UÇLARIN BİRLEŞMESİ (Martin Lings)
Son birkaç yüzyıldan beri Batı’da etkili olan
olumsuz eğilimler, bu yüzyılın başından itibaren etkinliklerini gittikçe
artan bir hızla artırmışlardır. Üstelik yine bu eğilimler, yine bu tarihten
itibaren gittikçe artan bir hızla bütün yeryüzüne yayılmaya başlamışlardır.
Ama o zamanla bugün arasında önemli bir fark var: Bu eğilimlerden sorumlu
olan ve bir zamanlar kendinden pek emin görünen tavır, şimdilerde yalpalamaya
başlamış gibidir. Bu, halkı eski gittiği yoldan alıkoymamış ve bu yolda
atılan her adım işlerin biraz daha kötüleşmesine yol açmıştır, ama artık halk
gönüllü olmaktan çok robot gibi davranmaktadır ve hiç kuşkusuz, bireylerin
yaygın havadan kendilerini kurtarmaları, eskisine oranla şimdi artık daha
kolaydır. Modern dünyanın duvarlarında -daha önce olmayan çatlaklar görülmeye
başlamıştır ve bu çatlaklar modern dünya ne demekse onun tam tersini., temsil
eden bir bakış açısına yol vermektedirler. .
Yaşadığımız çağın, sonuna yaklaşmakta olduğunu
gösteren birçok değişik belirtiler yar. Bu sonun kendisi de uçların büyük
buluşması olacak ve bu «zamanın imleri» arasında, hemen, her
alanda gözlenebilecek daha küçük ölçekli buluşmalar da vardır. İçinde
yaşadığımız çağa damgasını vuran çelişikinin çarpıcı birörneği de şudur:
Dünya hiçbir vakit bugün olduğu kadar
sözde-dinlerle ve sapıklıklarla dolu olmamıştır. Bunun sonucu olarak, hiç
kuşkusuz, sapıtmak, yoldan çıkmak da hiçbir vakit böylesine kolaylaşmamıştır.
Bununla birlikte bütün bu «din» denilen şeylerin arasından gerçek «din»i bulup
çıkarmanında daha bir kolaylaştığı görülmektedir. Babizm, Bahaizm, Christian
Science, Teosofizm, Antroposofizm, Manevî Cihazlanma, Subut vs gibi kendi içine
kapalı sözde-dinlerin ötesinde, adlarını bile saymamıza gerek olmayan,
herbirinin dorukları velâyetin ışıltısıyla kaplı sıradağlar gibi uzanan büyük
dünya dinleri bütün haşmetleriyle yükselmektedirler. Gerilerde, şurada burada,
halkın uzaklaşması, unutması nedeniyle yerine yenisi gönderilmiş ya da
yenilenmiş daha eski bir dinin dorukları hayal meyal seçilmektedir. Ama artık
yeni bir din için dünyada yer yok; çünkü artık dünyada Hristiyanlıktan önceki
Greklerin, Romalıların ve Germenlerin; İslâmdan önceki Arapların, Perslerin,
Hindu olmayan Hindistanlıların durumunda olan bir topluluk yok. Artık
dünyadaki bütün topluluklar, coğrafî açıdan olduğu kadar psikolojik açıdan da
-çevresinde ne tür sapıklıklar türemiş olursa olsun, tümüyle geçerli ve
katışıksız kalabilmiş en azından bir-
gerçek anlamda- dine[1]
ulaşabilecek durumdadırlar. Bu yüzden, günümüzle çevrimin sonu arasında yeni
bir dinin ortaya çıkabileceğini düşünemeyiz bile. Buna karşılık, bu büyük
dinler kendilerine çok büyük bir ihtiyaç duyulduğu bir zamanda, şimdiye kadar
hiç görülmemiş bir biçimde birbirlerinden haberli kılınarak adeta yenilenmiş
ve canlanmış gibidirler.
Hiç kuşkusuz, atalarımız da kendi dinlerinden başka
dinlerin varlığından haberdardılar; ama başlarının üstünde parıldayan büyük
ışıktan ötürü, ufukta ışıldayan daha uzak ve -onlar için daha soluk ışıklar onları
pek ilgilendirmediği gibi, bir sorun da çıkarmıyordu. Bugün ise bu ufuklar
uzak değildir artık ve onları böylesine yaklaştıran şeylerin toplamından doğan
büyük kötülüğün yanısıra bazı iyi şeyler de kendilerine yol açabilmişlerdir.
Başka dinlere karşı beslenen ilgi ya da hoşgörünün
-tümünün değilse bile büyük bir bölümünün karşılıklı anlayıştan çok akademik
meraktan ve dine karşı «özgürlük hurafesi»yle karışık bir ilgisizlikten
kaynaklandığı doğrudur. Yine de,
sözgelişi, öyle inanmış Hristiyanlar vardır ki, Budizmin de Hristiyanlık kadar
«din» olduğunu ve ikibin yılı aşkın bir süreden beri bu dinin milyonlarca
Asyalının manevî ihtiyaçlarını, belki de Hristiyanlığın yapabileceğinden çok
daha iyi bir biçimde karşılayageldiğini bilmeleri gerekir ve bu bilgi onların
Hristiyanca inançlarını da güçlendirecektir. Hristiyanların bunu bilmeleri
gerekir; aksi takdirde bugün diğer dinleri dikkatle gözleyip dururken bunun
aksini düşünmeleri demek, Takdir-i İlâhî’yi anlamamaları ve giderek, izzeti
Tanrı’nın Şanı’na bağlı olan Hristiyanlığı da anlamamaları demektir. Daha da
genel deyimlerle, kalblerinin bir dinde sükûnete kavuşabilmesi için «Rahman»
sıfatının boş bir söz olmadığını ve Tanrının yalnızca bir veya birkaç halkı
«seçmediğini» bilmeleri gerekir. Bu nokta, görmesi gerekenlerden şimdiye
kadar saklanmadığı halde, şimdilerde belki her zamankinden daha kolay
anlaşılabilecek bir durumdadır. Bir İslâm ülkesine gönderdiği bir temsilciye: «Sakın
dinsizlerin arasına gittiğinizi sanmayın. Müslümanlar Kurtuluş’a ermişlerdir.
Tanrı’nın yolları sonsuzdur» [2] diyen
Papanın bir başka çağda değil de çağımızda yaşayan bir Papa olması anlamlıdır.
Dinlerini büsbütün ya da kısmen yitiren bazı insanların, başka dinlerin
yardımıyla tekrar dinlerine döndükleri (veya dönebildikleri) görülmektedir; çünkü
başka dinlere tarafsız ve önyargısız bir biçimde yaklaşmak, genellikle, daha
kolay olmaktadır. Herhangi bir dinde sahih inancın ne olduğu konusunda açık
bir fikre varan kişi, kendi dini de dâhil olmak üzere bütün diğer dinlerde buna
tekabül edenin ne olduğunu da kolayca çıkartabilir; çünkü sahih inancın özel
olduğu kadar genel bir yönü de vardır. «Özel»liği açısından, değişik tapınma
biçimlerinin nasıl çakıştığını[3] görmek her
zaman pek kolay değildir; ama «genel»liği açısından sahih inanç temelde hep
aynıdır ve hemen görülen en belirgin, en kapsamlı niteliklerinden biri de
yoğunluktur. Sahih inanç, insanın her alandaki ve her düzlemdeki dinî
ihtiyaçlarını işte bu yoğunlukla doyurabilmektedir. Bireyin birden fazla dini
benimseyememesinin başta gelen nedenlerinden biri de budur: Her din «katolik»
[4] yani kendi
içinde her şeyi kapsayan bir bütünlük olduğu için, insanın başka bir şeyi de
benimsemesine imkân bırakmayan bir teslimiyeti gerektirir.
İslâm’daki, sahih inancın herşeyi
kuşatıcılığı düşüncesi özellikle çok belirgindir. Bu düşünceden kalkarak
(konunun sadece İslâm’ı ilgilendiren yönünü mahfuz tutarak) genel bir tanıma
ulaşabiliriz: Din, üç yönlü bir İlâhî Haber’dir:
Birincisi, o, gerek Mutlak, Ezelî ve Ebedî
Hakikat’in Kendisi ve gerekse kainat (yani göreli, sonlu ve ölümlü olan,
özellikle de insan) hakkında nelere inanıp nelere inanılmayacağını
söyleyen bir akidedir;
İkincisi, nelerin yapılıp nelerin yapılmayacağım
gösteren bir yasadır ve yasanın «yap» dedikleri, bütün inananları kuşatıp
hayatlarına nüfuz edebilecek genişlik ve zenginlikte yeterli bir tapınma
biçimini oluştururlar;
Üçüncüsü, insanlar arasındaki manevî
farklılıklara izin veren mistisizm ya da batınîliktir. Akidelere (akaide) inanmak
ve yasaya uymak herkesin boynunun borcudur; çünkü kurtulmak, esenliğe çıkmak
bunlara bağlıdır. Dinin, ancak belirli nitelikleri olanları bağlayan mistik
yönü, inanç ve tapınmanın fazladan bir boyutudur; zira hem akideyi tam
anlamıyla kavramış olmaklığı, hem de dinî vecibelerin yerine getirilişinde
derin bir samimiyeti ve yoğunlaşmayı gerektirir. Bu, esenliğin de ötesinde,
daha bu dünyadayken kutsanma ve hatta bunun da ötesinde Tanrı’nm Kendisi’ne
kavuşma imkânını bağışlar.
Sahih inancın İslâm düşüncesindeki bu üç boyutlu
tanımı öylesine evrensel ki, diğer dinlere de ayrıca uygulamamıza gerek yok,
çünkü bu tanım görmezlikten gelinemeyecek beşerî gerçeklere tekabül etmektedir.
Bundan daha dar hiçbir şey, -«tarihî» zamanlar [5]boyunca olduğu gibi bugün deinsan
soyunun -ırkî ya da coğrafîhiçbir kesiminin manevî ihtiyaçlarım karşılamaya
yetmez. Yukardaki tanım, sahih inancın özel yönlerine değinmediği halde (bu iş
için her dini ayrı ayrı ele almak gerekir), yine de, bu tanımın yardımıyla
sözgelişi Hristiyanlıkta hangi fırkaların -sapıklığın başta gelen özelliği
olandinî merasim ve akidede görülen ve mistisizmin bir bütün olarak kenara
itilmesine yol açan kısırlaşmadan masun kalabildiklerini bir
bakışta görebiliriz. (Çünkü mistisizm, yerine getirilen dinî vecibelerin
nitelikçe zenginleşmesi veya yükselmesi demektir ve bu anlamda akide,
sapıklığın tam karşıtıdır.) Aynı gerçek bir başka biçimde de dile
getirilebilir: Sapıklığın anlayış yetersizliğinden ötürü reddettiklerini,
mistisizm derinliğine bir kavrayışla benimser.[6]
Dinler dış veya zahirî yönleriyle bir çemberin
üstündeki değişik noktalara, batmî veya mistik yollarıyla da bu noktaları
-Îlâhî Hakikat’i temsil eden merkeze bağlayan yarıçaplara benzetilebilirler. Bu
imge, zâhirîliği mistisizmin zorunlu başlangıç noktası olarak almakta ve aynı
zamanda -değişik zahirî görünüşler birbirlerinden nisbeten uzak olsalar bile
bütün mistisizmlerin gittikçe birbirlerine yaklaştıklarını ve sonunda aynı
noktada birleşerek özdeşleştiklerini göstermektedir.
İnsanların şehadeti şimdiye kadar yalnızca İlâhî
Hakikat’e inananlar aracılığıyla değil, aynı zamanda onu «ayn-el yakın»
bilenler, yani kendi dinlerinin velîleri aracılığıyla gerçekleşiyordu. Ama
şimdi, dinleyecek kulakları olanlar için, Rabb’ın birliğini doğrudan
kavramaktan gelen Mutlak olana, Ezelî ve Ebedî olana şehadet, başka ufuklardan,
başka dinlerin Velilerinden yükselen ve insanın önünde açılan aynı ulvî imkâna
işaret eden şehadetlerle de güçlenerek karşı konulamaz bir hal almıştır. Bu,
şüphecilik kültünün adeta bedeli gibidir.
Eğer insanın günden güne Hakikat’ten uzaklaştığı
söylenebilirse, Hakikat’in günden güne insana biraz daha yaklaştığı da
söylenebilir. Ona değmek için eskiden insanın bütün bir
ömür boyu çabalaması gerekiyordu; oysa şimdi sadece yüz çevirmemesi bile
yeter. Ama bu yine de ne kadar zor bir iş!
Bütün dinler, Karanlık Çağ’ın güçlükleri
karşısında gösterilen kolaylıklar konusunda son derece açıktırlar ve bu
kolaylıklar çağın sonu yaklaştıkça daha da artmaktadır. «Bağda çalışan işçiler»
meselinde, günbatımından biraz önce gelen işçiler de, bütün gün sıcakta
çalışan işçilerle aynı ücreti alırlar ye Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellem şöyle buyurur:
«Gerçekten siz öyle bir zamanda yaşıyorsunuz ki,
eğer size emredilenin onda birini ihmal ederseniz helâk olursunuz. Bundan sonra
bir zaman gelecek ki, şimdi emredilenin onda birini yerine getiren kurtulacak.»
Ne var ki bu, mükemmel olmayanın da Cennet’e
gideceği anlamına gelmez. Hinduizm’de Vişnu-Purâna bugün insandan beklenen erdemlerin
daha az olduğunu değil, «Karanlık Çağ’da insanın en yüksek erdemlere bile
küçücük bir çabayla ulaşabileceğini» söylemektedir. Hz. Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem de müslümanların günde beş vakit namaz kılmalarının
yeterli olduğunu söylemiştir... Kendi içlerinde yeterli olduklarından değil:
Rahman, bu beş vakti eski insanların elli vakit namazına denk saydığı için.
Yaşadığımız zamanın olumlu yönü, bir bütün olarak çevrime göre tamamlanmışlığı
ve bitişi temsil etmesidir: Çevrim, ancak başlangıcından beri bağrında
gizlediği imkânları doğurduktan sonra sona erebilir; ancak ondan sonra
makrokosmos, dış dünyâ, yerini «yeni bir göğe ve yeni bir yere» bırakmak
üzere «yazılı bir tomar gibi» dürülecektir. Aynı şey mikrokosmosta,
insan ruhundaki küçük dünyada da geçerlidir. Ruh ancak bütün unsurlarım
bütünleştirmeyi başardıktan sonra «ölüp» yeni ve mükemmel bir biçimde
«doğabilir». Bütün manevî çabaların amacı ister bedenin ölümünden önce, isterse
bedenin ölümünden sonra olsun, bu «ölüm»e ve «yeniden doğuş»a ulaşmaktır. Zira
«Bir kimse yeniden doğmadıkça Tanrının melekûtunu göremez.»[7] O Her
gerçek kosmosun bir merkezi vardır. Günümüzde pek çok ruhun paramparça
dağıldığını, kendi içindeki merkezin farkında bile olmadığım söylemek hiç
kuşkusuz mümkündür. Bunlar, makrokosmos tarafından yutulup adeta benliklerini
yitirmiş gibidirler; beşerî çöküntünün hangi boyutlara varabileceğini
göstermekten başka bir işe varamaz gibidirler. Ama eğer bir ruh kendini
makrokosmostan kurtarıp, kendini kendi içindeki merkezle buluşturacak bir
dinin yardımıyla tekrar mikrokosmosa dönebilirse; bir başka deyişle, eğer bir
ruh kendini büyük dünyanın yanıbaşında küçük bir dünya olarak yemden
kurabilecek kadar güçlüyse, o zaman, bir tür kırılma sonucu, büyük dünyanın durumunda
olumlu her ne varsa onlardan yararlanabilir. Hızla sonuna doğru yaklaşan
makrokosmosun tamamlanışı ve tükenişi ruhun tümüyle olumlu anlamda «tohuma
kaçmasını sağlayarak mikrokosmosun tamamlanışını ve tükenişini de
hızlandıracaktır ve bu, aynı zamanda -amacı ruhu olgunlaştırmak olan dinî
merasimin sonucu olduğundan, bunların «olduklarından fazla sayılması»
barındırdıkları gücün zamanın ivmesinden yararlanmasından ötürüdür,
denilebilir.
Eğer bağdaki işçilerin tümü aynı ücreti
aldılarsa, bunun nedeni, sonradan gelenlerin kısa bir süre içinde, Allah
Teâlâ'nın izniyle, bütün gün sıcakta çalışanlar kadar meyva toplayabilmiş
olmalarıdır.
Kaynak:
Martin Lings, trc.Enes HARMAN Ufuk UYAN, Antik İnançlar Modern Hurafeler, Yeryüzü
Yayınları, İstanbul, s.83-91
[1] «Ve melekûtun bu İncili,
milletlerin hepsine şehadet olmak üzere bütün dünyada vazedilecektir; ve son o
zaman gelecektir.» Matta: XXIV, 14.
[2] Bu sözler, Papa
XI. Pius tarafından, Libya’ya gönderilen Kardinal Facchinetti’ye mahrem
olarak söylenmiş ve yenilerde kamuoyuna açıklanmıştır. (L’Ultima, Anno
VIII, 75-76, s. 261, Florence, 1954).
[3] Her dinin en
azından bir aşkın öğesi vardır. Kutsal’ın beşerî düzlemde tezahür etmesiyle
ortaya çıkan bu öge, değişik biçimler alabilir. Hristiyanlıkta «ete bürünen
Logos»u inkar etmek nasıl küfürse, İslâm’da da Kuran’ın ezelî ve ebedî olduğunu
inkâr etmek öyle küfürdür.
[4] Katolik
sözcüğü, Yunanca katholikos (Evrensel) sözcüğünden gelmektedir.
[5] Ancak
mistisizmin bir «norm» olduğu çağlarda, dinin yalnızca akide ve tapınmadan
ibaret olduğu söylenebilir.
[6] Bu bağlamda,
Kıptî Kilisesi’nin, dikkati çekecek kadar sapıklıktan uzak kaldığım belirtmek
gerekir. Üstelik batı kilisenin çok karmaşık' «monofizit» öğretisi, İsa’nın iki
fıtratını inkâr etme anlamına gelmez, olsa olsa onu tamamlar ve açıklar. Bu
nedenle, sahih inanç açısından Kıptî Kilisesi’nin de, Hristiyanlığın iki büyük
kilisesiyle aynı düzlemde düşünülmesi gerekmez mi? (Bu «iki büyük kilise» sözü
de, tıpkı «büyük dünya dinleri» sözü gibi, ayrıca açıklanması gereken bir
söz...)
[7] Yuhanna,
III, 3.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar