir şekilde bir kez daha soy­luluk içinde başgöstermişti. 1871’den sonra Prusya monar­şisinin tam gelişkin bir ulus-devlete dönüşmesi, soyluluğun bir kere dahîf devlete muhalefet etmesine yol açmıştı. Al­man Reich’ın gerçek kurucusu olan Bismarck, başbakan ol­masından sonra da Yahudilerle yakın temasını korumuştu. Yönetimdeki feodal artıkların çoğunu temizleme girişimi ve bunda kısmen de olsa başarı sağlaması, kaçınılmaz olarak aristokrasiyle çatışmaya girmesine neden olmuştu; Bismarck’a, ya Bleichroeder’in masum bir kurbanı ya da paralı adamı diye saldırıyorlardı. Aslında ilişki tam tersiydi; Ble­ichroeder’in, Bismarck’ın son derece saygıdeğer, yüksek üc­retli bir ajanı olduğuna hiç kuşku yoktur.[42]
Ne var ki feodal aristokrasi hâlâ kamuoyunu etkileyebile­cek kadar güçlü olsa da, kendi başına 80’lerdeki gibi gerçek bir antisemitik hareket başlatacak kadar güçlü ve önemli değildi. Alt orta sınıftan bir ana babanın oğlu olan sözcüleri Saray Vaizi Stoecker’e muhafazakâr çıkarları savunma ko­nusunda ihsan edilen yeteneklerin, yaklaşık elli yıl önce muhafazakâr ideolojinin temel inançlarım dile getiren selefi romantik aydınlardan çok daha az olduğu kesindi. Üstelik Stoecker antisemitik propogandamn yararlarım pratik ya da kuramsal düşüncelerle değil, raslantı eseri, büyük bir de­magojik ilhamın yardımıyla, aksi halde boş kalacak olan sa­lonları doldurmakta son derece işlevsel olduğunu keşfetti­ğinde gördü. Ama bu ani başarısını anlayamamakla kalma­dı, bir saray vaizi ve gerek kraliyet ailesinin gerekse hükü­metin bir memuru olarak bundan layıkıyla yararlanabilecek bir konumda da değildi. Coşkulu dinleyenleri, alt orta sı­nıftan kimseler, küçük dükkân sahipleri, tüccarlar, artisanlar ve miadı geçmiş zanaatkârlardan oluşmaktaydı. Ve bu insanların Yahudi karşıtı hissiyatları, henüz sadece devletle olan çatışmalarından kaynaklanmıyor olmanın yanında, salt bununla da sınırlı olmayacaktı.
İLK ANTİSEMİTİK PARTİLER
Ancak soyluların, hükümet görevlilerinin ve Yahudilerin arkasında, vaadedilen kârlara inanılmaz kayıpların karşılık geldiği bu fantastik yatırımlara bulaşmış bir başka halk gru­bu daha bulunmaktaydı. Bu grup esas olarak şimdi ansızın antisemitizme çark etmiş alt orta sınıflardan meydana gel­mekteydi: küçük tasarruflarını tehlikeye atmış ve onulmaz bir yıkıma uğramışlardı. [Başkaları için spekülasyon ateşi ve oyunculuk hevesi geçerliyken, bunlar, ahmaklıkla dam­galanmaması gereken ve anlaşılır nedenleri olan safdillikle­rinin kurbanı olmuşlardı]. Ülke içinde kapitalist genişleme küçük mülk sahiplerini giderek daha çok tasfiye etme eğili­mi göstermekteydi. Sahip oldukları küçük tasarruflarını sü­ratle artırmak onlar için bir ölüm kalım sorunu haline gel­mişti, çünkü tümüyle kaybetmeleri işten bile değildi. Bur­juvaziye doğru tırmanmayı başaramazlarsa boğazlarına dek proleteryaya batacaklarının farkına varmışlardı. Genel re­fahla geçen onyıllar (her ne kadar eğilimini değiştiremediyse de) bu gelişmeyi o denli yavaşlatmıştı ki, vaktinden önce paniğe girdikleri düşünülebilirdi. Ancak alt orta sınıfların duyduğu korku, tamamen Marx’ın hızla çözülüşlerine iliş­kin öngörüsüne denk düşüyordu.
Alt orta sınıflar ya da küçük burjuvazi, rekabeti yasadışı sayan kapalı bir sistem tarafından yaşamın tehlikelerine karşı yüzyıllardır korunmuş, son kertede devletin himayesi altın­daki zanaatkar ve esnaf loncalarının torunlarıydı. Bunun so­nucunda talihsizliklerinden, kamu otoritelerinin tanıdığı bü­tün özel koruma ve ayrıcalıklardan onları yoksun kılarak re­kabetçi bir toplumun zorluklarına maruz bırakan Manchester sistemini sorumlu görüyorlardı. O nedenle güç durumla­ra karşı kendilerine siper olmakla kalmayıp, ailelerinden mi­ras kalan meslekleri ve işleri sürdürmelerini de sağlayacağını umdukları “refah devleti” için ilk sızlananlar bu kimselerdi. Yahudilerin her mesleğe girebiliyor olması serbest ticaret yüzyılının önde gelen niteliklerinden biri olduğu için, Yahu­dilerin -hakikatle hiçbir ilgisi bulunmamakla beraber- “de­nenmiş Manchester sistemini ifrata vardıran”ların[43] temsilci­leri olarak görülmeleri neredeyse tabiî bir durumdu.
Hükümetten yardım umanların ya da kerametler üzerine kumar oynayanların bankerlerin oldukça şaibeli yardımları­nı kabul etmek zorunda kalmaları, ilk kez, burjuvaziye sal­dırıyı zaman zaman Yahudilere yönelik bir saldırıyla birleş­tiren bazı muhafazakâr yazarlarda rastladığımız bu oldukça türevsel küskünlük duygusu için büyük bir uyarıcı oldu. Bir işçi için büyük sanayici ne ise, küçük dükkân sahibinin gözünde de bir banker aynı türden bir sömürücüydü. Ama kendi deneyimlerinden öğrenmiş ve Marksizmin ekonomik yaşamla ilgili eğitiminden geçmiş Avrupalı işçiler, kapitalis­tin onları bir yandan sömürmek öte yandan üretme fırsatı sunmak gibi çifte bir işlevi yerine getirdiğini bilmelerine karşın; küçük dükkân sahibi, onu toplumsal ve ekonomik yazgısı hakkında aydınlatacak kimseyi bulamadı. Durumu işçininkinden daha da kötüydü ve kendi deneyimlerine da­yanarak, fabrikatörün tersine dükkân sahibinin işiyle hiçbir ilgisi olmayan bankerleri asalak ve sessiz bir ortak gibi gö­rüyordu. Şunu anlamak zor değildir: Parasını sadece ve doğrudan daha fazla para kazanmak için kullanan biri, ka­zancını uzun ve karışık bir üretim sürecinden sağlayan bi­rinden daha nefretliktir. O vakitler çok darda kalmadığı sü­rece kimse borç para istemediğinden (hele hele küçük tüc­carlar hiç istemiyorlardı), bankerler de işgücünü ve üretici kapasiteyi sömüren kimseler gibi değil, bahtsızlığın ve yok­sulluğun istismarcıları gibi görünmüşlerdir.
Bankerlerin çoğu Yahudiydi, daha da önemlisi genel ban­ker çehresi, tarihsel nedenlerden dolayı tamamen Yahudi çizgiler taşıyordu. Bu yüzden solcu alt orta sınıf hareketi ve banka sermayesine yönelik bütün propaganda öyle ya da böyle antisemitik bir nitelik kazandı. Bu gelişmenin sanayi Almanya’sında pek fazla bir önemi olmadı, ama Fransa’da ve biraz daha az ölçüde Avusturya’da etkili oldu. Bir an için sanki Yahudiler, ilk kez bir başka sınıfla, devletin karışma­dığı doğrudan bir çatışma içine girmiş gibi görünüyorlardı. Hükümetin işlevinin az çok rakip sınıfların üzerinde bir ha­kem konumuyla tanımlandığı ulus-devlet çerçevesi içinde böyle bir çatışma, tehlikeli de olsa, Yahudilerin durumunu olağanlaştırmak gibi bir olasılık taşıyabilirdi.
Ancak çok geçmeden bu sosyo-ekonomik unsura uzun vadede çok daha uğursuz olduğunu kanıtlamış bir başka unsur daha eklenmiştir. Yahudilerin banker olarak konum­ları, mallan karşılığı küçük insanlara verdikleri borçlara de­ğil, esas olarak devlet istikrazlarına dayanmaktaydı. Küçük borçlar, bu yolla kendilerini daha zengin ve şerefli din kar­deşlerinin daha vaadkâr meslek yaşamlarına hazırlayan kü­çük yoldaşlara bırakılmıştı. Alt orta sınıfların Yahudilere duyduğu toplumsal küskünlük son derece tahripkâr bir si­yasî unsura dönüşmüştü, çünkü bu insanların Yahudilere karşı duydukları nefretin kendilerini siyasî iktidara götüre­cek yolda işe yarayacağı umuluyordu. Öte yandan toplum­sal ve ekonomik nefret, siyasî savı o zamana dek tamamen yoksun olduğu sürükleyici bir şiddetle perçinledi.
Bir zamanlar Friedrich Engels, zamanın antisemitik hare­ketinin başını soyluların çektiğini ve küçük burjuva ayaktakımının uluyan koroyu oluşturduğunu söylemişti. Bu söz­ler sadece Almanya için değil, Avusturya Hıristiyan Sosya­lizmi ve Fransa’daki Dreyfus aleyhtarları için de doğrudur. Bütün bu örneklerde umutsuzca son mücadelesini vermek­te olan aristokrasi, Hıristiyanlığın silahlarıyla liberalizmle savaşma bahanesi arkasında, kilisenin muhafazakâr güçle­riyle -Avusturya ve Fransa’da Katolik Kilisesi, Almanya’da Protestan Kilisesi- ittifak kurmaya çalışmıştı. Ayaktakımı, durumlarını sağlamlaştırmalarını ve seslerinin daha gür çıkmasını sağlayan bir araçtı sadece. Ayaktakımını ne ör­gütleyebildiler ne de bunu yapmayı istediler; amaçlarına ulaşır ulaşmaz da onlardan kurtulacaklardı. Ama halkın ge­niş kesimlerini harekete geçirmekte antisemitik sloganların son derece etkili olduğunu gördüler.
Almanya’da ilk antisemitik partileri Saray Vaizi Stoecker’in takipçileri kur[a]madı. Antisemitik sloganların çağrı­sı farkedilir edilmez, radikal antisemitikler Stoecker’in “Berlin Hareketi”nden ayrılarak, hükümetle topyekûn bir mücadeleye girdiler ve Reichstag’daki temsilcileriyle, bütün büyük ülke içi meselelerde en büyük muhalefet partisi olan Sosyal Demokratlarla beraber oy kullanan bir dizi küçük parti kurdular. Eski güçlerle uzlaşmaya dayalı başlangıçtaki ittifaktan süratle kurtuldular;[44] Parlamentonun ilk antise­mitik üyesi olan Boeckel sandalyesini, “Junkerler ve Yahu­diler” yani toprakların büyük bölümüne sahip soylular ve kredi için bağımlı oldukları Yahudiler karşısında savundu­ğu köylülerin oylarına borçluydu.
İlk antisemitik partiler küçük olmakla birlikte diğer par­tilerden hemen ayırt ediliyorlardı. Öteki partilerin yanı sıra birer parti değil, “partilerüstü” parti olmak gibi özgün bir iddiaları vardı. Sınıflar ve partiler üzerine oturan ulus-devlette, bütün partilerin ve sınıfların üzerinde olmak, bütün olarak ulusu temsil etmek savı sadece devlete ve hükümete ait olagelmişti. Partiler, vekilleriyle kendilerine oy veren in­sanların çıkarlarını temsil eden gruplar olarak görülüyordu. Bundan zımnen şu anlaşılmaktaydı: yönetimin işi, iktidar için mücadele etseler bile, çatışan çıkarlar ile bu çıkarların temsilcileri arasında denge kurmaktır. Antisemitik partile­rin “partilerüstü” olma iddiası, bütün ulusu temsil etme, tek başına iktidar olma, devlet aygıtını zaptetme, kendileri­ni devlet yerine koyma yolundaki emellerinin açıkça ilanıy­dı. Öte yandan bir parti biçiminde örgütlendiklerinden, parti olarak devlet iktidarını istedikleri, dolayısıyla [ulusal egemenliği tekelleştirecekleri de] açıktı.
Ulus-devletin siyasî yapısı, artık siyasî iktidarı tek başına kullanabilecek hiçbir grubun olmadığı bir sırada ortaya çık­tı. Bu nedenle artık toplumsal ve ekonomik etkenlere da­yanmayan gerçek iktidarı hükümet üstlendi. Toplumsal ko­şullarda radikal bir değişiklik yaratmak için mücadele eden devrimci hareketler, bu üst siyasî otoriteyi asla doğrudan hedef almamışlardır. Sadece burjuvazinin gücünü ve devlet üzerindeki etkisini değiştirmekle ilgiliydiler, o nedenle ulu­sun müşterek çıkarlarının sözkonusu olduğu varsayılan dış meselelerde hükümetin yol göstericiliğine razı olmuşlardır. Oysa antisemitik grupların sayısız programı daha en başın­dan esas olarak dış meselelerle ilgiliydi; devrimci itkileri toplumsal bir sınıftan çok yönetime karşı yöneltilmişti ve gerçekte bir parti örgütlenmesi aracılığıyla ulus-devletin si­yasî örüntüsünü yok etmeyi amaçlıyorlardı.
Bir partinin partilerüstü olma iddiasının antisemitizmin ötesinde, içerdiği başka önemli şeyler de vardır. Şayet tek so­run Yahudilerden kurtulmak olsaydı, Fritsch’in ilk antisemi­tik kongrelerinden birinde[45] yaptığı, yeni bir parti yaratmak değil, sonunda bütün mevcut partiler Yahudilere düşman oluncaya kadar antisemitizmi yaymak doğrutusundaki öne­risinin çok daha hızlı netice vermesi mümkün olabilirdi. Ama bilindiği gibi Fritsch’in önerisi kaale alınmadı, çünkü o zamanlar antisemitizm zaten sadece Yahudileri değil, ulus- devletin siyasî yapısını da tasfiye etmenin bir aracı haline gelmişti.
Antisemitik partilerin bu iddiasının emperyalizmin ilk evreleriyle çakışması ve gerek Büyük Britanya’da antisemitizmden azade gerekse Kıtanın büyük ölçüde antisemitik panmilliyetçilik hareketlerinin belli eğilimlerinde tam kar­şılığını bulmuş olması da bir raslantı değildi.[46] Bu yeni eği­limler sadece Almanya’da doğrudan antisemitizmden doğ­muştur ve antisemitik partiler, hepsi de parti gruplarının üstünde ve onlardan öte bir şey olduklarını iddia eden Alldeutscher Verband [Tüm Alman Birliği] ve benzeri arı em­peryalist grupların oluşumunu öncelemiş ve bu oluşumdan sonra da varlıklarını sürdürmüşlerdir.
Etkili bir antisemitizmden yoksun -antisemitik partilerin şarlatanlıklarından uzak duran ve bu yüzden sanki ilk ba­kışta nihaî zafer için şansı çok daha yüksek gibi görünen- benzer oluşumların, antisemitik hareket tarafından yutul­ması ya da tasfiye edilmesi meselenin önemi açısından iyi bir göstergedir. Antisemitiklerin tek başına egemenlik iddi­alarının Yahudilerin zaten başarmış olduğu şeyden bir farkı bulunmadığına inançları, antisemitiklere iç politikayla ilgili bir programa sahip olma üstünlüğü veriyordu ve koşullar siyasî iktidarı kazanmak için toplumsal mücadele alanına girmeyi gerektiriyordu. Yahudilere karşı mücadelelerinin, işçilerin burjuvaziye karşı savaşımlarından farksız olduğu­nu göstermeyi başardılar. Şöyle bir üstünlükleri vardı: Hü­kümetlerin ardındaki gizli güç olduğuna inanılan Yahudile­re saldırmakla, devlete de açıkça saldırabiliyorlardı. Oysa Yahudilere karşı ılımlı ve tali bir nitelik taşıyan soğuklukla­rıyla emperyalist gruplar dönemin önemli toplumsal müca­deleleriyle asla bir bağ kuramamışlardır.
Yeni antisemitik partilerin son derece önemli ikinci özel­liği de, Avrupa’daki bütün antisemitik grupların, o günkü milliyetçi sloganlara açıkça ters düşmeyi göze alarak uluslarüstü bir örgütlenmeye girişmeleriydi. Bu uluslarüstü unsu­ru devreye sokmakla, sadece ulus üzerinde siyasî egemenli­ği amaçlamakla kalmadıklarını, “uluslarüstü” bir inter-Avrupalı yönetimin kurulması yönünde yürümeyi tasarladık­larını da açıkça gösteriyorlardı.[47] Bu ikinci devrimci unsur, statükodan kökten bir kopuş anlamına geliyordu; kısmen geleneksel alışkanlıklardan, kısmen de bilinçli olarak yalan söylediklerinden ve antisemitikler propagandalarında reaksiyoner partilerin dilini kullandıklarından bu olgu ekseri­yetle gözardı edilmiştir.
Yahudilere has varoluş koşulları ile antisemitik grupların ideolojileri arasındaki yakın ilişki, partilerüstü bir partinin ya­ratılması ile karşılaştırıldığında, uluslarüstü bir grubun oluş­turulmasında kendini çok daha açık bir biçimde belli etmek­tedir. Yahudiler, ulusallaşmış bir Avrupa’daki yegâne inter-Avrupalı unsurdu, bu kesin. Eğer bütün uluslann siyasî kaderi­nin gizli manipülatörleri olduğu varsayılan kimselere karşı mücadele edeceklerse, düşmanlarının da aynı ilkeye göre ör­gütlenmeleri gerektiği son derece mantıklı görünmekteydi.
Bu savın bir propaganda olarak ikna edici niteliği açıksa da, uluslarüstü antisemitizmin başarısı daha genel mütala­alara bağlıydı. Geçen yüzyılın sonunda bile, özellikle de Fransa-Prusya Savaşı’ndan sonra giderek daha çok insan, artık yeni ekonomik meydan okumalara yeterli yanıt vere­meyeceği için Avrupa’nın ulusal temelde örgütlenmesinin miadının dolduğunu düşünmekteydi. Bu hissiyat, uluslara­rası sosyalizme (ki daha sonra bu sefer onun tarafından pe­kiştirilecekti) güçlü bir dayanak oluşturmuştu. Kitlelerde, Avrupa’nın her yanında aynı çıkarların sözkonusu olduğu kanısı yayılmaktaydı.[48] Uluslararası sosyalist örgütler dış politikayla ilgili her konuda (yani, enternasyonalizmlerinin sınamadan geçeceği sorunlarda) edilgen ve ilgisiz bir tavrı sürdürürlerken, antisemitikler işe dış politika sorunlarıyla başladılar, hatta ülke sorunlarının uluslarüstü bir temelde çözümünü vaadettiler. İdeolojiler yüzeydeki değerlerine gö­re alınmayıp, her partinin gerçek programına daha yakın­dan bakılırsa, ülke meseleleriyle daha yakından ilgilenen sosyalistlerin, antisemitiklere nazaran ulus-devlete çok da­ha iyi uydukları görülecektir.
Elbette bu, sosyalistlerin enternasyonalist inançlarında samimi olmadıkları anlamına gelmez. Aksine, geçerken be­lirtelim, ulusal devletlerin sınırlarım yatay kesen sınıf çı­karlarının keşfi, daha güçlü ve daha eski bir keşiftir. Ama sınıf mücadelesinin her şeyi içeren bir öneme haiz olduğu bilincidir ki sosyalistlerin Fransız Devrimi’nin işçi partileri­ne bıraktığı ve onları tek başına açık seçik bir siyasî kuram oluşturmaya götürmüş bu mirası ihmal etmelerine sebep oldu. Sosyalistler, başlangıçta yer alan, hepsi de insanlık ai­lesine ait “uluslar arasında bir ulus” düşüncesini zımnen hep saklı tuttular, ama bu düşünceyi, egemen devletlerin oluşturduğu bir dünyada işlerliği olan bir kavram haline dönüştürecek bir yolu asla bulamadılar. Sonuçta sosyalistle­rin enternasyonalizmi, hepsinin paylaştığı kişisel bir inanç olarak kaldı ve ulusal egemenliğe duydukları sağlıklı ilgi­sizlik, dış politikaya karşı hiç de sağlıklı ve gerçekçi olma­yan bir kayıtsızlığa dönüştü. Soldaki partiler ilke olarak ulus-devletlere değil, sadece ulus-devletin ulusal egemenlik yanma karşı olduklarından; üstelik, bütün baskı altındaki halkların ulusal özgürlüğünü ve bağımsızlığını bir ölçüde varsayan, bütün ulusların eşit temelde nihaî bütünleşmesi­ni amaçlayan federalist yapılarla ilgili umutları pek açık se­çik olmadığından, yayılmacı fantazilere ve başka halkları yok etme düşüncesine kapılmayan yegâne grup olarak, an­cak ulus-devlet çerçevesi içinde hareket edebildiler ve hatta ulus-devletin toplumsal ve siyasî yapılarının çökmeye yüz tuttuğu bir sırada boy verebildiler.
Antisemitiklerin uluslarüstücülüğü ise uluslararası örgüt­lenme sorununa tam tersi bir noktadan yaklaşmaktaydı. Amaçları, yerli malı bütün ulusal yapıları ortadan kaldıracak hâkim bir üstyapı oluşturmaktı. Kendi uluslarının siyasî ya­pısını yok etmeye hazırlanırken bile hiper milliyetçi bir ko­nuşma tarzına düşkünlükleri vardı, çünkü ılımlılıktan uzak fetih aşkıyla kabile milliyetçiliği, ulus-devletin ve onun ege­menliğinin dar ve mütevazi sınırlarını açmaya zorlayan baş­lıca güçlerden biriydi.[49] Şovenist propaganda etkili oldukça, kamuoyunu, evrensel bir iktidar tekeli ve şiddet araçlarıyla ulusal ayrımlar gütmeden yönetecek uluslarüstü bir üstyapı­nın zorunluluğuna ikna etmek de kolaylaşıyordu.
Yahudi halkının özel inter-Avrupalı durumunun, en az uluslarüstücülerin meşum oyunlarına olduğu kadar sosya­list federalizmin de amaçlarına hizmet edebileceğine ilişkin en ufak bir kuşku yoktur. Fakat sosyalistler sınıf mücadele­siyle öylesine ilgili ve kendilerine miras kalan kavramlann siyasî sonuçları konusunda öylesine ihmalkârdılar ki siyasî bir etken olarak Yahudilerin farkına ancak tam gelişmiş bir antisemitizmle ülke sahnesinde ciddi bir rakip olarak karşı­laştıklarında vardılar. O zaman da zaten Yahudi meselesini kendi kuramlarına katmak için hiçbir hazırlıkları olmadığı gibi, aslında bu soruna temas etmekten korktular. Diğer uluslararası meselelerde olduğu gibi burada da alanı, o za­manlar dünya sorunlarının yanıtlarını bilen yegâne kimseler olarak sunmayı başarmış olan uluslarüstücülere bıraktılar.
70’lerde yaşanan malî dalaverelerin etkisi yüzyılın dönü­münde duyulmaya başlanmış ve genel refah ve mutluluk ça­ğı, özellikle Almanya’da, 80’lerin zamansız ajitasyonlarına son vermişti. Bu sonun sadece geçici bir duraklama olduğu­nu, yatıştınlamamış bütün siyasî nefret duygularıyla birlikte çözülmemiş bütün siyasî sorunların Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra zor ve şiddet bakımından ikiye katlanacağını kimse tahmin bile edemezdi. İlk başarılarının ardından Al­manya’daki antisemitik partiler yeniden önemsizleştiler; ön­derleri, kamuoyunu kısa bir süre heyecana garkettikten son­ra tarihin arka kapısından çıkarak, her derde deva deli saç­ması bir şarlatanlığın karanlığında kaybolup gittiler.
SOLCU ANTİSEMİTİZM
Eğer zamanımızda antisemitizmin sonuçları bu denli korkunç olmasaydı, belki de antisemitizmin Almanya’daki gelişmesine daha az ilgi gösterirdik. Siyasî bir hareket olarak
19. yüzyıl antisemitizmi en iyi, neredeyse onyıldır siyasetsahnesine egemen olduğu Fransa’da incelenebilirdi. Daha saygın ideolojilerle kamuoyunu ele geçirmek için yarışan Bir ideolojik güç olarak antisemitizm en açık seçik biçimine Avusturya’da ulaşmıştır.
Yahudiler hiçbir yerde Avusturya’da olduğu kadar devlete hizmet vermiş değildir. Avusturya’da çok sayıda ulusal gru­bu sadece Habsburg Hanedanı’nın İkili Monarşi’si birarada tutmaktaydı ve diğer bütün Avrupa ülkelerinin tersine Ya­hudi devlet bankerleri monarşinin çökmesinden sonra da varlıklarım sürdürdüler. Bu gelişmenin başladığı 18. yüzyı­lın ilk yıllarında Samuel Oppenheimer’ın kredisi nasıl Habsburgların kredisi demek idiyse, aynı şekilde “yüzyılın sonunda da Avusturya’nın kredisi, Creditanstalt’ın -Rothschild’ın bir banka şubesi- kredisi demekti.[50] Tuna monarşisi, bir ulus-devlet haline evrilmenin en önemli önşartı olan türdeş bir halka sahip olmamakla birlikte, aydınlanmış bir despotizmin anayasal bir monarşiye dönüşmesinden ve modern bürokrasinin yaratılmasından kaçamamıştı. Bu, ulus-devletin belli kurumlarını benimsemek anlamına geli­yordu. Evvela ulusallık çizgisi boyunca modern sınıf siste­mi ortaya çıktı; bazı ulusal gruplar belli sınıflarla ya da en azından mesleklerle özdeşleşmeye ve tanımlanmaya başla­dı. Almanlar, burjuvazinin ulus-devletlerde baskın sınıf du­rumuna gelmesine çok benzer bir biçimde baskın milliyet konumuna geldi. Toprak sahibi Macar aristokrasisi, diğer ülkelerde soyluluğun oynadığıyla özünde aynı olmakla be­raber daha ayan beyan bir rol oynadı. Devlet aygıtı, bir ulus-devlet olarak bütün ulusal grupları yönetmek için top­luma ve uluslara karşı aynı mutlak mesafeyi korumaya çalıştı. Bunun Yahudiler açısından sonucu kabaca şuydu: Ya­hudi ulusal grubu ötekilerle kaynaşamadı ve kendi başına bir ulusal grup haline gelemedi, tıpkı ulus-devlet içindeki diğer sınıflarla kaynaşamaması ve kendi başına bir sınıf ha­line gelememesinde olduğu gibi. Ulus-devletlerde Yahudiler devletle olan özel ilişkileri nedeniyle toplumun bütün sınıf­larından farklılaştıkları gibi, Avusturya’da da Habsburg mo­narşisiyle özel ilişkileri sayesinde diğer ulusal gruplardan farklılaştılar. Ve her yerde devletle açık çatışmaya girmiş her sınıfın antisemitik olması gibi, Avusturya’da da ulusal grup­ların her yana yayılan mücadelelerine sadece bulaşmakla kalmayan, bizzat monarşiyle de açık bir çatışmaya giren her ulusal grup, kavgasına Yahudilere saldırarak başlamıştır. Ama Avusturya’daki çatışmalarla, Almanya ve Fransa’da vu­ku bulan çatışmalar arasında belirgin bir farklılık vardı. Avusturya’dakiler daha sert olmakla kalmadı. Birinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesiyle birlikte her ulusal grup, ki bu toplumun her tabakası demekti, devlete karşı çıktı; öyle ki Avusturya’da halk, Batı ve Orta Avrupa’nın başka yerlerin­den çok daha etkin bir antisemitizme yöneldi.
Bu çatışmalar arasında en belirgin olanı, Reich’ın kurul­masının ardından yükselişe geçmiş ve 1873 malî bunalı­mından sonra antisemitik sloganların yararını keşfetmiş olan Alman [milliyetçiliğinin] durmaksızın yükselen devlet düşmanlığıydı. O sıralarda toplumsal durum pratik olarak Almanya’daki gibiydi, ama orta sınıfın oylarını alabilmek için yapılan toplumsal propaganda çok geçmeden devleti hedef alan çok daha sert bir saldırıya ve ülkeye karşı belir­gin bir sadakatsizlik ikrarına yöneldi. Üstelik Schoenerer’in önderliğindeki Alman Liberal Partisi başından itibaren, soy­lulukla bağlantısı bulunmayan, bu cenahtan herhangi bir engelleme de görmeyen bir alt orta sınıf partisiydi ve kesin­likle solcu bir görünüşü vardı. Asla gerçek bir kitle temeli­ne ulaşamadı, ama 1880’lerde öğrencileri açık bir antisemitizm temelinde ilk kez sıkı bir biçimde örgütlediği üniversi­telerde hatırı sayılır bir başarı elde etti. İlk bakışta neredey­se yalnızca Rothschild’lere yönelmiş gibi görünen Schoenerer’in antisemitizmi, onu gerçekten toplumu eleştiren radi­kal biri gibi gören emek hareketinin de yakınlığını kazan­dı.[51] Asıl üstünlüğü antisemitik propagandasını şu tanıtla­nabilir olgulara dayandırabilmiş olmasındaydı: Avusturya Reichsrat’ının [İmparatorluk Danışma Meclisi] bir üyesi olarak, 1836’da en büyük bölümü, süresi 1886’da bitecek olan bir devlet lisansıyla Rothschild’lere verilmiş olan Avus­turya demiryollarının ulusallaştırılması için mücadele et­mişti. Bu lisansın yenilenmesine karşı 40.000 imza topla­mayı başarmış ve Yahudi Sorunu’nu kamuoyunun genel il­gisine sunmuştu. Hükümet, kamunun olduğu kadar devle­tin de zararına olduğu açık şartlarla lisansı uzatmaya çalı­şınca, Rothschild’lerle monarşinin malî çıkarları arasındaki yakın bağlantı da bütün açıklığıyla ortaya çıktı.Schoenerer’in bu konudaki ajitasyonu Avusturya’da ayan beyan an­tisemitik bir propagandanın başlamasına kaynaklık etti.[52] Buradaki mesele, Alman Stoecker’in ajitasyonunun tersine bu hareketin antisemitizminin salt bir propaganda silahı ol­mayıp, [Schoenerer’in kendi deneyimlerinden kaynaklanan sahici bir çelişki olmasıydı. Tam da bu nedenle, gerçek bir siyasal çatışmadan kaynaklandığı için bu antisemitizm] Na­zizmi antisemitizmin başka herhangi bir kolundan çok da­ha derinden etkilemiş olan [yeni bir siyasal ideolojinin] Pan-Cermen ideolojisinin gelişmesine yataklık etti.
Uzun vadede muzaffer olsa da, Schoenerer’in hareketi, ikinci bir antisemitik parti olan Lueger’in önderliğindeki Hıristiyan Sosyaller tarafından geçici olarak yenilgiye uğra­tılmıştır. Schoenerer, Katolik Kilisesi’ne ve onun Avustur­ya’nın siyasî yaşamı üzerindeki hatırı sayılır nüfuzuna en az Yahudilere saldırdığı kadar saldırırken, Hıristiyan Sos­yaller, Almanya ve Fransa’da yararlılıklarını kanıtlamış olan reaksiyoner muhafazakâr güçlerle başından itibaren bir ittifak arayışı içinde olmuşlardır. Daha çok toplumsal ödünler verdiklerinden, Almanya ya da Fransa’da oldu­ğundan çok daha başarılı oldular. Sosyal Demokratlarla birlikte, monarşinin yıkılmasından sonra da varlıklarını sürdürdüler ve savaş sonrası Avusturya’sının en nüfuzlu grubu durumuna geldiler. Ama Avusturya Cumhuriyeti’nin kurulmasından uzun zaman önce, Lueger’in antisemitik bir kampanya ile Viyana Belediye Başkanlığı’nı kazandığı 1890’lı yıllarda Hıristiyan Sosyaller, bu ulus-devlet içinde Yahudilere karşı tipik ikili tutumu -yani Yahudi entelijensiyaya düşmanlık, Yahudi işadamları sınıfına dostluk- çok­tan benimsemişlerdi. Sosyalist işçi hareketi ile sert ve kanlı bir iktidar mücadelesinden sonra, Alman milliyetine indir­genmiş Avusturya bir ulus-devlet olarak kurulduğunda, devlet aygıtını ele geçirmeleri asla bir raslantı değildi. Bu role kendisini adamakıllı hazırlamış yegâne parti oldukları anlaşıldı, hatta eski monarşi zamanında bile milliyetçilikle­ri sayesinde hayli tanınmışlardı. Habsburglar bir Alman hanedanı olduklarından ve Alman uyruklarına belli bir üs­tünlük tanıdıklarından Hıristiyan Sosyaller monarşiye asla saldırmamışlardır. İşlevleri daha ziyade, özünde halka kar­şı soğuk kalan bir yönetime destek sağlamak üzere Alman ulusal grubunun geniş kesimlerini kazanmaktı. Antisemitizmlerinin herhangi bir sonucu olmadı; Lueger’in Viyana’yı yönettiği onyıllar, Yahudiler açısından adeta bir tür altın çağdı. Oy almak için propagandalarında zaman za­man ne denli ileri giderlerse gitsinler ne Schoenerer ne de
Pan-Cermenistler asla alenen “antisemitizmi ulusal ideolo­jimizin omurgası olarak, gerçek popüler inançlarımızın en temel ifadesi, dolayısıyla yüzyılın en büyük ulusal kazanı­mı olarak görüyoruz”[53] demediler. Ve her ne kadar en az antisemitik hareket kadar kilise çevrelerinin etkisi altında olsalar da, Fransa’daki antisemitiklerin Üçüncü Cumhuriyet’e saldırmaları gibi monarşiye saldırmadıklarından, Ya­hudilere karşı saldırılarında kendilerini çok daha engelle­mek durumundaydılar.
Bu iki Avusturyalı antisemitik partinin başarı ve başarı­sızlıkları, toplumsal çatışmaların dönemin uzun erimli me­seleleri ile ilgisini göstermek bakımından yetersiz kalmak­tadır. Bütün hükümet muhaliflerinin içine girdiği hareketli­likte, alt orta sınıfların oylarını ele geçirmek geçici bir feno­mendi. Aslında Schoenerer’in hareketinin belkemiği, Yahu­dilerle rekabetin ya da Yahudi bankerlerden nefret edilmesi­nin sözkonusu olmadığı, Yahudi bir nüfusun bulunmadığı Almanca konuşan eyaletlerdi. Bu eyaletlerdeki Pan-Cermenist hareket ve onun şiddete dayalı antisemitizmi, sadece bu eyaletlerin, savaş öncesi dönemin genel refahına başkent halkıyla aynı ölçüde ulaşamamış olması gerçeğinden kay­naklanmaktaydı.
Pan-Cermenistlerin Bismarck’ın Reich’ına bağlılıkları, ül­kelerine ve hükümetlerine tam anlamıyla sadakatsizlikleri ve neticede devlet ve ülkeden bağımsız bir şey olarak ortaya çıkan milliyetçilik düşüncesi, Schoenerer’in grubunu, zayıf­lığının geçiciliğine ve nihaî gücüne dair ipuçlarını taşıyan gerçek bir emperyalist ideolojiye götürdü. Asla sıradan şo­venizmin sınırlarını aşmamış olan Almanya’daki Pan-Cermen partinin, Avusturyalı Cermenist kardeşlerinin kendile­rine doğru uzanmış ellerini tutmakta aşırı ölçüde kuşkulu ve mütereddit davranmasının nedeni buydu. Bu Avusturya­lı hareket, bir parti olarak iktidara gelmekten de, devlet ay­gıtını ele geçirmekten de daha fazlasını amaçlamaktaydı. Orta Avrupa’nın, Almanya Alınanlarının varlığıyla birlikte gücüne güç katan Avusturya Alınanlarının egemen halkı oluşturacağı ve bölgedeki diğer bütün halkların Avustur­ya’daki bütün Slav milliyetler gibi bir tür yarı köle duru­munda olacağı, devrimci bir yeniden örgütlenme oluştur­mak istiyorlardı. Milliyetçilik düşüncesine getirdikleri te­mel değişiklik ve emperyalizmle olan bu hısımlıktan dolayı Avusturya Pan-Cermenist hareketiyle ilgili değerlendirme­leri şimdilik erteliyoruz. O artık, en azından sonuçları itiba­riyle, hazırlayıcı mahiyette saf bir 19. yüzyıl hareketi değil­dir; antisemitizmin diğer herhangi bir kolundan çok daha fazla, olayların yüzyılımızda aldığı seyre aittir.
Fransız antisemitizmi için ise tam tersi geçerlidir. Drey­fus Davası, 19. yüzyıl antisemitizminin diğer bütün unsur­larını, saf ideolojik ve siyasî veçheleriyle açığa çıkarmakta­dır; ulus-devletin özel koşullarından ortaya çıkan antisemi­tizmin doruğudur. Ama içerdiği şiddet öğesi de ilerde ola­cakların işaretiydi. Öyle ki Dava’nın ana aktörleri zaman zaman, yaklaşık otuz yıl sonrasına ertelemek durumunda oldukları bir oyunun devasa bir kostümlü provasını yapar gibiydiler. 19. yüzyılda Yahudi Sorunu’nu öne çıkartan gizli ya da açık bütün siyasî ya da toplumsal kaynakları bünye­sinde toplamıştı; öte yandan vaktinden önce patlak verme­si, bütün Fransız hükümetlerini ve siyasal bunalımlarını aşabilmiş olsa da, 20. yüzyılın siyasal koşullarına asla tam olarak uymayan tipik bir 19. yüzyıl ideolojisinin çerçevesi içinde donup kalmasına yol açmıştı. 1940 yenilgisinden sonra Fransız antisemitizmi Vichy Hükümeti döneminde en büyük şansını yakaladığında, artık kesinlikle eskimiş bir ideolojiydi ve büyük amaçlar açısından Alman Nazi yazar­larının vurgulamayı asla ihmal etmedikleri bir yararsızlıkla malûldü.[54] Nazizmin oluşumunda hiçbir etkisi olmadı ve nihaî felaket anında etken olmadı, anlamı ve önemi kendin­den menkul olarak kaldı.
Bu hazmedilebilir sınırlılığın başlıca sebebi, ülke içinde gaddarane de olsalar, Fransa’nın antisemitik partilerinin uluslarüstü emellere sahip olmamalarıydı. Her şeyden önce Avrupa’daki en eski ve en mükemmel ulus-devletin mensu­buydular. Bu antisemitiklerin hiçbiri “partilerüstü bir parti” kurmayı ve başka bir amaçla değil, sadece partinin çıkarları için devleti ele geçirmeyi bir kere olsun ciddi bir biçimde denemiş değillerdir. Antisemitikler ile yüksek ordu subayla­rı arasındaki ittifaka yaslanan birkaç darbe girişimi içler acısı ve yapaydı.[55] 1898’de yaklaşık ondokuz parlamenterin antisemitik kampanyalar sayesinde seçilmesi, ondan sonra süratli bir inişin yaşandığı, bir daha asla ulaşılamayacak te­pe nokta oldu.
Öte yandan bu davanın, antisemitizmin bütün öteki siya­sî meseleler için bir katalizör rolü oynamayı başardığı ilk örnek olduğu doğrudur. Bu durum, çok küçük bir çoğun­luk farkıyla kurulmuş olan Üçüncü Cumhuriyet’in otorite noksanlığına yorulabilir. Kitlelerin gözünde devlet, monar­şiyle beraber saygınlığını yitirmişti ve devlete yönelik saldı­rılar artık küfür olarak görülmüyordu. Fransa’da patlak ve­ren ilk şiddet olaylarının,* Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Avusturya ve Alman Cumhuriyetleri’ndeki ajitasyonlarla belirgin bir benzerliği bulunmaktadır. Nazi diktatörlüğü “devletin tanrılaştırılması” denen olguyla öylesine sık ilişkilendirilmiştir ki tarihçiler bile, başlangıçta Tanrının inayetiyle tahta oturan prense tapmakla başlayan ve cumhuriyet­lerde neredeyse hiç yaşanmayan devletin tanrılaştırması­nın tam anlamıyla çöküşünün Nazilere bir üstünlük sağla­dığı gerçeği karşısında adeta körleşmişlerdir. Bu genel say­gınlık kaybının Orta Avrupa ülkelerini etkisi altına alma­sından elli yıl önce Fransa’da devlete tapanlar pek çok kez yenilgiye uğramıştı. Hükümete saldırmak için Yahudilere saldırıldığı Orta Avrupa ile karşılaştırıldığında, burada Ya­hudilerle birlikte hükümete de saldırmak çok daha kolaydı.
Üstelik tıpkı 18. yüzyılın sonlarına uzanan Fransız Yahu­dilerinin kurtuluşu gibi Fransız antisemitizmi de Avrupalı muadillerinden çok daha eskidir. Fransız Devrimi’ni hazır­layan Aydınlanma Çağı’nın temsilcileri için Yahudileri kü­çük görmek doğal bir şeydi; Yahudilerde Karanlık Çağlar’ın tortularını görürler ve aristokrasinin mali temsilcileri ol­dukları için onlardan nefret ederlerdi. Fransa’da Yahudile­rin yegâne dostları, Yahudi karşıtı tutuma “18. yüzyılın gözde tezlerinden biri” olarak dudak büken muhafazakar yazarlardı.[56] Daha liberal ya da daha radikal yazarlar için Yahudileri hâlâ babaerkil bir yönetim düzeni içinde yaşa­yan, [kendilerine vatandaşlık da verse] bir devletin otorite­sini kabul etmeyen barbarlar olarak görmek ve uyarmak neredeyse bir gelenek haline gelmişti.[57] Fransız Devrimi sı­rasında ve sonrasında, her ne kadar başka ve daha maddî nedenlerle de olsa bu genel Yahudi karşıtı hissiyata Fransız ruhbanı ve aristokratları korosu da eklenmişti. Bu gruplar devrimci hükümeti, “hükümetin borçlandığı Yahudilere ve tüccarlara” paralarını ödemek için kilise mülklerinin satıl­ması emrini vermekle suçladılar.[58] Fransa’da asla bitmeyen kilise-devlet savaşı sayesinde canlılıklarını bir ölçüde sür­düren bu eski savlar, yüzyılın sonunda daha modern başka güçler tarafından ateşlenen genel şiddet ve öfkeye destek olmuştur.
Dreyfus Davası sırasında Fransız sosyalist hareketi, esas olarak antisemitizmin güçlü kilise desteği nedeniyle sonun­da antisemitik propagandaya karşı bir tavır almaya karar verdi. Ancak o zamana kadar 19. yüzyıl Fransız sol hareket­leri Yahudilere soğuk davranmıştı ve bu tavırlarında içten­diler. Fransız liberalizmine ve radikalizmine kaynaklık et­miş 18. yüzyıl Aydınlanma geleneğinin ardından gidiyorlar­dı ve Yahudi karşıtı tutumlara anti-ruhban duygunun içsel, bütünleyici bir parçası olarak bakıyorlardı. İlkin Napolyon’un 1808 tarihli bir kararnamesiyle başlayan bir uygula­mayla [vatandaşlık hakları alman] Alsas Yahudilerinin köy­lülere borç para vererek yaşamlarını sürdürüyor olmaları soldaki bu hissiyatı güçlendirmişti. Alsas’taki koşulların de­ğişmesinden sonra solcu antisemitizm, Bourbon’ların malî yönden desteklenmesinde büyük rolleri olan, Louis Philippe ile yakın temaslarım sürdüren ve III. Napolyon döne­minde palazlanan Rothschild ailesinin malt politikalarında yeni bir güç kaynağı buldu.
Yahudi karşıtı tutumların bu apaçık ve oldukça yüzeysel dürtülerinin ardında, özellikle radikalizmin Fransız kolu­nun tüm yapısı için hayatî önemi olan ve neredeyse bütün Fransız sol hareketini Yahudilere karşı döndürmeyi başar­mış daha derin bir neden bulunmaktaydı. Fransız ekonomi­sinde bankerler diğer kapitalist ülkelerde olduğundan daha güçlüydüler ve Fransa’nın endüstriyel gelişmesi, III. Napolyon’un hükümranlığı sırasında yaşadığı kısa bir yükselişin ardından, kapitalizm öncesi sosyalist eğilimlerin hatırı sayı­lır etkilerini sürdürmekte olduğu diğer ülkelerin çok gerisi­ne indi. Almanya ve Avusturya’da sadece 1870 ve 1880’ler- de, yeni ayaktakımı hareketlerine olduğu gibi reaksiyoner politikalara da yatkın hale gelecek kadar kendilerini umut­suz hissettikleri dönemlerde antisemitik olan alt orta sınıf­lar, Fransa’da, işçi sınıfının da yardımıyla 1848 Devrimini kısa süreli bir zafere taşıdıkları elli yıl öncesinde antisemitik olmuşlardı. Toussenel’in, Rothschild’leri hedef alan, gerçek bir sağanak halinde çıkan kitapçıklar arasında en önemlisi olan Les Juifs, Rois de l’Epoque’yi [Yahudiler, Çağın Kralları] yayımladığı 1840’lı yıllarda, aynı zamanda devrimci alt orta sınıfların da yayın organı olan bütün solcu basın kitabı coş­kuyla karşılamıştı. Daha az seçik ve incelikli olsa da Toussenel’de anlatımını bulan [savlar ve] duygular genç Marx’ın- kinden çok farklı değildi ve Toussenel’in Rothschild’lere sal­dırısı, Börne’nin onbeş yıl önce Paris’ten yazdığı mektupla­rın olsa olsa edebi bakımdan daha yeteneksiz ama çok daha özenilmiş bir biçimiydi.[59] Bu Yahudiler de Yahudi bankerini kapitalist sistemin ana siması olarak görmekle yanıldılar. Ve bu hatanın günümüze dek Fransa’da belediye ve alt bürok­rasi üzerinde belli bir etkisi olmuştur.[60]
Ancak gıdasını Yahudi bankerlerle umutsuz durumdaki müşterileri arasındaki ekonomik çatışmadan alan Yahudi karşıtı popüler hissiyatın bu galeyanı, tamamıyla ekonomik ya da toplumsal nedenlerden kaynaklanan benzer galeyan­lar gibi artık siyasî yaşamda önemli bir etken olmaktan çık­tı. III. Napolyon’un Fransa İmparatorluğu üzerindeki yirmi yıllık egemenliği, Almanya ve Avusturya’da Birinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesinden önceki yirmi yılda yaşanan­lara çok benzer bir biçimde, Fransız Yahudileri için bir re­fah ve güvenlik çağı olmuştur.
Fransız antisemitizminin, gücünü koruyan ve kilise karşı­tı aydınların kibirli tavırlarıyla birlikte toplumsal antisemitizmden de dayanıklı çıkan yegâne kolu, genel bir yabancı düşmanlığı ile bağlantılıydı. Özellikle Birinci Dünya Savaşı’nda sonra yabancı Yahudiler, bütün yabancıları simgele­yen bir klişe oldular. Yerli Yahudiler ile Doğu’dan gelip ülke­yi “istila” edenler arasındaki aynm, bütün Batı ve Orta Avru­pa ülkelerinde yapılmıştır. Romanyalı ve Alman Yahudilere Fransa’da nasıl davranılıyorsa, Polonyalı ve Rus Yahudilere de Almanya ve Avusturya’da aynı şekilde davranılmaktaydı: Almanya’da Posen’den ya da Avusturya’da Galiçya’dan gelen Yahudilere, Alsas’tan gelen Yahudilere Fransa’da davranıldığı gibi, züppece bir horgörüyle bakılıyordu. Ama bu ayrım sa­dece Fransa’da ülke sahnesini kaplayacak denli önem ka­zandı. Muhtemelen de bunun nedeni, başka yerlere nazaran çok daha fazla Yahudi karşıtı saldırıların hedefi haline gelen Rothschild’lerin Fransa’ya Almanya’dan göç etmiş olmaları ve dolayısıyla ikinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesine ka­dar, Yahudilerin ulusal düşmanlara yakınlık duyduğu yö­nündeki kuşkunun doğal hale gelmesiydi.
Modern hareketlerle karşılaştırıldığında zararsız olan milliyetçi antisemitizm, Fransa’da hiçbir zaman reaksiyonerlerin ve şovenistlerin tekelinde olmadı. Bu konuda, Daladier’in savaş kabinesinin propaganda bakanı olan yazar Jean Giraudoux, Almanları hoş tutmak için debelenmesi bir yana, bu modası geçmiş Yahudi antipatisinin sınırlarım aşa­mamış Vichy Hükümeti ve Petain ile tamamen aynı düşün­cedeydi.[61] Bu yeni silahın bütün menzilini ve olanaklarını gerçekleştiren [antika] antisemitizmi ortaya çıkartan Fransa olduğundan, başarısızlık da çok daha gözle görünür oldu. Bu adamın sonradan ünlü bir romancı olması, genelde antisemitizmin diğer Avrupa ülkelerinde olduğu gibi aynı top­lumsal ve zihinsel lekelenmeye maruz kalmadığı Fransa’da­ki şartların bir özelliğidir.
Louis Ferdinand Celine’nin, akli Fransız antisemitizminde bulunmayan bir ustalık ve ideolojik hayalgücü içeren basit bir tezi vardı. İddiasına göre Yahudiler Avrupa’nın siyasî bir varlık haline gelmesini önlemişlerdi; 1843’den beri Avru­pa’da yaşanan bütün savaşların nedeni buydu. Onları birbir­lerine düşürerek Fransa’yı da Almanya’yı da harabeye çevir­mişlerdi. Celine, bu masalsı tarih açıklamasını, Münih An­laşması sırasında yazdığı ve savaşın ilk aylarında yayınladığı Ecole des Cadavres’de [Cesetler Okulu] (1938) dile getirdi.
Avrupa tarihine yeni bir açıklama getirmemekle birlikte ko­nu hakkında daha önce yazılmış bir kitapçık olan Bagatelk pour un Massacre [Bir Kıyım Hakkında Küçük Bir Kitapçık], yaklaşımı itibariyle oldukça moderndi. Yerli ve yabancı iyi­ler ve kötüler Yahudiler arasındaki bütün kısıtlayıcı farklı­laştırmalardan uzak durmakta ve kılı kırk yaran yasal öneri­lerle baş ağrıtmayarak (bu Fransız antisemitizminin özgül yanlarından biridir) doğrudan meselenin özüne girmekte ve bütün Yahudilerin katledilmelerini istemektedir.
Celine’nin ilk kitabı, kısmen Yahudilere yönelik bu saldı­rıdan memnun olan, kısmen de bunun ilgi çekici yeni bir edebi mefhum olduğunu düşünen Fransa’nın öndegelen ay­dınlarınca büyük övgüyle karşılandı.[62] Naziler onu her za­man Fransa’nın yegâne gerçek antisemitiği olarak kabul ederken, Fransa’nın yerli malı faşistleri Celine’i tamamen aynı sebeple ciddiye almadılar. Fransız politikacıların içleri­ne işlemiş sağduyu da bir şarlatanı ve kaçığı kabul etmeleri­ni önlemişti. Sonuç olarak daima neyin daha iyi olduğunu çok iyi bilseler de, modern sorunlar hakkında hiçbir fikri olmayan eski bir Fransız şovenisti Petain ile Mussolini’nin takipçisi Doriot gibi yetersiz kimseleri kullanmayı sürdür­mek zorunda kalan Almanlar, Fransız halkını, Yahudilerin yokedilmesinin [çağın bütün sorunlarına] deva olacağına ikna etmek için boşuna uğraştılar. Fransa’nın resmî hatta gayri resmî olarak Nazi Almanya’sıyla işbirliğine hazır oldu­ğu yıllarda böyle bir durumun ortaya çıkması, en mükem­mel noktasına ulaştığı ve kamuoyunda meydana gelen bü­tün diğer değişikliklere rağmen varlığını sürdürdüğü bir ülkede bile 19. yüzyıl antisemitizminin, 20. yüzyılın yeni si­yasî amaçlan bakımından ne denli etkisiz kaldığını göster­mektedir. Kaçıkların ve şarlatanların hizmetine çok daha elverişli olan bir davaya Edouard Drumont gibi 20. yüzyıl gazetecilerinin, hatta Georges Bernanos gibi büyük çağdaş yazarların katkıda bulunabilmiş olmaları da mesele değil­dir.
[Bütün bunlar] tayin edici bir unsur olarak Fransa’nın çeşitli nedenlerle asla tam teşekküllü bir emperyalist parti ortaya koyamamış olmasıyla bağlantılıdır. Çok sayıda Fran­sız sömürge politikacısının işaret ettiği gibi,[63] bir Fransız- Alman ittifakı Fransa’nın olsa olsa dünyanın paylaşımı ko­nusunda İngiltere’yle rekabete girmesine, Afrika için yapı­lan mücadeleye katılmasına olanak verirdi. Ancak Fransa, Büyük Britanya’ya karşı kopardığı yaygaraya ve duyduğu husumete rağmen, bir biçimde böyle bir yarışmaya sürük­lenmesine izin vermedi. Fransa -önemi azalmakla birlikte- Kıta Avrupası’nın nation par excellence’si [mükemmel, has ulus] idi ve öyle de kaldı. Hatta zayıf emperyalist teşebbüs­leri bile genellikle yeni ulusal bağımsızlık hareketlerinin doğuşu ile neticelendi. Üstelik Fransız antisemitizmi esas olarak tamamen Fransa-Almanya çatışmasından beslendiği için, Cezayir’in yerli Yahudiler ile Arapların oluşturduğu karma nüfusu bunun için mükemmel bir fırsat oluşturma­sına rağmen, Yahudi Sorunu’nun emperyalist politikalarda önemli bir rol üstlenmesi neredeyse otomatik bir biçimde önlenmiş oldu.[64] Alman saldırganlığının Fransız ulus-devletini kaba ve vahşi bir biçimde ortadan kaldırması, Alman istilası ile Fransa’nın yenilgisi üzerine kurulan bir Alman -Fransız ittifakı komedisi, Fransa’nın kendi nation par excel-lence’sini görkemli bir geçmişten günümüze taşımakta ne denli güçsüz olduğunu göstermiştir; ama bu durum bile si­yasal yapılarının esasını değiştirmemiştir.
ALTIN GÜVENLİK ÇAĞI
Antisemitik hareketlerin uğradığı geçici gerileme ile Birinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesi arasında sadece yirmi yıl vardır. Bu döneme yerinde bir biçimde “Altın Güvenlik Ça­ğı” [65] adı verilmiştir. Çünkü bu dönemde yaşamış pek az kimse, kıyametin yaklaşmakta olduğuna dair yapılan bütün kehanetlere rağmen, sahte bir gösteriş ve anlaşılmaz bir inatçı tekdüzelikle çalışmayı sürdüren, miadı dolduğu kesin bir siyasî yapının içten içe zayıfladığını hissediyordu. Rus­ya’da anakronik bir despotizm, Avusturya’da çürümüş bir bürokrasi, Almanya’da aptalca bir militarizm ve Fransa’da bunalımdan bir türlü kurtulamayan yarım gönüllü bir cum­huriyet; hepsi de hâlâ İngiliz İmparatorluğu’nun dünya ça­pındaki gücünün gölgesi altında varlıklarım sürdürmeyi ba­şarıyorlardı. Bu yönetimlerden hiçbiri kaale alınacak kadar halk desteğine sahip değildi, hepsi de sürekli büyüyen bir halk muhalefetiyle karşı karşıyaydılar. Ama hiçbirinde, siya­sî koşullarda radikal bir değişikliği göze alabilecek bir siyasî iradenin varlığına tanık olunmuyordu. Avrupa, herhangi bir ulusun ya da toplumsal tabakanın siyasî sorunları ciddiye alamayacağı biçimde ekonomik genişlemeyle meşguldü. Si­yasal sorunlarla ilgilenen kimse olmadığı için, her şey varlı­ğını sürdürebiliyordu. Chesterton’un [İngiltere’nin durumu hakkındaki] kavrayışlı sözleriyle, “her şey, varlığını inkâr et­tiği kendi uzantısından ibaretti”.[66]
Bir yandan ekonomik güçler uluslararası güç oyununun başat unsuru durumuna gelirken, endüstriyel ve ekonomik kapasitede meydana gelen devasa artış, saf siyasî etkenlerin gitgide zayıflamasına yol açmıştı. Ekonomik ve endüstriyel kapasitenin onun yalnızca modern önşartları olduğu [Birin­ci Dünya Savaşı’ndan sonraki onyıllarda tekrar] farkedilinceye kadar, iktidarın ekonomik kapasiteyle eşanlamlı oldu­ğu düşünülüyordu. Ekonomik güç hükümetleri peşine ta­kabildi, zira kendilerini devletin şiddet araçlarının sadece ekonomik çıkarların ve ulusal mülkün korunmasında kul­lanılması gerektiğine inandırmış yavan işadamlarıyla birlik­te hükümetler de ekonomiye aynı şekilde iman etmekteydi­ler. Çok kısa bir süre içinde, Walter Rathenau’nun, dünya­nın kaderinin birbirini tanıyan üçyüz adamın ellerinde ol­duğu saptaması belli ölçülerde hakikat haline geldi. Bu ga­rip durum, tam da savaş gerçeğinin kitlelerin ekonomik ge­nişlemenin ilâhî niteliğine olan güvenlerini sarstığı 1914 yı­lına kadar sürdü.
Altın güvenlik çağının dış görünüşü Yahudileri diğer Av­rupa halklarından çok daha fazla yanıltmıştı. Antisemitizm geçmişe ait bir şeymiş gibi görünüyordu; hükümetler güç ve saygınlık kaybettikçe Yahudilerle daha az ilgileniyorlar­dı. Devlet gittikçe daha sığlaşan ve abesleşen bir temsiliyet rolü oynarken, siyasî temsiliyet, niteliği sürekli değişen bir tür teatral gösteriye dönüşme eğilimi gösteriyordu -hatta Avusturya’da, Meclis’ten daha büyük kamusal ehemmiyete sahip bir kurum olarak bizzat tiyatronun kendisi ulusal ya­şamın odağı haline gelinceye kadar. Siyaset dünyasının teatral niteliği öylesine barizdi ki, tiyatro gerçeklik alanı ola­rak boy gösterebilmişti.
Büyük iş yaşamının devlet üzerinde artan nüfuzu ile dev­letin Yahudilerin hizmetine duyduğu gereksinimin azalma­sı, Yahudi bankerlerin karşısına yokolma tehlikesini çıkardı ve Yahudilerin meşguliyetlerinde belli değişiklikler olması­na yol açtı. Yahudi toplulukları nezdinde uğradıkları say­gınlık ve güç kaybı, Yahudi bankacılığındaki gerilemenin ilk işaretiydi. Artık genel Yahudi servetini merkezileştirecek ve belli ölçülerde ellerinde toplayabilecek kadar güçlü de­ğillerdi. Yahudiler giderek devlet mâliyesini bırakarak ba­ğımsız işlere yöneldiler. Ordulara ve hükümetlere gıda ve giyecek temininden, müstakil bir Yahudi gıda ve hububat ticareti doğdu. Çok geçmeden bütün ülkelerde giyim sana­yinde başa geçtiler; küçük taşra kentlerinde kurulan rehinci dükkânları ve mağazalar, kentlerdeki büyük mağazaların öncüleri oldular. Bu durum, Yahudilerle hükümetler arasın­daki ilişkilerin sona ermesi anlamına gelmiyordu, bu alan­daki Yahudi sayısı giderek azaldı ve dönemin sonuna gelin­diğinde karşılaştığımız manzaranın başlangıçtaki manzara­dan bir farkı kalmamıştı: Yahudi orta sınıfının geniş tabaka­larıyla bağlantısı kalmamış ya da çok azalmış önemli malî konumlarda bulunan bir avuç Yahudi birey.
Meslek yapısında, Yahudi işadamları sınıfının bağımsız bir biçimde genişlemesinden daha önemli bir başka deği­şiklik vardı. Orta ve Batı Avrupa Yahudileri, zenginlik ve ekonomik fırsatlar bakımından doyma noktasına ulaşmıştı. Bu aslında, Yahudilerin parayı para için ya da parayı güç için istediklerinin kanıtlanacağı nokta olmuş olabilir. Eski­den olsa işlerini çocuklarına, torunlarına devrederlerdi; oy­sa şimdi iş yaşamındaki konumlarını daha da sağlamlaştırı­yorlar, büyük iş ve sanayinin hükümetler üzerindeki etkile­rini artırmak için mücadele ediyorlardı. Ama ikisini de ba­şaramadılar. Aksine varlıklı işadamlarının, daha az ölçüde de bankerlerin çocukları, babalarının yollarını tutmayarak, liberal mesleklere ya da birkaç kuşak öncesine kadar girme­dikleri entelektüel uğraşlara yöneldiler. Ulus-devletin bun­ca korktuğu şey (Yahudi bir entelijensiyanın ortaya çıkma­sı) şimdi göz kamaştırıcı bir hızla gerçekleşiyordu. Aileden varlıklı Yahudi çocuklarının kültürel mesleklere soyunma­ları, özellikle gazete, yayın, müzik ve tiyatro gibi kültür kurumlarının büyük bir oranda Yahudi müteşebbislerce yürü­tüldüğü Almanya ve Avusturya gibi ülkelerde belirgindi.
Yahudilerin entelektüel uğraşlara [tahsillilere] geleneksel eğilimleri ve saygıları sayesinde mümkün olan bu gelişme, Batı ve Orta Avrupa Yahudiliğinin önemli tabakalarının ulusallaşması ve entelektüel bakımından asimde olmaları ile gelenekten gerçek bir kopuşa sebep oldu. Siyasî açıdan bu, Yahudilerin devlet korumasından kurtulması, diğer Ya­hudilerle ortak bir yazgıyı paylaştıklarına ilişkin bir bilincin doğması ve Yahudileri inter-Avrupalı yapan bağların hatırı sayılır ölçülerde gevşemesi demekti. Toplumsal açıdan ise, Yahudi aydınları bir grup olarak, Yahudi olmayan topluma kabul edilme ihtiyacı ve arzusu duyan ilk Yahudilerdi. Ya­hudi olmayanlarla toplumsal ilişki kurmaya itibar etmemiş babaları için mesele olmayan toplumsal ayrımcılık, onlar için çok temelli bir sorun halini aldı.
Topluma ulaşmanın bir yolunu arayan bu grup, 19. yüz­yılda ayrımcılık kuralına bir istisna teşkil ederek topluma kabul edilmiş tek tek Yahudilerin saptadığı toplumsal dav­ranış örüntülerini kabul etmek zorunda kaldı. Bütün kapı­lan açacak olan anahtarı, yüzyılın deha idolünün dayanıl­maz kıldığı “şöhretin parlak gücü”nü keşfettiler. Ün hale­siyle yaşamak, ünlü olmaktan çok daha önemliydi; bu amaçla ünlü olanın takdir edeni, eleştirmeni, koleksiyoncu­su ve organizatörü oldular. “Şöhretin gücü”, toplumsal ba­kımdan yurtsuzların kendilerine bir yurt kurabilmelerini sağlayan son derece gerçek bir toplumsal kudretti. Başka bir deyişle Yahudi aydınlar, ünlü bireyleri, (tinsel başarı ulusal sınırları aştığı için) tanımı gereği uluslararası bir şöhretliler toplumuna bağlayan canlı bir bağ olmaya çalıştı­lar ve bunu bir ölçüde de olsa başardılar. Siyasî etkenlerde ortaya çıkan ve son yirmi yıldır gerçeklik ile görünüşün, si­yasî gerçeklik ile teatral gösterinin birbirini kolayca taklit edebildiği bir durum yaratan genel zafiyet, şimdi onlara, ulusal önyargıların artık geçerli gibi görünmediği kaypak bir uluslararası toplumun temsilcisi olma olanağı vermişti. Öte yandan bu uluslararası toplumun, Yahudi üyelerinin ulusallaşmasını ve asimilasyonlarını kabul etmiş yegâne toplum olması son derece paradoksaldır; AvusturyalI bir Yahudi için Fransa’da bir Avusturyalı olarak kabul görmek, Avusturya’da olduğundan çok daha kolaydı. Bu kuşağın düzmece dünya vatandaşlığı, Yahudi kökenlerinin sözü edildiğinde hak iddia ettikleri bu farzî ulusallık, sonradan sahiplerine verilen ülke dışında her ülkeye giriş hakkı tanı­yan pasaportlarını andırıyordu.
Görünüşler dünyasındaki etkinlikleri, doyumları ve mut­lulukları, bir grup olarak aslında ne para ne de güç peşinde olduklarını gösterse de, bu koşullar, tam da doğaları gereği, Yahudileri önemli kılmaktan başka her şeyi yaptılar. Ciddi devlet adamları ve siyaset yazarları kurtuluştan bu yana Ya­hudi Sorunu’yla her zamankinden daha az meşgulken ve antisemitizm neredeyse tamamen siyaset sahnesinden çe­kilmişken, Yahudiler bu toplumun simgeleri ve onun içine almadığı herkesin nefretini üzerlerine çeken nesneler hali­ne geldiler. 19. yüzyılda gelişmesini etkilemiş özel koşullar­daki temellerini yitiren antisemitizm, kaçıklar ve şarlatanlar tarafından, 1914 sonrası Avrupa’sında ortaya çıkan yarı ha­kikatlerin ve vahşi önyargıların oluşturduğu uğursuz bir karışıma, hayalkırıklıklarından ve küskünlüklerden oluşma bir ideolojiye malzeme yapılabildi.
Toplumsal yanıyla Yahudi Sorunu, sonunda parçalanmış bir toplum olası bir Yahudi katliamı etrafında ideolojik ola­rak yeniden billurlaşıncaya kadar, toplumsal rahatsızlığın katalizörüne dönüştüğü için, özgürleşmiş Yahudiliğin ge­çen yüzyılın burjuva toplumu içinde taşıdığı ana özellikle­rinden bazılarını ele almak şart olmaktadır.
Yahudilerin, köklerini devletin ekonomik yaşamından alan ve kendilerini özel rollerine son derece uygun kılan siyasî cehaletleri ve antisemitizmin içerdiği siyasal tehlikelere karşısında gözlerim kör eden halka karşı, otoriteden yana önyargıları her tür toplumsal ayrımcılığa karşı aşırı bir du­yarlılık geliştirmelerine neden olmuştu. Bu iki özellik yan yana geliştiğinde, siyasî sav ile yalın antipati arasındaki ta­yin edici farkı görmek güçtü. Ancak mesele şuradadır: Bu iki unsur, kurtuluşun tamamen karşıt veçhelerinden doğ­muştu: Siyasî antisemitizm, Yahudilerin ayrı bir toplumsal yapı oluşturmalarından dolayı ortaya çıkmıştı, oysa top­lumsal ayrımcılığın doğuş nedeni, Yahudilerin diğer top­lumsal gruplarla giderek eşit duruma gelmeleriydi.
Adaletin temel gereklerinden biri olduğuna kuşku bulun­mamakla beraber eşitlik denen kazanım, modern insanlığın en büyük ve en belirsiz maceralarından birini oluşturur. Eşitlik arttıkça, insanlar arasında gerçekte varolan farklılık­lar daha az açıklanabilir olur. Bu yüzden bireylerle gruplar her zamankinden çok daha eşitsiz hale gelirler. Eşitliğe ar­tık ölüm gibi kaçınılmaz bir ortak yazgı ya da Tanrı gibi her şeye kadir bir varlık açısından bakılmadığında, bu karma­şık sonuç da bütün açıklığı ile gün yüzüne çıkmıştır. Eşit­lik, kendisinin ölçülebilmesini ya da açıklanabilmesini sağ­layacak herhangi bir ölçüt olmaksızın kendi başına dünyasal bir olgu durumuna geldiğinde, aksi halde eşit olmayan in­sanların eşit haklara sahip olacağı siyasî bir örgütlenmenin geçerli bir ilkesi olarak kabul edilme şansı ancak yüzde bir­dir; yüzde doksan dokuz yanlış anlaşılacak; herkes gibiyse “normal”, yazgısı farklıysa “anormal” olan her bireyin do­ğuştan eşit olması biçiminde düşünülecektir. Eşitliğin, saptı­rılarak siyasî bir kavram olmaktan çıkartılması ve toplumsal bir kavram haline getirilmesi, toplumun özel gruplara ve bi­reylere çok az bir alan bıraktığı dönemlerde çok daha tehli­kelidir, çünkü bu durumda sözkonusu grup ve bireylerin farklılıkları çok daha açık ve görünür hale gelir.
Modern çağa yönelik büyük meydan okuma ve içerdiği özgül tehlike şuydu: İnsanlar ilk kez bu dönemde birbirleriyle, farklılaştırıcı koşul ve durumların korunmasından yoksun olarak karşılaşmaktaydı. Modern ırkçılık [çılgınlı­ğı], bu yeni eşitlik kavramının [en tehlikeli veçhesini yansı­tır], Zira karşımızda, koşullarda olası ve düşünülebilir hiç­bir değişikliğin, apaçıklığın zerre kadar olsun etkileyemedi­ği doğal farklılıklar bulunmaktadır. Herkesi eşitim olarak kabul ederim, çünkü eşitlik bunu gerektirir; kendilerine öz­gü nedenlerden dolayı karşısındakine bu temel eşitliği tanı­makta gönülsüz davranan farklı gruplar arasındaki çatışma­lar son derece zalim, insafsız biçimler alır, çünkü eşitlik bu­nu gerektirir.
Bu anlamda Yahudiler eşit oldukça, Yahudilere özgü fark­lılıklar da o denli şaşırtıcı gelmeye başladı. Bu yeni farkına varış, Yahudilere karşı toplumsal bir antipatinin yamsıra, onlara karşı belirli bir ilginin doğmasına da yol açtı. Batı Yahudiliğinin toplumsal tarihini bu karşılıklı tepkiler tayin etmiştir. Bununla birlikte ne bu ilgiye ne de ayrımcılığa si­yaset bulaşmıştı. Yahudilere karşı bir siyasî hareketin doğ­masına sebep olmadığı gibi, Yahudilerin düşmanlarına karşı korunmalarına da yararı dokunmadı bu tepkilerin. Yine de toplumun havasını zehirlemeyi, Yahudilerle Yahudi olma­yanlar arasındaki bütün toplumsal ilişkiyi mecrasından saptırmayı ve Yahudi davranışı üzerinde belirleyici bir etki­de bulunmayı başardılar. Bir Yahudi tipinin oluşması, bu iki etkene (özel ayrımcılık ve kayırma-iltimas) dayanır.
Değişik ayrımcılık biçimleriyle birlikte Yahudilere karşı duyulan bu toplumsal antipati, gerçek anlamda toplumsal ve ekonomik bir eşitlik sağlanamadığı için, Avrupa ülkele­rinde büyük siyasî bir zarara yol açmadı. Bütün görünüm­leriyle yeni sınıflar, kişilerin doğuştan üyesi oldukları grup­lar şeklinde gelişmekteydi. Toplumun ancak bu çerçevede Yahudilerin özel bir klik oluşturmasını sineye çekebildiğine kuşku yoktur.
Birleşik Devletler’de olduğu gibi, eşitlik zaten varolan bir şey gibi görülse, veri olarak kabul edilseydi, [yani] hangi tabakadan olursa olsun toplumun her üyesi yeteneğin ve şansın yardımıyla bir başarı öyküsünün kahramanı olabile­ceğine bütün yüreğiyle inansaydı, durum tamamen başka olabilirdi. Böyle bir toplumda [ırk] ayrımcılığı, grupların kendilerini sivil, siyasî ve ekonomik eşitliğin dışında bula­bilecekleri bir tür evrensel yasa olan ayrım gütmenin tek yolu olur. Sadece Yahudi meselesiyle bağlantılı olmayan bir yerde ayrımcılık, çokuluslu bir ülkedeki bütün doğal farklı­lıkları ve çatışmaları, şiddetle, ayaktakımının yönetimiyle ve düpedüz kaba ırk kavramlarıyla çözmek isteyen bir siya­sî hareketi billurlaştırabilir. Eşitliği, gerek fiziksel gerekse tarihsel bakımdan dünyadaki en eşitsiz halk üzerinde ger­çekleştirmeye kalkmış olması, Amerika Cumhuriyeti’nin en tehlikeli ama bunun yanısıra en vaadkâr paradokslarından birini oluşturur. Birleşik Devletler’de toplumsal antisemitizmin bir gün bir siyasî hareketin son derece tehlikeli çekir­değini oluşturması mümkündür.[67] Oysa Avrupa’da toplum­sal antisemitizmin siyasî antisemitizmin doğuşu üzerinde hemen hiçbir etkisi olmadı.
 PARYA VE PARVENU* ARASINDA
(*) Fransızca: Sonradan görme, yeni zengin - ç.n.
Toplumsal ve siyasî bakımdan ulus-devletin üzerine yaslan­dığı devlet ile toplum arasındaki kararsız denge, Yahudile­rin topluma kabulünü düzenleyen özel bir yasanın doğma­sına sebep oldu. Yahudiler, Batı Avrupa halklarının sadece komşusu olarak değil, tam da bu halkların ortasında yaşa­dıkları yüzelli yıl boyunca her zaman toplumsal saadetleri­nin bedelini siyasî sefaletle, siyasî başarılarının bedelini de toplumsal hakaretle ödemek zorunda kalmışlardır. Yahudi­lerin, Yahudi olmayan topluma kabul edilmeleri anlamında asimilasyonlarına ancak, hâlâ aynı kısıtlamaları ve aşağıla­yıcı siyasî koşulları paylaşıyor olsalar da Yahudi kitle ara­sından sivrilmiş ayrıksı simalar oldukları sürece veya daha sonra kurtuluş ve sebep olduğu toplumsal yalıtım tamam­landıktan sonra siyasî durumları antisemitik hareketlerce tehdit edilmeye başlandığında izin verilmiştir. Toplum, Ya­hudilere siyasal, ekonomik ve yasal eşitlik tanınması mese­lesiyle karşı karşıya geldiğinde, sınıflarından hiçbirinin Ya­hudilere toplumsal eşitlik tanımaya hazır olmadığını ve sa­dece ayrıksı Yahudileri arasına kabul edebileceğini kuşkuya yer bırakmayacak şekilde ortaya koydu. Farklı, ayrıksı ol­duklarını söyleyen garip iltifatlarla karşılaşan Yahudiler, bu son derece belirsiz ifadenin -hem Yahudi oldukları hem de muhtemelen Yahudiye benzemedikleri- kendilerine toplu­mun kapılarını açacağını hemen farkettiler. Toplumla bu münasebeti istemiş olmalılar ki, “Yahudi olmak, ama yine de olmamak” için ellerinden geleni yaptılar.[68]
Salt görünüşten ibaret bu paradoksun sağlam bir olgusal temeli vardı. Yahudi olmayan toplum, bu yeni konuktan kendisi kadar “eğitimli” olmasını; ve davranışları “sıradan bir Yahudi”ninkinden farklı da olsa yine de bir Yahudi ol­duğu için, sıradanlıktan sıradan olmayan bir şey yaratması­nı bekliyordu. Bütün kurtuluş yanlıları Yahudilerin asimi­lasyonundan, yani toplum tarafından kabul edilmelerinden, topluma uyum göstermelerinden yanaydılar. Bunu, ya Ya­hudi kurtuluşunun başlıca koşulu ya da otomatik sonucu olarak görüyorlardı. Başka bir deyişle Yahudilerin yaşam koşullarım iyileştirmeye çalışanlar, Yahudi Sorunu’nu Yahu­dilerin bakış açısından düşünmeye giriştikleri her seferin­de, konuya hemen sadece toplumsal yanından yaklaşmak­taydılar. Yahudi Sorunu’nun siyasal bir sorun olduğunu dostlarının değil, düşmanlarının anlamış olması, Yahudi halkının tarihindeki en talihsiz gerçeklerden biri olmuştur.
Kurtuluşu savunanların, sorunu bir “eğitim” sorunu (baş­langıçta Yahudi olmayanlar kadar Yahudilere de uygulanan bir düşünce) olarak sunmak eğilimindeydiler.[69] Her iki kamp­ta da öncülerin “eğitimli”, hoşgörülü, kültürlü kişilerden oluşması doğal görülmekteydi. Elbette bunun, Yahudi olma­yan hoşgörülü, eğitimli ve kültürlü kişilerin toplumsal olarak sadece ayrıksı, eğitimli Yahudilerle temas kurmaları gibi bir sonucu oldu. Eğitimli kimseler arasında önyargıların kaldırıl­ması gereği, süratle tek taraflı bir mesele haline geldi ve so­nunda sadece Yahudilerden kendilerini eğitmeleri istendi.
Ancak bu meselenin sadece bir yüzüdür. Yahudilerden, sıradan Yahudiler gibi davranmayacak kadar eğitimli olma­ları istenirken, öte yandan sadece Yahudi oldukları, yaban­cı, egzotik bir cazibeleri olduğu için kabul görmekteydiler. Bu tutum kaynağını 18. yüzyıldan, açıkça “yeni insanlık örnekleri”ne (Herder) ihtiyaç olduğunu belirten yeni bir hü­manizmden alıyordu. Bu örnek insanlarla kurulacak ilişki, insanlığın her türüyle olası bir yakınlığı mümkün kılacaktı. Mendelssohn’un zamanındaki “aydın” Berlin’de, Yahudiler herkesin insan olduğunun canlı bir kanıtı olarak sunuldu­lar. Bu kuşağın gözünde Mendelssohn ile Markus Herz’in dostluğu, insan onurunun her an yeniden hayat bulabilece­ğinin bir ifadesiydi. Ve hatta Yahudiler horlanan, baskı al­tında tutulan bir halk oldukları için, bu açıdan inşanlığın daha saf, daha ibret verici bir örneğini oluşturmaktaydılar. Sonraları yanlış zikredecek ve suistimal edecek “Asya’dan, bizim buralara kadar sürüklenmiş yabancı bir halk” cümle­sinin sahibi, samimi Yahudi dostu Herder’di.[70] O ve diğer hümanistler, 18. yüzyılın “yeryüzünde aradığı”,[71] kendilerininse ancak yüzyıllık komşularında bulduğu “insanlığın yeni örnekleri”ni bu sözcüklerle selamlıyorlardı. İnsanlığın temelde bir olduğunu vurgulamaya can atan bu adamlar, insanlığın evrensel bir ilke olduğunu daha etkili bir biçim­de göstermek amacıyla, Yahudilerin kökenini gerçekte ol­duğundan daha yabancı, dolayısıyla daha egzotik olarak sunmak istediler. Böylelikle insanlığın evrensel bir ilke ol­duğu daha etkili bir biçimde kanıtlanabilecekti.
18. yüzyıl dönümünde, Fransız Yahudilerinin kurtulduğu, Alman Yahudilerininse bu yönde herhangi bir umut ya da ar­zu beslemediği ilk birkaç onyıl zarfında Prusya’nın aydınlan­mış entelijensiyası, “dünyadaki bütün Yahudilerin gözlerinin Berlin’deki Yahudi topluluğuna çevrilmesini” sağladı.[72] Bunun nedeni büyük ölçüde Lessing’in Bilge Nathan’ının sağladığı başarı ya da bunun yanlış yorumlanmış olmasından kaynak­lanıyordu: İnsanlığın örnekleri haline geldikleri için “bu yeni insanlık numuneleri”nin aynı zamanda tek tek de adamakıllı birer insan-bireyler olmaları gerekiyordu.[73] Mirabeau bu dü­şünceden çok etkilenmiş ve örnek olarak Mendelssohn’u anmıştı.[74] Herder, eğitimli Yahudilerin önyargılardan çok daha uzak olacaklarını umuyordu, çünkü “Yahudiler, bizlerin vaz­geçmesi çok zor ya da olanaksız bulduğu kimi siyasal önyar­gılardan uzak”tılar. O sıralarda varlığım sürdüren “yeni ticarî imtiyazlar” tanıma alışkanlığına karşı çıkan Herder, “Yahudilerin Yahudilikten”, “eski, mağrur ulusal önyargılar[mdan], ... çağımıza ve kurumlarına ait olmayan âdetler”den “kurtul­malarının gerçek yolunun eğitimden geçtiğini” düşünüyor­du. Bu sayede Yahudiler “tamamen insanileşebilecek” ve kendilerini “insanlığın bilim ve kültürünün gelişmesi”nin emrine verebileceklerdi.[75] O sıralarda Goethe, Polonyalı bir Yahudinin yazdığı bir şiir kitabı ile ilgili yaptığı değerlendir­mede, şairin “Hıristiyan bir etud'ıant en bel les lettres’ten [ede­biyat öğrencisi] daha fazlasını beceremediğini” söylüyor ve “sığ, yüzeysel teamüllerin ardında gerçekten sahici, kesin bir güç beklerken, sıradanlık ve aleladelikle karşılaşmış” olmak­tan yakınıyordu.[76]
Bu abartılı iyi niyetin yeni yeni Batılılaşmış, eğitimli Yahu­diler üzerinde yarattığı yıkıcı etkiler ve Yahudilerin toplum­sal ve psikolojik durumları üzerindeki tesirleri hakkında ne kadar durulsa azdır. Sadece kendi insanları arasından ayrık­sılıkları ile sivrilmelerini bekleyen, “onlarla diğerleri arasın­da keskin bir farklılık” gören moral bozucu bir taleple yüzyüze olmaları yetmiyormuş gibi, hükümetlerce de bu “ayrı­lığın yasallaştırılması” isteniyordu;[77] Hatta onlardan insanlı­ğın ayrıksı örnekleri olmaları isteniyordu. Kültürlü Avrupa toplumuna “kabul edilmelerinin asıl bileti”, Heine’nın dedi­ği gibi din değiştirmeleri değildi; bu ve sonraki Yahudi ku­şakların elinden kimseyi hayalkırıklığma uğratmamak için umutsuzca didinmekten başka ne gelirdi?[78]
Asimilasyonun henüz takip edilecek bir gelenek halini al­madığı, ancak kendilerine özel yetenekler ihsan edilmiş bir avuç Yahudi için geçerli olduğu, Yahudilerin topluma kabul edilişlerinin ilk onyıllannda her şey yolunda gitti. Kendile­rini yurttaşlığa kabul eden ilk ülke olan Fransa, Yahudiler için siyasal bir cennetti. Bu arada Prusya’nın da [Yahudiler için] toplumsal açıdan görkemli bir ülke haline geldiği gö­rülüyordu. Mendelssohn’un dönemin pek çok ünlü sima­sıyla yakın ilişkiler kurduğu “aydın Berlin” ise henüz işin başındaydı. Mendelssohn’un Yahudi olmayan toplumla olan bağlantılarının, Avrupa tarihinin neredeyse her döne­minde eğitimli Yahudileri ve Hıristiyanları biraraya getiren bilimsel bağlarla ortak pek çok yanı bulunmaktaydı. Yeni ve şaşırtıcı olan, Mendelssohn’un dostlarının bu ilişkileri kişisel olmayan, ideolojik, hatta siyasal amaçlarla kullan­malarıydı. Mendelsshon, bu türden bütün gizli saiklerden sıyrılmıştı ve sanki bu ayrıksı toplumsal konumunun ve öz­gürlüğünün, hâlâ “mülkün (Prusya kralının) en aşağı sakinleri”nden olmasıyla bir ilgisi bulunduğunu sezmiş gibi, yeri geldikçe yaşamak zorunda olduğu koşullardan son de­rece memnun olduğunu belirtiyordu.[79]
Siyasal ve sivil haklara karşı bu kayıtsızlık, Mendelssohn’un zamanının eğitimli ve aydın kişileriyle kurduğu masum ilişkilerden de uzun ömürlü oldu ve Berlin’in görüp göreceği en parlak topluluğu biraraya getiren Yahudi kadın­ların salonlarına taşındı. Bu kayıtsızlığın büsbütün bir kor­kuya dönüşmesi için, Prusya’nın 1806’daki yenilgisini ve Napolyon Yasaları’nın Almanya’nın pek çok bölgesini etkisi altına alarak, Yahudilerin kurtuluşu meselesini kamunun gündemine getirmesini beklemek gerekti. Kurtuluş, “geri kalmış” Yahudi halkla birlikte eğitimli Yahudileri de özgür­leştirecek ve pekala farkında oldukları gibi toplumsal ko­numlarının üzerine dayandığı şu paha biçilmez ayrımı da silip süpürecekti. Kurtuluş nihayet gerçekleştiğinde, çareyi Hıristiyanlığa geçmekte görenler en fazla asimile olmuş Yahudilerdi. Yahudi olmayı, kurtuluştan önce değil sonra teh­likeli bulmaları ve Hıristiyanlığa geçmeyi daha katlanılabi­lir görmeleri oldukça dikkat çekicidir.
Bu salonlar arasında en temsil edici olan, Almanya ölçe­ğinde gerçekten de karma denebilecek bir topluluğun bira­raya geldiği Rahel Varnhage’nin salonuydu. Varnhage’nin özgün, alışılmadık zekâsı, insanlara karşı boğucu ilgisi ve gerçekten tutkulu doğasıyla biraraya geldiğinde, onu Yahu­di kadınlar arasında en parlak ve en ilgi çekici sima yapma­ya yetmişti. Rahel’in “tavan arası”ndaki sade, gösterişsiz ama ünlü suarelerde, “aydın” aristokratlar, orta sınıftan ay­dınlar ve tiyatro oyuncuları -yani Yahudiler gibi, saygıdeğer [soylu] cemiyete mensup olmayan bütün herkes- biraraya geliyordu. Dolayısıyla Rahel’in salonu, tanımı gereği ve bi­linçli olarak toplumun kenanna iliştirilmişti ve toplumun ne âdetlerini ne de önyargılarını paylaşıyordu.
Yahudilerin toplum tarafından asimile edilme süreçleri­nin, adeta Goethe’nin Wilhelm Meister’inin (ilerde orta sı­nıfların eğitiminde başlıca örnek oluşturacak olan bir ro­man) eğitimi için önerdiği düsturları izlemiş olması son de­rece şaşırtıcıdır. Bu kitapta soylular ve oyuncular tarafından genç bir burjuvaya, bireyselliğini nasıl sunacağı ve oynaya­cağı, böylelikle bir burjuvanın oğlu olmak gibi mütevazi bir statüden, soyluluğa nasıl terfi edeceği öğretilir. Orta sınıflar ve Yahudiler, yani yüksek aristokrat çevrelerin dışında kal­mış olanlar için her şey “şahsiyet”e ve onu ifade etme yete­neğine bağlıydı. Gerçekte [zaten] olduğu şeyin rolünü nasıl yapacağını bilmek, en önemli şey gibi görünüyordu. Bir öz­güllük olarak Almanya’da Yahudi Sorunu’nun bir eğitim so­runu olarak görülmesinin, bu ilk başlangıç noktasıyla ya­kından ilgisi vardı ve gerek Yahudilerin gerek Yahudi olma­yan orta sınıfların eğitim konusundaki filistenizm’lerinde, [tutuculuklarında] gerekse Yahudilerin liberal mesleklere hücum etmelerinde etkisi olmuştu.
İlk Berlin salonlarının bütün büyüsü, gerçekten de kişi­lik, benzersiz şahsiyet, kabiliyet ve ifade gücünden başka bir şeye dayanmıyordu. Ne rütbe, para, başarı, ne de edebi ün, neredeyse hudutsuz bir iletişimi ve engel tanımayan bir teklifsizliği tek başına mümkün kılan bu benzersizliğin ye­rini alabilirdi. Bir Hohenzollerin prensinin Louis Ferdinand’la, banker Abraham Mendelssohn’la, ya da bir siyaset yazarı ve diplomat olan Friedrich Gentz’in, sonraları aşırı- modern romantik ekolün bir yazarı olacak olan Friedrich Schlegel’le -bütün bu insanlar, Rahel’in “tavan arası”nm ün­lü ziyaretçilerinden sadece birkaçıydı- biraraya geldiği, ger­çek kişilikler arasındaki bu kısa karşılaşmalar, bu eşsiz bu­luşma yerinin evsahiplerine göre “yaşamın en büyük zevk­lerini taşıyan bir gemi gibi battığı” 1806 yılında sona erdi.
Aristokratlarla birlikte romantik aydınlar da antisemitik ol­dular ve her iki grupda da, Yahudi dostlarından vazgeçme­seler de, masumiyet ve görkem kalmadı.
Alman Yahudilerinin toplumsal tarihindeki gerçek dö­nüm noktası, Prusya’nın yenildiği zaman değil, hükümetin Yahudilere siyasî haklar dışında bütün sivil hakları tanıyan Belediye Yasası’nı çıkardığı 1808 tarihi oldu. 1807 Barış An­laşmasıyla birlikte Prusya doğudaki eyaletleriyle birlikte Ya­hudi nüfusunun çoğunluğunu da yitirdi; topraklarında bı­rakılan Yahudiler herhalükârda “korunmuş Yahudiler”di, yani zaten sivil haklara bireysel ayrıcalıklar şeklinde sahip­tiler. Sözkonusu belediye yasası sadece bu ayrıcalıkları ya­sallaştırmaktaydı ve ömrü, 1812 tarihli kurtuluş fermanın­dan daha fazla oldu; Napolyon’un ölümünden sonra Posen’i ve oradaki Yahudi halkı yeniden egemenliğine alan Prusya, o zaman yoksul Yahudilere bile siyasal hakların ve­rilmesi anlamına gelen 1812 tarihli fermanı feshederken, sözkonusu belediye yasasına dokunmadı.
Yahudilerin durumlarının fiilen iyileştirilmesi açısından pek fazla siyasî önemi olmasa da, Prusyalı Yahudilerin ço­ğunluğunun yaşadığı eyaletlerin yitirilmesiyle birlikte bu ni­haî kurtuluş fermanları devasa toplumsal sonuçlara yol açtı. 1807’den önce Prusya’nın korunmuş Yahudilerinin sayısı, toplam Yahudi nüfusunun yüzde 20’si kadardı. Kurtuluş ka­rarnamesinin çıkartılmasıyla Prusya’daki korunmuş Yahudi­ler çoğunluğu oluşturdular; “yabancı Yahudiler”in sadece yüzde 10’u kontrast oluşturması amacıyla olduğu gibi bıra­kıldı. Servet sahibi, eğitimli “ayrıksı Yahudiler”in son derece avantajlı görünmelerini sağlayan o koyu yoksulluk ve geri kalmışlıktan oluşan arka plan, böylelikle ortadan kalktı. Toplumsal başarı ve psikolojik özsaygı için bir kıyas temeli sağlaması açısından son derece özsel olan bu arka plan, bir daha asla Napolyon öncesi durumuna geri dönemedi. Po­lonya eyaletleri 1816’da yeniden ele geçirildiğinde, eskiden “korunmuş olan” (şimdi ise Yahudi inancı taşıyan Prusya yurttaşları diye anılan) Yahudilerin sayısı hâlâ yüzde 60 ci­varındaydı.[80]
Toplumsal açıdan bakarsak bunun anlamı şuydu: Prus­ya’daki geri kalan Yahudiler, karşısında ayrıksı simalar ola­rak kalacakları yerli arka planlarını yitirmişlerdi. Büzül­müş, daralmış da olsa bu kez kendileri, bireyin çifte bir zor­luğa katlanmak zorunda olduğu bir arkaplam oluşturmak­taydılar. “Ayrıksı Yahudiler”, bu kez de sadece Yahudiydi­ler; horlanan bir halkın temsilcileri olmak dışında, ayrıksı değildiler. Hükümet müdahaleleri de yarattığı toplumsal et­ki bakımından bundan daha az kötü değildi. Sadece hükü­metle çelişkisi olan, dolayısıyla Yahudilere açıkça düşman­lık besleyen sınıflar değil toplumun her tabakası, şahsen ta­nıdıkları Yahudilerin, devletin ayrıksı önlemler almaya ha­zır olduğu gözde bir grubun mensupları olarak çok da ay­rıksı bireyler olmadıklarının az çok farkına varmıştı. “Ay­rıksı Yahudiler”i korkutan şey de zaten hep bu olmuştu.
Berlin sosyetesi Yahudilerin salonlarını süratle terketti. 1808’e gelindiğinde bu buluşma merkezlerinin yerini çok­tan rütbeli bürokratların ve üst orta sınıf üyelerinin evleri almıştı. Dönemin sayısız yazışmalarından görülebileceği gi­bi aristokratlar kadar aydınlar da hakaretâmiz bakışlarım, hemen hiç tanımadıkları Doğu Avrupalı Yahudilerle çok ya­kından bildikleri Berlin’in eğitimli Yahudilerine yöneltmeye başlamışlardı. Berlinli Yahudiler bir daha asla ayrıksı olma­nın kolektif bilincinden doğan o özsaygıyı elde edemeye­ceklerdi. Bundan böyle hepsinin bir Yahudi olsa bile Yahudi olmadığını kanıtlaması gerekti. Kendini, “geride kalmış din kardeşlerinin o bilinmeyen kitlesinden ayırması artık ye­terli olmayacak, -ayrıksılığından dolayı kutlanacak bir birey olarak- “Yahudi olmak”tan, dolayısıyla bir bütün olarak Ya­hudi halkından sıyrılması gerekecekti.
“Yahudi” hayaletini keşfeden siyasal antisemitizm değil, toplumsal ayrımcılık olmuştur. Yahudi birey ile “her yerde olan ve hiçbir yerde olmayan, genel Yahudi” arasında ilk ayrımı yapan yazar, 1802’de Yahudi toplumu ve Yahudilerin topluma kabulleri için büyülü bir değnek olarak eğitime duydukları açlık üzerine iğneli bir taşlama kaleme almış olan karanlık bir gazeteciydi. Yahudiler burada filisten ve türedi bir topluluğun “ilkesi” olarak resmediliyordu.[81] Bu bayağı edebiyat parçası, Rahel’in salonunun birkaç mümtaz müdavimince okunmakla kalmadı, büyük romantik şair Clemens von Brentano’nun, yine filisten olanla Yahudi ola­nın özdeşleştirildiği son derece nüktedan bir yazı yazması­na da esin kaynağı oldu.[82]
Karma bir toplumun o ilk pastoralliğinden yitirilenleri başka hiçbir ülkede ve başka hiçbir zaman geri döndürmek mümkün olmamıştır. Bir daha asla hiçbir toplumsal grup, yüreği ve aklı özgür Yahudilere bağrını açmamıştır. Yahudi­lerle dost olmanın nedeni ya cüretkârlık veya “acaiplikleri” ile etrafa heyecan vermeleri olabilirdi; ya da bu dostluğun, hemcinslerinin parya yapılmasına karşı bir protesto niteliği taşıması. Ama siyasal ve sivil dışlanmışlar olmaktan çıktık­ları her yerde, Yahudiler toplumsal paryalar haline geldiler.
Bir grup fenomeni olarak asimilasyonun gerçekte sadece Yahudi aydınlar arasında yaşandığını akıldan çıkarmamak önemlidir. İlk eğitimli Yahudi Moses Mendelssohn’un aşağı yurttaşlık statüsüne rağmen Yahudi olmayan topluma kabul edilmesi bir raslantı değildir. Saray Yahudileri ve Batı’daki halefleri olan Yahudi bankerlerle işadamları toplum tarafın­dan asla kabul görmedikleri gibi, kendileri de zaten gözle görünmez gettolarının dar sınırlarından kurtulmak için hiç­bir çaba göstermediler. Başlangıçta bütün bozulmamış türe­diler gibi, içinden geldikleri, sefaletten ve yoksulluktan iba­ret karanlık arka planlarından gurur duyuyorlardı; sonraları her yandan saldırıya uğradıklarında, Yahudi kitlelerin yok­sulluk hatta geri kalmışlıklarına ilgi duymaya başladılar, zira bu, kendi güvenlikleri için bir sav, bir simge haline gelmişti. Endişeli ve ürkek de olsa yavaş yavaş Yahudi şeriatının katı istemlerinden uzaklaşmak -dinsel gelenekleri asla tamamen terketmediler- zorunda kaldılar, ama Yahudi kitlelerden ortodoksiye uymalarını istediler.[83] Özerk Yahudi topluluğu­nun çözülmesi onları, sadece Yahudi cemaatlerini yetkililere karşı koruma konusunda değil, devletin yardımıyla bu top­luluklar üzerinde hâkimiyet kurmak konusunda da son de­rece istekli hale getirdi. Dolayısıyla yoksul Yahudilerin “bir yandan hükümete öte yandan zengin din kardeşlerine olan çifte bağımlılıkları” açık bir gerçekti.[84]
19. yüzyılda kullanılan adlandırmayla Yahudi “soylular”, Yahudi topluluklarına egemen oldular. Ama ne toplumsal ne de coğrafî olarak bu toplulukların üyeleriydiler. Bir bakı­ma tıpkı Yahudi olmayan toplumun olduğu gibi Yahudi toplumunun da dışında duruyorlardı. Bireysel olarak parlak meslek yaşamları olan ve efendilerinden hatırı sayılır ayrı­calıklar almış bu kimseler, son derece sınırlı toplumsal fır­satlara sahip bir tür ayrıksılar topluluğu oluşturuyordu. Sa­ray toplumunun doğal olarak hakir gördüğü, Yahudi olma­yan orta sınıfla da iş bağlantılarından yoksun bu kişilerin toplumsal temasları, en az ekonomik yükselişlerinin çağdaş ekonomik koşullardan bağımsız olması kadar toplumun ya­salarının dışında yer almaktaydı. Bu yalıtılmışlık ve bağım­sızlık hali onlar için ekseriyetle bir güç ve gurur [görüntü­süne ve tasavvuruna kaynaklık ediyordu]. 18. yüzyıl başla­rında anlatılan şu anekdot bu durumu örneklemektedir: “Soylu ve kültürlü bir hekim, aralarında bir prens bulun­madığı, hükümette de bir rolleri olmadığı halde bu Yahudi gururunun hikmetinin nereden geldiğini kibarca sorduğun­da ... bir Yahudi ona şu cevabı verir: Aramızda prens olma­yabilir, ama onları yöneten biziz.”[85] Bu gurur, ayrıcalıklı Yahudiler arasında yavaş da olsa or­taya çıkan ve gelişen sınıf kibirinin neredeyse tam tersidir. Kendi insanları arasında mutlak prensler olarak hüküm sü­ren bu kimseler, kendilerini yine de primi ınter pares [eşitler arasında birinciler] olarak hissediyorlardı. “Bütün Yahudi­lerin ayrıcalıklı Rabbisi”, “Kutsal Toprağın Prensi” olmakla duydukları iftihar, efendilerinin onlara sunabileceği unvan­larla karşılaştırılamayacak kadar büyüktü.[86] 18. yüzyılın or­talarına kadar, “Neque in toto orbi alicui nationi inservimus” [şu yeryüzünde hiçbir ulusa köle değiliz] diyen o Flaman Yahudisiyle tamamen aynı fikirde olacaklardı ve ne önce ne de sonra “eğitimli Hıristiyan”ın verdiği şu cevabı hiçbir za­man tam olarak idrak edemeyeceklerdi: “Ama bu bir avuç Yahudinin mutluluğu anlamına gelir. Halk, kendini yönete­meyen, yabancı bir egemenliğin uyruğunda, iktidarsız ve onursuz, dünya yüzünde sersefil bir yabancı, bir av hayva­nı, corpo [Et yığını] (!) gibi görülmüştür.”[87]
Sınıf kibri ancak farklı ülkelerden devlet bankerleri arasın­da iş bağlantıları kurulduğunda ortaya çıktı; bunu çok geç­meden önde gelen aileler arasında evlenmeler izledi ve o za­mana dek Yahudi toplumunca bilinmeyen, gerçekten ulusla­rarası bir kast sistemiyle sonuçlandı. Eski feodal tabakalar ve kastlar süratle yok olup, yerlerini yeni sınıflara bıraktıkları bir sırada ortaya çıktığı için, bu durum Yahudi olmayan gözlem­cilere son derece göz kamaştırıcı geliyordu. Yahudi halkın, son derece yanlış bir biçimde Ortaçağ’ın bir kalıntısı olduğu sonuca varılan bu yeni kastın yakın bir tarihin ürünü olduğu farkedilememişti. Bu gelişme ancak 19. yüzyılda tamamlandı ve sayısal olarak taş çatlasa yüz kadar aileyi içeriyordu. Ama herkesin gözü bu ailelerin üzerinde olduğundan, bir bütün olarak Yahudi halkı da kast olarak görülmeye başlandı.[88]
Gerçi Saray Yahudilerinin siyaset tarihinde ve antisemitizmin doğuşunda önemli rolleri vardı, ama eninde sonun­da işadamlarının oğulları olan Yahudi aydınlarla ortak bir­takım ruhsal özellikleri, davranış kalıpları olmasaydı, top­lumsal tarih onları kolayca gözden kaçırabilirdi. Yahudi soylular Yahudi halkı üzerinde tahakküm kurmak istiyor­lardı, bu yüzden onlardan ayrılmak istemediler. Kendi in­sanlarından ayrılmak ve topluma kabul edilmek isteği, Ya­hudi aydınların bir özelliğiydi; her iki grup da ayrıksı ol­dukları duygusunu, çevrelerinin yargılarına son derece uy­gun düşen bir duyguyu paylaşmaktaydılar. Servet sahibi “ayrıksı Yahudiler”, kendilerini Yahudi halkının ortak yaz­gısında bir ayrıksılık olarak hissediyorlardı. Hükümetler de onların yararlılıklarını ayrıksı buluyordu. Eğitim görmüş “ayrıksı Yahudiler”se, kendilerini hem Yahudi halkından ayrı hem de ayrıksı insanlar olarak görüyor ve toplum tara­fından da bu biçimde kabul görüyorlardı.
Din değiştirmek gibi uç bir noktaya varmış olsun olma­sın, asimilasyon hiçbir zaman Yahudilerin bekası önünde gerçek bir tehdit oluşturmamıştır.[89] Din değiştirenler hoş da karşılansalar red de edilseler, bunun nedeni onların Yahudi olmalarıydı ve onlar da bunun çok iyi farkındaydılar. Eği­timli Yahudilerin oluşturduğu ilk kuşaklar yine de Yahudi kimliklerinden kurtulmayı içtenlikle istiyorlardı. Börne şu acı sözleri sarfetmişti: “Yahudi olmamdan dolayı kimileri beni kınayacak, kimileri aynı nedenle övecek, bazıları bun­dan dolayı beni mazur görecek, ama kimse bunu düşünmemezlik etmeyecek”.[90] Yine de 18. yüzyıl düşünceleriyle ye­tişmiş bu insanlar, Hıristiyanların ve Yahudilerin olmadığı bir ülkenin özlemi içindeydiler; kendilerini bilime ve sana­ta adamışlardı ve bir Yahudi bankere her ayrıcalığı ve onuru veren hükümetlerin, Yahudi aydınları açlığa mahkûm et­meleri onları son derece rencide etmekteydi.[91] 19. yüzyıl başlarında Yahudi kitleler arasına katıştırılmanın korkusuy­la yapılan din değiştirmeler, şimdi günlük ekmeği çıkarmak için bir zorunluluk halini almıştı. [Bu zoraki vaftiz ve temel insan onuruna reva görülen bu muamele] bütün bir Yahudi kuşağını devlete ve topluma karşı daha sert bir muhalefete itti. “İnsanlığın bu yeni örnekleri” arasında izzet-i nefis sa­hibi herkes birer asi kesildi. Zamanın en reaksiyoner hükü­metleri Yahudi bankerlerden destek ve malî yardım gördük­leri için, bu isyanlar bilhassa kendi halklarının resmî tem­silcilerine karşı şiddet içeriyordu. Zengin Yahudiler ile Ya­hudi aydınlar arasındaki bu çatışmanın ışığında bakmadan, ne Marx’ın ne de Börne’nin Yahudi karşıtı sözlerini anla­mak mümkündür.
Ancak bu çatışma bütün şiddetiyle sadece Almanya’da kendini gösterdi. Yüzyılın antisemitik hareketlerinden de daha uzun ömürlü olmadı. Avusturya’da, antisemitik baskı­nın bütün etkisini hissettirdiği 19. yüzyılın bitiminden ev­vel sözcülük edebilecek Yahudi bir entelijensiya bulunmu­yordu. Zengin din kardeşleri gibi bu Yahudiler de Habsburg monarşisinin koruyuculuğuna sığınmayı yeğlediler ve an­cak Sosyal Demokrat Parti’nin iktidara geldiği Birinci Dün­ya Savaşı’ndan sonra sosyalist oldular. Bu kuralın, yegâne olmamakla beraber en önemli istisnası, Heine, Börne ve Marx geleneğinin en son temsilcisi olan Karl Kraus’tu. Kraus, bir yandan Yahudi işadamlarına, öte yandan örgütlü bir ün kültü olarak Yahudi gazeteciliğine seleflerinden bile da­ha sert ithamlarda bulunmuştu; zira Kraus, Yahudi devrim­ci geleneğinin bulunmadığı bir ülkede, çok daha tecrit edil­miş bir durumda yaşamaktaydı. Kurtuluş kararnamesinin, bütün hükümet ve rejim değişikliklerine rağmen varlığını koruduğu Fransa’da az sayıda Yahudi aydın ne yeni bir sını­fın öncüsü olabilmişler, ne de entelektüel yaşamda önemli bir rol oynayabilmişlerdi. Buradaki Yahudilerin davranış örüntülerini, Almanya’da olduğu gibi ne kültür ne de bir program olarak eğitim oluşturmaktaydı.
Böylesi kısa ömürlü gerçek bir asimilasyon süreci, başka hiçbir ülkede Alman Yahudilerinin tarihinde olduğu kadar tayin edici olmamıştır. Bu dönemde, bir halkın gerçek ön­cüleri, Yahudileri sadece kabul etmekle kalmayıp, onlarla biraraya gelmek için de anlaşılmaz bir isteklilik göstermiş­lerdi. Alman toplumundan böylesi bir kesinlikle silinip gi­den başka bir tutum da olmamıştır. Yahudilerle olan ilişki­lerin asla diğer ilişkiler gibi doğal bir hal alamamış olma­sında bu tutumun izlerini ayırt etmek mümkündür. En iyi halde bir program olarak kaldı, en kötü halde de garip ve heyecan verici bir deneyim. Bismarck’ın “Alman aygırlarını Yahudi kısraklarla çiftleştirme” hakkındaki herkesçe ma­lum sözleri, [Yahudilerin topluma kabulüne dair] hâkim bakış açısının en kaba ifadesinden başka bir şey değildir.
Her ne kadar ilk eğitimli Yahudilerden asiler çıkmışsa da, bu toplumsal durumun uzun vadede etkili bir isyancılıktan çok belli bir uyum geleneği yaratması son derece doğaldır.[92] “Sıradan” Yahudilere karşı ayrımcılık güderken bir yandan aynı [burjuva çevresinden] Yahudi olmayan birine nazaran eğitimli bir Yahudinin gözde çevrelere kabulünün genelde çok daha kolay olduğu bir topluma karşı uyumlu davranan Yahudilerin kendilerini “genelde Yahudi” den açıkça ayırma­ları, böylelikle tam da Yahudi olduklarını göstermeleri gere­kiyordu; komşuları arasında eriyip gitmelerine hiçbir hal ve şartta göz yumulmadı. Kendilerinin tam olarak anlamadıkla­rı bir belirsizliği aklileştirmek için “sokakta insan, evde Ya­hudi” gibi hareket ettiler.[93] Aslında bu hal, sokakta da başka­larından farklı olma duygusuna da varmıştı, çünkü onlar Yahudiydiler. Öte yandan “sıradan Yahudiler” gibi olmadıkla­rından evde de başka Yahudilerden farklıydılar.
Kendini ayrı kılma, ayırt etme üzerine yoğunlaşmış bu kesintisiz çabayla belirlenmiş asimile olmuş Yahudilerin davranış örüntüleri, her yerde kabul edilebilir olan bir Ya­hudi tipi yaratmıştı. Ulusallık veya dinle tanımlanmak yeri­ne Yahudiler, üyeleri, belli ruhsal tutum ve tepkilerin “Ya­hudiliği” oluşturduğu varsayılan özet bir toplamını payla­şan bir toplumsal gruba dönüştürüldüler. Başka bir deyişle Yahudilik ruhsal bir nitelik, Yahudi Sorunu da her Yahudi birey için çapraşık bir şahsi sorun haline geldi.
Trajik bir çabayla farklılaşma ve ayrılma yoluyla topluma uymaya çalışan bu yeni Yahudi tipinin, “korkak Yahudi”yle ne kadar az ortak yanı varsa, Yahudi bir gazetecinin saldırıya uğradığı her seferinde Yahudilik savunucularının temcit pila­vı gibi tekrarladıkları “peygamberlerin varisi ve adaletin yeryüzündeki eli” soyutlamasıyla da o kadar az ortak yanı vardı.
Yahudilik savunucularının Yahudisi, aslında paryaların ayrıcalıkları olan ve toplumun kenarında yaşayan Yahudi isyancıların sahip olduğu -insanlık, incelik, önyargısız ol­mak, adaletsizliğe duyarlılık gibi- niteliklerle donanmıştı.
Sorun şuradaydı ki bu niteliklerin peygamberlerle bir ala­kası yoktu ve daha da kötüsü bu Yahudiler ne Yahudi toplumuna ne de Yahudi olmayan toplumun gözde çevrelerine üyeydiler. Asimde olmuş Yahudiliğin tarihinde hiç de önemli olmayan roller oynamışlardı. Öte yandan, meslek­ten Yahudi düşmanlarının tarif ettiği biçimiyle “genelde Yahudi”nin arzettiği nitelikler, başarılı olmak isteyen bir son­radan görmenin sahip olması gereken niteliklerdi; yani in­sanilikten uzaklık, hırs, küstahlık, kölece yaltaklanma, öne çıkma kararlılığı. Buradaki sorun da bu niteliklerin ulusal niteliklerle bir ilgisinin bulunmaması ve üstelik Yahudi işa­damı sınıfından tiplerin Yahudi olmayan topluma hemen hiç rağbet etmemeleri ve Yahudi toplum tarihinde çok kü­çük bir rol oynamalarıydı. Karalanmış ve lekelenmiş halk­lar ve sınıflar varoldukça, Yahudi toplumunda da başka yer­lerde de her kuşak emsalsiz bir yeknesaklıkla bu parya ve sonradan görme niteliklerini yeniden üretecektir.
Ancak Yahudierin 19. yüzyıl Avrupa toplumundaki top­lumsal tarihlerinin oluşmasında şu unsur belirleyici olmuş­tur: Belli ölçülerde her kuşaktan her Yahudinin belli bir za­manda toplumun tamamen dışında kalıp parya olmaya de­vam mı edeceğine, yoksa kökenini daha fazla saklamayıp, “halkının giziyle birlikte kendi kökeninin gizini de açık ede­rek”, moral bozucu koşullarda topluma uyum gösterip parvenu mu [sonradan görme] olacağına karar vermesi gerek­mişti.[94] Bu ikinci yol zordu, zira aslında bu sıfatla anılacak gizler de yoktu ve oluşturulmaları gerekmişti. Rahel Varnhagen’in resmî toplum dışında toplumsal bir yaşam kurma yö­nündeki benzersiz çabası başarısızlığa uğradığından beri paryanın da sonradan görmenin de yolları, biri uyumlulu­ğun diğeri sürekli bir pişmanlığın olmak üzere eşit ölçüde yalnızlığın uç yolları olmuştur. Bir iki uygun durumda tam da modern bir duyarlılığa evrilmiş olan ortalama Yahudinin bu karmaşık ruh hali, belirsiz bir duruma dayanmaktaydı. Yahudiler aynı anda, sonradan görme olamayınca parya ol­manın üzüntüsünü duymakta, kişisel ayrıcalıklar için eşit haklar elde etmek uğruna halklarına ihanet etseler sonradan görmenin vicdan azabıyla kıvranmaktaydılar. Ama bir şey kesindi: Şayet toplumsal yaşamın bütün bu belirsizliklerin­den uzak durmak isteyecek olsalar, şu gerçekten vazgeçme­leri gerekecekti: Yahudi olmak, ya ayrıcalıklı bir üst sınıf mensubu olmak ya da Batı ve Orta Avrupa’daki gibi sadece entelektüel ve bir ölçüde yapay dayanışmanın parçası olabil­dikleri ayrıcalıksız bir kitleye mensup olmak demekti.
Ortalama Yahudilerin toplumsal yazgılarını, ebedi ve eze­lî karar almadaki özürleri belirlemekteydi. Toplum da onla­rı akıllarını devşirmeye zorlamamıştı, zira Yahudilerle iliş­kiyi çekici kılan kesinlikle durumlarındaki ve karakterle­rindeki bu belirsizlikti. Bu anlamda asimde olmuş Yahudi­lerin büyük bölümü hem lütufkâr hem de talihsiz bir alaca­karanlıkta yaşamaktaydılar ve kesinlikle bildikleri tek şey, başarının da başarısızlığın da Yahudi olmaları gerçeğiyle çö­zülmez bir biçimde kaynaşmış olduğuydu. Onlar için Yahu­di Sorunu bütün siyasî anlamını bir kerede ve sonsuza dek yitirmiş, özel hayatlarına musallat olmuştu ve bütün ceberrutluğuyla kişisel kararlarını etkilemekteydi. “Sokakta in­san, evde Yahudi” sözü bütün acımasızlığıyla gerçek olmuş­tu: Siyasî sorunlar çarpıtılarak, Yahudilerin içsel deneyimle­ri ve özel duygularıyla çözmeye çalıştıkları saf birer sapkın­lık noktasına gelmişti; üzerinde düşünülmüş, taşınılmış po­litikalardan çok tutkunun öngörülemez yasalarıyla çok da­ha iyi yönetilebilecek olan bu özel varoluş alanı tıka basa, kamusal nitelikli, çözümlenememiş sorunların ağır yüküyle dolup taşmaktaydı.
“Genelde Yahudi”ye benzememek, ama yine de Yahudi kalmaya devam etmek; Yahudi değilmiş gibi yapmak, ama yine de bir Yahudi olduğunu yeterince açık biçimde göster­mek hiç de kolay bir iş değildi. Ne bir sonradan görme ne de “bilinçli bir parya” (Bernard Lazare) olan ortalama bir Yahudi, ancak toplumsal yabancılaşmaya doğuştan yabancı olmanın bütün olası ruhsal veçheleri ve değişkenleri içinde, yoruma açık boş bir farklılık duygusu ortaya koyabilirdi. Dünya belli ölçüde barışçıl kaldığı sürece bu tutumun hiç­bir kötü sonucu olmadı, hatta kuşaklar boyunca bir modus vivendi [geçici anlaşma] işlevi gördü. Yapay biçimde karma­şıklaştırılmış içsel bir yaşama yoğunlaşmak, Yahudilerin “tuhaf ve heyecan verici” olmalarını isteyen toplumun akla aykırı taleplerine tepki göstermek; başlangıçta, toplumun daima yarı hayranlık gösterip yarı reddettiği oyuncu ve vir­tüözlerin sahip olduğu, kendini dolaysızca ortaya koymak ve ifade etmek gibi nitelikler geliştirmelerine yardımı ol­muştur. Yahudiliklerinden biraz utanan, biraz övünen asi­mde olmuş Yahudiler, bu kategoriye girmekteydiler.
Burjuva toplumunun kendi devrimci geleneklerinin ve anılarının yıkıntıları arasından çıkardığı bu süreç, ekono­mik doygunluğun yol açtığı can sıkıntısının o kara hayale­tine ve siyasal sorunlara karşı genel bir kayıtsızlık duygusu­na eklendi. Yahudiler, vakit geçirilecek insanlar oldular. Akran olarak görülmekten çıktıkça Yahudiler daha da çeki­ci ve eğlenceli insanlar haline geldiler. Bireye tutkulu bir il­giyle ve eğlence amacıyla yaklaşan burjuva toplumu, insan normundan farklılaştığı oranda, gizemli bir kötülük ya da gizli bir fenalık taşıdığına inanılan her şeyde bir çekicilik bulmaya başladı. Toplumun kapılarını Yahudilere açanın bu yakıcı tercih olduğu kesindir; böylelikle bu toplumun çer­çevesi içinde Yahudilik, ruhsal bir nitelik olarak çarpıtıldık­tan sonra, kolayca soysuzlaştırılarak bir kötülük haline ge­tirildi. Aydınlanmanın İnsanî olan her şeye karşı duyduğu hoşgörü ve merakın yerini, egzotik, normal dışı ve farklı olana karşı hastalıklı bir şehvet aldı. Toplum yaşamından böyle sayısız egzotik, normal olmayan, farklı tipler gelip geçmiştir, ama hiçbiri siyasal sorunlarla bu denli ilgili ol­mamıştı. Bu nedenle çökmekte olan bu toplumda sadece Yahudilerin rolü, toplumsal bir meselenin dar sınırlarını aşan bir boyut kazanmıştır.
Namlı yabancılar olarak “ayrıksı Yahudiler”i, jin-de-siecle [yüzyıl sonu] Fransa’sının Faubourg salonlarına götüren tu­haf yolları takip etmeden önce, “ayrıksı Yahudiler”in her za­man içine düştükleri kendini aldatma olgusunun incelikli bir örneğini veren yegâne büyük insanı unutmamak gereki­yor. Öyle görünüyor ki, her beylik düşünce en az bir kişide “tarihsel büyüklük” denen şeye ulaşma şansı buluyor. “Ay­rıksı Yahudiler”in bu büyük insanı, Benjamin Disraeli idi.
KUDRETLİ BÜYÜCÜ[95] [BENJAMİN DİSRAELİ’NİN KARİYERİ]
Yaşamındaki başlıca ilgi konusu Lord Beaconsfield’ın kari­yeri olan Benjamin Disraeli, iki özellikle sivrilmektedir: Bi­rincisi, biz modernlerin bayağı bir ifadeyle “şans” dediği­miz, oysa başka çağların önünde saygıyla eğildiği “talih- baht” adıyla anılan bir tanrısallığa, tanrı vergisi yeteneklere sahip olmasıdır. İkincisi, talihe açıklanması pek kolay ol­mayan çok daha mükemmel, sıkı bir bağla bağlı olan bu adamı meslek yaşamında yükselmek dışında herhangi bir şeyi kafasını takmamış da olsa, kariyerist olarak nitelemeyi olanaksız kılan akıl ve düşgücünün masum gamsızlığı. Kendini dışlanmış hissetmenin ne denli aptalca olduğunu; “farklı giyinerek, saçlarını tuhaf biçimde tarayarak, yadırga­tıcı bir ifade tarzı ve ağız kalabalığı ile”[96] Yahudi varlığını daha da belli kılmanın kendisi ve başkaları için ne denli he­yecan verici ve meslek yaşamı açısından ne kadar yararlı olabileceğini görmesini sağlayan şey, bu masumiyetti. Her­hangi bir Yahudi aydından çok daha büyük bir tutku ve utanmazlıkla yüksek sosyeteye kabul edilmek için elinden geleni yaptı; ama Yahudi aydınlar arasında sadece Disraeli, paryalığın doğal kerameti olan şansını [ve gamsız neşesini] nasıl koruyacağının sırrını keşfetmişti ve daha en başından beri “yukarıya yükselmek için” asla baş eğmemesi gerekti­ğini biliyordu.
Siyaset oyununu, kendini mükemmel oynadığı rolüne kaptırmanın dışında, tıpkı bir tiyatro sanatçısı gibi oynadı. Yaşamı ve meslek hayatı, -prensesine, İngiltere kraliçesine önce romantiklerin mavi çiçeğini sonra da emperyalist İn­giltere’nin çuhaçiçeğini sunan- prens olarak boy gösterdiği bir peri masalı gibi okunabilir. İngiliz sömürgeleri, üzerinde güneşin asla batmadığı; prensin her an, sisli, soluk Lond­ra’dan prensesiyle kaçamak yapmak isteyeceği gizemli Asyalı Delhi’siyle bir periler ülkesiydi. Bu, aptalca ve çocukca görünebilir, ama bir eş, Lady Beaconsfield’in gözdesi lorda yazdığı şu satırların aynısını kocasına yazarsa, bütün kural­lara karşı [sağlanmış] gibi görünen böyle bir mutluluğun önünde susmaktan başka bir şey yapılamaz: “Benimle pa­ram için evlendiğini biliyorsun, ama bunu yeniden yapman gerekseydi, bu kez aşk için yapacağım biliyorum”.[97] Bura­da, ruhunu şeytana satmak üzere olan biri sözkonusuydu, ama şeytan bu ruhu istemiyordu; tanrılar ona yeryüzündeki bütün mutlulukları bahşetmişlerdi.
Disraeli, tamamen asimile olmuş bir aileden gelmekteydi; aydınlamış bir beyefendi olan babası, sıradan ölümlülerin fırsatlarından yararlanabilsin diye oğlunu vaftiz ettirmişti. Disraeli’nin Yahudi toplumu ile pek az ilişkisi bulunmak­taydı ve Yahudi din! ile âdetlerinden bihaberdi. Yahudilik onun için başından itibaren dilediği gibi eğip bükebileceği, gerçek bilgiyle engellenmemiş bir köken sorunuydu. Bu yüzden Yahudi olmayan biri Yahudiliğe nasıl bakıyorsa, Disraeli de bu gerçeğe aynı biçimde bakıyordu. Yahudi ol­manın bir engel oluşturmak kadar bir imkân da olabileceği­ni diğer Yahudilerden çok daha açık bir biçimde kavramıştı. Basit, mütevazi bir adam olan babasından farklı olarak hiç­bir şeyi “çağdaşları arasından sivrilmek” ten[98] daha çok ve sıradan bir ölümlü olmaktan daha az istemediği için, “zey­tuni teni [ne] ve kömür karası gözleri”ne öyle bir biçim ver­meye başladı ki “bir kudret imgesi gibi uzanan kubbemsi alnı”yla -tabiî ki bir Hıristiyan mabedi [“Temple", aynı zamanda “şakak” anlamına da gelmektedir -çn.] olmayacaktı- “gö­rüp görülecek hiçbir canlı yaratığa” benzemiyordu.[99] Her şeyin “kendisi ile sadece ölümlü olanlar arasındaki ayrım”a, kendi şansı olan “yabancılığının berkitilmesine bağlı oldu­ğunu içgüdüsel olarak biliyordu.
Bütün bunlar topluma ve kurallarına ilişkin benzersiz bir kavrayışa işaret etmektedir. “Yığın için suç olan bir şey, seç­kinler için sadece bir erdemsizliktir”[100] sözlerinin Disraeli’ye ait olması anlamlıdır. (Ve bu sözler, 19. yüzyıl toplumunun yavaş yavaş ve içten içe ayaktakımının ve yeraltı dünyası­nın ahlakına batmakta olduğunu derin bir kavrayışla ortaya seren sözlerdir). Bu kuralı bildiğinden, onlara karşı dışlayıcılık ve ayrımcılık taslayan çevrelerin haricinde şanslarının pek olmadığını da biliyordu; bu seçkin muhitler, tıpkı yı­ğınlar gibi Yahudiliği bir suç olarak gördüğü nispette, bu “suç”u her an çekici bir “erdemsizlik”e dönüştürmek mümkün olabilirdi. Disraeli, egzotizmi, yabancılığı, gizemliliği, büyüleyiciliği ve gizli kaynaklardan devşirdiği gücü, bu kılıkta ve toplum içinde sergilemeyi amaçlamıştı. Muha­fazakâr Parti’yi seçmesini sağlayan, ona parlamentoda bir sandalyeyi, başbakanlık makamını ve en nihayet, ama önem bakımından sonuncu olmamak üzere toplumun sü­rekli hayranlığını ve bir kraliçenin dostluğunu kazandıran, bu toplumsal oyunda sergilediği ustalıktı.
Başarısının nedenlerinden biri oyununu içtenlikle, oyna­masında yatıyordu. Daha tarafsız olan çağdaşları üzerinde, oyunculukla “mutlak bir içtenlik ve hesapsızlık”[101] karışımı bir izlenim bırakmaktaydı. Bunu ancak, kısmen özellikle Ya­hudi etkisi taşıyan her şeyden uzak yetiştirilmiş olmasından ileri gelen gerçek bir samimiyet sağlayabilirdi.[102] Ama Disraeli’nin vicdan rahatlığı bir İngiliz olarak doğmasından kay­naklanıyordu. İngiltere, Ortaçağ’da kovulmalarından yüzler­ce yıl sonra Yahudilere kapılarını açtığında ne Yahudi kitle­lerini tanıyordu ne de yoksul Yahudileri; 17. yüzyılda İngil­tere’ye yerleşen Portekiz Yahudileri zengin ve eğitimli kim­selerdi. Rusya’daki pogromlar nedeniyle modern Yahudi göçlerinin başladığı 19. yüzyılın sonuna kadar Londra’da yoksul Yahudilere ve bununla birlikte Yahudi kitleler ile var­lıklı din kardeşleri arasında farklılaşmaya rastlamak olanak­sızdı. Disraeli’nin zamanında Kıta Avrupası’ndaki biçimiyle bir Yahudi Sorunu bilinmiyordu, çünkü Yahudiler sadece İngiltere’de yakınlık bulmuşlardı. Başka bir deyişle İngiliz “ayrıksı Yahudiler”, Kıta Avrupa’sındaki kardeşleri gibi ay­rıksı olduklarının farkında değillerdi. Disraeli, “modern zamanların en zararlı öğretisi”[103] olan insanların doğal eşitliği fikrinden küçümseyici bir dille bahsettiğinde, “bir İngiliz’in haklarını İnsan Hakları’na yeğleyen” Burke’nin bilerek ar­dından gidiyor; ama gerçekte bir avuç seçkinin ayrıcalıkları­nın yerini, herkese tanınan eşit hakların aldığını görmezden geliyordu. Yahudilerin gerçek şartlarından öylesine bihaber­di ve Yahudi soyunun modern topluluklar üzerindeki etkisi­ne öylesine inanmaktaydı ki açıkça şunu talep edebilmek­teydi: “Yahudiler Kuzeyli ve Batılı insanlıktan, uygar ve ki­bar uluslarda kamusal yaşama tad veren ve kamu duygusu­nu yükselten kişilerin payına düşmesi gereken saygıyı ve te­veccühü görmektedir sadece”.[104] Yahudilerin İngiltere’deki siyasal nüfuzu Rothschild’lerin İngiltere kolu etrafında odaklandığı için, Napolyon’un yenilgisinde Rothschild’lerin de payının bulunması Disraeli’yi son derece gururlandırıyor­du ve Disraeli, siyasî görüşlerini bir Yahudi olarak neden açıkça dile getiremeyeceğini anlayamıyordu.[105] Vaftiz edilmiş bir Yahudi olarak şüphesiz herhangi bir Yahudi topluluğu­nun resmî sözcüsü olmadı, ama Yahudi halkını siyasal ola­rak temsil etmesini bilen ve bu yönde gayret gösteren yüzyı­lının ve tarzının yegâne Yahudisi olduğu da bir gerçekti.
“Kendi hakkındaki temel gerçeği, bir Yahudi olduğu”nu[106] asla inkâr etmeyen Disraeli, Yahudi olan her şeye karşı, ancak onlar hakkındaki cehaletinin yarışabileceği bir hayranlık beslemiştir. Ancak bu konularda gururla cehaletin karışması, yeni asimile olmuş bütün Yahudilerin bir özelliğiydi. Büyük farklılık şuradaydı ki Disraeli, Yahudilerin geçmişi ve bugünü hakkında hemen hiçbir şey bilmiyordu ve bu yüzden baş­kalarının, korku ve kibirin damgasını taşıyan davranışların yarı bilinçli alacakaranlığında dile getirdikleri şeyi, o büyük bir yalınlıkla söyleme cüretini gösterebiliyordu.
Disraeli’nin Yahudi olmanın olanaklarını, normal bir hal­kın siyasal emelleriyle ölçme yeteneğinin siyasal sonuçları ise çok daha ciddi oldu; neredeyse otomatik olarak Yahudi etkisi ve örgütlenmesi hakkında, bizlerin genellikle antisemitizmin çok daha kötü biçimlerinde rastladığımız türden eksiksiz bir dizi kuram geliştirdi. Her şeyden önce kendini aslında “seçilmiş ırkın seçilmiş kişisi”[107] olarak görüyordu. Bunun kendi meslek yaşamından daha iyi bir kanıtı da ola­mazdı: Adsız ve parasız bir Yahudi, sadece birkaç Yahudi bankerin yardımıyla İngiltere’nin bir numaralı adamı olu­vermiş; parlamentonun en sevilmeyen kişilerinden biri baş­bakanlığa yükselmiş ve uzun süredir “onu bir şarlatan gibi gören ve parya muamelesi yapan” kimselerin gerçek sevgi­sini kazanmıştı.[108] Siyasal başarı Disraeli’yi asla doyurmadı. Londra sosyetesine girmek, Avam Kamarası’nı feshetmek­ten çok daha önemli ve zordu ve -”her iki partiden de poli­tikacıların yükselmesini sağlayan ama toplumsal açıdan sa­kıncalı olanları kesin olarak dışlayan seçkin bir zümre”[109] olan- Grillion Yemek Kulübü’ne üye olmak, Majestelerinin bir bakam olmaktan tartışmasız çok daha büyük bir zaferdi. Bütün bu tatlı zevkler, Kraliçe’nin samimi dostuluğu ile taç­landırılmış oldu. Zira İngiltere’de monarşi, anayasal ulus- devletin kesin denetimi altında bütün siyasî imtiyazlarım yitirmiş bile olsa, İngiliz toplumunda kazandığı tartışmasız üstünlüğü sürdürmekteydi. Disraeli’nin zaferinin büyüklü­ğü ölçülürken, Muhafazakâr Parti’deki seçkin meslektaşla­rından Lord Robert Cecil’in 1850’lerde sert bir saldırıya karşı onu şu sözlerle savunabildiğini unutmamak gerekir: “Disraeli’nin kapalı kapılar ardında söylediklerini herkes söyleyebilir ama kimse Disraeli gibi bunları açıkça, uluorta söyleyemez”.[110] Aslında Disraeli’nin en büyük nihaî zaferi şuydu: Kamu alanında, uluorta söylendiğinde onun hoşuna gitmeyecek, koltuklarını kabartmayacak bir şeyi kimse ka­palı kapılar ardında da söyleyemezdi.
Daima zamana uymuş olması ve sayısız yaşam öykücüsü­nün onu diğer büyük adamlardan daha iyi anlaması Disra­eli’nin talihiydi. O, hırsın cisimleşmiş haliydi. Bu güçlü tut­ku, görüldüğü kadarıyla ne bir ayrıma ne de farklılığa göz yuman ve izin veren bir yüzyılda Disraeli’nin şahsında orta­ya çıkmıştı. Bütün dünya tarihini 19. yüzyıl kahramanlık idealine göre yorumlamış olan Cariyle, Disraeli’nin elinden unvan almayı reddettiğinde kesinlikle hata yapıyordu.[111] Çağdaşlarından hiçbiri, bütün özgül başarılarından soyul­muş büyüklük kavramıyla Carlyle’nin kahramanlarına Dis­raeli kadar denk düşmezdi; rolünü ciddiye alan, doğuştan deha sahibi Büyük İnsan’ı maharetle oynayan ve masalsı da­lavereler çeviren, eğlendirici sanatkârlıklar sergileyen bu şarlatandan başka kimse 19. yüzyıl sonlarının deha konu­sundaki ölçülerini bu denli eksiksiz dolduramazdı. Siyaset­çiler, iş dünyasının can sıkıcı meselelerini Doğulu tadlara sahip birer rüyaya çeviren bu şarlatana sevgi duyuyorlardı;
ve toplum da Disraeli’nin cin fikirli kurnazlıklarında bir ka­ra büyü kokusu aldığında, bu “kudretli büyücü” çağının kalbini gerçekten kazanmış oldu.
Disraeli’nin kendini diğer ölümlülerden ayırdetme emeli ve aristokrat topluma duyduğu özlem, kendi zamanının ve ülkesinin orta sınıfları için tipik bir durumdu. Muhafazakâr Parti’ye girerek, daima “Whigler’i düşman, Radikalleri mütte­fik” tutan bir politika izlemesi, siyasal nedenlere ya da eko­nomik saiklere dayanmıyor, onun toplumsal emellerinden kaynaklanıyordu.[112] Hiçbir Avrupa ülkesinde orta sınıflar, entelijensiyalarını kendi toplumsal durumlarıyla uzlaştıracak yeterli özsaygıyı geliştirememişlerdir; bu yüzden aristokrasi, bütün siyasî önemini çoktan yitirdiğinde bile toplumsal ölçe­ği belirlemeyi sürdürebilmiştir. Mutsuz Alman filisteni “tanrı vergisi kişiliği”ni, soyluluğun çöküşünden zuhur eden ve aristokratik unvanları burjuvazinin parasına karşı korumak için zorunlu olan kast kibrine karşı umutsuz mücadelesi sı­rasında keşfetmişti. Bulanık kanbağı kuramları ve evlenmele­rin sıkı denetim altına alınması daha ziyade Avrupa aristok­rasisinin yakın dönemine ait fenomenlerdir. Disraeli, aristok­rasinin istemlerini karşılamak için gerekli olan şeyi, Alman filistenlerinden çok daha iyi biliyordu. Burjuvazi toplumsal statü elde etmek amacıyla ne yaptıysa aristokratik kibri kan­dırmayı başaramadı, çünkü kast zümresinin en önemli öğe­sinden, bireysel çaba ve erdemle ilgisi olmayan, sadece do­ğumdan gelen aristokratik gururdan uzaktı. Bu “tanrı vergisi kişilik”in, gelişimi için bireyin çabasını ve eğitimini gerektir­diğini yadsıması mümkün değildi. Disraeli “kastın gururuna karşı ırkın gururunu çıkardı”ğında,[113] ne söylenirse söylensin Yahudilerin [soyluluğa benzer] toplumsal statüsünün sonra­dan edinilmiş [burjuva ahlak ve başarı anlayışına] değil, sa­dece doğuma bağlı olduğunu biliyordu.
Hatta Disraeli bir adım daha ileri gitmişti. Yıllar geçtikçe çok sayıda zengin orta sınıf mensubunun unvan satın aldı­ğım gören aristokrasinin kendi değeri hakkında son derece ciddi kuşkulara sürükleneceğini biliyordu. O nedenle, ol­dukça amiyane ve popüler düşgücüyle, lngilizlerin “sonra­dan görme ve melez bir ırktan olduklarını, oysa kendisinin saf kan Avrupalı olduğu”nu, “bir İngiliz asilzadesinin yaşa­mını esas olarak Arap yasalarının ve Suriye âdetlerinin dü­zenlendiğini, “cennetin kraliçesinin bir Yahudi olduğu”nu ya da “askerlerin Rabbın sağ elinde Yahudi ırkının çiçeğini tuttuğu”nu korkmadan söyleyerek, onları kendi oyunların­da mağlup etti.[114] Ve en sonunda “artık İngiltere’de aristok­rasi kalmadığını, çünkü aristokrasinin asıl niteliğinin, hayvan-insanın üstünlüğü”[115] olduğunu söylediğinde, daha son­raları burjuva ve türedi ırk görüşleri için kalkış noktası olan modern aristokratik ırk kuramlarının en zayıf noktası­na dokunmuş oluyordu.
Yahudilik ve Yahudi halkından olmak, asimile olmuş Ya­hudiler arasında basit bir doğum gerçeğine dönüşerek, soysuzlaşmıştı. Başlangıçta bu, belli anıları ve umutları payla­şan belli bir din, belli bir ulusallık anlamına gelmekteydi ve ayrıcalıklı Yahudiler arasında bile hâlâ en azından belli eko­nomik avantajların paylaşılması demekti. Yahudi entelijensiyasının laikleşmesi ve asimilasyonu, seçilmiş bir halka ait olma bilinci dışında, eski anı ve umutlardan geride hiçbir şey bırakmayacak şekilde, özbilinci ve kendilerine dair yo­rumlarını değiştirdi. Seçen ve reddeden tanrıya inanmadan kendilerinin seçilmiş olduğuna inananlar sadece “ayrıksı Yahudiler” değilse de, bu boş tarihsel misyon anlayışından tam gelişmiş bir ırk öğretisi çıkartan yegâne kişi Disraeli idi. Dis­raeli, bu Semitik ilkenin, “doğamızdaki tinsel olan her şeyi temsil” ettiğini, “tarihin inişlerinin ve çıkışlarının asıl çö­zümlerini [burada] bulduklarını; “dil ve din” ne olursa ol­sun, “tarihin kilidi” olan “ırkın her şey” demek olduğunu; çünkü “ırkı sadece tek bir şeyin oluşturduğunu, onun da kan olduğunu” ve “sadece tek bir aristokrasi olduğunu, onun da, mükemmel düzenin karışmamış ırkı”ndan oluşan “doğanın aristokrasi”si olduğunu iddia etmeye hazırdı.[116]
Bununla daha modern ırk kuramları arasındaki yakın iliş­kiyi açıklamaya gerek yok. Ve Disraeli’nin keşfi, ırksal ide­olojilerin toplumsal aşağılık duygusuyla mücadelede ne denli yararlı olabildiklerinin de bir kanıtıdır. Çünkü ırk öğretileri nihayetinde çok daha uğursuz ve dolaysız siyasî amaçlara hizmet etmişlerse de, makul ve ikna edici gelen çoğu yanları­nın şu gerçekte yattığı da doğrudur: Herhangi birinin, kendi­ni ırksal vasıf gereğince doğumla seçilmiş bir aristokrat ola­rak hissetmesini sağlamışlardır. Bu yeni seçilmiş kimselerin seçkinlere, seçilmiş birkaç kişiye ait olmamalarının -ki bu her şeyden önce bir soylunun gururunun içkin bir parçası­dır-, ama seçilmişliği durmadan büyümekte olan bir ayaktakımıyla paylaşmak zorunda kalmalarının bu öğretiye ciddi bir zararı dokunmamıştır, çünkü seçilmiş bir ırka ait olma­yanlar da sayısal olarak aynı oranda büyümekteydiler.
Ancak Disraeli’nin ırk öğretileri, toplumun kurallarına ilişkin olağandışı bir kavrayışın sonucu olduğu kadar, asi­mile olmuş Yahudilerin özgül laikleşme süreçlerinin de bir ürünüydü. Yahudi entelijensiya, daha 19. yüzyılda bağım­sız, kendine inanan bir insanlığa duyulan güvenle birlikte Aydınlanma’nın da devrimci çağrısını yitirmiş genel laikleş­me sürecine yakalanmış ve o nedenle eski gerçek dinsel inançların birer batıl itikada dönüşmesine karşı korunma­sız kalmış değildi sadece. Yahudi entelijensiya aynı zaman­da ulusal bir dini dinsel bir mezhebe dönüştürmek isteyen Yahudi reformcuların etkilerine de maruz kalmıştı. Bunun için Yahudi inanışının iki temel unsurunu -Mesihçi umudu ve İsrail’in seçilmişliğine olan inancı- dönüştürmek zorun­da kaldılar ve Yahudilerin yeryüzündeki diğer milletlerden ayrılığının son bulacağı günlerin geleceğine olan dinî inançla birlikte Siyon’un nihai ihyası ile ilgili düşünceleri Yahudi dua kitaplarından sildiler. Mesihçi umut olmadan seçilmişlik düşüncesi ebedî ayrılık anlamına geliyordu; belli bir halka dünyanın kefaretini yükleyen seçilmişlik inancı olmadan Mesihçi umut da, Yahudilerin siyasal coşkuculuklarında son derece karakteristik bir unsur haline gelmiş olan evrenselciliğin ve genel bir insanseverliğin yoğun bu­lutları arasında buharlaşıp gitti.
Yahudi laikleşmesinin en yazgısal unsuru, seçilmişlik kavramının Mesihçi umuttan ayrılması olmuştur. Oysa Ya­hudi dininde bu iki unsur, tanrının insanlık için öngördüğü kurtuluş planının iki veçhesiydi. Siyasal sorunları sadece yeryüzünde bir cennet kurma amacını gerçekleştirerek ni­hai olarak çözme eğilimi, Mesihçi umuttan doğmuştu. Tan­rı tarafından seçilmiş olma inancından da, Yahudilerin do­ğaları gereği daha kavrayışlı, iyi, sağlıklı ve hayatta kalmaya daha uygun oldukları -tarihin motoru, yeryüzünün en iyi­leri gibi-, inanmayan Yahudilerle Yahudi olmayanlarca da paylaşılan masalsı bir vehim üremişti. Coşkucu Yahudi ay­dınının yeryüzündeki cennet hayali, bütün ulusal bağ ve önyargılardan özgür olma hayali, siyasî gerçeklikten, Me­sih’in gelmesi ve Yahudi halkının Filistin’e dönmesi için ya­karan atalarında olduğundan çok daha fazla kopmuştu. Öte yandan herhangi bir coşkucu umut olmadan kendilerini yeryüzünün en iyileri olduklarına ikna etmiş asimilasyon yanlılarının bu kutsal olmayan kibir yoluyla diğer milletler­den ayrılıkları; ataları, Mesih’in günlerinde ortadan kalka­cak da olsa İsrail’i Yahudi olmayanlardan kopartan Kutsal Yasa’nın yarattığı ayrılıktan çok daha etkiliydi. Ayrıksı Yahudileri tanrıya inançlarında bunca “aydınlatmış” olan bu kibirdi ve her yerde ayrıksılık gösteren durumlarından ötü­rü İsrail’i insanlığın geri kalanına bağlayan dinsel umudun güçlü bağlarını fiiliyatta kopartan da kendilerine inanmala­rını sağlayan batıl itikatlardı.
O nedenle laikleşme sonuçta Yahudilerin ruh halinde son derece tayin edici olan şöyle bir paradoks yarattı: Yahudile­rin asimilasyonu -ulusal bilincin tasfiyesiyle ulusal bir dini, itirafa ve günah çıkarmaya dayanan bir mezhebe dönüştür­mekle ve devletle toplumun isteksiz ve belirsiz taleplerini, aynı ölçüde belirsiz oyunlar ve psikolojik hilelerle karşıla­masıyla- son derece reel bir Yahudi şovenizmi yarattı. (Tabiî bu şovenizmden, -Chesterton’un sözleriyle- “bireyin kendi­sinin tapınılacak bir şey olarak görüldüğü; bireyin, kendi kendinin ideali, hatta idolü olduğu” sapkın bir milliyetçiliği anlamak şartıyla.) O andan sonra eski dinsel seçilmişlik kavramı artık Yahudacılığın özü olmaktan çıkmış, onun ye­rine Yahudiliğin özü haline gelmişti.
Bu paradoks en güçlü ve büyüleyici kişiliğini Disraeli’de bulmuştu. O hem bir İngiliz emperyalisti, hem de bir Yahu­di şovenistiydi. Ama her şeyden önce “İngiltere, Disra­eli’nin hayalindeki İsrail olduğu”[117] için, daha ziyade düşgücünün oyunu olan bir şovenizmi bağışlatmak zor olmadığı gibi; Disraeli “tam bir İngiliz olmadığı ve bundan gurur duyduğu” için, onun genişlemek uğruna genişlemek gibi dar kafalı bir azimkârlıkla ortak hiçbir yanı olmayan İngiliz emperyalizmini de bağışlatmak zor değildir.[118] Bu kudretli büyücünün kendini asla çok ciddiye almadığını, her zaman toplumu kazanmak ve popülaritesini artırmak (ki hepsi benzersiz bir büyüye yol açmaktaydı) için oynadığını çok açık bir biçimde gösteren bu tuhaf zıtlıklar, bütün konuş­malarına, onu emperyalist takipçilerinden tamamen farklı kılan şarlatanca bir coşkunluk ve hayal öğesi katıyordu. Disraeli’nin en büyük şansı, Manchester’ın ve işadamlarının bu emperyalist hayali henüz teslim almadıkları, hatta “sö­mürge maceralarına sert ve şiddetli bir muhalefet göster­dikleri bir sırada bu hayale kapılmış ve oyununu oynamış olmasıydı. Kana ve ırka beslediği -altın ile kan arasında güçlü bir doğaüstü bağlantı bulunduğuna dair eski roman­tik halk saflıklarını da barındıran- boş inançlar, Afrika’da, Asya’da ya da Avrupa’da katliamlara girişmek gibi bir ihti­male uzanmıyordu. Tanrısal yetenekleri pek olmayan bir yazar olarak işe başladı ve şansı yardımıyla parlamento üye­si, parti lideri, başbakan ve İngiltere Kraliçesi’nin dostu bir aydın olarak kaldı.
Disraeli’nin, Yahudilerin siyasî yaşamdaki rollerine ilişkin tasarımının izlerini, henüz siyasî yaşama adımını atmamış, basit bir yazar olduğu döneme götürmek mümkündür. Ko­nuyla ilgili düşünceleri şahsî deneyimlerinden kaynaklan­mıyordu, ama onlara bütün yaşamı boyunca hatırı sayılır bir dirençle sarılmıştır.
İlk romanı Alroy'da (1833) Disraeli, Yahudilerin [toplum­dan] tamamen ayrılmış bir sınıf olarak yönetimde bulundu­ğu bir Yahudi imparatorluğu planı sunmaktaydı. Roman, genç yazarın zamanının gerçek iktidar koşulları hakkındaki cehaletinin yanı sıra, Yahudilerin iktidar olanaklarına iliş­kin güncel yanılsamaların da etkisini ortaya koymaktadır. Onbir yıl sonra, parlamentodaki siyasî deneyimleri ve ko­damanlarla kurduğu yakın münasebet Disraeli’ye “bir za­manlar nasıl olmuş olursa olsun, kendi zamanında Yahudilerin hedeflerinin, herhangi bir biçim altında siyasî ulusal­lık vücuda getirme savından büyük oranda koptuğunu” öğ­retti.[119] Yeni romanı Coningsby’de Yahudi İmparatorluğu ha­yalini bırakmış ve onun yerine sarayların, imparatorlukla­rın ve diplomasideki yüksek kuralların iniş ve çıkışlarına Yahudi parasının hükmettiği masalsı bir şema ortaya koy­muştur. Disraeli, başlangıçtaki gizemli hâkim kast hayali­nin yerine geçirdiği, seçilmiş ırkın seçilmiş insanlarının sa­hip olduğu gizli ve gizemli nüfuz anlayışından yaşamı bo­yunca asla vazgeçmedi. Bu anlayış siyaset felsefesinin ekse­ni durumuna geldi. Devletlere borç verip komisyon alan, büyük hayranlık duyduğu Yahudi bankerlerin aksine, Dis­raeli bütün meseleye dışardan, bu tür iktidar olanaklarının ancak iktidar hırsı olmayan kimselerce gün be gün kullanı­labileceğine akıl erdiremeyen birinin gözüyle baktı. Anlaya­madığı şey şuydu: Bir Yahudi banker nasıl olur da siyasetle Yahudi olmayan meslektaşlarından daha az ilgilenirdi; Ya­hudi servetinin Yahudi politikası için bir araç olması Disraeli’ye son derece doğal geliyordu. Yahudi bankerlerinin iş konularında ve uluslararası bilgi ve haber alışverişinde ga­yet iyi işleyen bir örgütlenmeye sahip olduklarını gördükçe, kimsenin ruhu duymadan dünyanın kaderini elinde tutan bir nevi gizli cemiyetle karşı karşıya bulunduğuna iyiden iyiye kanaat getirdi.
Gizli bir cemiyetin bir Yahudi fesadı tertip ettiği inancı­nın, antisemitik bir kamuoyunun gözünde ne kadar büyük bir propaganda değeri taşıdığı ve dinsel amaçlı cinayetler ve zehirlemeler hakkındaki Avrupalıların bütün geleneksel önyargılarını nasıl beslediği herkesin malumudur. Disra­eli’nin tamamen zıt amaçlarla ve kimsenin gizli cemiyetleri ciddiye almadığı bir sırada aynı sonuçlara varmış olması ol­dukça önemlidir, zira bu uydurmaların ne ölçüde toplum­sal güdülerden ve küskünlüklerden kaynaklandığını, olay­lara ya da siyasal ve ekonomik faaliyetlere bundan daha abes hakikatlerle getirilebileceğinden çok daha makul açık­lamalar getirdiğini göstermektedir. Kendisinden sonraki çok daha az bilinen ve daha az muhterem şarlatanların gö­zünde olduğu gibi Disraeli’nin gözünde de siyaset, gizli ce­miyetler arasında oynanan bir oyundan ibaretti. Sadece Ya­hudiler değil, nüfuzunu siyasal olarak örgütleyememiş ya da toplumsal ve siyasal sisteme karşı olan başka her grup Disraeli için sahne gerisindeki güçler haline gelmiştir. 1863’de “gizli cemiyetlerle Avrupalı milyonerler arasında bir mücadele”ye tanık olduğunu düşünüyordu; “şimdiye dek kazanan hep Rothschild olmuştu”.[120] Ama yine de “bu gizli cemiyetler, insanların doğal eşitliğini ve mülkiyetin kaldırılmasını telaffuz etmekteydiler”;[121] 1870 gibi geç bir tarihte Disraeli hâlâ ciddi ciddi “perdenin gerisindeki” güç­lerden söz edebiliyor ve “gizli cemiyetlerin ve onların ulus­lararası enerjilerinin, Roma Kilisesi’nin ve onun üzerinde hak iddia edenlerin yöntemlerinin, bilim ile iman arasında­ki ebedî ve ezelî çatışmanın” insanlık tarihinin seyrini be­lirlemek üzere iş başında olduklarına bütün içtenliğiyle ina­nabiliyordu.[122]
Disraeli’nin inanılmaz naifliği bütün bu “gizli” güçleri Ya­hudilerle ilişkilendirmesine neden olmuştu. “İlk Cizvitler, Yahudilerdi; Batı Avrupa’yı paniğe sokan gizemli Rus diplo­masisi Yahudiler tarafından örgütlenmekte ve esas olarak onlar tarafından yürütülmektedir; şu anda Almanya’da hazırlanmakta olup ve ikinci ve daha büyük bir reformasyon anlamı taşıyan zorlu devrim ... tamamen Yahudi casusların denetimi altında gelişmektedir”; “her (komünist ve sosya­list grubun) başında Yahudi ırkından gelen biri bulunmak­tadır; tanrının sevgili kulları tanrı tanımazlarla işbirliği yap­maktadır; en becerikli mülk sahipleri komünistlerle ittifak halindedir; özel ve seçilmiş ırk, Avrupa’nın posalarının, dü­şük kastlarının elindedir! Bütün bunların sebebi, adını bile onlara borçlu olan ve artık uranlığına katlanamadıkları nankör Hıristiyanlığı yok etmek için duydukları istektir”.[123] Disraeli’nin düşgücüne göre dünya tamamen Yahudi kesil­miştir.
Bu müstesna vehimde, Hitler’in en mahir propaganda hokkabazlıklarından Yahudi kapitalist ile Yahudi sosyalist arasında gizli bir ittifakın varolduğu çığlıklarının ilk izleri vardı. Düşsel ve masalsı da olsa bütün bu şemanın kendine özgü bir mantığı olduğunu inkâr etmek mümkün değildir. Disraeli’nin yaptığı gibi Yahudi politikasını saptayanların Yahudi milyonerler olduğu varsayımından hareket edilirse; Yahudilerin (gerçeği yeterken, Yahudilik savunucuları tara­fından yine de aptalca abartılan) yüzlerce yıldır katlandığı hakaretler gözönüne alınırsa; Yahudi bir milyonerin oğlu­nun işçi hareketinin lideri olmasının pek de nadir rastlanan durumlardan olmadığı görülürse ve deneyimlere dayanarak Yahudi aile bağlarının ne denli sıkı olduğu da biliniyorsa, Disraeli’nin Hıristiyanlara yönelik beslediği intikam hesabı imgesinin pek de zorlama olmadığı görülecektir. Elbette işin gerçeği şuydu: Banker babalan işçilerle hiçbir zaman acık bir sınıf çatışmasına girmedikleri için, Yahudi milyo­nerlerin çocuklarında solcu hareketlere karşı bir eğilim bu­lunmaktaydı. O yüzden sıradan bir burjuva ailesinin çocu­ğunda doğal olarak bulunması gereken sınıf bilincinden tü­müyle yoksundular. Öte yandan ve tamamen aynı neden­lerden ötürü diğer sınıfların Yahudilere karşı gösterdikleri doğal antisemitik hissiyat, gizli veya açık, işçiler arasında yoktu. Çoğu ülkede Yahudilerin asimilasyonu konusunda yegâne gerçek olanakları sunanların solcu hareketler oldu­ğu açıktır.
Disraeli’nin siyasal yaşamı durmadan gizli cemiyetlerle açıklama düşkünlüğü, sonradan daha az Avrupalı pek çok aydına ikna edici gelecek olan birtakım deneyimlere dayan­maktaydı. Disraeli deneyimlerinden şunu öğrenmişti: İngi­liz toplumunda bir yer edinmek, parlamentoda sandalye kazanmaktan çok daha zor bir işti. Disraeli’nin zamanında­ki İngiliz sosyetesi, parti ayrımlarından uzak olarak, gözde kulüplerde biraraya gelmekteydi. Siyasî bir seçkin grubun oluşmasında son derece önemli olsalar da, bu kulüpler dev­letin denetiminden uzaktılar. Dışardan bakan birine gerçek­ten de son derece gizemli görünüyorlardı. Herkesi kabul et­memelerinden dolayı gerçekten de gizliydiler. Bununla bir­likte, ancak başka sınıf üyeleri de buralara kabul edilmek isteyip de, reddedildiklerinde veya akla hayale gelmedik sa­yısız akıl dışı güçlüklerle karşılaştıklarında gizemli bir hale girdiler. Hiçbir siyasal payenin, ayrıcalıklılarla bu yakın bir­likteliğin sağlayabileceği zaferlerin yerini dolduramayacağı­na kuşku yoktur. Disraeli’nin emelleri ciddi siyasal yenilgi­lerin ardından yaşamının sonunda bile tükenmedi, “Londra sosyetesinin en etkili siması” olarak kaldı.[124]
Gizli cemiyetlerin fevkalade önemli olduğuna ilişkin naif kesinlik duygusu açısından bakıldığında, Disraeli toplu­mun dışında doğmuş, toplumun kurallarım asla layıkıyla anlayamamış yeni toplumsal tabakaların öncüsüydü. Bu ta­bakalar kendilerini, toplum ile siyaset arasındaki ayrımların durmadan flulaştığı ve görünüşteki kaotik koşullara rağ­men her zaman aynı dar sınıf çıkarlarının kazançlı çıktığı bir durum içinde görmekteydiler. Dışarıda kalan birinin, bi­linçli bir biçimde kurulmuş, kesin hedefleri olan bir örgü­tün hatırı sayılır sonuçlar elde edebileceği yargısına ulaşma­sı son derece mümkündü. Ve bütün bu toplumsal oyunu, bu yarı bilinçli çıkarlar oyununu ve özünde hedef gütme­yen entrikaları belirli bir politikaya dönüştürmek için ihti­yaç duyulan tek şeyin kararlı bir siyasî irade olduğu da doğrudur. Bu irade Dreyfus Davası sırasında kısa bir süre Fransa’da, yine Hitler’in iktidara gelmesinden önceki onyılda Almanya’da kendini gösterdi.
Ancak Disraeli sadece İngiltere’nin dışında değil, Yahudi toplumunun da dışında biriydi. Büyük hayranlık beslediği Yahudi bankerlerin zihniyeti hakkında en ufak bir bilgisi yoktu ve şayet burjuva toplumundan dışlanmış olmalarına rağmen (ki aslında hiçbir zaman bu topluma girmeye çalış­mamışlardır) bu “ayrıksı Yahudiler”in, burjuva toplumu­nun en başta gelen ilkesini (siyasî etkinlik, mülkiyetin ve kârın korunması etrafında döner) paylaştıklarını fark etsey­di, gerçekten de büyük hayalkırıklığına uğrardı. Disraeli, dışa dönük bir siyasî yapısı olmayan, üyeleri hâlâ yakın aile ve iş bağlantıları ile birbirine bağlı tek bir grup görmüş ve etkilenmişti. Ne zaman onlarla bir işi olsa, (örneğin Süveyş Kanalı hisseleri, -Mısır Hıdivi’nin satmak için yanıp tutuş­tuğunu öğrenen- Henry Oppenheim’ın bilgisiyle İngiliz hü­kümetine teklif edildiğinde ve satış, Lionel Rothschild’den alman dört milyon sterlinin yardımıyla yapıldığında olduğu gibi) düş dünyası harekete geçiyor ve her şeyin “kanıtlandı­ğını” görüyordu.
Disraeli’nin gizli cemiyetlerle ilgili ırkçı kanaatleri ve ku­ramları son tahlilde, gizemli görünen ama aslında hayal ürünü olan bir şeyi açıklama arzusundan ileri gelmekteydi. “Ayrıksı Yahudiler”in hayal ürünü gücünden siyasal bir gerçeklik çıkarması mümkün değildi, ama bu hayallerin ka­musal korkular haline gelmesini sağlayabilir ve canı sıkıl­mış bir toplumu korku masallarıyla oyalayabilirdi, nitekim öyle de yaptı.
Çoğu ırk fanatiği ile tutarlı olarak Disraeli, “yeni moda milliyet ilke ve duygusu”nu küçümsemiştir.59 Ulus-devlet temelinde bir siyasal eşitlikten nefret etmiş ve bu koşullar altında Yahudilerin bekasından endişe duymuştur. Irkın eşitliğe karşı siyasal olduğu kadar toplumsal bir sığmak da oluşturabileceğini hayal etmiştir. Zamanının soyluları hak­kında, Yahudiler hakkında olduğundan çok daha fazla şey bildiği için ırk kavramına aristokratik kast kavramlarını model almasında şaşırtıcı bir yan yoktur.
Toplumsal bakımdan ayrıcalıksız olanlara ilişkin bu dü­şüncelerin netice alacaklarına hiç kuşku yoktu; ama Afrika üzerindeki kapışmalardan sonra, siyasal hedeflerle uyumlu hale getirildiklerinde siyasetin gerçek ihtiyaçlarını karşıla­mamış olsalardı, Avrupa’nın siyasal sahnesinde hiçbir önemleri olamazdı. 19. yüzyılın yegâne Yahudisi olan Disraeli’ye gerçek popülaritesinin büyük kısmını kazandıran, burjuva toplumunun bunlara inanma arzusuydu. Sonunda Disraeli’nin iyi talihinden sorumlu aynı eğilim, halkının büyük bir felakete sürüklenmesinden de sorumlu oldu. Ama bu Disraeli’nin suçu değildi.

Paris’e haklı olarak le capitale du dixneuvieme siede (ondokuzuncu yüzyılın başkenti -Walter Benjamin) denmiştir. Vaadlerle dolu 19. yüzyıl, Fransız Devrimi ile başlamış, yüzyıldan fazla bir zamandır citoyeri in [yurttaş] soysuzlaşa­rak burjuvaya dönüşmesine karşı verilen ve Dreyfus Davası’nda dibe vuran beyhude bir mücadeleye tanıklık etmişti. Şimdi ise ondört yıllık ürkütücü bir mola verilmişti. Her şe­ye rağmen Birinci Dünya Savaşı’nı Fransa’nın en son dev­rim çocuğu olan Clemenceau’nun Jakoben çağrısı kazana­bilirdi, ama muhteşem nation par excellence yüzyılı kapan­mıştı[125] ve siyasal öneminden, toplumsal ihtişamından uzak Paris, bütün ülkelerin avant-garde aydınlarına terkedilmiş­ti. Fransa’nın, Disraeli’nin ölümünden hemen sonra Afri­ka’nın talanı ve Avrupa’daki emperyalist tahakküm çekiş­meleri ile başlayan 20. yüzyılda çok küçük bir rolü olmuş­tur. Fransa’nın kısmen diğer ulusların ekonomik bakımdan genişlemeleri ve kısmen de içerden uğradığı parçalanmalar nedeniyle yaşadığı gerileme, ulus-devlete içkin gibi görü­nen biçimler almış ve yasalar izlemiştir.
Belli ölçülerde 1880 ve 1890’larda Fransa’nın başına ge­lenler, sonraki 30-40 yılda bütün Avrupa ulus-devletlerinin de başına gelmiştir. Ne kadar farklı tarihlerde de olsa Weimar ve Avusturya Cumhuriyetleri’nin tarihsel bakımdan Üçüncü Cumhuriyet’le ortak pek çok özellikleri vardır ve 1920’lerin ve 1930’ların Almanya ve Avusturya’sındaki belli siyasal ve toplumsal örüntüler, neredeyse bilinçli bir şekilde Fransa’nın fin-de-siecle’ı [yüzyıl sonu] örneğini izlemiştir.
19. yüzyıl antisemitizmi doruğuna Fransa’da ulaşmış ve Fransa’da varolmayan emperyalist eğilimlerle temas kurma­dan, ulusal bir mesele olarak kaldığı için yenilgiye uğramış­tır. Bu antisemitizm türünün belli başlı özellikleri, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Almanya ve Avusturya’da yeniden ortaya çıkmıştır ve her iki ülkenin de Yahudileri üzerinde, daha az keskin ve uç etkilerle daha bozulmuş olmakla bera­ber neredeyse aynı toplumsal etkiyi yaratmıştır.[126]
Ancak Yahudilerin, Yahudi olmayan toplum içindeki rollerini örneklemek amacıyla Faubourg Saint-Germain salonlarının seçilmesinin başlıca nedeni, bu ölçüde hey­betli bir toplumun başka hiçbir yerde bulunmaması, ya da burası hakkında daha gerçek bilgilere sahip olunmasıdır. Yarı Yahudi ve olağanüstü durumlarda kendini bir Yahudi olarak tanıtmaya hazır olan Marcel Proust’un “geçmişteki şeyler”i aramaya koyulduğunda yazdıkları, aslında kendi­sine hayran eleştirmenlerden birinin dediği gibi apologia pro vita sua [kendi yaşamı için bir savunma] idi. 20. yüz­yıl Fransa’sının bu en büyük yazarının yaşamı yalnızca sosyete içinde geçmiştir; bütün olaylar ona, sosyeteye yansıdığı ve birey tarafından yeniden düşünüldüğü biçi­miyle görünmüştür. Öyle ki bu düşünmeler ve yeniden düşünmeler, Proust’un dünyasının özgül gerçekliğini ve dokusunu oluşturur.[127] A la recherche du temps perdu [Geç­miş Zaman Peşinde] [roman kişisi], tıpkı Proust’un eseri­ni yazmaya karar verdiğinde ortadan kaybolması gibi dil­siz ve iletişimsiz bir yalnızlığa çekildiğinde bile, birey de, düşünceleri de topluma ait olmayı sürdürür. Orada, bütün dünyasal oldu bittileri bir iç deneyime dönüştürmeye çalı­şan içsel yaşam, düşünsel hakikatin görülebileceği bir ay­na haline gelir. İç deneyimini seyreden birey, yaşama do­laysız yaklaşmayan, gerçekliği sadece yansıtıldığı biçimiy­le algılayan yanıyla toplumdaki seyirciyi andırır. Sosyete­nin kıyısında doğmuş, ama dışardan biri de olsa meşru bi­çimde sosyeteye ait biri sıfatıyla Proust’un bu iç deneyimi­ni, kendisine göründüğü ve sosyete mensuplarınca yansı­tıldığı biçimiyle [bu hayatın veçhelerinin bütününü kav­rayacak ve üretecek bir ustalıkla değerlendirmesi], onun dehasının bir göstergesidir.
Sosyetenin kendini kamusal kaygılardan tamamen kur­tardığı ve siyasetin toplumsal yaşamın bir parçası haline geldiği bu dönemin Proust’dan daha iyi bir tanığı yoktur. Burjuva değerlerinin yurttaşın sorumluluk duygusu üzerin­de sağladığı zaferin, siyasal konuların ayrışarak sosyete içinde gözalıcı, büyüleyici düşüncelere dönüşmesi gibi bir anlamı vardı. Proust’un da bu sosyetenin gerçek bir örneği olduğunu buna eklemek gerekir; çünkü “Yahudasızlaştırılmış bir Yahudiliğin en büyük tanığı” olan o, sosyetenin en gözde “erdemsizlikleri”nin ikisine de (yani Yahudilik “er­demsizliği” ile eşcinsellik “erdemsizliği”) bulaşarak ve bun­ları “şimdiye dek Batı Yahudiliği adına yapılmış en karanlık terkip”[128] içinde biraraya getirmişti ve [sosyetenin bu rezil­lik hakkındaki] düşünceleri ile bireysel düşünceler birbiri­ne son derece benzemekteydi.[129]
Rezilliğin, suçun sosyetedeki yarısısından başka bir şey olmadığını keşfeden Disraeli oldu. Sosyetenin kabul ettiği İnsanî kötülük iradenin eylemi olmaktan çıkmış, insanların ne seçebilecekleri ne de reddedebilecekleri, onlara dışarı­dan dayatılan ve uyuşturucunun alışkanlık yaratmasındaki buyurganlık kadar hükmedici, içkin, psikolojik bir niteliğe dönüşmüştür. Suçu soğurup, rezilliğe dönüştürmekle sos­yete bütün sorumluluğu inkâr etmekte ve insanların kendi­lerini bulaşmış buldukları bir uğursuzluklar dünyası kur­maktadır. Güzide muhitlerin dar ve filisten bulduğu, norm­dan her sapmayı suç olarak değerlendiren ahlakçı yargı, [insanları otomatik işleyen bir mekanizmanın yasalarına göre aşağılayan modern psikolojinin İnsanî “anlayışına” kı­yasla] en azından insanın onuruna ive irade serbestisine] daha saygılıydı. Şayet suç, doğal olsun ekonomik olsun, bir tür uğursuzluk olarak anlaşılırsa bu durumda herkesin on­dan nasibini almış olduğu düşünülecektir. “Ceza, suçlunun hakkıdır”; [ama] (Proust’un kelimeleriyle) şayet “yargıçlar, ırksal yazgı... dan kaynaklanan nedenlerle Yahudilerde iha­neti, sapkınlarda cinayeti bağışlamaya kalkar ya da böyle bir eğilim gösterir”se, suçlu da bu hakkından mahrum edil­miş olur. Bu saptırılmış hoşgörünün ardında cinayette ve ihanette bir çekicilik bulma hali vardır, öyle ki bir anda bu çekicilik sadece bütün gerçek suçluları değil, belli suçları işlemeye “ırksal olarak” yazgılı olan herkesi yok etme kara­rma kayabilir. Hukuksal ve siyasal aygıtın toplumdan ayrıl­madığı, o nedenle toplumsal ölçütlerin bu aygıta sızdığı, si­yasal ve hukukî kurallar halini aldığı her zaman bu değişik­likler vuku bulur. Suç ile rezilliği eşitleyen görünüşteki bu geniş görüşlülüğe kendi yasal kodlarını kurması için göz yumulursa, bu anlayış ne kadar sert olursa olsun insanı davranışlarından sorumlu gören, onu bağımsız sayan yasa­lardan daha vahşi ve gayri insan! olduğunu şaşmaz bir bi­çimde kanıtlayacaktır.
Ancak Proust’un betimlediği şekliyle Faubourg Saint- German, bu gelişmenin ilk evrelerinde bulunmaktaydı. Eş­cinselleri arasına almıştı, çünkü kendini rezillik olduğuna hükmettiği şeyin cazibesine kapılmış hissediyordu. Proust, kişisel büyüsü ve eski adı sayesinde “rezilliğine” bir zaman­lar ancak tahammül edilen, [romanın kahramanı] Monsenyör de Charlus’un toplumun doruklarına nasıl tırmandığını anlatır. Artık çifte bir hayat sürdürmeye, kuşkulu tanıdıkla­rını gizlemeye gerek duymaz, onları gözde evlerin salonla­rına getirmesi için cesaretlendirilmiştir. Normal olmadığını düşünmesinler diye eskiden uzak durmaya gayret edeceği - aşk, güzellik, haset gibi- sohbet konuları, şimdi görüşlerini dayandırdığı “tuhaf, gizli, süzme ve ucube bir deneyim ola­rak”, doymak bilmez bir açgözlülükle karşılanmaktadır.[130]
Yahudilerin başına da bunlara çok benzer şeyler geldi. Ayrıksı Yahudiler, asalet sahibi bireyler, İkinci İmparatorlu­ğun sosyetesi tarafından müsamaha ile karşılanmış, hatta il­tifat görmüşlerdi, ama şimdi Yahudilerin popülariteleri biz­zat Yahudi sıfatıyla artıyordu. Her iki durumda da toplumu harekete geçiren etken, önyargılarda meydana gelen bir de­ğişme değildi. Ne eşcinsellerin “suçlu” ne de Yahudilerin “hain” olduklarından kuşku duymayı kesmediler; sadece suça ve ihanete karşı tutumlarım değiştirdiler. Bu yeni ge­niş görüşlülüklerinin yarattığı sorun, artık eşcinsellerden korkmamaları değil, suçtan korkmamalarıydı. Geleneksel yargıdan bir nebze olsun kuşku duymadılar. 19. yüzyılın en gizli hastalığı, korkunç bir can sıkıntısı ve bıkkınlık, çıban gibi patlamıştı. Toplumun bu tatsız durumda çağırdığı ko­puklar ve paryalar, ne olurlarsa olsunlar en azından can sıkıçı değildiler ve Proust’un yargısına güvenecek olursak, fin de siecle toplumunun hâlâ tutku kapasitesi olan yegâne in­sanlarıydı. Proust bizi, sadece insanın (Monsenyör de Charlus’un Morel’e duyduğu sapkın tutkuda, Yahudi Swann’ın fahişesine duyduğu yakıcı bağlılıkta ve yazarın, romanda rezilliğin kişileşmesi olan Albertine’e karşı besle­diği umutsuz kıskançlıkta temsil edilen) sevme yeteneğini izleyerek, toplumsal temaslar ve emeller labirentinde dolaş­tırır. Proust’un, dışardakileri ve yeni gelenleri, “Sodom ve Gomore”nin sakinlerini, sadece daha insan olduklarından değil, daha normal oldukları için de saydığı son derece açıktır.
Yahudilerin ve eşcinsellerin çekiciliğini ansızın keşfetmiş olan Faubourg Saint-Germain ile “Yahudilere ölüm” diye bağıran ayaktakımı arasındaki fark, salonların henüz açıkça suçla yan yana gelmemiş olmasında yatıyordu. Bunun anla­mı şuydu: Bir yandan henüz cinayete etkin bir biçimde ka­tılmak istemiyorlardı, öte yandan da hâlâ Yahudilere karşı açıkça bir antipati duyuyor ve eşcinsellerden korkuyorlardı. Bunun da şöyle bir sonucu oldu: Yeni üyelerin kimliklerini açıkça itiraf edemedikleri hem de saklayamadıkları bu ikir­cikli durumdan, açığa vurma ve gizleme, yarı itiraf, yarı ya­lan, abartılı bir tevazu ile abartılı bir kibirden oluşan kar­maşık bir oyun doğdu. Bütün bunlar, kişinin sadece Yahu­diliğiyle (ya da eşcinselliğiyle) seçkin salonların kapılarını açmasının, ama aynı zamanda da bu salonların sözkonusu kişinin durumunu son derece güvensiz kılmasının sonu­cuydu. Bu ikircikli durumda Yahudilik, Yahudi birey için, her ikisi de “ırksal yazgı”da içkin bulunan hem bedensel bir leke hem de gizemli bir kişisel ayrıcalıktı.
Proust, biteviye yabancı, egzotik, tehlikeli olanı gözleyen toplumun; sonunda rafine olanı ucube olanla nasıl özdeşle­diğini ve “yerli oyuncuların oynadığı” tuhaf ve alışılmadık “Rus ve Japon oyunları” gibi -gerçek ya da hayal ürünü- ucubeliklere;[131] “sadece tatma düşüncesinin bile yürek atış­larını hızlandırdığı tuhaf ünlü meyvaların bulunduğu egzo­tik ve kökeni şüpheli bir kutuyu andıran, boyalı, şiş göbekli ve düğmeleri sımsıkı iliklenmiş [dönmeyi oynayan] oyun­culara;[132] “doğa üstü bir duyu” saçtıklarına inanılan ve “sı­nırsızlığın gizini öğrenmek için sanki [bir ruh çağırma se­ansındaymış] gibi” çevresine toplanılan “deha sahibi insanlar”a nasıl kucak açtığını uzun uzadıya anlatır.[133] Bu “nekromani” [ölüseverlik] ikliminde Yahudi bir beyefendi yahut bir Türk hanım, “sanki gerçekten de bir medyumun çağır­dığı yaratıklar” gibi görünebilecektir.[134]
Bu egzotiklik, yabancılık ve ucubelik rolünün, hemen he­men yüzyıldır toplum tarafından “yabancı türedi”ler olarak kabul gören ve dostluklarını kimsenin gurur konusu etme­yi aklından bile geçirmeyeceği “ayrıksı Yahudi” bireylerce oynanamayacağı açıktır.[135] Asimilasyonlarının ilk evrelerin­de, yakından tanınan yapılarla böyle bir özdeşlik sosyetenin düşgücünü ve beklentilerini ciddi ölçülerde sınırlandıraca­ğından, Yahudi topluluğu ile özdeşleştirilmemiş, bu toplu­luğun temsilcisi olmayan, tanınmayan kimseler bu rol için biçilmiş kaftandılar. Swann gibi toplum için olağanüstü meziyetleri olan, genelde keyif veren kimseler kabul gördü­ler, ama Bloch gibi “hiç tanınmamış bir aile”ye mensup olup da “sadece Hıristiyan yüzeyin değil, Yahudi kastlarının da her birinin bir alttakine hakaretlerle ezerek uyguladığı bir okyanusun tabanındaki basıncı andıran inanılmaz bas­kılara dayanmak zorunda kalan” kişilere çok daha büyük bir coşkuyla kucak açıldı. “Gelen her yeni kuşak, Yahudi aileleri arasından kendisini açık havaya çıkartacak yolu yi­ne kendisi kazmak zorunda”idi.[136] Oysa toplumun yabancı ve (kendi kanısına göre) sefih olanı içine almakta gösterdiği isteklilik, kuşaklar boyu sürmekte olan bu tırmanışın karşı­sına kestirme bir yol çıkarmıştı. Bunun, Panama Skandalı sırasında Fransa Yahudilerinin meydanı bazı vicdansız Al­man Yahudisi maceracılara bırakmasından kısa bir süre sonra gerçekleşmesi bir raslantı değildi; unvanı olsun olma­sın, İkinci İmparatorluğun eski iyi günlerinin hayalini ku­rabildikleri antisemitik ve monarşist salonların sosyetesini her zamankinden daha çok arayan ayrıksı Yahudi bireyler, kendilerini, evlerine asla davet etmeyecekleri kişilerle aynı kategori içinde buluverdiler. Ayrıksılık olarak Yahudilik, Yahudilerin sosyeteye alınmalarının sebebi olmuştu. Bu du­rumda da “kendi içinde sağlam bir topluluk, türdeşlik oluş­turan”, henüz türedi din kardeşleriyle “aynı asimilasyon de­recesine ulaşamamış olan [Yahudilere] hiç benzemeyen” kimseler yeğlendi.[137]
Benjamin Disraeli, ayrıksı olduklarından ötürü sosyeteye kabul edilen Yahudilerden biri olmakla beraber, kendini “seçilmiş bir ırkın seçilmiş kişisi” olarak laik tarzda takdi­miyle, Yahudilerin kendi kendilerini yorumlayışının hatla­rını çizerek, bir ön belirti niteliği taşımaktaydı. Bu deyim yerindeyse fantastik ve incelikten yoksun durum, şayet toplumun Yahudilerden beklentilerine tuhaf bir biçimde denk düşmeseydi, Yahudilerin bu müphem rollerini oynamaları asla mümkün olamazdı. Kuşkusuz ne Disraeli’nın kanaatle­rini bilinçli bir biçimde benimsediler ne de yüzyılın başın­daki Prusyalı seleflerinin kendileriyle ilgili ilk çekingen ve sapkın yorumlarını berraklaştırmayı amaçladılar; çoğu, Ya­hudi tarihi hakkında hiçbir şey bilmemenin bahtiyarlığı içindeydi. Ama Batı ve Orta Avrupa’da toplum ile devletin oluşturduğu belirsiz koşullar altında eğitimden, laikleşme sürecinden ve asimilasyondan geçtikleri her yerde, Yahudiler köklerinde zımnen varolan, ayrıcalık ve egemenlik biçi­minde de olsa Yahudi soyluların hâlâ duymakta olduğu si­yasal sorumluluk boyutunu yitirdiler. Dinsel ve siyasal yan anlamlarını yitiren Yahudi köken olgusu, her yerde “Yahudi olma”ya dönüşerek psikolojik bir nitelik aldı ve o andan sonra ancak erdem ya da erdemsizlik\rezillik kategorileri içinde görüldü. Şayet “Yahudilik”in, onu bir suç olarak gö­ren önyargı olmadan, saptırılarak ilgi çekici bir erdemsizlik haline getirilmesinin mümkün olamayacağı doğru ise, böyle bir saptırmanın, onda doğuştan bir erdem bulan Yahudilerce mümkün kılındığı da aynı ölçüde doğrudur.
Asimile olmuş Yahudiler, Musa dininden yabancılaşmak­la suçlanıp, karalandılar. Şehitlik gibi eski bir değeri de yi­tirmiş olduklarından, başlarına gelen bu nihaî felaketin ek­seriyetle korkunç ve bir o kadar anlamsız bir katlanış oldu­ğuna inanılır. Bu sav, iman ile hayatın eski biçimleri sözko- nusu olduğunda, Doğu Avrupa ülkelerinde de aynı ölçüde görünür bir “yabancılaşma” olduğu gerçeğini gözardı et­mektedir. Ama Batı Avrupa Yahudilerini “Yahudasızlaşmış” olarak gören malum anlayış, başka bir nedenden dolayı da yanıltıcıdır. Resmî Museviliğin aksi yöndeki son derece il­ginç sözlerine rağmen Proust, asimile olmuş Yahudilerin özel yaşamlarında ve günlük deneyimlerinde Yahudi doğ­muş olmanın böylesi tayin edici bir rolü olmadığını göster­mektedir. Dinin özel bir mesele olduğu anlayışıyla, ulusal bir dini dinsel bir mezhebe dönüştüren Yahudi reformcu, Yahudi ulusallığını sırtından atmak için bir dünya yurttaşı gibi davranan Yahudi devrimci, “evde Yahudi, sokakta in­san” olan eğitimli Yahudi -bütün bu insanlar, ulusal bir vasfı özel bir meseleye döndürmeyi başarmış kimselerdir. So­nuçta özel yaşamları, kararları ve duyguları, tam da “Yahu­diliklerinin merkez! haline geldi. Ve Yahudi doğmuş olma gerçeği, dinsel, ulusal ve sosyo-ekonomik anlamını yitirdik­çe, Yahudilik de bir takıntı durumuna geldi; fiziksel bir ku­sur ya da özür nasıl kişinin takıntısı olabilirse, bu da Yahudilerin takıntısı oldu ve bir kimsenin kendini rezilliğine kaptırması gibi, Yahudiler de kendilerini bu takıntıya kap­tırdılar.
Proust’un “doğuştan mizaç”ı, başarı ve başarısızlığın Ya­hudi doğmuş olma gerçeğine bağlı olduğu bir toplum tara­fından büyük ölçüde meşrulaştırılan bu kişisel, özel takıntı­dan başka bir şey değildir. Proust, sadece toplumsal veçhe­sini veya bireysel yorumlarını görüp anlattığı için yanlış bir biçimde onu “ırksal yazgı” olarak değerlendirdi. Ve uzaktan izleyen biri için Yahudi hizbinin davranışları, eşcinsellerin davranış örüntülerinden farksız bir takıntıyı sergiliyordu. Her iki grup da ya üstünlük ya da aşağılık duygusu sergili­yorlardı, ama herhalükarda normal olanlardan gururlu bir farklılık içindeydiler; her iki grup da farklılıklarının doğuş­tan kazandıkları doğal bir olgu olduğuna inanıyordu; dur­madan yaptıklarını değil, olduklarını meşrulaştırma gayreti içindeydiler; ve son olarak her iki grup da her zaman tahrik edici, ani seçkinlik iddiaları ile özürcü tutumlar arasında gidip geliyordu. Doğa sanki toplumsal konumlarım sonsu­za dek dondurmuş gibiydi; bir hizipten diğerine geçemiyorlardı. Ait olma ihtiyacı toplumun başka üyelerinde de vardı -“Hamlet için sorun olmak ya da olmamak değil, ait olup olmamaktır”[138]- ama aynı ölçüde değil. Hiziplere ayrılmış ve artık dışarda kalanlara, Yahudilere ve eşcinsellere birey ola­rak değil, topluma kabul edilmelerini sağlayan özel şartla­rından ötürü hoşgörü gösteren bir toplum, bu klanlığın kişilik bulmuş hali gibi görünüyordu.
Her toplum, üyelerinden belli ölçülerde eylemde bulun­ma, gerçekte ne olduğunu gösterme, temsil etme ve eylem yeteneği göstermesini ister. Toplum hiziplere bölündüğün­de bu tür talepler artık birey tarafından değil, hizip üyeleri tarafından anlaşılır. Bu durumda, tıpkı bir oyuncunun oyu­nunun bütün diğer rollerle bütünlük arzetmesi gerektiği gi­bi, davranış da sessiz taleplerin değil, bireysel yeteneklerin denetimindedir. Faubourg Saint-German salonları, her biri uç bir davranış örüntüsü sergileyen hiziplerin birliğinden oluşmaktaydı. Eşcinsellerin rolü normal dışı yanlarını ser­gilemek, Yahudilerinki kara büyüyü (nekromani) temsil et­mek, sanatçılarınki bir başka doğaüstü ve insanüstü bir te­mas biçimini ortaya koymak, aristokratlarınki sıradan (“burjuva”) olmadıklarını göstermekti. Birer klan yaşamı sürdürmelerine rağmen, Proust’un da gözlemlediği gibi, “tıpkı Yahudilerin Dreyfus’un etrafında toplanması gibi, ço­ğunluğun kurbanın etrafında toplandığı genel yıkım günle­ri hariç”, bütün bu yeni gelenler kendi türleriyle ilişki kur­maktan kaçındılar. Bunun nedeni şuydu: Bütün ayrım ala­metlerini belirleyen sadece bu hizipler arasındaki uyumdu, öyle ki Yahudiler ya da eşcinseller, Yahudiliğin ya da eşcin­selliğin dünyadaki en doğal, ilgi çekici olmaktan en uzak, en sıradan şey haline geldiği Yahudiler ya da eşcinseller toplu­luğu içinde kendilerini ayırt edici kılan özelliklerini yitirdik­lerini hissediyorlardı. Ancak aynı durum, karşısında farklı olabilecekleri bir muadiller topluluğuna ihtiyaç duyan evsahipleri, Yahudilere ya da eşcinsellere hayranlık duyan aris­tokratlara hayran aristokrat olmayanlar için de geçerliydi.
Bu hizipler kendi içlerinde tutarlı olmamakla ve çevrele­rinde başka hiziplerden kimseler bulunmadığında hemen dağılmakla beraber, hizip üyeleri, sanki birbirlerini tanıma­ları için tuhaf ve yabancı bir şeye ihtiyaçları varmış gibi gi­zemli bir işaret dili kullanırlardı. Proust özellikle de yeni katılanlar için bu işaretlerin ne denli önemli olduğunu uzun uzun anlatır. Ancak işaret dili uzmanları olan eşcin­sellerin en azından gerçek bir sırları vardı, oysa Yahudiler bu dili sadece kendilerinden beklenen o gizemli havayı ya­ratmak için kullandılar. İşaretleri, evrensel olarak bilinen şeyleri gizemli ve gülünç bir hale sokmaktaydı: Prenses falancanın salonunun o köşesine, kimliğini açıkça belirtmesi­ne izin verilmeyen, ama bu anlamsız nitelik olmadan da o köşeye kurulması olanaksız olan bir Yahudi otururdu.
19. yüzyılın sonundaki bu yeni karma toplumun, Ber­lin’deki ilk Yahudi salonları gibi yeniden soyluluk etrafında odaklanması dikkate değerdir. Aristokrasinin her şeyi vardı, ama kültüre duyduğu isteği ve “insanlığın yeni örnekleri”ne olan merakım yitirmişti. Yine de burjuva toplumuna beslediği küçümsemeyi elden bırakmamıştı. Üçüncü Cum­huriyet düzeni tarafından olumlanan siyasal konumunu ve ayrıcalıklarını yitirmiş olmaya ve siyasal eşitliğe verdiği ya­nıt, toplumsal ayrımcılık gütmek oldu. İkinci İmparatorluk sırasında yaşadığı kısa ve yapay bir yükselişten sonra Fran­sız aristokrasisi ancak oğulları için orduda yüksek görevler ayarlamak gibi gönülsüzce çabaları ile toplumsal bir klanlık olarak ayakta duruyordu. Orta sınıf ölçütlerine karşı hakaretamiz bir saldırganlık, siyasal emellerden çok daha ağır basmaktaydı ve hiç kuşkusuz toplumsal bakımdan kabul görmeyen sınıflara üye bütün guplar ve bireyler için toplu­ma girmenin en güçlü güdülerinden birini oluşturmaktay­dı. Prusyalı aristokratları oyuncular ve Yahudilerle buluştu­ran toplumsal güdü, Fransa’da sonunda eşcinsellerin top­lumsal saygınlık kazanmalarına yol açmıştı. Öte yandan, o dönemlerde servet ve iktidar sahibi olmalarına rağmen orta sınıflar, toplumsal özsaygıdan yoksundular. Ulus-devlet içinde siyasal bir hiyerarşinin olmaması ve eşitliğin zaferi, “toplumu dışarıdan bakıldığında daha demokratik ama iç­ten içe daha hiyerarşik” kılmıştı.[139] Hiyerarşi ilkesi Faubourg Saint-Germain’in sosyetik muhitlerinde kişilik bulduğu için, Fransa’daki her sosyete, “üyelerinin konumları ve si­yasal düşünceleri ne olursa olsun karşısında zaman zaman büyüklük tasladığı Faubourg Saint-Germain’in dışlayıcı sosyetik muhitlerinin, ufak tefek değişikliklerle birer kari­katürünü oluşturdu”. Aristokratik toplum sadece görünüş olarak geçmişe özgü bir şeydi, aslında “gözde bir toplum yaşamının gramerini ve anahtarını” elinde bulundurmak ve dayatmakla (sadece Fransa halkını değil) bütün bir toplum­sal yapıyı istila etmişti.[140] Proust, bir apologia pro vita sua ih­tiyacı duyar ve aristokratik çevrelerde geçirdiği yaşamını yeniden düşünürken, böyle bir toplumun çözümlemesini yapmaktadır.
Bu fin de siecle toplumunda Yahudilerin rolü konusunda ana nokta, toplumun kapılarını Yahudilere açan Dreyfus Meselesi’ndeki antisemitizmdi ve Mesele’nin kapanması, ya da daha doğrusu Dreyfus’un masum olduğunun keşfedil­mesiyle [Yahudilerin] toplumsal görkemleri sona erdi.[141] Başka bir deyişle Yahudiler kendileri hakkında ya da Drey­fus hakkında ne düşünürlerse düşünsünler, toplumun ken­dilerine verdiği rolü, ancak aynı toplum onların soy vatan hainleri oldukları yargısını taşıdığı sürece yerine getirebile­ceklerdi. Hainin [Dreyfus], aslında sıradan bir komplonun aptal bir kurbanı olduğu keşfedildiğinde ve Yahudilerin masum oldukları saptandığında, Yahudilere duyulan top­lumsal ilgi de en az siyasal antisemitizm kadar süratle du­ruldu. Yahudilere tekrar sıradan ölümlüler gözüyle bakıl­maya başlandı ye aralarından birinin işlediği varsayılan su­çun onları geçici olarak çıkardığı o önemsizliğin içine yeni­den düştüler.
Birinci Dünya Savaşı’nın hemen sonrasında, çok daha sert koşullar altında Alman ve Avusturya Yahudileri de özünde benzer bir toplumsal görkem içindeydiler. O za­manlar onların sözde suçu savaştan sorumlu olmalarıydı ki, artık tek bir bireyin tek bir eylemiyle özdeşleştirilmeyen, aksi kanıtlanamayacak bir suçtu bu. O nedenle ayaktakımının, Yahudiliğin bir suç olduğu yönündeki değerlendirmesi kendini kabul ettirdi ve toplum sonuna dek Yahudilerinden keyif almayı ve büyülenmeyi sürdürebildi. Şayet günah ke­çisi kuramında psikolojik bir hakikat varsa, o da Yahudilere karşı bu toplumsal tutumun etkisi konusundadır; çünkü antisemitik yasalar toplumu Yahudileri defetmeye zorladı­ğında bu “semitikseverler” de kendilerini gizli kötülükler­den arıtmak, gizemle ve günahkârca sevdikleri bir lekeden kurtulmak zorunda hissettiler. Elbette bu psikoloji Yahudi “hayranı” olan bu insanların Yahudi katili olup çıkmalarını açıklamaz. Bizzat katiller arasında eğitimli denen sınıflar­dan insanların oranının şaşırtıcı rakamları bulması ve ölüm fabrikalarını çalıştıranlar arasında ağırlıklı kesimi bunların oluşturması düşündürücüdür. Ama bu psikoloji, toplumun Yahudileri en yakından tanıyan, Yahudi dostlarıyla olmak­tan tad almış ve büyülenmiş bu tabakalarının gösterdiği inanılmaz sadakatsizliği açıklar pekala.
Yahudiler sözkonusu olduğunda, Yahudilik “suçu”nun, Yahudi olmanın rezilliğe dönüştürülmesi son derece tehli­keli olmuştur. Yahudiler din değiştirmek suretiyle Musa dininden kurtulabilirlerdi, ama Yahudilikten kurtuluş yoktu.
Üstelik bir suçun karşılığı cezadır, oysa rezillik ancak yok edilebilir. Toplumun, Yahudi doğmuş olmaya ve Yahudilerin oynadığı role toplumsal yaşam çerçevesi içersinde getir­diği yorumun, antisemitik önlemlerin işleme konduğu kor­kunç kusursuzlukla yakından alakası vardır. Antisemitizmin Nazi kolu, köklerini siyasal şartlardan olduğu kadar bu toplumsal koşullardan almıştır. Irk kavramının daha başka ve dolaysız siyasal hedefleri ve işlevleri olmuşsa da, en uğursuz veçhesiyle uygulandığı Yahudi Sorunu’nda sağladı­ğı başarı, büyük oranda kamuoyu tarafından tam rıza gören toplumsal fenomenler ve yargılardan kaynaklanmaktaydı.
Yahudileri olayların merkezine sürüklemeye karar veren güçler, hiç kuşku yok ki siyasaldılar; ama toplumun antisemitizme tepkisi ile Yahudi Sorunu’nun bireyde yol açtığı psikolojik yansıların, bu özel vahşetle, Yahudi kökenden gelen her bireye yöneltilen (ki bu durum kendini henüz Dreyfus Davası’nda göstermişti) örgütlü ve hesaplı saldırı­larla bir ilgisi vardı. Eğer antisemitizmin tarihine kendinde bir varlık, yalın bir siyasal hareket olarak bakılırsa “genelde Yahudi”ye, “her yerde ve hiçbir yerdeki Yahudi”ye yönelen bu gözü dönmüş avı anlamak mümkün olamaz. Siyaset ya da ekonomi tarihinde gözönüne alınmamış, olayların oluş­turduğu yüzeyin altına gizlenmiş, tarihçiler tarafından asla farkedilmemiş, ancak şairlerin ve roman yazarlarının (top­lumun umarsız bir terkedilmişliğe ve apologia pro vita sua yanlızlığına ittiği) daha nüfuz edici ve tutkulu güçlerinin yazıya döktüğü toplumsal etkenler; eğer kendi başına bıra­kılacak olsaydı yalın bir siyasal antisemitizm biçimi alarak olsa olsa Yahudi karşıtı yasalarla, en fazla kitlesel kovulma­larla (ama hiçbir zaman toptan imha ile değil) sonuçlanabi­lecek olan bir seyri değiştirmiştir.
Dreyfus Davası ile bunun Fransız Yahudilerinin hakları üzerinde yarattığı siyasal tehdit, Yahudilerin görkemli top­lumsal yaşamlarının belirsizliğe sürüklendiği bir toplumsal durum yarattığından beri; Avrupa’da antisemitizm, siyasal güdülerin ve toplumsal öğelerin oluşturduğu çözülmez bir karmaşa olarak ortaya çıkmıştır. Yahudilerin lehine davra­nan güçlü bir antisemitik harekete ilk tepkiyi her zaman toplum göstermiştir. Öyle ki Disraeli’nin “bugün Yahudiler kadar Avrupa’yı eğlendiren, büyüleyen, yücelten ve soylulaştıran... bir ırk daha yoktur” sözleri, özellikle tehlike an­ları için doğru sözler olmuştur. Toplumsal “semitikseverlik” daima siyasal antisemitizle son bulmuştur. Gizemli bir fanatizm olmadan antisemitizm de kitleleri örgütlemek için en iyi slogan haline biraz zor gelirdi. Kapitalist toplumun bütün sınıflar [ı] dışına itilmiş kitleleri sonunda kendine ait ayaktakımı örgütleri kurmak için hazırdı; propagandaları ve yarattıkları çekicilik, tam da rezillik suretindeki suçu tam da yapısına dahil etmek için can atmış bir toplumun, şimdi suçlulara açıkça göz yumarak ve alenen suç işleyerek kendini kötülükten arındırmaya hazır olduğu varsayımına dayanmaktaydı.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar