Print Friendly and PDF

TRANSSIZ HİPNOTERAPİ




Paul Watzlawick
Psikoterapiyle ilgili tezim, psikoterapinin birçok yönünün belirsiz, tartışmalı ve çelişkili olduğudur. Özellikle de psikote­rapinin asıl aracının -dilinyeterli derecede anlaşılmadığını düşünüyorum.
Bu kısımda dilin bu özelliklerinin kendi içinde terapötik olarak adlandırabileceğini, sadece içeriği değil, yapısı dolayısıy­la da kişide davranış değişikliği sağlayabileceğini göstermek istiyorum. Dilin bu özellikleri hipnozda uzun bir süre kullanı­lırken garip bir şekilde psikoterapide çok az ilgi görmüştür.
Bu konuda detaya girmeden önce bahsedeceğim hiçbir konunun insan davranışıyla ilgili ilkel; etkileşimsel ve sistemik görüşün temellerini görmezden gelen bir bakış açısını (insan­ların soyutlanmış bireyler olarak yaşadığını ve bu yüzden tek hücreliler gibi davranılabileceğini öngören geleneksel görüşü) ima etmediğimi vurgulamak istiyorum. Herkesin bildiği gibi bu temeller, geleneksel terapi okullarından farklı olarak dilin bir açıklama, yüzleşme, yorumlama ve dolaylı olarak çoğu zaman iç görü yapma aracı olduğu görüşü üzerinedir.
Fakat dil çok daha büyük bir potansiyele sahiptir. Mesela 13. yüzyılda İmparator II. Frederick tarafından gerçekleştirilen deneyi göz önüne alalım. Bu deneyi imparatorun tarihçisi Fra Salimbene di Parma rapor etmiştir, imparator, doğumdan itibaren insan diliyle hiç tanışmamış, hayattan soyutlanmış bebeklerin aynı anda Yunanca, Latince ve İbranice konuşmaya başlayıp başlamayacağını merale etmiş ve bunun üzerine bu deneyi gerçekleştirmiştir. Maalesef, deneklerin hepsi ölmüş­lerdir. Yedi yüzyıl sonra Rene Spitz (1945, s. 53-74) denekle­rin ölümüyle sonuçlanan bu deneyin açıklamasını hastanecilik ve marasmus (son derecede zayıflık; bedenen kuvvetten düşme; marazm) üzerine yaptığı çalışmalarla elde etmiştir.
Dilin insanları etkileyebilmesi konusu tabii ki daha uzun bir süreden beri çalışma konusudur. Bu konu en az M.Ö. 5. yüzyılda yani retorik bilimi insanları ikna etme (yani gerçekli­ğe bakışlarını değiştirme) yolu olarak Yunan filozoflar tara­fından ortaya atıldığından beri çalışma konusudur.
Tüm bu bahsettiklerim “Transsız Hipnoterapi” başlığı al­tında açıklamaya çalıştığım konu, dilin bu yönde kullanımıyla ilgilidir. Genel anlamda attığım bu başlık dilbilimsel yapılarla veya Wittgenstein’ın da dediği gibi dil oyunlarıyla ilgilidir. Bu dil oyunları, öncesinde herhangi bir hipnotik endüksiyon ol­mamasına rağmen gerçekten inanılmaz bir etkiye sahiptirler. Milton Erickson özellikle uzmanlık hayatının ikinci yarısında bu gibi yapıları gittikçe artan bir sıklıkla kullanmıştır. Dilin bu yöndeki kullanımı Zihinsel Araştırmalar Enstitüsündeki çalışmalarımızda da önemli bir yer edinmiştir
Öyleyse transsız hipnoterapi, kökleri hipnozda olan (ya da en azından ağırlıklı olarak onda kullanılan) bu dil oyunlarını içeriyor demektir. Fakat daha fazlasını karşılayabilir ve daha geniş genel psikoterapi bağlamında uygulanabilir. Akla ilk ge­len teknik ve müdahalelerin listesi aşağıdaki gibi olabilir. Fa­kat bu listenin tüm teknikleri içerdiği düşünülmemelidir:

1.    Hastanın “dilini” öğrenmek ve bu dili kullanmak;
2.    “Olumsuz” ifadelerden ve genelde olumsuz yapılardan ka­çınmak;
3.    Kelime oyunları, özetlemeler, dolaylamalar vb.;
4.    Erken önlem alma;
5.    Çözümlenmemiş kalıntılar;
6.    (Hastanın) direncinden faydalanmak (hatta daha sonra yarar­lanmak için bu direncin ortaya çıkması için kasıtlı bir uğraş verilebilir.);
7.    Hikâye anlatma ve metafor tekniğinin çeşitlerini kullanmak;
8.    Kafa karıştırma tekniği;
9.    En kötü fantezi tekniği

Beyinsel asimetri teorisinin terminolojisini kullanan bir ki­şi yukarıda listelediğimiz bu müdahale şekillerinin hepsinin beynin “sağ tarafına yönelik” olduğunu düşünebilir. Fakat böyle bir fikir, beynin sağ tarafındaki fonksiyonlardan yarar­lanmak istendiği takdirde dikkate alınmalıdır. Ayrıca böyle bir fikrin dikkate alınması için uygulayıcı kişinin daha önce bah­settiğimiz psikoterapi dilini bırakmış olması gerekmektedir. Bu iki dil arasındaki fark ille olarak Galen (1974) tarafından şu şekilde ifade edilmiştir:
Senfoni orkestrası konserinde bulunma deneyimi kelimelerle ifade edilmez. Aynı şekilde “Demokrasi bilinçli katılımı ge­rektirir” sözünü de şekiller aracılığıyla ifade etmek hayli zor­dur.
……………….
Bizler kendi kurgu veya gerçeklik dünyamızda mahkûmuzdur. Factum (İngilizce fact=gerçek) kelimesi jacere (üretmek, yapmak) kelimesinden türemiştir. Bu yüzden bu­lunmuş anlamını değil yapılmış anlamını taşır. İlle bakışta böylesine kurgusal bir dünyada var olmamız imkânsız gibi gö­rünmektedir. Fakat tıpkı zifiri karanlık bir odadan hiçbir şeye çarpmadan geçen insanlar gibi biz de sonunda somut sonuçla­ra ulaşırız.
Tüm bu bahsettiklerimiz yeni şeyler değildir. Alman filo­zof Hans Vaihinger (1924) doğal bilimlerin bile kurgusal ve hayali kavramlardan ve pratik sonuca ulaşıldığında saf dışı bı­rakılan unsurlardan yola çıkarak nasıl somut sonuçlara ulaştı­ğını anlatabilmek için sekiz yüz sayfalık bir açıklama yazmış­tır. Bu anlattıklarımıza örnek olarak geometride dairenin çok köşeli bir yüzeymiş gibi kabul edilmesini gösterebiliriz. Bu kurgu sayesinde doğrusal geometri dairenin herhangi bir ye­rindeki eğimine uygulanabilir. Böylece geometrici istediği so­nuçlara ulaşabilir. Bu sonuçlara ulaştıktan sonra da yararlanı­lan kurgu önemsizleşir. Vaihinger bu konuda birçok örnek vermiştir. Şimdi bahsedeceğimiz örnek biraz önceki örnekten daha önemli ve daha geneldir. Örneğimiz insanların özgür iradeye sahip olmasıyla ilgili kurgudur. Bu kurgunun varlığı ispat edilmemiştir ve ispat edilemez. Başka bir deyişle tüm in­sanlar sanki herkes özgürmüş gibi davranır ve dünyayı öyle görürler. Bunun sonucunda ise insan ilişkilerinde her zaman için sağlıklı bir sıralama ortaya çıkar. Vaihinger bu fikir etra­fında arayışını sürdürürken, hüküm verirken bu özgürlük kurgusunu baz alan yargıçların esasında özgürlük kurgusunu incelemediklerine dikkat çekmiştir. Kanunlar olmadan sosyal düzen olmayacağı için yargıçlar sanki bu kurgu gerçekten varmış gibi davranırlar. Sosyal düzeni sağlamak için de özgür­lük kurgusu icat edilmiştir.
Bu kurgulama süreci şu şekildedir: 1) Pratik çözüm gerek­tiren bir durum ortaya çıkar; 2) Kurgusal, “sanki öyleymiş gibi” bir varsayım yapılır; 3) Kurgusal varsayım somut bir gerçek­miş gibi duruma uyarlanır, böylece kurgusal olmayan, kullanı­labilir bir çözüm elde edilir; 4) Bu aşamadan sonra kurgu saf dışı bırakılabilir. Zaten somut bir çözüm yarattığı için artık bu kurguya ihtiyaç duyulmamaktadır. Bir yerde Vaihinger bu süreci kısaca şöyle özetlemiştir: Mantığa giden yol mantıksız­lıktan geçer.
Okul günlerimden hayali rakam i’nin (-1in karekökü) il­ginç özelliklerini hatırlıyorum. Bu matematiksel bir işlemdi. Rakamı karekökten çıkartmak için bu hayali rakam, hayali ra­kamın bu işleme uygulamanın mümkün olmadığı açıkça bel­liyken, sanki uyarlanabilirmiş gibi uyarlanırdı. Fakat i sayısının sosyal bilimlerdeki dengi olan paradoksun felsefede ve (bize daha yakın olan) insan ilişkileri sahalarında sebep olduğu yı­kım ile ilgili kitaplar yazıldığında ne matematikçiler ne fizikçi­ler ne de mühendisler bu durumdan etkilendi. Onlar i sayısı­nın kullanılabilir sonuçlar üretebilmek için çok önemli bir araç olduğu konusunda ısrar ettiler. Bugünkü fikir dünyasın­da da i sayısı gizemini koruyor ve i sayısının bu gizemini Avusturyalı romancı Robert Musil (1958) Genç Törless (Young Törless) isimli kitabında çok güzel bir şekilde ifade ediyor. Genç adam hayatında ilk defa bu hayali sayının neredeyse bü­yülü özellikleriyle karşılaşır ve şöyle der:
Nasıl anlatacağımı bilmiyorum. Şimdi şöyle düşün: Uzun­luk, ağırlık veya somut bir şeyleri ifade eden normal tam sayı­larla yani reel sayılarla bir hesaplama yapıyorsun. Sonuç ola­rak da reel (gerçek) sayılar buluyorsun. Fakat bu iki reel sayı­lar kümesi arasındaki bağ aslında var olmayan bir şeylerle ku­ruluyor. Bu sadece başlangıcında ve bitişinde kazıklarla yere çakılı olan bir köprüye benzemiyor mu? Yine de insan sanki köprü baştanbaşa kazıklarla yere çakılıymış gibi güvenle kar­şıya geçebiliyor. İşin bu kısmı yani ayrı yerlerde duran şeyle­rin bu şekilde yollarını bulması beni biraz sersemletiyor. Bu­nun nasıl olduğunu ancak Tanrı bilir. Bu gibi bir problemin altında yatan gücün, insana karşıya güvenli bir şekilde geçe­ceği konusunda bu kadar nüfuz etmesi bana çok gizemli geli­yor. (s. 106)
Bu ilginç işleme verilebilecek en eğlenceli ve en ikna edici örnek, mirasını paylaştırmak için oğullarını toplayan babayla ilgili doğuda anlatılan hikâyedir.
Hikâyede baba, 17 deveden oluşan mirasını paylaştırmak için evlatlarını toplar ve büyük oğluna mirasının 1/2'sini, ortanca oğluna 1/3'ünü ve küçük oğ­luna da 1/9'unu bırakır. Adam ölür ama evlatları bir türlü mi­rası babalarının dediği gibi paylaşamazlar. Aslında siz de uğ­raşsanız siz de işin içinden çıkamazsınız. Sonunda devesiyle bir molla çıkagelir. Evlatlar ondan yardım isterler. “Bundan kolay ne var” der molla ve devam eder:
“Benim devemi de ek­leyince on sekiz deve yapar. En büyük, sana 1/2'sini vereceksek bu dokuz deve eder. Ortanca oğlan, 1/3 altı deve eder. Senin hakkın altı devedir. Küçük oğlan, 1/9 da iki deve eder. Dışarı­da bir deve kalıyor bu da benim devem.” Sözünü bitirince molla, devesine biner ve yoluna devam eder.
Muhtemelen “kurgu teknolojisi”nin ve terapötik bir araç ola­rak hikâye anlatmanın faydasını göstermek için daha iyi ör­nekler bulmak hayli zor olurdu.
Bunlarla beraber henüz tüm bu zekice fikirlerle nereye va­racağımızdan bahsetmedim. Cevap şudur; bu fikirler hipnoza yeni bir ışık tutmaktadır. Genellikle hipnozun verilen bir du­rumla ilgili kişinin görüşüne gerçeküstü ve mantık dışı geçici bir unsur katarak gerçekleştirildiği düşünülür (bu noktada hi­potezler yumuşak yapılarından çıkıp kabuklaşmaya başlarlar). Biraz önce sıraladığımız fikirlerin ışığında diyebiliriz ki bu bir kuraldır ve bizim gerçeklik deneyimimizle ilgili olduğu müd­detçe bir tür istisna değildir. Başka bir deyişle sürekli öyleymiş gibi yaptığımız hileli (bu terimin alakalı olduğu kandırmacalı ve samimiyetsiz anlamlarını taşıdığı anlaşılmadığı sürece) bir dünyada yaşıyoruz. Sadece hipnoterapi değil genel anlamda terapi de öyleymiş gibi kandırmacasının birini daha az acı ve­ren diğeriyle değiştirme teşebbüsü içindedir. Yeniden şekillen­dirme işleminin özü budur. Cloe Madanes hastalarına hayatla­rındaki şeyler sanki zannettikleri gibi değilmiş de düzgün gi­diyormuş gibi davranmalarını söylerken hayatlarımızın “sanki öyleymiş” gibi farz etmeye dayalı yönünden yararlanmaktadır. Kendi tecrübelerime göre Madanes bazı terapistler tarafından “sahte manipülasyonlar” yaptığı gerekçesiyle de eleştirilere maruz kalmaktadır. Bu terapistlerin kurgusu sadece nihai ger­çekliğin kişiyi iyileştirdiği düşüncesidir.
Hatta hepimizin her zaman için trans halinde olduğumuzu söyleyecek kadar bile ileri gidebilirim. Tıpkı Calderon de la Barca’nın oyunlarından birisinde ustaca gösterdiği gibi hayat rüyadır, rüya hayattır. Başka bir deyişle Hint felsefesindeki gibi maya dünyasında yani görüntülerden oluşan bir dünyada yaşamaktayız.
Hayatlarımızın sanki öyleymiş gibi farz etmeye dayalı do­ğası, kendi kendini besleyen tahmin mekanizmalarından başka hiçbir yerde daha açık bir şekilde görülemez. Bu tahmin me­kanizmalarının klinik önemini daha yeni yeni anlamaya başla­dık. Bir şey öyleymiş gibi davranarak bir gerçekliğe dönüş­türme kurgusu yaratılır veya bu kurgu kendi gerçekliğini ken­disi yaratır. Gerçeklik anlayışımızın temel ilkeleri de böylece ters düz olmuş olur. Hayali etki somut sebebi ortaya çıkarır; gelecek şu anı belirler; olayın tahmin edilmesi, tahmin edile­nin gerçekleşen olay olmasını sağlar. Kendi kendisini besleyen tahminlerin sahip olduğu zihin dağıtma potansiyeli, Gordon Allport’un (1964) anlattığı şu olayda açıkça görülmektedir:
Avusturya’da yerel bir hastanede bir adam ölüm döşeğin­de yatmaktadır. Doktorlar adama açıkça hastalığını teşhis edemediklerini fakat edebilmiş olsalardı muhtemelen hastalığı tedavi edebileceklerini söylerler. Birkaç gün sonra hastaneye ünlü bir doktorun geleceğini ve belki hastalığı teşhis edebile­ceğini ifade ederler.
Birkaç gün içinde beklenen doktor gelir ve hastaneyi do­laşmaya başlar. Ölüm döşeğindeki hastanın yanına geldiğinde hastaya bakar ve “MORİBUNDUS” diye mırıldar, sonra hastane­deki turuna devam eder.
Birkaç yıl sonra ölüm döşeğindeki o hasta doktoru arar ve şöyle der: “Teşhisiniz için teşekkür etmeyi istiyorum. Hasta­lığımı teşhis edebilirseniz iyileşeceğimi söylemişlerdi. Bu yüz­den “moribundus” dediğiniz andan itibaren iyileşeceğimi bi­liyordum. (sh. 7)
[ (sh.19-31)]
(Günümüzde haber kanalları bu hususta uzmanlaştılar)
Teknik tanımlarda göz ardı edilen bir nokta da tekniğin temelindeki önvarsayımlar dır. Önvarsayım derken bir insanın dünyayı değerlendirirken ve algılarken standart olarak kabul ettiği, doğru saydığı inançları-varsayımları-eğilimleri (bilinçli veya değil) kastediyorum. Nasıl ki renkli bir camdan dünyaya baktığınızda kimi şeyler filtrelenir ve farklı görünür ise ön ko­şullanmalar da yaşadığımız deneyimleri bu şekilde etkiler. Ön koşullanmalar, önyargılarımıza uyan algısal ve bilişsel dene­yimlerimizi öne çıkarırken uymayanları bozar veya yok eder. Erickson bu noktayı bir grup öğrenciye konferans verirken şöyle açıklamıştır:
Tıp öğrencilerine ders verirken onlara alanları dışında okumalar yapmaları gerektiğini söyleyip bir kitaplığa yönlen­dirirdim. Onlara kitaplığı işaret edip orada “İnsanların Taraf­lılığı” üzerine bir kitap olduğunu söylerdim ve birinden gidip bu kitabı bulmasını isterdim. Bu öğrenciye aradığı kitabın üzerinde açık bir şekilde “İnsan Taraflılığı başlığının yer aldı­ğını ve kitabın parlak kırmızı renkte, kalın bir kapağı” oldu­ğunu söylerdim. Daha sonra kitabı bulması için onun kitaplı­ğa gitmesine izin verirdim ve sınıf da onu izlerdi. Bu sırada gözleri iyi olan bazı öğrenciler kitabın kitaplıktaki yerini fark eder ve arkadaşlarının kitabı nasıl da fark etmeden geçtiğini hayretle görürlerdi. Öğrenci, parlak kırmızı kapaklı, İnsan Taraflılığı başlıklı kitabı bulacağını umarak tekrar tekrar ki­taplığı aradıktan sonra ona: “Kitaplığın sol üst köşesinden başla ve kitapların isimlerini kırmızı kaplı İnsan Taraflılığı’ isimli kitabı bulana kadar oku.” derdim. Öğrencim, İnsan Ta­raflılığı da dâhil olmak üzere tüm başlıkları tek tek okurdu. Aradığı kitabın ismini okuduğunu fark etmeden diğer kitaba geçer ve tek tek her kitabın ismini iki kez okurdu. Daha sonra sınıftan başka bir öğrenciyi kaldırır, “'İnsan Taraflılığı' isimli mavi kapaklı kitabı bul, kitap mavi” derdim. O da hemen bu­lurdu. Diğer öğrenci ise kafasında parlak kırmızı kapaklı, ‘İn­san Taraflılığı’ isimli bir kitap kriterini taşıdığı için bu kitabı bulamazdı. Bu sebeple başlığın İnsan Taraflılığı olması ye­terli değildir. Başlık, sadece aradığı özelliklerden birisidir. Bu yanılgıya hepimiz her zaman düşeriz. Bu yüzden de bazı şey­lere kör ve sağır kalır, onları hissedemeyiz, koklayanlayız, ta­danlayız ve hareketlerini fark etmeyiz. Bu da yaşamın bir par­çasıdır. Yaşamımızda belli şeyleri seçeriz ve geri kalana kayıt­sız kalırız. (Gordon 8c Anderson, 1981, s. 183)
Erickson’un bu açıklamasının önemi şudur; (Erickson’un talimatıyla oluşturulan) görmesi gereken şeylere dair önceden belirlenmiş tasvirlere (algısal şablonlar) sahip olmak, öğrenci­yi algısal şablonları göremeyen bir “tepki körü” haline getirdi. Onun için sadece başlığı bulmak yeterli olmamıştır; bu yüz­den istediği kitabın başlığını okuduğunun bile farkına var­mamıştır. Muhakkak herkes kendi hayatından buna benzer bir örnek bulabilir. Her birimizin dünyaya bakışını etkileyen, de­neyimlerimizi zora sokan, aslında mavi olan bir kitabı kırmızı diye aramakta olduğu gibi birçok önvarsayımı vardır.
Bir insanın içsel tepkileri ve gösterdiği davranışlar önvarsayımlar tarafından fazlasıyla etkilenmektedir. Her şeyin eşit ol­duğu bir durumda farklı önvarsayımlara sahip iki insan, aynı konu hakkında farklı tepkiler vereceklerdir. Bizim buradaki amacımız Erickson’un psikoterapiye yaklaşımının doğasını an­lamak olduğu için ve önvarsayımlar tebliğin etkinliğini etki­lediği için Erickson’un yaklaşımlarını oluştururken bilişsel ve algısal filtre olarak (belki de bilinçsizce) gördüğü önvarsayımları belirlememiz önemlidir. Bu önvarsayımlardan özellikle beşi çok önemlidir:
 [ (sh.19-31)]
Erickson’un insan doğası, terapötik ilişkiler ve değişimin doğasıyla ilgili görüşleri göz önünde bulundurulunca birçok insanın onun herkesi başarılı bir şekilde tedavi edebileceğine inandığını söylemek şaşırtıcı olmayacaktır. Bu yüzden bana bir seferinde terapist ne yaparsa yapsın asla değişmeyen bazı kişiler olduğunu söylediğinde bir hayli şaşırmıştım. Söyledik­lerine ve daha sonrasında Erickson’un bazı kişileri kabul et­mediğini, geri yolladığını ve onlara gelmemelerini söylediğini fark ettiğimde onun kendi sınırlarını bildiğine inanmakta zor­luk çekmiştim. Fakat bununla beraber yine de herkesin uygun yaklaşım bulunduktan sonra değişebileceğini zannediyordum.
Tesadüfi bir olay benim bu inançlarımı değiştirdi. Başka bir terapist bir bayan hastasını bana yönlendirmişti. Terapistle bir diyalogum olmamıştı, bana yönlendirildiğini bu bayan söylüyordu. İlk seansta beni görmek için onca yolu geldiğini görmek beni çok etkilemişti. Ayrıca değişmeyi ne kadar çok istediğini anlatması da beni etkilemişti. Fakat daha sonra gör­düm ki her konuda olumsuz fikirleri vardı ve konuşmak için çok zor fırsat buluyordum. Daha önce bir sürü terapiste git­mişti fakat hiçbirisi ona yardım edememişti. Başka terapist­lerden yardım istemiş, beni konuşturmayan, olumsuz bakış açısına sahip hastaları daha önce görmüştüm. Fakat hiçbir hastamda bu özelliklerin hepsinin de yoğun bir şekilde buluş­tuğunu görmemiştim. Bu bayan acaba Erickson’un beni uyarmaya çalıştığı değiştirilemeyen kişilerden miydi? Bayan sadece bir kere daha geldi ve hiçbir açıklamada bulunmadan tedaviyi bıraktı.
En sonunda bu bayanı bana yönlendiren terapiste ulaştım o da bana bu bayana kendisini Richard Bandler’in yönlendir­diğini söyledi. Bandler bu bayanın daha önce Erickson’dan yardım talep ettiğini fakat Erickson’un bunu kabul etmediğini aktardı. Erickson onu tedavi edilemezler grubundan saymıştı.
Erickson, terapötik değişimin terapist ve hasta arasındaki bir ilişki içerisinde yer aldığını biliyordu. Hastamın etkileşim anlayışı aramızda işbirliği oluşturacak bir ilişkiye izin vermi­yordu. Bununla beraber bazı insanların problemlerinden vaz­geçmek istemediklerini de biliyordu. Erickson bana, kilo ver­mek için kendisine başvuran aşırı şişman bir adamdan bah­setmişti (kişisel iletişim, 1977). Fakat adam Erickson’dan gün­lük olarak tükettiği ekmek miktarına ve tedaviye gelirken ya­nında getirdiği bir çanta dolusu yiyeceğe karışmamasını iste­mişti. Özetleyecek olursak Erickson o gün o adamı ofisinden yollamış ve yardım talebini de reddetmişti. Bunun yanında Erickson bir seferinde sürekli kötü şakalar yapan, susmak bil­meyen bir hastasına uyguladığı tedaviden bahsetmişti. Tedavi aylarca başarılı bir şekilde devam etmişti fakat hasta bir anda sebepsiz yere eski davranışına geri dönmüş ve bu konuda çok kaygısız görünmüştü. Bunun üzerine Erickson bile kaybını kabul etmiş ve bunu hastanın şiddetli bir patolojik rahatsızlığı olmamasına rağmen “Başarısızlıkla Sonuçlanan Başarılı Hipnoterapi” olarak açıklamıştı. (Rossi, 1980, 4. Cilt, s. 139-143)
[ (sh.122-123)]
Bu müdahale şeklinde semptomun bazı detayları uygunsuz hale getirilir ve hastadan semptomu devam ettirmesi istenerek semptom bozulur. Bu yönüyle bu müdahale şekli çelişkili formül oluşturma yönteminin özel bir versiyonu olarak kabul edilebilir. Örneğin Erickson uykusuzluktan şikâyet eden bir adamı tedavi etmişti (Zeig, 1980, s. 193).
Erickson bu adam­dan ne kadar saçma veya absürt olursa olsun verilen her tavsi­yeye uyacağına dair söz aldı. Daha sonra adama uykusuzluk çektiği zamanlarda yataktan kalkmasını ve yerleri fırçalamasını söyledi. Adamın uykusuzluk problemi aynı zamanda sona er­di. 
Benzer şekilde endişelendiği zamanlarda parmak emme alışkanlığı geliştiren bir çocuğa da Erickson parmak emmek­ten aldığı tatmini yaşamak için devam etmesini söyledi. Ayrı­ca çocuktan parmaklarını daha demokratik bir şekilde emme­sini ısrarla istedi. Yani çocuktan sadece sol baş parmağını de­ğil tüm parmaklarını emmesini istedi. Bunun yanı sıra çocuğa parmaklarını rast gele değil her parmağına eşit zaman ayırarak sistematik bir şekilde emmesini söylemişti.
Bir seferinde de Erickson çok sigara içen kadın hastasını (Zeig, 1980, s. 185) canının istediği kadar çok sigara içmesi konusunda teşvik et­miş fakat sigaraları tavan arasına kibritleri ise bodruma koy­masını istemiştir. Erickson’dan örnek verdiğimiz bu vakaların her birinde hastalarla üzerinde anlaşılan formül o kadar sıkıcı hale gelmiştir ki alışkanlık veya semptom tümüyle ortadan kaldırılmıştır.
Bu tip müdahaleler yeme veya uyku bozulduğu gibi hasta­nın sağlığına zararlı semptomların acilen çözümlenmesi için özellikle faydalıdır. Terapistin yönlendirmesine karşı çıkmayıp bunları uygulayan ve bu yüzden durumdan açıkça şikâyetçi olan hastalarda bu müdahaleler çok daha etkili olmaktadır. Tabii böyle müdahalelerin uygulanmasında samimi ve uyum­lu olan terapistler muhakkak ki en çok etkiyi sağlamayı başa­racaklardır. Bu tip müdahalelerde hastanın yapılan yönlen­dirmeleri umursamaması ihtimalini ortadan kaldırmak için yaptığınız yönlendirmeleri en azından mantıklı görünen bir temele oturtun. Elbette bu teknik karşı koyan ve söylenenlere direnen hastalarda çok az etkilidir.
(Ölümü gösterip sıtmaya razı etmek.)
[ (sh.148-149)]
Diğer uzman öğreticiler gibi Zen ustaları da metaforlardan ve anekdotlardan yararlanırlar. Aşağıdaki konunun başlığı, “İtaat”tir:
Bankei Ustanın konuşmaları sadece Zen öğrencileri tara­fından değil her mezhepten ve her zümreden insan tarafından dinlenirdi. Usta hiçbir zaman Kutsal Kitaplardan alıntı yap­maz veya skolastik incelemelerin etkisi altında kalmazdı. Onun kullandığı kelimeler kalbinden gelir ve dinleyicilerinin kalbine aktarılırdı.
Fakat ustanın geniş dinleyici kitlesi Nişiren mezhebinden bir rahibi rahatsız ediyordu; çünkü kendi taraftarları Zen ile ilgili şeyler öğrenmek için kendisini terk etmişti. Bankei ile tartışmaya kararlı bir şekilde bencil Nişiren rahip, tapınağa geldi.
“Hey! Zen hocası!” diye seslendi. “Bir dakika! Sana saygı duyan herkes dediklerine itaat edecektir. Ama benim gibi bir adam sana saygı duymuyor. Benim sana itaat etmemi de sağ­layabilir misin?”
Bankei: “Yanıma gel. Sana bunu nasıl yapacağımı göstere­ceğim.”
Rahip gururlu bir yürüyüşle kalabalığı yararak Bankei’in yanına gitti.
Bankei gülümsedi ve şöyle dedi: “Sol tarafıma gel.”
Rahip Bankei’in söylediklerine itaat etti.
“Hayır” dedi Bankei, “sağ tarafıma geçersen daha rahat konuşuruz. Bu tarafa geç.”
Rahip gururlu bir şekilde sağ tarafa geçti.
“Gördün mü” dedi Bankei, “bana itaat ediyorsun ve bence sen gayet kibar bir insansın. Şimdi otur ve dinle.” (Reps, tarihsiz, s. 8-9)
[ (sh.338-339)]
ÇÖZÜM TUZAĞINA DÜŞÜRME İLLÜZYONU
Bir aile grubuyla veya bir karı kocayla veya bir anne ve oğulla mülakat yaparken yaptığım belli şeyler vardır.
İnsanlar ben­den yardım almak için gelirler fakat bir yandan da sahip ol­dukları eğilimlerin doğrulanmasını ve yüzlerinin aklanmasını isterler.
Ben buna dikkat ederim ve onlarla benim kendileri­nin tarafında olduğumu düşündürecek bir lisanla konuşurum. Sonra asıl konudan ayrı başka bir konuya geçerim. Bu konu onların kabul edebileceği bir konu olur. Fakat bu durum onları nasıl bir beklenti içinde olmaları gerektiği konusunda kararsız bırakmaktadır. Benim konu dışı konuşmamı etmek zorundadırlar; konuşulan konu tamamen doğruluğu olan bir konudur fakat benden bunu yapmamı beklememiş­lerdir. Bununla beraber beklentiler konusunda kararsız kal­mak da rahatsız edici bir durumdur. Temelini atma noktasına getirdiğim asıl konuyla ilgili bir çözüm isterler. Çözüm iste­dikleri için de söylediklerimi kabul etmeye daha meyillidirler. Kararlı bir duruma gelmek için çok istekli olurlar. Eğer yön­lendirmenizi hemen verirseniz konuyu bu yönlendirmeyle ele alabilirler. Fakat eğer konu dışına çıkarsanız asıl konuya geri döneceğinizi umarlar ve sizin sağlayacağınız kararlı bir duru­mu hoşnutlukla karşılarlar. (Haley, 1973, s. 206)
[ (sh.340-341)]

Kaynak:
Ericksoncu Psikoterapi, Temel Yapılar I,
Editör: Jeffrey K. ZEIG, Ph.D.
Özgün Adı: Ericksonian Psychotherapy, Volüme I: Structures,
trc: Hayrünnisa Sayı KELPETİN, İstanbul-2008

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar