TOTALİTARİZMİN KAYNAKLARI- ANTİSEMİTİZM -2-
DAVANIN OLGULARI
Sözkonusu dava, 1894 sonlarında
Fransa’da görüldü. Fransız Genel Kurmayı’nda çalışan Yahudi bir subay olan
Dreyfus, Almanya adına casusluk yapmakla suçlandı ve mahkûm edildi.
Mahkeme oybirliği ile Dreyfus’un yaşam boyu Şeytan Adası’na sürülmesine karar
verdi. Duruşma kapalı kapılar ardında yapıldı. Dosya dolusu bir iddianamenin olduğu
söyleniyordu ama ortada bir tek “bordro” gözüküyordu. Dreyfus’un el yazısıyla
yazıldığı varsayılan bu bordro, Alman askerî ateşesi Schwartzkoppen’e
gönderilmişti. Temmuz 1895’de Genel Kurmay’ın İstihbarat Bölümü’nün başına
Albay Picquard getirildi. Mayıs 1896’da Genel Kurmay Başkanı Boisdeffre’ye,
Dreyfus’un masumiyetine, asıl suçlunun Binbaşı Walsin-Esterhazy olduğuna
kanaat getirdiğini söyledi. Altı ay sonra Picquard, Tunus’ta tehlikeli bir
göreve gönderildi. Bu arada Dreyfus’un kardeşleri adına Bernard Lazare, dava
ile ilgili ilk risaleyi yayınladı: Une erreur judicia'ıre: la verite sur
Vaffaire Dreyfus [Bir Hukuk Hatası: Dreyfus Davası’ndaki Gerçek].
Haziran 1897’de Picquard, Senato Başkan Yardımcısı Scheurer-Kesten’i mahkemeye
sunulan maddî deliller hakkında aydınlatarak Dreyfus’un masum olduğunu
belirtti. Kasım 1897’de Clemenceau, davanın tekrar görülmesi için ilk adımları
attı. Clemenceau’nun gazetesi, Ocak 1898’de J’Accuse’yi [İtham
Ediyorum] yayınladı. Bu arada Picquard da tutuklandı. Zola, orduya iftira
etmekten gerek olağan mahkeme gerekse Temyiz Mahkemesi tarafından mahkûm
edildi. Ağustos 1898’de Esterhazy, zimmetine para geçirdiği suçlamasıyla onur
kırıcı bir biçimde ordudan atıldı. Vakit geçirmeden bir İngiliz gazeteciye
koşan Esterhazy, “bordro”yu yazanın -Dreyfus değilkendisi olduğunu, kendi üstü
ve karşı casusluk bölüm başkanı Albay Sandher’in emir kâğıtları üzerinde
bulunan Dreyfus’un el yazısını taklit ettiğini anlattı. Birkaç gün sonra yine
aynı bölümden Albay Henry, gizli Dreyfus dosyasının pek çok yerinde
sahtekârlık yapıldığını itiraf ederek kendini öldürdü. Bunun üzerine Temyiz
Mahkemesi, Dreyfus Davası’nın araştırılmasını istedi.
Haziran
1899’da Temyiz Mahkemesi, 1894 tarihinde Dreyfus için verilen ilk kararı iptal
etti. Ağustos ayında Rennes’de yeni bir mahkeme yapıldr. “Hafifletici
sebeplerden dolayı on yıl hapis cezası verildi. Cumhurbaşkanı bir hafta sonra
Dreyfus’u affetti. 1900 yılının Nisan ayında Paris’te Dünya Fuarı yapıldı.
Mayıs’ta fuarın başarılı olduğunun görüldüğü günlerde parlamento büyük bir
çoğunlukla Dreyfus Davası’nı gündemden kaldırmaya karar verdi. Aralık’ta
Dreyfus Davası’na bağlı bütün alt davalar af yoluyla sona erdirildi.
1903’de
Dreyfus, mahkemenin yeniden görülmesini istedi. Dilekçesi, Clemenceau başbakan
oluncaya kadar dikkate alınmadı. 1906 Temmuz’unda Temyiz Mahkemesi Rennes’deki
kararı iptal ederek, Dreyfus hakkındaki bütün suçlamaları düşürdü. Ancak
Temyiz Mahkemesi’nin bunun için yetkisi bulunmuyordu; yeni bir mahkeme
yapılmasını istemek durumundaydı. Askeri mahkeme önünde yapılacak bir başka
duruşma, kanıtlar ezici bir biçimde Dreyfus lehine olmakla birlikte, yeni bir
mahkûmiyet kararma yol açabilirdi. O nedenle Dreyfus yasaya göre hiçbir zaman
beraat etmedi[1]
ve Dreyfus davası da çözümlenmeden kaldı. Fransız halkı sanığın görevine iadesini
asla kabul etmedi ve ilk baştaki duyguları yatıştırmak asla mümkün olamadı.
Dreyfus’un affından dokuz, aklanmasından iki yıl sonra, Clemenceau’nun
isteğiyle Emile Zola’nın ölüsünün Panteon’a nakledildiği 1908 gibi geç bir
tarihte bile Alfred Dreyfus sokakta saldırıya uğrayabiliyordu. Bir Paris
mahkemesi saldırganı salıvermiş ve Dreyfus’u aklayan karara “muhalefet şerhi”
koymuştu.
Hatta
daha da garibi, ne Birinci ne de İkinci Dünya Savaşı bu meselenin unutulup
gitmesini sağlayabilmişti. Action Française’ın 1924’de yayımladığı Precis
de l’Affaire Dreyfus[2] [Dreyfus
Davası’ndaki Kesinlik] o tarihten itibaren Dreyfus karşıtlarının el kitabı
haline geldi. 1931’de l’Affaire Dreyfus’un (Rene Kestner takma
adıyla Rehfisch ile Wilhelm Herzog’un yazdığı bir oyun) açılışında hâlâ
1890’ların havası hâkimdi: Salonda ağız dalaşları oldu, koku bombaları atıldı,
oyuncuları, izleyicileri ve civardan geçenleri korkutmak için Action
Française’ın hücum kıtaları etrafta cirit atıyordu. Hükümet de -Laval’ın
Hükümeti- otuz yıl kadar önce seleflerinin davrandığından hiçbir biçimde
farklı davranmadı: adeta memnuniyet duyarak, tek bir oyunun bile salimen
oynanmasını garanti edemeyeceğini açıkladı. Böylelikle Dreyfus karşıtlarına
gecikmiş bir zafer armağan etti. Oyun ertelenmek zorunda kaldı. Dreyfus 1935’de
öldüğünde genel basın meseleye değinmekten korktu,[3] solcu gazeteler
ise Dreyfus’un masum olduğunu ve Dreyfus’a yüklenmeye çalışılan suçu
sağcıların işlediğini yazdılar. Daha az ölçüde de olsa bugün bile Dreyfus Meselesi,
Fransız politikasında hâlâ bir tür paroladır. Petain mahkûm olduğunda etkili
bir yerel yayın organı olan (Lille’de çıkan) Voix du Nord,
Petain’ın davasını Dreyfus davasına bağlayarak siyasal bir çatışmanın çözülmesi
ve “bütün Fransa’ya akıl ile yüreğin barışının getirilmesi” mahkeme kararıyla
mümkün olmadığı için, “ülkenin Dreyfus davasından sonra bölündüğünü” ileri
sürmüştür.[4]
Genel
siyasal veçheleri açısından Dreyfus Meselesi 20. yüzyıla ait olmakla beraber;
Dreyfus Davası ve Yahudi yüzbaşı Alfred Dreyfus’un muhtelif duruşmaları, her
duruşma yüzyılın en büyük başarısının, yani yasanın tarafsızlığının sınanması
anlamına geldiği için insanların yargılama usullerini büyük bir şevk ve
gayretle izlediği, tamamen 19. yüzyıla özgüdür. Adlî bir hatanın bu tür
siyasal duygulara yol açması ve bitmeyen bir mahkemeler ve karşı mahkemeler
silsilesini ateşlemesi (kavgalar, düellolar da cabası) bu dönemin bir
özelliğidir. Yasa karşısında eşitlik öğretisi, uygar dünyanın vicdanına
öylesine yer etmişti ki tek bir adi! hata bile Moskova’dan New York’a dek
kamuoyunu ayağa kaldırmaya yetiyordu. Fransa’dakiler dışında hiç kimse bu konuyu
siyasal mevzularla bitiştirecek kadar “modern” değildi.[5] Fransa’da
tek bir Yahudi subaya karşı yapılan bir yanlış bile, dünyanın her yanından, bir
kuşak sonra Alman Yahudilerinin uğrayacağı zulümden çok daha hiddetli ve müşterek
bir tepki çekebiliyordu. Çarlık Rusya’sı bile Fransa’yı barbarlıkla
suçlayabilmiş, Almanya’da Kaiser’in maiyeti, ancak 1930’larda [en sol liberal
gazetelerin Hitler’e karşı göze alabildiği üslupta] bir infial sergilemişti.[6]
Davanın
dramatis personae’sı [dramatik kişileri] adeta Balzac’ın
sayfalarından çıkmış gibiydi: Bir tarafta kendi hizip üyelerinin yaptıklarını
hasır altı etmek için didinen, sınıf bilincine sahip generaller; öte yanda
sakin, berrak bakışlı, hafif ironik bir dürüstlüğü olan hasımları Picquard. Onların
arkasında, her biri yanı başmdakinin bilebileceklerinden dehşetle korkan,
parlamentodaki bir sürü ne idüğü belirsiz kişi; Cumhurbaşkanı, Paris
genelevlerine ziyaretleri herkesçe bilinen ve sadece toplumsal temas uğruna
yaşayan tetkik hâkimleri. Sonra durmadan meslektaşlarına aile servetini
kadınlarla yemekle böbürlenen, aslında bir sonradan görme olan Dreyfus’un
kendisi; yakınlarının serbest bırakılması için dokunaklı bir biçimde bütün
servetlerini vermeyi teklif eden, sonra bu teklifi 150.000 Frank’a düşüren, bir
özveride bulunmak mı yoksa basitçe Genel Kurmay’ı ayartmak mı istediklerinden
asla tam olarak emin olamamış Dreyfus’un kardeşleri; ve müvekkilinin masum
olduğuna gerçekten inanan, ama kendini saldırılardan ve kişisel çıkarlarına
verilebilecek zararlardan korumak için savumasını tartışmalı bir konu üzerine
dayandıran avukat Demange. Son olarak, her nevi kahramanlktan her nevi
sahtekârlığa kadar burjuva dünyasından bizar olmuş, soyluluk unvanı onu nereden
aldığını hatırlayamayacağı denli “eskimiş” maceracı Esterhazy. Yabancı
Lejyonu’nun sabık teğmeni Esterhazy, gözüpekliği ve küstahlığı ile
meslektaşlarını etkilemiş biriydi. Yahudi subaylara düello şahitliği yaparak ve
onların zengin dindaşlarından [baş haham aracılığıyla] şantajla para
sızdırarak, hep zorluklar içinde yaşamıştı. Son çöküşünde bile Balzac
geleneğine sadık kaldı. Yazgısını belirleyen şey, vatan hainliği ya da yüzbin
Prusyalı süvarinin Paris sokaklarının altını üstüne getirdiği büyük bir
cümbüşe dair delice hayaller değil,[7]
zimmetine para geçirmek gibi bayağı bir iş oldu. [Hüküm giymesi üzerine]
Londra’ya kaçarken Dreyfus’un kendisine bu özveride bulunması için yalvaran
sesini duyduğu biçimindeki melodramatik beyanatıyla, [retoriği güçlü ama
siyasal açıdan içeriksiz coşkusuyla ve naif mağrurluğuyla] Zola’ya ne demeli?[8]
Bütün
bunlar tamamen 19. yüzyıla ait şeylerdir ve o yüzden iki dünya savaşını
aşmaları mümkün olamadı. Ayaktakımının Zola’ya duyduğu nefret kadar Esterhazy’e
yaptığı tezahürat da çok geçmeden küllenmişti; ama bir zamanlar Jaures’i
ateşleyen ve Dreyfus’un sonuç olarak serbest bırakılmasını tek başına sağlayan
kilise ve aristokrasiye karşı ateşli coşku da aynı akıbete uğramıştı. Cagoulard
meselesinin de göstereceği gibi, Genel Kurmay’daki subayların bir darbe
hazırlarken halkın gazabından artık korkmalarına gerek yoktu. Kilise ile
devletin birbirinden ayrılmasından bu yana Fransa, tıpkı Katolik Kilisesi’nin
siyasal emellerini büyük ölçüde yitirmesi gibi, kilise karşıtı duygularını
büyük ölçüde yitirmişti. Petain’in cumhuriyeti Katolik bir devlet haline
getirme girişimi, halkın mutlak kayıtsızlığına ve biraz da din adamlarının clerico fascism’e [Kilise faşizmi] besledikleri
husumete takılmıştır.
Öğelerinden
ikisinin önemindeki artıştan dolayı Dreyfus Meselesi, 29. yüzyılda da siyasal
yansımaları bakımından varlığını sürdürebildi. Birincisi, Yahudilere karşı
duyulan nefretti; İkincisi bizzat Cumhuriyet’e, Meclis’e ve devlet aygıtına
duyulan şüphe. Halkın büyük bir kesimi bu ikinci öğeyi, doğru ya da yanlış,
hâlâ Yahudilerin nüfuzu ve bankaların iktidarı altında düşünmeyi
sürdürmekteydi. Zamanımıza gelinceye kadar “anti-Dreyfusçu” terimi, hâlâ cumhuriyet,
demokrasi ve Yahudi karşıtı herkesi tanımlayan bir sıfat olarak
kullanılmaktaydı; birkaç yıl önce hâlâ Action Française’ın monarşizminden,
Doriot’un nasyonal bolşevizmine ve Deat’ın sosyal faşizmine kadar her şeyi
kapsıyordu. Ancak Üçüncü Cumhuriyet’in yıkılış nedeni sayısal olarak önemsiz
denebilecek bu faşist [ve şovenist] gruplardan kaynaklanmadı. Belki paradoksal
gibi görünecek ama işin gerçeği tam tersiydi; bu grupların etkisi hiçbir zaman
Cumhuriyet’in çöküşü sırasındaki kadar zaman zayıf olmamıştı. Fransa’yı düşüşe
götüren olgu, daha fazla sayıda gerçek Dreyfusçulara sahip olmamasıydı.[9]
Demokrasi ve özgürlüğün, eşitlik ve adaletin artık bu cumhuriyet altında
savunulabileceğine ya da gerçekleştirilebileceğine inanan tek bir insan bile yoktu.
Sonunda Cumhuriyet, her zaman ordunun çekirdeğini oluşturmuş eski Dreyfus
karşıtı hizbin kucağına, çok az düşmanı olduğu ama hiçbir dostu bulunmadığı
bir sırada aşın olgunlaşmış bir meyva gibi düştü.[10] Kırk yıl
öncenin formüllerine gösterdiği kölece bağlılık, Petain hizbinin Alman
Faşizmi’nin bir ürünü olmadığını açıkça ortaya koymaktadır.
Almanya,
kurnazca Fransa’nın kollarını budar ve sınır hatundaki bütün ekonomisini
tarumar ederken, Fransa’nın Vichy’deki önderleri, Barres’in eski “özerk eyaletler”
formülünün orasını burasını yamamakla, dolayısıyla Fransa’yı daha da
kötürümleştirmekle uğraşıyorlardı. Herkese Almanya’dan antisetimizm ihraç
etmeye gereksinimleri olmadığını ve Yahudilerle ilgili yasalarının temel
noktalarda Reich’ın yasalarından farklı olduğunu böbürlenerek anlatırken, hiçbir
işbirlikçinin yanşamayacağı bir süratle Yahudi karşıtı yasalar çıkardılar.[11]
[Yine de Almanlarca antisemitizmin manasını anlamadılar diye azarlanacaklardı.
Anti-Dreyfus Hareket’te Katolik rahiplerin oynadığı role öyle kapılmışlardı
ki, Nasyonal Sosyalizm’in temsil ettiği modern antisemitizmin Kilise’yi lafa
karıştırmaya hiç niyeti olmadığını farkedene dek,] Katolik Kilisesi’ni
Yahudilere karşı seferber etmeye çalıştılar. Oysa tersine Yahudilere yapılan
mezalime karşı en etkili itirazları dillendirenler, tam da Vichy rejiminin bir
kere daha siyasal güç merkezleri haline getirmek istediği piskoposlar ve
ruhani meclisler oldu.
20.
yüzyılın yüz hatları, duruşmalarıyla Dreyfus Davası’nda değil, bütün yönleriyle
Dreyfus Meselesi’nde ortaya çıktı. 193 l’de Bernanos’un dile getirdiği gibi,[12]
“Dreyfus Meselesi, son savaşla bitmediği kesin olan bu trajik çağa aittir. Bu
mesele, dizginsiz tutkuların yarattığı hengâmenin ve nefret ateşinin ortasında
anlaşılmaz bir biçimde soğuk ve duygusuz kalabilen aynı gayrı İnsanî karakteri
açığa vurmaktadır”. Bu meselenin asıl devamını Fransa’da aramak kesinlikle
doğru bir iş olmaz, ama neden Fransa’nın Nazi saldırganlığına kolayca yem
olduğunun sebeplerim aramak için uzağa bakmak gerekmez. Hitler’in
propagandasındaki dil, uzun zamandır aşina olunan ve asla tümüyle unutulmamış
bir dildi. Action Française’ın “Sezarizm”inin,[13] Barres
ile Maurras’nın nihilistik milliyetçiliğinin özgün biçimleriyle başarı sağlayamamalarının,
tümü olumsuz bir dolu nedeni vardır. Toplumsal bir ufuktan yoksun oldukları
gibi, zekâyı küçümsemelerinin yol açtığı zihinsel fantazmagoryalarını popüler
terimlere dönüştürmeyi de başaramadılar.
Biz
burada esasen Dreyfus Meselesi’nin siyasal etkileri ile ilgilenmekteyiz, yoksa
davanın hukukî yanlarıyla değil. Bu meselede genel hatlanyla da olsa, 20
yüzyıla özgü pek çok ayırt edici özellik bulunmaktadır. Yüzyılın ilk
onyıllarmda ayırt edilmesi neredeyse olanaksız, belli belirsiz bir nitelik
taşıyan bu özellikler sonunda gün yüzüne çıkarak modern zamanların ana
eğilimlerine ait olduklarını gösterdiler. Ilımlı, salt toplumsal bir Yahudi
karşıtı ayrımcılık biçimiyle geçen otuz yıldan sonra, iç politikası
antisemitizm meselesi üzerinde billurlaşmadan hemen önce bir kez daha modern
devletin her yanında yansılanan “Yahudilere ölüm” çığlığını hatırlamak hiç de
zor olmadı. Yahudilerin dünya ölçeğinde komplo hazırladığına ilişkin efsaneler
otuz yıl boyunca renkli basının ve ucuz romanların beylik konuları olmaktan
öteye gitmemişti; ve çok uzun zaman önce de değil, “Siyon Bilgelerinin
Protokollerinin henüz bilinmediği bir sırada, bütün dünyanın, bir ulusun,
dünya politikasının dizginlerini “gizli Roma”nın mı yoksa “gizli Yahuda”nın mı
elinde tuttuğunu saptamaya çalışarak beynine azap çektirdiğini hatırlaması
kolay olmadı.[14]
Dünya
kendiyle geçici bir barış yaptığında, dolayısıyla vahşetin ve vicdansızlığın
sarhoşluğunu haklılaştıracak hiçbir seçkin tarafından kalburüstü suçlular
yaratılmadığı dönemde, aynı şekilde ateşli ve nihilist kendinden nefret etme
felsefesi de bir tutulma yaşadı.[15]
Jules Guerin’ler, hava yeniden yarı askerî hücum kıtalarından yana dönmeden
önce yaklaşık kırk yıl beklemek zorunda kalmıştı. 19. yüzyıl ekonomisinin
ortaya çıkardığı sınıflarından dışlanmışlar sayısının; Fransa’da grotesk bir
tertip[16]
olmanın ötesine geçememiş darbenin, Almanya’da neredeyse en ufak gayret
gösterilmeden bir gerçeklik halini almasından önce, ülkelerinin güçlü
azınlıkları haline gelinceye kadar artması gerekti. Nazizmin ön-oyunu, bütün
bir Avrupa sahnesinde oynanmıştı.
O
nedenle Dreyfus Davası, garip, eksik, çözümlenmemiş bir “suç”tan;[17]
takma sakalları, karanlık gözlükleriyle kılık değiştirmiş, akşamları Paris
sokaklarında aptalca hazırladıkları sahte belgeleri sokuşturmaya çalışan Genel
Kurmay subaylarıyla ilgili bir meseleden daha fazla bir şeydir. Kahramanı
Dreyfus değil, Clemenceau’dur ve bir Yahudi Genel Kurmay subayının
tutuklanmasıyla değil, Panama Skandali ile başlar. /
ÜÇÜNCÜ CUMHURİYET VE FRANSIZ YAHUDİLERİ
Süveyş
Kanalını yapan, de Lesseps’in başkanlığındaki Panama Şirketi, 1880-88 arasında
çok az bir ilerleme sağlayabilmişti. Buna rağmen Fransa’da bu dönemde [Fransız
halkının kesesinden çıkan] iç borçlanma en az 1.335.538.454 Frank’a
yükselmişti.[18]
Fransız orta sınıfın para konularındaki dikkati bilindiği için, bu “başarı”
daha da önem kazanmaktadır. Şirketin başarısının sırrı, elindeki devlet
istikrazlarının şaşmaz bir biçimde Meclis tarafından arkalanmasında
yatmaktaydı. Kanalın yapımı özel bir girişim olmaktan çok genelde bir devlet ve
millet hizmeti olarak görülmekteydi. O nedenle şirket iflas ettiğinde, bu
felaketi savuşturmak cumhuriyetin dış politikası haline geldi. Ancak birkaç yıl
sonra yarım milyon orta sınıf Fransızın uğradığı yıkımın çok daha önemli olduğu
ortaya çıktı. Basın da Meclis Araştırma Komisyonu da tamamen aynı sonuca
vardılar: Şirket yıllar önce zaten iflas etmişti. İddialarına göre de Lesseps,
kısa zamanda işe devam etmeyi sağlayacak yeni fonların geleceği beklentisiyle,
bir mucize umarak yaşamıştı. Yeni borçlanmalar-krediler için onay alabilmek
amacıyla basının büyük bölümüne, Meclis’in yarısına ve yüksek memurların
tamamına rüşvet verilmesi gerekmişti. Ancak bu da birtakım aracı kimseleri işe
almak, dolayısıyla fahiş komisyonlar ödemek demekti. O yüzden başlangıçta bu
işe halkın güvenmesini sağlayan şeyin, yani Meclis’in borçların arkasında olmasının,
sonunda itibarlı bir özel işi muazzam bir yemliğe dönüştüren etkenin ta
kendisi olduğu ortaya çıkmıştı.
Ne
Meclis’teki rüşvetçiler arasında ne de şirketin genel kurulunda tek bir Yahudi
bulunmaktaydı. Ancak Jacjcvues Reinach ile Cornelius Herz, birincisi sağ kanat
burjtn a partilerine, ötekisi radikallere (küçük burjuvazinin kilise karşıtı
partileri) olmak üzere Yönetim Kurulu üyeleri arasında bahşiş dağıtmanın
onurunu paylaşamıyorlardı.[19]
Reinach, 80’ler- de hükümetin gizli malî danışmanıydı[20] ve o
nedenle Panama Şirketi ile ilişkiler onun elinden geçiyordu. Herz’in rolü ise
şüpheliydi. Bir yandan Reinach aracılığıyla Reinach’ın ulaşamadığı Meclis’in
sağcı partileri ile irtibatı sağlıyordu; öte yandan bu görev çürümenin
boyutlarını daha yakından görmesine, böylelikle patronuna durmadan şantaj
yapmasına ve giderek daha fazla pisliğe batırmasına olanak sağlıyordu.[21]
Gerek
Herz gerekse Reinach için çok sayıda küçük Yahudi işadamının çalışması gayet
doğaldı. Ancak bu işadamlarının isimlerini, çoktan hak ettikleri o unutuluşa
terketmek yerinde olur. Şirketin durumu belirsizleştikçe komisyonlar da doğal
olarak arttı, ta ki sonunda şirket kendine ayrılmış olan avanstan bir kuruş
bile alamayıncaya dek. Bundan kısa bir süre öncesine kadar Herz, Meclis
içindeki tek bir işlemden en az 600.000 Frank avans alıyordu. Ancak bu avans,
erken alınmaktaydı. Borçlar ödenmemiş ve aşağı yukarı
600.0
Frank hisse sahiplerinin
cebinden çıkmıştı.[22]
Bütün bu çirkin tezgâh, Reinach’ı felakete sürükledi. Herz’in/ şantajlarından
usanan Reinach sonunda intihar etti.[23]
Ancak
ölümünden kısa bir süre önce, Fransız Yahudileri için hiç de abartılı
sayılamayacak sonuçlar yaratan bir adım atmıştı. Edouard Drumont’un antisemitik
gazetesi Libre Parole’a, haber yayımlandığında gazetenin ismini
saklaması kaydıyla “alacaklılar” diye anılan ayartılmış Meclis üyelerinin
adlarının bulunduğu bir liste verdi. Libre Parole, küçük ve
siyasî bakımdan önemsiz bir gazeteyken bir gecede 300.000 tirajla, ülkenin en
etkili gazetelerinden biri durumuna geldi. Reinach’ın sağladığı bu altın
fırsattan mükemmel bir özen ve beceriyle yararlanıldı. Sanık listesinin küçük
tefrikalar halinde yayımlanması, yüzlerce politikacının her sabah diken üstünde
uyanmasına sebep oldu. Drumont’un gazetesi ve onunla birlikte bütün antisemitik
basın ve hareket, Üçüncü Cumhuriyet’in en tehlikeli güçlerinden biri haline
geldi.
Drumont’un
ifadesiyle görünmezi görünür kılmış olan Panama Skandali, beraberinde iki
ifşaatı daha getirdi. Birincisi, Meclis üyelerinin ve devlet görevlilerinin
birer işadamı haline geldiklerini ortaya koydu. İkincisi, özel teşebbüsle
(burada sözkonusu şirket) devlet aygıtı arasındaki aracıların hemen hemen
tamamına yakınının Yahudiler olduğunu gösterdi.[24] En
şaşırtıcı olanı, devlet aygıtı ile böylesine yakın ilişkiler içinde olan bütün
Yahudilerin ülkeye yeni gelenler olmasıydı. Üçüncü Cumhuriyet kuruluncaya
kadar devletin mali işleri Rothschild’in tekelinde gayet güzel yürütülüyordu.
Rakipleri Pereires Kardeşler’in, Credit Mobilier’i kurarak işin bir bölümünü
ellerinden alma girişimi anlaşmayla neticelenmişti. 1882’de bile Rothschild
grubu, gerçek hedefi Yahudi bankerleri yok etmek olan Katolik Union Generale’ı
iflasa sürükleyecek kadar güçlüydü.[25] Malî
şartları Fransa adına Rothschild, Almanya adına da ailenin eski bir temsilcisi
olan Bleichroeder tarafından düzenlenecek olan 1871 tarihli barış anlaşmasının
hemen ardından Rothschild önceden tahmin edilmeyen bir politika başlattı:
Açıkça monarşistlerden yana tavır alarak cumhuriyete karşı çıktı.[26]
Burada yeni olan monarşist eğilim değil, ilk kez önemli bir Yahudi malî gücün
mevcut rejimle karşı karşı gelmesiydi. O zamana dek Rothschild’ler iktidardaki
siyasal sistem ne olursa olsun kendilerini ona uydururlardı. O nedenle öyle
görünüyor ki cumhuriyet Rothschild’lere gerçekten yaramayan ilk hükümet biçimi
olmuştu.
Yahudilerin
gerek siyasal nüfuzu gerekse toplumsal statüsü, yüzyıllardan beri doğrudan
devlet için çalışan ve özel hizmetlerinden dolayı doğrudan devlet tarafından
korunan kapalı bir grup olmalarından kaynaklanmaktaydı. Hükümet aygıtıyla
yakın ve dolaysız bağlantıları ancak devlet halktan uzakta olduğu ve aynı
zamanda hâkim sınıflar devlet idaresine karşı kayıtsızlıklarını sürdürdüğü
müddetçe mümkün olmuştu. Bu koşullar altında Yahudiler, sadece gerçekten
topluma ait olmadıkları içindir ki devletin bakış açısından toplumdaki en
bağımlı unsuru oluşturmaktaydılar. Parlamenter sistem, liberal burjuvazinin
devlet aygıtının denetimini ele geçirmesine izin vermişti. Ancak Yahudiler bu
burjuvaziye ait değildiler ve o nedenle durumu hiç de haksız sayılmayacak bir
şüpheyle karşıladılar. Meclis aracılığıyla, eskinin mutlak ya da anayasal
monarklarının delice hayallerini aşan ölçülerde mal! genişleme ve yayılma
mümkün hale geldiğinden, rejimin artık Yahudilere önceki kadar ihtiyacı
kalmamıştı. Bu yüzden önde gelen Yahudi aileler yavaş yavaş malî politika
sahnesinden çekilerek, giderek daha fazla antisemitik aristokrasinin
salonlarına yöneldiler ve oralarda eski güzel günleri geri getirmek amacıyla
reaksiyoner hareketleri malî yönden desteklemenin hayallerini kurdular.[27]
Ama bu arada Yahudi
plütokratlar [güçlü zenginler] arasına yeni katılan diğer Yahudi
çevreler, Üçüncü Cumhuriyet’in ticarî yaşamının giderek artan bir bölümünü ele
geçirmeye başlamışlardı. Rothschild’ler, rejime olan etkin ilgilerini bir an
bile geri çekecek olduklarında sadece kabine üyeleri üzerindeki değil,
Yahudiler üzerindeki nüfuzlarını da yitireceklerini, bu basit gerçeği
neredeyse unutmuşlardı ve bu unutuş onların iktidaRIna maloldu. Yahudi
göçmenler, çıkan fırsatı ilk görenler oldular.[28] Gelişimi
itibarıyla bu cumhuriyetin, birleşmiş bir halkın ayaklanmasının mantıksal bir
sonucu olmadığını gayet güzel anlamışlardı. 20.000 civarında Komüncünün
katledilmesinden, askerî bozgun ve ekonomik çöküşten ortaya çıkan şey, aslında
daha en başından hükümet etme yeteneği su götürür bir rejimdi. Üç yıl içinde
mahvolmanın eşiğine gelmiş bir toplum, bas bas bağırarak bir diktatör
arıyordu. (Ayırt edici tek özelliği Sedan’da yenilmek olan) Başkan General
MacMahon’un şahsında bu diktatörü bulduğunu sandı; ama çok geçmeden onun da
eski ekolden bir parlamenterden farklı olmadığı ortaya çıktı ve birkaç yıl
sonra da (1879) istifa etti. Ancak bu arada oportünistlerden radikallere,
koalisyon yanlılarından aşırı sağcılara kadar toplumdaki çeşitli unsurlar,
kendi temsilcilerinden ne tür politikalar isteyecekleri, hangi yöntemlerin
kullanılması gerektiği üzerine kafa patlatıyorlardı. Doğru politika kazanılmış
hakların savunulması, doğru yöntem de çürümeydi.[29] 1881’den
sonra (Leon Say’ın deyişiyle) madrabazlık yegâne yasa haline geldi.
Haklı
olarak Fransa tarihinin bu döneminde, bir zamanlar her kraliyet hanedanının
Saray Yahudilerine sahip olması gibi her siyasî partide Yahudilerin varlığı
üzerinde durulmuştur.[30]
Ancak arada derin bir fark vardı. Yahudi sermayesinin devlete yatırılması,
Avrupa ekonomisinde Yahudilerin üretken bir rol oynamalarını sağlamıştı.
Onların yardımı olmadan ulus-devletin ve bağımsız meslek memuriyetinin gelişmesi
anlaşılır olmaktan çıkar. Hepsi bir yana Batı Yahudileri kurtuluşlarını bu
Saray Yahudilerine borçluydular. Reinach ile suç ortaklarının karanlık işleri bile
kalıcı bir zenginliğe yol açmadı.[31] Bütün
yaptıkları iş yaşamı ile politika arasında varolan gizemli ve skandal
ilişkileri daha da koyu karanlıklar içine gömmek oldu. Çürümüş bir beden üzerindeki
bu asalakların, adamakıllı yozlaşmış bir topluma son derece tehlikeli bir özür
bahanesi vermek gibi bir faydaları oldu. Bu insanlar Yahudi olduğundan, halkın
öfkesinin yatıştırılması gerektiğinde onları günah keçisi yapmak mümkündü.
Sonra işler aynı minval üzre devam edebilirdi. Bu esnada antisemitikler de, her
yerdeki bütün Yahudilerin halkın sağlıklı gövdesi üzerindeki karıncalardan
başka bir şey olmadıklarını “kanıtlamak” için çürümüş toplumun üzerindeki bu
Yahudi asalakları gösterebilirlerdi. Siyasî gövdedeki çürümenin başlamasında
Yahudilerin en ufak bir katkısının olmamasının; (Yahudilerin ait olmadığı bir
burjuva toplumunda) işadamlarının politikasının ve sınırsız rekabet
ülkülerinin, devletin parti politikaları içersinde parçalanmasına yol
açmasının; hâkim sınıfların bırakın bir bütün olarak ülkenin çıkarlarını,
kendi çıkarlarını bile korumaktan âciz olmalarının, onlar için bir önemi
yoktu. Kendilerine vatansever diyen antisemitikler, esasen kendi halkını
baştan ayağa beyazlara boyayıp, geri kalan herkesi toptan mahkûm etmekten
ibaret yeni bir milli duygu örneği sundular.
Yahudilerin
toplumun dışında, ayrı bir grup olarak kalabilmeleri, ancak az çok türdeş ve
istikrarlı bir devlet aygıtı onlar için bir yarar ifade ettiği ve onları
korumakla ilgilendiği sürece mümkün olabilmiştir. Devlet aygıtının çöküşü,
onunla yakından bağlı olan Yahudi saflarında çözülmelere yol açtı. Bu konudaki
ilk işaret, enflasyon döneminde Almanya’da yaşananlara çok benzer bir biçimde,
Fransız uyruğuna yeni geçmiş Yahudilerin Fransa’da doğmuş Yahudilerin
denetimlerinden çıkarak yürüttüğü işlerde baş gösterdi. Ticaret dünyası ile
devlet arasındaki açıklığı bu yeni gelenler doldurdu.
Yine
bu dönemde başlamış ve yukarıdan dayatılan, ama çok daha yıkıcı bir başka süreç
vardı. Devletin hiziplere bölünmesi, Yahudilerin kapalı toplum yapısını
çatlatmasına karşın onları devletin ve toplumun dışında bitkisel hayat
sürdürebilecekleri bir boşluk içine de itmedi. Çünkü Yahudiler çok
zengindiler; ve paranın, gücün en belirgin gerekliliklerinden biri olduğu
devirde, çok da güçlüydüler. Yahudiler daha ziyade siyasal eğilimlerine ya da
daha sıklıkla toplumsal ilişkilerine uygun olarak, bir dizi toplumsal “zümre”
içinde erime eğilimi içine girdiler. Ancak bu gelişme onları yok olmaya
götürmedi. Tersine devlet aygıtıyla olan belli ilişkilerini korudular ve can
alıcı bir farklılıkla da olsa, devlet yatırımlarını yönlendirmeyi sürdürdüler.
Bu yüzden, vaftiz edilmiş ve yeminli bir monarşi yanlısı olmasına rağmen
Arthur Meyer, Panama Skandalı’na karışarak rezil olurken; Üçüncü Cumhuriyet’e
karşı oldukları bilindiği halde, Rusya’ya borç verilmesi işini
Rothschild’lerden başka üstlenen çıkmadı. Bunun anlamı şuydu: Fransız doğumlu
Yahudiler, özel ticari yaşam ile hükümet aygıtı arasında esas bağlantıyı
oluşturan yeni gelenleri izlediler. Ama Yahudiler, şimdiye dek devlet için
yararı su götürmez, güçlü ve bağları sıkı bir topluluk oluşturmuş olsalar da,
artık hepsi toplumun devletin sırtından zenginleşmesine aracılık etmek gibi
ortak bir hedefi paylaşmanın dışında birbirine muhalif kliklere ayrılmışlardı.
CUMHURİYETE KARŞI KİLİSE VE ORDU
İkinci
İmparatorluğun mirası olan ordu, görünüşte bütün bu etkenlerden uzak, görünüşte
bütün bu çürümeden bağışık gibiydi. [Ordu içindeki] Monarşi yanlıları ve
entrikacılar, Boulanger bunalımı sırasında kendilerini açıkça ortaya
koydukları zaman bile Cumhuriyet orduyu hâkimiyeti altına almaya cesaret
edememişti. Daha önce olduğu gibi o zaman da subay sınıfı, [Fransız
Devrimi’nden kaçan] muhacir atalarının devrim savaşları sırasında baba
toprağına karşı savaştığı eski aristokrat ailelerin çocuklarından meydana
geliyordu. Devrimden sonra bu subaylar, reaksiyoner ve cumhuriyet karşıtı
hareketler için bir dayanak noktası oluşturan din adamlarının fazlasıyla
etkisi altındaydılar. [Bu, daha yüksek kariyeri hedefleyen az sayıdaki burjuva
kökenli subay için daha fazla geçerliydi. Çünkü onlar kariyerlerini
Kilise’nin salt şecereye bakmayıp yeteneğe de prim veren eski âdetlerine
borçluydular.]
Girmenin
kolay olduğu topluma ve Meclis’in esnek, kaygan ve vefasız kliklerinin aksine
ordu, kast sistemine özgü sert bir dışlayıcılık arzediyordu. Cumhuriyet’e ve
bütün demokratik etkilere karşı reaksiyoner bir siper oluşturan bu ordu
görevlilerini biraraya getiren şey, ne askeri yaşam, ne meslek onuru ne de esprit
de corps'du [askerlik ruhu]; yalnızca [kast ruhu] kast bağlarıydı.[32]
Devletin orduyu demokratikleştirmeye ve sivil yetkililere bağlamaya
yanaşmayışınm önemli sonuçlan olmuştur. Ordu, ulusun dışında bir varlık haline
gelmiş, bağlılıkları önceden kimsenin tahmin edemeyeceği yönlere kayabilecek
silahlı bir güç yaratılmıştı. Tersine açıklamaların varlığına rağmen gerçekten
de içinde rol almaya istekli olmadığı, vodvili andıran darbe öyküsü, kast
baskısı altındaki bu gücün ne birilerinden yana ne de birilerine karşı
olmadığını yeterince açık biçimde göstemektedir -yeter ki kendi haline
bırakılsın. Hatta o namlı monarşi yanlılığı bile, son tahlilde ayrıcalıklarını
“cumhuriyete aldırmadan, cumhuriyete rağmen, hatta cumhuriyete karşı” savunmaya
hazır, bağımsız bir çıkar grubu olarak kendini korumanın bahanesinden başka bir
şey değildi.[33]
Çağdaş gazeteciler ve sonra da tarihçiler Dreyfus Meselesi sırasında ordu ile
sivil güçler arasındaki çatışmayı, “işadamları ile askerler” arasındaki bir
çatışma şeklinde açıklamak için kahramanca çabalar gösterdiler.[34]
Ancak bugün bu dolaylı antisemitik yorumun ne kadar temelden yoksun olduğunu
biliyoruz. Genel Kurmay’ın istihbarat birimi, yabancı askerî ateşelere satılan
yanlış haberlere, bir dericinin derilere veya Cumhurbaşkanı’nın üvey oğlunun
nişanlara davrandığı gibi muamele ediyordu. [Burada da geçerli olan tek yasa,
arz-talep yasasıydı] ,[35]
Aslında Fransa’nın gizlemesi gerektiğinden çok daha fazla askerî sır keşfetmiş
olmaktan tedirginlik duyan Alman Ateşe Schwartzkoppen’in gayretkeşliği,
ürettiklerinden fazlasını satmaları mümkün olmayan karşı casusluk servisinin bu
beyefendilerini müşkül durumda bırakmış olmalıdır.
Katolik
politikacıların, Avrupa politikalarının devamı olarak, sadece cumhuriyet
karşıtı gibi göründüğü için Fransız ordusunu kullanabileceklerini düşünmeleri
büyük bir hata oldu.[36]
Aslında bu hatanın bedelini Fransa’da sahip olduğu bütün siyasal nüfuzu
yitirmekle ödemek üzere Kilise seçilmişti. Konumu gereği bunu bilecek durumda
olan Esterhazy’nin İkinci Bürosu’nu betimlerken[37] dediği
gibi, istihbarat biriminin fason imalat yapan bir fabrika olduğu ortaya
çıktığında, Fransa’da kimse, hatta ordu bile Kilise kadar rezil olmadı. Geçen
yüzyılın sonlarına doğru Katolik ruhban, eski siyasal gücüne, şu ya da bu
nedenle laik otoritenin sararıp solmakta olduğu bu ordugâhlarda kavuşmaya
çalışmıştı. Köhne bir feodal aristokrasinin ülkeyi ekonomik ve kültürel bir
yıkıma sürüklediği İspanya ile ulusal gruplar arasındaki çatışmaların devleti
gün be gün yıkımla tehdit ettiği Avusturya-Macaristan, kötü örnekler olarak
duruyorlardı. Fransa’nın durumu buna çok benzerdi: Ülkenin süratle çıkar
çatışmalarının batağına battığı görülüyordu.[38] Üçüncü
Cumhuriyet’in siyasal bir boşluğa terkettiği ordu, hiç olmazsa, ordunun
-Clemenceau’nun dediği gibi- “sivil toplumda kişilik bulmuş ilkeleri savunmak
olan varoluş nedenini yitirmeyeceği”, ona sivil bir önderlik sağlayan Katolik
ruhbanın kılavuzluğunu memnuniyetle karşıladı.
Katolik
Kilisesi o zamanlar popülaritesini, cumhuriyet ve demokraside düzenin,
güvenliğin ve siyasal iradenin tümüyle kaybolduğunu gören halk arasındaki
yaygın kuşkuculuğa borçluydu. Kilisenin hiyerarşik yapısı pek çok kişiye bu
kaostan kurtulmanın yegâne yolu gibi görünüyordu. Aslında ruhbana duyulan
saygının nedeni herhangi bir dinî canlanmadan ziyade buydu.[39] Bu
dönemde Kilise’nin en sadık destekçileri doğal olarak, bundan böyle bütün
monarşi yanlısı ve aşırı milliyetçi hareketlere egemen olacak olan “akli”
Katolizm denen şeyin temsilcisi ve tefsircileri, yani “imansız Katolikler”di.
Bu “Katolikler”, bu kurumların ötedünyasal temellerine inanmaksızın, bütün
otoriter kurumlara daha fazla iktidar verilmesini istiyorlardı. Aslında bu hat
ilk kez Drumont tarafından çizilmiş ve daha sonra Maurras tarafından onay
görmüştü.[40]
Katolik
ruhbanın boğazına dek siyasal manevralara gömülmüş olan büyük kesimi, bir uyum
politikası izledi. Dreyfus Meselesi’nin de açıkça gösterdiği gibi, bu politikada
son derece başarılı oldular. O yüzden Victor Basch’ın, Dava’nm yeniden
görülmesini destekleyen Rennes’deki evi, üç rahibin başını çektiği saldırılara
uğramıştı,[41]
bunlardan Dominiken Rahip Didon gibi seçkin bir sima, College D’Arcueil
öğrencilerini “kılıçları çekmeye, dehşet saçmaya, kafaları kesmeye, yakıp
yıkmaya” çağırmaktaydı.[42]
Libre Parole’un (hapishanedeyken intihar eden albayın dul eşi[43])
Madam Henry için açtığı ve o tarihte Fransız halkının üst sınıflarının
şaşırtıcı çürüyüşünün anıtı olan bağış kampanyasında dendiği gibi, kendilerini
“Henry’nin Anısına” ölümsüzleştiren üçyüz küçük rütbeli rahibin oluşturduğu
manzara da aynı anlamı taşımaktaydı. Dreyfus bunalımı sırasında Katolik
Kilisesi’nin izlediği siyasal hat, ne kadrolu ruhban, ne sıradan dinsel
talimatlar ne de kesinlikle homines religiosi [dindar insanlar]
tarafından etkilenmişti. Viyana, Paris ve Cezayir’deki antisemitik eğilimleri
desteklemesinin yanında, Kilise’nin Fransa, Avusturya ve Ispanya’daki
reaksiyoner politikaları muhtemelen Cizvit etkisinin yarattığı dolaysız bir
sonuçtu. Katolik ruhbanın antisemitik okulunu gerek yazılı gerekse sözlü en iyi
temsil edenler daima Cizvitler olmuştur.[44] Bu durum
büyük ölçüde çömezlerin, Yahudi kanı taşımadıklarını dördüncü kuşağa dek
kanıtlamalarını gerektiren nizamnamelerinden ileri gelmekteydi.[45]
Ve 19. yüzyılın başından itibaren Kilise’nin uluslararası politikası,
Cizvitlerin eline geçmişti.[46]
Rothschild’lerin
antisemitik aristokrasinin bulunduğu muhitlere girmesinin, devlet aygıtının
çözülmesini nasıl kolaylaştırdığını önceden görmüştük. Gözde Faubourg Saint-
German zümresi kapılarını yalnızca birkaç Yahudi asilzadesine açmakla
kalmamış, vaftiz edilmiş dalkavuklar, antisemitik Yahudiler de, yeni
gelenlerle birlikte bu kapıdan içeri sürüklenmişlerdi.[47] Dreyfus
ailesi gibi, Alsas’ın bırakılmasını takiben Paris’e göçen Yahudilerin bu
toplumsal yükselişte hayli ağırlıklı bir kesimi oluşturmaları oldukça gariptir.
Bu insanların abartılı vatanseverlikleri, kendilerini Yahudi göçmenlerden
ayırmaya çalışmalarında son derece belirgin bir biçimde ortaya çıkmıştı.
Dreyfus ailesi de bir antisemitiklik alameti benimseyerek asimile olmaya
çalışan Fransız Yahudilerinin bu kesimine aittiler.[48] Fransız
aristokrasisine bu uyarlanışlarının şöyle bir kaçınılmaz sonucu olmuştu:
Yahudiler de, tıpkı yeni edindikleri dostlarının yaptığı gibi, onların izinden
giderek çocuklarım ordu yaşamına sokmaya çalıştılar. İlk sürtüşmelerin ortaya
çıktığı yer de burası oldu. Yahudilerin yüksek sosyeteye girmesi nispeten
barışçıl bir biçimde gerçekleşmişti. Monarşinin geri gelmesi hayallerine rağmen
üst sınıflar siyasal bir omurgadan yoksundular ve şu ya da bu yönde aşırı ve
gereksiz bir ısrarları olmadı. Ama orduda eşitlik istemeye kalkan Yahudiler,
günah çıkarmaya bağışık subayların varlığına müsamahakâr davranmaya hazır
olmayan Cizvitlerin sert ve kararlı muhalefetiyle karşı karşıya geldiler.[49]
Üstelik karşılarına, salonların o rahat havası içinde unutmaya yüz tuttukları,
zaten gelenek ve iş gereği olarak berkitilmiş, ayrıca hâlâ Üçüncü Cumhuriyet’e
ve sivil yönetime karşı uzlaşmaz bir husumetle takviye edilmiş müzmin bir kast
ruhu da dikilmişti.
Bir
modern tarihçi, Yahudiler ile Cizvitler arasındaki mücadeleyi, “iki rakibin,
yüksek Cizvit ruhbanı ile Yahudi plütokrasisinin Fransa’nın orta yerinde,
görünmeyen bir savaş hattı boyunca savaşı” olarak betimlemiştir.[50]
Yahudilerin Cizvitlerin şahsında ilk boyun eğmez düşmanlarını buldukları,
Cizvitlerin ise antisemitizmin ne denli güçlü bir silah olabileceğini derhal
farkeden ilk kişiler oldukları düşünülecek olursa, bu betimleme doğrudur.
Belki de Hitler’den önce, “büyük bir siyasî fikir”[51] olarak
antisemitizmi Avrupa ölçeğinde kullanan ilk girişim buydu. Öte taraftan “rekabet”
eden eşit güçlere sahip iki tarafın varlığı varsayılacaksa, sözkonusu
betimlemenin yanlış olduğu su götürmez. Yahudiler, cumhuriyetin çözülmesiyle
ayrışan diğer kliklerin sahip olduğundan daha fazla bir güç arayışı içinde olmamıştı.
O dönemde bütün istedikleri toplumsal ve işle ilgili çıkarlarının
takipçiliğini yapmaya yetecek kadar nüfuz sahibi olmaktı. Devlet yönetiminde
siyasal hisse sahibi olma emelleri yoktu. Bunun peşinde olan yegâne grup
Cizvitlerdi. Dreyfus’un mahkemesi öncesinde Yahudilerin büyük bir gayret ve
kararlılıkla ordu içinde yer edinmeye çalıştıklarını ve onlara karşı ne denli
yaygın bir husumetin bulunduğunu gösteren yığınla olay olmuştu. Az sayıdaki
Yahudi subaylar sürekli hakarete maruz bırakılarak düello yapmaya
zorlanıyorlardı. Ne var ki Yahudi olmayan arkadaşları onlara düello şahitliği
yapmaya gönüllü değildi. İşte alçak Esterhazy’nin kuralın istisnası olarak sahneye
çıktığı sırada durum buydu.[52]
Dreyfus’un
tutuklanmasının ve mahkûm edilmesinin, şans eseri bir siyasî yangını tutuşturan
basit bir adlî hata mı olduğu, yoksa Genel Kurmay’ın sonunda bir Yahudiye vatan
haini damgası vurma amacıyla o sahte bordroyu basma bilerek mi sızdırdığı
konusu hiçbir zaman tam olarak açığa çıkmamıştır. Dreyfus’un Genel Kurmay’a
giren ilk Yahudi olması ve mevcut koşullar altında bunun sadece can sıkıntısı
değil, bir öfke ve telaş da yaratmış olabileceği ihtimali, ikinci varsayımı güçlendirmektedir.
Ancak Yahudi karşıtı nefret, daha bu karar çıkmadan önce dizginlerinden boşanmıştı.
Henüz sub iud'ıce [hüküm giymemiş] olan bir casusla ilgili
bilgilerin saklanmasını gerektiren geleneğin aksine Genel Kurmay subayları Libre
Parole’a davanın ayrıntılarım ve sanığın adını güle oynaya
vermişlerdir. Görünüşe bakılırsa Yahudilerin hükümetteki nüfuzlarının davanın
hasır altı edilmesine yol açmasından ve bütün işin yatmasından korkmuşlardı.
Fransız Yahudilerinin belli çevrelerinin o sıralarda Yahudi subayların
sallantılı durumlarına ciddi bir biçimde eğildiği bilindiği için, aslında bu
korkular hiç de mesnetsiz değildi.
O
dönemde Panama Skandalı’nın henüz halkın kafasında çok taze olduğu ve
Rothschild’ın Rusya’ya borç para vermesinin Yahudilere olan güvensizliği
artırdığı da unutulmamalıdır.[53]
Burjuva basını her yeni duruşmada Savaş Bakanı Mercier’e övgüler düzmekle
kalmıyor, hatta sosyalistlerin yayın organı Jaures'in gazetesi de
onu “çürümüş politikacıların ve büyük malî sermayenin dehşetengiz baskılarına
göğüs gerdiği” için kutluyordu.[54]
Libre Parole’un bol keseden yaptığı övgülerden Jaures’in de
payına düşeni alması ilginçtir. İki yıl sonra, Bernard Lazare adlî hata üzerine
ilk broşürünü yayımladığında, Jaures’in gazetesi meselenin içeriğini
tartışmaktan özenle kaçınmış, ama bu sosyalist yazarı Rothschild’ın hayranı,
hatta paralı uşağı olmakla suçlamıştı.[55] Yine 1897
gibi geç bir tarihte Dreyfus’un görevine iade edilmesi için yaptığı mücadele
başlayalı hayli süre geçmişken Jaures burada, biri oportünist diğeri dinci iki
burjuva grubunun çatışmasından başka bir şey göremiyordu. Sonunda Rennes’deki
mahkemeden sonra bile Alman Sosyal Demokratı Wilhelm Liebnecht hâlâ, üst
sınıftan birinin yanlış bir kararın kurbanı olabileceğini havsalasına sığdıramadığından,
Dreyfüs’un suçlu olduğuna inanmaktaydı.[56]
Güçlü
bir Yahudi karşıtı hissiyatla renklenmiş radikal ve sosyalist basının
sergilediği kuşkuculuk, Dreyfus ailesinin mahkemenin yeniden açılması için
izledikleri garip taktikler yüzünden de güçlenmekteydi. Masum bir insanı kurtaralım
derken, ancak suçluluk halinde kullanılması normal karşılanabilecek yöntemlere
başvurdular.[57]
Alenilikten onlar da korkuya kapılarak sadece kapalı kapılar ardındaki
manevralara bel bağladılar. Etrafa para saçtılar ve en değerli yardımcılarından
ve davanın en önemli simalarından biri olan Lazare’a sanki paralı bir uşakmış
gibi davrandılar.[58]
En etkin Dreyfusçuları sayarsak, Clemenceau, Zola, Picquard ve Labori,
isimlerini, ancak çabalarım, az veya çok kamusal bir biçimde konunun somut
veçhelerinden ayırmalarıyla kurtarabildiler.[59]
Dreyfus’un
kurtulabileceği ya da kurtarılmaya layık olacağı tek bir temel vardı: Çürümüş
bir meclisin entrikalarının, çökmüş bir toplumun ahlak bozukluğunun ve ruhbanın
iktidar açlığının, insan haklanna dayalı sert Jakoben bir ulus ilkesiyle, tek
bir insanın haklarını çiğnemenin herkesin hakkını çiğnemek olacağını ileri
süren cumhuriyetçi bir komünal yaşam anlayışıyla, dürüstçe, cepheden karşılanması
gerekirdi. Meclise ya da topluma güvenmek savaşı daha başlamadan kaybetmek
demekti. Zengin Katolik burjuvazinin kaynakları Yahudilerin kaynaklarından hiç
de daha eksik değildi. Faubourg Saint-Germain’in ruhban ve aristokrat
ailelerinden, ruhban karşıtı ve radikal küçük burjuvaziye kadar toplumun bütün
yüksek tabakaları, Yahudilerin resmen siyasî kuruluştan uzaklaştırıldığını
görmeyi istiyorlardı. Burjuvazinin Yahudi kesimini karalayarak kendilerini
aklayacaklardı. Bunun için Yahudilerle toplumsal ve ticarî bağlantılarını
yitirmeleri de ödemeye değer bir bedel gibi görünmüştü. Aynı şekilde, Jaures’in
sözlerinden de anlaşılacağı gibi, Dreyfus Meselesi meclis açısından, ahlak abidesi
olduğu zamanlara geri dönmenin ya da daha ziyade bu ünü yeniden kazanmanın
altın bir fırsatı gibi görülmüştü.
Daha
az önemsiz olmamakla birlikte son olarak “Yahudilere ölüm” veya “Fransa
Fransızlarındır” gibi sloganlara gösterilen teveccühte, kitleleri, hükümetin
ve toplumun mevcut durumuyla bağdaştırmanın neredeyse büyülü formülü bulunmuştu.
HALK VE AYAKTAKIMI
Propagandanın
her şeyi başarabileceğini ve konuşmasının yeterince gürültülü ve kurnazca
olması koşuluyla bir insanın her şey hakkında konuşabileceğini düşünmek zamanımızın
ortak hatası ise; “halkın sesinin tanrının sesi olduğuna” ve Clemenceau’nun
küçümseyerek ifade ettiği gibi,[60]
önderin görevi bu sesi [kuzu gibi] izlemek olduğuna inanmak da o dönemin ortak
yanlışıydı. Her iki görüş de aynı temel hataya, ayaktakımım halkın bir
karikatürü olmaktan çok halkla özdeş görmeye dayanmaktadır.
Ayaktakımı
esas olarak içinde bütün sınıfların kalıntılarının temsil edildiği bir
gruptur. Bu durum, ayaktakımının, aynı zamanda toplumun bütün tabakalarını
kapsayan halkla kolayca karıştırılmasına sebep olur. Bütün büyük devrimlerde
halk gerçek temsil için savaşırken ayaktakımı her zaman “güçlü insan”, “güçlü
önder” için haykıracaktır. Çünkü ayaktakımı, temsil edilmediği meclisten olduğu
kadar dışlandığı toplumdan da nefret eder. O nedenle modern ayaktakımı
önderlerinin mükemmel neticeler aldıkları plebisitler, ayaktakımına bel
bağlayan politikacıların eski bir fikridir. Dreyfus karşıtlarının en zeki
önderlerinden biri olan Deroulede, “plebisitle kurulacak bir cumhuriyet”
istemişti.
Yüksek
sosyete ve Üçüncü Cumhuriyet’in politikacıları bir dizi skandal ve devlet
sahtekârlığı sayesinde bir Fransız ayaktakımı yaratmıştı. Şimdi ise kendi
ürünlerine karşı adeta bir ebeveyn yakınlığıyla, hayranlık ve korkunun karıştığı
aidiyet duyguları besliyorlardı. Toplumun kendi yavrularına karşı yapabileceği
en küçük şey onları sözlü olarak korumaktı. Ayaktakımı fiilen Yahudilere ait
dükkânları yağmalar, sokakta Yahudilere saldırırken, yüksek sosyete bu gerçek,
ateşli şiddeti zararsız çocuk oyunlarıymış gibi gösterecek bir dil
kullanmaktaydı.[61]
Bu
açıdan çağdaş belgeler arasında en önemli olanı [Dreyfus Davası’nın intihar
eden albayı] “Henry’nin Anısına” kampanyasıyla, burada Yahudi Sorunu’na
önerilen çeşitli çözümlerdir: Yahudiler, Yunan efsanelerindeki Marsyas gibi
parçalarına ayrılmalıdır; Reinach kaynar suda haşlanmalıdır; Yahudiler yağda
kızartılmalı ya da ölünceye kadar vücutlarına iğneler batırılmalıdır; “boğazına
kadar sünnet” edilmelidirler. Bir grup subay, yeni bir silahı kırsal kesimdeki
Yahudilerin üzerinde denemek için sabırsızlandıklarını söylerler. Bağışçılar
arasında, dördü aktif görevde general olmak üzere binden fazla subay ile Savaş
Bakanı Mercier de bulunmaktaydı. Bağış listesinde, aralarında Yahudilerin de
yer aldığı oldukça büyük sayıda aydının bulunması şaşıtıcıdır.[62]
Üst sınıflar ayaktakımının kendi kanlarından, canlarından olduğunu
biliyorlardı. Hatta dönemin bir Yahudi tarihçisi, ayaktakımının egemen olduğu
sokaklarda Yahudilerin artık güvenlikte olmadığını kendi gözleriyle görmüş
olmasına rağmen bu “büyük toplu hareket”ten gizli bir hayranlıkla söz etmekteydi.[63]
Bu durum olsa olsa çoğu Yahudinin kendilerini yok etmek isteyen bir topluma
nasıl derinden kök saldıklarını göstermeye yarar.
Şayet
Bernanos, Dreyfus Meselesi’ne atfen, antisemitizmi büyük bir siyasal fikir
olarak betimliyorsa, ayaktakımı açısından tamamen haklıdır. Bu fikir şimdiye
dek [Berlin ve] Viyana’da, Ahhvardt hareketinde, Schoenerer ile Lueger tarafından
denenmiş ama hiçbir yerde etkisini Fransa’dakinden daha açık bir biçimde
gösterememişti. Ayaktakımının gözünde Yahudiler, iğrendikleri her şeyi
kişileştirmeye başlamışlardı. Eğer toplumdan nefret ediyorlarsa, Yahudilerin
toplum tarafından nasıl hüsnükabul gördüğünü gösterebilirlerdi; şayet
hükümetten nefret ediyorlarsa Yahudilerin devlet tarafından korunma ya da
devletle özdeşleşme biçimlerine işaret edebilirlerdi. Ayaktakımının sadece
onları avladığını sanmak bir hata olursa da, Yahudilerin gözde kurbanları
arasında yer aldığına hiç kuşku yoktur.
Toplumdan
ve siyasal temsilden dışlanmış olan ayaktakımı zorunlu olarak parlamento dışı
eylemlere yönelir. Üstelik siyasal yaşamın gerçek güçlerini, gözlerden
gizlenmiş, sahne gerisinde iş gören gruplarda aramak eğilimindedir. 19. yüzyıl
boyunca, (özellikle Latin ülkelerinde) Farmasonlar ve Cizvitler gibi,
Yahudilerin de bu kategoriye girdiğine hiçbir kuşku olamaz.[64] Elbette
bu gruplardan herhangi birinin, devasa bir fesat tertibi yoluyla dünyaya
egemen olmak isteyen gizli bir cemiyet oluşturduğu tamamen gerçek dışıdır.
Buna karşılık gizlilikten ne denli uzak da olsa, etkilerini, siyasetin resmî alanının
dışında, büyük ölçüde lobilerde, localarda ve günah çıkarma hücrelerinde
duyurdukları doğrudur. Fransız Devrimi’nden itibaren bu üç grup da Avrupalı
ayaktakımının gözünde dünya politikasının eksenini oluşturmak gibi şüpheli bir
onuru paylaşmışlardır. Dreyfus bunalımı sırasında her biri, dünyanın
egemeliğini ele geçirmek için fesat tertipleme suçlamasını birbirinin üzerine
yıkarak, bu popüler anlayışı sömürebilmişlerdir. “Gizli Yahuda” klişesi, hiç
kuşkusuz, ilk Siyonist Kongresi’nde (1897) dünya çapında bir Yahudi fesadının
kokusunu alan bazı Cizvitlerin uydurmasıdır.[65] Aynı
şekilde “gizli Roma” kavramı da kilise karşıtı (antiklerikal) Farmasonlardan
ve biraz da bazı Yahudilerin ayrım gözetmeden attıkları iftiralardan
kaynaklanmaktadır.
Ayaktakımının
dönekliği dillere destandır. 1899’da rüzgârın yönü değişip başlarında
Clemenceau’nun bulunduğu küçük bir grup gerçek cumhuriyetçi karışık duygularla
ansızın bir bölüm ayaktakımının kendi yanlarına geçtiğini farkettiklerinde,
Dreyfus’un hasımları da başlarına geleni anlayacaklardı.[66] Aslında
Jakoben Clemenceau’nun sesi Fransız halkının bir bölümünü büyük geleneklerine
geri götürmeyi başarmış olmakla birlikte, bu büyük ihtilafın iki tarafı şimdi
bazılarının gözüne “güruhun onayını kazanmak için dalaşa tutuşmuş iki rakip
şarlatan çetesi”[67]
gibi görünmekteydi. O yüzden büyük bilimadamı Emile Duclaux şunları yazabilmekteydi: “Bütün
halkın önünde oynanan ve basının da bütün ulusun rol alması için çalıştığı bu
dramda antik trajedideki gibi iki koronun birbirine hakaret edip durduğunu
görüyoruz. Sahne Fransa, tiyatro ise dünyadır”.
Başlarında
Cizvitler, arkasında ayaktakımı olduğu halde ordu sonunda zaferine inanmış
olarak bu arbedenin içine girdi. Sivil iktidardan gelebilecek karşı saldırı
erken davranıp önlendi. Antisemitik basın, Panama Skandalı’na karışmış
milletvekillerinin adlarının yer aldığı Reinach’ın listesini yayınlayarak
insanları susturdu.[68]
Her şey kolay bir zaferi gösteriyordu. Üçüncü Cumhuriyet’in politikacıları ve
toplum, skandallar ve davalar, yeni bir sınıflar(ın)dan dışlanmışlar sınıfı
yaratmıştı; kendi yarattıkları şeye karşı savaşmaları beklenemezdi. Ordu
aracılığıyla Cizvitler çürümüş sivil iktidara galebe çaldılar. Kansız darbeye
giden yol böylece hazırlanmış oldu.
Şeytan
Adası’ndan yakınlarını kurtarmak için garip yöntemler deneyenler sadece
Dreyfus ailesinden ibaret kaldığı ve antisemitik salonlarla daha da antisemitik
ordu içindeki konumlarından kaygılananlar bir tek Yahudiler olduğu sürece her
şey kesinlikle bu yola işaret ediyordu. Bu yönden ne topluma ne de orduya
yönelik bir saldırı gelmesi için hiçbir sebep yoktu. Yahudilerin tek arzusu
topluma kabul edilmeye ve silahlı kuvvetlere alınmaya devam etmeleri değil
miydi? Askerî ya da sivil çevrelerde kimsenin onlar yüzünden uykusuz tek bir
gece geçirmesi gerekmiyordu.[69]
O nedenle, Genel Kurmay istihbaratında iyi bir Katolik arka plana, mükemmel bir
askerî geleceğe ve Yahudilere karşı “yeterli” düzeyde bir antipatiye sahip
olmakla birlikte amacın aracı haklılaştırdığı ilkesini henüz benimsememiş yüksek
rütbeli bir subayın varolduğunun duyulması herkesi çok şaşırtmıştı. Vicdanı
toplumsal aidiyetlerden ya da meslek! hırslardan tamamen bağımsız kalmış bu
adam Picquard idi. Genel Kurmay bu basit, sessiz, siyasetle tamamen ilgisiz
insanla başedemedi. Picquard bir kahraman veya büyük bir fedakâr değildi.
Tehlike anlarında (ama bir dakika önce değil), günlük işlerini yaparken ki
kuşku götürmez kesinlikle ülkesini savunmak için ayağa kalkan, kamu işlerine
ortalama bir ilgiyle yaklaşan, ortalama bir vatandaş örneğiydi.[70]
Buna karşın davanın ciddiyeti ancak, yığınla gecikme ve tereddüdün ardından
Clemenceau sonunda Dreyfus’un masum ve cumhuriyetin de tehlikede olduğuna
kanaat getirdiğinde arttı. Mücadelenin başlarında davanın çevresinde Zola,
Anatole France, E.Duclaux, tarihçi Gabriel Monod ve Ecole Normale’in kütüphane
müdürü Lucien Herr gibi bir avuç tanınmış yazar ve bilimadamı toplanmıştı.
Bunlara, daha sonra Cahiers de la quinzaine’de tarih çalışarak isim yapacak
olan küçük ve önemsiz bir genç aydınlar çevresini eklemek gerekir.[71]
Ancak Clemenceau’nun müttefiklerinin nöbet listesi bundan ibaretti. Yanında ne
itibarlı tek bir politikacı ne de siyasal bir grup bulunmaktaydı. Clemenceau’nun
yaklaşımındaki büyüklük, somut bir adlî hataya karşı yönelmiş olmaktan ziyade,
adalet, özgürlük ve sivil erdem gibi “soyut” düşüncelere dayanmasından
geliyordu. Kısacası eskinin Jakoben vatanseverliğini oluşturan ve tam da
çoktandır çamura ve küfüre boğulmuş olana karşı çıkan bu kavramlara dayanmaktaydı.
Zaman geçiyor ama Clemenceau tehditler ve hayal kırıklıklarına rağmen hiç
istifini bozmadan aynı hakikatleri söylemeye devam ediyordu. Oysa daha “somut”
milliyetçiler ayaklarının altındaki toprağı yitirdiler. Dreyfus’u
destekleyenleri “metafizik orjisine” dalmış olmakla suçlayan Barres gibilerini
izleyenler, “Kaplanan soyutlamalarının siyasal gerçeklere, mahvolmuş işadamlarının
ya da mütevekkil aydınların kısır gelenekçiliğinin sıfırlı kavrayışından çok
daha yakın düştüğünü anlamaya başladılar.[72] Gerçekçi
milliyetçilerin somut yaklaşımının onları götürdüğü yer, Fransa’nın
yenilmesinden sonra, ona son olayların siyasal anlamını yorumlayarak ve
Nazilerle işbirliği yapmasını tavsiye eden bir kadın müneccimle güneye kaçışı
sırasında Charles Mauras’ın nasıl düşüşün “onurunu ve hazzını” yaşadığını
anlatan paha biçilmez hikâyede ifadesini bulmuştur.[73]
Her
ne kadar Dreyfus’un tutuklanmasından sonraki üç yıl süresince, Clemenceau’nun
kampanyasının başlamasından önce antisemitizmin zemin kazandığına şüphe yoksa
da ve yine Yahudi karşıtı basın, belli başlı gazetelerin tirajına yakın bir
tiraja kavuşmuş olsa da sokaklar sessizliğini korumaktaydı. Ayaktakımı ancak
Clemenceau EAurore’de yazılarına başladığı, Zola J’Auccuse’u
yayımladığı ve Rennes mahkemesi kasvetli duruşmalar dizisine başladığında eyleme
geçti. Küçük bir azınlık olduğu bilinen Dreyfus yanlılarına indirilen her
darbeyi, sokaklarda az çok şiddet içeren kargaşalar izledi.[74]
Ayaktakımını Genel Kurmay’ın örgütlemesi dikkate değerdir. İpler ordudan,
doğrudan ya da dolaylı olarak, yazılarıyla ya da editörlerin müdahaleleriyle
öğrencileri, monarşi yanlılarını, maceracıları, alelade haydutları seferber
ederek sokaklara döken Libre Parole’a kadar uzanmaktaydı. Zola
bir kelime yazacak olsa hemen evinin camlan indiriliyordu. Scheurer-Kestner,
Sömürge Bakanı’na mektup yazacak olsa derhal sokak ortasında dövülüyor, bu
arada gazeteler özel yaşamına küfürlü saldırılarda bulunuyorlardı. Eğer Zola
kendisine yöneltilen suçlamalardan beraat edecek olsaydı rivayetlere göre
mahkeme salonundan canlı çıkamayacaktı.
“Yahudilere
ölüm” narası bütün ülkeye yayıldı. Lyon’da, Rennes’de, Nantes’da, Tours’da,
Bordeaux’da, Clermont- Ferrant’da ve Marsilya’da -aslında her yerde-
antisemitik gösteriler patlak verdi. Hepsi de bizi aynı kaynağa götürmektedir.
Halk infialleri aynı günde ve tamı tamına aynı saatte ortaya çıkıyordu.[75]
Guerin’in önderliğinde askerî bir yapı kazanmıştı. Sokaklarda antisemitik hücum
kıtaları görülüyordu ve Dreyfus yanlısı her toplantının kanlı bir biçimde
sonlanacağı kesindi. Polisin suç ortaklığı ise her yerde son derece aşikârdı.[76]
Dreyfus
karşıtlarının saflarındaki en modern sima muhtemelen Jules Guerin’di. İş
yaşamında başarısızlığa uğrayan Guerin siyasal yaşamına bir polis muhbiri
olarak başlamış ve yeraltı dünyasına damgasını vuran disiplin ve örgütleme
yeteneğini burada kazanmıştı. Sonraları bu yeteneğini siyasal kanallara
yönelterek Antisemitik Birlik’in kurucusu oldu ve başına geçti. Yüksek sosyete
ilk cani kahramanını onun şahsında bulmuştu. Guerin’e yaltaklanmakla burjuva
toplumu, etik ve moral düsturlarıyla birlikte “iyi” ile olan bağlarını da
kopardığını açıkça göstermekteydi. Birlik’in arkasında iki aristokrat, Orleans
Dükü ile Mores Markizi bulunmaktaydı. Bunlarda İkincisi servetini Amerika’da
yitirdi ve Paris kasaplarından bir katliam tugayı oluşturmakla ünlendi.
Bu
modern eğilimler arasında en dokunaklı olanı Chabrol Kalesi denilen yerde
yapılan gülünç kuşatmaydı. Polisin içerdekileri tutuklama kararı çıkarttığı bu
evde, Antisemitik Birlik’in seçkinleri toplanmıştı. Tertibat, çağına göre
teknik mükemmellik abidesiydi. “Pencereler demir kafeslerle korunuyordu.
Bodrumdan çatıya kadar elektrikli zil ve telefon sistemi bulunmaktaydı. Her
zaman kilitli ve sürgülü tutulan yekpare girişin beş yarda kadar arkasında
demirden dökülmüş uzun bir ızgara vardı. Sağda, ızgara ile ana girişin
arasında, kasap lejyonlarından adeta cımbızla seçilmiş nöbetçilerin gece
gündüz nöbet tuttukları, demir kaplama küçük bir kapı bulunmaktaydı.”[77]
Cezayir pogromlarının tahrikçisi, o dönemde de Paris’in ayaktakımımn coşkulu
alkışları altında “özgürlük ağacını Yahudilerin kanıyla sulama” çağrısı yapan
Max Regies de bu yakın tarihin bir simasıdır. Regies, hareketin yasal ve
parlamenter yöntemlerle iktidara ulaşmayı uman kesiminin temsilcisiydi. Bu
programa göre kendini Cezayir Belediye Başkanlığı’na seçtirerek bu makamı
yığınla Yahudinin öldürüldüğü, Yahudi kadınlara saldırıldığı ve Yahudilere ait
dükkânların yağmalandığı pogromların düzenlenmesinde kullanmıştı. Yine en ünlü
Fransız antisemitiği olan kibar ve kültürlü Edouard Drumont, meclisteki yerini
ona borçluydu.
Bütün
bunlarda yeni olan ayaktakımının etkinliği değildi; zira bunun uzun bir geçmişi
vardı. O sırada -bize son derece tanıdık gelmekle birlikte- yeni ve şaşırtıcı
olan, ayaktaki- nin örgütlenmesi ve önderlerinin şahsında kahramana tapınma
olgusuydu. Ayaktakımı, birlikte genç aydınlar denen şeyi oluşturan Barres,
Maurass ve Daudet’nin benimsediği bu “somut” milliyetçiliğin doğrudan faili
haline gelmişti. Halkı küçümseyen ama kendileri de yakın zamanda yıkıcı ve
köhne bir estetizm kültünden doğmuş bu insanlar, ayak- takımında eril ve ilkel
bir “kuwet”in canlı bir ifadesini görmüşlerdi. Ayaktakımını halkla ilk kez
özdeşleştiren ve ayaktakımının önderlerini ulusal kahramanlar haline
dörüştürenler onlar ve kuramları oldu.[78] Bu
kişilerin kötümserlik felsefesi ve kıyamete duydukları düşkünlük, Avrupalı
entelijensiyanın çöküşünün ilk işareti oldu.
Clemenceau
bile ayaktakımını halk ile özdeş görme iğvasına kapılmaktan bağışık değildi.
Onu böyle bir yanlışa özellikle yatkın kılan şey, “soyut” adalet sorununa karşı
İşçi Partisi’nin ısrarla sürdürdüğü belirsiz tutumdu. Sosyalistler dahil hiçbir
parti adaletin kendisini bir mesele haline getirmeye, “adaleti, uygar insanlar
arasındaki yegâne kopmaz bağ yapma”ya hazır değildi.[79]
Sosyalistler, işçilerin çıkarlarını, oportünistler liberal burjuvazinin
çıkarlarını, koalisyoncular, Katolik yüksek sınıfların, radikaller de kilise
karşıtı küçük burjuvazinin çıkarlarını desteklemekteydi. Sosyalistlerin,
türdeş ve birleşik bir sınıf adına konuşmak gibi bir üstünlükleri vardı.
Burjuva partilerinden farklı olarak, sayısız hizibe ve entrikacı gruba
bölünmüş bir toplumun temsilcisi değildiler. Buna karşın asıl olarak kendi
sınıflarının çıkarlarıyla ilgilendiler. İnsanî dayanışma gibi daha yüksek bir
yükümlülüğü dert edinmediler; toplu yaşamın gerçekten ne anlama geldiğine dair
bir anlayışları yoktu. Fransa Partisi’nde Jaures’in dengi olan Jules Guesde’nin
şu gözlemi, sosyalistlerin tutumunu yansıtmak açısından son derece tipiktir:
“Yasa da onur da laftan ibarettir”.
Milliyetçilerin
başlıca özelliği olan nihilizm, Dreyfus yanlılarına karşı olanların tekelinde
değildi. Tersine sosyalistlerin büyük bir bölümü ile Guesde gibi Dreyfus’un
şampiyonluğunu yapanların çoğu aynı dili konuşmaktaydılar. Örneğin Katolik La
Croix, “artık sorun Dreyfus’un masum mu yoksa suçlu mu olduğu değil; ordunun
dostlarının mı yoksa düşmanlarının mı kazanacağı sorunudur” dediğinde, Dreyfus
yanlıları da mutadıs mutandis [gerekli değişiklikler yapılmak
kaydıyla] buna eş bir duyarlılık sergileyebilmekteydiler.[80] Sadece
ayaktakımı değil, Fransa halkının hatırı sayılır bir bölümü de, halkın bir
grubunun hukuktan dışlanıp dışlanmadığı meselesiyle -iyi ihtimalle- hiç
ilgilenmediğini ortaya koymuştu.
Ayaktakımı,
Dreyfus yanlılarına karşı terör hareketini başlattığında, yolu önceden açılmış
buldu. Clemenceau’nun belirttiği gibi Parisli işçiler, meseleye bütün olarak
bakmadılar. Burjuvazinin çeşitli unsurlarının kendi aralarında kavgaya
tutuşmuş olmalarının, kendi çıkarlarını etkilemeyeceğini düşünüyorlardı.
“Halkın da açık rızası ile” diye yazdı Clemenceau, “dünyanın gözü önünde
‘demokrasileri’nin başarısızlığını ilan ettiler. Onlar aracılığıyla egemen bir
halk, yanılmaz majestelerinden mahrum, kendi adaletinden sürüldüğünü
göstermektedir. O yüzden bu kötülüğün başımıza halkın suç ortaklığı yüzünden
geldiğini yadsımak sözkonusu değildir ... Halk, tanrı değildir. Bu yeni tanrılığın
günün birinde kendi kazdığı çukura düşeceği öngörülebilirdi. Toprağın enine
boyuna yayılmış kolektif bir tiran, kendi tahtına kurulmuş tek bir tirandan
daha kabul edilir değildir.”[81]
Sonunda
Clemenceau, Jaures’i, tek bir insanın haklarının çiğnenmesinin, herkesin haklarının
çiğnenmesi anlamına geldiğine ikna etti. Ama bunda başarılı olmasının nedeni,
hak yiyicilerin Devrim’den itibaren müzmin halk düşmanları, aristokrasi
olmasıydı (yani aristokrasi ile ruhban). İşçileri sonunda sokaklara döken şey,
cumhuriyetten, adaletten ve özgürlükten yana olmaları değil, zenginlere ve
ruhbana karşı olmalarıydı. Gerek Jaures’in konuşmalarının gerekse
Clemenceau’nun yazılarının, insan haklarına duyulan eski devrimci tutkuyu
hatırlattığı doğrudur. Yine, bu tutkunun insanları mücadeleye çekecek kadar
güçlü olduğu da doğrudur, ama önce salt adaletin ve cumhuriyetin onurunun
değil, aynı zamanda kendi sınıf “çıkarları”nm da sözkonusu olduğuna
inandırılmaları gerekmişti. Gerek ülke içindeki gerekse dışındaki çok sayıda
sosyalist bunu hâlâ (kendi ifadeleriyle) burjuvazinin kendi arasındaki dalaşa
karışmak, dolayısıyla bir hata olarak görüyor, ya da cumhuriyeti korumaktan
rahatsızlık duyuyordu.
Sonunda
kısmen de olsa işçileri bu kayıtsızlık halinden çıkartan ilk kişi, halkın
sevgilisi Zola oldu. Ne var ki cumhuriyeti konu ettiği ünlü iddianamesinde
kesin siyasal olguları ortaya sermekten cayıp, “kutsal Roma” cinini şişeden
çıkartarak ayaktakımının tutkularına kapılan ilk kişi de yine Zola oldu.
Zola’nm broşürlerinden fark edilmesi olanaksız olan gerçek başarısı, yaşamı ve
eserlerinde halkı “tapınma kertesi”nde yücelten ve tıpkı Clemenceau gibi
hiçbir zaman ayaktakımını halktan ayırt edememiş olan bu adamın kitlelere
meydan okurken, savaşırken ve sonunda onları fethederken sergilediği kararlılık
ve gözüpeklikten ibarettir. “İnsanların en güçlü monarklara karşı direndikleri
ve önlerinde eğilmedikleri görülmüştür, ama pek azı yığma karşı koymuş, yanlış
yönlendirilmiş kitlelerin önünde tek başına durmuş, aman tanımaz
çılgınlıklarının karşısına silahsız çıkmış ve kollarını kavuşturup ‘evet’
yerine ‘hayır’ deme cesaretini göstermiştir!”.[82]
Paris
sosyalistleri ilk toplantılarını yapıp, Dreyfus davasının düzeltilmesini
isteyen bir karar aldıklarında, J’Accuse henüz ortalarda yoktu. Ama sadece beş
gün sonra otuziki sosyalist görevli çarçabuk bir bildirge yayınlayarak, “sınıf
düşmanı” Dreyfus’un kaderinin kendi meseleleri olmadığını ilan ettiler.
Partinin Paris’teki unsurlarının büyük bölümü bu bildirgenin arkasında yer
aldı. Dreyfus Meselesi parti saflarında bir ayrılmaya neden olmuştu gerçi, ama
partide, Antisemitik Birlik’in sokakların denetimini eline geçirmesini
önleyen yeter sayıda Dreyfus yanlısı bulunmaktaydı. Hatta bir sosyalist
toplantıda antisemitizm, “yeni bir tutuculuk biçimi” olarak damgalandı. Ancak
parlamento seçimlerinden birkaç ay sonra Jaures geri dönmedi ve bundan kısa
bir süre sonra Savaş Bakanı Cavaignac, Meclis’te Dreyfus’a saldıran ve orduyu
öven bir konuşma yaptığında, delegeler sadece iki aleyhte oyla bu söylevin metnini
Paris’in duvarlarına asmaya karar verdiler. Benzer şekilde aynı yılın Ekim
ayında büyük Paris grevi patlak verdiğinde Alman Büyükelçisi Münster, kendinden
emin bir biçimde Berlin’e şu mesajı geçti: “Geniş kitleler açısından
bakıldığında bu grevin hiçbir siyasal anlamı yok. İşçiler sadece ücret artışı
için sokaktalar ve greve son vermek zorunda kalacaklar. Dreyfus davasına ise
kafalarını hiç takmıyorlar.”[83]
O
zaman, genel bir ifadeyle Dreyfus’u destekleyenler kimdi? Zola’nın J’Accuse’unu
adeta yiyip yutan, Clemenceau’nun makalelerini sofuca takip eden 300.000
Fransız kimdi? Sonunda Fransa’daki her sınıfı, hatta her aileyi Dreyfus
meselesinde rakip hiziplere bölmeyi başaran bu insanlar kimdi? Yanıt, bir
parti ya da türdeş bir grup oluşturmadıklarıdır. Dendiği gibi üst sınıflardan
ziyade alt sınıflardan geliyorlardı; yeterince tanımlayıcı olacak bir
karşılaştırmayla aralarında doktorlar, avukat ya da devlet memurlarından daha
fazlaydı. Farklı unsurlardan oluşan bir karışımdılar: Zola ve Peguy ya da Jaures
ve Picquard gibi bugün biraraya gelip ertesi gün yollarını ayıracak kadar
birbirinden ayrı insanlardı. “Ortak hiçbir yanları olmayan, hatta birbiriyle
çatışan siyasal partiler ve dini cemaatlerden geliyorlar ... Birbirlerini hiç
tanımıyorlar. Savaşıyorlar ve fırsat olsa yeniden savaşırlar. Kendinizi
aldatmayın; bunlar Fransız demokasisinin ‘seçkinleri’dirler.”[84]
Şayet
Clemenceau o zamanlar dikkatini Fransa’nın gerçek halkına çekmeye çalışanlara
kulak verecek özgüvene sahip olsaydı, kariyerinin bundan sonraki dönemine
damgasını vuran o ölümcül kibrin tuzağına düşmeyebilirdi. Dreyfus Meselesi
sırasında yaşadıklarından sonra halktan umudunu kesti, insanları küçük görmeye
başladı ve sonunda cumhuriyeti sadece kendisinin koruyabileceğine hükmetti.
Asla ayaktakımının soytarılarına şakşakçılık edecek kadar alçalmadı. O yüzden
ayaktakımını halkla aynı görmeye başlar başlamaz, aslında bindiği dalı kesmiş
oldu ve bu o andan sonra asık yüzlü, kibirli bir ifade takınmak zorunda kaldı.
Fransa
halkı, aileler düzeyinde parçalanmaktaydı. Bu parçalanmanın, siyasal ifadesini
sadece işçi partisi saflarında bulmuş olması yeterince tanımlayıcıdır.
Parlamentodaki bütün gruplar dahil diğer herkes, mahkemenin yeniden görülmesi
için açılan kampanyaya daha başından itibaren oybirliğiyle karşıydılar. Ne var
ki bütün bunlar, burjuva partilerinin artık seçmenlerin gerçek duygularını
temsil etmediği anlamına gelmekteydi; çünkü sosyalistler arasında son derece
aşikâr olan çözülme, halkın neredeyse bütün kesimleri arasında da sözkonusuydu.
Clemencau’nun adalet talebi, azınlığın varolduğu her yerde yankı buldu ve bu
türdeş olmayan azınlık, Dreyfus yanlılarını oluşturmaktaydı. Orduya ve ordunun
arkasında yer alan kokuşmuş cumhuriyete karşı savaş, 1897’nin sonlarından
1900’de Fuar’ın açılışına kadar Fransa’nın iç politikasının hâkim ögesiydi.
Aynı zamanda ülkenin dış politikası üzerinde de farkedilir bir etkisi vardı.
Buna karşın, sonunda kısmî bir zaferle noktalanacak olan bütün bu mücadele,
tamamen Parlamento’nun dışında cereyan etmişti. İşçi ve burjuva her renkten 600
delegenin doldurduğu bu sözde temsilî organda, 1898’de Dreyfus’u destekleyen
sadece iki kişi vardı ve bunlardan Jaures de yeniden seçilememişti.
Dreyfus
Meselesi’nde rahatsız edici bir husus, parlamento dışı yollara başvurmak
zorunda kalanların sadece ayaktakımından ibaret olmamasıydı. Deyim yerindeyse
Parlamento, demokrasi ve cumhuriyet için savaşan bütün bu azınlık da savaşını
Meclis dışında vermeye mecbur edilmişti. Bu iki unsur arasındaki yegâne fark,
birinin sokakları kullanırken, ötekinin basma ve mahkemelere başvurmasıydı.
Başka bir deyişle Dreyfus bunalımı sırasında Fransa’nın bütün siyasal yaşamı
Parlamento dışına taşınmıştı. Parlamento’da, mahkemenin yeniden görülmesine
karşı ve ordu lehine tek tük oy çıkmış olması da bu sonucu geçersiz
kılmamaktadır. Paris Fuarı’nın açılmasından kısa bir süre önce, Parlamento’daki
hava dönmeye başladığı sıralarda Savaş Bakanı Gallifet’in doğru bir biçimde
bunun hiçbir suretle ülkenin ruh halini yansıtmadığını söyleyebildiğini
unutmamak gerekir.[85]
Öte yandan mahkemenin yeniden görülmesini reddeden oylama da, Cizvitlerle bazı
radikal antisemitiklerin ordunun yardımıyla devreye sokmaya çalıştıkları bir
askerî darbe politikasının tasdiki gibi görülmemelidir.[86] Tersine
bu, statükoda herhangi bir değişikliğe karşı basit ve açık bir direnişten
kaynaklanmıştı. Meclis’te aynı oranda ezici bir çoğunluğun, askerî-dinî bir
diktatörlüğü reddettiği bir vakıaydı.
Siyaseti,
kazanılmış çıkarların meslekî temsili olarak görmeyi öğrenmiş parlamento
mensuplarının, “meslekleri”nin ve kazançlarının bağlı olduğu bu durumu korumak
için çırpınmaları doğaldı. Üstelik Dreyfus Davası keza halkın da,
temsilcilerinden bir devlet adamı gibi hareket etmelerinden ziyade kendi özel
çıkarlarına bakmalarını istediğini ortaya koymuştu. Seçim propagandasında bu
davanın sözünü etmek hiç akıllıca bir iş olmazdı. Bu durum salt
antisemitizmden ileri gelmiş olsaydı, Dreyfusçuların durumu kesinlikle umutsuz
olurdu. Aslına bakılırsa seçimler sırasında işçi sınıfı arasında hatırı
sayılır bir destek bulmuşlardı. Buna karşın Dreyfus’un yanında olanlar bile bu
siyasal sorunun seçimlerin ortasına sürüklendiğine dikkat etmediler. Gerçekte
Jaures’in seçimi kaybetmesinin nedeni bu konuyu ısrarla kampanyasının merkezi
yapmaya çalışmasından kaynaklanmıştı.
Clemenceau
ile Dreyfus yanlıları, bütün sınıflardan geniş kesimleri davanın yeniden
görülmesi talebinde biraraya getirmeyi başarmışlardı. Katolikler ise bir blok
halinde tepkilerini ortaya koydular; aralarında herhangi bir görüş ayrılığı
bulunmuyordu. Aristokrasiyi ve Genel Kurmay’ı sevk ve idare ederken Cizvitlerin
yaptığını, Fransa’da bütün Katolik gazeteler arasında en yüksek satış oranına
sahip La Croix’i elinde bulunduran Assumptionistler de alt ve
orta sınıflar için yaptılar.[87]
Her iki grubun ajitasyonları da Yahudiler etrafında cumhuriyete karşı
yöneltilmişti. Her ikisi de kendilerini “uluslararası Yahudilik”in
entrikalarına karşı kamu yararının ve ordunun savunucuları olarak
gösteriyorlardı. Ne var ki dünyanın her yanındaki Katolik basının oybirliğiyle
Dreyfus’a karşı olması, Fransa’daki Katoliklerin tutumundan daha dikkat
çekiciydi. “Bütün bu gazeteciler, üstlerinin bir emriyle yürüyüşe geçtiler”.[88]
Dava ilerledikçe, Fransa’da Yahudilere karşı ajitasyonun uluslararası bir çizgi
izlediği daha da belirginleşti. Örneğin Civilta Caltolica,
Yahudilerin, Fransa, Almanya, Avusturya ve İtalya’da, her yerde Ulus’tan
dışlanması gerektiğini bildirdi. Çağın gerektirdiği güç politikalarının,
sömürgeci emellerin etkileşimine bağlı olduğunu ilk farkedenler Katolik
politikacılar oldu. O nedenle, Yahudilerin İngiltere’nin ajanları olduklarını
ilan ederek, böylelikle de onlara yönelik antagonizmayı Anglofobi
[İngiltere düşmanlığı] ile
özdeşleyerek, antisemitizmi emperyalizme bağlayan ilk kişiler onlar oldu.[89]
Bu anlamda Yahudilerin ana figürü oluşturdukları Dreyfus Davası, oyunlarını
oynamaları için çok iyi bir fırsat oluşturdu. Şayet İngiltere Mısır’ı
Fransızlardan alsaydı bu olaydan Yahudiler sorumlu tutulur[90] ve tabiî
ki “Rotschild emperyalizminin Anglo-Amerikan ittifak arayışı içinde olduğu
ilan edilirdi.[91]
Bu özel sahnenin perdesi kapandığında, sözkonusu Katolik oyunun Fransa ile
sınırlı olmadığı açığa çıktı. 1899’un sonunda, Dreyfus’tan özür dilendiğinde ve
Fuar’ın boykot edileceği korkusu yüzünden Fransız kamuoyu çarkettiğinde,
antisemitizmin dünyanın her köşesine yayılmasını durdurmak için Papa XIII. Leo
ile bir görüşme yapmak yetti.[92]
Hatta Katolik olmayanlar arasında coşkun bir Dreyfus şampiyonluğunun yapıldığı
Amerika’da bile 1897’den sonra Katolik basında, her ne kadar XIII. Leo ile
yapılan görüşmenin ardından bir gecede yatışmış olsa da, antisemitik
hissiyatta belirgin bir canlanma olduğunu görmek mümkündü.[93]
Antisemitizmi Katolikliğin bir aracı olarak kullanan “büyük strateji”
böylelikle ölü doğmuş oldu.
YAHUDİLER VE DREYFUSÇULAR
Talihsiz
yüzbaşı Dreyfus’un davası, bütün dünyaya her Yahudi soyluda ve
mültimilyonerde, ülkesi olmayan, insan haklarından yoksun, toplumun
ayrıcalıklarından mahrum etmekten memnuniyet duyacağı eski zaman paryalığmdan
hâlâ bir şeyler kaldığını göstermişti. Ne var ki hiç kimse bu gerçeği
kavramakta kurtulmuş Yahudiler kadar zorlanmadı. “Yabancı ülkelerde doğmuş din
kardeşleriyle dayanışmaya yanaşmamakla da kalmadılar” diyor Bernard Lazare,
“aynı zamanda kendi ödlekliklerinin yarattığı bütün kötülüklerden de onları
sorumlu tutma cihetine gittiler. Gerçek Fransızlardan daha fazla savaş
çığırtkanlığı yapmakla yetinmeyip, başka yerlerdeki kurtulmuş Yahudilerin tümü
gibi kendi iradeleriyle bütün dayanışma bağlarım kopardılar. Aslında öyle
ileri gittiler ki, Fransa’da şehit din kardeşlerini savunmaya hazır üç düzine
insana karşılık, ülkenin en kudurmuş vatanseverleriyle birlikte Şeytan
Adası’nda nöbet beklemeye amâde bin kişi bulabilirsiniz.”[94] Tam da
üzerinde yaşadıkları toprakların siyasal gelişmesinde çok küçük bir rol
oynayabilmiş olmalarından ötürü, yüzyıl boyunca yasal eşitlik meselesini bir
fetiş haline getirdiler. Onlar için bu, ebedî güvenliğin tartışma götürmez
temelini oluşturmaktaydı. Dreyfus Meselesi güvenliklerinin tehlikede olduğunun
sinyallerini vermeye başladığında, siyasal akıl noksanlıklarını başka her
şeyden daha fazla şiddetlendirmiş olan asimilasyon nedeniyle çoktan
parçalanmışlardı. Toplumsal züppeliğin, big business’in [büyük
iş âlemi] ve şimdiye dek görülmedik kazanç fırsatlarının cesedi altında boğulan
toplumun bütün siyasî tutkuları, bu unsurlarla süratle kaynaştılar. Bu
eğilimin yarattığı antipatiden, bu antipatiyi kendi yoksul, ancak o zamana dek
asimde olmamış göçmen din kardeşlerine çevirerek kurtulmayı umdular. Yahudi
olmayan toplumun kendilerine karşı kullandığı taktikleri kullanarak,
Ostjuden’le olan bağlarım koparmaya özen gösterdiler. Kendini Rusya ve
Romanya’daki pogromlarda ortaya koyduğu biçimiyle siyasal antisemitizmi, modern
siyasetin bir gerçeği olmaktan çok uzak, bir Ortaçağ uzantısı gibi görme
havailiğine kapıldılar. Dreyfus Meselesi’nde salt toplumsal statüden daha
fazlasının sözkonusu olduğunu asla anlayamadılar.
Şu
halde Dreyfus’un Fransız Yahudiliği saflarında bu denli az samimi destekçi
bulmasının nedenleri bunlardır. Zanlı durumdaki ailenin kendisi dahil,
Yahudiler siyasal bir savaş başlatmaktan çekinmişlerdi. Bu gerekçelere
dayanarak Zola’nın avukatı Labori’nin, Rennes mahkemesi önünde savunma yapması
reddedilmiş; Dreyfus’un ikinci avukatı Demange, savunmasını şüphe noktasına
dayandırmakla sınırlandırmıştı. Bununla ordudan ya da subaylardan gelebilecek
olası bir saldırıyı övgü seli altında boğmak amaçlanmıştı. Fikir şuydu:
Beraate giden yolda krala yapılan müracaatta, bütün her şeyin adlî bir hata
olduğu, kurbanın Yahudi olmasının da tamamen bir raslantı olduğu iddia
edilecekti. Sonuçta ikinci bir karar verildi ve işin aslıyla yüzleşmeye
yanaşmayan Dreyfus, mahkemenin tekrar görülme isteğinden vazgeçmeye ve bir af
dilekçesi yazmaya, yani suçu kabul etmeye ikna edildi.[95]
Yahudiler, kendilerine karşı siyasal cephede örgütlü bir savaşın sözkonusu
olduğunu göremediler. O nedenle de yüzleştikleri meydan okumayı bu temelde
karşılamaya hazır kimselerin işbirliğine karşı direndiler. Tutumlarında ne
denli kör oldukları, Clemenceau’nun durumundan da açıkça görülmekteydi.
Clemenceau’nun devletin temeli olarak adalet uğruna verdiği mücadele,
kesinlikle Yahudilere yeniden eşit haklar tanınmasını içeriyordu. Ne var ki bir
yandan sınıf mücadelesinin, öte yandan şahlamış aşırı milliyetçiliğin geçerli
olduğu çağda; gerçekte baskı altında olanların baskı uygulayanlara karşı
mücadelesi bağlamında anlaşılmadığı ölçüde, ancak siyasal bir soyutlama olarak
kalabilirdi bu tasarı. Clemenceau, salt bütün dünyanın önünde Yahudilerin
Avrupa’nın baskı gören halklarından biri olduğunu kabul ve ilan ettiği için modern
Yahudiliğin tanıdığı birkaç gerçek dosttan biriydi. Antisemitik biri, Yahudi
bir sonradan görmeye baktığında, onun şahsında türedi bir parya görme
eğilimindedir; dolayısıyla her sokak satıcısında bir Rothschild ve her
dilencide bir sonradan görme bularak korkar. Ama adalet için yanıp tutuşan
Clemenceau, Rothschildlerde hâlâ, ezilmiş, mazlum bir halkın üyelerini
görmekteydi. Fransa’nın ulusal talihsizliğinden duyduğu keder yüzünden,
[kendilerini] halklarının önderleri olarak gösterip, sonra da ilk fırsatta
onları yüzüstü bırakıp kaçan bu “talihsizler”e; cehaletten, zayıflıktan ve
korkaklıktan, herhangi bir aktif mücadelede onları ortaklıktan dışlayacak denli
güçlü olanlara duydukları hayranlıkla gözleri kamaşmış ve ancak savaş
kazanıldığında “galibin yardımına koşabilen”, sindirilmiş ve boyun eğdirilmiş
bu unsurlara gözlerini ve yüreğini açmıştı.
ÖZEL AF VE ANLAMI
Dreyfus’un
dramının aslında bir komedi olduğu, ancak son perdeye gelindiğinde ortaya
çıktı, ikiye bölünmüş ülkeyi birleştiren, Parlamento’yu mahkemenin yeniden
görülmesi lehine döndüren ve sonuçta halkın aşın sağdan sosyalistlere dek farklı
kesimlerini uzlaştıran deus ex machina [fırsat], 1900 yılındaki
Paris Fuarı’ndan başkası değildi. Ne Clemenceau’nun günlük yazılarının ne
Zola’nın tutkusunun ne Jaures’in konuşmalarının ne de halkın ruhbana ve aristokrasiye
karşı duyduğu nefretin başaramadığı şeyi, yani parlamentodaki hissiyatı
Dreyfus’tan yana çevirme işini, sonunda bir boykot korkusu gerçekleştirdi. Bir
yıl önce mahkemenin yeniden görülmesini oybirliğiyle reddeden aynı parlamento,
şimdi üçte iki çoğunlukla Dreyfus karşıtı bir hükümeti kınayan bir karar
çıkardı. Temmuz 1899’da Waldeck-Rousseau kabinesi iktidara geldi. Başkan
Loubet, Dreyfus’a af çıkardı ve bütün meseleyi tasfiye etti. Fuar, en parlak
ticarî ufukla açılmalı ve genel bir dostluk sağlanmalıydı: Sosyalistlere bile
hükümette görev verildi; Ticaret Bakanlığına getirilen Millerand, Avrupa’nın
ilk sosyalist bakanı oldu.
Parlamento,
Dreyfus’un şampiyonu oldu. Bu, sondu. Elbette Clemenceau için bu son bir
yenilgi anlamı taşımaktaydı. Belirsiz özel affa, daha da belirsiz genel affa
sonuna dek karşı çıktı. “Bütün bunlar” diye yazdı Zola, “onurlu insanlarla
külhanbeylerini kokuşmuş, pis bir özel af içinde biraraya getirmekti. Hepsi bir
potada eritildi.”[96]
Clemenceau, tıpkı başlarda olduğu yine tümüyle yalnız kaldı. Sosyalistler,
herkesten önce de Jaures, bu özel ve genel aftan memnuniyet duydular. Onlara
hükümette yer veren ve kendi özel çıkarlarını daha geniş bir biçimde temsil
etmelerini sağlayan bu değil miydi? Birkaç ay sonra, Mayıs 1900’da, Fuar’ın
başarısı sağlama alındıktan sonra asıl gerçek sonuç ortaya çıktı. Bütün bu
yatıştırıcı taktikler Dreyfusçulara fatura edilecekti. Ayrıca bir mahkeme daha
açılması için yapılan oylama 425’e 60 oyla geri çevrildi ve hatta
Clemenceau’nun'1906’da kurulan kendi hükümeti bile bu durumu değiştiremedi;
davayı tekrar gördürmek üzere normal bir mahkemeye havale etmeyi göze almadı.
Temyiz Mahkemesi’nin verdiği (yasadışı) beraat kararı, bir uzlaşıydı. Ama
Clemenceau’nun yenilgisi, Kilise’nin ve ordunun zaferi anlamına gelmiyordu.
Kilise ile devletin ayrılması ve ruhanî eğitimin yasaklanması, Katolisizmin
Fransa’daki etkisine son verdi. Aynı biçimde, istihbarat servisinin Savaş
Bakanlığı’na, yani sivil otoriteye bağlanması da ordunun kabine ve Meclis
üzerindeki şantajcı nüfuzunu kırdı ve polis soruşturmalarını kendi yararına
yönlendirmesini sağlayacak hiçbir dayanak bırakmadı.
1909’da
Drumont, Akademi’den yana saf tuttu. Bir zamanlar antisemitizmi yüzünden
Katoliklerden övgü, halktan alkış almıştı. Oysa şimdi “Fustel’den sonra gelmiş
bu en büyük tarihçi” (Lemaitre), pornografik sayılabilecek Demi- Vierges’in
yazarı Marcel Prevost önünde eğilmek zorunda kalmıştı ve bu yeni “ölümsüz”,
Cizvit Papazı Du Lac’dan tebrik görmüştü.[97] Hatta İsa
Topluluğu, Üçüncü Cumhuriyet ile olan kavgasını besteye bile dökmüştü. Dreyfus
davasının kapanması, dinî antisemitizmin sonunu belgeledi. Üçüncü
Cumhuriyet’in kabul ettiği uzlaşma, Katolik örgütlerin faaliyetlerine
kısıtlama getirirken, olağan bir yargılanma olanağı vermeden sanığı temize
çıkardı. Bernard Lazare, her iki tarafa da eşit haklar tanınmasını istemişti;
oysa devlet, Yahudilere Katoliklerin vicdan özgürlüğünü tehdit eden bir
istisna tanıdı.[98]
Birbirleriyle gerçekte çatışma halinde olan bu iki taraf da yasa dışına
itildiler. Bunun sonucu olarak Yahudi Sorunu da siyasal Katolisizm de o
tarihten sonra pratik siyaset sahnesinden sürülmüş oldular.
Şu
halde kapanan, sadece 19. yüzyılın dip akıntılarının yazılı tarihin
aydınlığında boy gösterdiği bir perdeden ibaretti. Gözle görülebilir yegâne sonucu,
Siyonist hareketi yaratmak oldu; o Siyonist hareket ki Yahudilerin
antisemitizme bulabildikleri yegâne siyasî yanıtı ve o antisemitizm ki
Yahudilerin onları dünya olaylarının merkezine sürükleyecek bir hasım olarak
ciddiye aldıkları yegâne ideolojiyi oluşturmaktaydı.
Kaynak: HANNAH ARENDT Totalitarizmin Kaynakları-1 Antisemitizm,
ÇEVİREN Bahadır Sina Şener The Origins of Totalitarianism- 1951 Hannah Arendt, Penguin USA, İletişim Yayınları 1. BASKI 1996, İstanbul
[1] Bu konudaki en kapsamlı ve vazgeçilmez çalışma
Joseph Reinach’ın l’Affaire Dreyfus'udur,
Paris, 1903-1911, 7 cilt. Sosyalist bakış açısından yazılmış yakın döneme ait
çalışmalar arasında en ayrıntılı olanını Wilhelm Herzog yazmıştır: Der Kampf
einer Republik, Zûrih, 1933. Buradaki
kapsamlı kronolojik tablolar çok önemlidir. Meselenin en iyi siyasal ve
tarihsel değerlendirmesini şurada bulmak mümkündür: D.W Brogan, The
Development of Modem France, 1940,
VI. ve VII. kitaplar. Kısa ve güvenilir bir çalışma da G.Charensol’a aittir, l’Affa- ire
Dreyfus et la troisieme Republique, 1930.
[3] Action Française (19 Temmuz, 1935) . Fransız
basınının kısıtlanmasına övgülerde bulunmakta diğer yandan da “kırk yıl
öncesinin ünlü adalet ve hakikat şampiyonları arkalarında hiç mürit
bırakmadılar” demekteydiler.”
[5] Bunun biricik istisnası olarak, bütün ülkelerde
Dreyfus’a karşı kışkırtmaların çoğunu yapan Katolik gazeteler aşağıda ele
alınacaktır. Öyle ki Amerikan kamuoyu protestolara ek olarak, 1900 yılında
yapılması planlanan Paris Dünya Fuarını örgütlü olarak boykot etmeye
çalışmıştı. Bu tehdidin etkileri hakkında aşağıya bakınız. Kapsamlı bir
araştırma için bakınız: Columbia Üniversitesinde Rose A. Halperin’nin
hazırladığı “Dreyfus Davası’na Amerika’nın tepkisi" (1941) başlıklı
lisansüstü tezi. Yazar, elindeki bu çalışmayı verme nezaketi gösterdiği için
S.W Baron’a teşekkür eder.
ich’ın şansölyesi Hohenlohe’ye,
Rennes’de alman kararın “barbarlığın en kesin işareti olan bayağılıkla
ödlekliğin bir karışımı” olduğunu ve Fransa'nın "böylelikle kendini uygar
uluslar ailesinin dışına attığı”nı yazdı ... Herzog tarafından a.g.e.’de, 12
Eylül 1899 tarihi altında zikredilmektedir. Von Belovv’un görüşüne göre Affaire
[Dava], Alman hür düşüncesinin parolası olmuştu. Bakınız: Denk-
würdigkeiten, Berlin, 1930-31,1, 428.
[9] Hatta Rene Benjamin’den (Clemenceau
dans le retraite, Paris, 1930, s.249) alınan
şu sözler, Clemenceau’nun yaşamının sonlarına doğru artık ona inanmadığını
açıkça göstermektedir: “Umut mu? Olanaksız! Beni heyecanlandıran o şeye, yani
demokrasiye artık inanmıyorsam, nasıl ümit etmeye devam edebilirim?’’.
[10] Action Française’ın tanınmış savunucusu
Weygand, gençliğinde bir Dreyfus karşıtıydı. Genel Kurmay’dayken yaptığı sahtekârlıkların
bedelini intihar ederek ödemiş talihsiz Albay Henry’nin [dul eşi yararına] Liebre
Parole gazetesinin açtığı
kampanyanın bağışçılarından biriydi. Petain’a gelince, Dreyfus karşıtlığı
kanıtlanmış olanlar dışında kimseye hoşgörüyle bakılmadığı bir dönemde
1895-1899 arasında Paris’in askeri hükümetinde Genel Kurmay’da görevliydi.
Bakınız: Contamine de Latour, “Le Marechal Petain”, Revue de Paris içinde,
I, s.57-59. D.W. Brogan’ın, age.,
s.382’deki şu gözlemi yerindedir: Birinci Dünya Savaşı’nın beş mareşalinden
dördü (Foch, Petain, Lyautey ve Fayolle) şiddetle cumhuriyetçiydi, oysa
beşincisi Joffre’nin herkesçe malum ruhbancı eğilimleri vardı.
[11] Petain’ın, neredeyse bütün Fransız Yahudilerini
kapsayan Yahudi karşıtı yasalarının Reich tarafından kendisine dayatıldığı
efsanesi bizzat Fransa’da çürütülmüştür. Özellikle bakınız: Yves Simon, La Grande
Crise de la Republique Française: Observations
sur la vie politique des Français de 1918 a
1938, Montreal, 1941.
[12] Karşılaştırm:Georges Bemanos, La grande
peur des bien-pensarıts, Edouard Dru- mont,
Paris, 1931, s.262.
[13] Waldemar Gurian, Der
integrale Nationalismus in Frarıkreich: Charles Maurras und die Action
Française, (Frankfurt-am Main, 1931,
s.32), monarşist hareketle diğer reaksiyoner eğilimler arasında keskin bir
ayrım yapar. Aynı yazar Dreyfus Davası’nı Die
politischen und sozialen Ideen des französischen Katholi- zismus'da
(M. Gladbach, 1929) ele almaktadır.
[14] Her iki tarafta da bu tür efsanelerin
yaratılması hakkında bakınız: Daniel Halevy, “Apologie pour nötre passe”, Cahiers de
la quinzaine, Series XL, sayı 10,1910.
[15] Zola’nın 1898 tarihli Letter to
France’ında [Fransa’ya Mektup] son derece modem bir tespit göze çarpmaktadır:
“Her yanda özgürlük kavramının iflas ettiğini duyuyoruz. Dreyfus Meselesi’nin
patlak vermesiyle, özgürlüğü hedef alan bu yaygın nefret duygusu da altın bir
fırsat yakalamış oldu ... Scheurer-Kestner’e böylesi bir hiddetle
saldırılmasının yegâne nedeninin, özgürlüğe inanan ve onun için çalışan bir
kuşağın üyesi olmasından ileri geldiğini görmüyor musun? Bugün herkes bu tür
şeylere omuz silkip geçiyor ...'Yaşlı kır sakallılar, yüksek ruhların saati
geçti’ deyip, gülüyorlar.” Herzog, a g.e., 6
Ocak 1898 tarihli.
[16] 90’larda bir darbe tezgâhlamak için yapılan
türlü girişimlerin gülünçlükleri, Rosa Luxemburg'un şu yazısında açık bir
biçimde çözümlenmektedir: “Die soziale Krise in Frankreich", Die Neue
Zeit, cilt I, 1910
[17] Albay Henry’nin Dreyfus dosyasındaki belgeleri
kendi başına mı yoksa Genel Kurmayın talimatıyla mı değiştirdiği de bugün hâlâ
bilinmemektedir. . Aynı şekilde Rennes mahkemeleri sırasında Dreyfus’un avukatı
olan Labori’ye yönelik suikast girişimi asla tam olarak açığa çıkartılamadı.
Karşılaştırın Emil Zola, Correspondance:
lettres Maitre Labori, Paris,
s.32, sayı 1.
[18] Karşılaştırın: Walter Frank, Demokratie
und Nationalismus in Frankreich, Hamburg.
1933, s.273.
[21] Barres (Bemanos’un a.g.e.,
s. 271’de zikrettiği) sözlerle meseleyi özlü bir biçimde ortaya koymaktadır:
"Reinach ne zaman bir şeyler yutsa, Cornelius Herz onu nasıl kusturacağını
bilirdi”.
[23] Reinach ile Herz arasındaki çekişme, Panama
Skandalı’na 19. yüzyılın hiç alışık olmadığı bir çetecilik havası vermektedir.
Herz'in şantajlarına direnirken Reinach işi, hasmmın kellesine onbin Franklık
bir ödül koymaları için eski polis müfettişlerinden yardım almaya kadar
vardırdı. Karşılaştırın: Suarez, a.g.e., s. 157.
[24] I. Levaillant, “La Genese d l’antisemitisme
sous la troiseme Rebuplique”, Rev- ve des Etudes
Juives içinde, cilt 53, 1907, s. 25.
[26] Haute Banque'nin Orleancı hareketle işbirliği
konusunda bakınız: G.Charen- sol, a.g.e.
Bu güçlü grubun sözcülerinden biri, Le Gaulois’in yayıncısı Arthur Meyer’di.
Vaftiz edilmiş bir Yahudi olan Meyer, Dreyfus karşıtlarının en zehirli kesimine
mensuptu. Bakınız: Clemenceau, “Le spectacle du jour”, Uniquite,
1899; yine bakınız:
Hohenlohe’un günlüklerinin girişi, Herzog içinde, a.g.e.,
11
Haziran 1898 tarihli.
man Dışişleri Bakanlığı’nm
arşivlerinden alınmış belgelere dayanmaktadır.
[28] Jacques Reinach, Almanya’da doğmuş, İtalya’da
baronluk unvanı almış ve Fransa uyruğuna geçmişti. Cornelius Herz, Bavyeralı
bir ana babanın oğluydu ve Fransa’da doğmuştu. İlk gençliğinde Amerika’ya göç
eden Herz, Amerikan vatandaşlığına geçerek burada gözkamaştırıcı bir servet
yaptı. Daha fazla ayrıntı için bakınız: Brogan, a.g.e,
s.268 ve devamında.
Panama
Şirketi’nin işleri kötü gitmeye başladığında şirketin ilk malî danışmanı olan
Levy Cremieux'un yerine Reinach’ın geçirilmesi, yerli Yahudilerin devlet
işlerinden tedricen uzaklaşma tarzını göstermek açısından karakteristiktir.
Bakınız: Brogan, a.g.e.,
Kitap VI, bölüm 2.
[29] Georges Lachapelle, Les
Finances de la troisieme Republique, Paris,
1937, s. 54 ve devamında, bürokrasinin kamu fonlarının denetimini eline
geçirişi ve özel çıkarların Bütçe Komisyonu’na nasıl yön verdiği, ayrıntılı bir
biçimde anlatılmaktadır.
Parlamento
üyelerinin ekonomik durumları hakkında karşılaştırın: Bema- nos. a.g.e.,
s. 192: “çoğu, Gambetta gibi iç çamaşırlarını bile değiştirme şansından
yoksundular”.
[30] Frank’ın dediği gibi (a.g.e., s. 321 ve
devamında) sağın Arthur Meyer’i, Boulangerismin Alfred Naquet’i,
oportünistlerin Reinachları ve Radikallerin Dr. Comelius Herz'i vardı.
[31] Drumont'un suçlaması (Les
Tretaux du succes, Paris, 1901, s. 237)
bu yeni gelenler için geçerlidir: “Başlangıçta ellerinde hiçbir şey olmayan ama her şeyi elde
etmiş olan bu büyük Yahudiler, tanrı bilir ya ... sırlar içinde yaşayıp ölmeye
geldiler ... Gelmediler, atladılar ... ölmediler, söndüler".
[32] Yazarı bilinmeyen şu mükemmel makaleye
bakınız: “Dreyfus Davası: Fransız Kamuoyu Üzerine bir Araştırma”, Contemporary
Review, cilt
LXX1V, Ekim, 1898.
[33] Bakınız: Luxemburg, a.g.y.:
“Ordunun harekete geçmekte gönülsüz olmasının nedeni, kendini bir monarşiye
bağlayıp muhalefetin gücünü de yitirmeden, cumhuriyetin sivil gücünü
muhaliflerine göstermek istemesiydi.”
[34] Maximillan Harden (bir Alman Yahudisi) Die Zukunf
da (1898) Dreyfus davasını bu başlık altında anlatmıştır: Antisemitik bir
tarihçi olan Walter Frank, Dreyfus hakkındaki bölümünün başlığında aynı sloganı
kullanmıştır. Bemanos ise aynı anlama gelen şu sözleri söylemiştir: “Doğru ya
da yanlış, demokrasi orduyu en tehlikeli rakibi olarak görür”.
[35] Panama Skandalı’nın öncesinde “Wilson
meselesi’’ denen bir konu yer alır. Başkanın üvey oğlunun bu onur ve
madalya-nişan trafiğini yürüttüğü anlaşılmıştır.
[36] Bakınız: Peder Edouard Lecanuet, Les Signes avant-coureurs
de la separation, 1894-1910, Paris, 1930.
[38] Karşılaştırın: Clemenceau, “La Croisade", a.g.e.:
“İspanya, Roma Kilisesi’nin buyruğu altında inim inim inlemektedir. İtalya’nın
da teslim olacağı görülmektedir. Geriye sadece, çoktandır ölüm-kalım savaşı
vermekte olan Katolik Avusturya ile bugün bile kendisine karşı papalık ordusu
kurulan Devrim Fransa’sı kalmaktadır."
[39] Karşılaştırın: Bernanos, a.g.e., s. 152: “Bu
nokta ne kadar tekrarlansa azdır: İmparatorluğun düşmesini ve yenilgiyi izleyen
bu reaksiyoner hareketten gerçekten kazançlı çıkan, ruhban oldu. Onların
sayesinde 1873’den sonra ulusal reaksiyon, dinsel bir uyanış halini aldı.”
[44] Cizvitlerin dergisi Civilta
Cattolica, onyıllardır dünyadaki nüfuzlu
Katolik dergilerinden biriydi ve açıkça antisemitikti. İtalya faşist olmadan
çok önce Yahudi karşıtı propagandaya başlamıştı. Nazilerin Hıristiyan karşıtı
tutumu da politikasını etkilememiştir. Bakınız: Joshua Starr, “İtalya’nın
Antisemitikleri”, Jewish Social Studies,
1939.
L.
Koch, S.J.’ye göre: “Bütün tarikatlar arasında nizamnamesi ile Yahudi etkilerine
karşı en iyi korunmuş tarikat, İsa’nın Cemaati idi. Jesuiterı-Lexihon,
Paderborn,1934 içinde, “Juden” makalesi.
göre
dışlanmıştı. 1608 tarihli bir fermanla beşinci kuşağa kadar yeniden araştırmalar
başlatıldı; son 1923 tarihli düzenleme bunu dört kuşağa indirdi. Tek tek
durumlarda tarikatlann başı, bu gerekliliklerden sarfı nazar edebilirdi.
[46] Karşılaştırın: H. Boehmer, Les Jesuites,
Almancadan çeviri, Paris, 1910, s.284: “1820’den bu yana Cizvitlerin dikte
ettiği Papa’nın emirlerine karşı çıkabilecek bağımsız ulusal kiliseler mevcut
değildi. Günümüzün yüksek ruhbanı, Kutsal Göl’ün önüne çadırlarını kurdu ve
Kilise, büyük Cizvit münakaşacısı Bellarmin’nin her zaman olmasını istediği
gibi oldu, yani politikalarına Cizvitlerin yön verdiği, gelişmesi bir düğmeye
basılarak belirlenebilen mutlak bir monarşi".
[47] Karşılaştırın: Clemenceau, “Le spectacle du
jour”, a.g.e.:
"Bütün antisemitik soyluların dostu Rothschild... Papadan daha Papacı olan
Arthur Meyer’in tıpkısıdır.”
[48] Dreyfus’un da ait olduğu Alsaslı Yahudiler
hakkında bakınız: Andre Foucault, “Un nouvel aspect de l’Affaire Dreyfus”, Les Oeuvres
Libres’da,1938, s. 310: “Paris’in Yahudi burjuvazisinin gözünde onlar
milliyetçi akıncıların canlı sembolüydüler ... ki bu, burjuvazinin sonradan
görme dindaşlarına karşı sahte, soğuk gönül indirmesiydi. Galyalı örneğine
uygun biçimde tamamen asimile olma, eski yerleşik ailelerimizle içli dışlı
yaşama, devletin en seçkin yerlerini işgal etme arzuları ve Yahudilerin ticari
unsurlarına karşı gösterdikleri aşağılayıcı tutum, son zamanlarda Fransız
uyruğuna geçmiş Galiçyalı ‘Polaklar’a, neredeyse kendi ırklarına ihanet eden
hain görüntüsü vermiştir ... 1894’üıı Dreyfusları mı? Neden, onlar da
antisemitikti!.”
[49] Karşılaştırın: “K.VT.”, The
Contemporary Revievv, LXXiy 598:
“Demokrasinin iradesiyle bütün Fransızlar asker olacaklar; ama belli başlı
komuta yerlerini Kilise’nin iradesiyle Katolikler ellerinde
bulunduracaklardır."
[51] Karşılaştırın: Bernanos, a.g.e., s. 151:
“Böylece antisemitizm gülünç mübalağalar olmadan gerçekten ne olduğunu herkese
gösterdi: Salt bir saplantı, zihinsel bir tuhaflık değil, büyük bir siyasal
fikir".
[52] Bakınız: Esterhazy’nin Hdmond de Rothschild’a
gönderdiği Temmuz 1894 tarihli mektup, zikreden J. Reinach, a.g.e.,
II, s. 53 ve devamında: “Yüzbaşı Cremieux’un düello şahitliği için Hıristiyan
bir subay bulamayacağından hiçbir endişem yok.” Karşılaştırın: T. Reinach, Histoire
sommaire de VAffaire Dreyjus, s. 60
ve devamında. Yine bakınız: Herzog, a.g.e.,
1892 tarihli ve Haziran 1894 tarihli; burada ayrıntılı bir şekilde düello listeleri
ve Esterhazy’nin aracılarının tümünün isimleri yer almaktadır. Son olayın
tarihi Eylül 1890. Bu tarihte 10.000 Frank almıştır. Bu cömertliğin yanlış
kişiye gösterilmesinin ilerde rahatsız edici sonuçları olmuştur. Esterhazy,
İngiltere’nin sunduğu güvenli ortamda uzun uzun ifşaatlarda bulunduğunda ve bu
yüzden davanın yeniden gözden geçirilmesine neden olduğunda antisemitik basın
doğal olarak, Esterhazy’nin kendini suçlaması için Yahudilerin para ödediğini
iddia etmişti. Bu düşünce hâlâ Dreyfus’un suçluluğu lehine güçlü bir sav
olarak kullanılmaktadır.
[53] Herzog, a.g.e.,
1892 tarihi altında uzun uzun Rothschild’lerin kendilerini cumhuriyete nasıl
uydurduklarını anlatır. Katolik Kilisesi’nin cumhuriyetle uzlaşma girişimini
temsil eden Papa XIII. Leo’nun politikasının tarihi de tam olarak aynı yıla
uzanmaktadır. O nedenle Rothschild’lerin politikasının ruhban tarafından
etkilenmiş olması ihtimal dışı değildir. Rusya’ya verilen 500 milyon Franklık
borç konusuna gelince, Kont Münster şu yerinde gözlemi yapmaktadır:
“Spekülasyon Fransa’da ölmüştür ... Kapitalistler, değerli kâğıtlarını elden
çıkarmanın hiçbir yolunu bulamazlar ve bu da borç verenin başarısını
artıracaktır ... Büyük Yahudi [patronlar! para kazanırlarsa küçük din
kardeşlerine en iyi şekilde yardım edeceklerine inanıyorlar. Sonuç, Fransa piyasası
ağzına kadar Rus hisseleri ile dolsa da, Fransızlar hâlâ kötü rublelere iyi
Franklar veriyorlar.” Herzog, a.g.e.
[56] Karşılaştırın: Max J. Kohler,
"Dreyfus Davasında Yeni Gelişmeler”, Studies
in Jewish Bibliography and
Related Subjects in Memory ojA. S. Freidus
içinde, New York, 1929.
[57] Örneğin Dreyfus ailesi, yazar Arthur Levy ile
bilimadamı Levy-Bruhl’un, kamu yaşamının önde gelen simaları arasında bir
protesto dilekçesi dolaştırarak imzalarını alma önerilerini kestirmeden
reddettiler. Onun yerine ilişkileri bulunan her politikacıya şahsen yanaşmayı
yeğlediler. Karşılaştırın: Dutrait-Crozon, a.g.e.,
s.51. Yine bakınız: Foucault, a.g.e.,
s. 309: “Uzaktan bakan biri, Fransız
Yahudilerinin gazetelerde gizlice iş görmek yerine neden kızgınlıklarını açık
bir biçimde dile getirmediklerini merak edebilir.”
[58] Karşılaştırın: a.g.e., Aralık 1894 ile Ocak
1898 tarihleri. Yine bakınız: Chareıı- sol, a.g.e.,
s. 79 ve Charles Peguy, “Le Portrait de Bernard Lazare”, Cahiers de
la qiunzaine, Seri XI, sayı 2 (1910).
[59] Rennes’deki mahkeme henüz devam etmekteyken
Dreyfus’un ailesi vekaleti apar topar kendisinden aldıktan sonra Labori’nin
davadan çekilmesi büyük bir skandala yol açtı. Büyük ölçüde abartılı da olsa bu
konuda kapsamlı bir izahat için bakınız: Frank, a.g.e.,
s. 432. Labori’nin, karakterinin soyluluğundan belagatle dem vurduğu bir
beyanatı La grande
Revue’da (Şubat 1900) yayımlandı. Avukatının ve dostunun başına gelenlerden
sonra Zola, Dreyfus ailesi ile bütün ilişkilerini kopardı. Picquard’a gelince
Echo de Paris (30
Kasım 1901) Rennes’den sonra Dreyfus'larla hiçbir ilişkisinin kalmadığını
yazmıştır. Clemenceau, mahkemelerin gerçek anlamını bütün Fransa'nın, hatta
bütün dünyanın sanıktan ve ailesinden daha iyi kavraması karşısında, olaya daha
alaylı bir şekilde bakmaya başlamıştı; karşılaştırın: Weil, a.g.e.,
s. 307-308.
[60] Karşılaştırın: Clemenceau’nun,
a.g.y.’deki 2 Şubat 1898 tarihli yazısı. İşçileri antisemitik sloganlarla
kazanmaya çalışmanın faydasızlığı ve özellikle de Leon Daudet’in girişimleri
için bakınız: Kralcı yazar Dimier, Vingt ans
d’Action Fran- çaise, Paris,
1926.
[61] Çağdaş topluma ilişkin olarak J. Reinach, a.g.e.,
1, s.233 ve devamı ile III, s. 141’de anlatılanlar bu bakımdan son derece
karakteristiktir: “Sosyetenin ev sahipleri, Guerin’in izinden gitmektedir”.
[62] Bu aydınlar arasında, üç Franklık bir bağışta
bulunan Paul Valery’nin de yer alması son derece gariptir - “noms sans
reflexiorı” [düşüncesiz isimler],
[64] Avrupa batıl itikatları üzerine
yapılacak bir araştırma rahatlıkla şunu ortaya koyacaktır: Yahudiler ancak çok
sonraları 19. yüzyıla özgü hayalet korkusunun nesnesi haline gelmişlerdir.
Yahudilerden önce de Doğaüstücüler , Tapı- nakçılar, Cizvitler ve Farmasonlar
aynı durumla karşılaşmıştır. 19.yüzyıl tarihi böyle bir incelemenin noksanlığım
hissetmektedir.
[65] Bakınız: “11 caso Dreyfus”, Civilta
Cattolica içinde (5 Şubat 1898). Önceki
açıklamanın istisnaları arasında en kayda değer olanı, “Protokoller”i kınayan
Cizvit Pierre Charles Louvain'dir.
[66] Karşılaştırın: Martin du Gard, Jean
Barois, s. 272 ve devamında ve Daniel
Ha- levy, Cahiers de la quinzaine,
Series XI, bölüm 10, Paris, 1910.
[68] Senatonun başkan yardımcısı ve en iyi
milletvekillerinden olan Scheurer-Kest- ner’in durumu, Meclis üyelerinin
birbirine ne denli göbekten bağlı olduklarını göstermektedir. Libre
Parole'un üvey oğlunun Panama
Skandalı’na karıştığını ilan etmesinden sonra mahkemeyi protesto etmişti, daha
önce değil. Bakınız: Herzog, a.g.e.,
Kasım 1897 tarihli kısımda.
[69] Karşılaştırın: Brogan, a.g.e.,
Kitap VII, bölüm 1: “Özellikle zengin Fransız Yahudileri arasında konuyu
soğutmak gibi bir istek bulunmuyordu”.
[70] Bu keşiflerde bulunduktan hemen sonra Picquard,
Tunus’ta tehlikeli bir göreve gönderildi. Bunun üzerine istediğini yaptı,
bütün işi ifşa etti, belgelerin bir kopyasını da avukatına gönderdi. Birkaç ay
sonra hâlâ yaşadığı farkedildiğinde, onu aşağılayan ve “vatan haini’’
Dreyfus’un suç ortağı olmakla suçlayan yığınla isimsiz mektup almaya başladı.
Ona polisle işbirliği yapan bir çete üyesi gibi davranıldı. Bütün bunlar
semeresini verdi: Picquard tutuklandı, ordudan kovuldu ve madalyaları söküldü.
Bütün bunlan tam bir vakarla karşıladı.
[74] Beş profösörün mahkemeden yana tavır
koymasından sonra Rennes Üniversi- tesi’nin fakülte odaları saldırıya uğrayarak
enkaza döndürüldü. Zola’nın ilk yazısının yayınlanmasıyla birlikte Kral yanlısı
öğrenciler, Figaro’nun önünde gösteriler yaptı. Bunun üzerine gazete bu tür
yazılar yayımlamaktan vazgeçti. Dreyfus yanlısı La
Bataille'in yayıncısı sokak ortasında
dövüldü. Sonunda 1894 tarihli kararı bir yana koyan Temyiz Mahkemesi yargıçları
oybirliğiyle, “yasa dışı saldınlar”la tehdit edildiklerini bildirdiler.
Örnekler çoğaltılabilir.
[75] 18 Ocak 1898 tarihinde Bordeaux’da,
Marsilya’da, Clermont-Ferrant’da, Nantes’da, Roııen’de ve Lyon’da gösteriler
oldu. Ertesi gün Rouen’de, Toulouse’da ve Nantes’da öğrenci ayaklanmaları
meydana geldi.
[76] Evi 2.000 kişilik bir güruhun saldırısına
uğradığında Rennes polis şefinin Profesör Victor Basch’a, artık güvenliğini
sağlayamayacağı için istifasını vermesi gerektiğini tavsiye etmesi, bunun en
bariz örneğidir.
[78] Bu kuramlar hakkında özellikle bakınız: Charles
Maurras, Au
Signe de Flöre; souvenirs
de la vie po!itique; VAffaire Dreyfus et la fondation de l'Action
França-
ise, Paris, 1931; M. Barres, a.g.e.',
Leon Daudet, Panorama de la Troisieme Repub- lique,
Paris, 1936.
[80] Dreyfus şampiyonlarının, özellikle de
Charles Peguy’un çevresinde toplananların gözünü açan şey, tam olarak buydu.
Dreyfusçularla, Dreyfus yanlılarına karşı olanların arasında varolan bu
rahatsız edici benzerlik, Martin du Gard ın öğretici romanı Jean
Barois’in (1913) başlıca temasıdır.
[82] Clemenceau’nun birkaç yıl sonra Senato önünde
yaptığı konuşmadan; karşılaştırın: Weil, a.g.e.,
s. 112-13.
[85] Savaş Bakanı Gallifet, Waldeck’e şunları
yazmıştır: "Fransa’da halkın büyük çoğunluğunun antisemitik olduğunu
unutmayalım. O nedenle konumumuz
şu olmalı: Bir taraftan orduyu
ve Fransızların çoğunluğunu elimizde tutmalıyız; devlet görevlileri ile
senatörlerin sözünü etmeye değmez". Karşılaştırın: a.g.e.,
V, 579.
[86] Bu tür girişimler arasında en yakından
bilineni, Deroulede’in, 1899 Subat’ında Başkan Paul Faure’un cenazesinde
General Roget’i isyana teşvik girişimiydi. Almanya’nın Paris’teki elçileri ve
maslahatgüzarları, Berlin’i birkaç ayda bir bu tür girişimlerden haberdar
ediyorlardı. Barres (a.g.e., s.4), bu durumu gayet güzel özetlemektedir: “Savaş
alanımız Rennes; ihtiyacımız olan tek şey askerler, daha doğrusu generaller,
hatta daha da kesin olarak bir general.” Ancak bu generalin bulunamayışı
raslantı değildi.
[89] “Bu meselede ilk uyaranın, 1896-1898
tarihli Kongo-Nil misyonunun bir miktar rahatsızlık yarattığı Londra’dan
gelmiş olması son derece muhtemeldir”; örneğin Maurras’ın Action
Française'deki yazısı (14 Temmuz 1935). Londra’daki
Katolik basın Cizvitleri savunmuştu; bakınız: “Cizvitler ve Dreyfus Davası”, TheMonth
içinde, cilt XVII (1899).
[91] Özellikle Rev. [Saygıdeğer] George
McDermot’un, C.S.P., "Bay Chamberlain’ın Dış Politikası ve Dreyfus Davası”
başlıklı, aylık Amerikan Catholic World
dergisindeki yazısı, cilt LXV1I, Eylül 1898.
[95] Karşılaştırın: Fernand Labori, “Le mal
politique et les partis”, La Grande
Revue içinde (Ekim-Aralık 1901):
“Rennes'de, sanığın suçu kabul ettiği ve savunma tarafının özel af çıkarma
umuduyla mahkemenin yeniden görülmesi için [bir üst mahkemeye] başvurmaktan
vazgeçtiği andan itibaren, büyük, evrensel bir İnsanî mesele olarak Dreyfus
Davası da tamamen kapanmış oldu.” “Le Spectacle du jour” isimli makalesinde Clemenceau,
“Rothschild’ın [Cezayirli Yahudiler] için gıkını çıkarmayacağını” yazmaktadır.
[96]
Karşılaştırın: Zola’nm 13 Eylül 1899 tarihli mektubu, Correspondance:
lettres a Maitre Labori içinde.
[98] Lazare’ın Dreyfus Meselesi’ndeki
konumunu en iyi Charles Peguy tarif etmektedir; “Nötre Jeunesse”, Cahiers de
la quinzaine, Paris, 1910. Lazare’ın Yahudi
çıkarlarını gerçekten temsil ettiğini kabul eden Peguy, Lazare’ın taleplerini
aşağıdaki gibi formüle etmektedir: “Hukukun tarafsızlığının bir partizanıydı.
Konu ister Dreyfus davası ister dinî cemiyetler olsun, hukuk ona göre tarafsız
olmalıydı. Bu, fasa fiso gibi gelebilir; insanı alâkasız yerlere de
götürebilir. Nitekim onu da ölümüne dek [toplumdan] tecrite götürmüştür. (Bu
çeviri, Lazare’ın Job’s Dungheap’ına
Giriş bölümünden alınmıştır. Lazare, cemaatlerin kendilerine özgü yasalarca
idare edilmesine karşı çıkmış ilk Dreyfusçulardan biriydi.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar