Print Friendly and PDF

ULUSLARARASI TERÖRİZM: GÖRÜNÜŞ İLE GERÇEK

Bunlarada Bakarsınız




Terörizmin incelenmesinde tutulacak iki yol vardır. Konuyu ciddiye alan doğru bir yaklaşım ya da terörizm kavramının bir güç dizgesinin hizmetinde kullanılacak bir silah olduğunu kur­gulayan propagandacı bir yaklaşım. Her ikisinde de nasıl yol alı­nacağı bellidir. Doğru yaklaşım yolunu tutarsak, neyin terörizm olduğunu belirlemekle işe koyuluruz. Sonra görüngünün örneklerini —ciddiysek belli başlıları üzerinde yoğunlaşarak— araştırır, nedenler, çareler saptamaya çalışırız. Propagandacı yak­laşımsa farklı bir yol buyurur. Terörizmin sorumlusunun res­men belirlenmiş belli bir düşman olduğu savından yola çıkarız. Sonra terörist eylemleri, ancak bu eylemlerin (kabul edilebilir olsun ya da olmasın) istenen kaynağa yüklenebildiği durumlar­da, “terörist” diye niteleriz; yoksa bunlar görmezden gelinmeli, örtbas edilmeli ya da “misilleme”, “özsavunu” diye adlandırılmalıdır.
Propagandacı yaklaşımın genel olarak hükümetlerce, bir de totaliter devletlerdeki hükümet aygıtlarınca benimsenmesi pek şaşırtıcı değil. Asıl ilgi çekici olanı, en ince ayrıntısına dek belge­lendiği gibi, aynı durumun Batılı sanayi demokrasilerindeki ile­tişim araçları ile bilim çevreleri için de büyük oranda geçerli olmasıdır.[1] “Kabul etmeliyiz ki” diye belirtiyor Michael Stohl, “uylaşım gereği —bunun yalnızca uylaşıma dayalı olduğu vurgu­lanmalıdır— büyük güçlerin zor kullanımı ile zor kullanma teh­didi bir terörizm biçimi diye değil, olağanlıkla baskıcı bir diplo­masi diye betimlenir”, oysa bu genelde, “büyük güçler de söz konusu taktiğin tıpkısını gütmeseydi terörist emeller diye betim­lenecek bir doğrultuda şiddet tehdidini, çokça da kullanımım” içerir.[2] Buna tek bir özelliğin eklenmesi gerek: “Büyük güçler” sözü, yanında yer alınan devletlerle sınırlı olmalıdır; sorgulanan bu Batılı uylaşımlarda Sovyetler Birliği böyle bir retorik yeterliğe layık görülmediği gibi, en sudan kanıtlarla suçlanıp mahkum edilir.
Terörizm başlıca kamusal sorunlardan biri durumuna 1980’lerde geldi. Reagan yönetimi, başkanın “terörizm musibeti” de­diği, (Dışişleri Bakanı George Shultz’a göre) “modern çağda bar­barlığa bir dönüş” olarak “uygarlığın yoldan çıkmış karşıtla­rınca yayılan vebanın köküne kibrit suyu ekmeye kendini ada­dığını duyurarak işbaşı yaptı. Kampanya sırasında bu vebanın özellikle ölümcül bir türü üzerinde duruldu: devlet güdümlü uluslararası terörizm. Ana sav bunun sorumluluğunu, The Terror Network adlı kitabı büyük övgü toplayan, Amerikan yönetiminin
İncil’i, yeni terör-bilim disiplininin kurucu belgesi haline gelen Claire Sterling’in sözleriyle, Sovyet temelli, “demokratik Batı toplumunu istikrarsızlaştırmayı amaçlayan dünya çapında bir te­rör ağı”na yıktı. Yapıtın terörizmin “neredeyse salt demokratik ya da görece demokratik toplumlar”da ortaya çıktığı (Walter Laqueur) konusunda “yeter kanıt” sağlayarak vebanın kaynakları üzerine kuşkuya yer bırakmadığı düşünüldü. Kitabın beş para etmez bir propaganda broşürü olduğu çok geçmeden açığa çıktı ama sav el değmeden korundu, haberciliğin, yorumculuğun, bilginliğin ana akımına egemen olmayı sürdürdü.
1980’lerin ortalarına gelindiğinde uluslararası terörizme gös­terilen ilgi tam bir cinnet halini aldı. Ortadoğu ile Akdeniz’deki terör AP’nin yaptığı bir yoklamada gazetelerin baş yazarlarınca 1985’in yıldız öyküsü seçildi, bir yıl sonra ise Avrupa kentlerini saran Arap teröristlerin korkusuyla Amerikalılar ayağını kesince Avrupa turizm sanayi büyük darbe yedi. Sonra veba hız kesti; onaylı yoruma bakılırsa, kovboyun soğukkanlı cesareti canavarı dize getirmişti.
Doğru yaklaşıma geçersek; öncelikle terörizm kavramını ta­nımlarız, sonra da bunun uygulamasını inceler, takkeleri dü­şürmeye bakarız. Bakalım bu yol bizi nereye çıkaracak?
Siyasal söylemin kavramları açık seçildik timsali sayılmaz ama neyin terörizm olduğu üstünde genel bir anlaşma vardır. Bir başlangıç noktası olsun diye resmi Amerika Birleşik Devletleri Yasası’nı ele alalım:
“Terör eylemi”; (A) Birleşik Devletler’in ya da herhangi bir Eyalet’in ceza yasalarını çiğneyen ya da Birleşik Devletler’in ya da herhangi bir eyaletin yargılama alanı içinde işlendiğinde ceza gerektirecek ihlal oluşturan bir şiddet eylemi ya da insan yaşamı için tehlike oluşturan bir eylem içeren bir etkinlik; (B) (i) sivil bir nüfusa gözdağı verme ya da baskı yapma; (ii) gözdağı ya da baskı yoluyla bir hükümetin siyasetini etkileme; ya da (iii) sui­kast ya da adam kaçırma yoluyla bir hükümetin davranışına etki etme amacını güttüğü ortaya çıkan bir etkinlik demektir.1
Kavramın sınırları tam olarak çizilmemiş. İlkin, uluslararası terörizm ile saldırganlık arasındaki sınır her zaman belli değil­dir. Bu belirsizliğin Birleşik Devletler ile yanaşmalarına nasıl ya­radığına bakalım: Herhangi bir uluslararası şiddet eylemi söz konusu olduğunda saldırganlık suçlamasını yadsıyorlarsa, eyle­mi daha ufak çaptaki terör suçu kapsamında değerlendireceğiz. Terörizm ile şimdi değineceğimiz misilleme ya da meşru direniş arasındaki ayrım üzerinde de anlaşmazlık vardır.
ABD kaynakları daha özlü “terörizm” tanımları da verir. ABD Ordusu’nun hazırladığı, terörizme karşı koymayı ele alan bir el kitabında terörizm “doğaca siyasal, dinsel ya da ideolojik hedef­lere ulaşmayı amaçlayan, önceden tasarlanmış şiddet kullanımı ya da tehdidi” diye tanımlanır. “Bu gözdağı vermekle, zorlamay­la ya da korku aşılamakla yapılır.” Bundan daha bayağı bir nite­leme Pentagon’ca yaptırılmış bir çalışmada, ünlü terörbilimci Robert Kupperman’ın “siyasal ereklere olanakları tümden kul­lanmadan ulaşmak”4 için zor kullanımından ya da tehdidinden söz etmesidir.
Ne var ki Kupperman terörizmi değil, Reagan yönetiminin ana öğretilerinden birini, düşük yoğunluklu çatışmayı (DYÇ) tar­tışıyor. Bu betimlemenin gösterdiği, varolan uygulamanın da doğruladığı üzere DYÇ’nin —tıpkı önceli olan “kontrgerilla” gi­bi— devlet güdümlü uluslararası terörizm yerine başvurulan, diyeceğim, savaş sayılabilecek bir saldırganlık düzeyine erişme­yen zor kullanımına dayanmak için uydurulan bir hüsnütabirden başka bir şey olmadığına dikkat edelim.
Alışageldik öğretisel sapmalar bir yana, bu nokta bilimsel ça­lışmalarda da kabul görür. Önde gelen İsrailli bir uzmanın ileri sürdüğüne göre “devlet destekli terörizm, devletlerin eylemle­rinden sorumlu tutulmadan ‘savaş’a tutuşmayı uygun gördükle­rinde giriştikleri bir düşük yoğunluklu çatışma biçimidir” (Profesör Yonah Alexander).[3] Alexander “FKÖ’nün Nikaragua’ya sağladığı... kapsamlı bir eğitim izlencesi” gibi örnekler sunarak dikkatini Kremlin’in Batı’yı “taşeron gruplar” aracılığıyla istikrarsızlaştırma oyunuyla sınırlı tutar. Bu kavrayışa göre “Moskova ile özel bir ilişki sürdüregelen FKÖ” Sovyetler Birliği’nde terörizm üzerine edindiği “uzmanlaşma eğitimi”ni Nikaragua’ya aktar­makla Sovyet efendisine hizmet eder, böylece Nikaragua da Bir­leşik Devletler ile onun çıkarlarına karşı DYÇ yürütebilmektedir. Alexander “Doğu Bloku’nun içtenliğinin sınanması zorunlulu­ğunu” karşılama yolları da önerir; “ABD ile bağlaşıklarını terö­rizmle ilişkilendiren propaganda kampanyalanna son vermeye istekli olduklarını göstermek” gibi.
Örneklerin ortaya koyduğu gibi, öğretinin namusu korundu­ğu sürece, kardeşliğe fitne sokacak denli ayrıksı bir düşünce tü­retmek için doğurgan bir düş gücü gerekiyordu.
Dünyada çok sayıda terörist devlet var ama uluslararası terö­rizme resmen, hem de rakiplerini utandıracak ölçüde bağlılığıy­la Birleşik Devletler apayrı bir yer tutuyor. Diyelim İran, Batılı hükümetlerle iletişim araçlarının haklı olarak ilan ettikleri gibi, elbette terörist bir devlettir. İran’ın uluslararası terörizme bili­nen başlıca katkısı İran-Kontra soruşturmaları sırasında ortaya çıktı: İran’ın belki de bilip bilmeden, ABD taşeronlarının Nika­ragua’da yürüttüğü savaşa karışmışlığı. İran’ın ABD güdümlü uluslararası terörizmdeki parmağının İran terörünün hararetle kınandığı bir sırada sergilenmiş olmasına karşın, ABD’ye ilişkin bu olgu kabul edilemez, dolayısıyla görmezden gelinir.
Aynı soruşturmalar Reagan Öğretisi ile birlikte ABD’nin ulus­lararası terörizmde yeni yollara hız verdiğini ortaya çıkardı. Bazı devletler yurtdışında şiddet eylemleri gerçekleştirmek için tek tek teröristler ya da suçlular görevlendirir. Ancak Reagan dö­neminde ABD daha ileri giderek yan özel bir uluslararası terö­rist ağının yanı sıra bir de bu ağın terörist eylemlerini parasal yönden desteklemek, uygulamaya koymak üzere bir yanaşma, paralı asker devletler —Tayvan, Güney Kore, İsrail, Suudi Ara­bistan ile diğerleri— safı kurdu. Uluslararası terörizmdeki bu ge­lişme veba üzerine en çok yaygara koparıldığı dönemde açığa çıktı ama irdelemenin, tartışmanın içinde yer almadı.
ABD’nin uluslararası terörizmle bağlantısı ince ayrıntılar ser­giler. Nitekim Nikaragua’ya saldıran taşeron güçler “yumuşak hedefler”e, yani güçbela savunulan sivil hedeflere saldırmaları için CIA’li, Pentagon’lu komutanlarınca yönetildi. Dışişleri Ba­kanlığı özellikle tarım kooperatiflerine yönelik saldın yetkisi vermişti —eylemci Ebu Nidal olduğunda bunu kuşkusuz nefret­le kınarız. Kitle iletişimi güvercinleri bu durumu başından so­nuna onayladılar. Ana akımdaki yorumculuğun liberal ucunda yer alan, New Republid'in başyazarı Michael Kinsley tarım koo­peratiflerine yönelik terörist saldırılar konusunda Dışişleri Ba­kanlığının gerekçelerini yadsımakta aceleci davranmamamız ge­rektiğini ileri sürdü: “Akılcı bir siyaset zarar-yarar çözümlemesi sınavından” yani “dökülecek kanın, çekilecek sıkıntının oranı bir yana, demokrasinin diğer türlü doğması olasılığının” çözümlen­diği sınavdan geçmek zorundadır. Anlaşılan, ABD seçkinlerinin bu çözümlemeyi yürütmeye, kendi sınavlarından geçerse tasarı­nın takipçisi olmaya hakları vardır.[4]
Kontralara mühimmat götüren bir uçak 1986 Ekiminde için­deki Amerikalı bir paralı askerle birlikte düşürülünce, CIA’in ta­şeron güçlere yasadışı yoldan mühimmat uçuşlarının tanıklığını örtbas etmek olanaksızlaştı. Bunu, dikkatleri böyle konulara çe­ken İran-Kontra duruşmaları izledi. Duruşmaların bitmesinden birkaç gün sonra Orta Amerika ülkelerinin başkanları Esquipulas II barış anlaşmasını imzaladılar. ABD ise bu anlaşmayı bir an önce bozmak üzere kolları sıvadı. Anlaşma bir etmeni, yani “başıbozuk güçlere ya da ayaklanma hareketlerine bölgedeki ya da bölge dışındaki” hükümetlerce sağlanan her türlü yardımın ortadan kaldırılmasını “bölgede istikrarlı, kalıcı bir barışa ula­şılmasının vazgeçilmez bir öğesi” diye niteledi. ABD’nin buna yanıtı Nikaragua’daki yumuşak hedeflere saldırılara hız vermek oldu. Washington’un el altından yürüttüğü harekatlara duyulan öfkenin doruğa çıktığı sırada Kongre ile iletişim araçları, vicdan­larının sesini dinleyerek, CIA’in günde birkaç keze varan mü­himmat uçuşlarındaki ani artışa gözlerini kapadı, Beyaz Saray’ın istenmeyen uzlaşmaları baltalama izlencesiyle işbirliğini sürdür­dü. Bu izlence en sonunda 1988 Ocağında amacına ulaştı; yine de Esquipulas II’yi izleyen, Orta Amerika ülkelerinin devlet başkanlarınca 1989 Şubatında imzalanan anlaşmayı bozmak için başka adımlar gererekliydi.[5]
Taşeron güçler için mühimmat ile keşif uçuşları arttıkça, ta­sarlandığı gibi şiddet ile terör de arttı. Bu da büyük ölçüde görmezden gelindi ama nasıl olduysa bir göndermeye rastlana­bilir. Ekim 1987’de Los Angeles Times’da. şöyle bir haber yer alı­yordu: “Batılı askeri uzmanlar kontraların ağır bir çarpışmadan kaçınmaya çalışırken ellerine yakın zamanda hava yoluyla geç­miş tonlarca silahı zulaladıklarını söylüyor... Bu arada,... çok sa­yıda milisle brlikte bir yaşlı kadınla daha bir yaşındaki torunu­nun da bir şafak bombardımanında yaşamını yitirdiği... La Patriota tarım kooperatifi gibi kolay hükümet hedeflerine yöne­lik saldırılarını yoğunlaştırmış durumdalar”. Dikkate değer bu­lunmayan yığınla örnek arasından rastgele birini ele alırsak, 21 Kasım 1987’de 150 Kontra, Rio San Juan’ın güney kırsalındaki iki köye 88 mm.lik havanlarla, roketatarlarla saldırarak altı ço­cuk ile altı yetişkinin ölümüne, 30 kişinin de yaralanmasına yol açtılar. Silahlanmayı yadsıyan eylem karşıtı dincilerin kooperatif­leri bile ABD’nin terörist güçlerince yok edildi. El Salvador’da da, ordu kooperatiflere saldırarak üyelerini öldürdü, kaçırdı, onlara tecavüz etti.[6]
Uluslararası Adalet Divanı’nın Birleşik Devletler’i “hukukdışı güç kullanmak”, yasadışı bir iktisadi savaş yürütmekle suçlayan Haziran 1986 tarihli kararı “düşman bir mahkeme”nin (New
York Times) ilgisiz bir açıklaması diye bir kenara atıldı. ABD’nin bütün devletleri uluslararası hukuka uymaya çağıran bir Güven­lik Konseyi kararını veto etmesi ile Genel Kurul’un aynı sonuca yönelik kararlarına (1986’da İsrail ve El Salvador’la, 1987’de yalnız İsrail ile birlikte) karşı oy kullanması hemen hiç dikkat çekmedi. Görünüşe göre kılavuz ilke şöyle: ABD yasa tanımaz bir terörist devlettir ve dünya ne düşünürse düşünsün, uluslara­rası kuruluşlar ne derse desin, bu doğrudur, hakçadır.
Buradan çıkan doğal bir sonuç, hiçbir devletin kendini ABD saldırısına karşı savunma hakkı olmadığı öğretisidir. Bu hariku­lade öğretinin ne denli geniş kabul gördüğü, Reagan yönetimi­nin propaganda, kışkırtma dairesi Nikaragua’nın avcı jetleri edinme taşanlarına ilişkin dönemsel öyküler yaydıkça ortaya çık­tı. İletişim araçları bu yanlış bilgilendirmeyi araştırıp soruştur­madan yuttuğu için bazı eleştirilere hedef oldu ama daha önem­li bir olgu göz ardı edilmişti: Nikaragua söz konusu olduğunda, bu tür bir davranışın hiçbir biçimde kabul edilemeyeceğine iliş­kin genel anlaşma. Dikkatleri 1984 Nikaragua seçimlerinden başka yöne çekmek için böyle bir masal uydurulduğunda, Massachusetts Senatörü Paul Tsongas, önde gelen diğer güver­cinlerin de desteğiyle, Nikaragua’nın 1950’lerden kalma eski püskü MİG’ler alması durumunda ABD’nin bu ülkeyi bombala­mak zorunda kalacağı uyarısında bulundu, çünkü “bu uçaklar Birleşik Devletler’i de vurabilir nitelikteydi”, dolayısıyla ABD’nin güvenliği için tehdit oluşturuyorlardı —bu durum, diyelim, ABD’nin Türkiye’deki teyakkuz halindeki nükleer füzelerinden farklıdır çünkü bunlar yalnızca savunma amaçlı olduklarından SSCB’ye yönelik tehdit oluşturmazlar.[7] Söz konusu avcı jetleri­nin Nikaragua’ya, CIA’in taşeron ABD güçlerini savaş alanında tutmak için gerekli mühimmat uçuşlarından, yumuşak hedefleri güvenle vurabilmeleri için onlara Nikaragua birliklerinin konuşlanışı üzerine son dakika bilgileri sağlayan düzenli keşif uçuşla­rından topraklarını koruma olanağı verebileceği anlaşılmaktadır. Anlaşılmakta ama buna hemen hiç değinilmemektedir.[8] Görü­nen o ki kitle iletişiminin ana akımından bir kimse de çıkıp, ABD “Sovyet destekli Sandinistalar”ın korkusundan sinip kala­lım diye bağlaşıklarına askeri yardımı önleme konusunda baskı yapmasa Nikaragua’nın MİG’ler yerine Fransız uçaklarını mem­nuniyetle kabul edebileceği malum sırrını dile getirmedi.
Aynı konu 1988 Ağustosunda, kongre güvercinlerinin “Nikaragua Direnişine Yardım”la ilgili Byrd Yasa Değişikliği’ni coşkuyla destekledikleri sırada da gündeme geldi. Bundan üç gün önce Kontralar Mission of Peace adlı bir yolcu teknesine saldırarak aralarında ABD’li bir din heyetine başkanlık eden New Jerseyli bir Baptist papazın da bulunduğu tümü sivil iki ki­şiyi öldürüp yirmi yedisini yaralamışlardı. Senato’daki Byrd Yasa Değişikliği görüşmesinde bu olayın sözü bile edilmedi. Kongre güvercinleri ise tam tersine, Nikaragua ordusu böyle terörist ca­navarlıkları yapanlara karşı “bir kışkırtma olmadan askeri bir saldırı”da ya da “başka bir düşmanca eylem”de bulunacak olur­sa, Kongre’nin buna Kontralara resmi askeri yardımı yeniden başlatarak etkili, haklı bir karşılık vereceği uyarısında bulundu­lar. İletişim araçlarının manşetleri ile diğer yorumlar bu tutum­da bir tuhaflık ya da alışagelmedik bir yan bulmadı.
İleti açıktır: ABD’nin terörist saldırılarına karşı kimsenin kendini savunma hakkı yoktur. ABD, hak gereği bir terörist dev­lettir. Bu da sorgulanamaz bir öğretidir.
Buna göre, boyun eğmeyen bir halkı boyun eğdirmek için terörist bir taşeron ordu örgütlemek meşru bir iştir. Sağ kanat­tan Jeane Kirkpatrick, “başka bir ulusun işlerine zor kullanarak karışma”nın ne “yapılamaz” ne de “ahlak dışı” bir iş olduğunu açıkladı[9] —bu yalnızca yasadışıdır, suçtur; öyle ki Nuremberg’de, Tokyo’da insanlar “utku kazananın adaleti” olmadığı yollu cazgırlıklarla asıldılar, çünkü Hakim Robert Jackson’ın be­lirttiği gibi, “belli eylemlerin, anlaşmaların çiğnenmesi suçsa, bunları ister ABD ister Almanya yapsın yine suçtur. Bize karşı başvurulmasını istemediğimiz bir cezai davranış hükmünü baş­kalarına karşı koymaya hazır değiliz”.[10] Bu tür düşüncelere karşı çıkan Irving Kristol, “uluslararası hukuka dayalı bu savın inandı­rıcılıktan tümüyle yoksun olduğunu” belirtmektedir. “Büyük bir gücün daha küçük bir ulusun içişlerine genellikle karışmaması gerektiği” doğru olmakla birlikte, “bir başka büyük devlet bu kuralı daha önce delmişse” ilke çürür. Silah ile teknisyen sağla­mak yoluyla “Sovyetler Birliği’nin Nikaragua’ya gerek askeri ge­rekse sivil alanlarda müdahale ettiği su götürmez” olduğundan, ABD’nin de taşeron ordusunu Nikaragua’nın üzerine salmaya hakkı vardır. Aynı sava dayanarak, Sovyetler Birliği’nin de (kendisi için Nikaragua’nın Birleşik Devletler için oluşturduğu­nun çok ötesinde bir güvenlik tehdidi oluşturan) Türkiye’ye ya da Danimarka’ya saldırma hakkı sabittir, zira ABD’nin bu ülkele­ri desteklediği ve eğer SSCB, Kristol’ün mantığınca tanınan sal­dırganlık hakkını kullanacak olsa çok daha fazla destekleyeceği “su götürmez” dir.
Ne var ki Kristol, Birleşik Devletler’in zor kullanarak karışma hakkıyla ilgili olarak başka bir yerde sözünü ettiği yaşamsal bir ayrımı işin içine sokarak bu sava da karşı çıkabilir. “Önemsiz in­sanlar gibi, önemsiz uluslar da önemli oldukları kuruntusuna kapılabilirler”. Böyle bir durumda bu kuruntunun kafalarından zorla kazınması gerekir. “Gerçekte, ‘gambot diplomasisi’ günleri sona ermemiştir... Polis arabaları vatanın dirliği için ne denli zo­runluysa gambotlar da uluslararası düzen için o denli zorunlu­dur”. Dolayısıyla, ABD’ye Nikaragua’ya, önemsiz bir ulusa karşı zor kullanma hakkı tanınmaktadır, oysa Türkiye ya da Danimar­ka örneğinde SSCB bu haktan yoksundur.[11]
ABD güdümlü uluslararası terörizme verilen ezici onay, seç­kinlerin Kontra savaşına yönelik geniş karşı çıkışıyla gözden ka­çırılmamalıdır. 1986’ya gelindiğinde, yoklamalar “önderler”in yüzde 80’inin Kontralara yardım edilmesine karşı çıktığını gös­teriyor, Kongre ile iletişim araçlarında yardım izlencesi konu­sunda ateşli tartışmalar yaşanıyordu. Ancak asıl önemlisi tartış­ma konumlarına dikkat etmektir. Muhalif uçta, New York Times tan Tom Wicker “Bay Reagan’ın [Kontraları] destekleme siyaseti açık bir başarısızlıktır” diyordu, bu yüzden, “Nikaragua’nın komşularınca dayatılacak, üzerinde bir biçimde uzlaşılmış bölgesel bir düzenlemeye razı olmalıyız” —elbette, kendi halklarını katletmekten başlarım kaldırabilirlerse; zaten bu da söz konusu terör devletlerinin, onları uzaktan hiçbir yap­tırımın adamakıllı işlemediği serseri Sandinistalara bölgesel yap­tırımlar dayatma görevinden alıkoymayan bir özelliğidir. Washington Post un aynı düşünceleri dile getiren köşe yazarları, Kontraları, “kusurlu bir aygıt” diye görüyordu; öyleyse “Nikara­gua’yı yeniden bir Orta Amerika kalıbına oturtmak”, “bölgesel bir ölçüt”, Washington’un terör devletleri ölçütünde “kabul edi­lir bir davranış” düzenlemek için başka araçlar ardına düşmek zorunluluğu vardır. Önde gelen güvercinlerden Senato Çoğun­luk Partisi grup başkam Alan Cranston, (gerçekler ne olursa ol­sun, öğreti gereği ABD’nin amacı olan) “Nikaragua’da demokra­siye... ulaşmak için Kontraların acınacak ölçüde yetersiz oldu­ğunu” kabul etti. Dolayısıyla Managua’daki “paylanası” hüküme­ti “yalıtmak”, “kendi suyunda çürümeye bırakmak” için ABD’nin başka yollar bulması gerekmektedir. Ama Washington’un eli kanlı yanaşmaları asla böyle bir dille kınanmamıştır.[12]
Kısacası, Michael Kinsley’in “duyarlı siyaset”inin temel koşul­larından pek az bir sapma var. Sorunlar ilkeyle değil verimlilikle ilintilidir. Uygun gördüğünde, devletin zor kullanma hakkı var­dır.
Uluslararası terörizme başvurmanın ardındaki güdülenim iç­tenlikle açıklanmıştır. Yönetimin üst düzey görevlileri Nikaragu­a’ya saldırmaktaki amacın “[Sandinistaları] kıt kaynakları top­lumsal izlencelerden başka yere, savaşa kaydırmak zorunda bı­rakmak” olduğunu dile getirdiler. Yönetimin de onayladığı 1981 tarihli CIA izlencesinin temel dürtüsü buydu. Eski C1A çözümlemecisi David MacMichael’in Uluslararası Adelet Divanı’ndaki tanıklığında ana hatlarıyla belirttiği gibi, bu izlence şunu kendi­ne amaç edinmişti: Taşeron orduyu kullanarak “Nikaragua güç­lerini sınır ötesi saldırılarda bulunmaya kışkırtmak, böylelikle de Nikaragua’nın saldırgan doğasının sergilenmesini sağlamak”, Nikaragua Hükümeti’ni “karşıtlarını tutuklayarak Nikaragua’daki sivil özgürlükleri kısıtlamaya, hükümetin iddia edilen içkin tota­liter doğasını sergilemeye” zorlayıp “böylece ülkedeki yerel ayrı­lıkları artırmak”, darmadağın olmuş iktisadı güçten düşürmek. CIA’in devasa destek harekatına Kongre’ce 1988 Şubatında ku­ramsal olarak son verilmesinin (—dillendirilen görüş bunu ka­bullenmez ama— taşeron güçlerin de yerli gerillalarla hemen hiçbir benzerlik göstermediklerini açık edercesine sırra kadem basmasının) ardından, Nikaragua’da terörist bir güç bulundur­ma stratejisini tartışan bir Savunma Bakanlığı görevlisi bunu şöyle açıklıyordu:
Bu iki bin çetin ceviz adam Nikaragua hükümetinin üzerinde bir ölçüde baskı kurabilir, onu iktisadi kaynaklarını ordu için kullanmaya zorlayabilir, iktisadi sorunlarını çözmekten alıkoya­bilirdi —bu da bir artıdır elbet... Sandinista düzenini sıkıştıran, bu düzenin demokrasiden yoksunluğuna dikkati çeken, Sandinistaları iktisadi sorunlarını çözmekten alıkoyan her şey bir artıdır.
Carter yönetiminin Amerika ülkeleriyle ilişkilerden sorumlu Dı­şişleri Bakan Yardımcısı Viron Vaky terörist saldırının başlıca sa­vının “uzun bir yıpratma savaşının düzeni zayıflatacağı, baskıcı uygulamaları kökten sertleştirmeye iteceği, huzursuz Nikaragua halkından da yeterli desteği alacağı, böylelikle düzenin bir halk ayaklanmasıyla er geç devrileceği, iç darbeler yoluyla ya da ön­derlikteki bölünmelerle kendi kendine yıkılacağı ya da kurtara­bildiğini kurtarmak için tümden teslim olacağı” düşüncesine dayandığını belirtmişti. Bir güvercin olarak Vaky, bunu “sakat” ama hiçbir biçimde yanlış sayılamayacak bir kavrayış diye gö­rür.[13]
1980’lerin en önemli döneklerinden birinden, nom de guerre’i [takma adı] “Mercenario” olan, ana kontra gücünün (FDN) haber alma şefi Horacio Arce’den öğrendiğimize göre, te­rörist güçler verilen emirleri eksiksiz anlamaktadırlar; “demok­ratlar” ile “özgürlük savaşçılarının sözleri ise iç tüketime yöne­liktir. Beyaz Saray ile iletişim araçları Sandinista döneklerini şevkle kullanırlar, Kontralar manşetlerden genellikle inmezler. Ancak, Kontra döneklerine gelindiğinde işin rengi değişir, özel­likle de anlatacak sevimsiz öyküleri varsa. Arce 1988 sonlarında taraf değiştirdiğinde ABD’de görmezden gelindi. Aftan yarar­lanmak üzere Managua’ya dönmeden önce Meksika’da kendisiy­le yapılan söyleşilerde Arce, Birleşik Devletler’in güneyinde yer alan bir hava kuvvetleri üssünde gördüğü yasadışı eğitimi betim­ledi, Tegucigalpa’daki ABD Elçiliği’nde bir YARDIM kuruluşu adı altında Kontralara destek sağlayan CIA görevlilerini ad vere­rek açıkladı, Honduras ordusunun askeri Kontra etkinlikleri için nasıl istihbarat ile destek sağladığını kabaca anlattı; taşeron güç­lerin içine düştüğü muazzam çürümeyi, silahlarını Honduras si­lah pazarında satışlarını, derken bu silahların oradan El Salva­dorlu gerillaların eline geçişini tartıştı. Sonra da şu açıklamada bulundu: “Bir sürü okula, sağlık merkezine falan saldırdık. Bu­nu Nikaragua hükümeti köylülere toplumsal hizmet götürenle­sin, tasarılarını gerçekleştiremesin diye yapıyorduk... düşünce buydu”. ABD eğitiminin başarısı bu kanıtla fazla fazla doğrulanı­yor.[14]
Eski CIA yöneticisi Stansfıeld Turner’ın 1985 Nisanında Kongre’de verdiği ifadede belirttiği gibi, kontra savaşı kolaylıkla “devlet destekli terörizm” sayılabilir. Ama bunun doğrudan doğ­ruyu saldırganlık diye adlandırılması gerektiği de öne sürülebi­lir. Uluslararası Adalet Divanı’nın 1986’daki kararının önemi belki de bundan ileri geliyor. Ama biz, terörizm konusundaki kuşkuları ABD’ye yontmayı, yani Nikaragua’ya yönelik eylemle­rini uluslararası terörizm sınıflandırması içinde ele almayı sür­dürelim.
1980’li yıllarda uluslararası terörizmin başlıca alanı Orta Amerika olmuştur. Nikaragua’da ABD’nin taşeron güçleri arkala­rında bir yığın cinayet, işkence, tecavüz, sakat insan, adam ka­çırma, yıkım bıraktılar ama bunun önüne geçildi çünkü sivillerin de kendilerini savunacak bir ordusu vardı. ABD yanaşması dev­letlerde buna benzer sorunlar baş göstermedi; buralarda sivil halka saldıran başlıca terörist güç bizzat ordu ile devletin diğer güvenlik güçleridir. El Salvador’da, Başpiskopos Rivera y Damas’ın harekatlara hız verilmesinden hemen sonra, 1980 Ekim’inde “savunmasız sivil halka karşı bir yok etme, soykırım sa­vaşı” diye betimlediği saldırılarda onbinlerce insan katledildi. “Halkı ezmekten, El Salvador oligarşisinin çıkarlarını savunmak­tan başka şey bilmeyen” silahlı güçlere yardım göndermemesi için Başkan Carter’a boşuna yalvaran Başpiskopos Oscar Romero’nun suikaste kurban gitmeden hemen önce uyardığı gibi, bu devlet terörü uygulaması “kendi temel insan haklarını sa­vunmanın savaşımını veren halkın örgütlerini ortadan kaldırma­yı” amaçladı.[15] Halka yönelik saldırılardaki yabanıllığın iyiden iyiye katmerlendiği Reagan yönetimi sırasında bu hedeflere bü­yük oranda ulaşıldı. ABD’nin kendi çıkarlarına zarar verebilecek bir istila hareketine sürüklenebileceği görüldüğünde seçkin çev­relerde biraz kaygılı, buna karşı çıkan bir hava esiyordu ama halkçı örgütlerin yok edilmesi, “kellesinin koparılması” ile bir­likte devlet terörü başarıya ulaşmış göründükçe bu kaygı, karşı çıkış havası da dindi. ABD’ce kabul edilebilir ayrıcalıklı öğelerin utkusunu sağlama alan şiddet ile baskı koşullarında gerçekleşti­rilen seçimlerden sonra böyle hoşnutsuzluklara hemen hiç yer kalmadı.
Esquipulas II uzlaşmalarının ardından devlet teröründeki be­lirgin artış hemen hiç dikkate alınmadı; gücül bir karşınlığı “kurbanları en acımasız biçimde öldürmek ya da sakat bırak­mak”, ardında “sakat kalmış, boğazı kesilmiş, parçalanmış, bo­ğazlanmış ya da işkencenin... tecavüzün izini taşır” kurbanlar bı­rakmak yoluyla sindirmeye yönelik hükümet stratejisinin bir parçası olarak, resmi ölüm mangalarınca gerçekleştirilen öl­dürme eylemlerinde “tehlikeli bir tırmanış” olduğunu kaydeden El Salvador: “Death Squads” A Government Strategy (Ekim 1988) başlıklı Uluslararası Af Örgütü raporu da önemsenmedi. Bu hükümet stratejisinin hedefi “sivil bir nüfusa gözdağı ver­mek, baskı yapmak” (yani, ABD yasalarında resmen tanımlandığı biçimiyle terörizm) olduğundan, yalnızca öldürmek yeterli de­ğildir. Tersine, ülkedeki seçkinler katillere, işkencecilere para akıtmayı, onları eğitmeyi, desteklemeyi sürdürüp olan biteni gör­mezden gelmekte diretirken, cesetler yol kenarına parçalanmış halde bırakılmalı, yüzleri kırmızıya boyanmış, göğüsleri kesilmiş kadınlar saçlarından ağaçlara asılmış halde bulunmalıdır.
Aynı yıllarda, yine Birleşik Devletler ile onun paralı asker devletlerince başından sonuna desteklenen daha geniş çaplı bir kıyım bu kez Guatemala’da gerçekleşti. Terör bu ülkede de Esquipulas II barış anlaşmasının ardından, demokrasiye, top­lumsal düzeltime, insan haklarını korumaya yönelik olarak uz­laşmalarda karara bağlanmış adımların önünü almak üzere tır­manışa geçti. El Salvador’da olduğu gibi, bu gelişmeler de açık­ça görmezden gelindi; dönemin biçilmiş ödevi, dikkatleri Nika­ragua’ya çekmek, ABD yanaşması devletlerde olağan uygulama durumuna gelen kötüye kullanımlara azıcık da Nikaragua yelte­necek olsa yaygarayı basmaktı. Amaç Nikaragua’yı “Orta Amerika kalıbı”na döndürmek, El Salvador ile Guatemala’nın yerine ge­tirdiği “bölgesel ölçütler”e uymasını sağlama almak olduğun­dan, yanaşma devletlerdeki terör, katillere yardım akışını tehlikeye düşürecek denli apaçık duruma gelmediği sürece üzerinde durmaya bile değmez.[16]
Tüm bunların kendi uluslararası paralı asker devletler ağının yardımıyla Washington’ca desteklenen ya da doğrudan doğruya Washington’ca örgütlenen uluslararası terörizm olduğunun özellikle ayırdına varalım.
El Salvador’u demokrasiye kavuşturdu diye alkışlanan 1984 seçimlerinden epey sonra, San Salvador başpiskoposluğunun koruması altında etkinlik gösteren, kiliseye bağlı insan hakları örgütü Socorro Juridico, hala “silahlı güçlerin resmi onaydan yararlanan, bu toplu zulmü gerçekleştirmeye yeter eğitim gör­müş aynı üyeleri”nin yürütegeldiği terörün sonuçlarını şu söz­lerle betimliyordu:
Temel insan haklarının durmaksızın çiğnenmesinin sonucunda, terör ile paniğin etkisi altında bulunan Salvador toplumunun resmidir: Bir yandan toplu bir yılgınlık ile yaygın bir korku, öte yandan zorbaca yordamlara günbegün, anbean başvurulduğu için terörün içselleştirilerek kabullenilmesi. Genel olarak, top­lum işkence görmüş bedenlerle sık sık karşılaşmayı kanıksamış­tır, çünkü temel hakların, yaşama hakkının toplum için kesinlik­le hiçbir bağlayıcı değeri yoktur.[17]
Aynı yorum bu uygulamalara seyirci kalan ya da başka yana bakmakla yetinen toplumlar için de geçerlidir.
Uluslararası terörizm, elbette, 1980’lerin bir buluşu değildir. Önceki yirmi yıldaki başlıca kurbanları Küba ile Lübnan’dı.
Küba karşıtı terörizm, 1961 Kasımında 400 Amerikalı, 2000 Kübalı, hızlı teknelerden oluşan özel bir donanma ve 50 milyon dolarlık yıllık bütçeyle “Mongoose” kod adıyla kurulan gizli bir Özel Grup tarafından yürütülüyor, bu grup ise Yansızlık Yasası’na, büyük olasılıkla bir yandan da CIA’nin Birleşik Devletler’deki harekatlarını yasaklayan yasaya aykırı olarak, kısmen, Miami’deki bir CIA üssünden yönetiliyordu.[18] Bu harekatlar, oteller ile fabrikaların bombalanması, balıkçı teknelerinin batı­rılması, ekinlerin, hayvanların zehirlenmesi, dışsatıma dönük şekerin telef edilmesi gibi eylemleri kapsıyordu. Söz konusu ey­lemlerin her birinin bizzat CIA’nin yetkilendirmesine bağlı ol­ması bir yana, böyle bedeller bile resmi düşmanların günahını temizlemeye yetmedi.
Bu terörist harekatlardan bir çoğu, 1962’nin Ekim-Kasım aylarında patlak veren Küba füze bunalımı sırasında yaşandı. Raymond Garthoff’un belirttiğine göre, bunalımdan önceki haf­talarda, Florida’dan yönlendirilen Kübalı bir terörist grup, ABD hükümetinin de izniyle, “Sovyet askeri teknisyenlerinin toplan­dığı bilinen, Havana yakınlarındaki bir kıyı oteline hızlı tekneler­le gözüpek bir bombalı saldırı düzenleyerek yirmi Rus ile Küba­lıyı öldürdüler”; kısa süre sonra ise İngiliz, Küba kargo gemile­rine saldırdılar, Ekim başlarında hız verdikleri diğer eylemlerin yanı sıra Küba’ya bir kez baskında bulundular. Mongoose’un ey­lemleri resmen askıya alındıktan sonra, füze bunalımının doru­ğa ulaştığı bir sırada, 8 Kasımda, Birleşik Devletler’den gönderi­len bir terörist timi Küba’ya ait bir sanayi kuruluşunu havaya u­çurdu. Fidel Castro, “casus uçaklarından alınan fotoğraflar”ın kı­lavuzluğunda gerçekleştirilen bu harekatta 400 işçinin öldüğü­nü ileri sürdü. Küresel bir nükleer savaşın ilk kıvılcımı olabile­cek bu terör eylemi açıklığa kavuşturulduğunda üzerinde pek durulmadı. Castro’ya suikast girişimleriyle başka terör eylemleri bunalımın sona ermesinden sonra da sürdü, 1969’a gelindiğin­de Nixon’la birlikte iyiden iyiye tırmandı.[19]
Bu tür harekatlar Nixon döneminden sonra da sürdü. Örne­ğin, 1976 Nisanında iki Küba balıkçı teknesi Küba karşıtı terö­rizmin dünya genelindeki ana merkezi durumundaki Miami’den açılan teknelerin saldırısına uğradı. Birkaç hafta sonra Porte­kiz’deki Küba elçiliği bombalandı, iki kişi öldü. Temmuz ayında New York’taki BM Küba heyeti bombalı saldırıya uğradı, yine New York’taki Müzik Akademisi nde Küba yanlısı bir toplantıya bombalı saldırı düzenlenmesinin yanı sıra, Karayipler’deki, Ko­lombiya’daki Küba hedeflerine yönelik bombalama eylemlerine girişildi. Ağustos ayında Arjantin’deki Küba elçiliğinde çalışan iki görevli kaçırıldı, Cubana havayollarının Panama’daki büroları bombalandı. Venezüela’daki Küba elçiliği ekim ayında kundak­landı, Madrid’deki elçilikse kasımda bombalı saldırıya uğradı. Ekim ayında, CIA’ce eğitilen Kübalı sürgünler, bir Cubana yolcu uçağına bombalı saldırı düzenleyerek aralarında Küba’nın altın madalyalı uluslararası eskrim takımının da bulunduğu 73 yol­cunun tümünü öldürdüler. Bu terörist harekatı gerçekleştirenlerden biri, Domuzlar Körfezi gazisi Luis Posada Carriles söz konusu bombalama eyleminden ötürü tutulmakta olduğu Vene­züela’daki cezaevinden salıverilmişti; bu ülkeden gizemli bir bi­çimde sıvışıp yolu her nasılsa El Salvador’a düşmüş, burada ABD’nin Nikaragua’da terörist harekatlar düzenlemesine yar­dımcı olmak üzere Ilopango askeri üssünde çalışmaya koyul­muştu. CIA, 1969-79 yılları arasında ABD ile Karayipler’deki 89 terörist harekatı Kübalı sürgünlerin üzerine attı; bunların en diş­lisi olan OMEGA 7 ise FBI’ca 1970’lerin büyük bölümünde ABD’de etkinlik gösteren en tehlikeli terörist grup diye niteleni­yordu.[20]
Küba uluslararası terörizmi konu alan akademik çalışmalarda ağırlıklı yer tutar. Walter Laqueur’in genel kabul gören çalışma­sında (1. dipnota bakınız), hemen hiç kanıt bulunmamakla bir­likte, Küba’nın terörizme arka çıktığına ilişkin yığınla anıştırma yer alır. Ancak, Küba’ya karşı terör eylemleri üzerine tek söz edilmez. Şöyle yazıyor Laqueur: “Son yirmi otuz yılda... daha baskıcı düzenler terörden yakalarını sıyırmakla kalmadılar, daha hoşgörülü toplumlara yönelik teröre de destek verdiler*’. Bu sözlerle, “hoşgörülü bir toplum” olan Birleşik Devletler ulusla­rarası terörizmin kurbanlarından biri iken, “baskıcı bir düzen” olan Küba’nın bunun eyleyenlerinden biri olduğu demeye geti­rilir. Böyle bir sonuca varmak için, ABD’nin Küba’ya yönelik ge­niş çaplı terörist saldırılara yadsınamaz biçimde giriştiği, asıl kendisinin terörden yakasını görece sıyırmış bulunduğu gerçe­ğini hasır altı etmek gerekir; üstelik, Küba’ya karşı öne sürülebi­lecek bir suçlama varsa bile Laqueur’ün bunu beceremediği apaçık ortada.
Reagan’dan önceki dönemin belli başlı ikinci örneğine gelir­sek; 1970’lerin başından beri Güney Lübnan’da halk, “düşman­lıkların sona ermesi”, İsrail’in bölgede öngördüğü düzenlemele­rinin kabul edilmesi için, “durumdan etkilenen halkların bastı­racağı yollu, önünde sonunda gerçekleşen ussal bir beklentiye” gebeydi (Abba Eban, İşçi Partisi iktidarı sırasında Lübnan’da gi­rişilen kıyıcılıklar üzerine Başbakan Menaham Begin’in betimini yorumlarken; Eban bu betimin ne denli yerinde olduğunu tanırcasına, söz konusu kıyıcılıkların “ne bay Begin’in ne de be­nim ağza almaya cesaret edebileceğimiz düzenler”in yordamı olduğunu söylüyordu).23 İşçi Partili saygın bir güvercinin öne sürdüğü bu gerekçenin söz konusu eylemleri (saldırganlık de­ğil) düpedüz uluslararası terörizm yaftasına altına yerleştirdiği­ne dikkat edelim.
Bu saldırılarda binlerce insan öldü, yüzbinlercesi evinden yurdundan oldu. Bunların pek azı biliniyor çünkü olan bitenler hiç ilgi çekmiyordu; aynı yıllarda FKÖ’nün İsrail’e düzenlediği, barbarca olmakla birlikte İsrail’inkilerle karşılaştırılamayacak kadar küçük ölçekte saldırılar büyük öfke yarattı, manşetlerden inmedi. Sonraları Lübnan’da gazeteci olarak bulunan ABC mu­habiri Charles Glass, “Amerikalı köşe yazarlarının Güney Lüb­nanlıların içinde bulunduğu koşullarla hemen hiç ilgilenmedikleri”ni ayrımsadı. “İsrail’i tehdit eden, uçak kaçırıp elçilik basan dehşetli terörist’ öykülerinin yanında, İsrail’in düzenlediği bas­kınların, köylerin bombalanmasının, insanların Güney Lüb­nan’dan yavaş yavaş ayrılarak Beyrut’un eteklerindeki giderek büyüyen varoşlara göçmelerinin esamesi okunmuyordu”. İsrail ölüm mangaları 1982 İsrail işgalinden sonra Güney Lübnan’da eylemlere giriştiğinde bile bu tutumun hemen hiç değişmediği­ni belirterek sürdürüyor sözlerini Glass. Olan biteni Londorı 7/mes’tan okuma olanağı vardı ama ABD’li yayıncılar tınmıyor­du. İletişim araçları “Güney Lübnan’daki köylerde, kamplarda bulunun kuşkululara suikast düzenleyen, Shin Beth’e [gizli po­lise] bağlı sivil giyimli ölüm mangalarının” “Şii müslüman nüfu­su galeyana getirerek ABD Deniz Kuvvetleri’nin Lübnan’daki varlığını savunulmaz kılan” eylemlerini duyurmuş olsaydı, Lüb­nan’da konuşlanmış Deniz Piyadeleri’nin içine düştüğü durum belki de değerlendirilebilecekti. Bu askerler neden orada bu­lunduklarını hiç bilmiyor gibiydi; “kara listeye alınmış olanlar” dışında elbet: “Hemen hepsi, asla kameralar karşısında olmasa bile, yoksula karşı zengini korumak üzere gönderildiklerini söy­lüyordu”. “Lübnan’da özdeşleştikleri yegane insanlar, Beyrut havaalanındaki üslerinin çevresinde yaşayan yoksul Şii sığınma­cılardı; ne yazık ki 23 Ekim 1983’de bu askerlerden 241’inin ölümüne neden olan da... büyük olasılıkla o yoksul Şiilerden bi­riydi”. Bu konular yazılabilmiş olsaydı, Amerikalı denizcileri, “basının halka, ordu haber-alma görevlilerinin de denizcilere açıklayamayacağı” bir siyasetin kurbanları olan bu insanları ölü­me götüren bombalı saldırı belki önlenebilir ya da en azından anlaşılabilirdi.
1976’da Suriye ABD’nin onayıyla Lübnan’a girdi, daha büyük ölçekte kıyımların yürütülmesine aracı oldu. Bu kıyımların en büyüğü, İsrail yapımı silahlarla donanmış Suriye destekli Hıristi­yan güçlerince binlerce insanın öldürdüğü, Tel El-Zatir’deki Fi­listin sığınmacı kampında gerçekleşti.[21]
Daha öteye gitmeye gerek kalmadan, devlet güdümlü ulusla­rarası terörizm vebasının Reagan yönetiminin “kamuya açıklık diplomasisi”nce başat bir soruna dönüştürülmeden epey önce gemi azıya aldığı açığa çıkmıştır.
Burada ele alınan toptancı terörizm türü, “terörizm musibe­ti” tartışmasının çoğunlukla dışında tutulmuştur. O zaman biz de bu ölçüte uyan daha küçük ölçekli terör eylemlerine baka­lım.
Bu alandaki yazın pek bir işe yaramayacak denli seçici ama burada da sicil 1980’lerin çok öncesine uzanıyor. Laqueur’un bilindik kaynağında bulunmayan birkaç örneğe değinmek gere­kirse; Laqueur bombalı mektuplar kullanıldığından, caniliği onanmışlarca kullanılan “ilkel bir bombalı kitap”tan söz ederken, General Mustafa Hafız’ı 1956’da Gazze’de, tam da Filistinli Fedayenlerin İsrail hedeflerini vurmak üzere sınırdan sızma giri­şimlerini önlemekle görevli olduğu sırada öldürmek için İsrail haberalma örgütünce kullanılan gelişmiş bombalı kitaba hiç de­ğinmiyor.[22] Laqueur’ün bombalı mektupları ele aldığı bölümde, bombalı mektupları ilk kez kendisinin, İsrail’in şimdiki başba­kanı İzak Şamir’in başında bulunduğu terör grubunun (Lehi, “Acımasızlar Çetesi”) komutanlarından biri olduğu sırada kul­landığım öne süren Ya’akov Eliav’ın tanıklığına da yer verilmi­yor. Eliav 1946’da Paris’ten çalışırken İngiliz Bakanlar Kurulu’nun tüm üyelerine, Tory muhalefetinin başındakilere, çok sa­yıda ordu komutanına İngiliz hükümetinin resmi zarfları içinde böyle 70 bomba gönderilmesi işini ayarlamış. 1947 Haziranında suç ortaklarından biriyle birlikte yine bu bombalı mektuplardan göndermeye çalışırken Belçika polisince yakalanıp engellendi­ler.[23]
Uçak kaçırma, bombalama eylemleriyle ilgili bildik kayıtlar da, 1950’lerde komünist ülkelerce önerilen, “kaçmak üzere uçak, tren, gemi kaçıranların iadesi istemini ABD’nin geri çevir­mesi gibi bazı önemli konulara değinmekten kaçınır (Dışişleri Bakanlığı hukuk danışmanlarından Abraham Sofaer söz konusu siyasetin 1960’ların sonundan —ABD ile bağlaşıklarının hedef alınmasından— başlayarak “gözden geçirildiğine” dikkat çeker). Sofaer’in yorumu, durumu olduğundan önemsiz göstermekte­dir. Tass’ın Achille Lauro gemisinin kaçırılmasını kınayan bir haberi Washington’u ikiyüzlülükle suçluyordu çünkü bir Sovyet yolcu uçağını kaçırıp bir hostesi öldüren, mürettebattan bazıla­rını da yaralayan iki kişiye, suçluların iadesine yanaşmayan Bir­leşik Devletler’e sığınma hakkı verilmişti.[24]
Ortadoğu’daki ilk uçak kaçırma olayı da yine bu ölçünün dı­şına düşer: İsrail'in, Suriye’de casusluk yaparken ele geçirilen, “Şam’da tutulan hükümlülerimizin salıverilmesini sağlamak için rehineler edinmek” amacıyla 1954 yılında Suriye hava yollarına ait sivil bir jet uçağını kaçırması (Başbakan Moşe Şaret). Şaret “eylemimizin uluslararası uygulamalar tarihinde bir örneğinin daha olmadığının ABD Dışişleri Bakanlığı’nca olgular ışığında doğruladığını” kabul etti. 1956 Ekiminde İsrail hava kuvvetleri, iki ülke bir savaş durumunda olmamasına karşın, Mareşal Abdül Hakim Ömer’e, Başkan Nasır’dan sonra ülkedeki ikinci adama başarısız bir suikast girişiminde bulunarak silahsız, sivil bir uçağı düşürdü, aralarında dört de gazetecinin bulunduğu 16 kişinin ölümüne neden oldu. Bu önceden tasarlanmış bir eylemdi, do­layısıyla, bir Libya yolcu uçağının varış noktası olan Kahire’ye iki dakikalık uçuş uzaklığındayken bir kum fırtınasında gözden yit­tiği sırada İsrail’ce düşürülüp içindeki 110 kişinin can vermesi­ne benzemiyordu. 1973 Şubatındaki bu eylem İsrail’in hava in­dirme birlikleri ile amfibi güçlerinin Kuzey Lübnan’da Tripoli’ye saldırıp, önleyici diye gerekçelendirilen bir baskında çoğu sivil olmak üzere 31 kişiyi öldürdüğü, okulları, hastaneleri yerle bir ettiği sırada meydana gelmişti.[25] Tüm bu olup bitenler, ayrım­sanmış olsalar bile, önemsiz görülerek bir yana atıldı (hala da atılıyor). Arap terörizmine tepki ise oldukça farklıdır.
1980’lere dönerek, iletişim araçlarının ilgisinin doruğa ulaş­tığı 1985 yılını ele alalım. O yılın başlıca münferit terör eylemi bir Air India uçağının havaya uçması, 329 yolcunun ölmesiydi. Teröristler, Orta Amerika ile başka yerlerde terör eylemlerinde bulunmak üzere paralı askerlerin eğitildiği, Alabama’da Frank Camper’in yönetimindeki yarı askeri bir kampta eğitim görmüş­lerdi. Eski paralı askerlere göre Camper’ın ABD haberalma ör­gütleriyle yakın bağları vardı; Air India eylemine, sözde, dene­timden çıkmış bu “iğne” harekatına ise bizzat katılmıştı. Bir Hindistan ziyareti sırasında Adalet Bakanı Edwin Meese, terör eylemlerinin bir ABD terörist eğitim kampından kaynaklandığını yarım ağızla kabul etti.[26] Oysa tek bir teröristin bile Libya ile herhagi bir bağlantısının bulunması, dayanaksız da olsa, Kaddafı’nin ortadan kaldırılması gereken “çılgın bir köpek” ol­duğunu göstermeye yeter.
Ölçüye göre uluslararası terörizmin ana merkezi olan Orta­doğu’da 1985’in en berbat münferit terör eylemi, 8 Mart tari­hinde Beyrut’da bir arabaya yerleştirilmiş bombanın 80 kişinin ölümüne 256 kişinin yaralanmasına yol açmasıydı. “Patlama, İmam Rida Camii’ndeki Cuma namazından çıkan kara çarşaflar içindeki yaklaşık 250 kadınla kızın tam ortasında oldu” diye yazı­yordu üç yıl sonra Nora Boustany: “En az kırkı öldü, daha da fazlası sakat kaldı”. Bomba, “beşikteki çocukları kavurdu, çeyiz­lik satın almakta olan bir gelinlik kızı öldürdü”, “hıncahınç” do­lu olan Batı Beyrut varoşunun “ana caddesini yıkıntıya çevirir­ken, camiden eve gitmekte olan üç çocuğu da paramparça etti” Hedef, terörizmin suç ortağı olmakla suçlanan Şii lider Fadallah idi. Ama Fadallah saldırıdan kurtuldu. Bob Woodward’ın Casey ile CIA’i ele alan kitabında dile getirdiğine göre, saldırıyı Lübnan haberalma örgütü ile bir İngiliz uzmanın yardımıyla, CIA ve onun Suudi yanaşmalarınca düzenlemiş, CIA başkanı William Casey eyleme bizzat olur vermişti.[27]
Demek kendi seçtiği uylaşımlarla bile, resmi vebanın doruğa tırmandığı yılda uluslararası terörizm eylemleri ödülünü Birleşik Devletler kazanmış görünüyor. ABD’nin yanaşma devleti İsrail ise burun farkıyla ikinci. Yıl boyunca Ortadoğu’daki kesintisiz uluslararası terörizm eylemleri arasında İsrail’in Lübnan’da ger­çekleştirdiği Demir Yumruk harekatlarının eşi benzeri yok; Tu­nus’un (el altından ABD desteğiyle) bombalanması ise, BM Gü­venlik Konseyi’nin saptadığı gibi aslında bir saldırganlık örneği diye görülmezse, münferit terör eylemlerinde ikincilik ödülünü alır.[28]
1986 yılının başlıca münferit terör eylemi —bu saldırıyı da saldırganlık sınıflamasına koymadığımızı varsayarak— ABD’nin Libya’yı bombalamasıydı. Zekice sahnelenen bir kitle iletişimi gösterisiydi bu; tarihte, televizyonun en çok izlendiği saatlere, yayın kuruluşlarının ulusal haber izlencelerine başladığı dakika­lara göre tarifelendirilmiş ilk bombalama harekatıydı. Bu elveriş­li düzenleme sunucuya Tripoli’ye anında bağlanma olanağı veri­yor, böylece izleyiciler, heyecan uyandıran olayları canlı izleye­biliyordu. Görkemli biçimde işlenmiş bu TV oyununun bir son­raki sahnesinde harekatın “gelecek saldırılar karşısında bir özsavunu” olduğunu, on gün önce Batı Berlin’deki bir diskoda meydana gelen, Libya’nın sorumlu tutulduğu bir patlamaya öl­çülü bir karşılık oluşturduğunu dile getiren bir dizi canlı bağlan­tı ile Beyaz Saray açıklaması ekrana geliyordu. İletişim araçları eldeki kanıtların böyle bir suçlamada bulunmaya yetmeyecek denli sudan olduğunu bal gibi biliyordu ama, Reagan’ın terö­rizm karşısında geliştirdiği, siyasal yelpazenin her yanında yankı bulan kararlı tutumuna dönük genel yaltaklanma hali içinde, olgular göz ardı edildi. ABD’nin suçlamalarını çürüten can alıcı bilgiler o gün bu gündür hasır altı edildi. Sonradan, suçlamala­rın temelsiz olduğu sessiz sedasız itiraf edildi ama söz konusu suçlamaları uluorta dillendirme yine de sürdürüldü, bu gecik­miş kabulden çıkan sonuçlar ise asla ortaya konmadı.[29]
Birleşik Devletler 1986 yılında da uluslararası terörizm ödü­lünü kapma yarışında iyi yer tutmuş görünüyor; hem de bu kez Orta Amerika’da arka çıktığı toptancı terörizm dalında bile. O yıl, Uluslararası Adalet Divanı’nın “yasadışı güç kullanımı”na son verme çağrısını Kongre, ABD’nin taşeron güçlerine 100 milyon dolarlık askeri yardımı onaylayarak yanıtlamış, yönetim de etek­leri zil çalarak bunu örtük bir savaş ilanı diye betimlemişti.[30]
Şimdi, terörizmin etkinlik alanı üzerine, buraya dek el atma­dığımız tartışmalı birkaç soruna bakalım.
Terörizmle meşru direniş arasındaki sınırı ele alalım. Kimileyin, ulusalcı gruplar eylemlerini terörizm diye tanımlamaya ha­zırdır, saygın kimi siyasal önderler ise ulusal dava adına gerçek­leştirilen terör eylemlerini kınamaya yanaşmaz. Şimdiki tartış­maya tıpatıp uyan bir örnek, devletleşmeden önceki Siyonist ha­rekettir. Filistinlilere karşı ideolojik bir silah olarak işleyen 1980’lerin “terörizm endüstrisi”nin anayurdu İsrail’dir (bu yurt­luk sonradan ABD’ye aktarılmıştır).[31] FKÖ Birleşik Devletler’de aforoz edilmiş durumdadır. Kongre’nin çıkardığı özel bir yasa, 1987 tarihli Terörle Mücadele Yasası, “Amerikan yurttaşlarının”, çıkarlarını geliştirmek için büro açma ya da başka merkezler kurma izni verilmeyen “FKÖ’den hangi biçimde olursa olsun destek, para yardımı ya da ‘bilgi amaçlı gereç dışında değer arzeden herhangi bir şey’ edinmesini yasaklar”.[32] Filistin şiddeti dünya genelinde hüküm giymiştir.
Devletleşmeden önceki Siyonist hareket sivil Araplara, İngilizlere, Yahudilere karşı kapsamlı bir terör yürütmüş, üstelik, BM arabulucusu Folke Bernadotte’yi de öldürmüştür (Bernadotte’nin katilleri devlet kurulduktan sonra korunmuştur). 1943’te, bugünün başbakanı İzak Şamir, o dönem başında bu­lunduğu terör örgütünün (Lehi) yayın organı için “Terör” baş­lıklı bir yazı yazmış, yazısında “terör ‘fobisi’ ile terör karşıtı zırvalıkları yalın, apaçık savlarla çürütmeye” niyetlenmişti. “Ne Ya­hudi ahlakı ne de Yahudi geleneği, terörü bir savaş aracı olmak­tan alıkoymak için kullanılabilir” diyordu. “Ulusal savaşım söz konusu olduğunda hiçbir ahlaki duraksama tanımıyoruz.” “Her şey bir yana, bize göre terör, siyasal savaşın bugünkü koşullara uyan bir parçasıdır, görevi de büyüktür: işgalciye karşı savaşımı­zı, bu ülkenin kapısından girememiş talihsiz din kardeşlerimiz de dahil bütün dünyanın duyduğu biçimde, en açık dille göste­riyor.” İsrail’de yaygın biçimde dile getirildiği gibi, İngiliz işgali İsrail’in işgal altındaki topraklarda kurduğu yönetimden çok daha az baskıcıydı, hem de çok daha zorlu bir direnişle karşı­laşmıştı.
İngiliz filozof Isaiah Berlin İsrail’in ilk devlet başkanı, ulusal hareketin aziz simalarından biri diye kabul edilen Chaim Weizmann’ın
ne [Yahudi terörizminin] eylemlerini ne de bu eylemleri gerçekleştirenleri kamu önünde suçlamayı ahlaki bakımdan doğru bulduğunu... kendisinin de eylemcilerin de eşit ölçüde inandığı gibi, Batılı güçlerin dışişleri dairelerince onlarla alay edercesine hazırlanmış ihanetten, yıkımdan kardeşlerini kurtarmak için ca­nını vermeye hazır, umutsuzluğa kapılmış insanların kızgın dü­şüncelerinden doğuveren eylemleri, suç olduklarını düşünme­sine karşın, uluorta eleştirmek niyetinde olmadığını[33] anımsatı­yor.
Başlıca Siyonist direniş grubu Haganah’ın arşivlerinde, Menahem Begin’in Irgun’u ile Lehi’sinin öldürdüğü 40 Yahudinin adı bulunur. İzak Şamir’in bir Lehi üyesini şahsen öldürmesi, ünlü bir olaydır. Irgun resmi tarihi, sivil Araplara yönelik pek çok terör eylemini hayranlıkla anmasına karşın, yakalanırsa poli­se bilgi vereceğinden korkulan bir Yahudinin öldürülmesinden de söz eder. İşbirliklikçi olduğundan kuşku duyulanlar özel bir hedef oluşturuyordu. Haganah Özel Eylem Birlikleri, Yahudi muhbirlere karşı “cezalandırıcı eylemler” yürüttü. Hayfa’daki bir Haganah cezaevinde, İngilizlerle işbirliği yaptıklarından kuşku­lanılan Yahudilerin sorgularının yapıldığı bir işkence odası bu­lunuyordu. 1988’deki bir görüşmede Dov Tsisis, işini, “emirleri Naziler gibi yerine getirip,” ulusal savaşıma zarar veren Yahudileri, özellikle de muhbirleri “temizleyen” bir Haganah infazcısı olmak diye betimler. Tsisis, King David Oteli’ne düzenlenen kanlı bombalama eyleminin tek başına Irgun tarafından gerçek­leştirildiği yolundaki bildik suçlamaya da karşı çıkarak kendisini eylem iznini veren Haganah komutanı İzak Sadi’nin özel temsil­cisi diye niteler. Sonraları, Moşe Dayan’ca seçkin bir birimin komutanlığına getirilmesi önerilmiştir. Nazi karşıtı direnişçiler de işbirlikçilerin Avrupa’nın her yanında öldürülüşlerini anlatır. İsrail’in önde gelen sivil özgürlükçülerinden biri olan, Varşova gettosundan, toplama kamplarından sağ kurtulan İsrail Şahak “Varşova gettosundaki ayaklanmadan önce... Yahudi yeraltı örgütü[nün], haklılığı su götürmez gerekçelerle, bulabildiği her Yahudi işbirlikçisini öldürdü”ğünü anımsatıyor. 1943 Şubatın­dan kalma bir çocukluk anısını bütün canlılığıyla anımsıyor: “[Öldürülmüş bir Yahudi işbirlikçisinin] daha kanı kurumamış cesedinin çevresinde diğer çocuklarla birlikte dans edip şarkı söylediğim günlere şimdi dönüp bakıyorum da, pişman değilim; hem de hiç”.[34]
Şamir usulü terörizmi ele veren dobra açıklamalara zaman zaman rastlanabilirse de, olağan örüntü, baskıcı düzenlerle iş­galci ordulara karşı yürütülen eylemlerin, bunlar şiddet içermediğinde bile, eylemcilerce direniş, yöneticilerce terörizm diye görülmesidir. İşgal altındaki Avrupa’da ya da Afganistan’da Batı demokrasilerin direniş diye gördüklerine, Naziler ile SSCB terör —gerçekte, dıştan aşılanan terör, dolayısıyla, uluslararası terö­rizm— damgasını vurmuştur. Birleşik Devletler ise kendi saldırılarından en çok nasibini alan Güney Vietnamlılar karşısında aynı tutumu göstermiştir.
Benzer gerekçelerle, Güney Afrika da terörizme ilişkin ulus­lararası uylaşımlara vargücüyle karşı çıkar. Özellikle, BM Genel Kurulu’nun (7 Aralık 1987 tarihli) 42/159 sayılı kararına karşı durur; çünkü Genel Kurul, uluslararası terörizmi kınar, buna karşı savaşım için gerekli önlemleri ortaya koyarken,
İşbu karardaki hiçbir hükmün, kendi yazgısını belirleme, özgür­lük, bağımsızlık hakkından zorla yoksun bırakılmış halkların... özellikle de sömürgeci, ırkçı düzenlerle yabancı işgalcilerin ya da sömürgeci egemenliğin diğer biçimlerinin boyunduruğu al­tındaki halkların Birleşmiş Milletler Sözleşmesi’nden doğan bu hakkını... ya da söz konusu halkların [Sözleşme ile uluslararası hukukun diğer ilkeleri uyarınca] bu amaç uğrunda savaşma, destek arama, destek alma hakkını hiçbir biçimde zedeleyemeyeceğinin altını çizer.[35]
Neredeyse tüm dünya bu koşulun altına imza koyarken Gü­ney Afrika karşı çıkışında büsbütün yalnız değildir. Karar 153’e karşı 2 oyla kabul edilmişti; Birleşik Devletler ile İsrail karara karşı çıkmış, Honduras ise tek başına çekimser oy kullanmıştı. Bu olayda ABD hükümetinin tutumu Birleşik Devletler’de geniş kabul gördü. ABD’de çokça dillendirilen görüşün tüm oluşturu­cularınca, Güney Afrika’nın tutumunun su götürmez doğruluğu alttan alta onaylandı.
Konu 1988 sonlarında İsrail-Filistin çatışmasına bağlı olarak bir kez daha gündeme geldi. Kasım ayında Filistin Ulusal Konse­yi (FUK), BM’nin terörizm kararına, ilgili diğer BM kararlarına imza atarak İsrail’in yanı başında bağımsız bir Filistin devletinin kurulduğunu duyurdu. Bunu izleyen haftalarda Yaser Arafat, varlığıyla Birleşik Devletler’in güvenliğine yönelik kabul edile­mez bir tehdit oluşturacağı gerekçesiyle New York’a alınmadığı için (üstelik bu, Birleşmiş Milletler’e dönük yasal yükümlülükle­rin çiğnenmesi anlamına geliyordu) Cenevre’de toplanan BM Genel Kurulu’nun özel bir oturumunu da içeren Avrupa gezile­rinde aynı görüşleri yineledi. FUK ile Arafat’ın BM’nin terörizm kararını yinelemesi, Filistin önderliğinin Washington’un “her türlü terörizmin” kayıtsız “yadsınması”nı da içeren iyi davranış koşullarını yerine getiremediği gerekçesiyle Birleşik Devletler’de kınandı. Söz konusu kayıt, ABD ile İsrail (bir de Güney Afrika) dışında tüm dünya toplumunun altına imza koyduğu kayıttır.
New York Times'ın köşe yazarları, FUK’nın terörizme ilişkin uluslararası uylaşımlara imza koymasını “Arafat’ın eski ayak oyunlarından biri” diyerek alaya aldılar. Bu konularda hoşgörülebilir karşınlığın sınırlarında yer alan Anthony Lewis, Ara­fat’ın gelişme kaydettiğini ama bunun yeterli olmadığını yazdı: “Birleşik Devletler haklı olarak, FKÖ’nün görüşmelerde yer al­ma hakkı edinmeden önce terörizmle tüm bağlarını apaçık bi­çimde koparması gerekir diyor”, oysa bu tam koşul daha yerine getirilmedi. Genel tepki büyük oranda işte bu sınırlara denk dü­şüyordu.
Buradaki akıl yürütme apaçık ortada. FKÖ-dünya kamuoyu­nun dışında kalan ABD’ye, İsrail’e, Güney Afrika’ya katılmaya karşı çıkmıştır, dolayısıyla ya (sertlik yanlılarınca) alaya alınmaya ya da sınırlı ama yetersiz gelişimi için (karşınlarca) yüreklendirilmeye layıktır.
ABD’in diplomatik bakımdan yalıtıldığı 1988’in aralık ayında Washington, tutumu temelde —hem de yıllardır— hiçbir deği­şim geçirmemiş olmasına karşın Arafat’ın ABD istemlerine bo­yun eğdiğini taslayarak geri adım attı. ABD’nin istemlerine şimdi resmen boyun eğmekle (ki ABD’nin koşulu buydu) Arafat, Tu­nus’taki ABD Büyükelçisi ile görüşmekle ödüllendirilebilirdi. İs­rail Savunma Bakanı İzak Rabin’in vurguladığı gibi, ABD-FKÖ görüşmeleri sorunların çözümü yönündeki diplomatik baskıları saptırmak, İsrail’e Filistin başkaldırısını (İntifada) “sert askeri, iktisadi baskı”[36] uygulayarak sindirmek, böylece de “çökertmek” için bir iki yıl kazandırmak üzere tasarlanmıştı.
Terörizme karşı direniş konusu ABD-FKÖ görüşmeleri sıra­sında kendini göstermekte gecikmedi. İlk toplantının tutanakla­rı dışarı sızdırılarak Jerusalem Post da yayımlandı. Gazete “Amerikan temsilcisinin İsrail’in tutumunu benimsemesi”nden duyduğu hoşnutluğu dile getiriyor FKÖ’nün kabul etmek zo­runda olduğu iki can alıcı koşuldan sözediyordu: FKÖ İntifada’ya son vermeli, hem de uluslararası bir konferans düşünce­sinden vazgeçmeliydi. İntifada konusunda ABD kendi görüşünü şöyle ortaya koymuştu:
İşgal altındaki topraklarda tanık olduğumuz iç çatışmaların İsra­il Devleti’nin güvenliği ile istikrarını sarsmayı amaçladığına kuş­ku yok, dolayısıyla İsrail’e yönelik terör eylemleri diye gördü­ğümüz bu ayaklanmaya son verilmesini istiyoruz. Bu görüşü­müz özellikle yerindedir çünkü zaman zaman son derece zor­baca olan bu ayaklanmaları sizin bölge dışından yönlendirdiği­nizi biliyoruz.[37]
Bu “terörizm”e bir kez son verilip önceki baskı koşulları yeni­den sağlandığında ABD ile İsrail de sorunları kendilerini doyu­racak yönde çözmeye koyulabilir. Ezilen bir halkın insanlığa sığmayan bir askeri işgale direnmesi de, işgalcilerle onların işve­renlerinin gözünde “terör”dür.
Aynı sorun İsrail ordusunun güney Lübnan’da Demir Yum­ruk harekatlarına başladığı 1985’te baş gösterdi. Bu harekatlar da az önce andığımız, Abba Eban’ın belirttiği mantık doğrultusunda yürütülüyordu. İsrail’in güney Lübnan ile işgal altıdaki topraklar için dayattığı siyasal düzenlemelerin kabul edilmesini sağlamak için sivil halk terör tehdidiyle rehin alınmıştı. Bu teh­dit, istendiğinde yaşama geçirilebilir. Yalnızca tek bir örnek ele alalım: Dünyanın gözlerini korkuyla Arap teröristlere diktiği bir sırada basın, İsrail ordusunun İsrail’in Lübnan’dan kopardığı “güvenlik kuşağı”nda “kaçırılan” iki İsrail askerini aramaya yöne­lik askeri çalışmalara direnen “silahlı teröristler”ce kendilerine içerden ateş açıldığını öne sürdüğü 30 evi hedef alarak, İsrail tanklarının güney Lübnan’daki Sreifa köyüne bomba yağdırdığı­nı bildirdi. İSK’nın [İsrail Silahlı Kuvvetleri] bu harekat sırasında köylere bütün giriş çıkışları yasaklayıp BM güçlerinin İSK ile onun yerel paralı askerlerince “sorgulanan” köylülere su, süt, portakal ulaştırmasını önleyerek “çılgına döndüğü”nü kaydeden BM barış gücü raporu Amerikan basınında yer almadı. Sonra İSK aralarında hamile kadınların da bulunduğu çok sayıda insanı, kimisini İsrail’e götürüp uluslararası hukuku bir kez daha çiğ­nemek üzere rehin aldı, söz konusu evleri yıkıp diğerlerini de yağmalayarak geri çekildi. ABD’de barış adamı diye övülen Baş­bakan Şimon Perez İsrail’in aramalarının “insan yaşamına, onu­runa verdiğimiz değeri gösterdiğini” söyledi[38]
İsrail’in yüksek komuta kademesine göre Demir Yumruk ha­rekatlarının kurbanları “terörist köylüler”di; bu yoruma ışık tu­tan olayda 13 köylünün İsrail paralı güçlerine bağlı milislerce niye katledildiği da böylece anlaşılabilirdi. İsrail Stratejik Araş­tırmalar Enstitüsü Şiloa’dan Yossi Olmert “bu teröristlerin yerel halkın büyük bölümünün desteğiyle iş gördüklerini” dile getir­di. İsrailli bir komutan ise “teröristin... burada bir sürü gözü var, çünkü burada yaşıyor” diye yakınıyordu. Jerusalem Postun sa­vaş muhabiri (Hirsh Goodman) “terörist paralı askerler’le, “böl­gede yaşayanların ödemek durumunda kalacağı bedel”e karşın “düzeni, güvenliği sağlamak zorunda” olan “İSK’ya karşı eylem­lere girişirken, tümü de davalarına ölümü göze alacak denli adanmış fanatikler’ le savaşırken yüzleşilen sorunları betimledi.[39]
Benzer bir terörizm kavramım ABD görevlileriyle Amerikalı yorumcular da kullanır. Basın 1983 Ekiminde Lübnan’da ABD Deniz Piyadelerine düzenlenen intihar saldırısından sonra Dışiş­leri Bakanı Shultz’un uluslararası terörizmden duyduğu kaygı­nın “kendi hırsına” dönüştüğünü kaydeder; halkın çoğunluğu ise bu birlikleri İsrail saldırganlığı ile kurulan “Yeni Düzen”i, sağcı Hıristiyanlarla belirli Müslüman seçkinlerin egemenliğini dayatmak üzere gönderilmiş bir askeri güç diye görüyordu. İle­tişim araçları Nikaragua’dan, Angola’dan, Lübnan’dan, işgal al­tındaki topraklardan ya da başka yerlerden Shultz’ın bu “hırs”ını doğrulayacak tanıklara başvurmadı; ne o zaman, ne de Schultz’un Arafat’ın Birleşmiş Milletler’de konuşmasını kabul etmediğini açıklarken, onun “terörizmi yürekten aşağılamasına, teröre karşı giriştiği “kişisel haçlı seferi”ne bir kez daha övgüler düzerken.[40]
Kuşkusuz, Suriye de kendi kanlı iktidarına direnen Lübnanlı­ları “terörist” diye görüyor, ama böyle bir sav da alaya alınıp aşağılanarak layığını bulur. Tepki, oyuncuların dağılımına göre değişiyor.
Misilleme kavramı yararlı bir ideolojik savaş aracıdır. Karşılık­lı şiddete dayalı bir döngü boyunca taraflar kendi eylemlerini karşı tarafın uyguladığı teröre misilleme diye görür. Ortado­ğu’da İsrail-Arap çatışması bu konuda yığınla örnek sunar. İsrail yanaşma bir devlet olduğundan, ABD uygulamaları İsrail uyla­şımlarını benimser.
Bu durumu örneklemek için, 1985’te Achille Lauro gemisi­nin kaçırılmasını, hiç kuşkusuz aşağılık bir terör eylemi olarak Leon Klinghoffer’in öldürülmesini ele alalım. Ne var ki, Achille Lauro'yı kaçıranlar eylemlerini terör diye değil, bir hafta önce İsrail’in Tunus’u bombalayarak 20 Tunuslu ile 55 Filistinliyi, olay anında orada bulunan İsrailli gazeteci Amnon Kapeliouk’un aktardığı diğer tüyler ürpertici sahneler bir yana, insanı param­parça edip tanınmaz hale getiren akıllı füzelerle öldürmesine misilleme diye görüyordu. Washigton bağlaşığı Tunus’u bomba­cıların yolda oldukları konusunda uyarmaya yanaşmayarak İsra­il’le işbirliği yaparken, basında aktarıldığına göre George Shultz da ABD yönetiminin “İsrail’in eylemine epey sıcak baktığı”nı bildirmek için İsrail Dışişleri Bakanı İzak Şamir’i telefonla ara­dı.[41] BM Güvenlik Konseyi Tunus’un bombalanmasını “silahlı bir saldırı eylemi” diye oybirliğiyle kınayınca (ABD çekimser kalmıştı), Shultz da verdiği bu açık onaydan geri adım attı. Baş­bakan Şimon Perez birkaç gün sonra Washington’da coşkuyla karşılanırken, basın da Perez ile Başkan Reagan’ın “terörizm musibeti”ne karşı koymak için neler yapılabileceğine ilişkin isti­şarelerini ciddiyetle tartışıyordu.
ABD ile İsrail’e göre Tunus’un bombalaması terör ya da sal­dırganlık değil, Larnaka’da (Kıbrıs) üç İsrail’inin soğukkanlılıkla öldürülmesine karşı meşru bir misillemeydi. Bakan Shultz, ge­nel bir beğeni edasıyla, Tunus’un bombalanmasını “terörist sal­dırılana karşı “meşru bir karşılık” diye adlandırdı.[42] İsrail’in de kabullendiği üzere, Larnaka katillerinin, savunmasız olduğu için hedef seçilen Tunus’la değil, Suriye ile olası bağlantıları vardı; birkaç ay sonra Reagan yönetimi de kısmen aynı nedenle Libya kentlerini hedef seçti.
Larnaka’daki vahşeti gerçekleştirdiler ise yaptıkları eylemi terörizm değil misilleme diye görüyordu. Öne sürdüklerine gö­re bu eylem İsrail’in uluslararası karasularda yıllardır sürdürdü­ğü kaçırma eylemlerine bir karşılıktı. Kıbrıs’tan Lübnan’a yolcu taşıyan feribotlara da yönelen bu eylemlerde çok sayıda kişi ka­çırılmış, bunların yüzden fazlası İsrail cezaevlerinde yargılanmaksızın alıkonmuş, birçoğu ise öldürülmüştü; kurtulanlarla cezaevinde yapılan görüşmelere bakılırsa, ölenlerin bir bölümü gemileri battıktan sonra su yüzünde kalmaya çalışırken İsrail as­kerlerince açılan ateş sonucu yaşamını yitirmiştir. İsrail’in bu te­rörist etkinliklerine zaman zaman kıyıda köşede değinildiği olur. Nitekim 1983’teki bir hükümlü değiş tokuşunun ardından New York Times, bir başsayfa yazısının 18. paragrafında, söz konusu Arap hükümlülerden güney Lübnan’daki ünlü Ensar iş­kence merkezinde tutulan 37’sinin “Kıbrıs’tan” Beyrut’un kuze­yindeki “Tripoli’ye geçmeye çalışırken İsrail Deniz Kuvvetleri’nce kısa süre önce ele geçirilmiş” olduğunu dile getirdi. 1989’da Washington Post, çoğu bir başka işkence merkezinde, “Ketziot’daki, tartışmalara konu olan Negev çadır kent cezae­vinde” tutulan Filistinli hükümlülerin salıverilmeleri üzerine bir yazı yayımladı. Yazı rastlantıyla şuna da değiniyordu: “Bu arada, tan atmaya yakın, İsrail donanmasına bağlı gemiler Lübnan’dan Kıbrıs’a doğru yol alan bir tekneyi durdurarak terörist zanlısı di­ye nitelenen 14 kişiyi ele geçirdi, sorgulamak” üzere İsrail’e götürdü. İsrail barış örgütü Dai l’Kibbuş, 1986-1987’de, denizde ya da Lübnan’da kaçırılmış düzinelerce insanın İsrail karşıtı hiçbir etkinlikte ya da tasan içinde bulunmadıkları halde İsrail askeri mahkemelerince “yasadışı örgüt üyeliği”nden suçlu bulundu­ğunu kaydediyor; kaçırılan Filistinlilerin FKÖ, Lübnanlıların Hizbullah ya da en az bir örnekte olduğu gibi, başlıca Şii örgütü olan Emel üyesi olduğu öne sürüldü, oysa bu örgütlerin tümü Lübnan’da yasaldır.[43] Aynı mantıkla, İngiliz işgal güçleri de 1947’de Birleşik Devletler’deki ya da açık denizlerdeki Siyonistleri kaçırmak için adamlarını gönderebilir, sorgusuz sualsiz hü­kümlü kamplarına kapatabilir ya da terörizmi desteklemekten suçlu bulabilirdi. İsrail’in bu harekatları hemen hiç tartışılmaz, ölçüye de gelmez.
Terörizmle misilleme kavramları, anın gereklerine seve seve uyarlanan esnek araçlardır.
Devlet güdümlü uluslararası terörizmi ele alan bu inceleme ciddi bir sakatlıktan muzdarip: Safça bir doğruculuğa saplanıp kalmış, dolayısıyla yeniçağın vebası üzerine şimdilerde süregiden tartışmayla ilgisi yok.
Üstelik bu değerlendirme kapsayıcı olmaktan da epey uzak. Orta Amerika ile Ortadoğu konusunda bile ancak yüzeyi eşele­yebiliyor, oysa veba asla bu bölgelerle sınırlı değil. Ama bu yaklaşım yine de ortaya birkaç soru atmaya yeter. Bu sorulardan bi­ri özellikle öne çıkıyor: Bilginler ile iletişim araçları, yeni çağın vebasının köklerinin “demokratik Batı toplumunu istikrarsızlaştırmayı amaçlayan, dünya çapındaki” Sovyet temelli “terör ağı”na dayandığı savına nasıl oluyor da arka çıkıyor? Nasıl oluyor da İran, Libya, FKÖ, Küba ile diğer resmi düşmanlar uluslararası terörizmin önde gelen uygulayıcıları diye niteleniyor?
Bu sorulara yanıt bulmak zor değil. Bir tek, doğrucu yakla­şımdan kurtularak, terörist eylemlerin ancak resmi düşmanlarca yürütüldüğünde ölçüye vurulabileceğini kabul etmemiz gerek. Eylemleri gerçekleştirenler ABD ile yanaşmalarıysa, bu eylemler demokrasiye, insan haklarına hizmet eden misillemelerdir, özsavunulardır. Böylece her şey aydınlığa kavuşuyor.
Sonunda, vebanın olası çarelerine eğildiğimizde, ölçüt yazı­nın bu konuda da bazı öneriler sunduğunu görürüz. Walter Laqueur uluslararası terörizm konusunda “misillemenin besbelli yolu, elbette, ona arka çıkanlara anladıkları dilde karşılık ver­mektir” diye diretiyor; ama böylesine meşru bir karşılık kendi “demokrasi, özgürlük, insancıllık ölçütleri”nin başkalarınca pay­laşmadığını kavrayamayan Batı toplumları için güç olabilir. Öte yandan, bu onmaz doğruculuğa tutulmuş olanlar durumdan yanlış sonuçlar çıkarmadan önce, değil mi ki terörizm kavramı özenle işlenegeliyor, meşru karşılığın Washington’la Tel Aviv’i bombalamak demek olmadığı vurgulanmalı.
New York Times vebaya nasıl karşı koyulabileceği üzerine düşüncelerini belirtmesi için bir terörizm uzmanına başvurmuş­tu. Bu kişinin uzun deneyimlere dayanan önerisi oldukça dolay­sızdı: “Teröristlerin, özellikle de komutanlarının yok edilmesi gerekir”. Başarılı üç karşı terör eylemi örneği vermişti: ABD’nin Libya’yı bombalaması, İsrail’in Tunus’u bombalaması, İsrail’in Lübnan’ı işgali. “Uygar dünya ayakta kalacaksa” böyle örneklerin çoğaltılmasını salık veriyordu. Times yazarları bu uzmanının yazısına “Terör Canavarının Başını Ezmenin Vakti Geldi Geçiyor” başlığını koymuşlar, şu sözlerin de altını çizmişler: “Suçsuz kı­yımını durdurun”. Yazan yalnızca “İsrail Ticaret ve Sanayi Baka­nı” diye tanıtıyorlar. Adı Ariel Şaron.[44]  1950’lerin başlarına de­ğin uzanan teröristlik kariyeri 1953’te Kibya’da 69 köylünün, ElBurej sığınmacı kampında ise 20 kişinin katledilmesini; 1970’lerin başlarında Gazze’de, kuzeydoğu Sina’da bölgeyi Ya­hudi yerleşimine açmak için evleri yerle bir edilip çifti çubuğu dağıtılan on bin kadar çiftçinin çöle sürülmesini de içeren terö­rist etkinlikleri; Lübnan’ın —artık herkesçe kabul edildiği gibi— FKÖ diplomasisinin yarattığı tehdidin üstesinden gelme çabasıy­la işgal edilmesini; Sabra ile Şatila’da işgali izleyen kıyımları, başka birçok eylemi kapsar.
Kimileri “uygar dünya”ya “suçsuz kıyımı”nın nasıl “durduru­lacağı” dersini vermek için Ariel Şaron’un biraz tuhaf, belki ters, hatta olasılıkla ikiyüzlüce bir seçim olduğunu sezebilir. Ama bu o denli açık değil. Seçim, eylemde dışavurulan değerlerle, söz­lerde —ya da suskunlukta— dile gelen düşünsel kültürle çeliş­miyor.
Bu vargıyı desteklemek için, uluslararası terörizmin çaresinin —en azından bunun temel bir bileşeninin— elimizin altında ol­duğunu öne sürebiliriz. Ama bu amaç yönünde hiçbir adım atılmıyor; aslında saygın çevrelerde bu konu hiç tartışılmıyor, kavranabilir olmaktan bile çok uzak. Tersine, kimileyin sakat bir biçimde işlemeleri bir yana, iyilikçi niyetlerimizle amacımızın soyluluğuna, yüksek “demokrasi, özgürlük, insancıllık ölçütleri”mize payeler biçiliyor. En basit olgular algılanamıyor, apaçık düşünceler anlaşılamıyor. Basit doğrular, dile getirildiklerinde, inanmazlığa, korkuya, sövgüye yol açıyor —onları seslemenin gerçeği bu.
Böyle bir ahlaki, düşünsel iklimde, dünyanın en büyük gaze­tesinin, terörizmin kötülükleri üzerine, onunla nasıl çarpışılacağı konusunda bize hocalık etsin diye Ariel Şaron’u seçmesi pe­kala uygun düşebilir.
Kaynak: TERÖRİZM EFSANESİ : Noam Chomsky Edward S. Herman Gerry O’Sullivan Alexander George, ,Çeviren: Bahadır Sina Şener • Toplumbilim Siyaset-bilim Chomsky Herman O’Sullivan George ,AYRAÇ YAYINEVİ, 1. Baskı, Mart 1999 ANKARA


[1] Diğer kaynakların yanı sıra, şu yayınlara bakınız: Edward S. Herman, The Reol Terror Network (South End, 1982); Herman ile Frank Brodhead, The Rise
[2] Robert O. Slater ile Michael Stohl, Current Perspectives on Internatinoal Terrorism (Macmillan, 1988) içinde “States, Terrorism and State Terrorism”. Stohl şu sonuca varıyor: “Terörist, baskıcı diplomasi bakımından... ABD Ü- çüncü Dünya’da Sovyetler Birliği’nden çok daha etkindir”. Diğer çalışmalar da benzer bir örüntü sergiler. II. Dünya Savaşı’ndan bu yana yürütülen askeri ça­tışmalara ilişkin değerlendirmesinde Ruth Sivard, bu çatışmaların yüzde 95’inin Üçüncü Dünya’da yer aldığını, çoğu örnekte dış güçlerin de işe karış­tığını, “bu karışmaların “yüzde 79’undan Batılı devletlerin, yüzde 6’sından ise komünist devletlerin sorumlu olduğunu” bulgular; World Military and Social Expenditures 1981 (World Priorities, 1981), s. 8.
[3] United States Code Congressional and Administrative News, 98. Kongre, İkin­ci Oturum, 1984, 19 Ekim, 2. cilt; par. 3077, 98 STAT. 2707 (West Publishing Co., 1984).
* US Army Operational Concept for Terrorism Counteraction (TRADOC Pamphlet, No. 525-37, 1984); Robert Kupperman Associates, Low Intensity
[4]   Bakınız: Noam Chomsky, The Culture of Terrorism (South End, 1988), s. 43, 77.
[5]  Son derece başarıyla uygulanan bu yıkım işiyle ilgili ayrıntılar için bakınız: Chomsky, Culture of Terrorism ile Necessary Iüusions. Beyaz Saray ile Kong- re’deki güvercinlerin iletişim araçlarıyla işbirliği ederek Şubat 1989 tarihli Esquipulas IV uzlaşmalarını anında devre dışı bırakmalarıyla ilgili olarak bakı­nız: Chomsky, “The Tasks Ahead: I”, Zmagazine (Mayıs 1989).
[6]  Richard Boudreaux ile Marjorie Miller, Los Angeles Times (5 Ekim 1988); Associated Press, 21 Kasım 1987; Witness for Peace, Civilian Victims of the US Contra War (Şubat-Temmuz 1987), s. 5. Americas Watch, The Civilian Toll 1986-1987 (30 Ağustos 1987); Americas Watch Petition to US Trade Repre- sentative (29 Mayıs 1987).
[7]   Boston Globe (9 Kasım 1984). Gazete, Demokrat güvercin Christopher Dodd’un benzer yorumlarını da aktarıyor.
[8]  ABD’deki belli başlı yayın organları arasında Sandinistalara belki de en az kar­şı olan liberal Boston Globde un bir araştırması, Niuaragua’nın “CIA güdümlü Kontraların saldırılarını püskürtmek, mühimmat uçuşlarını durdurmak ya da engellemek için” hava gücüne gereksinim duyduğu gerçeğine yalnızca bir başyazıda değinildiğini ortaya koydu (9 Kasım 1986).
[9]   Jeane Kirkpatrick, “US Security and Latin America”, Commentary (Ocak 1981), s. 29.
[10] Aktaran, Stohl, “States, Terrorism and State Terrorism”.
[11]  Irving Kristol, “Whv a Debate Över Contra Aid?”, Wall Street Journal (11 Nisan 1986 ; Kristol, “Where Have Ali the Gunboats Gone?”, Wall Street Journal (13 Aralık 1973).
[12] Bakınız: Chomsky, Necessary Hlusions, s. 60.
[13]         Julia Preston, Boston Globe (9 Şubat 1986); MacMichael, bakınız: Chomsky, Culture of Terrorism, Doyle McManus, Los Angeles Times (28 Mayıs 1988); Vaky, bakınız: Chomsky, NecessaryUlusions.
[14]         A.g.y., s. 204-205.
[15]         Rivera y Damas, anan Ray Bonner, Weakness andDeceit (Times Books, 1984), s. 207; Romero, anan Jenny Pearce, Under the Eagle (Latin America Bureau, 1981).
[16] Bu konulara ilişkin belgeler için, bakınız: Chomsky, Necessary IUusions.
[17] LADOC (Latin American Documentation), Torture in Latin America (LADOC, 1987); Birinci Uluslararası Latin Amerika’da İşkence Semineri’nin, “bireyleri, tümüyle halkları, Ulusal Güvenlik Öğretisi’nden esinlenen devlet terörizmi” yoluyla “sömürme, ezme, bağımlı kılma yöntemlerini kusursuz kılmayı amaç edinen, bu konuda uzmanlaşmış merkezlerde üretilen terör bilgisiyle çoku­luslu bir terör teknolojisini elinde bulunduran baskıcı sistem”e adanmış rapo­ru. Söz konusu öğretinin kökü Kennedy yönetiminin, Latin Amerika orduları­nın görev alanını “iç güvenlik”e kaydırma yönündeki, uzun erimli sonuçları o- lan tarihsel kararına dayandırılabilir.
[18]   Raymond L. Garthoff, Reûections on the Cuban Missile Crisis (Brookings Institution 1987), s. 17.
[19] A.g.y., s. 16 ile sonrasında, s. 78 ile sonrasında, s. 89 ile sonrasında, s. 98. 1. dipnotta adı geçen kaynaklara bakınız. Bir de, Bradley Earl Ayers, The War thatNever Was (Bobbs-Merrill, 1976); Warren Hinckle ile William Turner, The Fish is Red (Harper & Row, 1981); William Blum, The CIA (Zed Books, 1986); Morris Morley, Imperial State and Revolution (Cambridge University Press,1987; Taylor Branch ile George Crile, “The Kennedy Vendetta: Our Secret War on Cuba”, Harper’s (Ağustos 1975).
[20] Bakınız: Noam Chomsky, Towards a. New Cold War (Pantheon, 1982), s. 48- 49; bakınız: Chomsky, Culture of Terrorism, s. 40; Stohl, “States, Terrorism and State Terrorism”.
[21]  Charles Glass, “No News is Bad News”, Index on Censorship (Ocak 1989). Bakınız, Chomsky, Fateful Triangle, s. 184 ile sonrasında, anılan kaynaklar.
[22] Ehud Ya’ari, Egypt and the Fedayeen (İbranice) (Givat Haviva, 1975), s. 27 ile sonrasında. Ele geçirilen Mısır ile Ürdün belgelerine dayanan bir çalışmadır. Aynı sıralarda Mısır’ın Ürdün’deki askeri ateşesi Salih Mustafa, Doğu Ku­düs’ten, büyük olasılıkla aynı kaynaktan gönderilen bir bombalı mektup so­nucu ciddi biçimde yaralanmıştır, a.g.y.
[23]  Eliav’ın 1983’te yayımlanan kitabı Hamevukaş’a gönderen, İsrailli askeri tarihçi Uri Milshtein, Hadashot (31 Aralık 1987).
[24]         Sofaer, Foreign Affairs, Yaz 1986; New York Times (12 Ekim 1985).
[25] Bakanız, Chomsky, Pirates and Emperors, s. 92-93, 108; Ha’areu (5 NİSan
1989).
[26] Leslie Cockburn, Out of Control (Atlatic Monthly Press, 1987), s. 26;
Chomsky, Pirates and Emperors, s. 136.
[27] Boustany, Washington Post Weekly (14 Mart 1988); Woodward, Veil: The Street Wars of the CIA 1981-1987 (Simon & Schuster, 1987), s. 396 ve deva­mında.
[28]  Demir Yumruk harekatları ile Tunus’un bombalanması üzerine bir değerlen­dirme için, bakınız, Chomsky, Pirates and Emperors, 2. bölüm.
[29]  Ayrıntılar için, bakınız, Chomsky, Pirates and Emperors, 3- bölüm; Chomsky, Necessary Illusions, s. 272-273; bir de, anılan kaynaklar.
[30]         James LeMoyne, “Week in Review”, New York Times (29 Haziran 1986).
[31]  Bakınız, Edward S. Herman, The Terrorism Industry (Pantheon, 1990); Herman ile Gerry O’Sullivan, ‘“Terrorism as İdeology and Cultural Industry” [bu kitaptaki “İdeoloji ve Kültür Endüstrisi Olarak ‘Terörizm’”] adlı yazı.
[32] Lawrence Harke, “The Anti-Terrorism Act of 1987 and American Freedoms: A Critical Review”, University of Miami LawReview, 43 (1989), s. 667 ile sonra­sında.
56 Şamir, “Terror”, Hazit (Ağustos 1943); bazı bölümleri El Homişmaı1 da yeniden basıldı (24 Aralık 1987). Berlin, PersonolImpressions (Viking, 1981), s. 50.
[34] Bakınız, Chomsky, Fateful Triangle, s. 164-165 not-, Gafi Amir, Yediot Ahronot Supplement (14 Ağustos 1988); İsrail Şahak, “Distortion of the Holocaust”, Kol Ha ’/r (19 Mayıs 1989).
[35] Bu metin Ek III diye yer alıyor,  State Terrorism at Sea,EAFORD Paper 44, Chicago 1988
[36] Ayrıntılar için, bakınız, Necessary I/lusions; yine Chomsky, “The Trollope Ploy”, Z Magazine (Mart 1989); Chomsky, “The Art of Evasion: Dipiomacy in the Middle East”, Z Magazine (Ocak 1990).
[37] Vurgu Jerusalem Postta.. Bir önceki dipnotun kaynakçasına bakınız. Uluslara­rası bir konferansın kabul edilemezliği, ABD ile İsrail’in, dünya toplumunun büyük bölümününce desteklenen türde bir siyasal çözüme karşı çıkmaların­dan ileri gelir.
[38] Bakınız,  Pirates and Emperors,s. 69.
[39]            A.g.y., s. 63 ile sonrasında.
1? Don Oberdorfer, “The Mind of George Shultz”, Washington Post \VeekIy (17 Şubat 1986), New York Times (28 Kasım 1988).
[41]  Bernard Gwertzman, New York Times (7 Ekim 1985).
[42] Bernard Gwertzman, New York Times (2 Ekim 1985).
[43] Bakınız,  Pirates and Emperors, s. 51 ile sonrasında, s. 87 ile sonrasında; yukarıdaki 35. dipnot; Linda Gradstein,  Washington Post (6 Nisan 1989); “Political Trials”,  Dai I'Kibbuş,Kudüs, Ağustos 1988,  News from Within(14 Aralık 1988) içinde yayımlandı
[44] New York Times(30 Eylül 1986).

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar