UMUTSUZLUK
ÖLÜMCÜL HASTALIK UMUTSUZLUK- SÖREN KİERKEGAARD
Tanrım!
İşe yaramaz şeyleri görmemize engel ol,
Sen’in tüm gerçeğini görmek için her şeyi gören gözler ver
Sören Kierkegaard; şu
Danimarkalı filozof, varoluşçuluğun babası. Bu klişelerle Kierkegaard ismi
çevresinde gizemli bir hava oluşmuştur. Hıristiyan bir filozof, ama yapıtları
tanrıtanımaz filozofların en önemli başvuru kaynağı olmuştur (Sartre, Heidegger, Bataille).
Kierkegaard bir dinin
çerçevesi içinde yapıtlar vermesine rağmen aynı zamanda insanoğlunun en temel
sorunlarını ortaya koymuştur. Kierkegaard birden ve doğrudan varoluş gizeminin
içine girmiştir. Hegel’de en üst noktasına ulaşan akıl ve sistem felsefesine
karşı bireyin varoluşunun akıldışılığını, paradoksunu ortaya çıkarmıştır.
Gençlik yapıtı Korku ve Titreme'de İbrahim Peygamber’in oğlunu Tanrı’ya kurban
etme girişimini betimleme yoluyla varoluşun kaçınılmaz sonucu olan inancın
akıldışı, paradoksal, anlaşılmaz yanını çok çarpıcı bir biçimde vermiştir.
İnanç akılla açıklanamaz. İnancın içinde varoluşun gizeminin akıldışılığı
vardır.
İnsan sonlu varlığının
içine kapanır ve mutluluğu bu sonluluğun içinde ararsa umutsuzluğa düşer, çünkü
onu yaratan güçle olan bağlantısını kesmiştir. Kierkegaard kendi umutsuzluğunun
ve diğer insanların umutsuzluğunun kaynağını, varlığın aşkın (transandan)
yanıyla olan ilişkisinin kesilmesinde görür; çünkü “insan sonsuzluk ile
sonlunun, geçici ile kalıcının, özgürlük ile zorunluluğun bir sentezidir.”
O halde umutsuzluk
evrenseldir, çünkü insan sonluluktan sonsuzluğa geçişi umutsuzluk yoluyla
gerçekleştirir. Umutsuzluk kaçınılmazdır, insanın, karşıtların bir sentezi
olmasının, daha doğrusu diyalektik bir varlık oluşunun gereğidir. Sonlu varlığı
ile sonsuz varlığı arasına sıkışan insan kendi olma sürecini umutsuzluk içinde
yaşar.
Kierkegaard için umutsuzluk ölümcül hastalıktır. “Bu hastalıktan ölünmesinden veya bu hastalığın fiziksel ölümle
sona ermesinden çok, bu hastalığın işkencesi, can çekişen, ama ölemeden ölümle
savaşan kişi gibi ölememektir.” Umutsuzluk içindeki insan
ölümcül hastadır; ama ölememektedir, sürekli bir can çekişme hali içindedir.
“Ölümcül hastalık dar anlamda kendisinden sonra hiçbir şey bırakmadan ölüme
giden bir hastalık demektir. Ve umutsuzluk budur.” Umutsuzluğun özü yaşamın
hiçbir şey olmamasıdır.
Kierkegaard’ın
fikirlerinin tam zıddına çağımız tıp biliminin görüşleri yerleşmektedir.
Kapitalist-teknolojik devinimin hegemonyası altında kalan tıp bilimi
umutsuzluğu bazı insanların yaşamlarının belirli sürelerinde yakalandığı
depresyon (melankoli) hastalığının bir semptomu olarak değerlendirmektedir. Kierkegaard’ın umutsuzluğu reddetmenin, umutsuz
olmadığını söylemenin de umutsuzluk olduğunu belirttiği durumu aynen tıp
dünyasının içinde görüyoruz. Umutsuzluğu maddeselleştirmeye çalışan psikiyatri,
anti-depresan adını verdiği bir grup ilaçla yaratmak istediği biyo-kimyasal
değişimlerle insan ruhunu umutlu, mutlu bir hale çevirmeye çalışmaktadır! Dünyada Kierkegaard’ı okumuş ve
anlamış psikiyatr sayısı ne kadardır?
Duygusal ve maddesel
koşullarımız ne olursa olsun hepimizi saran umutsuzluğu bugünün bilgisel ve
bilimsel paradigması içinde açıklayamayız. Bu paradigmanın içinde umutsuzluk
bir uyumsuzluğun sonucu gibi algılanmaktadır. Kierkegaard’ın buna yanıtı açık
ve kesindir: “Umutsuzluk
uyumsuzluğun değil, kendine yönelen ilişkinin bir sonucudur.”
O halde insan zorunlu
olarak hastadır. Çünkü sonsuzluk onun ruhunun bir bütünleyicisidir. ‘İçimizde sonsuzluk olmadan umutsuzluğa düşemeyiz; ama
eğer umutsuzluk ben’i yok edebilseydi o zaman umutsuzluk da olmazdı.” Sonsuzluğa
inançsız olarak kendi çabasıyla ulaşmaya çalışması insanı ölümcül hasta
yapmaktadır. İnsanın kendi başına sonsuzluğa ulaşma gücü yoktur.
Kierkegaard’a göre
ben’in gelişimi umutsuzluktan geçer. Umutsuz olunmadan ben’i aşkın gerçeğiyle
yüz yüze getirenleyiz. “Kendi olmaya cesaret etmek aslında bir bireyi, şunu
veya bunu değil, Tanrı karşısında çabasının ve sorumluluğunun devasalığı içinde
yalnız bir bireyi gerçekleştirmeye cesaret etmektir.” Varoluş serüveni ben'in
kendi olma serüvenidir. Bu, bir ben olarak Tanrı’nın, yaratıcısının karşısına
çıkma cesaretidir.
Kendi olmaya cesaret edemeyenin inancı olamaz.
Kierkegaard’da inanç bir anda kendiliğinden, tepeden inen bir olay değildir.
Büyük çabaların sonucunda ulaşılacak tepe noktasıdır. Bu tepe diyalektiktir,
paradoksaldır. Sevdiğini
yaratıcısına kurban etmenin paradoksudur. Kierkegaard için inancın formülü
şudur: “Ben’in, kendine dönerken, kendi olmak isterken, kendi saydamlığı
arasından onu ortaya koyan gücün içine atlamasıdır.” İnanç her şeyi kaybetmeyi
göze almak demektir. Varoluş ancak paradoksun, akıldışılığın tepe noktasında
inancın derin gerilimini hissedebilir. İnanç, varoluş deviniminin sonsuza
vurmasıdır.
Bu, aklın ölçülülüğüne,
düzenliliğine sığan bir şey değildir.
Kierkegaard tüm büyük
filozoflar gibi büyük bir özenle okunması gereken bir düşünürdür. Okuyucunun bu
kitabı, hızlı okuma tekniğinin tam aksine(!) tüm tümceleri üzerinde durarak okuması
gerekir. Umutsuzluk ve günah diyalektik olarak ele alındığından Kierkegaard’ın
düşünceleri ilk bakışta hazırlıksız okuyucuya çelişkilerle dolu görünebilir.
Ama özenli bir okumayla bu görünürdeki çelişkilerin varoluşun derin gerçeğini
ortaya çıkardığı fark edilecektir.
Kierkegaard’ın yapıtı
iki kısımdır. Birinci kısım ölümcül hastalık olan umutsuzluğun betimlenmesine
ayrılmıştır. Kierkegaard burada umutsuzluğun somutlaşma biçimlerini en ince
ayrıntısına kadar incelemiş ve insanların bilinçlilik düzeylerine göre çeşitli
umutsuzluk biçimlerini ortaya koymuştur. Kierkegaard bu farklılıkların, “Gerçek
yaşamın, umutsuzluğun biri tam bilinçliliği, diğeri tam bilinçsizliği
barındıran iki ucu arasındaki çelişki gibi yalnız soyut çelişkileri ortaya
çıkaramayacak kadar nüanslı olduğu” gerçeği karşısında tüm somut gerçeği
yansıtmadığını çok iyi bilmektedir. Buna rağmen o, bilinçsiz umutsuzluğun
spontan insanda somutlaşan kendi olmayı istememenin umutsuzluğu olduğu,
bilinçli umutsuzluğun da kendi olmayı istemenin umutsuzluğu olduğu ayrımını
yapmaktadır. Birincisini güçsüzlüğün umutsuzluğu olarak, İkincisini de meydan
okumanın umutsuzluğu olarak nitelemiştir. Meydan okuma umutsuzluğunu, ben? in
kendini ortaya koyan güçle bağlantısını kesmek olarak gören Kierkegaard güçsüzlüğün
umutsuzluğunu, hiçbir yere ve özellikle inanca götürmeyen bir durum olarak
değerlendirmiştir. İnanç için birinci koşul kendi olmaya yönelen
umut-suzluktur. Bu sebepten Kierkegaard, ben’ine sahip çıkmayan spontan insanın
gerçek bir inanç edinmesinin mutlak olanaksızlığını ortaya koymuştur.
Birinci kısmı, kendini
ortaya koyan güce meydan okuyan umutsuz ben’in çıkmazını belirterek bitiren
Kierkegaard, ikinci kısımda ölümcül hastalığın sağaltımı konusuna girmektedir.
Bu kısmın başlığı: “Umutsuzluk günahkârlıktır”. Umutsuzca
kendi olmak istemeyen veya kendi olmak isteyen insan günah işlemektedir. Bunun
nedeni birincinin inancının olmasının olanaksızlığı, İkincinin de bu inanca
sırtım dönmesidir. Tamı karşısına kendi ben’iyle çıkma cesareti göstermeyen insan
günah işlemektedir. Kierkegaard bu kısımda özellikle günahın erdemin değil,
inancın zıttı olduğunun altını çizmektedir. Çünkü erdemin bazen Tanrı’ya karşı
çıkmayı, onu reddetmeyi içerdiğini fark etmiştir. İnançsız bir insan erdemli
olabilir, ama aynı zamanda günahkârdır. O halde umutsuzluk günahkârlıktır.
Kierkegaard daha önceki yapıtlarında bireysel gelişimi üç evreye bölmüştü:
Estetik, etik, dinsel evre. Estetik evre yaşamın güzelliklerinin yaşandığı
evre, etik evre erdeme ulaşılan evre olmasına karşın dinsel evre erdemin
ötesindeki varoluşun gizeminin özü olan aşkın, sonsuz yanıyla bağlantı
kurulmasıdır. Kendini ortaya koyan gücün, Tanrı’nın karşısına çıkmaktır, her
şeyi kaybetmeyi göze almaktır, varlığını inanca kurban etmektir. Erdemli insan
inançsız olduğunda meydan okuyan biri olduğu için umutsuzluğu sürmektedir.
Çünkü ölüm onun için bir sondur, sonsuzluğa ulaşamamaktır. Sonsuzluğa inançla
ulaşan ve ölümü bir geçiş olayı olarak değerlendiren dinsel evredir.
Mehmet
Mukadder Yakupoğlu
Ankara,
03.09.1996
Ankara,
03.09.1996
Sh:9-13
UMUTSUZLUK- ÜÇ FARKLI GÖRÜNÜM
1- Zihnin ve ben’in
hastalığı olarak ele alınan umutsuzluk böylece üç farklı görünüm sunabilir: bir
ben’i olduğunun farkında olmayan umutsuz kişi (bu, gerçek bir umutsuzluk
değildir); kendisi olmak istemeyen umutsuz kişi ve kendisi olmak isteyen
umutsuz kişi.
İnsan zihindir. Ama
zihin nedir? Zihin ben’dir. Ama ben nedir? Ben, kendine bağlı olan bir
ilişkidir; daha doğrusu ben, ilişki içinde bu ilişkinin içsel yönelimidir; ben,
ilişki olmayıp ilişkinin kendine dönüşüdür.
İnsan, sonsuzluk ile
sonlunun, geçici ile kalıcının, özgürlük ile zorunluluğun bir sentezidir,
kısaca bir sentezdir. Sentez, iki terimin ilişkisidir. Bu görüş açısından ben,
hâlâ varolmamıştır.
İki terim arasındaki bir
ilişkide, her terim, bu ilişki ile sürdürdüğü bağıntı aracılığıyla
varolduğundan, olumsuz bir birim olan üçüncü bir terim ile olan ilişki ve iki
terim, ilişkiye bağlıdır; böylece ruh söz konusu olduğunda, ruh ve bedenin
ilişkisi yalnızca yalın bir ilişkidir. Bunun aksine, ilişki yalnızca kendine
bağlıysa, bu son ilişki olumlu bir üçüncüdür ve böylece ben’e sahip oluruz.
Kendine gönderme yapan
bir ilişki, bir ben, ancak kendisi ya da bir başkası tarafından ortaya konmuş
olabilir.
Kendine bağlanan ilişki
başkası tarafından ortaya konursa, kuşkusuz bu ilişki bir üçüncüdür; ama bu
üçüncü, hâlâ bir ilişkidir yani tüm ilişkiyi ortaya koyan şeye bağlıdır.
Bu şekilde türemiş veya
ortaya konmuş böyle bir ilişki insanın ben’idir: Bu, kendine bağlanan ve bu
şekilde başkasına bağlanan bir ilişkidir. Buradan, gerçek umutsuzluğun iki
biçiminin var olduğu olgusu ortaya çıkar. Eğer ben’imiz kendi kendini ortaya
koysaydı yalnızca bir umutsuzluk biçimi var olurdu: Kendi olmayı istememek,
kendi ben’inden kurtulmayı istemek ve bu da şu anlama gelmektedir; kendi
olmanın umutsuz istenci. Aslında bu formülün belirttiği şey, ben olan ilişki
bütününe bağımlılık, daha doğrusu ben’in kendi gücüyle dengeye ve erince
ulaşmadaki yetersizliğidir: Ben bunu ancak kendiyle olan ilişkisi içinde,
ilişkinin tümünü ortaya koyan şeye bağlanarak yapabilir. Dahası, umutsuzluğun
bu ikinci biçimi (kendi olma istenci) umutsuz olmanın özel bir şeklini çok az
olarak gösterirken buna karşılık her umutsuzluk nihai olarak bu umutsuzluk
şeklinin içinde çözülür ve ona bağlanır. Umutsuz olan insan, zannettiği gibi
umutsuzluğunun bilincindeyse, bu umutsuzluktan dışarıdan gelen bir olay gibi
saçma bir şey olarak söz etmezse (biraz baş dönmesinden rahatsız olup
sinirlerinin oyununa kanan birinin kafasında bir ağırlığın varlığından söz etmesi
gibi, ağırlığın veya basıncın yalnızca içsel bir duyu olmasına rağmen bir
cismin kafasına düştüğünden söz etmesi gibi), bu umutsuz kişi tüm gücüyle kendi
başına ve yalnızca kendi başma umutsuzluğu yok etmek isterse, bu umutsuzluktan
çıkamadığım ve tüm bu boş çabasının onu yalnızca daha derin bir umutsuzluğa
soktuğunu söyleyecektir. Umutsuzluğun uyumsuzluğu basit bir uyumsuzluk olmayıp
kendisine bağlı kalmakla birlikte başka bir ilişki tarafından ortaya konan bir
ilişkinin uyumsuzluğudur; böylece bu ilişkinin uyumsuzluğu kendi kendine var
olurken diğer taraftan yaratıcısı ile ilişkisi içinde sonsuza kadar yansır.
Umutsuzluk tamamen yok
olduğunda, ben’in durumunu betimleyen formül şudur: Ben, kendine yönelerek,
kendi olmak isteyerek, kendi saydamlığı içinde onu ortaya koyan gücün içine
dalar.
2. GÜCÜL UMUTSUZLUK VE GERÇEK UMUTSUZLUK
Umutsuzluk bir avantaj
mıdır yoksa bir eksiklik midir? Saf diyalektik içinde her ikisidir. Belirgin
bir durum düşünülmeden, umutsuzluk yalnızca soyut bir fikir olarak ele alınırsa
onu büyük bir avantaj olarak düşünmeliyiz. Bu acıyı çekmek zorunda olmak bizi
hayvanın üstüne yerleştirir ki bu, tinselliğimizin yüceliğinin veya sonsuz
dikeyliğimizin imi olan dikey yürüyüşten çok farklı bir biçimde bizi ayırt eden
bir gelişmedir. O halde insanı hayvandan üstün kılan, onun acı çekmesinin
gerekliliğidir. İnançlıyı doğal insandan üstün kılan, onun bu acının bilincinde
olmasıdır, tıpkı mutluluğunun umutsuzluktan arınarak iyileşme olması gibi.
Böylece, umutsuz
olabilmek sonsuz bir avantajdır ve bununla birlikte umutsuzluk
zavallılıklarımızın yalnızca en korkuncu değildir, aynı zamanda mahvolmamızdır.
Genellikle, olabilirin gerçekle ilişkisi kendini başka biçimde gösterir çünkü,
örneğin istenen şeyi olabilmek bir avantajsa istenen şeyi olmak daha da büyük
bir avantajdır yani olabilirden gerçeğe geçmek bir gelişmedir, bir yükseliştir.
Buna karşılık umutsuzluk yoluyla gücülden gerçeğin içine düşülür ve burada
gücülün gerçek üzerindeki sonsuz payı düşüşün derinliğini belirler. O halde,
umutsuz olmamak yükselmek demektir. Ama tanımımız hâlâ açık değildir. Buradaki
olumsuzluk topal olmamak, kör olmamak vs. gibi bir olumsuzluk değildir. Çünkü,
umutsuz olmamak, umutsuzluğun mutlak eksikliği anlamına geliyorsa bu durumda,
gelişme, umutsuzluktur. Umutsuz olmamak, umutsuz olmaya yatkınlığın yok
edilmesi anlamına gelmelidir: Bir insanın gerçekten umutsuz olmaması için, her
an içinde bu olasılığı yok etmesi gerekir. Genelde gücülün gerçekle ilişkisi
başkadır. Filozoflar gerçeğin, yok edilen gücül olduğunu söylemektedirler, bu
tam doğru değildir; çünkü gerçek doymuş bir gücüldür, eyleme geçen güdüdür.
Burada, aksine, gerçek (umutsuz olmamak), dolayısıyla bir olumsuzluk, güçsüz ve
yok edilmiş bir gücüldür; genelde gerçek olabiliri doğrular, burada ise
reddediyor.
Umutsuzluk, ilişkisi
kendine ait olan bir sentezin içsel uyumsuzluğudur. Ama sentez uyumsuzluk
değildir, sentez uyumsuzluğun yalnızca bir olasılığıdır veya onu içerir. Yoksa,
umutsuzluğun hiçbir izi olmazdı ve umutsuz olmak yalnızca doğamıza içkin olan insansal
bir özellik olurdu; yani umutsuzluk var olmazdı, insan için hastalık gibi, ölüm
gibi yalnızca bir acı olurdu. O halde umutsuzluk içimizdedir, ama sadece bir
sentez olsaydık umutsuzluğa düşemezdik ve bu sentez doğarken Tanrı’dan
kaynağını almamış olsaydı umutsuzluğu yaşayamazdık.
O halde umutsuzluk
nereden kaynaklanıyor? İçinde, sentezin kendine bağlandığı ilişkiden; çünkü
Tanrı inşam bu ilişkiye dönüştürürken onun ellerinden kaçıp kurtulmasına izin
vermiştir, yani bundan böyle yolunu bulma işi ilişkiye aittir. Bu ilişki
tindir, ben’dir ve burada her umutsuzluğun, var olduğu sürece her zaman
dayandığı sorumluluk bulunmaktadır; umutsuzların, umutsuzluğu bir felaket gibi
ele alarak kendini ve diğerlerini aldatmadaki ustalıklarına ve söylevlerine
rağmen umutsuzluğun dayanağı sorumluluk bulunmaktadır; baş dönmesi durumunda,
birçok bakımdan doğadan farklı olmasına rağmen umutsuzluğun anımsattığı gibi,
umutsuzluğun zihinle olan ilişkisi, baş dönmesinin ruhla olan ilişkisiyle
birçok benzerlik taşır.
Daha sonra uyumsuzluk,
umutsuzluk var olduğunda, bundan uyumsuzluğun varlığını sürdürdüğü sonucu çıkar
mı?
Kesinlikle hayır;
uyumsuzluğun süresi uyumsuzluktan değil, kendine bağlanan ilişkiden
kaynaklanır. Diğer bir anlatımla, bir uyumsuzluğun ortaya çıktığı ve var olduğu
sürece ilişkiye dönmemiz gerekir. Örneğin birinin ihtiyatsızlık nedeniyle bir
hastalık kaptığı söylenir. Daha sonra hastalık ortaya çıkar ve bu andan
itibaren bu, kökeni gitgide daha fazla geçmişe ait olan bir gerçektir. Hastayı,
hastalık gerçeğini olasılığı içinde her an eritme amacındaymışız gibi kınamakla
bir zalim ve bir canavar olunacaktır. Evet! Doğru! Hastalığa hatası sonucu
yakalanmıştır, ama bu hata bir kez oluşmuştur. Hastalığın sürmesi, hastalığa
bir kez yakalanmasının yalın bir sonucudur ki hastalığın gelişimim her zaman bu
tek kez olan şeye bağlayamayız; hastalığa yakalanmıştır ama, hâlâ yakalanıyor
olduğunu söyleyemeyiz. Umutsuzlukta olaylar farklıdır; umutsuzluğun gerçek
anlarının her biri olabilirliğine indirgenmelidir; umutsuzluğa düşülen her an,
umutsuzluğa yakalanılır; şimdi, gerçek geçmiş haline gelerek durmadan yok olur,
umutsuzluğun her gerçek anında umutsuz kişi olası tüm geçmişi bir şimdi gibi
taşır. Bu olgu umutsuzluğun, zihnin bir kategorisi olmasından ileri gelir ve
insanın sonsuzluğuna denk düşer. Ama bu sonsuzluktan, sonsuza değin
kurtulamayız; özellikle onu bir hamlede atamayız; onsuz olduğumuz her an, ya
onu fırlatmışızdır ya da fırlatıyoruzdur, ama sonsuzluk geri gelir, daha
doğrusu umutsuzluğa düştüğümüz her an, umutsuzluğu yakalarız. Çünkü umutsuzluk,
uyumsuzluğun değil, kendine yönelen ilişkinin bir sonucudur. Ve insan, bu
ilişkiden ancak kendi ben’inden sıyrılırsa kurtulabilir ki sonuçta ben ve
ilişki aym şeydir; çünkü ben, ilişkinin kendi üzerine geri dönmesidir.
3-UMUTSUZLUK, “ÖLÜMCÜL HASTALIK’TIR.
“Ölümcül hastalık” fikri
özel bir anlamda ele alınmalıdır. Sözcüğün tam anlamıyla çıkış yolu, sonu ölüm
olan bir hastalık demektir ve böylece ölüme yol açan bir hastalığın
eşanlamlısıdır. Ama umutsuzluğu bu anlamda ele almak hiçbir şekilde söz konusu
olamaz; çünkü dindar için ölüm bile yaşama bir geçiş yoludur. Böyle
düşünüldüğünde hiçbir bedensel hastalık onun için “ölümcül hastalık” değildir.
Ölüm, hastalıkları sona erdirir, ama kendi içinde bir son değildir. Ama “ölümcül
hastalık”, dar anlamda kendisinden sonra hiçbir şey bırakmadan ölüme varan bir
hastalık demektir. Ve umutsuzluk budur.
Ama diğer bir anlamda,
daha kategorik olarak umutsuzluk “ölümcül hastalık”tır. Çünkü daha açık bir
anlatımla bu hastalıktan ölünmesinden veya bu hastalığın bedensel ölümle sona
ermesinden çok, bu hastalığın işkencesi, tersine, can çekişirken ölemeden
ölümle savaşan kişi gibi ölememektir. Bundan dolayı ölümcül hasta olmak,
ölememektir; ama burada yaşam umudu yok etmektedir ve umutsuzluk son umudun
eksikliğidir, ölümün eksikliğidir. Ölüm en büyük tehlike olduğu sürece,
yaşamdan bir şeyler beklenir; ama diğer tehlikenin sonsuzluğu keşfedildiği
zaman, ölüm için umut beslenir. Ve ölüm umut olduğu sürece tehlike büyüdüğü
zaman, umutsuzluk ölememenin neden olduğu umutsuzluktur.
Bu kesin tanım içinde umutsuzluk “ölümcül
hastalık”tır, çelişkili işkencedir, ben’in hastalığıdır: Sonsuza değin ölmek,
ölmemekle birlikte ölmek, ölümü ölmek. Çünkü ölmek, her şeyin bittiği anlamına
gelir; ama ölümü ölmek, ölümünü yaşamak demektir; ve bunu tek bir an yaşamak,
onu sonsuza kadar yaşamak demektir. Bir
hastalıktan ölme gibi umutsuzluktan ölünmesi için, hastalığın yaptığı gibi
içimizde, ben’de bulunan sonsuzun ölmesi gerekir. Bu sadece bir kuruntudur.
Umutsuzluktaki ölüm sürekli yaşama döner. Umutsuz olan ölemez; “düşünceleri
öldürmek için bir hançerin hiçbir değeri olmaması” gibi, ölümsüz solucan,
söndürülemez ateş olan umutsuzluk hiçbir zaman kendi dayanağı olan ben’in
sonsuzluğunu yok edemez. Ama kendi kendinin yok edilişi olan umutsuzluk
güçsüzdür ve amaçlarına ulaşamaz. Öz istenci, kendini yok etmektir, ama bu tam
da yapamadığı bir şeydir ve hatta bu güçsüzlük, içinde umutsuzluğun ben’in
imhası olan amacını ikinci kez gerçekleştiremediği kendi kendini yok etmenin
ikinci biçimidir; aksine bu, varlığın yığılması, hatta bu yığılmanın yasasıdır.
İşte bu, umutsuzluğun asidi, kangrenidir, ucu içeriye dönen bu işkence bizi her
zaman daha derin olan güçsüz bir kendini yok etmenin içine batırır. Umutsuzu
avutmaktan çok uzakta, umutsuzluğu yok etmedeki başarısızlık, aksine kinini
şiddetlendiren bir işkencedir; çünkü geçmiş, umutsuzluğu sürekli şimdide
biriktirerek böylece ne kendinden kurtulabildiği ve ne de kendini yok
edebildiği için umutsuzluğa düşmektedir. Umutsuzluğun birikiminin formülü budur
ve ben’in bu hastalığının içindeki ateşin fırlaması buradan kaynaklanır.
Umutsuzluğa düşen
insanın bir umutsuzluk konusu vardır, buna yalnızca bir an inanılır daha fazla
değil; çünkü hemen gerçek umutsuzluk, umutsuzluğun gerçek yüzü ortaya çıkar.
Bir şeyden dolayı umutsuzluğa düşerken aslında insan kendi için umutsuzluğa
düşmektedir ve şimdi kendi ben’inden kurtulmaya çalışmaktadır. Böylece “Sezar
veya hiç olurum” diyen tutkulu kişi Sezar olamaz ve bundan dolayı umutsuzluğa
düşer. Ama bunun başka bir anlamı vardır, Sezar haline gelemediği için kendi
olmaya katlanamaz. O halde, aslında hiçbir şekilde Sezar olamadığı için bu ben
Sezar olamamaktan dolayı umutsuzluğa düşer. Tüm neşesini, bir o denli umutsuz
olan tüm neşesini başka bir biçimde oluşturabilen bu aynı ben için Sezar
olamamak, işte bu durumda katlanılması en güç şeydir. Daha yalandan
bakıldığında, onun için dayanılmaz olan, hiçbir şekilde Sezar olmamak değildir;
hiçbir şekilde dayanamadığı kendi ben’inden kurtulamamasıdır. Sezar olsaydı,
bunu yapabilirdi; ama Sezar olamadığına göre umutsuz kişimiz ben’inden
kurtulamaz. Özünde umutsuzluğu değişmemektedir, çünkü ben’ine sahip değildir,
kendi değildir. Sezar olarak kendi olamayacağı bir gerçektir, ama kendi
ben’inden kurtulmuş olacaktır; Sezar olamayıp ben’inden kurtulamadığı için
umutsuzluğa düşmektedir. O halde, umutsuz bir kişinin kendi ben’ini yok
etmesinin onun gördüğü bir ceza olduğunu söylemek yüzeysel bir düşünce
olacaktır. Çünkü bu, umutsuzun umutsuzluğunun, işkencesinin tam da yapamayacağı
şeydir, çünkü umutsuzluk boyun eğmeyen, yok edilemeyen bir şeyi, ben’i ateşe
vermektedir.
O halde bir şeyden
umutsuzluğa düşmek, hâlâ gerçek umutsuzluk değildir, sadece başlangıçtır,
doktorların bir hastalık için söyledikleri gibi umutsuzluk kuluçkaya
yatmaktadır. Daha sonra umutsuzluk ortaya çıkar: Kendinden umutsuzluğa
düşülmüştür. Ölmüş veya şıpsevdi olan dostunu kaybetmekten dolayı aşkta
umutsuzluğa düşmüş bir genç kıza bakınız. Bu kaybediş gerçek umutsuzluk
değildir, kendi kendinden umutsuzluğa düşmüştür. Başkasına ait hale gelseydi en
hoş şekilde kaybetmiş ve kurtulmuş olacağı bu ben, bu durumda can sıkıntısına
yol açar; çünkü başkası olmadan bir ben olmak zorundadır. Kendisi için bir
hazine olabilecek -ki diğer taraftan bu da başka bir umutsuzluk anlamı taşıyor.
bu ben, diğeri öldüğü zaman dayanılmaz bir boşluk olacaktır veya terk edilişini
anımsattığı için bir tiksinti nedeni olacaktır. O halde ona “kızım kendini
tüketiyorsun” demeye çalışın; onun şu yanıtı verdiğini göreceksiniz: “Ah!
Hayır, acım tam da kendimi tüketmeyi başaramadığımdan dolayı”.
Kendinden umutsuzluğa
düşmek, umutsuzluğa kapılıp kendinden kurtulmayı istemek, işte her umutsuzluğun
formülü ve İkincisi: Umutsuz olmayı, kendi olmayı istemek, daha önce
belirttiğimiz gibi (birinci bölüme bkz.) kendi olmanın reddedildiği
umutsuzluğu, kendi olmanın istendiği umutsuzluğa dönüştürmek demektir.
Umutsuzluğa düşen, umutsuzluğu içinde kendi olmayı istemektedir. O halde
kendinden kurtulmayı istemiyor mu? Görünürde hayır, ama daha yakından
bakıldığında her zaman aynı çelişkiye rastlanılır. Bu umutsuz kişinin olmak
istediği ben, hiçbir şekilde olmadığı bir ben’dir (çünkü gerçekten olduğu ben’i
olmak istemek, umutsuzluğun tam karşıtıdır); aslında istediği, ben’i
yaratıcısından ayırmaktır. Ama burada umutsuzluğa düşmesine rağmen
başarısızlığa uğranır ve umutsuzluğun tüm çabalarına karşın, bu Yaratıcı en
güçlü olarak kalır, kişiyi olmak istemediği ben olmaya zorlar. Ama bunu
yaparken, insan her zaman kendi yaratısının bir ben’i haline gelmek için kendi
ben’inden, olduğu ben’den kurtulmayı ister. Olmak istediği bu “ben” olmak, tüm
zevkleri tatmasını sağlardı -bu durumun da başka bir anlamda aynı derecede
umutsuz Olmasına rağmen-; ama olmak istemediği bu “ben”i olmak zorunda kalan bu
kendi, onun işkencesidir: Kendinden kurtulamamanın işkencesi.
Sokrates, ruhun
ölümsüzlüğünü, ruhun hastalığının (günahın) ruhu yok etmedeki güçsüzlüğüyle
kanıtlıyordu. Aynı şekilde, insanın sonsuzluğu, umutsuzluğun ben’i yok etme
güçsüzlüğüyle, umutsuzluğun bu acımasız çelişkisiyle kanıtlanabilir. İçimizde
sonsuzluk olmadan umutsuzluğa düşemeyiz; ama eğer umutsuzluk ben’i yok
edebilseydi o zaman umutsuzluk da olmazdı.
Ben’in hastalığı olan
umutsuzluk, “Ölümcülük hastalık” budur. Umutsuz kişi ölümcül bir hastadır.
Başka herhangi bir hastalıktan daha fazla olarak, bu hastalık varlığın en
saygın özüne saldırır; ama insan bundan ölemez. Burada ölüm, hastalığın sonu
değildir, bitmeyen bir sondur. Bu hastalıktan kurtulmamızı ölüm bile
sağlayamaz, çünkü buradaki acısıyla birlikte olan hastalık ve... ölüm,
ölememektir.
Umutsuzluğun durumu
budur. Ve umutsuz kişinin bundan kuşku duymaması boşunadır, boşuna ben’ini
kaybetmeye ve ondan hiçbir iz kalmamacasına onu kaybetmeye çalışır: Bununla
birlikte, sonsuzluk umutsuzluğu ortaya çıkaracak ve kendi ben’ine
çivileyecektir; böylece işkence her zaman kendinden kurtulamamanın sonucu
olarak var olur ve insan böylece kendi ben’inden kurtulma yanılsamasını
keşfeder. Ve bu kesinliğe neden şaşırmalıyız? Çünkü bu ben, varlığımız, Sonsuzluk’un
insana tanıdığı sonsuz yüce bir ayrıcalıktır ve aynı zamanda insan üzerindeki
inancıdır.
Sh:25-34
GÜNAHIN SÜRMESİ
Günahın sürekliliği,
yeni bir günahtır; veya daha kesin bir ifade kullanırsak ve daha ileride
geliştirileceği gibi günahın içinde kalmak, onu yenilemektir, günah işlemektir.
Başka her aktüel günahı yeni bir günah gibi gören günahkâra bu fikir belki de
abartılı gelecektir. Ama günahın saymanı olan sonsuzluk, günahta kalman durumu
yeni günahların borçlar hanesine kaydetmek zorundadır. Kitabının yalnızca iki
sütunu vardır ve “inançtan kaynaklanmayan her şey günahtır”; [Romalılara mektuplar,14.23] her günahtan
sonra pişmanlığın olmayışı yeni bir günahtır, hatta bu günahın pişmanlıktan
yoksun kaldığı anların her biri yeni bir günahtır. Ama içsel bilinçlerinin bir
sürekliliği koruduğu insanlar ne kadar azdır! Genelde bilinçleri, yalnızca
önemli kararlarda ortaya çıkan, ama güncele kapalı olan bir kesintiden
ibarettir; insan, biraz zihin olarak haftada ancak bir saat var oluyor... tabii
ki tinsel varoluşun oldukça hayvansal bir biçimi olarak. Bununla birlikte
sonsuzluğun özü sürekliliğidir ve insandan zihin olma bilinci olmasını ve
inanmasını ister. Aksine günahkâr, günahın o kadar etkisi altındadır ki tüm
yaşamının bir kaybediş olduğunu bile bilmemektedir. Sanki bir önceki an bu yola
daha önceki günahlarının tüm hızıyla koşmamış gibi yalnızca, ona aynı yol
üzerinde yeni bir atılım veren her yeni günaha değer verir. Günah onun için o
kadar doğal veya ikinci bir yapı haline gelmiştir ki hiçbir şeyi her günkü
gidişat kadar normal görmez ve her yeni günahtan yeni bir atılım elde etme
zamanında yalnızca kısa bir gerilemeye maruz kalır. Bu kaybedişte, kendini
Tanrı önünde gören müminin sürekliliği olan sonsuzluğun gerçek sürekliliği
yerine, kendi yaşamının... günahın sürekliliğini görmez.
“Günahın sürekliliği”?
Ama günah tam da süreksiz olan şey değil mi? İşte kendimizi yeniden günahın
yalnızca bir olumsuzluk olduğu, hiçbir buyruğun size hiçbir zaman çalman bir
mal üzerine haklar veremediği gibi bir iyelik de oluşturamadığı bir kuram
karşısında buluyoruz; bu kuram, günahın yalnızca bir olumsuzluk olduğu,
güçsüzlüğün tüm işkenceleri arasında, umutsuz bir meydan okuma içinde, hiçbir
zaman başarıya ulaşamamaya adanmış güçsüz bir ortaya çıkma denemesidir. Evet,
bu, felsefecilerin kuramıdır; ama Hıristiyan için günah (ve buna bir paradoks
olarak, kavranılamaz olarak inanılması istenir) kendiliğinden gelişen bir
durumdur, gitgide daha olumlu bir sürekliliktir.
Ve bu sürekliliğin
gelişim yasası, bir borcu veya bir olumsuzluğu yöneten yasa ile de aynı
değildir. Çünkü bir borç ödenmemekten dolayı ancak her defasında yeni bir
borcun eklenmesiyle artar. Günah ise içinde kalman her an artar. Günahkâr,
günahın artışını her yeni günaha bağlarken pek haklı değildir, aslında
dindarlar için günahın içinde kalınan durum onun arttırılmasıdır, yeni bir
günahtır. Günah işlemenin insana özgü olduğunu, ama bunda diretmenin şeytansı
olduğunu söyleyen bir özdeyiş bile vardır; bununla birlikte bunu biraz farklı
anlama gücü Hıristiyanlıktadır. Sadece süreksiz bir görüşe sahip olmak, sadece
yeni günahları not etmek, iki günah arasındaki zamanı atlamak, örneğin bir
trenin ancak lokomotifin soluklandığının duyulduğu anlarda ilerlediğine
inanmaktan daha az yüzeysel değildir. Buna rağmen gerçekten görmemiz gereken ne
bu soluklanma ne de onu izleyen atılım olmayıp lokomotifin ilerlediği ve bu
soluklanmaya neden olan bütünleşmiş hızdır. Günah için de durum aynıdır.
Günahın içinde olma durumu günahın temelidir, tikel günahlar günahın sürdürülmesi
olmayıp yalnızca günahı ortaya çıkarırlar; her yeni günah bizim için yalnızca
hızı daha duyarlı hale getirir.
Günahın sürekli içinde
olmak her ayrık günaha göre en kötüsüdür; bu, günahtır. Ve aslında bu anlamıyla
günahın sürekli içinde bulunmak günahı sürdürmektir, yeni bir günahtır. Genelde
günah böyle anlaşılmaz, aktüel bir günahın yeni bir günahı doğurduğu sanılır.
Ama bunun nedeni, günahın sürekli içinde olmanın yeni bir günah olmasıdır. Aynı
zamanda usta bir ruhbilimci olan Shakespeare, Macbeth’e şunu söyletir (111,2): “Kötü başlayan
şeyler hastalık yoluyla kendilerini güçlendirirler”. Yani günah bir
sonuç olarak kendi kendini doğurur ve kötülüğün bu içsel sürekliliğinde günah
güçlenir. Ama günahların yalnızca ayrı ayrı ele alınmasıyla bu düşünceye hiçbir
zaman ulaşılamaz.
İnsanların çoğu, sonucun
ne olacağından kuşku duymayacak kadar çok fazla bilinçsiz yaşamaktalar; zihnin
derin bağından yoksun yaşamları, ister çocukların sevimli saflıkları, ister
budalalık söz konusu olsun, karışık olayların, bir parça eylemin, rastlantının
bir dağınıklığından başka bir şey değildir; onları bazen iyilik yaparken, daha
sonra kötülük yaparken ve her şeye yeniden başlarken görürüz; umutsuzlukları
bazen bir öğleden sonrası kadar sürer veya üç haftaya kadar uzanır, ama bir kez
daha işte neşelenirler ve bir daha bütün gün umutsuzluğa kapılırlar. Onlar için
yaşam, içine girilen bir oyundan başka bir şey değildir; ama hiçbir zaman her
şeyi, her şey için tehlikeye atamazlar, hiçbir zaman yaşamı sonsuz ve içe dönük
bir sonuç olarak tasarımlayamazlar. Aynı zamanda aralarında olayları sadece
birbirinden ayrı olarak, şu veya bu iyi davranış, şu veya bu yanlış davranış
şeklinde tartışırlar.
Zihin tarafından
yönetilen her varlık, bu zihin bağımsız olduğunu ileri sürse de en azından bir
fikre dayanan aşkın bir kaynağın sonucu olarak içsel bir sonuca bağımlıdır. Ama
böyle bir yaşam içinde, insan olabilir sonuçların sonsuz bir fikriyle her sonuç
kopuşundan sonsuzca kaygı duyar; bu şekilde yaşamını götüren bu bütünlükten
koparılma tehlikesini taşımaz mı? En küçük tutarsızlık, devasa bir kayıptır
çünkü zinciri kaybeder; bu belki de anında zinciri koparmaktır, tüm güçleri tek
bir uyumlulukta birleştiren bu gizemli gücü yok etmektir, yayı gevşetmektir;
ben’in büyük işkencesinde belki de tüm içsel uyumun, tüm gerçek hızın, tüm
canlılığın kaybolmuş olacağı iç devrimde, bir güçler kaosunda her şeyi
mahvetmektir. Sonuca sağlam çarklarının işleyiş esnekliğini enerjisini borçlu
olan muhteşem mekanizma şimdi bozuldu; ve mekanizma ne kadar göz kamaştırıcı ve
görkemli ise düzensizliği o kadar kötüdür. Tüm yaşamı iyilik zincirine dayanan
mümin, en küçük günahtan bile sonsuz korku duyar; çünkü o, sonsuzca kaybetme
tehlikesi içindedir; buna karşın çocuksuluktan çıkamayan doğal insanların
kaybedecekleri bir bütünlük yoktur, onlar için kazançlar ve kayıplar her zaman
parçasaldır, tikeldir.
Ama müminden daha az
olmamak üzere, şeytani kişi günahın iç zincirine bağlanır. Bir gün içmeden
durursa oluşabilecek sonuçlardan, yıkıntıdan, aralıksız kaygı duyarak sarhoşluğunu
her gün sürdüren bir sarhoş gibidir. Diğer taraftan iyi insana günahı çekici
bir biçimde anlatarak onu ayartmaya çalışırsanız yalvaran yanıtı şöyle
olacaktır: “Beni günaha sokmayınız!” Aynı şekilde şeytani insan kuşkusuz size
aynı kaygının örneklerini sunacaktır. iyi insanın karşısında, konusunda ondan
daha güçlü olarak, şeytani insan, mutluluğu içinde iyiliği betimleyecektir ve
ondan yardım isteme, gözyaşları içinde ona yalvarma, onunla konuşmamasını
sağlama gücünü taşır. Çünkü onun da kaybedecek bir bütünlüğü olmasını sağlayan,
içsel sürekliliğidir ve kötülüğün içindeki sürekliliğidir. Amacı dışına bir
saniyelik sapma, bir düzen sakınımsızlığı, tek bir dalgın bakış, bütünün veya
hatta bir parçanın bir an için bile olsa başka bir görünüşü; ve bu; söylediği
gibi artık hiçbir zaman kendi olmama tehlikesidir. Umutsuzluk içinde iyiliği
reddettiği ve ne yaparsa yapsın artık yardım beklemediği doğrudur; ama bu
iyilik hâlâ onu huzursuz edebilir mi? Sonucun tam bir coşkusunu bulmasına her
zaman engel olunmalı mı, kısaca onu güçsüzleştirmek mi gerekir? Yalnızca
günahın sürekliliği içinde kendisidir, günahta yaşar ve yaşadığını hisseder.
Günahın sürekli içinde bulunmak onu, düşüşünün tam dibinde, sonucun şeytani
takviyesiyle hâlâ güçlendirmek değil de nedir? Ona yardım eden (evet, korkunç
saçmalık!) yeni, ayrık günah değildir; yeni, ayrık günah yalnızca günahtaki
sürekliliği ifade eder ve bu, öz olarak günahtır.
O halde günahın sürmesi,
günahın sürekli durumuna göre ayrık olarak yeni günahları daha az göz önüne alır,
bu da hâlâ günahın kendi kendine artmasıdır, günah durumu içinde bilinçli bir
kalıştır. O halde, günahın yoğunlaşma yasası burada olduğu gibi her yerde, her
zaman daha fazla bir bilince doğru giden içsel bir devinimi işaret eder.
Sh:122-126
GÜNAHKÂRLIĞINDAN UMUTSUZLUĞA DÜŞMENİN GÜNAHI
Günah umutsuzluktur ve günahın yoğunluğunu
arttıran şey günahından umutsuzluğa düşmenin günahıdır. Yoğunluk
artışından anlaşılan şeyin burada olduğu kolaylıkla görülmektedir; yüz
riksdallık bir hırsızlıktan soma gerçekleştirilen bin riksdallık [Eskiden Kuzey
Avrupa'da kullanılan gümüş para] bir
hırsızlık gibi, burada başka bir günah söz konusu değildir; günahın sürekli
durumu günahtır ve bu günah yeni bilinci içinde yoğunlaşır.
Günahından umutsuzluğa
düşmek, günahın kendi sonucu içine kapandığını veya oraya tutunmak istediğini
ifade eder. İyilikle olan ilişkisini tamamen reddeder, bazen başka bir ses
duyma zayıflığından korkar. Hayır, yalnızca kendini dinlemeye, yalnızca
kendisiyle ilgilenmeye, kendi ben’i içine kapanmaya, kendini fazladan bir
bölmenin içine kapamaya ve nihayet iyiliğin her sürprizine veya izlenmesine
karşı umutsuzluk aracılığıyla günahından emin olmaya karar vermiştir.
Arkasındaki tüm köprüleri attığının ve böylece iyiliğin ondan uzak olması gibi,
kendisinin de iyilikten uzak olduğunun bilincindedir; öyle ki bir zayıflık
anında istese de iyiliğe geri dönmesi onun için olanaksızdır. Günah işlemek,
iyilikten kopmaktır; ama günahtan umutsuzluğa düşmek, ikinci bir kopuştur ve
günahtan, bir meyveden olduğu gibi son şeytani güçleri çıkarır; bu durumda,
kendi sonucu içinde ele alman cehennemin bu sertleşmesi veya katılaşması
içinde, sadece pişmanlık ve bağışlama adını alan her şeyi faydasız ve verimsiz
olarak ele almaya değil, aynı zamanda onlarda bir tehlikeyi görmeye mecbur
kalınmaktadır. Bu tehlikeye karşı, iyi insanın günah eğilimine karşı yaptığı
gibi silahlanılmaktadır. Bu anlamda Faust’taki Mefisto, umutsuzluğa düşen bir şeytandan daha
kötü felaket yoktur derken haklıdır; çünkü buradaki umutsuzluk, kulağını
pişmanlığa ve bağışlamaya veren bir zayıflıktan başka bir şey değildir.
Umutsuzluğa düşüldüğü
zaman, günahın ulaştığı güç yoğunluğunu belirlemek için, ilk derecede iyilikle
olan bağın koparıldığı ve ikinci derecede pişmanlıkla olan bağın koparıldığı
söylenebilir.
Günahtan umutsuzluğa
düşmek, gitgide daha çok düşerek tutunmaya çalışmaktır; baloncunun safra atarak
yükselmesi gibi tüm iyiliği atmaya can atan umutsuz kişi (safra atılmadığı
zaman yükselen şeyin safra olduğunu anlamadan) yükseldiğini zannederken düşer
ve aynı zamanda gitgide hafiflediği de doğrudur. Kendi kendine olan günah,
umutsuzluğun savaşımıdır; ama güçler tükendiğinde, başka bir güç yükselmesi,
kendi üzerinde yeni bir şeytani sıkılaştırma gereklidir; ve bu, günahın
umutsuzluğudur. Tabii ki bizi günahın içine batıran, şeytansallığın gelişimi ve
ilerleyişidir. Zarların sonsuzluk için atıldığını ve her pişmanlık ve bağışlama
önerisine kulakların kapatılacağı söylenmekle günaha bir içerik, bir yarar
sağlanmaya, ondan bir güç oluşturulmaya çalışılmaktadır. Bununla birlikte
günahın umutsuzluğu, yaşamak için hiçbir nedeninin kalmadığını ve ben fikrinin
bile onun için bir hiç olduğunu bildiğinden kendi yoklu-ğunun oyununa
gelmemektedir. Bu, Macbeth’in kralı öldürdükten sonra ve günahından umutsuzluğa
düşmüş durumda büyük bir psikolog derinliğiyle söylediği şeylerdir (II, I):
“Ölümlülükte
hiçbir şey önemli değildir:
Her şey yalnızca süs eşyasıdır, artık ün ve lütuf yok olmuştur.”
Bu dizelerin ustalığı,
son sözcüklerin (ün ve lütuf) ikili etkisinde yatmaktadır. Günahla yani
günahtan umutsuzluğa düşerek aynı zamanda lütuftan ve... kendinden sonsuz bir
uzaklığa gitmiştir. Ben’i, tüm bencilliği tutku halinde doruk noktasına
ulaşmaktadır. İşte kral olmuştur ve buna rağmen, günahtan ve pişmanlık gerçeğinden
yani lütuftan umutsuzluğa düşerek ben’ini de kaybetmiştir; kendiliğinden
ben’ini koruyamadığı için lütfü kavramaktan ve tutku içinde ben’inden zevk
almaktan çok uzaktadır.
Yaşamda (eğer gerçekten
orada günahın umutsuzluğuna rastlanmıyorsa; her şeye rağmen insanların bu
şekilde adlandırdıkları bir durum vardır) genelde, yaşam hakkında yanlış bir
görüşe sahip olunur; çünkü dünya bize sadece şaşkınlık, hafiflik, saf aptallık
sunduğu için biraz daha derin olan her oluşum bizi coşturur ve önünde şapkamızı
çıkarttırır. İster kendi ve işaret ettiği şey hakkındaki bilgisizlikten olsun,
ister ikiyüzlülükle cilalanmış olsun, ister kurnazlık ve yanıltıcı alışkanlık
sayesinde olsun günahın umutsuzluğu, iyi olmanın parlaklığını vermekten
çekinmez. Bu durumda, doğal olarak burada günahını çok içten bir şey gibi ele
alan derin bir yapının işaretini görmek isteriz. Örneğin bir insan bir günaha
yönelmiş, sonra uzun süre kötülük eğilimine direnmiş ve sonunda onu
yenmiştir... Şimdi günaha teslim olursa, onu içine alan boğuculuk her zaman
günah işlemenin üzüntüsü değildir. Çok farklı bir şeyden kaynaklanabilir,
Tanrı’nın takdirine karşı bir kızgınlık da olabilir, sanki bu takdir onun
düşmesine neden olmuştur, onu bu kadar acımasız değerlendirmemelidir, çünkü çok
uzun süre iyi biriydi. Ama, kapalı gözlerle bu üzüntüyü kabul etmek, tüm
tutkuyla ikilemi çiğneyip geçmek gevşekçe akıl yürütmek değil midir? Bu ikilem,
bazen tutkulu insanın delirme noktasına kadar söylediğini zannettiği şeyin daha
sonra tersini söylediğini fark edebilmesine yol açan yazgının ifadesidir! Bu
insan belki de, kendisini umutsuzluğa kaptıran düşüşünün işkencesiyle, gitgide
daha güçlü sözcüklerle size karşı gelecektir. “Kendimi hiçbir zaman affetmeyeceğim” der. Tüm bunlar, içinde
bulunan tüm iyiliği, yapısının tüm güzel niteliğini size göstermek içindir.
Oysa bu yalnızca bir aldatmacadır. Betimlememde, böyle bir durumda genelde
duyulan sözcüklerden biri olan “hiçbir zaman kendimi affetmeyeceğim”i bilerek
kullandım. Bu sözcük, aslında sizi hemen ben diyalektiği içinde dengeye
getirir. Hiçbir zaman kendini affetmeyecek... ama Tanrı bunu yapmak isterse
hâlâ kendisini affetmeme kötülüğünü, kendine yapar mı? Gerçekte günahtan
kaynaklanan umutsuzluğu - özellikle, bu şekilde günah işlemiş olmaktan dolayı
“kendini hiçbir zaman affetmeyeceğini” söylediği zaman (Tann’ya kendini
affetmesi için yalvaran alçakgönüllü pişmanlığın hemen hemen zıddı olan
sözler), kendini ele vererek aşırı öfkeli ifadeler kullandığı zaman (üzerinde
en ufak biçimde düşünmeden)-, bu umutsuzluğu, iyiliği o kadar az belirtir ki
aksine, yoğunluğu, içine dalınmış olmaktan kaynaklanan günahı daha yoğun
biçimde belirtir. Aslında kötülük eğilimine karşı iyi durduğu zamandadır ki
kendisi hakkında gerçekte olduğundan daha iyi olduğu değerlendirmesini yapar;
kendinden gurur duyar hale gelmiştir ve gururu şimdi geçmişin tamamen bitmiş
olmasıyla ilgilidir. Ama yeniden düşüşü bu geçmişe birdenbire tüm güncelliğini
verir. Gururu için dayanılmaz olan anımsatma; bu nedenle oluşan derin üzüntü,
vs. Tabii ki bu, bu kadar uzun süre kötülük eğilimine karşı çıkmasına yardım
ettiği için Tann’ya teşekkür etmek, Tanrı’ya ve kendine karşı bu yardımın hak
ettiğinden fazlası olduğunu itiraf etmek ve daha önce içinde bulunduğu durumun
anısı ile küçülmek yerine ben aşkının ve gururun gizlenmesinden başka bir şey
olmayan Tanrı’ya sırtını dönen üzüntüdür.
Her yerde olduğu gibi
burada da eğitici eski metinler derinlikle, deneyimle, bilgiyle doludur. Bu
metinler, Tanrı’nın bazen müminleri alçakgönüllü yapmak ve iyilik içinde güçlendirmek
için onların yanlış bir adım atmalarına ve bazı kötülük eğilimlerine
kapılmalarına izin verdiğini öğretmektedir; düşüşünün ve iyilik içindeki
gelişimlerin belki de çok önemli olan zıtlığı o kadar çok alçalma ile doludur
ki! Ve kendine özdeş olduğunu saptamak o kadar büyük bir acıdır ki! insan ne kadar
yükselirse, günah işlediği zaman o kadar acı çeker; ve virajı alamamakta o
kadar çok tehlike vardır; en ufak dikkatsizliğin bile tehlikesi vardır. Belki de acıdan en koyu üzüntünün içine
batacaktır ve bir şaşkın, sanki bu bir iyilikmiş gibi ahlâksal derinliğine,
iyiliğin kendi üzerindeki tüm gücüne hayran olmaya hazır olacaktır. Ve zavallı
karısı! Günahın bu kadar acı verdiği ve Tanrı’dan çekinen, ciddi, böyle bir
kocanın yanında kendini küçülmüş hissedecektir! Belki de “hiçbir zaman kendimi
affetmeyeceğim” (sanki daha önceki günahlarından dolayı kendini affetmiş gibi:
Tam bir küfür) demek yerine belki de aldatıcı önermelere tutunmakta, belki de
yalnızca Tanrı’nın onu hiçbir zaman affedemeyeceğini söylemektedir. Yazık!
Burada bile hâlâ yalnızca kendini aldatıyor. Acısı, kaygısı, umutsuzluğu? Yalın
bencillik (günah dehşetinin bazen bir kişiyi korku yoluyla günaha sokması gibi;
çünkü bu dehşet, günahsız olmak, kendinden gurur duymak isteyen ben sevgisidir)...
ve avunma onun en küçük gereksinimidir ve bu nedenle, ruh yöneticilerinin
yönettiği devasa dozlar, kötülüğü daha çok kötüleştirmekten başka bir işe
yaramaz.
Sh:127-131
Kaynak: Sören Kierkegaard,
Ölümcül Hastalık Umutsuzluk, Kitabın özgün adı Sygdommen til Döden,
Fransızcadan çeviren Mehmet Mukadder Yakupoğlu, Çeviride kullanılan metin
Traité du désespoir Gallimard, 1973 Çevirenler: Knud Ferlov-Jean J. Gateau
AYRINTI YAYINLARI, Birinci basım, Şubat 1997, İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar
Yorum Gönder