Print Friendly and PDF

TÜRKİYE’NİN BAŞINI AĞRITAN SORUNLARIN ÇIKIŞ YERİ OLARAK İNGİLTERE

Bunlarada Bakarsınız



Hzl: Dr. Nilgün Gülcan
Cumhuriyet dönemine kadar İngiltere’nin Osmanlı topraklarında ilgilendiği bir diğer alan da Kürtlerdi. Bu konu günümüze kadar önemini koruduğundan burada İngiltere’nin bu ilgisini olabildiğince detaylandırmaya çalışacağız.
Daha 18. ve 19. yüzyıllardan itibaren İngiliz seyyah ve diplomatları bölge halkıyla temas içinde oldular. Fakat bu temaslar İngilizleri ortak hareket etme bilincine sahip bir Kürt halkının bulunmadığı noktasına getiriyordu. Öyle ki İngiliz seyyahların en çok altını çizdikleri nokta Kürtlerin kendilerini Türk sanmalarıydı. Türk ve Kürt halkları arasındaki bağları anlamakta zorluk çeken bu seyyahlar bu durumu kitaplarında “garip ama gerçek” türünden bir olay olarak ifade ediyorlardı. 19. yüzyılda bölgeyi ziyaret eden bir İngiliz seyyah “Bu Kürtler ne garip İnsanlar, kendilerini Türk sanıyorlar” diye yazmıştı. İngilizler ’in Kürtler ile ilgili bir diğer İzlenimi de “medeniyetten uzak” olmalarıydı. Bu da bu İnsanların siyasî dengelerde kullanılmalarını hem kolaylaştırıyor, hem de zorlaştırıyordu. Bu nedenledir ki İngiltere’nin Van Konsolosluğu sürekli olarak Kürtlerin herhangi bir ayaklanmada güvenilebilecek İnsanlar olmadığını yazıyordu. Bu yıllarda Iran üzerine yoğunlaşan yazarlar onları Iran kültürünün bir parçası, Osmanlı üzerine yoğunlaşanlar ise Türk kültürünün bir parçası saydılar. İngilizlerin büyük bir kısmı için Kürtler, devlet kurabilme yeteneğinden uzak, kişisel ve kavimse! çekişmeler içinde geri bir yaşam biçimi yaşamakta olduklarından, bu halleriyle, Osmanlı imparatorluğumu bölebilecek bir siyasî unsur olarak İngilizler için bir hayal kırıklığıydı. Her şeyden önce, birlik ve ortak kültür kavramlarından habersizdiler. Halen feodal yapı son derece kuvvetliydi ye çatışma nedenleri yerel sorunlardı. Bu nedenle İngilizler, Kürtleri “ümitsiz” bulsa da en azından Osmanlıları uğraştırabilecek bir sorun kaynağı olarak gördü. Hindistan’ın İngiliz egemenliğine geçmesi ve İngiliz nüfusunun Orta Doğu’ya sarkması ise tabloyu tamamen değiştirdi. Kürtler İngiltere’nin en değerli sömürgelerine giden yol üzerinde oturuyorlardı. Bu dönemde Doğu Hindistan Şirketi bölgeyle ilgilenmeye, bazı Kürt aşiret reislerini maddî çıkar sağlayarak kendilerine çekmeye çalıştılar. Bu dönemde İngiltere seyyah, doktor, arkeolog, misyoner gibi isimler altında bölgeye ajanlar gönderdi. Şirket 19. yüzyılın başında Bağdat’ta da bir şube açınca Kürtler ile yakın temaslar daha bir arttı. Bölgedeki yolların, geçitlerin vb. haritaları çıkarıldı. Aşiretlerin özel yapıları incelendi ve olası bir askerî harekâtta kimlerden yararlanılabileceği belirlendi, 18. yüzyılın ilk çeyreğinde İngiliz vatandaşları Binbaşı Heid, Brother ve Rich’in Bağdat, Süleymaniye, Erbil, Musul ve Kifri’de yoğun çalışmalar yaptığını biliyoruz. 1830 yılında Kürtlerin yaşadığı bölgeye ilgi daha da arttı. Özellikle Rus tehlikesinin bölgeyi tehdit eder bir hal alması yeni önlemleri gerektirdi ve İngiltere bölge güçleriyle birebir ilişkiye girmeye başladı. Bu dönemde Rodon Cissini ve Rovvlinson, Rusya tehlikesi konusunda İngiliz hükümetini alarma geçirirken, ilk önlem olarak Hindistan’ı bu bölge üzerinden İngiltere’ye bağlama fikri düşünüldü. Böylece 1856’da bu proje üzerinde çalışmalar başlatıldı. Ancak Suriye konusunda bazı hesapları bulunan Fransa’nın direnişi sonucu bu proje gerçekleştirilemedi.
19. yüzyılın en önemli isyanlarından biri Bedirhan Bey isyanı idi (1842). Bu dönemde İngiltere Osmanlı İmparatorluğu’nun toprak bütünlüğünden yana bir tavır sergiliyordu. Bu nedenle bu isyan İngiltere’den pek destek göremedi. Bunun bir diğer nedeni de Bedirhan’ın bölgedeki Hristiyanlara karşı tutumuydu, iddialara göre Bedirhan bölgedeki bazı kilise ve manastırları tahrip etmişti.[ Hıdır Murat, Türkiye Şartlarında Kürt Halkının Kurtuluş Mücadelesi, (İstanbul: Ronahi), ss. 69- 73.]
1855 Yezdar Ser ayaklanmasında da İngilizler ayaklanmaya destek vermediler. Hatta Kurubaş’ın ifadesiyle ayaklanmanın bastırılması için Osmanlılardan daha fazla gayret sarfettiler.[ Erol Kurubaş, Başlangıçtan 1960‘a Değin Kürt Sorununun Uluslararası Boyutu, (Ankara: Ümit Yayıncılık, 1997), s. 20.]
Osmanlı ordusuna destek veren İngilizler, arabuluculuk girişimlerinde de bulundular. Zaten Yezdan’ın yakalanması da yine İngilizlerin de katıldığı bir operasyonla oldu. Yezdan Ser ayaklanmasının bir özelliği kendi güçlerinden çok dış güçlere güveniyor olmasıdır. Bu çerçevede Osmanlı İmparatorluğu’na karşı Yezdan’ın Rusya’dan yardım İstemesi anlamlıdır. Belirtilmesi gereken bir diğer nokta da bu dönemde bugünkü anlamıyla bir Kürtçülükten bahsedilmeyeceğidir. Ayaklanmalar etnik olmaktan ziyade yerel sorunlardan kaynaklanmıştır. Yüzyılın sonunda ise Ubeydullah İran ve Osmanlı imparatorluğu toprakları üzerinde, Musul merkezli büyük bir Kürdistan kurmayı hedefledi. Yezdan gibi o da dış güçlere güveniyor, onların desteği olmaksızın başarılı olamayacağını bitiyordu. Ubeydullah’ın destek istediği Rusya pek yüz vermedi. Rusya daha çok Hristiyan nüfusu destekliyor, Kürtleri Müslüman olmaları nedeniyle ve bir de başarıya ulaşabileceklerine inanmadığı için desteklemiyordu. İngiltere ise bu dönemde Osmanlıya karşı politikasını kökten değiştirmiş, Osmanlıdan mümkün olduğunca çok pay almaya çalışan bir ülke konumuna gelmişti. Gerçi İngiltere’nin de Ubeydullah’ın başarısı konusunda şüpheleri olduğu açıktı. Yine de çeşitli vesileler ile Ubeydullah ile İletişim sağlandı. Hatta İngiltere’nin Van Konsolos Vekili Clayton 1879’da Hakkari’de Şeyhi ziyaret etti. Halfin’ın belirttiği gibi İngilizler Ubeydullah’ı silâh ve para açısından yoğun bir şekilde desteklediler.[ Halfın, XIX. Yüzyılda Kürdistan Özerine Mücadeleler, (İstanbul: Komal, 1992).] Fakat İngiltere’ninki bir “denge politikası” idi. Yani İngiltere Kürtlerin ayrı bir devlet kurmaları ihtimalini düşük görüyor, fakat eğer böyle bir şey olursa üzerinde nüfuz kurabilmek amacıyla Ubeydullah’ı da elinde tutuyordu. Bundan dolayıdır ki Ubeydullah’a desteğini sonuna kadar sürdürmedi ve kısa bir süre sonra Kürtleri yarı yolda bıraktı. Ubeydullah İngiliz desteğini sağlayabilmek için özellikle Hristiyanlığın bölgedeki önemini kabul ettiğini açıklayarak, kurulacak devlette Hristiyanlar ile Müslümanların eşitliğini kabul ettiğini, bölgede kilise ve dinî okulların açılmasına karşı olmadığını söylemek zorunda kaldı. PKK’nın günümüz İngiltere’sinde Hristiyanlık propagandası yapan bir televizyon açması ve sürekli olarak Süryanilerin Hıristiyanlıklarının altını çizip Hristiyanlığın bölgedeki koruyucusu görünümü çizmesi bu bilgiler ışığında şaşırtıcı olmasa gerektir, Ubeydullah Amerikalı misyonerler aracılığıyla İngiiizler’e mesajlar ilettiyse de açık bir destek almayı başaramadı. Bunun üzerine 1882’de Rusya İle Kürdistan’ı birleştirmek istediğini açıklayan Ubeydullah’a Ruslar’dan da destek, gelmedi. Rusya bölgede kontrol edemeyeceği bir süreci başlatmak istemiyor, İngiltere de güvenemediği bu kişinin Rusya’nın denetimine gire-bileceğini düşünüyordu. Böylece ayaklanma başarısızlıkla sonuçlandı.
Bu dönemde Ermeniler ile Kürt siyasî gruplar arasında başlayan yakınlaşma da dikkat çekicidir. Örneğin Ubeydullah, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun iki taraf arasında bölünmesini bile önermişti. Fakat her iki taraf da biliyordu ki böyle bir şeyin gerçekleşmesi İngiltere ve Rusya’nın desteklemesine bağlıydı.
Osmanlı devlet sistemi içinde yükselen Kürtler ise tıpkı Türk kökenli aydınlar gibi Avrupa merkezli muhalefete katıldılar. Bu dönemde çıkan Kürdistan gazetesinin kimi nüshaları İngiltere’nin başkenti Londra’da basıldı.
Bu dönemde Doğu’da ayaklanan aşiret ve şeyhler İngiltere’den yüz bulamayınca Rusya’ya yöneldiler. İngiltere bölgede Ermenileri destekliyordu. Bunun bir nedeni dinseldi, İngiltere Hrıstiyan bir halkı desteklemeyi Müslüman Kültlere yeğliyordu. İkincisi İngilizler Kürtleri başarıya ulaşabilecek bir güçte ve birlik olabilecek kabiliyette görmüyordu. Molla Selim isyanında olduğu gibi Kürt isyanlarının gerçek anlamda bir başarıya ulaşmayacağını düşünüyordu.
İngiltere 1. Dünya Savaşı’nın ardından Osmanlıyı zayıflatmak, Hindistan yolunu güvene almak ve Orta Doğu petrollerini denetleyebilmek İçin Kürtlere büyük önem verdi. Tek başlarına bir devlet kuramayacaklarını düşündüğü halde, kendi nüfuzu altında büyük bir Kürdistan kurulması İçin çalıştı. Kürtier bölgede çok geniş bir alana yayıldıklarından birçok ülke üzerinde kontrol imkânı sağlayabilirlerdi.
1916 Sykes-Pİcot anlaşması İngilizlerin Kürtlere olan ilgisini daha bir arttırdı. Çünkü bu anlaşma ile savaş sonrası düzenlemeler konusunda anlaşan İngiltere, Fransa ve Rusya, Kürtlerin yaşadıkları bölgeleri İngilizlere bırakıyorlardı. Böylece İngiltere bölge ile ilgili siyasî, askerî ve sosyal hazırlıklarını arttırdı. Bu çalışmalar için Van ve Musul merkez seçilirken, bölgesel dengeleri bozmamaya özel bir gayret sarfedildi; yani, aşiret ve şeyhlik düzeni desteklenirken İngiltere’ye bağlı kişilerin sayısı arttırılmaya çalışıldı. Bu dönemde bu teşviklerden ve dünyanın genel gidişatından da etkilenen Kürt beylerinden bir kısmı Kürt milliyetçiliği yapmak istemişlerse de hayal dünyasında yaşadıklarını, ortada bir birlik kurabilecek ne bir homojen kitlenin, ne de halk arasında böyle bir niyetin olmadığını gördüler. Savaş boyunca Kürtler Türklere karşı kışkırtıldı. Amiral Webb durumu Lord Curzon’a şöyle Özetliyordu:
“En önemli Kürt önderlerinden bazılarının Türklerle olan bağlarını kesinlikle koparmalarını sağlamak kolay olacaktır, yeter ki çıkarlarının Ermeni çıkarlarına kurban edildiği korkusundan kurtarılsınlar. Öte yandan, eğer İngiliz hükümetinden İlgi görmezlerse her yerde olay çıkabilir ya da Türk İmparatorluğumu kurtarma savaşına katılabilirler.” [ FO 37114191, 82999, No 811 /M 7 1743, aktaran Salahi R. Sonyel, Türk Kurtuluş Savaşı ve Dış Politika, {Ankara. TTK Basımevi, 1987). 5 29]
İngiltere Kürtler ile ilişkilerini sıkılaştırdıysa da Araplara vadettiği gibi açık bir şekilde Kürtlere de devlet vadetmemeye özen gösterdi ve bir tür oyalama taktiğini uygulamaya soktu. Özellikle bugünkü Türkiye sınırları içinde kalan bölge için İngilizlerin planları çok farklıydı. "Kuzey Kürdistan", yani bugünkü Türkiye’nin doğusu Ermenilere verilecekti. Ayrı bir devlet belki Güney Kürdistan (Irak Kürdistanı) için düşünülebilirdi. İngiltere’nin Osmanlı toprakları üzerindeki taktikleri incelendiğinde bu stratejinin hiç de istisnaî bir uygulama olmadığını görüyoruz. İngiltere Kürtler gibi Müslüman halkları kullandıysa da stratejisinin temelinde Hrıstiyan azınlıkları desteklemek vardı. Bu açıdan Kürtlere yapılan muamele ile Türklere yapılan muamele arasındaki fark çok azdı. Tarihsel olarak İslâm ve Doğu kavramlarını bölge politikasında mihenk taşı yapan İngiliz .'politikacıları için bölgede güvenilebilecek unsurlar Rumlar, Bulgarlar ve Ermenilerdi. Hatta tıpkı Türkleri suçladıkları gibi İngiliz yazarlar sözde Ermeni soykırımı nedeniyle Kürtleri de “katil” olmakla suçluyorlardı. İngiliz politikalarında din öğesi öylesine bellidir ki Kürtler üzerinde yapılan propagandanın ciddî bir kısmını misyoner faaliyetleri oluşturur. Ayrıca Ermenilerin yanısıra Asurî, Nasturî ve Keldanî gibi Hrıstiyan öğelerin ön plana çıkartılması da dikkat çekicidir. Aynı şekilde Lozan Antlaşmasında Hrıstiyan halkı “azınlık” statüsüne sokmak için büyük gayret sarfeden İngilizlerin Müslüman Kürtleri “unutması” ilgi çekicidir.
Fakat Kürtlerin yaşadığı bu bölge İngilizler İçin çok önemliydi. Bu nedenle Lloyd George bölgeyi ellerinde tutabilecek derecede Kürtler ile ilişki kurulmasından yanaydı. Bu dönemki yazışmalarda Kürdistan’ın petrolün üzerinde olmasının yanı sıra Irak için hayatî önemi bulunan Dicle’yi de kontrol ettiği belirtiliyordu. Birinci Dünya Savaşı biterken İngiltere’nin en önemli hedefi işgal ettiği bu bölgeleri ne pahasına olursa olsun Türkiye’ye geri vermemekti. Ne var ki İngiltere Kürdistan’ı çok önemsemesine rağmen bu konuda açık bir politika oluşturamadı ve konu uzun süre sürüncemede kaldı.
Birinci Dünya Savaşı boyunca Kürtler arasında etkinlik kurmaya çalışan İngilizler Binbaşı Noel’i kullanarak, Kurtuluş Savaşı’nda Kürtleri bu kez de Mustafa Kemal yönetimine karşı ayaklandırmaya çalıştılar. Noel Bağdat’a çektiği telgrafta, eğer Mustafa Kemal tehdit oluşturmaya başlarsa, Bedirhanlar ile diğer bazı Kürtlerin Ankara’ya karşı kullanılabileceğini, ardından da bir orta yol olarak bazı Kürtlerin bölgedeki şehirlere vali olarak atanabileceğini ifade ediyordu.[ Sonyel, s. 120,] Ayrıca İstanbul’da faaliyet gösteren Kürt milliyetçilerine İngiltere teknik ve malî yardımda bulundu. Bu çerçevede Mustafa Kemal’in İngiltere konusunda son derece temkinli olmasında, İngiltere’nin Kürtlere duyduğu ilginin payı olduğu da söylenebilir.
Ancak Kürtler çok geniş bir alanda yaşıyorlardı ve aralarında çok büyük farklılıklar bulunuyordu. Ortak bir ekonomik pazardan bile yoksundular. Böyle bir ortam İngilizlerin bölgeyi kontrolünü zorlaştırıyordu. Bu nedenle İngiltere zaman zaman kendi ajanlarından bile şüphelenir oldu ve Kürtler konusunda maksimum derecede temkinli davranma yolunu seçti. Bir yandan onları kışkırtırken, olayların kontrolünden çıkabileceği endişesiyle olayları dizginliyordu. Kahta’da Mustafa Kemal karşıtı bir eylem kararını engellemesi de bunu gösteriyordu. Bu dönemde İngilizlerin Kürt sorunu konusundaki “kafa karışıklıkları” devam etti. Fakat şurası kesindi ki İngilizler birleşik bir Kürdistan istemiyorlardı. Zaten İran’ın toprak bütünlüğünü tanıdıkları İçin Kürdistan olarak adlandırılan bölgenin bir parçası gitmişti. Türkiye’de kalan parça için İse bağımsızlık fikri şüpheler uyandırıyor, yine de Kürtlerin Türklere sorun açmasından memnuniyet duyuluyordu. Yani hem Kürtlere bağımsızlık istenmiyor, hem de Türklerin bölgedeki egemenliğine son verilmek isteniyordu, sonrası ise meçhuldü. Bu dönemde asıl önemli olan Irak Kürdistanı’nı İngiliz egemenliğinde tutmak, İran ve Türkiye’de kalan topraklan da çeşitli İlişkiler ve bu bölgelerde kurulacak özerk Kürt yönetimleri aracılığıyla kontrol etmekti.
“Kürt sorunu”nun kelimenin tam anlamıyla uluslararasılaştığı ve ayrı bir Kürt devletinin öngörüldüğü ilk anlaşma Sevr Anlaşmasıdır. Anlaşmanın 62-64. Maddeleri ancak bir yıl sonra ve uzun bir süreç sonunda bağımsız olabilecek özerk bir Kürt devletini öngörüyordu. Bu devletin sınırları, kuzeyde, yine aynı antlaşma ile öngörülmüş olan Ermenistan devletinin sınırlarının güneyi, ki bu sınır da muğlâktı ve bölgenin geri kalanının da Ermenilere verilmeyeceği kesin değildi, güneyde de Türkiye-lrak sınırı olması düşünülüyordu. Süryanilerin korunması ile ilgili de özel ifadeler bulunuyordu.
Sh: 14-21

Dış politikadan daha farklı yönleri bulunduğundan bu konuyu bu dönem içinde ayrıca inceliyoruz, çünkü yukarıdaki tablodan da anlaşılacağı üzere Kürtler bu dönemde de önemli bir baskı aracı olarak kullanılmak istendi.
Sevr Antlaşması’ndaki hükümlere rağmen İngiltere, Türkiye’de Mustafa Kemal hareketinin başarılı olması üzerine bölgeden elini çekmediyse de Güney Kürdistan’daki denetimini arttırabilmek için Ankara ile uzlaşma yolunu seçti. Bu dönemde İngiltere sınırın kuzeyindeki faaliyetlerini sürdürdü, fakat bağımsız bir Kürdistan sözünü Osmanlı döneminden sonra bir daha etmez oldu. Artık İngiltere’nin tek amacı petrol bölgelerini denetiminde bulundurduğu Irak’ın elinde tutmak, bu arada Türkleri oyalayacak iç sorunlar bulmaktı. Bu çerçevede özellikle Şeyh Sait isyanında “İngiliz parmağı" olduğu inancını Türk yetkililer her zaman korudular. Birçok araştırmacıya göre ayaklanmada silâhlar ve para İngilizlerden geliyordu.  Bu isyan sayesinde İngiltere, Musul ve bölgesini Türkiye’den kopardı ve böylece bugüne kadar süren ve terör olaylarına zemin hazırlayan bugünkü sorun ortaya çıkmış oldu. 
Aynı şekilde Şeyh Sait ayaklanmasının akabinde İhsan Nuri Paşa önderliğinde Ağrı’da bir ayaklanma - benzeri bir olay daha yaşandı (1930). Ağrı olaylarında Ermeni desteği de çok açıktı. Bir diğer iddia İse olayları İngiltere’nin örgütlediği ve arkasında İngiliz Lawrance’ın bulunduğu idi. İngiltere bu iddiaları şiddetle reddettiyse de Türkiye’de İngiltere konusunda gelişen şüpheci refleks dikkat çekiciydi.
1937’de benzeri sorunlar Dersim’de (Tunceli) yaşandı. Ayaklanma sayılamayacak bu çete hareketlerinde de yine dış destek sorunu yaşandı. Şimdi hedef Fransa ve Rusya idi. Fakat ilginçtir; olayların sonlarına doğru Seyit Rıza zor durumda kalınca yine çareyi İngilizler’e başvurmakta bulmuştur. 30 Temmuz 1937 tarihli mektubunda Seyit Rıza, Türkleri İngiliz- lere şikâyet etmekte, Kürtlerin dillerini konuşmadıklarını, göçe zorlandıklarını ve asimilasyonla karşı karşıya olduklarını belirtmiştir. İsteği ise İngilizlerin Türk hükümeti üzerindeki nüfuzunu kullanarak sorunu çözmesidir. İngiltere bu mektubu çok fazla ciddiye almamışsa da Cumhuriyet’in kuruluşundan on dört yıl geçmiş olmasına karşın bölgede İngiltere’nin gücü konusundaki bu algı gerçekten çok şaşırtıcıdır.
Sh: 30-31

Daha önce de belirtildiği üzere İngilizler Kürtler ile her zaman ilgili olmuşlar, kimi iddialara göre dış politika aracı olarak yakın temasa da geçmişlerdir. Fakat tarihi tecrübeler bize İngiltere’nin hiç bir dönemde bağımsız bir Kürdistan’dan yana olmadığını, bunun için Kürtlere güvenemediğini gösteriyor. Soğuk Savaş’ın başlamasından sonra İse Türkiye ile İngiltere aynı kampta yer almaları nedeniyle “Kürt sorunu” konusunda uzunca bir süre ciddî bir sıkıntı yaşanmadı. İngiltere bölgeyi takibe devam etti, ancak bu dönemde dış müdahaleci Sovyetler Birliği’ydi. İngiltere’nin 1980’lere kadar asıl ilgi alanını Kuzey İrak Kürtİeri oluşturuyordu. Böylece PKK’nın kurulduğu tarihe kadar gelinmiş oldu.
PKK’nın kurulması ise dengeleri alt üst etti ve sadece İngiltere değil diğer “meraklı gözleri" de bölgeye çevirdi. Fakat İngiltere, diğer ülkeler ite kıyaslandığında Türkiye’ye karşı 1980’ler boyunca görece “anlayıştı” denebilecek bir tutum takındı. Ancak bölgeden İngiltere’ye PKK’nın yönlendirmesiyle akan on binlerce Kürt kökenli Türkiye vatandaşı ve PKK’nın kurdurduğu sahte sivil toplum örgütlerinin yaptığı çalışmalar tabloyu değiştirmeye başladı. 1980lerin sonuna gelindiğinde binlerce PKK sempatizanı ve örgütün malî kaynak sağladığı, insan gücünü beslediği on binlerce insan İngiltere’ye yerleştirilmiş, bunların bir kısmı İngiliz vatandaşlığına geçirilmişti. İlk başlarda bu göçlere hazırlıksız yakalanan İngiltere, daha sonra önlem almak istediyse de zincirleme göç ve PKK’nın İnsan ticareti konusundaki mahareti bu konuda alınan önlemleri büyük ölçüde boşa çıkardı. Gelenlerin büyük bir kısmının kaçak giriş yaptığı düşünülürse önlemlerin etkisizliği ortadaydı. 1990 lar boyunca sayıları hızla artan bu grup, İngiliz kamuoyunun görmezden gelemeyeceği bir şekilde Türkiye’yi İngiltere’nin gündemine taşıdı. Ayrıca PKK bağlantılı kuruluşlar basında, Avam Kamarası’nda, Lordlar Kamarası’nda ve birçok sivil toplum örgütünde yaptıkları yüz yüze propagandalarının sonuçlarını kısa sürede almaya başladılar. Bunlardan bir kısmı samimî duygular ile ikna edilirken, diğer bir grup zaten Türkiye aleyhine her türlü eylemde yer almaya hazırdı. Böylece Türkiye aleyhine oluşturulan cephe Rumlar, Ermeniler, aşırı sol gruplar ve PKK ile tamamlanmış oldu. Bu ortamda Türkiye’nin yetersiz kalması ve bu tür eylemlere karşı İngiliz liberal geleneği hep Türkiye’nin aleyhine işledi. Buna karşın İngiliz hükümetleri (Thatcher, Majör ve Blair) Türkiye’ye karşı Almanya, Fransa ve İskandinav ülkeleri ile kıyaslanamayacak derecede “anlayışlı”’ oldu. Bunda İngiltere’nin pragmatik yaklaşımı, Kürt sorunu konusunda büyük tecrübelerinin bulunması, dönemsel çıkarları ve Kuzey İrlanda sorunundaki konumunun etkili olduğu söylenebilir. Buna rağmen İngiltere’nin bu dönemdeki en vahim hatası PKK’nın denetimindeki MED- TV’nin bu ülkeden yayın yapmasına İzin vermesidir. 1994 Eylül’de kurulan bu televizyon iki ülke ilişkilerinde uzunca bir dönem en önemli sorun olurken, İngiltere’nin bu konuda gösterdiği diplomatik maharet sayesinde Türkiye’yi sakinleştirme politikası dikkate değer bir gelişmedir. Denebilir ki; bu dönemde Almanya ve Fransa aleyhine Türkiye’de büyük bir tepki oluşurken, İngiltere bu tepkilerden görece kendisini korumasını bilmiştir. İngiliz hükümetleri bu kanal ile ilgili olarak sorumluluğu bağımsız olduğunu iddia ettikleri ITC kuruluşuna atarken, kendilerinin Türkiye’yi anladıklarını ve MED-TV’yi kapatma yönünde çaba gösterdiklerini iddia etmişlerdir. Fakat  bu çabalar uzunca bir süre sonuç verememiştir(!). MED- TV’nin finansmanında Yunanistan ve Kıbrıs Rum Kesimi’nin desteği Türkiye karşıtı cephenin temel karakterini de ortaya koyar.  Bir dönem MED-TV dünyadaki tek Kürtçe yayın yapan kanal,  İngiltere’de on binlerce kişi için ise hemen hemen tek haber kaynağı olduğundan kısa sürede etkisini arttırdı ve İngiltere’deki Türk ve Kürt diasporasını radikalleştirirken, Türkiye konusunu İngiltere’de gündemden inmeyecek şekilde ön plana çıkardı.
Kanalın yayma başladığı ilk günden İtibaren Türkiye kanalı kapattırabilmek için İngiliz makamlarına, ITC ve İngiliz Dışişleri Bakanlığı’na başvurdu.  Türkiye’nin İddiası bu kanalın şiddeti teşvik eden, terörist bir örgütün, yani PKK’nın yayın organı olduğu şeklindeydi. Türkiye’nin iddialarına göre, ITC vermiş olduğu lisansı hemen iptal etmeliydi. Çünkü 1990 tarihli İngiliz Yayıncılık Yasası (The Broadcasting Act of 1990) hiç bir televizyon İstasyonunun suçu ve istikrarsızlığı, karışıklığı teşvik edici yayınlar yapamayacağını, yapan kuruluşların lisanslarının iptal edileceğini belirtiyor. Buna bağlı olarak ITC Programme Code’un 5. Bölümü bu tür yayınların yapılmasını yasaklıyor. Daha sonraki yasal düzenlemeler de, 1996 Broadcasting Act’İn 89. Bölümü gibi, ITC’ye bu tür yayınlar yapan kuruluşları uyarma ve nihayet kapatma konusunda geniş yetkiler veriyor. Türkiye’nin uyarılarına karşın İngiliz hükümeti bu yayınları durdurmayı istemedi ya da bunu yapmaya cesaret edemedi. Bunun üzerine dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel İngiltere’yi “PKK tarafından yönlendirilen bir kanalın yayınına izin vermekle suçladı.  Aynı yıl, Türkiye’den gelen baskılar sonucunda İngiliz Dışişleri Bakanlığı ITC’ye bilgi notu gönderdi. Bu arada Türk hükümeti de İTC’ye üç adet şikâyet dilekçesi gönderdi. Fakat bu yıl ITC, MED-TV’nin yayınlarında İngiliz yasalarını ihlâl edici hiçbir veriye rastlamadıklarını iddia etti.  Bunun üzerine İngiltere, Türkiye’ye dönerek ellerinde MED-TV’nİn yayınlarını durduracak bir güç olmadığını söyledi. 1995 Kasım’ında dönemin Başbakanı Tansu Çiller, John Majör ile görüşmesinde konuyu özellikle gündeme getirdi ve kanıtları içeren bir dosyayı İngiltere Başbakanı’na iletti. Görüşmede John Majör bu konuda ellerinden geleni yapacaklarına dair söz verdi.  Fakat bu başvurudan da sonuç alınamadı. MED-TV’nin destekçilerinden Avam Kamarası milletvekili John Austin-Walker’in sorusuna İngiliz Dışişleri Bakanlığı’nın 13 Aralık 1995 tarihli cevabı "Türk yetkililerin ilettikleri kaset ve bilgileri çevirmekteyiz. Buna göre bir değerlendirme yapılacaktır” şeklindeydi. Bu dönemde İngiliz makamların tavırları iki tarafı da oyalamak şeklinde gelişti. Bir yandan MED- TV taraftarlarına “merak etmeyin” mesajları verilirken, Türkiye’ye de “İngiltere’de terörist yayın yapan hiç bir kanal barınamaz” mesajı iletildi. Gerek Parlamento görüşmeleri, gerekse Türkiye’ye gönderilen raporlar bunu doğrulamaktadır.
Ancak Türkiye’nin kararlı tutumu sayesinde zaman içinde MED-TV zor durumda kaldı.83 Bu çabaların bir sonucu olarak büroları 19 Eylül 1996’da İngiliz polisi tarafından basıldı. Polis baskında yasal dayanak olarak Terörü Önleme Yasası’nı, (PTA) gösterdi. Tüm bilgisayarlara, disketlere ve dosyalara el konuldu. Amaç MED-TV ile terör arasındaki bağın ortaya konması idi. Özel bir birimden görevlendirilen bu polisler yaklaşık üç saat MED- TV’de kalıp araştırma yaptılar. Fakat sonuçta hiç kimse tutuklanmadı, ve söz konusu kanıtlar ele geçirilemedi. Kasım 1996’da ITC kanala ilk resmî uyarısını yaptı ve yayınlarında "yanlı” davrandığı ve böylece Programme Code’a karşı geldiği için kanalı uyardı, 1996 Eylül’ünde Türkiye’nin isteği üzerine MED-TV’nin Belçika’daki Roj NV adı altında çalışan stüdyolarına da baskınlar düzenlendi ve kanal ciddî bir baskı altına girdi. Bu baskında arşivler mühürlenirken bazı çalışanlar da göz altına alındı. Belçika polisi MED-TV ile PKK arasındaki bağlantıyı araştırıyordu. Üzerinde önemle duru-lan konu ise, MED-TV’nin PKK tarafından para aklama işlerinde kullanılıp kullanılmadığı ve Belçika’daki Türk ve Kürtler’den zorla MED-TV adına para toplanıp toplanmadığı idi. Polisin “Sputnik” adını verdiği operasyonlar esnasında sadece MED- TV değil sözde Sürgünde Kürt Parlamentosu’nun binası da arandı. Baskınlardan sonra PKK, MED-TV’yi korumak için her iki ülkede özel güvenlik birimleri yerleştirdi. Bu baskınlar MED-TV’nin yayın akışını da etkiledi ve yayın saati kısılırken, program sayısı da azaltıldı.
Londra ve Belçika’daki baskınlara ve frekans bozulmalarına ek olarak MED-TV 1996 yılında yayın yaptığı firmalarla da anlaşamadı. 30 Nisan’da Fransız uydu, sağlayıcısı anlaşmayı yenilemeyi reddedince Portekiz uydu sağlayıcısına geçti. Ardından anlaşma sağladığı Polonya İletişim firması Poiish- Telecom 2 Temmuz’da MED-TV ile olan anlaşmasını bozdu. 12 Ağustos’ta yeniden yayınlarını normalleştirdiyse de Türkiye’nin diplomatik yollardan yaptığı uyarılar sonucunda MED-TV ile çalışacak firma sayısının azaldığı anlaşıldı. 1997 yılında MED-TV yayınları ciddî bîr frekans bozulması olayıyla karşı karşıya kaldı. Kanalın verdiği bilgilere göre yayınlar 1Temmuz’dan başlayarak “korsan” bir frekans tarafından kesilmeye başlanmıştı. Kanal yetkilileri Türkiye’nin yayınlarını sabote ettiğini söyleyerek Türkiye’yi suçladılar. Hatta bununla da yetinmeyip Lordlar Kamarasi’ndaki “dostlarına” Türkiye’yi şikâyet ettiler. Bu şikâyet üzerine Lord Hylton hükümete gerçek sorumlunun kim olduğunu sordu. Hükümet adına soruyu cevaplandıran Lord Mclntosh BBC görüntüleme servisi aracılığıyla bir incelemenin yapıldığını, fakat yayınları bozanın kim olduğunun anlaşılamadığını söyledi.  Lord Hylton konuyu 3 Kasım 1998 tarihinde bir kez daha Lordlar Kamarası’nda gündeme getirdiyse de yayınların İngiltere’den mi yoksa başka bir ülkeden mi kaynaklanan frekanslar sonucu bozulduğunun anlaşılamadığı cevabını aldı. [Satellite TV Transmissions: Disruption” ,  Lords Hansard Written Answers,3 Kasım 1998, Column WA 41, {Londra: House of Lords )
Parlamento’nun Avam Kamarası kanadında ise konuyu sürekli olarak gündeme getiren kişi İşçi Partisi’nden Woolwich milletvekili John Austin- Walker’dı. VValker MED-TV’yi bahane ederek Türkiye’ye yönelik İngiliz Dışişleri Bakanlığı ve Avrupa Birliği nezdinde çok ciddî suçlamalarda bulundu. Walker’İn MED-TV ile ilgili olarak yazdığı protesto mektubundan aldığımız şu satırlar, gerçek amacı açıkça gösteriyor: “Bu olaylardan sonra hiç kimse Türk rejiminin doğası hakkında şüpheye düşemez. Bu rejim hiç bir şekilde Avrupa Birliği ve Avrupa Konseyi’nin belirlediği demokrasi normlarına ulaşamıyor. Geçmişte gazeteleri baskı altına alan ve kapatan bu rejim, şimdi de meşru, yasal ve İngiltere’de kayıtlı bir televizyon yayınına el atmış durumda. Duyduğum kadarıyla MED-TV’yi ülkelerinde yasaklamışlar. Fakat hiç bir şekilde kendi acımasız, barbar rejimlerini ve en temel insan haklarını nasıl ihlâl ettiklerini, yargılamadan insanları nasıl hapsettiklerini ve nasıl bu insanlara karşı işkence uyguladıklarım dünyanın öğrenmesini asla engelleyemeyecekler. Batı bu kez Türkiye’ye karşı siyasî bir önlem almak, ambargolar uygulamak ve silâh yardımını kesmek zorundadır.” [John Austin-Walker, MP, Press Release, Londra, 13 Şubat 1997.]
Martin’in sözleri açıkça gösteriyor ki söz konusu olan sadece MED-TV değil, Türkiye’ye karşı duyulan açık bir kin. 1997 yılında dört taraftan köşeye sıkıştırıldığını anlayan MED-TV, sadece İngiltere’de değil tüm Avrupa’da büyük bir Türkiye karşıtı kampanya başlattı. İlgili yerlere mektuplar yazılırken, altı çizilen temel argüman MED-TV’nin tek düşmanının Türkiye olduğu ve Türkiye dışında hiç bir kişi ve kuruluşun MED-TV’nin yayınlarını kesecek ekipman ve güce sahip olmadığı idi. Örneğin 9 Temmuz 1997’de MED-TV’den Avrupa Birliği Komisyonu Başkanı Santer’e yazılan mektubun ana teması Türkiye’nin MED-TV’ye karşı hareketleriyle Avrupa insan Hakları Konvansiyonu’nun 10. Maddesini ihlâl ettiği idi. İddialarını hukuksal zemine dayandıran MED-TV yetkilileri mektuplarına kanallarının İngiltere’de Meclis ve ITC tarafından desteklendiğini eklemeyi 'de ihmal etmediler.88 Ocak 1998’de kanala ITC’den üç ayrı olayda göstermiş olduğu tarafgirliği ve suça teşvik sayılabilecek yayınları nedeniyle doksan bin Sterlin ceza geldi. ITC’nin cezaya konu ettiği programlar "Jiyana Gel”, 9 Ekim 1997 ve 3 Haziran 1997 tarihli haber bültenleri idi. ITC’ye göre bu programlar hem taraflı hazırlanmıştı, hem de belli bir bölgedeki insanlar! çatışmaya davet ediyordu. MED-TV ise savunmasında bu programların siyasî içerikli olmadığını, aksine Kürt kültürünü ve müziğini tanıtıcı materyaller içerdiğini öne sürdü. Mart 1998’de ise ITC tarafından ikinci uyarı yapıldı. Bu sefer uyarıya konu olan programlar 25 Mart tarihli “Gün Ortası” ve 15 Şubat tarihli “Pazar Sohbeti” programları idi. Kanal “Gün Ortası” adlı programında her zaman olduğu gibi kendi muhabiriymiş gibi PKK mensuplarını konuşturmuş ve bu ikisi de beklenileceği üzere bir konuşma yapmıştı. ITC’ye göre yapılan açıktan Code’un ihlâli ve şiddete çağrı İdi. Fakat MED- TV bunu dahi Türkiye’ye saldırı için kullandı. Savunma şöyleydi: “Türkiye’ye demokratik bir ortam olmadığı için muhabir gönderemiyoruz. Gönderdiklerimiz ölümle karşı karşıya kalıyor. Bu nedenle Sah gibi şahısları zaman zaman kullanıyoruz.” ITC’nin uyarıya konu yaptığı İkinci programda ise çok açık bir PKK propagandası yapılıyordu. MED-TV’nin savunması yine aynıydı.  Kasım 1998’de ITC, MED-TV’ye eğer yayınlarını İTC Programme Code’a göre yeniden düzenlemez ise altı ay İçerisinde lisansının iptal edilebileceği uyarısında bulundu.  Bu uyarıya göre MED-TV’den beklenen sadece şiddeti kınaması ve şiddet içeren yayınlar yapmamasıydı. Fakat doğası gereği MED-TV’nin böyle bir şey yapabilmesi pek de mümkün değildi. MED-TV tüm bu İddialara kendisinin PKK’nın bir yayın organı olmadığını söyleyerek cevap verdiyse de pek İkna edici olamadı. Her şeyden önce kanalın merkezi olan Regent Street’deki ofisi PKK’ya sempatisi olan hemen her örgütün Londra’daki merkezi olarak gösterdiği bir yerdi ve Abdullah Öcalan hemen her akşam MED-TV ekranlarındaydı. Tüm bunlara ek olarak kanalın eğlence programlarında bile sürekli olarak “ölüm, savaş, mücadele” kavramları işleniyordu. Nitekim 22 Mart 1998’de İTC, MED-TV’nin yayın lisansını yirmi bir günlük süre ile askıya aldı. Komisyon yirmi bir günlük değerlendirmesinde 1996 tarihli yasanın 89. Bölümünü dikkate alarak kanalın şiddeti teşvik edici yayınlar yaptığına hükmetti. ITC’nin resmî açıklamasında şu ifadelere yer verildi: “Yayınlarda çeşitli defalar Türkiye’de şiddeti teşvik edici programlara yer veriliyordu.
Bu arada MED-TV’nin yönetim şekli ve etkinliği PKK yönetimini de tatmin etmemeye başladı. Bizzat Abdullah Öcalan’ın kendisi MED-TV’nin yayınlarından şikâyetçi oldu ve 1998 yılının Temmuz ayında kanalın idaresinde köklü bir değişikliğe gidildi. Bu değişiklikle kanalda Avrupa’da yerleşik PKK taraftarlarının ağırlıklarını arttırdığı görüldü. Ayrıca stüdyolarda çalışanlar arasında da kan değişikliğine gidildi. Yeni gelenler arasında tüm bayan çalışanların YAJK, yani Özgür Kadınlar Birliği mensuplarından seçilmiş olması da önemli bir noktaydı.
1999 yılı ilkbaharında ise Türk yetkililer uluslararası arenadaki son gelişmeleri de dikkate alarak son bir atak daha gerçekleştirerek ITC ve hükümet üzerindeki diplomatik baskıyı arttırdılar. Türk yetkililer çeşitli defalar ITC ve diğer İngiliz sorumluları MED-TV’nin gerçek yüzü konusunda uyardılar. Örneğin askıya alma kararından Önce Türkiye’nin Londra Büyükelçiliğimde 12 Mart 1999’da ITC yetkililerine, bazı İngiliz politikacılara ve akademisyenlere MED-TV konuşunda bir brifing verildi ve bu konuda gerekli olan bilgileri içeren bir dosya sunuldu. Bu brifingde İngiliz yetkililer ikna olmuş görünse de, Savunma Bakanlığı bürokratlarından Kevin Tebbit’in ifade ettiği gibi İngiliz hükümeti MED-TV’nin kapatılması konusunun kendi yetkilerinde olmadığını, bunun bağımsız bir kurum olarak ITC’nin ve İngiliz mahkemelerinin yetkisinde olabileceğini söylediler. Türkiye kapatma için baskılarını arttırırken MED-TV’de Avrupa’daki dostlarını devreye sokmaya çalıştı. İngiltere’de Lordlar Kamarası’ndan bazı üyelerin yanında diğer Avrupa ülkeleri de devreye girdi. Örneğin 29 Ocak 1999’da Fransa’dan Danielle Mitterand, Avusturyalı Milletvekili Hanas Awoboda, İtalyan Barış Derneği’nden Luisa Morgantini ve Plaid Cymru’dan (Galier Partisi) Ned Parrish ile birlikte MED-TV’yi ziyaret ettiler. Ziyaret esnasında MED-TV’ye yönelik “baskıları” eleştiren heyet, MED-TV’nin başarılı olmasını istediklerini de belirtti.
Askıya alma kararını takip eden günlerde ITC, MED-TV yetkilileri ve MED-TV’nin avukatları bir araya geldiler. 9 Nisan 1999 tarihli toplantıda ITC bir kez de yüz yüze kanal yetkililerini uyardı. Bu toplantıda liste halinde MED-TV’nin şiddet çağrısı yapan yayınları önlerine kondu. Toplantı sonunda ITC MED-TV’nin lisansının iptal edildiğini ilân etti. Başkan Sir Robin Biggam’in açıklaması şöyleydi: “Yaptığımız değerlendirmede, MED-TV’nin gerçekleştirdiği ve gerçekleştirmeyi taahhüt ettiği değişikliklere sempati duymakla birlikte, Komisyonumuz kamu yararı için MED-TV’nin lisansının iptal edilmesine, bunun yerine getirilmesi için lisans sahibinin uyarılmasına karar verdi. İngiltere genelinde Kürt halkına karşı büyük bir hoşgörü ve sempati olmasına karşın, İngiltere’nin diğer insanların şiddete davet ve teşvik edildiği bir platform olarak kullanılması kamu yararına değildir. MED-TV’ye temsil ettiği toplumun barışçı bir sesi olması için defalarca şans tanınmıştır. Tüm bunlardan sonra bu kişilerin yayın yapmasına izin vermek İngiliz sisteminin kötüye kullanılması sayılacaktır.”
Aynı şekilde ITC’nin Program ve Kablolu Yayınlar Direktörü Sarah Thane “Bu son ihlallerin temelinde şiddet ve suç eylemlerinin çeşitli şekillerine çağrı yapılması bulunuyordu” açıklamasını yaptı.
ITC’nin kapatmaya gerekçe gösterdiği yayınlardan örnek verecek olursak; ilki PKK yöneticisi Nizamettin Taş’ın her Kürtü bir “intihar fedaisi” olarak nitelendirdiği konuşma İdi. Taş bu konuşmasında “Kendinizi değil, düşmanı yakın” ifadelerini kullanıyordu. Bir diğer ifadede ise Abdullah Öcalan’ın kardeşi Osman Öcalan şunları söylüyordu: “Önderimiz (Apo) en doğru savunma biçimi, savaşı her zeminde yükseltmektir demektedir. Türk devletinin önderliğimize karşı düzenlediği komployu çok pahalıya ödeteceğimizi göstereceğiz. Artık hiçbir Türk yetkilisi evinde rahat etmeyecektir. Çok geçmeden bunu görecektir, PKK yapmazsa bile Kürt halkı bunu yapacaktır”.
Bu açıklamaların yanında MED-TV’nin haber bültenlerinde PKK Başkanlık Konseyi bildirilerini okuması da ITC tarafından şiddeti teşvik olarak yorumlandı. Bu bildiride Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı her türlü eylemin meşru olduğu söylendi: "Türkiye ve Kürdistan’da hiçbir ayırım gösterilmeksizin her türlü şiddet haklı ve meşrudur. İster sivil ister askerî olsun, halkımıza yönelik düşmanlık geliştiren her türlü kurum, kuruluş, şahsiyet Kürt halkının hedefidir”.
ITV’nin MED-TV’nin lisansını iptal etmesinin ardından İngiliz Dışişleri Bakanlığı, kendisinin bu kararın alınmasında hiç bir yetkisinin bulunmadığının altını çizerek, buna rağmen kararı desteklediğini açıkladı.  Ayrıca Avrupa Sınır Ötesi Televizyon Sözleşmesi’nin Daimî Komitesi’nde bir konuşma yapan İngiliz Temsilci Caroline Morisson kapatma kararının tüm Avrupa ülkelerini bağlaması gerektiğini belirterek, MED-TV’nin başka bir ülkede aynı şekliyle yeniden yayınlarına başlayamaması gerektiğinin altını çizdi. Zaten MED-TV kapatma kararının her an alınabileceğini düşünerek Norveç ve İsviçre’ye başvurmuş, buralardan red cevabı almıştı. Bu durum İngiltere’nin Avrupa’nın diğer ülkelerindeki etkisini ve Avrupa ülkelerinin birbirlerinin kurumlarma karşı duydukları saygıyı da ortaya koymaktadır. Ayrıca Belçika da uzunca bir süre İTC’nin alacağı karan bekledi ve kapatma kararıyla birlikte MED-TV stüdyolarına baskılarını artırdı. Daha karar alınmadan Belçika içişleri Bakanlığı MED-TV yetkililerine gönderdikleri mektupta terör çağrısının devam etmesi durumunda MED-TV stüdyolarının kapatılacağını belirtti.
ITC, MED-TV’nin yayınlarına son verdi, ancak kısa bir süre sonra MED- TV’nin yerini MEDYA-TV aldı ve PKK’nın uydudan gelen sinyalleri İngiltere’den ve tüm Avrupa’dan alınmaya devam etti. MED-TV örneği Türk yetkililerinin ısrarcı mücadelelerinin sonuç verebileceğini göstermekle birlikte, kapatma kararının Abdullah Öcalan’ın yakalanmasından ve PKK yanlısı kişilerin Londra’da şiddet dolu protesto eylemlerine girişmesinden sonra alınması dikkat çekicidir. Kısacası ITC’nin yıllar sonra MED-TV’yi kapatma kararı alması normal bir sürecin sonucu olarak kabul edilemez. Dört yıldan fazla bir süre bu kanalı kapatmayan ITC, eğer gerçekten hukuk kurallarını İşletecek olsaydı, elinde İstemediği kadar çok gerekçe ve yetki vardı. ITC bu kararı alırken İngiliz Dışişleri Bakanlığı’nın Türkiye'ye destek şeklinde yorumlanabilecek açıklamalar vermesi de ilginçtir. Söylemek İstediğimiz lisansı veren bir kurum olarak ITC, dört yıl boyunca MED-TV’nin PKK’ya verdiği açık desteğin farkındaydı. Fakat bu süre boyunca dişe dokunur hiç bir şey yapmadı. Sadece ITC değil tüm İngiliz kamuoyu biliyordu kİ, MED- TV, PKK’nın açık destekçisi, hatta yayın organıdır. Örneğin kapatma kararından çok önce MED-TV ile ilgili bir haber yapan BBC, İngiltere’de yasaklanmış olan terör örgütü lideri Abdullah Öcalan’a açık destek verdiğini belirterek, MED-TV’nin haber bültenlerinden şu çevirileri İngiliz kamuoyuna aktarıyordu: “Liderimizin Roma’ya gelişinin siyasî bir amacı vardır. Liderimiz orada bizim insanlarımızın adına, bir siyasî misyonla bulunuyor. Umut ediyoruz ki, şu ana kadar Kürt ulusal mücadelesine dostça yaklaşan İtalyan Hükümeti liderimize karşı da aynı şekilde davranacaktır. Biz İnanıyoruz ki, Türk devletinin tehdit ve şantajlarına boyun eğmeyecekler.”
Açıkça MED- TV tarafından Abdullah Öcalan’ın “liderimiz” olarak nitelendirilmesine, ve bunun BBC gibi tüm İngiltere’de en çok izlenen bir tele-vizyon kanalı tarafından yayınlanmasına karşın ITC’yi, MED-TV PKK ilişkisi konusunda ikna edebilmek uzun bir süre mümkün olmadı. Hatta kapatma kararında bile bu bağlantıdan en ufak bir kelime İle dahi bahsedilmedi.
Karar, İngiltere’nin Öcalan’ın tasfiyesi sürecine onayı şeklinde alınabileceği gibi başka sebepleri de olabilir. Bu konuda ilginç bir iddia CAAT’nin (Campaign Against the Arms Trade) iddiasıdır. Londra merkezli CAAT’den Rachel Harford’un iddiasına göre ITC’nin Başkanı Robin Biggam aynı zamanda İngiliz siiah ve havacılık sanayi şirketi BAe’nin de direktörüdür. MED-TV’nin kapatıldığı dönemde BAe de Türkiye’de kendi lisansı altında HK33 türü tüfek ve diğer silâhların üretimi konusunda çalışmalar yapıyordu. Yani Harford’un ima ettiği iddia şu; ITC’nİn başkanı, Türkiye’de çıkarları bulunan silâh firmasının bağlantılarını tehlikeye düşürmemek için ITC’de lobi yaptı ve MED-TV’yi kapattırdı. Nitekim kapatma kararının sonrasında PKK’nın başka kanallardan uyduya çıkmayı başarması da bu tür iddiaları destekliyor. Sonuç olarak İngiltere, Türkiye ile ilişkilerinde olumlu bir adım atıp çıkarlarını korumuş oluyor, diğer taraftan PKK’nın ve destekçilerinin tepkisi de çekilmemiş oluyor. Ve tabii “demokrasi’ye de halel getirilmemiş oluyor. İngiltere’deki PKK yanlısı örgütler de Harford’in iddiasını hararetle benimsiyorlar. PKK destekçisi Guardİans of Kurdistan (Kürdistan’ın Muhafızları) kapatma kararının ardından Biggam’ın her iki kurumdaki görevlerinin birbiriyle çakıştığını belirterek, Başbakan Tony Blair’e ITC Başkanı’nı görevden almasını talep eden bir dilekçe sundu." Biggam’a asıl büyük tepki ise basından geldi. Guardian grubuna bağlı haf-talık pazar gazetesi Observer, Biggam’in soyadıyla benzetme kurarak (Big İngilizce’de büyük demektir), “Küçük Biggam” adlı eleştirel bir makale yayınladı. Cohenln kaleme aldığı yazı, İngiltere’nin kısa dönemli malî çıkarları için insan hakları ve düşünce özgürlüğü gibi hayatî ilkelerinden vazgeçtiğini ileri sürüyordu.100 Sadece The Guardian değil, diğer gazeteler de kapatma kararını Türkiye’nin başarısı, İngiltere’ninse ilkelerinden vazgeçmesi oiarak aktardılar. Örneğin, ITC’nin İlk kez bir televizyon kanalını kapattığını söyleyen The Independent, bunu Türkiye’nin başarısı olarak kabul etti.
İTC Başkanı’nın kapatma kararını açıkladığı konuşmasında da belirtilen sempati, kararın hemen ardından etkisini gösterdi ve başında, Lordlar Kamarası’nda ve diğer platformlarda PKK sempatizanı İngilizler ciddî bir kampanya başlattılar. Bu kararda bazı İngilizler’in gösterdikleri tepki, konuya ne derece ön yargılı yaklaştıklarının da kanıtı oldu. Karar İngiliz yasaları çerçevesinde alınınca, itiraz edecek bir gerekçe bulamayan Lord Avebury bu sefer de iptale gerekçe olan 1996 Yayıncılık Yasası’nın 89. maddesinin değiştirilmesini talep etti. Hükümetin buna cevabı ise “Hükümetimizin bu yönde bir çalışması yoktur. Bu tür konular ITC’nin yetki alanına girmektedir” şeklinde oldu.
Tüm bunlara ülkelerinden bir TV kanalının siyasî gerekçeler ile kapatılmasına karşı çıkan liberaller ve solcu gruplar da katıldı. Kapatılmadan sonra MEDYA-TV gibi başka önlemler alan PKK ise açlık grevi, sokak gös-terileri ve mektup, faks kampanyaları ile bu tepkileri canlı tutmaya çalıştı. Kararın hemen ardından MED-TV’de çalıştıklarını iddia eden bir grup PKK sempatizanı 29 Mart’ta Parlamento binası önünde açlık grevine başladı. Bu kişilere çok sayıda PKK sempatizanı ve militanı da destek verdi. Birkaç gazete haberinin yayınlanmasını sağlayan bu eylemi İTC önündeki protestolar ve açlık grevi izledi. İTC önündeki eyleme katılanlar da kendilerinin MED- TV’de çalışan gazeteciler olduklarını, ITC’nİn “haksız” kararından dolayı işlerini kaybettiklerini İddia ettiler. Burhanettin Demir, Mustafa Aslan, Medeni Akgül, Şükran Erdem, Nİlgün Kaya, Sefkan Özgül, Faysal Dağlı ve Necati Bozkurt’tan oluşan bu grup kendilerinin İngiltere’de basın özgürlüğüne vurulan darbenin canlı kanıtları olduklarını söyleyerek diğer gazetecileri ve medya kuruluşlarını ITC’ye karşı harekete geçmeye çağırdılar.103 Bu eylemlere Kürdistanlı Gazeteciler Birliği’nin yanı sıra diğer tüm PKK yanlısı örgüt ve kişiler de yoğun bir destek verdiler. Meclise, partilere ve kamuoyu-
na yapılan açıklamalarda PKK’nın işlediği mesaj şuydu: “Türkiye bir NATO ülkesi. İngiltere de Türkiye’nin en önemli silâh sağlayıcılarından biri. MED- TV’nin kapatılmasının tek sebebi baskıcı bir rejime sahip olan Türkiye ile siyasî ve İktisadî çıkarları işbirliğinden yana olan İngiliz Hükümeti’nin demokratik değerlendirmeden yoksun yaklaşımıdır.”  MED-TV tarafından yabancı basın mensuplarına yapılan yazılı açıklamada da, kararın Türk ve İngiliz Dışişleri Bakanları’nın ortak toplantılarından sonraya rastlamasının bir tesadüf olmadığı fikri işlendi. PKK’ya ve MED-TV yöneticilerine göre İTC, MED-TV’yi kapatarak “Kürtlerin yaşadığı bölgedeki tek bağımsız haber kaynağım” kapatmış oldu,  Ayrıca PKK’nın İngiltere’de yaydığı bir diğer iddia da güvenlik güçlerinin Türkiye’de çanak antenleri MED-TV izlenemesin diye kırıp yok ettiği, İngiliz makamlarının bu karar ile bu tür eylemlere destek olduğu yönündedir.
Tüm bu protesto ve eleştirilere karşın cılız da olsa bir kesim Türkiye’yi desteklerken MED-TV’yi yayınlarından dolayı eleştirdi. Bunların başında Muhafazakar Parti eski milletvekillerinden Michael Stevens geliyordu. Türkiye’nin MED-TV’nin kapatılması yönündeki isteğinin son derece haklı olduğunu vurgulayan Stevens, Türkiye’nin Londra Büyükelçiliği yetkilileriyle de görüşerek, İngiltere’nin MED-TV’ye yayın lisansı vermesinin büyük bir hata olduğunu söyledi.
Kısacası MED-TV olayı Türkiye-lngiltere İlişkilerinde güvensizliği artırırken, İngiltere’deki Kürt diasporasının daha fazla radikalleşmesinde ve PKK’ya yaklaşmasında da etkili oldu. İngiliz istihbaratının PKK’yı en tehlikeli terör örgütü ilân ettiği hatırlanacak olursa bu durumun İngiltere’nin de lehine olmadığı açıktır. Tüm bunlara karşın PKK’nın televizyon girişimi MED- TV’nin kapatılmasıyla sona erdirilemedi ve ardından kurulan C-TV ve MEDYA-TV gibi örneklerde görüleceği üzere sorun şekil değiştirdi ve hâlen Türkiye ile Avrupa arasında güvensizliği besleyen kaynaklardan biri olmaya devam ediyor.
MED-TV örneğinden de anlaşılacağı üzere, İngiltere’de Türkiye’ye pek de iyi gözle bakmayan önemli bir grup var ve bu grup hükümet ve Meclis üzerinde ciddî bir baskı unsuru konumunda. Türkiye’nin lobicilikte “yaya kalması” da bu durumu besliyor. PKK lideri Abdullah Öcalan’ın yakalanması esnasında PKK yandaşları tarafından gerçekleştirilen şiddet eylemleri bu grubun etkisini büyük ölçüde kırmış, özellikle Rumlar ile PKK arasındaki sıcak bağlara zarar vermiş İse de Türkiye karşıtlığı kısa bir sürede başka alanlara kaydırıldı. Bunların başında ise İnsan hakları, azınlık hakları ve çevre (!) konulan geliyor. Yıllardır Güneydoğu’daki Hrıstiyan Türk vatandaşlarını gündeme getiren bazı Hrıstiyan gruplar bu konudaki iddialarını daha güçlü bir şekilde gündeme taşırken, daha önce PKK lobiciliği yapan gruplar da İlusu Barajı ile Kürt kültürünün yok edilmek İstendiği iddialarını gündeme taşıdılar. Kısacası “maksat üzüm yemek olmadığından” İngiltere’de Türkiye karşıtı bu lobilerin çalışmalarının bir günde sona erebileceğini düşünmek çok zor. Fakat Türkiye’de bazı basın yayın organlarının iddia ettiği gibi terör olayları ile İngiltere arasında en üst düzeyde bağlantı kurmak ciddi araştırmalar ve kanıtlar isteyecek türdendir.
Her ne kadar Türkiye tarafından görmezden gelinse de bugün İngiltere’de üç yüz binden fazla Türk (Anadolu Türk’ü, Kürdü ve Kıbrıslı Türkler) yaşıyor ve bunların sayısı her yıl doğal yollar ve göç nedeniyle hızla artıyor. Bu çerçevede bundan sonraki dönemlerde iki ülke ilişkilerini, olumlu ve olumsuz anlamda, denebilir ki bu kişiler oluşturacak.
Bilindiği üzere İngiltere’deki Türk azınlık ilk yıllarda Kıbrıs’tan gelen Türk göçmenlerden oluşuyordu. 1960 ve 1970’lerde ekonomik nedenlerle gelenler olduysa da bu sayı oldukça sınırlıydı. Kıbrıslı Türklerin ise tamamına yakını Kuzey Londra’da yerleşikti. Kıbrıslı Türklerin sayısı 1980’e geldiğimizde elli bine yaklaşmıştı. İngiltere’nin Kıbrıs’a vize uygulamaması ve Kuzey Kıbrıs’taki belirsizlik göçü hızlandırıcı faktörlerdi. Ne yazık ki Kıbrıslı Türkler İngiltere’de kültürel asimilasyona en ağır şekliyle uğrayan gruplardan biri idi. Ayrıca siyasî farklılıklar toplu hareket edebilme güçlerini de azalttı. 1980’de Kıbrıslı Türk göçü azalırken Türkiye’den göçte hızlı bir artış yaşandı. Bunda, hiç şüphe yok ki, en önemli faktör Türkiye’de yaşanan siyasî ve sosyal gelişmelerdi, 1980 askeri darbesiyle İngiltere’ye göçün mahiyeti büyük oranda değişti ve siyasî-göçmenlerin sayısı hızla arttı. Özellikle sol ve radikal Kürtçü gruplar Londra’daki etkilerini arttırmaya başladılar. Halkevi ve çevresi aşırı solun toplantı yerleri hâlini aldı. İngiliz idaresinin azınlıklara sağladığı fonlardan yararlanan aşırı gruplar 1980’ler boyunca Türkiye aleyhine faaliyetlerine hız verdiler. Böylece Türk azınlığını İngiliz toplumuna adapte edebilmek için verilen tüm uğraşlar ideolojiye kurban edilmiş oldu. Diğer kesimlere bakacak olursak, gelenlerin büyük bir kısmı ya asimile oldu, ya da siyasî olaylara karışmayıp, kendi köşesinde kalmayı yeğledi.
1980lerin son yılları ise Türkiye’den göçte bir dönüm noktasıydı. Bu yıllarda Türkiye’de istediği sonuçları elde edemeyen PKK, başta Avrupa olmak üzere tüm dünyaya açılma kararı aldı. Bu strateji gereği dünyanın en önemli ülkelerinde sığınma ve göç yoluyla Kürt azınlıklar oluşturulacak, böylece PKK’ya dış dünyadan malî ve siyasî destek sağlanacaktı. Bu çerçevede Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da birçok Kürt kökenli kişi İngiltere’ye göç konusunda “ikna edildi". Göçmenlerin büyük bir kısmı ekonomik sebeplerden dolayı bu yolu seçmişti, fakat olay kısa sürede siyasî boyutlar kazandı. 1989 yılının baharında PKK büyük bir göç dalgasını organize etti. O döneme kadar Türkiye’den böylesine büyük bir göçle karşılaşmamış olan İngiliz yetkililer bu durum karşısında büyük bir şoka uğradılar. İngiliz İçişleri Bakanlığına göre 4650 kişiden oluşan bu akın, İngiltere’nin tarihi boyunca karşılaştığı en büyük göçlerden biriydi. O tarihe kadar Kürt sorununda hep Türkiye’yi suçlayan ve Türkiye’de insan hakları ihlâlleri olduğunu ileri süren beyanlar sığınmacıların işlerini kolaylaştırdı. Mahkemeler sığınmacıların iddialarını büyük ölçüde doğru kabul etti. Ayrıca PKK tarafından ayarlanmış avukatlar ve danışmanlar da sistemin açık yönlerini sonuna kadar sığınmacılar lehine kullandılar. Böylece PKK yasal ve yasadışı yollarla binlerce Kürdü Londra’ya taşıdı. Yasadışı yollardan gelenler kamyon veya yük gemilerinin özel bölmelerinde İngiltere’ye sokuluyor, sonrasında da ya kaçak olarak çalışıyorlar, ya da sığınmacı olmak üzere polise başvuruyorlardı. İngiltere’ye geldikten sonra, özellikle kaçak gelenlerin PKK ve çevresine olan bağımlılığı artıyordu. Bu yolla İş bulanlar maaşlarının hatırı sayılır bir kısmını yıllarca PKK’ya vermek zorunda kaldılar.
Türkiyeli Kürtler, tıpkı Kıbrıslı ve Anadolulu Türkler gibi Kuzey Londra’ya yerleştiler. Bir kısmının Kürtçü iddialarına karşın, bu insanlar da yaşamak için Türk mahallelerini seçtiler. Oysaki Iraklı ve İranlı Kültler ile ayrı bir diaspora da oluşturabilirlerdi. Diğer bir nokta da Londra Kürt topluluğunda Türk kültürüne ek olarak Türkçe dilinin dominant olmasıdır. Böylece Kuzey Londra’da belli mahalleler küçük Türkiye görünümünü aldı. PKK yönlendirmesiyle gelen Kültlerin büyük bir kısmı Sivas ve Kahramanmaraş illerinden gelen Alevî vatandaşlarımızda Göç belli bölgelerden olduğundan, zincirleme göç bugün de, hızı azalmış olsa da devam etmektedir. 1990’ların sonunda sığınmacı başvurularında kabul oranı yüzde beşin bile altına düştü.  Fakat tahminlere göre her yıl iki - dört bin civarında aile İngiltere’de yerleşmeyi başarıyor.
“Kürt dalgası” 1990’lann ortasına kadar sürdü ve Londra’daki Kürt kökenli Türkiyelilerin sayısı resmî kaynaklara göre 25.000’i aştı. Kimi tahminlere göre bu rakam 25.000’in çok daha üstünde. Bu dalga esnasında ekonomik sebeple gelen Türklerin sayısı da oldukça fazla idi. Siyasî olaylar ile hiçbir ilgisi olmayan binlerce kişi Türkiye aleyhine verdiği beyanlar sayesinde sığınmacı statüsüne geçtiler.
Türkiyeli göçmenlerin çok kullandıkları bir diğer yöntem de zincirleme göç oldu. Bazı örneklerde Türkiye’de bir köyden bir tek kişinin İngiltere’ye gelmesi, köyün tamamını İngiltere’ye taşıdı. Bunun yanında aile birleşmeleri de önemli bir göç yöntemi olarak kullanıldı.
İngiltere’ye Türk göçündeki artışta turizmin de büyük bir rolü oldu (!). Türk turizmindeki gelişmelere paralel olarak, Türkiye İngilizlerin rağbet ettiği üç büyük pazardan biri haline geldi. Bu durum, dışa açılmak için her yolu deneyen işsiz gençlerce büyük bir imkân olarak görüldü. Son on yıl içinde yüzlerce genç evlilik yoluyla İngiliz vatandaşlığına geçtiler. Bunlar içinde Güneydoğu ve iç Anadolu’dan gelenlerin sayıca fazlalığı dikkat çekiyor.
Gelinen noktayı özetleyecek olursak, kimi kaynaklara göre İngiltere’deki Kıbrıslı ve Türkiyeli nüfus 300.000 buluyor. Bu rakam abartılı görülebilirse de toplam nüfusun 200.000 civarında olduğu ve her geçen yıl arttığı söylenebilir.
Tahminler arasındaki bu büyük fark gelenlerin büyük bir kısmının yasal yolları kullanmamasından ve İngiliz hükümetinin güvenilir rakamlara sahip olmamasından kaynaklanıyor. Hükümet azınlık denince siyah ve Asyalılar üzerinde yoğunlaştığından, İngiltere'deki Türklerin sayısı kaba tahminler ile anlaşılmaya çalışılıyor. Türk makamlarına göre bu sayı 250.000 ile 300.000 arasında değişiyor.
Türklerin İngiltere’de karşılaştıkları “ayrımcılığa” gelecek olursak; her şeyden önce beyaz ırktan olmalarının büyük bir avantaj sağladığı not edilmeli. Deri rengi avantajına bir de İngilizceyi ekleyebilen Türklerin sorunları büyük ölçüde çözülmüş oluyor. Bu konumdaki kişilerin ırkçı saldırılardan ve hakaretlerden korunabildikleri söylenebilir. Buna karşın bu kişilerin de resmî İşlerde yükselme şansları İngilizlere oranla çok düşük. Sadece ırkları nedeniyle birçoğu İstedikleri işleri alamıyor, İngiltere’nin sunduğu birçok avantajdan yararlanamıyorlar; üstelik Türk toplumunda eğitim düzeyinin çok düşük olması ve Türklerin dil bilgisi en zayıf göçmenler arasında yer aldığı gerçeği durumun vehametini bir kat daha arttırıyor. Tüm bunlara Kıbrıslılar, Anadolu Türkleri ve Türkiye Kürtleri arasındaki bölünmeyi, ve Türkiye’den bu gruplara dönük desteğin son derece sınırlı olmasını da eklediğinizde zaman zaman içinden çıkılmaz durumlar ile karşılanabiliyor. Özellikle eğitim alanında yoğunlaşan ırkçı yaklaşımlar nedeniyle birçok Türk okullardan uzaklaşırken, resmî dairelerde de iş bulamıyor. Buna karşın Türkler özellikle ticarî alanda, servis sektöründe ve tekstil sanayiinde oldukça başarılılar.
Bu kısa değerlendirmenin ardından sorunlara karşı neler yapılabileceği konusuna gelirsek, her şeyden önce buradaki Türklerin hem İngiliz, hem de Türk makamlarınca “görmezden gelinmesine bir son verilmesi gerekiyor. Bu konuda İngiltere belli noktalarda mazur görülebilir, yapılan yanlışlar bilgi ve kaynak noksanlığına, donanımsızlığa ve güncel gelişmelere bağlanabilirse de Türkiye’nin ülke olarak içinde bulunduğu konum hiç bir özürle içinden çıkılabilecek bir durum değildir.
Nüfus İtibarıyla Türkiye’deki birçok İlden daha büyük bir nüfusa sahip olan İngiltere’de Türklerin sorunları ile ilgilenmesi için sadece bir büyükelçilik ve bir de konsolosluğumuz var. Tüm iyi niyete karşın güncel rutin içerisinde kendisine verilen görevleri elindeki eleman, imkân ve yasal yetkiler ile sınırlı ölçülerde gerçekleştirebilen görevlilerin, bırakınız sorunları çözebilmeyi, böylesine büyük bir kitleyi yardımsız, tek başlarına anlayabilmelerinin güçlüğü ortada. Bunun dışında Türkiye’deki bakanlık ve ilgili birimlerin ilgisizliği de sorunları derinleştiriyor. Böyle olunca hem radikal gruplar kolayca Londra Türk diasporasında yuvalanabiliyor, hem de diğer sorunlar bir çığ gibi büyüyor. Dahası bu sorunlar karşısında bir anlamda "çaresiz”’ kalan İngiliz makamları da bir şey yapamıyor. Hatta koydukları yanlış teşhisler ile terörü, gerilimi, İngiltere ve Türkiye’nin aleyhine gelişmeleri çoğu zaman bilmeyerek teşvik edebiliyorlar. Bu ortamda yapılması gereken ilk şeyin konu hakkında bilgi birikiminin sağlanması ve konuya dikkatleri çekecek bir programın hazırlanıp uygulanması olduğu açıktır. İngiltere’de Türkler ve diğer azınlıklar konusunda özellikle İngiltere’de çalışan Türk ve yabancı isimler mevcut. Fakat bu kişiler çalışmalarını bugüne kadar hep İngilizce yazdılar ve çalışmalar akademik dergilerin tozlu sayfalarında kalmaya mahkûm edildi. Türkiye’yi doğrudan ilgilendiren böylesine önemli bir konuda Almanya, Avrupa Birliği gibi kaynaklar dahi araştırmaları finanse etti. Bu noktada Türkiye’den bir teşvik gelmediği gibi, elde edilen ürünlerin gerek Türk üniversiteleri, gerekse de Türk bürokrasisi tarafından değerlendirilmediği açıkça anlaşılıyor. Bu da Türkiye’nin soruna karşı “kör” kalmasına neden oluyor.
İngiltere Türkleri hakkında gerekli zemin araştırmalarının yapılıp akademik, diplomatik ve bürokratik çevreler bilgilendirildikten sonra gerekli olan İkinci adım İngiltere ile Türkiye arasında işbirliğinin tesisi olmalıdır. Türk bürokrasisinin çalışmasını bilenler için “ütopik” gelse de Türkiye’nin kendi hayatî çıkarları ve yurtdışındaki vatandaşları ve ırkdaşlarının çıkarları için en azında PKK, Rum lobisi ya da Ermeni lobileri kadar gayretkâr olmasını beklemek de hakkımız olsa gerektir. Bugün PKK, İngiltere’de her resmî kurum ve kuruluşta lobicilik yapıyor, sivil toplum kuruluşlarını yazılı- sözlü bilgilendiriyor, milletvekillerini “sıkı markafa alarak onların “akıllarını çelmeye” çalışıyor, Türk ve Kürt Londralılar arasında fikirlerini yerleştirmeye çalışıyor. Benzeri bir çabayı Türkiye’nin göstermesi de şart. Diğer bir deyişle İngiltere ve Türkiye arasında kurulacak bir işbirliği hem yanlış anlamaları giderecektir, hem de sorunların tespitini kolaylaştırıp çözüm için uygun zemini sağlayacaktır. Ayrıca böyle bir işbirliği bu ülkedeki insanların yalnızlık ve terkedilmişlik hislerini de olumlu bir yönde değiştirerek hem İngiliz toplumunun hem de Türk toplumunun iç barışına hizmette bulunacaktır.
Türkiye açısından gerekli üçüncü adım ise devlet ile buradaki Türk ve Kürt toplum arasında sağlıklı kanalların açılmasıdır. Bugüne kadar sadece güvenlik penceresinden bakılan bu insanlara farklı açılardan bakmanın zamanı çoktan geldi. Böyle bir iletişim kanalı İngiltere için de önemli, çünkü aynı kültür ve geleneği paylaşan insanlar olarak sadece Türklerin anlayabileceği sorunlar ve sadece bu İnsanların bulabileceği çözüm yolları vardır. Böyle bir süreç İngiltere’nin gelecekte İzleyeceği politikalar İçin de son derece yararlı ve öğretici olabilir.
Türkiye’nin bu insanlara daha çok güvenlik penceresinden baktığını söylemiştik, ne var ki bu cepheden bakıldığında bile olması gereken bağların ve alınması gereken önlemlerin alınamadığı açıkça görülebiliyor. İngiltere Türk toplumu içinde kaçak konumunda birçok “sakıncalı” insan da var ve bunlar genel olarak Türk diasporası için ciddî tehditler oluşturuyor. Başta haraç olmak üzere bazı örgütler lehine girişimlerde bulunmaya zorlanma ve bu ad altında kişisel çıkarlar sağlanması bu tehditlerden sadece birkaçı. Diaspora içinden gelen tehdide ek olarak diğer gruplardan Türklere dönük baskılar da unutulmamalı. Bu ortamda güvenliği sağlamak elbette İngiliz makamlarının görevidir, fakat Türkiye de üzerine düşeni yapmalı ve güvenlik alanında daha profesyonel önlemlere yönelinmelidir. Fakat yukarıda belirttiğimiz üzere, her şeyden önce sorunu görmek ve çözüm yoları aramak Önemli ve bu söz konusu her iki ülke için de geçerli.
Sh: 42-60

Kaynak: Derleyen- Sedat LAÇİNER, Bir Başka Açıdan İngiltere, Avrasya-Bir Vakfı, Asam Yayınları, 2001, Ankara

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar