ULUSLARARASI TERÖRİZM: GÖRÜNÜŞ İLE GERÇEK
Terörizmin
incelenmesinde tutulacak iki yol vardır. Konuyu ciddiye alan doğru bir yaklaşım ya da terörizm
kavramının bir güç dizgesinin hizmetinde kullanılacak bir silah olduğunu kurgulayan
propagandacı bir yaklaşım. Her
ikisinde de nasıl yol alınacağı bellidir. Doğru yaklaşım yolunu tutarsak,
neyin terörizm olduğunu belirlemekle işe koyuluruz. Sonra görüngünün
örneklerini —ciddiysek belli başlıları üzerinde yoğunlaşarak— araştırır,
nedenler, çareler saptamaya çalışırız. Propagandacı yaklaşımsa farklı bir yol
buyurur. Terörizmin sorumlusunun resmen belirlenmiş belli bir düşman olduğu
savından yola çıkarız. Sonra terörist eylemleri, ancak bu eylemlerin (kabul
edilebilir olsun ya da olmasın) istenen kaynağa yüklenebildiği durumlarda,
“terörist” diye niteleriz; yoksa bunlar görmezden gelinmeli, örtbas edilmeli ya
da “misilleme”, “özsavunu” diye adlandırılmalıdır.
Propagandacı
yaklaşımın genel olarak hükümetlerce, bir de totaliter devletlerdeki hükümet
aygıtlarınca benimsenmesi pek şaşırtıcı değil. Asıl ilgi çekici olanı, en ince
ayrıntısına dek belgelendiği gibi, aynı durumun Batılı sanayi
demokrasilerindeki iletişim araçları ile bilim çevreleri için de büyük oranda
geçerli olmasıdır.[1]
“Kabul etmeliyiz ki” diye belirtiyor Michael Stohl, “uylaşım gereği —bunun
yalnızca uylaşıma dayalı olduğu vurgulanmalıdır— büyük güçlerin zor kullanımı
ile zor kullanma tehdidi bir terörizm biçimi diye değil, olağanlıkla baskıcı
bir diplomasi diye betimlenir”, oysa bu genelde, “büyük güçler de söz konusu
taktiğin tıpkısını gütmeseydi terörist emeller diye betimlenecek bir
doğrultuda şiddet tehdidini, çokça da kullanımım” içerir.[2] Buna tek
bir özelliğin eklenmesi gerek: “Büyük güçler” sözü, yanında yer alınan
devletlerle sınırlı olmalıdır; sorgulanan bu Batılı uylaşımlarda Sovyetler
Birliği böyle bir retorik yeterliğe layık görülmediği gibi, en sudan kanıtlarla
suçlanıp mahkum edilir.
Terörizm başlıca
kamusal sorunlardan biri durumuna 1980’lerde geldi. Reagan yönetimi, başkanın
“terörizm musibeti” dediği, (Dışişleri Bakanı George Shultz’a göre) “modern
çağda barbarlığa bir dönüş” olarak “uygarlığın yoldan çıkmış karşıtlarınca
yayılan vebanın köküne kibrit suyu ekmeye kendini adadığını duyurarak işbaşı
yaptı. Kampanya sırasında bu vebanın özellikle ölümcül bir türü üzerinde
duruldu: devlet güdümlü uluslararası terörizm. Ana sav bunun sorumluluğunu, The Terror Network adlı kitabı büyük
övgü toplayan, Amerikan yönetiminin
İncil’i, yeni
terör-bilim disiplininin kurucu belgesi haline gelen Claire Sterling’in
sözleriyle, Sovyet temelli, “demokratik Batı toplumunu istikrarsızlaştırmayı
amaçlayan dünya çapında bir terör ağı”na yıktı. Yapıtın terörizmin “neredeyse
salt demokratik ya da görece demokratik toplumlar”da ortaya çıktığı (Walter
Laqueur) konusunda “yeter kanıt” sağlayarak vebanın kaynakları üzerine kuşkuya
yer bırakmadığı düşünüldü. Kitabın beş para etmez bir propaganda broşürü olduğu
çok geçmeden açığa çıktı ama sav el değmeden korundu, haberciliğin,
yorumculuğun, bilginliğin ana akımına egemen olmayı sürdürdü.
1980’lerin ortalarına
gelindiğinde uluslararası terörizme gösterilen ilgi tam bir cinnet halini
aldı. Ortadoğu ile Akdeniz’deki terör AP’nin yaptığı bir yoklamada gazetelerin
baş yazarlarınca 1985’in yıldız öyküsü seçildi, bir yıl sonra ise Avrupa
kentlerini saran Arap teröristlerin korkusuyla Amerikalılar ayağını kesince
Avrupa turizm sanayi büyük darbe yedi. Sonra veba hız kesti; onaylı yoruma
bakılırsa, kovboyun soğukkanlı cesareti canavarı dize getirmişti.
Doğru yaklaşıma
geçersek; öncelikle terörizm kavramını tanımlarız, sonra da bunun uygulamasını
inceler, takkeleri düşürmeye bakarız. Bakalım bu yol bizi nereye çıkaracak?
Siyasal söylemin
kavramları açık seçildik timsali sayılmaz ama neyin terörizm olduğu üstünde
genel bir anlaşma vardır. Bir başlangıç noktası olsun diye resmi Amerika
Birleşik Devletleri Yasası’nı ele alalım:
“Terör eylemi”; (A)
Birleşik Devletler’in ya da herhangi bir Eyalet’in ceza yasalarını çiğneyen ya
da Birleşik Devletler’in ya da herhangi bir eyaletin yargılama alanı içinde
işlendiğinde ceza gerektirecek ihlal oluşturan bir şiddet eylemi ya da insan
yaşamı için tehlike oluşturan bir eylem içeren bir etkinlik; (B) (i) sivil bir
nüfusa gözdağı verme ya da baskı yapma; (ii) gözdağı ya da baskı yoluyla bir
hükümetin siyasetini etkileme; ya da (iii) suikast ya da adam kaçırma yoluyla
bir hükümetin davranışına etki etme amacını güttüğü ortaya çıkan bir etkinlik
demektir.1
Kavramın sınırları tam
olarak çizilmemiş. İlkin, uluslararası terörizm ile saldırganlık arasındaki
sınır her zaman belli değildir. Bu belirsizliğin Birleşik Devletler ile
yanaşmalarına nasıl yaradığına bakalım: Herhangi bir uluslararası şiddet
eylemi söz konusu olduğunda saldırganlık suçlamasını yadsıyorlarsa, eylemi
daha ufak çaptaki terör suçu kapsamında değerlendireceğiz. Terörizm ile şimdi
değineceğimiz misilleme ya da meşru direniş arasındaki ayrım üzerinde de
anlaşmazlık vardır.
ABD kaynakları daha
özlü “terörizm” tanımları da verir. ABD Ordusu’nun hazırladığı, terörizme karşı
koymayı ele alan bir el kitabında terörizm “doğaca siyasal, dinsel ya da
ideolojik hedeflere ulaşmayı amaçlayan, önceden tasarlanmış şiddet kullanımı
ya da tehdidi” diye tanımlanır. “Bu gözdağı vermekle, zorlamayla ya da korku
aşılamakla yapılır.” Bundan daha bayağı bir niteleme Pentagon’ca yaptırılmış
bir çalışmada, ünlü terörbilimci Robert Kupperman’ın “siyasal ereklere
olanakları tümden kullanmadan ulaşmak”4 için zor kullanımından ya
da tehdidinden söz etmesidir.
Ne var ki Kupperman
terörizmi değil, Reagan yönetiminin ana öğretilerinden birini, düşük yoğunluklu
çatışmayı (DYÇ) tartışıyor. Bu betimlemenin gösterdiği, varolan uygulamanın da
doğruladığı üzere DYÇ’nin —tıpkı önceli olan “kontrgerilla” gibi— devlet
güdümlü uluslararası terörizm yerine başvurulan, diyeceğim, savaş sayılabilecek
bir saldırganlık düzeyine erişmeyen zor kullanımına dayanmak için uydurulan
bir hüsnütabirden başka bir şey olmadığına dikkat edelim.
Alışageldik öğretisel
sapmalar bir yana, bu nokta bilimsel çalışmalarda da kabul görür. Önde gelen
İsrailli bir uzmanın ileri sürdüğüne göre “devlet destekli terörizm,
devletlerin eylemlerinden sorumlu tutulmadan ‘savaş’a tutuşmayı uygun gördüklerinde
giriştikleri bir düşük yoğunluklu çatışma biçimidir” (Profesör Yonah
Alexander).[3]
Alexander “FKÖ’nün Nikaragua’ya sağladığı... kapsamlı bir eğitim izlencesi”
gibi örnekler sunarak dikkatini Kremlin’in Batı’yı “taşeron gruplar”
aracılığıyla istikrarsızlaştırma oyunuyla sınırlı tutar. Bu kavrayışa göre
“Moskova ile özel bir ilişki sürdüregelen FKÖ” Sovyetler Birliği’nde terörizm
üzerine edindiği “uzmanlaşma eğitimi”ni Nikaragua’ya aktarmakla Sovyet
efendisine hizmet eder, böylece Nikaragua da Birleşik Devletler ile onun
çıkarlarına karşı DYÇ yürütebilmektedir. Alexander “Doğu Bloku’nun içtenliğinin
sınanması zorunluluğunu” karşılama yolları da önerir; “ABD ile bağlaşıklarını
terörizmle ilişkilendiren propaganda kampanyalanna son vermeye istekli
olduklarını göstermek” gibi.
Örneklerin ortaya
koyduğu gibi, öğretinin namusu korunduğu sürece, kardeşliğe fitne sokacak
denli ayrıksı bir düşünce türetmek için doğurgan bir düş gücü gerekiyordu.
Dünyada çok sayıda
terörist devlet var ama uluslararası terörizme resmen, hem de rakiplerini utandıracak ölçüde bağlılığıyla
Birleşik Devletler apayrı bir yer tutuyor. Diyelim İran, Batılı hükümetlerle
iletişim araçlarının haklı olarak ilan ettikleri gibi, elbette terörist bir
devlettir. İran’ın uluslararası terörizme bilinen başlıca katkısı İran-Kontra
soruşturmaları sırasında ortaya çıktı: İran’ın belki de bilip bilmeden, ABD
taşeronlarının Nikaragua’da yürüttüğü savaşa karışmışlığı. İran’ın ABD güdümlü
uluslararası terörizmdeki parmağının İran terörünün hararetle kınandığı bir
sırada sergilenmiş olmasına karşın, ABD’ye ilişkin bu olgu kabul edilemez,
dolayısıyla görmezden gelinir.
Aynı soruşturmalar
Reagan Öğretisi ile birlikte ABD’nin uluslararası terörizmde yeni yollara hız
verdiğini ortaya çıkardı. Bazı devletler yurtdışında şiddet eylemleri
gerçekleştirmek için tek tek teröristler ya da suçlular görevlendirir. Ancak
Reagan döneminde ABD daha ileri giderek yan özel bir uluslararası terörist
ağının yanı sıra bir de bu ağın terörist eylemlerini parasal yönden
desteklemek, uygulamaya koymak üzere bir yanaşma, paralı asker devletler —Tayvan, Güney Kore, İsrail,
Suudi Arabistan ile diğerleri— safı kurdu. Uluslararası terörizmdeki bu gelişme
veba üzerine en çok yaygara koparıldığı dönemde açığa çıktı ama irdelemenin,
tartışmanın içinde yer almadı.
ABD’nin uluslararası
terörizmle bağlantısı ince ayrıntılar sergiler. Nitekim Nikaragua’ya saldıran
taşeron güçler “yumuşak hedefler”e, yani güçbela savunulan sivil hedeflere
saldırmaları için CIA’li, Pentagon’lu komutanlarınca yönetildi. Dışişleri Bakanlığı
özellikle tarım kooperatiflerine yönelik saldın yetkisi vermişti —eylemci Ebu
Nidal olduğunda bunu kuşkusuz nefretle kınarız. Kitle iletişimi güvercinleri
bu durumu başından sonuna onayladılar. Ana akımdaki yorumculuğun liberal
ucunda yer alan, New Republid'in
başyazarı Michael Kinsley tarım kooperatiflerine yönelik terörist saldırılar
konusunda Dışişleri Bakanlığının gerekçelerini yadsımakta aceleci
davranmamamız gerektiğini ileri sürdü: “Akılcı bir siyaset zarar-yarar
çözümlemesi sınavından” yani “dökülecek kanın, çekilecek sıkıntının oranı bir
yana, demokrasinin diğer türlü doğması olasılığının” çözümlendiği sınavdan
geçmek zorundadır. Anlaşılan, ABD seçkinlerinin bu çözümlemeyi yürütmeye, kendi
sınavlarından geçerse tasarının takipçisi olmaya hakları vardır.[4]
Kontralara mühimmat
götüren bir uçak 1986 Ekiminde içindeki Amerikalı bir paralı askerle birlikte
düşürülünce, CIA’in taşeron güçlere yasadışı yoldan mühimmat uçuşlarının
tanıklığını örtbas etmek olanaksızlaştı. Bunu, dikkatleri böyle konulara çeken
İran-Kontra duruşmaları izledi. Duruşmaların bitmesinden birkaç gün sonra Orta
Amerika ülkelerinin başkanları Esquipulas II barış anlaşmasını imzaladılar. ABD
ise bu anlaşmayı bir an önce bozmak üzere kolları sıvadı. Anlaşma bir etmeni,
yani “başıbozuk güçlere ya da ayaklanma hareketlerine bölgedeki ya da bölge
dışındaki” hükümetlerce sağlanan her türlü yardımın ortadan kaldırılmasını
“bölgede istikrarlı, kalıcı bir barışa ulaşılmasının vazgeçilmez bir öğesi”
diye niteledi. ABD’nin buna yanıtı Nikaragua’daki yumuşak hedeflere saldırılara
hız vermek oldu. Washington’un el altından yürüttüğü harekatlara duyulan
öfkenin doruğa çıktığı sırada Kongre ile iletişim araçları, vicdanlarının
sesini dinleyerek, CIA’in günde birkaç keze varan mühimmat uçuşlarındaki ani
artışa gözlerini kapadı, Beyaz Saray’ın istenmeyen uzlaşmaları baltalama
izlencesiyle işbirliğini sürdürdü. Bu izlence en sonunda 1988 Ocağında amacına
ulaştı; yine de Esquipulas II’yi izleyen, Orta Amerika ülkelerinin devlet
başkanlarınca 1989 Şubatında imzalanan anlaşmayı bozmak için başka adımlar
gererekliydi.[5]
Taşeron güçler için
mühimmat ile keşif uçuşları arttıkça, tasarlandığı gibi şiddet ile terör de
arttı. Bu da büyük ölçüde görmezden gelindi ama nasıl olduysa bir göndermeye
rastlanabilir. Ekim 1987’de Los Angeles
Times’da. şöyle bir haber yer alıyordu: “Batılı askeri uzmanlar
kontraların ağır bir çarpışmadan kaçınmaya çalışırken ellerine yakın zamanda
hava yoluyla geçmiş tonlarca silahı zulaladıklarını söylüyor... Bu arada,...
çok sayıda milisle brlikte bir yaşlı kadınla daha bir yaşındaki torununun da
bir şafak bombardımanında yaşamını yitirdiği... La Patriota tarım kooperatifi
gibi kolay hükümet hedeflerine yönelik saldırılarını yoğunlaştırmış
durumdalar”. Dikkate değer bulunmayan yığınla örnek arasından rastgele birini
ele alırsak, 21 Kasım 1987’de 150 Kontra, Rio San Juan’ın güney kırsalındaki
iki köye 88 mm.lik havanlarla, roketatarlarla saldırarak altı çocuk ile altı
yetişkinin ölümüne, 30 kişinin de yaralanmasına yol açtılar. Silahlanmayı yadsıyan
eylem karşıtı dincilerin kooperatifleri bile ABD’nin terörist güçlerince yok
edildi. El Salvador’da da, ordu kooperatiflere saldırarak üyelerini öldürdü,
kaçırdı, onlara tecavüz etti.[6]
Uluslararası Adalet
Divanı’nın Birleşik Devletler’i “hukukdışı güç kullanmak”, yasadışı bir
iktisadi savaş yürütmekle suçlayan Haziran 1986 tarihli kararı “düşman bir
mahkeme”nin (New
York
Times) ilgisiz bir
açıklaması diye bir kenara atıldı. ABD’nin bütün devletleri uluslararası hukuka
uymaya çağıran bir Güvenlik Konseyi kararını veto etmesi ile Genel Kurul’un
aynı sonuca yönelik kararlarına (1986’da İsrail ve El Salvador’la, 1987’de
yalnız İsrail ile birlikte) karşı oy kullanması hemen hiç dikkat çekmedi.
Görünüşe göre kılavuz ilke şöyle: ABD yasa tanımaz bir terörist devlettir ve
dünya ne düşünürse düşünsün, uluslararası kuruluşlar ne derse desin, bu doğrudur, hakçadır.
Buradan çıkan doğal
bir sonuç, hiçbir devletin kendini ABD saldırısına karşı savunma hakkı olmadığı
öğretisidir. Bu harikulade öğretinin ne denli geniş kabul gördüğü, Reagan
yönetiminin propaganda, kışkırtma dairesi Nikaragua’nın avcı jetleri edinme
taşanlarına ilişkin dönemsel öyküler yaydıkça ortaya çıktı. İletişim araçları
bu yanlış bilgilendirmeyi araştırıp soruşturmadan yuttuğu için bazı eleştirilere
hedef oldu ama daha önemli bir olgu göz ardı edilmişti: Nikaragua söz konusu
olduğunda, bu tür bir davranışın hiçbir biçimde kabul edilemeyeceğine ilişkin
genel anlaşma. Dikkatleri 1984 Nikaragua seçimlerinden başka yöne çekmek için
böyle bir masal uydurulduğunda, Massachusetts Senatörü Paul Tsongas, önde gelen
diğer güvercinlerin de desteğiyle, Nikaragua’nın 1950’lerden kalma eski püskü
MİG’ler alması durumunda ABD’nin bu ülkeyi bombalamak zorunda kalacağı
uyarısında bulundu, çünkü “bu uçaklar Birleşik Devletler’i de vurabilir
nitelikteydi”, dolayısıyla ABD’nin güvenliği için tehdit oluşturuyorlardı —bu
durum, diyelim, ABD’nin Türkiye’deki teyakkuz halindeki nükleer füzelerinden
farklıdır çünkü bunlar yalnızca savunma amaçlı olduklarından SSCB’ye yönelik
tehdit oluşturmazlar.[7]
Söz konusu avcı jetlerinin Nikaragua’ya, CIA’in taşeron ABD güçlerini savaş
alanında tutmak için gerekli mühimmat uçuşlarından, yumuşak hedefleri güvenle
vurabilmeleri için onlara Nikaragua birliklerinin konuşlanışı üzerine son
dakika bilgileri sağlayan düzenli keşif uçuşlarından topraklarını koruma
olanağı verebileceği anlaşılmaktadır. Anlaşılmakta ama buna hemen hiç
değinilmemektedir.[8]
Görünen o ki kitle iletişiminin ana akımından bir kimse de çıkıp, ABD “Sovyet
destekli Sandinistalar”ın korkusundan sinip kalalım diye bağlaşıklarına askeri
yardımı önleme konusunda baskı yapmasa Nikaragua’nın MİG’ler yerine Fransız
uçaklarını memnuniyetle kabul edebileceği malum sırrını dile getirmedi.
Aynı konu 1988
Ağustosunda, kongre güvercinlerinin “Nikaragua Direnişine Yardım”la ilgili Byrd
Yasa Değişikliği’ni coşkuyla destekledikleri sırada da gündeme geldi. Bundan üç
gün önce Kontralar Mission of Peace
adlı bir yolcu teknesine saldırarak aralarında ABD’li bir din heyetine başkanlık
eden New Jerseyli bir Baptist papazın da bulunduğu tümü sivil iki kişiyi
öldürüp yirmi yedisini yaralamışlardı. Senato’daki Byrd Yasa Değişikliği
görüşmesinde bu olayın sözü bile edilmedi. Kongre güvercinleri ise tam tersine,
Nikaragua ordusu böyle terörist canavarlıkları yapanlara karşı “bir kışkırtma
olmadan askeri bir saldırı”da ya da “başka bir düşmanca eylem”de bulunacak olursa,
Kongre’nin buna Kontralara resmi askeri yardımı yeniden başlatarak etkili,
haklı bir karşılık vereceği uyarısında bulundular. İletişim araçlarının
manşetleri ile diğer yorumlar bu tutumda bir tuhaflık ya da alışagelmedik bir
yan bulmadı.
İleti açıktır: ABD’nin
terörist saldırılarına karşı kimsenin kendini savunma hakkı yoktur. ABD, hak gereği bir terörist devlettir. Bu
da sorgulanamaz bir öğretidir.
Buna göre, boyun
eğmeyen bir halkı boyun eğdirmek için terörist bir taşeron ordu örgütlemek
meşru bir iştir. Sağ kanattan Jeane Kirkpatrick, “başka bir ulusun işlerine
zor kullanarak karışma”nın ne “yapılamaz” ne de “ahlak dışı” bir iş olduğunu
açıkladı[9]
—bu yalnızca yasadışıdır, suçtur; öyle ki Nuremberg’de, Tokyo’da insanlar “utku
kazananın adaleti” olmadığı yollu cazgırlıklarla asıldılar, çünkü Hakim Robert
Jackson’ın belirttiği gibi, “belli eylemlerin, anlaşmaların çiğnenmesi suçsa,
bunları ister ABD ister Almanya yapsın yine suçtur. Bize karşı başvurulmasını
istemediğimiz bir cezai davranış hükmünü başkalarına karşı koymaya hazır
değiliz”.[10]
Bu tür düşüncelere karşı çıkan Irving Kristol, “uluslararası hukuka dayalı bu savın
inandırıcılıktan tümüyle yoksun olduğunu” belirtmektedir. “Büyük bir gücün
daha küçük bir ulusun içişlerine genellikle karışmaması gerektiği” doğru
olmakla birlikte, “bir başka büyük devlet bu kuralı daha önce delmişse” ilke
çürür. Silah ile teknisyen sağlamak yoluyla “Sovyetler Birliği’nin
Nikaragua’ya gerek askeri gerekse sivil alanlarda müdahale ettiği su götürmez”
olduğundan, ABD’nin de taşeron ordusunu Nikaragua’nın üzerine salmaya hakkı
vardır. Aynı sava dayanarak, Sovyetler Birliği’nin de (kendisi için
Nikaragua’nın Birleşik Devletler için oluşturduğunun çok ötesinde bir güvenlik
tehdidi oluşturan) Türkiye’ye ya da Danimarka’ya saldırma hakkı sabittir, zira
ABD’nin bu ülkeleri desteklediği ve eğer SSCB, Kristol’ün mantığınca tanınan
saldırganlık hakkını kullanacak olsa çok daha fazla destekleyeceği “su
götürmez” dir.
Ne var ki Kristol,
Birleşik Devletler’in zor kullanarak karışma hakkıyla ilgili olarak başka bir
yerde sözünü ettiği yaşamsal bir ayrımı işin içine sokarak bu sava da karşı
çıkabilir. “Önemsiz insanlar gibi, önemsiz uluslar da önemli oldukları
kuruntusuna kapılabilirler”. Böyle bir durumda bu kuruntunun kafalarından zorla
kazınması gerekir. “Gerçekte, ‘gambot diplomasisi’ günleri sona ermemiştir...
Polis arabaları vatanın dirliği için ne denli zorunluysa gambotlar da
uluslararası düzen için o denli zorunludur”. Dolayısıyla, ABD’ye Nikaragua’ya,
önemsiz bir ulusa karşı zor kullanma hakkı tanınmaktadır, oysa Türkiye ya da
Danimarka örneğinde SSCB bu haktan yoksundur.[11]
ABD güdümlü
uluslararası terörizme verilen ezici onay, seçkinlerin Kontra savaşına yönelik
geniş karşı çıkışıyla gözden kaçırılmamalıdır. 1986’ya gelindiğinde,
yoklamalar “önderler”in yüzde 80’inin Kontralara yardım edilmesine karşı
çıktığını gösteriyor, Kongre ile iletişim araçlarında yardım izlencesi konusunda
ateşli tartışmalar yaşanıyordu. Ancak asıl önemlisi tartışma konumlarına
dikkat etmektir. Muhalif uçta, New York
Times’ tan Tom Wicker “Bay Reagan’ın [Kontraları]
destekleme siyaseti açık bir başarısızlıktır” diyordu, bu yüzden,
“Nikaragua’nın komşularınca dayatılacak, üzerinde bir biçimde uzlaşılmış
bölgesel bir düzenlemeye razı olmalıyız” —elbette, kendi halklarını
katletmekten başlarım kaldırabilirlerse; zaten bu da söz konusu terör
devletlerinin, onları uzaktan hiçbir yaptırımın adamakıllı işlemediği serseri
Sandinistalara bölgesel yaptırımlar dayatma görevinden alıkoymayan bir
özelliğidir. Washington Post
un aynı düşünceleri dile getiren köşe yazarları, Kontraları, “kusurlu bir
aygıt” diye görüyordu; öyleyse “Nikaragua’yı yeniden bir Orta Amerika kalıbına
oturtmak”, “bölgesel bir ölçüt”, Washington’un terör devletleri ölçütünde
“kabul edilir bir davranış” düzenlemek için başka araçlar ardına düşmek
zorunluluğu vardır. Önde gelen güvercinlerden Senato Çoğunluk Partisi grup
başkam Alan Cranston, (gerçekler ne olursa olsun, öğreti gereği ABD’nin amacı
olan) “Nikaragua’da demokrasiye... ulaşmak için Kontraların acınacak ölçüde
yetersiz olduğunu” kabul etti. Dolayısıyla Managua’daki “paylanası” hükümeti
“yalıtmak”, “kendi suyunda çürümeye bırakmak” için ABD’nin başka yollar bulması
gerekmektedir. Ama Washington’un eli kanlı yanaşmaları asla böyle bir dille
kınanmamıştır.[12]
Kısacası, Michael
Kinsley’in “duyarlı siyaset”inin temel koşullarından pek az bir sapma var.
Sorunlar ilkeyle değil verimlilikle ilintilidir. Uygun gördüğünde, devletin zor
kullanma hakkı vardır.
Uluslararası terörizme
başvurmanın ardındaki güdülenim içtenlikle açıklanmıştır. Yönetimin üst düzey
görevlileri Nikaragua’ya saldırmaktaki amacın “[Sandinistaları] kıt kaynakları
toplumsal izlencelerden başka yere, savaşa kaydırmak zorunda bırakmak”
olduğunu dile getirdiler. Yönetimin de onayladığı 1981 tarihli CIA izlencesinin
temel dürtüsü buydu. Eski C1A çözümlemecisi David MacMichael’in Uluslararası
Adelet Divanı’ndaki tanıklığında ana hatlarıyla belirttiği gibi, bu izlence
şunu kendine amaç edinmişti: Taşeron orduyu kullanarak “Nikaragua güçlerini
sınır ötesi saldırılarda bulunmaya kışkırtmak, böylelikle de Nikaragua’nın
saldırgan doğasının sergilenmesini sağlamak”, Nikaragua Hükümeti’ni
“karşıtlarını tutuklayarak Nikaragua’daki sivil özgürlükleri kısıtlamaya,
hükümetin iddia edilen içkin totaliter doğasını sergilemeye” zorlayıp “böylece
ülkedeki yerel ayrılıkları artırmak”, darmadağın olmuş iktisadı güçten
düşürmek. CIA’in devasa destek harekatına Kongre’ce 1988 Şubatında kuramsal
olarak son verilmesinin (—dillendirilen görüş bunu kabullenmez ama— taşeron
güçlerin de yerli gerillalarla hemen hiçbir benzerlik göstermediklerini açık
edercesine sırra kadem basmasının) ardından, Nikaragua’da terörist bir güç
bulundurma stratejisini tartışan bir Savunma Bakanlığı görevlisi bunu şöyle
açıklıyordu:
Bu iki bin çetin ceviz
adam Nikaragua hükümetinin üzerinde bir ölçüde baskı kurabilir, onu iktisadi
kaynaklarını ordu için kullanmaya zorlayabilir, iktisadi sorunlarını çözmekten
alıkoyabilirdi —bu da bir artıdır elbet... Sandinista düzenini sıkıştıran, bu
düzenin demokrasiden yoksunluğuna dikkati çeken, Sandinistaları iktisadi
sorunlarını çözmekten alıkoyan her şey bir artıdır.
Carter yönetiminin
Amerika ülkeleriyle ilişkilerden sorumlu Dışişleri Bakan Yardımcısı Viron Vaky
terörist saldırının başlıca savının “uzun bir yıpratma savaşının düzeni
zayıflatacağı, baskıcı uygulamaları kökten sertleştirmeye iteceği, huzursuz
Nikaragua halkından da yeterli desteği alacağı, böylelikle düzenin bir halk
ayaklanmasıyla er geç devrileceği, iç darbeler yoluyla ya da önderlikteki
bölünmelerle kendi kendine yıkılacağı ya da kurtarabildiğini kurtarmak için
tümden teslim olacağı” düşüncesine dayandığını belirtmişti. Bir güvercin olarak
Vaky, bunu “sakat” ama hiçbir biçimde yanlış sayılamayacak bir kavrayış diye görür.[13]
1980’lerin en önemli
döneklerinden birinden, nom de guerre’i
[takma adı] “Mercenario” olan, ana kontra gücünün (FDN) haber alma şefi Horacio
Arce’den öğrendiğimize göre, terörist güçler verilen emirleri eksiksiz
anlamaktadırlar; “demokratlar” ile “özgürlük savaşçılarının sözleri ise iç
tüketime yöneliktir. Beyaz Saray ile iletişim araçları Sandinista döneklerini
şevkle kullanırlar, Kontralar manşetlerden genellikle inmezler. Ancak, Kontra
döneklerine gelindiğinde işin rengi değişir, özellikle de anlatacak sevimsiz
öyküleri varsa. Arce 1988 sonlarında taraf değiştirdiğinde ABD’de görmezden
gelindi. Aftan yararlanmak üzere Managua’ya dönmeden önce Meksika’da kendisiyle
yapılan söyleşilerde Arce, Birleşik Devletler’in güneyinde yer alan bir hava
kuvvetleri üssünde gördüğü yasadışı eğitimi betimledi, Tegucigalpa’daki ABD
Elçiliği’nde bir YARDIM kuruluşu adı altında Kontralara destek sağlayan CIA
görevlilerini ad vererek açıkladı, Honduras ordusunun askeri Kontra
etkinlikleri için nasıl istihbarat ile destek sağladığını kabaca anlattı;
taşeron güçlerin içine düştüğü muazzam çürümeyi, silahlarını Honduras silah
pazarında satışlarını, derken bu silahların oradan El Salvadorlu gerillaların
eline geçişini tartıştı. Sonra da şu açıklamada bulundu: “Bir sürü okula,
sağlık merkezine falan saldırdık. Bunu Nikaragua hükümeti köylülere toplumsal hizmet
götürenlesin, tasarılarını gerçekleştiremesin diye yapıyorduk... düşünce
buydu”. ABD eğitiminin başarısı bu kanıtla fazla fazla doğrulanıyor.[14]
Eski CIA yöneticisi
Stansfıeld Turner’ın 1985 Nisanında Kongre’de verdiği ifadede belirttiği gibi,
kontra savaşı kolaylıkla “devlet destekli terörizm” sayılabilir. Ama bunun
doğrudan doğruyu saldırganlık diye adlandırılması gerektiği de öne sürülebilir.
Uluslararası Adalet Divanı’nın 1986’daki kararının önemi belki de bundan ileri
geliyor. Ama biz, terörizm konusundaki kuşkuları ABD’ye yontmayı, yani
Nikaragua’ya yönelik eylemlerini uluslararası terörizm sınıflandırması içinde
ele almayı sürdürelim.
1980’li yıllarda
uluslararası terörizmin başlıca alanı Orta Amerika olmuştur. Nikaragua’da
ABD’nin taşeron güçleri arkalarında bir yığın cinayet, işkence, tecavüz, sakat
insan, adam kaçırma, yıkım bıraktılar ama bunun önüne geçildi çünkü sivillerin
de kendilerini savunacak bir ordusu vardı. ABD yanaşması devletlerde buna benzer
sorunlar baş göstermedi; buralarda sivil halka saldıran başlıca terörist güç
bizzat ordu ile devletin diğer güvenlik güçleridir. El Salvador’da, Başpiskopos
Rivera y Damas’ın harekatlara hız verilmesinden hemen sonra, 1980 Ekim’inde
“savunmasız sivil halka karşı bir yok etme, soykırım savaşı” diye betimlediği
saldırılarda onbinlerce insan katledildi. “Halkı ezmekten, El Salvador
oligarşisinin çıkarlarını savunmaktan başka şey bilmeyen” silahlı güçlere
yardım göndermemesi için Başkan Carter’a boşuna yalvaran Başpiskopos Oscar
Romero’nun suikaste kurban gitmeden hemen önce uyardığı gibi, bu devlet terörü
uygulaması “kendi temel insan haklarını savunmanın savaşımını veren halkın
örgütlerini ortadan kaldırmayı” amaçladı.[15] Halka
yönelik saldırılardaki yabanıllığın iyiden iyiye katmerlendiği Reagan yönetimi
sırasında bu hedeflere büyük oranda ulaşıldı. ABD’nin kendi çıkarlarına zarar
verebilecek bir istila hareketine sürüklenebileceği görüldüğünde seçkin çevrelerde
biraz kaygılı, buna karşı çıkan bir hava esiyordu ama halkçı örgütlerin yok
edilmesi, “kellesinin koparılması” ile birlikte devlet terörü başarıya ulaşmış
göründükçe bu kaygı, karşı çıkış havası da dindi. ABD’ce kabul edilebilir
ayrıcalıklı öğelerin utkusunu sağlama alan şiddet ile baskı koşullarında
gerçekleştirilen seçimlerden sonra böyle hoşnutsuzluklara hemen hiç yer
kalmadı.
Esquipulas II
uzlaşmalarının ardından devlet teröründeki belirgin artış hemen hiç dikkate
alınmadı; gücül bir karşınlığı “kurbanları en acımasız biçimde öldürmek ya da
sakat bırakmak”, ardında “sakat kalmış, boğazı kesilmiş, parçalanmış, boğazlanmış
ya da işkencenin... tecavüzün izini taşır” kurbanlar bırakmak yoluyla
sindirmeye yönelik hükümet stratejisinin bir parçası olarak, resmi ölüm
mangalarınca gerçekleştirilen öldürme eylemlerinde “tehlikeli bir tırmanış”
olduğunu kaydeden El Salvador: “Death
Squads” A Government Strategy (Ekim 1988) başlıklı Uluslararası Af
Örgütü raporu da önemsenmedi. Bu hükümet stratejisinin hedefi “sivil bir nüfusa
gözdağı vermek, baskı yapmak” (yani, ABD yasalarında resmen tanımlandığı
biçimiyle terörizm) olduğundan, yalnızca öldürmek yeterli değildir. Tersine,
ülkedeki seçkinler katillere, işkencecilere para akıtmayı, onları eğitmeyi,
desteklemeyi sürdürüp olan biteni görmezden gelmekte diretirken, cesetler yol
kenarına parçalanmış halde bırakılmalı, yüzleri kırmızıya boyanmış, göğüsleri
kesilmiş kadınlar saçlarından ağaçlara asılmış halde bulunmalıdır.
Aynı yıllarda, yine
Birleşik Devletler ile onun paralı asker devletlerince başından sonuna
desteklenen daha geniş çaplı bir kıyım bu kez Guatemala’da gerçekleşti. Terör
bu ülkede de Esquipulas II barış anlaşmasının ardından, demokrasiye, toplumsal
düzeltime, insan haklarını korumaya yönelik olarak uzlaşmalarda karara
bağlanmış adımların önünü almak üzere tırmanışa geçti. El Salvador’da olduğu
gibi, bu gelişmeler de açıkça görmezden gelindi; dönemin biçilmiş ödevi,
dikkatleri Nikaragua’ya çekmek, ABD yanaşması devletlerde olağan uygulama
durumuna gelen kötüye kullanımlara azıcık da Nikaragua yeltenecek olsa
yaygarayı basmaktı. Amaç Nikaragua’yı “Orta Amerika kalıbı”na döndürmek, El
Salvador ile Guatemala’nın yerine getirdiği “bölgesel ölçütler”e uymasını
sağlama almak olduğundan, yanaşma devletlerdeki terör, katillere yardım akışını
tehlikeye düşürecek denli apaçık duruma gelmediği sürece üzerinde durmaya bile
değmez.[16]
Tüm bunların kendi
uluslararası paralı asker devletler ağının yardımıyla Washington’ca desteklenen
ya da doğrudan doğruya Washington’ca örgütlenen uluslararası terörizm olduğunun
özellikle ayırdına varalım.
El Salvador’u
demokrasiye kavuşturdu diye alkışlanan 1984 seçimlerinden epey sonra, San
Salvador başpiskoposluğunun koruması altında etkinlik gösteren, kiliseye bağlı
insan hakları örgütü Socorro Juridico, hala “silahlı güçlerin resmi onaydan
yararlanan, bu toplu zulmü gerçekleştirmeye yeter eğitim görmüş aynı
üyeleri”nin yürütegeldiği terörün sonuçlarını şu sözlerle betimliyordu:
Temel insan haklarının
durmaksızın çiğnenmesinin sonucunda, terör ile paniğin etkisi altında bulunan
Salvador toplumunun resmidir: Bir yandan toplu bir yılgınlık ile yaygın bir
korku, öte yandan zorbaca yordamlara günbegün, anbean başvurulduğu için terörün
içselleştirilerek kabullenilmesi. Genel olarak, toplum işkence görmüş
bedenlerle sık sık karşılaşmayı kanıksamıştır, çünkü temel hakların, yaşama
hakkının toplum için kesinlikle hiçbir bağlayıcı değeri yoktur.[17]
Aynı yorum bu
uygulamalara seyirci kalan ya da başka yana bakmakla yetinen toplumlar için de
geçerlidir.
Uluslararası terörizm,
elbette, 1980’lerin bir buluşu değildir. Önceki yirmi yıldaki başlıca
kurbanları Küba ile Lübnan’dı.
Küba karşıtı terörizm,
1961 Kasımında 400 Amerikalı, 2000 Kübalı, hızlı teknelerden oluşan özel bir
donanma ve 50 milyon dolarlık yıllık bütçeyle “Mongoose” kod adıyla kurulan
gizli bir Özel Grup tarafından yürütülüyor, bu grup ise Yansızlık Yasası’na,
büyük olasılıkla bir yandan da CIA’nin Birleşik Devletler’deki harekatlarını
yasaklayan yasaya aykırı olarak, kısmen, Miami’deki bir CIA üssünden
yönetiliyordu.[18]
Bu harekatlar, oteller ile fabrikaların bombalanması, balıkçı teknelerinin batırılması,
ekinlerin, hayvanların zehirlenmesi, dışsatıma dönük şekerin telef edilmesi
gibi eylemleri kapsıyordu. Söz konusu eylemlerin her birinin bizzat CIA’nin
yetkilendirmesine bağlı olması bir yana, böyle bedeller bile resmi düşmanların
günahını temizlemeye yetmedi.
Bu terörist
harekatlardan bir çoğu, 1962’nin Ekim-Kasım aylarında patlak veren Küba füze
bunalımı sırasında yaşandı. Raymond Garthoff’un belirttiğine göre, bunalımdan
önceki haftalarda, Florida’dan yönlendirilen Kübalı bir terörist grup, ABD
hükümetinin de izniyle, “Sovyet askeri teknisyenlerinin toplandığı bilinen,
Havana yakınlarındaki bir kıyı oteline hızlı teknelerle gözüpek bir bombalı
saldırı düzenleyerek yirmi Rus ile Kübalıyı öldürdüler”; kısa süre sonra ise
İngiliz, Küba kargo gemilerine saldırdılar, Ekim başlarında hız verdikleri
diğer eylemlerin yanı sıra Küba’ya bir kez baskında bulundular. Mongoose’un eylemleri
resmen askıya alındıktan sonra, füze bunalımının doruğa ulaştığı bir sırada, 8
Kasımda, Birleşik Devletler’den gönderilen bir terörist timi Küba’ya ait bir
sanayi kuruluşunu havaya uçurdu. Fidel Castro, “casus uçaklarından alınan
fotoğraflar”ın kılavuzluğunda gerçekleştirilen bu harekatta 400 işçinin öldüğünü
ileri sürdü. Küresel bir nükleer savaşın ilk kıvılcımı olabilecek bu terör
eylemi açıklığa kavuşturulduğunda üzerinde pek durulmadı. Castro’ya suikast
girişimleriyle başka terör eylemleri bunalımın sona ermesinden sonra da sürdü,
1969’a gelindiğinde Nixon’la birlikte iyiden iyiye tırmandı.[19]
Bu tür harekatlar
Nixon döneminden sonra da sürdü. Örneğin, 1976 Nisanında iki Küba balıkçı
teknesi Küba karşıtı terörizmin dünya genelindeki ana merkezi durumundaki
Miami’den açılan teknelerin saldırısına uğradı. Birkaç hafta sonra Portekiz’deki
Küba elçiliği bombalandı, iki kişi öldü. Temmuz ayında New York’taki BM Küba
heyeti bombalı saldırıya uğradı, yine New York’taki Müzik Akademisi nde Küba
yanlısı bir toplantıya bombalı saldırı düzenlenmesinin yanı sıra,
Karayipler’deki, Kolombiya’daki Küba hedeflerine yönelik bombalama eylemlerine
girişildi. Ağustos ayında Arjantin’deki Küba elçiliğinde çalışan iki görevli
kaçırıldı, Cubana havayollarının Panama’daki büroları bombalandı.
Venezüela’daki Küba elçiliği ekim ayında kundaklandı, Madrid’deki elçilikse
kasımda bombalı saldırıya uğradı. Ekim ayında, CIA’ce eğitilen Kübalı
sürgünler, bir Cubana yolcu uçağına bombalı saldırı düzenleyerek aralarında
Küba’nın altın madalyalı uluslararası eskrim takımının da bulunduğu 73 yolcunun
tümünü öldürdüler. Bu terörist harekatı gerçekleştirenlerden biri, Domuzlar
Körfezi gazisi Luis Posada Carriles söz konusu bombalama eyleminden ötürü
tutulmakta olduğu Venezüela’daki cezaevinden salıverilmişti; bu ülkeden
gizemli bir biçimde sıvışıp yolu her nasılsa El Salvador’a düşmüş, burada
ABD’nin Nikaragua’da terörist harekatlar düzenlemesine yardımcı olmak üzere
Ilopango askeri üssünde çalışmaya koyulmuştu. CIA, 1969-79 yılları arasında
ABD ile Karayipler’deki 89 terörist harekatı Kübalı sürgünlerin üzerine attı;
bunların en dişlisi olan OMEGA 7 ise FBI’ca 1970’lerin büyük bölümünde ABD’de
etkinlik gösteren en tehlikeli terörist grup diye niteleniyordu.[20]
Küba uluslararası
terörizmi konu alan akademik çalışmalarda ağırlıklı yer tutar. Walter
Laqueur’in genel kabul gören çalışmasında (1. dipnota bakınız), hemen hiç
kanıt bulunmamakla birlikte, Küba’nın terörizme arka çıktığına ilişkin yığınla
anıştırma yer alır. Ancak, Küba’ya karşı terör eylemleri üzerine tek söz
edilmez. Şöyle yazıyor Laqueur: “Son yirmi otuz yılda... daha baskıcı düzenler
terörden yakalarını sıyırmakla kalmadılar, daha hoşgörülü toplumlara yönelik
teröre de destek verdiler*’. Bu sözlerle, “hoşgörülü bir toplum” olan Birleşik
Devletler uluslararası terörizmin kurbanlarından biri iken, “baskıcı bir
düzen” olan Küba’nın bunun eyleyenlerinden biri olduğu demeye getirilir. Böyle
bir sonuca varmak için, ABD’nin Küba’ya yönelik geniş çaplı terörist
saldırılara yadsınamaz biçimde giriştiği, asıl kendisinin terörden yakasını
görece sıyırmış bulunduğu gerçeğini hasır altı etmek gerekir; üstelik, Küba’ya
karşı öne sürülebilecek bir suçlama varsa bile Laqueur’ün bunu beceremediği
apaçık ortada.
Reagan’dan önceki
dönemin belli başlı ikinci örneğine gelirsek; 1970’lerin başından beri Güney
Lübnan’da halk, “düşmanlıkların sona ermesi”, İsrail’in bölgede öngördüğü
düzenlemelerinin kabul edilmesi için, “durumdan etkilenen halkların bastıracağı
yollu, önünde sonunda gerçekleşen ussal bir beklentiye” gebeydi (Abba Eban,
İşçi Partisi iktidarı sırasında Lübnan’da girişilen kıyıcılıklar üzerine
Başbakan Menaham Begin’in betimini yorumlarken; Eban bu betimin ne denli
yerinde olduğunu tanırcasına, söz konusu kıyıcılıkların “ne bay Begin’in ne de
benim ağza almaya cesaret edebileceğimiz düzenler”in yordamı olduğunu
söylüyordu).23 İşçi Partili saygın bir güvercinin öne sürdüğü bu
gerekçenin söz konusu eylemleri (saldırganlık değil) düpedüz uluslararası
terörizm yaftasına altına yerleştirdiğine dikkat edelim.
Bu saldırılarda
binlerce insan öldü, yüzbinlercesi evinden yurdundan oldu. Bunların pek azı
biliniyor çünkü olan bitenler hiç ilgi çekmiyordu; aynı yıllarda FKÖ’nün
İsrail’e düzenlediği, barbarca olmakla birlikte İsrail’inkilerle karşılaştırılamayacak
kadar küçük ölçekte saldırılar büyük öfke yarattı, manşetlerden inmedi.
Sonraları Lübnan’da gazeteci olarak bulunan ABC muhabiri Charles Glass,
“Amerikalı köşe yazarlarının Güney Lübnanlıların içinde bulunduğu koşullarla
hemen hiç ilgilenmedikleri”ni ayrımsadı. “İsrail’i tehdit eden, uçak kaçırıp
elçilik basan dehşetli terörist’ öykülerinin yanında, İsrail’in düzenlediği baskınların,
köylerin bombalanmasının, insanların Güney Lübnan’dan yavaş yavaş ayrılarak
Beyrut’un eteklerindeki giderek büyüyen varoşlara göçmelerinin esamesi
okunmuyordu”. İsrail ölüm mangaları 1982 İsrail işgalinden sonra Güney
Lübnan’da eylemlere giriştiğinde bile bu tutumun hemen hiç değişmediğini
belirterek sürdürüyor sözlerini Glass. Olan biteni Londorı 7/mes’tan okuma olanağı vardı ama ABD’li yayıncılar
tınmıyordu. İletişim araçları “Güney Lübnan’daki köylerde, kamplarda bulunun
kuşkululara suikast düzenleyen, Shin Beth’e [gizli polise] bağlı sivil giyimli
ölüm mangalarının” “Şii müslüman nüfusu
galeyana getirerek ABD Deniz Kuvvetleri’nin Lübnan’daki varlığını savunulmaz
kılan” eylemlerini duyurmuş olsaydı, Lübnan’da konuşlanmış Deniz
Piyadeleri’nin içine düştüğü durum belki de değerlendirilebilecekti. Bu
askerler neden orada bulunduklarını hiç bilmiyor gibiydi; “kara listeye
alınmış olanlar” dışında elbet: “Hemen hepsi, asla kameralar karşısında olmasa
bile, yoksula karşı zengini korumak üzere gönderildiklerini söylüyordu”.
“Lübnan’da özdeşleştikleri yegane insanlar, Beyrut havaalanındaki üslerinin
çevresinde yaşayan yoksul Şii sığınmacılardı; ne yazık ki 23 Ekim 1983’de bu
askerlerden 241’inin ölümüne neden olan da... büyük olasılıkla o yoksul
Şiilerden biriydi”. Bu konular yazılabilmiş olsaydı, Amerikalı denizcileri,
“basının halka, ordu haber-alma görevlilerinin de denizcilere açıklayamayacağı”
bir siyasetin kurbanları olan bu insanları ölüme götüren bombalı saldırı belki
önlenebilir ya da en azından anlaşılabilirdi.
1976’da Suriye ABD’nin
onayıyla Lübnan’a girdi, daha büyük ölçekte kıyımların yürütülmesine aracı
oldu. Bu kıyımların en büyüğü, İsrail yapımı silahlarla donanmış Suriye
destekli Hıristiyan güçlerince binlerce insanın öldürdüğü, Tel El-Zatir’deki
Filistin sığınmacı kampında gerçekleşti.[21]
Daha öteye gitmeye
gerek kalmadan, devlet güdümlü uluslararası terörizm vebasının Reagan
yönetiminin “kamuya açıklık diplomasisi”nce başat bir soruna dönüştürülmeden
epey önce gemi azıya aldığı açığa çıkmıştır.
Burada ele alınan
toptancı terörizm türü, “terörizm musibeti” tartışmasının çoğunlukla dışında
tutulmuştur. O zaman biz de bu ölçüte uyan daha küçük ölçekli terör eylemlerine
bakalım.
Bu alandaki yazın pek
bir işe yaramayacak denli seçici ama burada da sicil 1980’lerin çok öncesine
uzanıyor. Laqueur’un bilindik kaynağında bulunmayan birkaç örneğe değinmek gerekirse;
Laqueur bombalı mektuplar kullanıldığından, caniliği onanmışlarca kullanılan
“ilkel bir bombalı kitap”tan söz ederken, General Mustafa Hafız’ı 1956’da
Gazze’de, tam da Filistinli Fedayenlerin İsrail hedeflerini vurmak üzere
sınırdan sızma girişimlerini önlemekle görevli olduğu sırada öldürmek için
İsrail haberalma örgütünce kullanılan gelişmiş bombalı kitaba hiç değinmiyor.[22]
Laqueur’ün bombalı mektupları ele aldığı bölümde, bombalı mektupları ilk kez
kendisinin, İsrail’in şimdiki başbakanı İzak Şamir’in başında bulunduğu terör
grubunun (Lehi, “Acımasızlar Çetesi”) komutanlarından biri olduğu sırada kullandığım
öne süren Ya’akov Eliav’ın tanıklığına da yer verilmiyor. Eliav 1946’da
Paris’ten çalışırken İngiliz Bakanlar Kurulu’nun tüm üyelerine, Tory
muhalefetinin başındakilere, çok sayıda ordu komutanına İngiliz hükümetinin
resmi zarfları içinde böyle 70 bomba gönderilmesi işini ayarlamış. 1947
Haziranında suç ortaklarından biriyle birlikte yine bu bombalı mektuplardan
göndermeye çalışırken Belçika polisince yakalanıp engellendiler.[23]
Uçak kaçırma,
bombalama eylemleriyle ilgili bildik kayıtlar da, 1950’lerde komünist ülkelerce
önerilen, “kaçmak üzere uçak, tren, gemi kaçıranların iadesi istemini ABD’nin
geri çevirmesi gibi bazı önemli konulara değinmekten kaçınır (Dışişleri
Bakanlığı hukuk danışmanlarından Abraham Sofaer söz konusu siyasetin 1960’ların
sonundan —ABD ile bağlaşıklarının hedef alınmasından— başlayarak “gözden
geçirildiğine” dikkat çeker). Sofaer’in yorumu, durumu olduğundan önemsiz
göstermektedir. Tass’ın Achille Lauro
gemisinin kaçırılmasını kınayan bir haberi Washington’u ikiyüzlülükle
suçluyordu çünkü bir Sovyet yolcu uçağını kaçırıp bir hostesi öldüren,
mürettebattan bazılarını da yaralayan iki kişiye, suçluların iadesine
yanaşmayan Birleşik Devletler’e sığınma hakkı verilmişti.[24]
Ortadoğu’daki ilk uçak
kaçırma olayı da yine bu ölçünün dışına düşer: İsrail'in, Suriye’de casusluk
yaparken ele geçirilen, “Şam’da tutulan hükümlülerimizin salıverilmesini
sağlamak için rehineler edinmek” amacıyla 1954 yılında Suriye hava yollarına
ait sivil bir jet uçağını kaçırması (Başbakan Moşe Şaret). Şaret “eylemimizin
uluslararası uygulamalar tarihinde bir örneğinin daha olmadığının ABD Dışişleri
Bakanlığı’nca olgular ışığında doğruladığını” kabul etti. 1956 Ekiminde İsrail
hava kuvvetleri, iki ülke bir savaş durumunda olmamasına karşın, Mareşal Abdül
Hakim Ömer’e, Başkan Nasır’dan sonra ülkedeki ikinci adama başarısız bir
suikast girişiminde bulunarak silahsız, sivil bir uçağı düşürdü, aralarında
dört de gazetecinin bulunduğu 16 kişinin ölümüne neden oldu. Bu önceden
tasarlanmış bir eylemdi, dolayısıyla, bir Libya yolcu uçağının varış noktası
olan Kahire’ye iki dakikalık uçuş uzaklığındayken bir kum fırtınasında gözden
yittiği sırada İsrail’ce düşürülüp içindeki 110 kişinin can vermesine
benzemiyordu. 1973 Şubatındaki bu eylem İsrail’in hava indirme birlikleri ile
amfibi güçlerinin Kuzey Lübnan’da Tripoli’ye saldırıp, önleyici diye
gerekçelendirilen bir baskında çoğu sivil olmak üzere 31 kişiyi öldürdüğü,
okulları, hastaneleri yerle bir ettiği sırada meydana gelmişti.[25]
Tüm bu olup bitenler, ayrımsanmış olsalar bile, önemsiz görülerek bir yana
atıldı (hala da atılıyor). Arap terörizmine tepki ise oldukça farklıdır.
1980’lere dönerek,
iletişim araçlarının ilgisinin doruğa ulaştığı 1985 yılını ele alalım. O yılın
başlıca münferit terör eylemi bir Air India uçağının havaya uçması, 329
yolcunun ölmesiydi. Teröristler, Orta Amerika ile başka yerlerde terör eylemlerinde
bulunmak üzere paralı askerlerin eğitildiği, Alabama’da Frank Camper’in
yönetimindeki yarı askeri bir kampta eğitim görmüşlerdi. Eski paralı askerlere
göre Camper’ın ABD haberalma örgütleriyle yakın bağları vardı; Air India
eylemine, sözde, denetimden çıkmış bu “iğne” harekatına ise bizzat katılmıştı.
Bir Hindistan ziyareti sırasında Adalet Bakanı Edwin Meese, terör eylemlerinin
bir ABD terörist eğitim kampından kaynaklandığını yarım ağızla kabul etti.[26]
Oysa tek bir teröristin bile Libya ile herhagi bir bağlantısının bulunması,
dayanaksız da olsa, Kaddafı’nin ortadan kaldırılması gereken “çılgın bir köpek”
olduğunu göstermeye yeter.
Ölçüye göre
uluslararası terörizmin ana merkezi olan Ortadoğu’da 1985’in en berbat
münferit terör eylemi, 8 Mart tarihinde Beyrut’da bir arabaya yerleştirilmiş
bombanın 80 kişinin ölümüne 256 kişinin yaralanmasına yol açmasıydı. “Patlama,
İmam Rida Camii’ndeki Cuma namazından çıkan kara çarşaflar içindeki yaklaşık
250 kadınla kızın tam ortasında oldu” diye yazıyordu üç yıl sonra Nora
Boustany: “En az kırkı öldü, daha da fazlası sakat kaldı”. Bomba, “beşikteki
çocukları kavurdu, çeyizlik satın almakta olan bir gelinlik kızı öldürdü”,
“hıncahınç” dolu olan Batı Beyrut varoşunun “ana caddesini yıkıntıya çevirirken,
camiden eve gitmekte olan üç çocuğu da paramparça etti” Hedef, terörizmin suç
ortağı olmakla suçlanan Şii lider Fadallah idi. Ama Fadallah saldırıdan
kurtuldu. Bob Woodward’ın Casey ile CIA’i ele alan kitabında dile getirdiğine
göre, saldırıyı Lübnan haberalma örgütü ile bir İngiliz uzmanın yardımıyla, CIA
ve onun Suudi yanaşmalarınca düzenlemiş, CIA başkanı William Casey eyleme
bizzat olur vermişti.[27]
Demek kendi seçtiği
uylaşımlarla bile, resmi vebanın doruğa tırmandığı yılda uluslararası terörizm
eylemleri ödülünü Birleşik Devletler kazanmış görünüyor. ABD’nin yanaşma
devleti İsrail ise burun farkıyla ikinci. Yıl boyunca Ortadoğu’daki kesintisiz
uluslararası terörizm eylemleri arasında İsrail’in Lübnan’da gerçekleştirdiği
Demir Yumruk harekatlarının eşi benzeri yok; Tunus’un (el altından ABD
desteğiyle) bombalanması ise, BM Güvenlik Konseyi’nin saptadığı gibi aslında
bir saldırganlık örneği diye görülmezse, münferit terör eylemlerinde ikincilik
ödülünü alır.[28]
1986 yılının başlıca
münferit terör eylemi —bu saldırıyı da saldırganlık sınıflamasına koymadığımızı
varsayarak— ABD’nin Libya’yı bombalamasıydı. Zekice sahnelenen bir kitle
iletişimi gösterisiydi bu; tarihte, televizyonun en çok izlendiği saatlere,
yayın kuruluşlarının ulusal haber izlencelerine başladığı dakikalara göre
tarifelendirilmiş ilk bombalama harekatıydı. Bu elverişli düzenleme sunucuya
Tripoli’ye anında bağlanma olanağı veriyor, böylece izleyiciler, heyecan
uyandıran olayları canlı izleyebiliyordu. Görkemli biçimde işlenmiş bu TV oyununun
bir sonraki sahnesinde harekatın “gelecek saldırılar karşısında bir özsavunu”
olduğunu, on gün önce Batı Berlin’deki bir diskoda meydana gelen, Libya’nın
sorumlu tutulduğu bir patlamaya ölçülü bir karşılık oluşturduğunu dile getiren
bir dizi canlı bağlantı ile Beyaz Saray açıklaması ekrana geliyordu. İletişim
araçları eldeki kanıtların böyle bir suçlamada bulunmaya yetmeyecek denli sudan
olduğunu bal gibi biliyordu ama, Reagan’ın terörizm karşısında geliştirdiği,
siyasal yelpazenin her yanında yankı bulan kararlı tutumuna dönük genel
yaltaklanma hali içinde, olgular göz ardı edildi. ABD’nin suçlamalarını çürüten
can alıcı bilgiler o gün bu gündür hasır altı edildi. Sonradan, suçlamaların
temelsiz olduğu sessiz sedasız itiraf edildi ama söz konusu suçlamaları uluorta
dillendirme yine de sürdürüldü, bu gecikmiş kabulden çıkan sonuçlar ise asla
ortaya konmadı.[29]
Birleşik Devletler
1986 yılında da uluslararası terörizm ödülünü kapma yarışında iyi yer tutmuş
görünüyor; hem de bu kez Orta Amerika’da arka çıktığı toptancı terörizm dalında
bile. O yıl, Uluslararası Adalet Divanı’nın “yasadışı güç kullanımı”na son
verme çağrısını Kongre, ABD’nin taşeron güçlerine 100 milyon dolarlık askeri
yardımı onaylayarak yanıtlamış, yönetim de etekleri zil çalarak bunu örtük bir
savaş ilanı diye betimlemişti.[30]
Şimdi, terörizmin
etkinlik alanı üzerine, buraya dek el atmadığımız tartışmalı birkaç soruna
bakalım.
Terörizmle meşru direniş arasındaki
sınırı ele alalım. Kimileyin, ulusalcı gruplar eylemlerini terörizm diye
tanımlamaya hazırdır, saygın kimi siyasal önderler ise ulusal dava adına
gerçekleştirilen terör eylemlerini kınamaya yanaşmaz. Şimdiki tartışmaya tıpatıp uyan bir örnek,
devletleşmeden önceki Siyonist harekettir. Filistinlilere karşı
ideolojik bir silah olarak işleyen 1980’lerin “terörizm endüstrisi”nin anayurdu
İsrail’dir (bu yurtluk sonradan ABD’ye aktarılmıştır).[31]
FKÖ Birleşik Devletler’de aforoz edilmiş durumdadır. Kongre’nin çıkardığı özel
bir yasa, 1987 tarihli
Terörle Mücadele Yasası, “Amerikan yurttaşlarının”, çıkarlarını geliştirmek
için büro açma ya da başka merkezler kurma izni verilmeyen “FKÖ’den hangi
biçimde olursa olsun destek, para yardımı ya da ‘bilgi amaçlı gereç dışında
değer arzeden herhangi bir şey’ edinmesini yasaklar”.[32] Filistin şiddeti dünya genelinde hüküm giymiştir.
Devletleşmeden önceki
Siyonist hareket sivil Araplara, İngilizlere, Yahudilere karşı kapsamlı bir
terör yürütmüş, üstelik, BM arabulucusu Folke Bernadotte’yi de öldürmüştür
(Bernadotte’nin katilleri devlet kurulduktan sonra korunmuştur). 1943’te,
bugünün başbakanı İzak Şamir, o dönem başında bulunduğu terör örgütünün (Lehi)
yayın organı için “Terör” başlıklı bir yazı yazmış, yazısında “terör ‘fobisi’
ile terör karşıtı zırvalıkları yalın, apaçık savlarla çürütmeye” niyetlenmişti. “Ne Yahudi ahlakı ne de Yahudi geleneği,
terörü bir savaş aracı olmaktan alıkoymak için kullanılabilir” diyordu. “Ulusal savaşım söz konusu
olduğunda hiçbir ahlaki duraksama tanımıyoruz.” “Her şey bir yana, bize göre
terör, siyasal savaşın bugünkü koşullara uyan bir parçasıdır, görevi de
büyüktür: işgalciye karşı savaşımızı, bu ülkenin kapısından girememiş talihsiz
din kardeşlerimiz de dahil bütün dünyanın duyduğu biçimde, en açık dille gösteriyor.”
İsrail’de yaygın biçimde dile getirildiği gibi, İngiliz işgali İsrail’in işgal
altındaki topraklarda kurduğu yönetimden çok daha az baskıcıydı, hem de çok
daha zorlu bir direnişle karşılaşmıştı.
İngiliz filozof Isaiah
Berlin İsrail’in ilk devlet başkanı, ulusal hareketin aziz simalarından biri
diye kabul edilen Chaim Weizmann’ın
ne [Yahudi
terörizminin] eylemlerini ne de bu eylemleri gerçekleştirenleri kamu önünde
suçlamayı ahlaki bakımdan doğru bulduğunu... kendisinin de eylemcilerin de eşit
ölçüde inandığı gibi, Batılı güçlerin dışişleri dairelerince onlarla alay
edercesine hazırlanmış ihanetten, yıkımdan kardeşlerini kurtarmak için canını
vermeye hazır, umutsuzluğa kapılmış insanların kızgın düşüncelerinden
doğuveren eylemleri, suç olduklarını düşünmesine karşın, uluorta eleştirmek
niyetinde olmadığını[33] anımsatıyor.
Başlıca Siyonist
direniş grubu Haganah’ın arşivlerinde, Menahem Begin’in Irgun’u ile
Lehi’sinin öldürdüğü 40 Yahudinin adı bulunur. İzak Şamir’in bir
Lehi üyesini şahsen öldürmesi, ünlü bir olaydır. Irgun resmi tarihi, sivil
Araplara yönelik pek çok terör eylemini hayranlıkla anmasına karşın,
yakalanırsa polise bilgi vereceğinden korkulan bir Yahudinin öldürülmesinden
de söz eder. İşbirliklikçi
olduğundan kuşku duyulanlar özel bir hedef oluşturuyordu. Haganah Özel Eylem
Birlikleri, Yahudi muhbirlere karşı “cezalandırıcı eylemler” yürüttü.
Hayfa’daki bir Haganah cezaevinde, İngilizlerle işbirliği yaptıklarından kuşkulanılan
Yahudilerin sorgularının yapıldığı bir işkence odası bulunuyordu. 1988’deki
bir görüşmede Dov Tsisis, işini, “emirleri Naziler gibi yerine getirip,” ulusal
savaşıma zarar veren Yahudileri, özellikle de muhbirleri “temizleyen” bir
Haganah infazcısı olmak diye betimler. Tsisis, King David Oteli’ne düzenlenen
kanlı bombalama eyleminin tek başına Irgun tarafından gerçekleştirildiği
yolundaki bildik suçlamaya da karşı çıkarak kendisini eylem iznini veren
Haganah komutanı İzak Sadi’nin özel temsilcisi diye niteler. Sonraları, Moşe Dayan’ca seçkin bir birimin
komutanlığına getirilmesi önerilmiştir. Nazi karşıtı direnişçiler de
işbirlikçilerin Avrupa’nın her yanında öldürülüşlerini anlatır. İsrail’in önde
gelen sivil özgürlükçülerinden biri olan, Varşova gettosundan, toplama
kamplarından sağ kurtulan İsrail Şahak “Varşova gettosundaki ayaklanmadan
önce... Yahudi yeraltı örgütü[nün], haklılığı su götürmez gerekçelerle,
bulabildiği her Yahudi işbirlikçisini öldürdü”ğünü anımsatıyor. 1943
Şubatından kalma bir çocukluk anısını bütün canlılığıyla anımsıyor: “[Öldürülmüş bir
Yahudi işbirlikçisinin] daha kanı kurumamış cesedinin çevresinde diğer
çocuklarla birlikte dans edip şarkı söylediğim günlere şimdi dönüp bakıyorum
da, pişman değilim; hem de hiç”.[34]
Şamir usulü terörizmi
ele veren dobra açıklamalara zaman zaman rastlanabilirse de, olağan örüntü,
baskıcı düzenlerle işgalci ordulara karşı yürütülen eylemlerin, bunlar şiddet
içermediğinde bile, eylemcilerce direniş, yöneticilerce terörizm diye
görülmesidir. İşgal altındaki Avrupa’da ya da Afganistan’da Batı demokrasilerin
direniş diye gördüklerine, Naziler ile SSCB terör —gerçekte, dıştan aşılanan
terör, dolayısıyla, uluslararası terörizm— damgasını vurmuştur. Birleşik
Devletler ise kendi saldırılarından en çok nasibini alan Güney Vietnamlılar
karşısında aynı tutumu göstermiştir.
Benzer gerekçelerle,
Güney Afrika da terörizme ilişkin uluslararası uylaşımlara vargücüyle karşı
çıkar. Özellikle, BM Genel Kurulu’nun (7 Aralık 1987 tarihli) 42/159 sayılı
kararına karşı durur; çünkü Genel Kurul, uluslararası terörizmi kınar, buna
karşı savaşım için gerekli önlemleri ortaya koyarken,
İşbu karardaki hiçbir
hükmün, kendi yazgısını belirleme, özgürlük, bağımsızlık hakkından zorla
yoksun bırakılmış halkların... özellikle de sömürgeci, ırkçı düzenlerle yabancı
işgalcilerin ya da sömürgeci egemenliğin diğer biçimlerinin boyunduruğu altındaki
halkların Birleşmiş Milletler Sözleşmesi’nden doğan bu hakkını... ya da söz
konusu halkların [Sözleşme ile uluslararası hukukun diğer ilkeleri uyarınca] bu
amaç uğrunda savaşma, destek arama, destek alma hakkını hiçbir biçimde zedeleyemeyeceğinin
altını çizer.[35]
Neredeyse tüm dünya bu
koşulun altına imza koyarken Güney Afrika karşı çıkışında büsbütün yalnız
değildir. Karar 153’e karşı 2 oyla kabul edilmişti; Birleşik Devletler ile
İsrail karara karşı çıkmış, Honduras ise tek başına çekimser oy kullanmıştı. Bu
olayda ABD hükümetinin tutumu Birleşik Devletler’de geniş kabul gördü. ABD’de
çokça dillendirilen görüşün tüm oluşturucularınca, Güney Afrika’nın tutumunun
su götürmez doğruluğu alttan alta onaylandı.
Konu 1988 sonlarında
İsrail-Filistin çatışmasına bağlı olarak bir kez daha gündeme geldi. Kasım
ayında Filistin Ulusal Konseyi (FUK), BM’nin terörizm kararına, ilgili diğer
BM kararlarına imza atarak İsrail’in yanı başında bağımsız bir Filistin
devletinin kurulduğunu duyurdu. Bunu izleyen haftalarda Yaser Arafat,
varlığıyla Birleşik Devletler’in güvenliğine yönelik kabul edilemez bir tehdit
oluşturacağı gerekçesiyle New York’a alınmadığı için (üstelik bu, Birleşmiş
Milletler’e dönük yasal yükümlülüklerin çiğnenmesi anlamına geliyordu)
Cenevre’de toplanan BM Genel Kurulu’nun özel bir oturumunu da içeren Avrupa
gezilerinde aynı görüşleri yineledi. FUK ile Arafat’ın BM’nin terörizm
kararını yinelemesi, Filistin önderliğinin Washington’un “her türlü terörizmin”
kayıtsız “yadsınması”nı da içeren iyi davranış koşullarını yerine getiremediği
gerekçesiyle Birleşik Devletler’de kınandı. Söz konusu kayıt, ABD ile İsrail
(bir de Güney Afrika) dışında tüm dünya toplumunun altına imza koyduğu
kayıttır.
New
York Times'ın köşe yazarları, FUK’nın
terörizme ilişkin uluslararası uylaşımlara imza koymasını “Arafat’ın eski ayak
oyunlarından biri” diyerek alaya aldılar. Bu konularda hoşgörülebilir
karşınlığın sınırlarında yer alan Anthony Lewis, Arafat’ın gelişme
kaydettiğini ama bunun yeterli olmadığını yazdı: “Birleşik Devletler haklı
olarak, FKÖ’nün görüşmelerde yer alma hakkı edinmeden önce terörizmle tüm
bağlarını apaçık biçimde koparması gerekir diyor”, oysa bu tam koşul daha
yerine getirilmedi. Genel tepki büyük oranda işte bu sınırlara denk düşüyordu.
Buradaki akıl yürütme
apaçık ortada. FKÖ-dünya kamuoyunun dışında kalan ABD’ye, İsrail’e, Güney
Afrika’ya katılmaya karşı çıkmıştır, dolayısıyla ya (sertlik yanlılarınca)
alaya alınmaya ya da sınırlı ama yetersiz gelişimi için (karşınlarca) yüreklendirilmeye
layıktır.
ABD’in diplomatik
bakımdan yalıtıldığı 1988’in aralık ayında Washington, tutumu temelde —hem de
yıllardır— hiçbir değişim geçirmemiş olmasına karşın Arafat’ın ABD istemlerine
boyun eğdiğini taslayarak geri adım attı. ABD’nin istemlerine şimdi resmen
boyun eğmekle (ki ABD’nin koşulu buydu) Arafat, Tunus’taki ABD Büyükelçisi ile
görüşmekle ödüllendirilebilirdi. İsrail Savunma Bakanı İzak Rabin’in
vurguladığı gibi, ABD-FKÖ görüşmeleri sorunların çözümü yönündeki diplomatik
baskıları saptırmak, İsrail’e Filistin başkaldırısını (İntifada) “sert askeri,
iktisadi baskı”[36]
uygulayarak sindirmek, böylece de “çökertmek” için bir iki yıl kazandırmak
üzere tasarlanmıştı.
Terörizme karşı
direniş konusu ABD-FKÖ görüşmeleri sırasında kendini göstermekte gecikmedi.
İlk toplantının tutanakları dışarı sızdırılarak Jerusalem Post da yayımlandı. Gazete “Amerikan temsilcisinin
İsrail’in tutumunu benimsemesi”nden duyduğu hoşnutluğu dile getiriyor FKÖ’nün
kabul etmek zorunda olduğu iki can alıcı koşuldan sözediyordu: FKÖ İntifada’ya
son vermeli, hem de uluslararası bir konferans düşüncesinden vazgeçmeliydi.
İntifada konusunda ABD kendi görüşünü şöyle ortaya koymuştu:
İşgal altındaki
topraklarda tanık olduğumuz iç çatışmaların İsrail Devleti’nin güvenliği ile
istikrarını sarsmayı amaçladığına kuşku yok, dolayısıyla İsrail’e yönelik
terör eylemleri diye gördüğümüz bu ayaklanmaya son verilmesini istiyoruz. Bu
görüşümüz özellikle yerindedir çünkü zaman zaman son derece zorbaca olan bu
ayaklanmaları sizin bölge dışından yönlendirdiğinizi biliyoruz.[37]
Bu “terörizm”e bir kez
son verilip önceki baskı koşulları yeniden sağlandığında ABD ile İsrail de
sorunları kendilerini doyuracak yönde çözmeye koyulabilir. Ezilen bir halkın
insanlığa sığmayan bir askeri işgale direnmesi de, işgalcilerle onların işverenlerinin
gözünde “terör”dür.
Aynı sorun İsrail
ordusunun güney Lübnan’da Demir Yumruk harekatlarına başladığı 1985’te baş
gösterdi. Bu harekatlar da az önce andığımız, Abba Eban’ın belirttiği mantık
doğrultusunda yürütülüyordu. İsrail’in güney Lübnan ile işgal altıdaki
topraklar için dayattığı siyasal düzenlemelerin kabul edilmesini sağlamak için
sivil halk terör tehdidiyle rehin alınmıştı. Bu tehdit, istendiğinde yaşama
geçirilebilir. Yalnızca tek bir örnek ele alalım: Dünyanın gözlerini korkuyla
Arap teröristlere diktiği bir sırada basın, İsrail ordusunun İsrail’in
Lübnan’dan kopardığı “güvenlik kuşağı”nda “kaçırılan” iki İsrail askerini
aramaya yönelik askeri çalışmalara direnen “silahlı teröristler”ce kendilerine
içerden ateş açıldığını öne sürdüğü 30 evi hedef alarak, İsrail tanklarının
güney Lübnan’daki Sreifa köyüne bomba yağdırdığını bildirdi. İSK’nın [İsrail
Silahlı Kuvvetleri] bu harekat sırasında köylere bütün giriş çıkışları
yasaklayıp BM güçlerinin İSK ile onun yerel paralı askerlerince “sorgulanan”
köylülere su, süt, portakal ulaştırmasını önleyerek “çılgına döndüğü”nü
kaydeden BM barış gücü raporu Amerikan basınında yer almadı. Sonra İSK
aralarında hamile kadınların da bulunduğu çok sayıda insanı, kimisini İsrail’e
götürüp uluslararası hukuku bir kez daha çiğnemek üzere rehin aldı, söz konusu
evleri yıkıp diğerlerini de yağmalayarak geri çekildi. ABD’de barış adamı diye
övülen Başbakan Şimon Perez İsrail’in aramalarının “insan yaşamına, onuruna
verdiğimiz değeri gösterdiğini” söyledi[38]
İsrail’in yüksek
komuta kademesine göre Demir Yumruk harekatlarının kurbanları “terörist
köylüler”di; bu yoruma ışık tutan olayda 13 köylünün İsrail paralı güçlerine
bağlı milislerce niye katledildiği da böylece anlaşılabilirdi. İsrail Stratejik
Araştırmalar Enstitüsü Şiloa’dan Yossi Olmert “bu teröristlerin yerel halkın
büyük bölümünün desteğiyle iş gördüklerini” dile getirdi. İsrailli bir komutan
ise “teröristin... burada bir sürü gözü var, çünkü burada yaşıyor” diye
yakınıyordu. Jerusalem Postun
savaş muhabiri (Hirsh Goodman) “terörist paralı askerler’le, “bölgede
yaşayanların ödemek durumunda kalacağı bedel”e karşın “düzeni, güvenliği
sağlamak zorunda” olan “İSK’ya karşı eylemlere girişirken, tümü de davalarına
ölümü göze alacak denli adanmış fanatikler’ le savaşırken yüzleşilen sorunları
betimledi.[39]
Benzer bir terörizm
kavramım ABD görevlileriyle Amerikalı yorumcular da kullanır. Basın 1983
Ekiminde Lübnan’da ABD Deniz Piyadelerine düzenlenen intihar saldırısından
sonra Dışişleri Bakanı Shultz’un uluslararası terörizmden duyduğu kaygının
“kendi hırsına” dönüştüğünü kaydeder; halkın çoğunluğu ise bu birlikleri İsrail
saldırganlığı ile kurulan “Yeni Düzen”i, sağcı Hıristiyanlarla belirli Müslüman
seçkinlerin egemenliğini dayatmak üzere gönderilmiş bir askeri güç diye
görüyordu. İletişim araçları Nikaragua’dan, Angola’dan, Lübnan’dan, işgal altındaki
topraklardan ya da başka yerlerden Shultz’ın bu “hırs”ını doğrulayacak
tanıklara başvurmadı; ne o zaman, ne de Schultz’un Arafat’ın Birleşmiş
Milletler’de konuşmasını kabul etmediğini açıklarken, onun “terörizmi yürekten
aşağılamasına, teröre karşı giriştiği “kişisel haçlı seferi”ne bir kez daha
övgüler düzerken.[40]
Kuşkusuz, Suriye de
kendi kanlı iktidarına direnen Lübnanlıları “terörist” diye görüyor, ama böyle
bir sav da alaya alınıp aşağılanarak layığını bulur. Tepki, oyuncuların
dağılımına göre değişiyor.
Misilleme kavramı
yararlı bir ideolojik savaş aracıdır. Karşılıklı şiddete dayalı bir döngü
boyunca taraflar kendi eylemlerini karşı tarafın uyguladığı teröre misilleme
diye görür. Ortadoğu’da İsrail-Arap çatışması bu konuda yığınla örnek sunar.
İsrail yanaşma bir devlet olduğundan, ABD uygulamaları İsrail uylaşımlarını
benimser.
Bu durumu örneklemek
için, 1985’te Achille Lauro
gemisinin kaçırılmasını, hiç kuşkusuz aşağılık bir terör eylemi olarak Leon
Klinghoffer’in öldürülmesini ele alalım. Ne var ki, Achille Lauro'yı kaçıranlar eylemlerini terör diye değil, bir
hafta önce İsrail’in Tunus’u bombalayarak 20 Tunuslu ile 55 Filistinliyi, olay
anında orada bulunan İsrailli gazeteci Amnon Kapeliouk’un aktardığı diğer
tüyler ürpertici sahneler bir yana, insanı paramparça edip tanınmaz hale
getiren akıllı füzelerle öldürmesine misilleme diye görüyordu. Washigton
bağlaşığı Tunus’u bombacıların yolda oldukları konusunda uyarmaya yanaşmayarak
İsrail’le işbirliği yaparken, basında aktarıldığına göre George Shultz da ABD
yönetiminin “İsrail’in eylemine epey sıcak baktığı”nı bildirmek için İsrail
Dışişleri Bakanı İzak Şamir’i telefonla aradı.[41] BM
Güvenlik Konseyi Tunus’un bombalanmasını “silahlı bir saldırı eylemi” diye
oybirliğiyle kınayınca (ABD çekimser kalmıştı), Shultz da verdiği bu açık
onaydan geri adım attı. Başbakan Şimon Perez birkaç gün sonra Washington’da
coşkuyla karşılanırken, basın da Perez ile Başkan Reagan’ın “terörizm
musibeti”ne karşı koymak için neler yapılabileceğine ilişkin istişarelerini
ciddiyetle tartışıyordu.
ABD ile İsrail’e göre
Tunus’un bombalaması terör ya da saldırganlık değil, Larnaka’da (Kıbrıs) üç
İsrail’inin soğukkanlılıkla öldürülmesine karşı meşru bir misillemeydi. Bakan
Shultz, genel bir beğeni edasıyla, Tunus’un bombalanmasını “terörist saldırılana
karşı “meşru bir karşılık” diye adlandırdı.[42] İsrail’in
de kabullendiği üzere, Larnaka katillerinin, savunmasız olduğu için hedef
seçilen Tunus’la değil, Suriye ile olası bağlantıları vardı; birkaç ay sonra
Reagan yönetimi de kısmen aynı nedenle Libya kentlerini hedef seçti.
Larnaka’daki vahşeti
gerçekleştirdiler ise yaptıkları eylemi terörizm değil misilleme diye
görüyordu. Öne sürdüklerine göre
bu eylem İsrail’in uluslararası karasularda yıllardır sürdürdüğü kaçırma
eylemlerine bir karşılıktı. Kıbrıs’tan Lübnan’a yolcu taşıyan feribotlara da
yönelen bu eylemlerde çok sayıda kişi kaçırılmış, bunların yüzden fazlası
İsrail cezaevlerinde yargılanmaksızın alıkonmuş, birçoğu ise öldürülmüştü;
kurtulanlarla cezaevinde yapılan görüşmelere bakılırsa, ölenlerin bir bölümü
gemileri battıktan sonra su yüzünde kalmaya çalışırken İsrail askerlerince
açılan ateş sonucu yaşamını yitirmiştir. İsrail’in bu terörist etkinliklerine
zaman zaman kıyıda köşede değinildiği olur. Nitekim 1983’teki bir hükümlü değiş
tokuşunun ardından New York Times,
bir başsayfa yazısının 18. paragrafında, söz konusu Arap hükümlülerden güney
Lübnan’daki ünlü Ensar işkence merkezinde tutulan 37’sinin “Kıbrıs’tan”
Beyrut’un kuzeyindeki “Tripoli’ye geçmeye çalışırken İsrail Deniz
Kuvvetleri’nce kısa süre önce ele geçirilmiş” olduğunu dile getirdi. 1989’da Washington Post, çoğu bir başka işkence
merkezinde, “Ketziot’daki, tartışmalara konu olan Negev çadır kent cezaevinde”
tutulan Filistinli hükümlülerin salıverilmeleri üzerine bir yazı yayımladı.
Yazı rastlantıyla şuna da değiniyordu: “Bu arada, tan atmaya yakın, İsrail
donanmasına bağlı gemiler Lübnan’dan Kıbrıs’a doğru yol alan bir tekneyi
durdurarak terörist zanlısı diye nitelenen 14 kişiyi ele geçirdi, sorgulamak”
üzere İsrail’e götürdü. İsrail barış
örgütü Dai l’Kibbuş, 1986-1987’de, denizde ya da Lübnan’da kaçırılmış
düzinelerce insanın İsrail karşıtı hiçbir etkinlikte ya da tasan içinde
bulunmadıkları halde İsrail askeri mahkemelerince “yasadışı örgüt üyeliği”nden
suçlu bulunduğunu kaydediyor; kaçırılan Filistinlilerin FKÖ, Lübnanlıların
Hizbullah ya da en az bir örnekte olduğu gibi, başlıca Şii örgütü olan Emel
üyesi olduğu öne sürüldü, oysa bu örgütlerin tümü Lübnan’da yasaldır.[43]
Aynı mantıkla, İngiliz işgal güçleri de 1947’de Birleşik Devletler’deki ya da
açık denizlerdeki Siyonistleri kaçırmak için adamlarını gönderebilir, sorgusuz
sualsiz hükümlü kamplarına kapatabilir ya da terörizmi desteklemekten suçlu
bulabilirdi. İsrail’in bu harekatları hemen hiç tartışılmaz, ölçüye de gelmez.
Terörizmle misilleme
kavramları, anın gereklerine seve seve uyarlanan esnek araçlardır.
Devlet güdümlü
uluslararası terörizmi ele alan bu inceleme ciddi bir sakatlıktan muzdarip:
Safça bir doğruculuğa saplanıp kalmış, dolayısıyla yeniçağın vebası üzerine
şimdilerde süregiden tartışmayla ilgisi yok.
Üstelik bu
değerlendirme kapsayıcı olmaktan da epey uzak. Orta Amerika ile Ortadoğu
konusunda bile ancak yüzeyi eşeleyebiliyor, oysa veba asla bu bölgelerle
sınırlı değil. Ama bu yaklaşım yine de ortaya birkaç soru atmaya yeter. Bu
sorulardan biri özellikle öne çıkıyor: Bilginler ile iletişim araçları, yeni
çağın vebasının köklerinin “demokratik Batı toplumunu istikrarsızlaştırmayı
amaçlayan, dünya çapındaki” Sovyet temelli “terör ağı”na dayandığı savına nasıl
oluyor da arka çıkıyor? Nasıl oluyor da İran, Libya, FKÖ, Küba ile diğer resmi
düşmanlar uluslararası terörizmin önde gelen uygulayıcıları diye niteleniyor?
Bu sorulara yanıt
bulmak zor değil. Bir tek, doğrucu yaklaşımdan kurtularak, terörist eylemlerin
ancak resmi düşmanlarca yürütüldüğünde ölçüye vurulabileceğini kabul etmemiz
gerek. Eylemleri gerçekleştirenler ABD ile yanaşmalarıysa, bu eylemler
demokrasiye, insan haklarına hizmet eden misillemelerdir, özsavunulardır.
Böylece her şey aydınlığa kavuşuyor.
Sonunda, vebanın olası
çarelerine eğildiğimizde, ölçüt yazının bu konuda da bazı öneriler sunduğunu
görürüz. Walter Laqueur uluslararası terörizm konusunda “misillemenin besbelli
yolu, elbette, ona arka çıkanlara anladıkları dilde karşılık vermektir” diye
diretiyor; ama böylesine meşru bir karşılık kendi “demokrasi, özgürlük,
insancıllık ölçütleri”nin başkalarınca paylaşmadığını kavrayamayan Batı
toplumları için güç olabilir. Öte yandan, bu onmaz doğruculuğa tutulmuş olanlar
durumdan yanlış sonuçlar çıkarmadan önce, değil mi ki terörizm kavramı özenle
işlenegeliyor, meşru karşılığın Washington’la Tel Aviv’i bombalamak demek
olmadığı vurgulanmalı.
New
York Times vebaya nasıl karşı
koyulabileceği üzerine düşüncelerini belirtmesi için bir terörizm uzmanına
başvurmuştu. Bu kişinin uzun deneyimlere dayanan önerisi oldukça dolaysızdı:
“Teröristlerin, özellikle de komutanlarının yok edilmesi gerekir”. Başarılı üç
karşı terör eylemi örneği vermişti: ABD’nin Libya’yı bombalaması, İsrail’in
Tunus’u bombalaması, İsrail’in Lübnan’ı işgali. “Uygar dünya ayakta kalacaksa”
böyle örneklerin çoğaltılmasını salık veriyordu. Times yazarları bu
uzmanının yazısına “Terör Canavarının
Başını Ezmenin Vakti Geldi Geçiyor” başlığını koymuşlar, şu sözlerin de
altını çizmişler: “Suçsuz kıyımını durdurun”.
Yazan yalnızca “İsrail Ticaret ve Sanayi Bakanı” diye tanıtıyorlar. Adı Ariel
Şaron.[44] 1950’lerin başlarına değin uzanan
teröristlik kariyeri 1953’te Kibya’da 69 köylünün, ElBurej sığınmacı kampında
ise 20 kişinin katledilmesini; 1970’lerin başlarında Gazze’de, kuzeydoğu
Sina’da bölgeyi Yahudi yerleşimine açmak için evleri yerle bir edilip çifti
çubuğu dağıtılan on bin kadar çiftçinin çöle sürülmesini de içeren terörist
etkinlikleri; Lübnan’ın —artık herkesçe kabul edildiği gibi— FKÖ diplomasisinin
yarattığı tehdidin üstesinden gelme çabasıyla işgal edilmesini; Sabra ile
Şatila’da işgali izleyen kıyımları, başka birçok eylemi kapsar.
Kimileri “uygar
dünya”ya “suçsuz kıyımı”nın nasıl “durdurulacağı” dersini vermek için Ariel
Şaron’un biraz tuhaf, belki ters, hatta olasılıkla ikiyüzlüce bir seçim
olduğunu sezebilir. Ama bu o denli açık değil. Seçim, eylemde dışavurulan
değerlerle, sözlerde —ya da suskunlukta— dile gelen düşünsel kültürle çelişmiyor.
Bu vargıyı desteklemek
için, uluslararası terörizmin çaresinin —en azından bunun temel bir
bileşeninin— elimizin altında olduğunu öne sürebiliriz. Ama bu amaç yönünde
hiçbir adım atılmıyor; aslında saygın çevrelerde bu konu hiç tartışılmıyor,
kavranabilir olmaktan bile çok uzak. Tersine, kimileyin sakat bir biçimde
işlemeleri bir yana, iyilikçi niyetlerimizle amacımızın soyluluğuna, yüksek
“demokrasi, özgürlük, insancıllık ölçütleri”mize payeler biçiliyor. En basit
olgular algılanamıyor, apaçık düşünceler anlaşılamıyor. Basit doğrular, dile
getirildiklerinde, inanmazlığa, korkuya, sövgüye yol açıyor —onları seslemenin
gerçeği bu.
Böyle bir ahlaki,
düşünsel iklimde, dünyanın en büyük gazetesinin, terörizmin kötülükleri
üzerine, onunla nasıl çarpışılacağı konusunda bize hocalık etsin diye Ariel
Şaron’u seçmesi pekala uygun düşebilir.
Kaynak: TERÖRİZM EFSANESİ : Noam Chomsky
Edward S. Herman Gerry O’Sullivan Alexander George, ,Çeviren: Bahadır Sina
Şener • Toplumbilim Siyaset-bilim Chomsky Herman O’Sullivan George ,AYRAÇ
YAYINEVİ, 1. Baskı, Mart 1999 ANKARA
[1] Diğer
kaynakların yanı sıra, şu yayınlara bakınız: Edward S. Herman, The Reol Terror
Network (South End, 1982); Herman ile Frank Brodhead, The Rise
[2] Robert O. Slater ile Michael Stohl, Current Perspectives on Internatinoal
Terrorism (Macmillan, 1988) içinde “States, Terrorism and State Terrorism”.
Stohl şu sonuca varıyor: “Terörist, baskıcı diplomasi bakımından... ABD Ü-
çüncü Dünya’da Sovyetler Birliği’nden çok daha etkindir”. Diğer çalışmalar da
benzer bir örüntü sergiler. II. Dünya
Savaşı’ndan bu yana yürütülen askeri çatışmalara ilişkin değerlendirmesinde
Ruth Sivard, bu çatışmaların yüzde 95’inin Üçüncü Dünya’da yer aldığını, çoğu
örnekte dış güçlerin de işe karıştığını, “bu karışmaların “yüzde 79’undan
Batılı devletlerin, yüzde 6’sından ise komünist devletlerin sorumlu olduğunu”
bulgular; World
Military and Social Expenditures 1981 (World Priorities,
1981), s. 8.
[3] United States Code Congressional and Administrative News, 98.
Kongre, İkinci Oturum, 1984, 19 Ekim, 2. cilt; par. 3077, 98 STAT. 2707 (West
Publishing Co., 1984).
* US Army
Operational Concept for Terrorism Counteraction (TRADOC
Pamphlet, No. 525-37, 1984); Robert Kupperman Associates, Low Intensity
[5] Son derece başarıyla
uygulanan bu yıkım işiyle ilgili ayrıntılar için bakınız: Chomsky, Culture of Terrorism ile Necessary
Iüusions. Beyaz Saray ile Kong- re’deki güvercinlerin iletişim araçlarıyla
işbirliği ederek Şubat 1989 tarihli Esquipulas IV uzlaşmalarını anında devre
dışı bırakmalarıyla ilgili olarak bakınız: Chomsky, “The Tasks Ahead: I”, Zmagazine (Mayıs 1989).
[6] Richard Boudreaux ile
Marjorie Miller, Los
Angeles Times (5 Ekim 1988); Associated Press, 21 Kasım 1987; Witness for
Peace, Civilian
Victims of the US Contra War (Şubat-Temmuz
1987), s. 5. Americas Watch, The Civilian Toll 1986-1987 (30 Ağustos 1987); Americas Watch Petition to US Trade
Repre- sentative (29 Mayıs 1987).
[7] Boston Globe (9 Kasım 1984). Gazete, Demokrat güvercin Christopher Dodd’un
benzer yorumlarını da aktarıyor.
[8] ABD’deki belli başlı yayın
organları arasında Sandinistalara belki de en az karşı olan liberal Boston Globde un bir araştırması, Niuaragua’nın “CIA güdümlü Kontraların
saldırılarını püskürtmek, mühimmat uçuşlarını durdurmak ya da engellemek için”
hava gücüne gereksinim duyduğu gerçeğine yalnızca bir başyazıda değinildiğini
ortaya koydu (9 Kasım 1986).
[11] Irving Kristol, “Whv a
Debate Över Contra Aid?”, Wall
Street Journal (11 Nisan 1986 ; Kristol, “Where Have Ali the Gunboats Gone?”, Wall Street Journal (13 Aralık 1973).
[13] Julia Preston, Boston Globe (9 Şubat 1986); MacMichael, bakınız: Chomsky, Culture of Terrorism, Doyle McManus, Los Angeles Times (28 Mayıs 1988); Vaky, bakınız: Chomsky, NecessaryUlusions.
[15] Rivera y Damas, anan
Ray Bonner, Weakness
andDeceit (Times Books, 1984), s. 207; Romero, anan Jenny Pearce, Under the Eagle (Latin America Bureau, 1981).
[17] LADOC (Latin American
Documentation), Torture in
Latin America (LADOC, 1987); Birinci Uluslararası Latin Amerika’da İşkence
Semineri’nin, “bireyleri, tümüyle halkları, Ulusal Güvenlik Öğretisi’nden
esinlenen devlet terörizmi” yoluyla “sömürme, ezme, bağımlı kılma yöntemlerini
kusursuz kılmayı amaç edinen, bu konuda uzmanlaşmış merkezlerde üretilen terör
bilgisiyle çokuluslu bir terör teknolojisini elinde bulunduran baskıcı
sistem”e adanmış raporu. Söz konusu öğretinin kökü Kennedy yönetiminin, Latin
Amerika ordularının görev alanını “iç güvenlik”e kaydırma yönündeki, uzun
erimli sonuçları o- lan tarihsel kararına dayandırılabilir.
[18] Raymond L. Garthoff, Reûections on the Cuban Missile Crisis (Brookings Institution 1987), s. 17.
[19] A.g.y., s. 16 ile
sonrasında, s. 78 ile sonrasında, s. 89 ile sonrasında, s. 98. 1. dipnotta adı
geçen kaynaklara bakınız. Bir de, Bradley Earl Ayers, The War thatNever Was (Bobbs-Merrill, 1976); Warren Hinckle ile William Turner, The Fish is Red (Harper & Row, 1981); William Blum, The CIA (Zed Books, 1986); Morris Morley, Imperial State and Revolution (Cambridge University Press,1987; Taylor Branch ile George Crile,
“The Kennedy Vendetta: Our Secret War on Cuba”, Harper’s (Ağustos 1975).
[20] Bakınız: Noam Chomsky, Towards a. New Cold War (Pantheon, 1982), s. 48- 49; bakınız: Chomsky, Culture of Terrorism, s. 40; Stohl, “States, Terrorism and State Terrorism”.
[21] Charles Glass, “No News is
Bad News”, Index on
Censorship (Ocak 1989). Bakınız, Chomsky, Fateful Triangle, s. 184 ile sonrasında, anılan kaynaklar.
[22] Ehud Ya’ari, Egypt and the Fedayeen (İbranice) (Givat Haviva, 1975), s. 27 ile sonrasında. Ele
geçirilen Mısır ile Ürdün belgelerine dayanan bir çalışmadır. Aynı sıralarda
Mısır’ın Ürdün’deki askeri ateşesi Salih Mustafa, Doğu Kudüs’ten, büyük
olasılıkla aynı kaynaktan gönderilen bir bombalı mektup sonucu ciddi biçimde
yaralanmıştır, a.g.y.
[23] Eliav’ın 1983’te yayımlanan
kitabı Hamevukaş’a gönderen, İsrailli askeri tarihçi Uri Milshtein, Hadashot (31 Aralık 1987).
1989).
Chomsky, Pirates and Emperors, s. 136.
[27] Boustany, Washington Post Weekly (14 Mart 1988); Woodward, Veil: The Street Wars of the CIA 1981-1987 (Simon & Schuster, 1987), s. 396 ve devamında.
[28] Demir Yumruk harekatları
ile Tunus’un bombalanması üzerine bir değerlendirme için, bakınız, Chomsky, Pirates and Emperors, 2. bölüm.
[29] Ayrıntılar için, bakınız,
Chomsky, Pirates
and Emperors, 3- bölüm; Chomsky, Necessary Illusions, s. 272-273; bir de, anılan kaynaklar.
[31] Bakınız, Edward S. Herman, The Terrorism Industry (Pantheon, 1990); Herman ile Gerry O’Sullivan, ‘“Terrorism as
İdeology and Cultural Industry” [bu kitaptaki “İdeoloji ve Kültür Endüstrisi
Olarak ‘Terörizm’”] adlı yazı.
[32] Lawrence Harke, “The
Anti-Terrorism Act of 1987 and American Freedoms: A Critical Review”, University of Miami LawReview, 43 (1989), s. 667 ile sonrasında.
[34] Bakınız, Chomsky, Fateful Triangle, s. 164-165 not-, Gafi Amir, Yediot Ahronot Supplement (14 Ağustos 1988); İsrail Şahak, “Distortion of the Holocaust”, Kol Ha ’/r (19
Mayıs 1989).
[35] Bu
metin Ek III diye yer alıyor, State
Terrorism at Sea,EAFORD Paper 44, Chicago 1988
[36] Ayrıntılar için, bakınız, Necessary I/lusions; yine Chomsky, “The Trollope Ploy”, Z Magazine (Mart 1989); Chomsky, “The Art of Evasion: Dipiomacy in the
Middle East”, Z
Magazine (Ocak 1990).
[37] Vurgu Jerusalem Postta.. Bir önceki dipnotun kaynakçasına bakınız. Uluslararası bir
konferansın kabul edilemezliği, ABD ile İsrail’in, dünya toplumunun büyük
bölümününce desteklenen türde bir siyasal çözüme karşı çıkmalarından ileri
gelir.
[38]
Bakınız, Pirates and Emperors,s. 69.
[43]
Bakınız, Pirates and Emperors, s. 51 ile
sonrasında, s. 87 ile sonrasında; yukarıdaki 35. dipnot; Linda Gradstein, Washington Post (6 Nisan 1989); “Political
Trials”, Dai I'Kibbuş,Kudüs, Ağustos
1988, News from Within(14 Aralık 1988)
içinde yayımlandı
[44] New
York Times(30 Eylül 1986).
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar