TÜRK MİLLETİNE ZARAR VERMEK İSLÂM DİNİNE ZARAR VERMEK GİBİDİR
Her halde şu muhakkaktır ki, Sünnî-İslâmiyyet bugünkü varlığını ne derece Türk’e medyunsa, Türk ırkı da millî mevcûdiyyetinin bekasını ayni derecede İslâmiyet’e medyundur.
(Vânî Efendi)
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin Arapları Türkler aleyhine
hareket etmekten men’eden:
—
Türkler size ilişmedikçe siz de onlara ilişmeyiniz! hadîsini de bu ictihâdına delil olarak
zikretmektedir. (İmâm Süyûtî)nin bir yazma nüshası Bâyezid umumî kütüphânesinde 1110 numarada mukayyed «El-câmi’ ül-kebîr»inde Muâviye’den naklen
kaydedilen bu hadîse, Hicretin Dördüncü asrı
muhaddislerinden (Tabarânî)nin «Mu’cem ül-kebîr» ve «Mu’cem ül- evsat» isimlerindeki- eserlerinde yalnız bir kelime
farkıyla şu şekilde de tesadâf edilmektedir:
— Türkler size
ilişmedikçe âz de onlarla mütâreke hâlinde bulununuz!
(Yâkut-i
Hamevî)nin «Mu’cem ül-büldân»ının 1323-1324 Mısır tab’ının birinci
cildinin 378 inci sahifesinde de şu değişik şekle tesadüf edilir:
İki câmiayı kışkırtmayınız:Türklerle
Habeşliler
size ilişmedikçe siz
de onlara ilişmeyiniz!
(İmâm Ebu-Dâvûd)un «Kitâbu
Sünen» ismindeki eserinin 1280 Mısır tab’mın ikinci cildindeki «Türklerle Habeşlileri kışkırtma memnûniyyeti»ne âit fasılla (imâm Hüseyn ül-Bagavî)- nin «Mesâbîh üs-Sünne» ismindeki eserinin 1294 Mısır tab’ımn İkinci cildinin 139 uncu sahifesinde de bu son şeklin şu tahavvülüne tesadüf edilir:
Habeşliler
size dokunmadıkça siz
de onlara dokunmayınız ve Türkler
size ilişmedikçe siz
de onlara ilişmeyiniz!
(Molla
Aliyy-ül-Kaarî)nin «Mevzûat» ismindeki eserinin 1308 İstanbul tab’ının 119 uncu sahifesinde bu hadîsin «sahih» olduğu tasrih
edilmektedir*
Türk ırkından (Benû-Kantûrâ = Kantûrâ-oğulları) şeklinde
bahseden hadîsler de vardır ve hattâ bunların bâzılarında «Türk» ve «Kantûrâ» isimleri müterâdif olarak da kullanılır. Bu (Kantûrâ) kelimesinin menşeini izâh için, Hadis şârihleri
muhtelif efsânevî neseplerden bahsetmişlerdir. Bunların ekserisi îsrâîliyyât sâhasma baş vurmuş ve bilhassa «Tekvin» kitabının 25 inci bâbmda 1-6 ncı fıkralarına istinaden
(Kantûrâ) kelimesini
(Hazret-i İbrahim) in odalığı olduğundan bahsedilen bir Türk câriyesinin hani şeklinde göstermişlerdir. Buna
mukabil, meşhur Süryânî müverrihi MalatyalI (Ebu-l-Ferec = Bar-Hebraeus) da «Târîhu muhtasar
id-düvel» ismindeki
eserinin 1307 Beyrut tab’ının 23 üncü sahifesinde:
«İbrâhim, Türk pâdişâhının kızı (Kantûrâ) ile evlendi» demektedir; bu rivayete göre (Kantûrâ) bir câriye değil, bilakis bir prensestir ve işte bundan dolayı (Hazret-i İbrâhim) de Türk hakanının dâmâdıdır! Fakat (Molla Aliyy-ül-Kaarî)nin Bâyezid umumi
kütüphânesinde 1139-1142 numarada mukay- yed «Şerh ül-Mişkât» ismindeki
eserine göre, (Kantûrâ) kadın olmayıp erkektir ve hattâ Türk ırkının en büyük atasıdır! Bir de Kazanlı (Mehmet Murad Remzi) nin «Telfîk ül-ahbâr»
ismindeki eserinin 1908 Orenbourg tab’ımn birinci cildinde tuhaf bir iştikak oyununa
tesadüf edilir: Bu
yeni yakıştırmaya göre (Kantûrâ) ismi «Hân-ı Tûrân» yâni «Turan hakanı» terkibinden
muharreftir! Böyle bir takım nazariyyelerle iddialar daha vardır. Her halde
muhakkak olan nokta, Hadîsde (Kantûrâ) kelimesinin (Türk) ismiyle müterâdif olarak kullanıldığıdır ve bu da
(Tabarânî)nin «Mu’cem. ül-kebîr» ve «Mu’cem ül - evsat» ismindeki eserlerinde (Îbni-Mes’ûd)a atfen
kaydettiği şu hadîs ile sâbittir:
— Türkler size ilişmedikçe siz de onlara ilişmeyiniz, çünki milletimin mülkünü ve Allâhın ona olan ihsanlarını onun elinden en evvel (Kantûrâ) nesli alacaktır.
Her halde bu
hadîs, Kur’anda Arap kavmini tehdid eden «Azâb-ı e'lîm»i tekmil Arap
memleketlerinin Türk istilâsına uğramasıyla tefsir eden (Vânî Mehmed Efendi)yi tamamiyle te’yid edecek mâhiyyettedir.
Bu hadîsin birinci ve ikinci fıkraları bâzı menbâlarda ayn ayrı hadîsler şeklinde de görülmektedir: meselâ (Tabarânî), ikinci fıkrayı (Muâviye)den naklen şu müstakil şekilde de kaydetmiştir:
Milletimin mülkünü en evvel (Kantûrâ) nesli
zabtedecektir.
Gene ayni
rivayet dâiresine girecek şöyle bir hadîs daha vardır:
— Milletimin idaresi en nihayet (Kantûrâ) neslinin
eline geçecektir.
(Yâkut-i Hamevî)nin «Mu’cem ül-büldân»ının
1323-1324 | Mısır,
tab’ının «Türkistan»
maddesinde ayni meâlde bir hadîsi,
(Kantûrâ) yerine (Türk) ismini
muhtevi olarak görüyoruz:
— Allahın ihsanlarını milletimin elinden en evvel Türkler alacaklardır.
Birinci
rivayette (Kantûrâ) hâkimiyyeti «en nihayet» vukua gelecek bir hâdise şeklinde gösterildiği halde, bu
ikinci rivayette «en evvel» vukua gelecek bir vak’a şeklinde gösterilmesi her
hangi bir va’de tâyini- demek değildir; bunlar birer ifâde
hususiyyetidir:
Her ikisinde de
Arabın yerine er-geç Türkün geçeceği kasdedilmiştir ve bu da târihen tahakkuk
etmiş bir vaziyettir.
Muhtelif
senedlerle muhtelif menbâlara geçmiş olan ve birbirinden yalnız ifâde
hususiyyetleriyle ayrılan bu hadîslerin hepsi tek bir asla veyâhut Arapları Türklere sataşmaktan men ile
Arabın yerine Türkün geçeceğini tebliğ eden iki aslî
hadîse müntehi olmak lâzımgelir. Her
halde Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin Arap kavmini Türk düşmanlığından men’etmiş olduğu, o husustaki emrinin ancak bazılarım gözden geçirdiğimiz muhtelif ve müteaddid ifâde şekilleri alarak muhtelif menbâlara intikal etmiş olmasıyla sâbittir. Hattâ bu emrin
bâzı resmî muâmele- lerde
bile esas ittihâz edildiği hakkında bir takım rivayetler vardır; meselâ meşhur eshâptan ve vahy-kâtiplerinden olan ilk Emevî halifesi (Muâviye)nin böyle bir muâmelesini (îbni Zi-l-Ke
lâ’) şöyle anlatmıştır:
«Bir gün Muâviye’nm yanındaydım: Ermîniyye vilâyeti valisinden kendisine posta geldi; Muâviye vâlinin mektubunu okudu; hiddetlendi; sonra kâtiplerinden birini çağırdı ve ona (vâlinin tahrirâtına şöyle cevap yaz) dedi:
— İdarendeki araziye Türklerin akın ve yağma ettiklerinden, bunun üzerine arkalarından takip kuvvetleri sevkettiğinden ve bu tâkipçilerin yağma edilen şeyleri onlardan istirdâd etmiş olduklarından bahsediyorsun: Anan şana matem tutsun! ' Sakın bir daha öyle-bir harekette bulunma, Türkleri kışkırtma ve onlardan hiç bir şey istirdâd etme! Çünki ben Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemden işittim, buyurdular ki:
(Türkler, Yavşan otu biten yerlere - yâni Avrupa’ya - kadar ilerleyeceklerdir)».
(Muâviye)nin bu
rivayeti, bize Hazret-i Peygamberin Türkler hakkındaki hadîslerini
Hicretin ilk asrından itibaren resmî, muhâberâta geçip İslâm devletinin siyasî münâsebetlerine muayyen bir istikamet vermekte en mühim esas ve düstûr olarak göstermek
itibariyle, bilhassa dikkat edilecek bir mesele teşkil,
etmektedir.
Türkler
lehindeki hadîs meselesi eski Hıristiyan menbâlarına bile geçmiştir: Meselâ Milâdın On-ikinci asrında yaşamış olan Antakya Ya’kubî patriki (Süryânî-Mîkâîl)in râhip (Chabot) tarafından Fransızcaya terceme edilip 1905 tarihinde Süryânî metniyle
beraber Paris'de neşredilen «Chronique = Vakaayi’nâme»sinin üçüncü cildinin 156-157 nci sahifelerindeki şu fıkrasında bu hadîs meselesi Türk ırkının en mühim ihtida
sebeplerinden gösterilir:
. «Türklerle Arapların (din bakımından) birleşmelerinin üçüncü sebebi de şudur: Araplar Bizanslılara karşı giriştikleri harpte Türkleri ücretli asker olarak yanlarına aldıklarından dolayı, bu Türkler bereketli topraklara giriyorlar ve ganimetIerle
geçiniyorlardı; bunlar, Muhammed’in putlara vesâir mahlûkaata tapmaktan yaz geçip kendi
dinini kabul edecek olan kavme münbit ve mahsuldar bir ülke verileceği ve o kavmin oraya hâkim olacağı hakkındaki hadîsini Araplardan işidip kabul etmişlerdi. İşte bu arzuya kapılacak onların dinine girdiler...».
Bununla beraber, Türklerin aleyhine
bir takım hadîsler de rivayet edilmiştir: Fakat bunlar Türk düşmanlığıyla sonradan / uydurulmuş şeylerdir; (Molla Aliyy-ül-Kaarî)nin yukarda bahsi geçen «Mevzûât» ismindeki eserinin 119 uncu
sahifesin kamilen yalan ve uydurma olduğu tasrih edilmektedir. Filhakika Türk ırkının lehindeki hadîsler karşısında aleyhindeki hadîs rivayetlerine i’timâd etmek imkânı yoktur: Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin ayni bir kavmi
hem medh-ü-senâ, hem zemmetmiş olması kabil değildir. Lehdeki hadîslerin sonradan tertib
edilmiş olmasına da Arabın buraya kadar her türlü tezâhürlerinden bahsettiğimiz Türk düşmanlığı mâni’dir. Bilhassa Türklerin şeriat ye diyânete hizmet edeceklerinden bahseden hadîsler karşısında «zem» rivâyetlerine
ihtimal vermek, hiçbir suretle mâkul olamaz. Hazret-i
Peygamberin Türk ırkına teveccühünü gösteren bu gibi hadîslerin en mühimlerinden biri, (îmâm Ta barânî)nin «Mu’cem ül-kebîr»inde şöyle
kaydedilmektedir:
144
de
Türklerle Habeşlilerin «zemm»ine âit hadîs rivayetlerinin
|
yalnız biri diğer milletlerdedir.
Islâmiyyetin
bidayetlerinde okuyup yazma bilenler pek nâdir olduğundan, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem hıfza ve hâfızlara pek büyük bir ehemmiyet vermiştir: Bu kadar mühim gördüğü bir meziyyeti
hemen kâmilen Türklere izâfe etmesi, her halde Türk ırkına karşı teveccühünün en bâriz
delillerindendir.
Bu teveccüh o
kadar büyüktür ki, Hazret-i Peygamber bir Kadir gecesi girmiş olduğu keçeden bir Türkmen çadırında i'tikâfa çekilmiş ve bu suretle
Türk kavmine verdiği ehemmiyeti göstermiştir. Büyük muhaddis (İmâm Müsim)in kaydettiği bir hadîsin baş tarafında bu nokta şöyle izâh edilir:
«Ebu-Sâid
il-Hudri radiyallâhü anh demiştir ki: Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Ramazanın ilk aşrınde (İlk on günü) i’tikâf buyurdu.
Sonra orta aşrınde kapusunun önünde hasir
bulunan bir Türk çadırında i'tikâfa girdi...».
«Sahîh-i Bükhârî muhtasarı
Tecrîd-i sarih» mütercimi
(Kamil Mîrâs)
altmcı cildinin 1940 İstanbul
tab’ının
381 inci sahi- fesinde bu hadîsin bütün
metnini tam olarak iktibâs ile Türkçeye
terceme ettikten sonra şu -izâhâtı vermektedir:
»Mtislimin bu
rivayete göre Resûl-i-Ekrem i’tikâfa Ramazanın aşr-i evsatında değil, iptidâsında girmiştir, l’tikâf buyurdukları da bir Türk çadırı imiş. (Nevevî) bunun keçeden ma’mûl
ufak ve müstedîr bir çadır olduğunu bildiriyor. (Aliyy- til-Kaarî) de Mişkât şerhinde bu çadıra (Harkan)
denildiğini, Fârsîde de (Harkân) denildiğini haber veriyor (Mirkaat, C. 2, S. 560)».
(Kaşgarîı Mahmud)un «Dîvânü lugaat-it-Türk»ünün birinci cildinin 1333 İstanbul tab’ının 294 üncü sahifesinde de Türk ırkını Allâhın askeri gösteren şöyle bir «Hadîs-i kudsî» vardır:
(Benim Türk ismini
verdiğim ve meşnk’da iskân ettiğim bir takım askerlerim vardır ki, her hangi bir kavme karşı gazaba gelecek olursam, o Türk askerlerimi işte o kavmin üstüne saldırırım).
Gene (Kaşgarlı Mâhmud), ayni
cildinin 3 üncü sahifesinde Buhârâ ve Nışâbûr hadîs imamlarından işittiği diğer bir rivayeti
de şöyle kaydetmektedir:
— Türk dilini öğreniniz çünki Türklerin çok uzun zaman sürecek bir
hâkinûyyetleri vardır.
Bu vaziyet karşısında Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellemin Türk ırkım «zemm» ettiğinden nasıl bahsedilebilir?
Dikkat edilecek
noktalardan, biri de, profesör (Brockelmann)ın «Histoire des
peuples et des Etats islamiques» ismindeki eserinin 117 nci sahifesinde söylediği gibi, Arabın yerine Türkün geçeceği hakkındaki hadîs
rivayetlerinin henüz öyle bir değişiklik olmadan evvel Arap menbâlarına geçmiş olmasıdır: Meselâ (Brockelmann)m
me’haz gösterdiği (Îbni-Sa’d)ın «Tabakaat»ı, sekizinci Abbâsî halifesi
(El-Mu’tasım) devrinde, yâni Milâdın 833-842
tarihlerinde yazılmıştır ve o sırada Türk ırkı henüz Arap kavmini istihlâf etmiş değildir; işte bundan dolayı Alman âlimi o gibi hadîsleri râvîlerinin zekâlarıyla izah etmek
istemişse de, böyle bir değişikliğin yukarda gözden geçirdiğimiz mu’cizevî âyetlerle de tebliğ edilmiş olduğuna her nedense
dikkat etmemiş veyahut farkında olmamıştır. İşte o beş «înzâr = Tehdid» âyetinin tebliğ ettiği tarihî inkılâp Milâdın 1058 târihinde aynen tahakkuk etmiş ve ilerde göreceğimiz gibi Arap
kavmi, İslâm âlemi üzerindeki her türlü askerî, siyasî ve İdarî hâkimiyyet
hukukunu Türk ırkına resmen devretmiştir.
Türklerin o
tarihten evvel de Abbâsî hilâfetini hükmü altına alan askerî
bir hâkimiyyet kurdukları ve hattâ halifeleri istedikleri gibi tahta çıkarıp indirdikleri tarihin en meşhur müteârifelerindendir.
Arabın üstündeki bu Türk hâkimiyyeti bâzı menbâlarda bir
istibdad derecesini bulmuş gösterilir; meselâ (Corci Zeydân) ın «Medeniyyet-i îslâmiyye tarihi» tercemesi’ nin dördüncü cildinin 300-301 inci sahifelerinden iktibâs ettiğimiz şu fıkra o hususta vâzıh bir fikir
vermeye kâfidir:
«(Muntasır) dan sonra
248 senesinde (Müstaîn-billâh), 251 de (Mu’tez-billâh) makaam-ı Hilâfete geçmişler ise de, o
zamana kadar Türklerin istibdadı her dürlü hadd-i ma’rûfu geçmiş idi. Türklerin hulefâ hakkında revâ gördükleri muâmelât-ı istibdâdkârâneye dâir naklolunan
hikâyelerden ‘ olmak üzere (Mu’tez) makaam-ı Hilâfete geldiği zaman ailesi
ve maiyyeti halkı müneccimler getirerek halifenin pe kadar yaşayacağım ve makaam-ı Hilâfette ne kadar
kalacağım sormuşlardı. Orada hâzır bulunan zurefâdan biri
kendini tutamıyarak söze karışmış:
—
Bunlardan sormayınız; benden
sorunuz; ben ,daha iyi bilirim! demişti.
—
Peki, o halde ne kadar yaşar, zamân-ı saltanatı ne kadar imtidâd eder? diye
sormaları üzerine o zât:
—
Türkler ne kadar imtidâd ettirirlerse!
cevâbını vermiş, bu cevâba karşı hâzırundan handerîz [Gülüp duran, devamlı gülen] olmayan kimse kalmamıştı».
Fakat bu askerî
hâkimiyyetin hukukî bir mâhiyeti yoktu: Çiinki Bağdad’da Abbâsî Hilâfetine hâkim olan Türk ordusu,
halifelerin kendi teşkil ettikleri mahallî bir kuvvetti. Böyle bir kuvvetin tahakkümü nihayet dahilî bir mesele
demekti; binâenaleyh İslâmiyyetin başında Türk ırkı henüz Arap kavminin yerine geçmiş değildi. O büyük değişiklik, yukarıki fıkrada bahsi geçen (El-Mu’tez-billâh) m cülûsundan 192 sene
sonra; " Büyük-Selçukî devletinin muhteşem ve şanlı müessisi ve sünnî îslâmiyyetin
unutulmaz halâskârı Sultan Tuğrulbey devrindedir ve artık yaşayamayacak hâle gelen Abbâsî Hilâfeti kendisine
dehalet" ederek Islâm âleminin cismânî hâkimiyyet ve saltanatını ona devretmiş ve o tarihten itibaren halife, artık mütevekkil bir
ruhanî reis
vaziyetinde kalmıştır.
Sh:139-147
İslâmiyyeti Türklük ve Şark’dan Garb’a gelen Oğuz-Türklüğünü de İslâmiyyet yaşatmıştır. Bu tarihî hakikatin
delillerini teşkil eden bir çok vak’alarla vaziyetler vardır.
Bilhassa Ehl-i-salib’in İslâmî imhâ ve izâle için üstüste kabarıp gelen müstevli dalgalarından Oğüz-Türkü kurtarmış ve nihayet Osmanlı devrinde de bütün Şimalî-Afrika ile Garbî-Asya’dan başka Şarkî-Avrupa’yii da sünnî bir Islâm idaresinde birleştirmiştir. îşte bundan dolayı, hakikî İslâmiyyet demek olan Sünnîliği On-birinci asırdan- beri dokuz yüz senedir Oğuz-Türk kuvveti yaşatmış demektir. Böyle bir Türk ırkına, aziz dostum Ord. Profesör Fahrüddin
Kerim Gökay’m çok yerinde bir tâbiriyle «Türk ümmeti» demek,
her halde yanlış olmasa gerektir.
İnkârına imkân olmayan bir hakikat vardır: İslâmiyyet Oğuz-Türklüğünden ne kadar
kuvvet almışsa, Türklük de İslâmiyyetten o kadar kuvvet almış ve netice
itibariyle Islâmiyyeti Türklük ve Türklüğü de Îslâmiyyet yaşatmıştır.
Orta-Asya ile Hindistan ve
Efganistan’ı da içine alarak Akdeniz’e dayanan bu muazzam Türk imparatorluğu İslâmiyyet sâyesinde -ve İslâmiyyetten aldığı mânevi kuvvetle
kurulabilmiştir: Çünkü muhtelif ırklarla iklimlere mensûıb olan milletlerin kabul ettikleri hâkimiyyet, Türk hakanının değil, (Sultân- ül-îslâm)m hâkimiyyetidir.
Osmanlı imparatorluğu da ayni vaziyettedir: Oğuz-Türkü üç kıt’a üzerindeki o
muazzam imparatorluğu İslâmiyyetle kurmuş ve İslâmiyyetle yaşatmıştır.
Çok mühim bir nokta daha vardır:
Türk ırkı Garb’a geldikten
sonra milliyyetini sırf İslâmiyyet sâyesinde muhafaza edebilmiştir. Bunun en büyük delili, Îslâmiyyetten evvel
Garb’a gelen ve hattâ Atilâ’nın Hunları gibi Garb’ı fetheden Türk kütlelerinin nihayet Hristiyanlaşmak suretiyle
Avrupa milliyetlerine temessül etmiş olmalarında gösterilebilir. Atilâ’nın Hıraları Türk ve Mongol ırklarından mürekkeptir. Bunlar Avrupa’yı istilâ ettikten sonra
Asya’ya dönmüş değillerdir: Az zamanda hepsi Hristiyanlaşmış, işte bunun üzerine millî hüviyetleriyle
dillerini unutarak şarkî, ve garbî Avrupa'nın yerli Hıristiyan unsurlarına karışmış ve âdeta hep birden eriyip kaybolmuşlardır.
(Marcel Brion)un 1931 de neşredilen «La vie des Huns» ismindeki
eseri işte bu fâcianın izâhiyle nihâyet bulmaktadır. Atilâ’nın Hunları arasında Hıristiyanlığın bilhassa izdivaçlarla yayıldığından bahseden müellif, 247 nci sahifesinde millî şuûrun işte o yüzden nihâyet ne hâle geldiğini şöyle anlatır:
«Hunların eski rûhu, gittikçe kendisini mahvedip duran Avrupalılık şuûriyle hâlâ
mücâdele ediyor, fakat bozgunluk, Hristiyanlaşma ve Avrupa'nın yeni çehresi onun za’fım mütemâdiyen artırıyordu».
Bu hâlin âkıbeti, Hunun
Hunluğunu
kaybedivermesinde gösterilir; ayni eserin 248 inci ve sonuncu sahifesinde bu
acı netice şöyle tasvir edilmektedir:
«Hunlar artık ebediyyen
ortadan kaybolmuşlardı. Komşu ırklarla karışıp Cermen ve İslâv kadınlarıyla evlendikleri için, zürriyyetlerinde
mümeyyiz vasıflarını teşkil eden ırkî Ihusûsiyyetler kaybolmuş ve hattâ dilleri bile
değişmişti. Aradan bir kaç asır geçince, Macarların dilinde
atalarından kalan bir kaç kelimenin artık menşei
bilinmiyordu; bunlar harbe, silâha, hayvan sürülerine, çobanlığa âit tâbirlerdi; deriden arabalarla Orta-Asya’dan getirilmiş olan bu tuhaf
kelimelerin yanında muharebelerden, muhaceretlerden ve zaferlerden
bahseden eski efsânelerle unutulmuş dinlere ve eski zaman mefahirine âit halk türküleri de vardı. Çünki artık (Bunlardan hiç bir şey kalmamış, yalnız millî şâirlerle saz şâirlerinin hâfızasında gittikçe mâzîuin karanlıklarına dalıp uzaklaşan bir millet
an’anesi kalmıştı».
Vaktiyle muhtelif vesilelerle Bizans
topraklarına gelmiş Türk kütleleri de hep Hristiyanlaşmak suretiyle
milliyetlerini kaybedip rumlaşmışlardır.
Eğer Oğuz-Türkleri İslâmiyyetten evvel
veyahut Müslüman olmadan Garb’a gelmek imkânım bulmuş olsalardı, daha evvelki
Türk kütleleri gibi Hristiyanlaşacakları muhakkaktı; çünki Şamanizmdeki imân esasları İşlâm akidelerine
ayniyyet derecesinde yaklaşan Valhdâniyyetçi Oğuz-Türkünün semâvî bir kitabı ve bir peygamberi yoktu: O gibi kütlelerin beynelmilel
semavî din sahalarına girdikleri zaman kolayca temessül edip din değiştirmeleri bir çok misâllerle sâbit bir
hakikattir.
Millî dinlerini beynelmilel bir din
câmiası içinde kaybetmiş milletlerde mânevi bünye yıkılmakta olduğu için, dinle beraber dil ve dille beraber örf ve âdet de değişerek millî şuûrdan eser
kalmamaktadır. Avrupa Hanlarının akıbeti, tarihin bu değişmez kânununu te’yid eden en mühim misâllerden biridir. Oğuz-Türkünün ihtidâsından sonra da millî hüviyyetini muhafaza etmesi] Müslümanlıktan evvelki imân esaslarını en ulvî ifâdesiyle İslâmiyyette bulmuş ve işte bundan dolayı onun başına geçmiş olmasındandır.
Her halde şu muhakkaktır ki, Sünnî-İslâmiyyet bugünkü varlığım ne derece Türke medyunsa, Türk ırkı da millî
mevcûdiyyetinin bekasını ayni derecede İslâmiyyete medyundur.
Sh:199-208
Kaynak: İsmail Hami Danişmend , TÜRK IRKI NİÇİN MÜSLÜMAN OLMUŞTUR?, Mart- 1959, İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar