Print Friendly and PDF

ÜVEYSÎ VELÎ HAK ÂŞIĞI LÂDİKLİ HACI AHMED AĞA ( kuddise sırruhu'l-azîz) HAZRETLERİNİN HAYATI





Hzl: Osman KARABULUT
Resûlu Ekrem (salla’llâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz devrinden, zamanımıza kadar geçen bütün Allah Teâlâ dostları Velîlerin, kütüphâneler dolusu kitaplarda hayat menkîbeleri yazılmış ve bundan sonra da yazılacaktır.
Mâlumdur ki Cenâbı Hak Nübüvvet delîlini Kıyâmet'e kadar bâkî eylemiş, Evliyâ'yı, o delîlin izhârına sebep kılmıştır. Tâ ki Hazret’i Peygamber (salla’llâhu aleyhi ve sellem) Efendimizin delillerinin doğru ve âyetlerin gerçek olduğu anlaşılsın diye.
İşte o Allah Teâlâ dostları; İnsanları Hakka dâvet eden, doğru yolu göstererek saâdet ve selâmete kavuşturan, her birerleri güneş gibi nurları ile cihan köşkünü aydınlatan Sultanlardır. Onlar Hakikat yolunun eşsiz rehberleri, zaman ve mekânın incileri, ölü gönüllere hayat bahşeden hâzık tabipleri, Hak Dergâhı’nın kıymetli bekçileri, Sırât-ı müstakîm üzerinde sefer eden gerçek Tasavvuf kervânına katılıp, hidâyet ve saâdete ererek Allah Teâlâ'a vuslat eden Hak Erleri'dir.
İşte bu Erler'den birisi de, her türlü fezâil ve kemâlâtı üzerinde toplayan, Allah Teâlâ Teâlâ ve Peygamber aşkı ile yanıp kaynayan. Ümmî velâkin; Mânevî ilim, irfan, mârifet ehli, takvâ ve verâ sahibi, eşsiz kerâmetlerin kahramanı, ulu Erlerden, Allah Teâlâ Dostlarından,Velîler sarayının Sultanlarından biri de: Lâdikli Hacı Ahmed Elma Ağa 'dır.
Kendisi Ricâli Gayb ( Halleri göze görülmeyen Allah Teâlâ Erleri) denilen ve Yediler'den ve Yedilerin de Reisi, ceseden Tayy-i Mekân olan Mübârek bir Allah Teâlâ Dostu idi.
Kendisini yetiştiren mânevî hocası ise; Hızır Aleyhisselâm idi.
Fakîr, Hocası ile birkaç defa görüşmüştüm.Yediler'e Tasavvuf dilinde; " Ümenâ, Ahyâr.." denilir. Kendisinin Yediler'den olduğunu, yine kendisinden duymuştum. 
Hacı Ahmed Ağa ( kuddise sırruhu'l-âlî ) Hazretleri ile âcizâne uzun seneler görüşmüş, sık sık ziyâretlerine gitmiş, mübârek sohbetlerine katılmıştım. Bu esnâlarda kendisinden bizzat duyduğum, gözümle gördüğüm ve îtimat ettiğim bazı kardeşlerimden işittiğim hârikulâde hâl ve kerâmetlerini not etmiştim. Bunların kapalı kalmasına gönlüm razı olmadığı için, gerek eski ve gerekse yeni ve gerekse gelecek kardeşlerimin;
" Sizler Sâlihler'i hatırlayın kî, Allah Teâlâ’nın rahmeti üzerinize olsun..! "
Hadîsi şerîf'i gereğince, mânevî âlemden ve Hacı Baba'nın Rûhâniyetinden istifâde etmeleri için, bu eseri bir hizmet gâyesi ile yazdım.
Tevfikve hidâyet, Allah Teâlâ'tan dır..!
1/Kasım/1993
Osman Karabulut
Kudret'i Külliyesi ile âlemleri yoktan var eden, yarattığı mahlûkat içerisinde, İnsan nev'ini en şerefli ve Mükerrem, İlâhî Halîfesi olarak yaratıp akıl cevheri ile bezeyen, bu insan topluluğu içerisinden müstesnâ yaratıp seçtiği; âlim, ârif, âşık, sâdık, âbid ve zâhid kulları ile arzı süsleyen, esrarı ilâhiyesi ile kalblerini dolduran, yine onlar vasıtası ile Hak tâliplerine, Allah Teâlâ âşıklarına kendisine vuslat yolunu gösteren Allah Teâlâ-u Zülcelâl hazretlerine, hadsiz pâyansız hamd ve şükürler ederim.
Sonsuz Salât-ü Selâm; Ol Habîb-i Lebîb ve kalblere tabîb olan, âlemlere rahmet ve hidâyet güneşi, bütün hakîkatlerin çekirdeği ve esâsı, varlığın kalbi ve ruhu, yaratılmışların ve bütün sevgi ve sevilmişlerin başı evveli, Risâletin hâtimesi, ilim ve Vahdet'in muallimi evveli, Enbiyâ kafilesinin Seyyidi ve Serdarı. Ariflerin, âşıkların ve sâdıkların rehberi, Allah Teâlâ’nın Müntehâb Resulü, yegâne Habîbi olan Peygamberimiz Muhammed Mustafa (salla’llâhu aleyhi ve sellem) üzerine olsun..!
O' nun sünnetlerini, adım adım takip edip izinde giden, llâ-yı Kelimetullah uğrunda canlarını feda ederek, Şeriat'ı Ahmediyye'yi bizlere ulaştıran ve her birerleri, hidâyet yıldızları bulunan; Âl ve Ashâbına da, Salât-ü Selâm olsun..!
Onların izlerini takip eden,vârisi Enbiyâ olan, Şerîat-ı Ahmediyye ile amil olup, nurları ile âlemi aydınlatan ; Arifler, âbidler, âşıklar, sâdıklar, zâhidler ve âlimler üzerinede olsun..!
Bilgi ve hikmet'in kaynağı, ulu Yaratıcının hazînesinin anahtarı ; Besmeie-i Şerîf’e dir.
Düşüncenin başı, sözün sonu Allah Teâlâ’nın Adıdır, söze ;
Rahîm Ve Rahman Olan Allah Teâlâ’nın Adı İle Başlarım...
Konya'nın bereketli toprağında yetişen Velîler sarayının Sultanlarından. Ümmî velâkin; mânevî ilim, irfan, mârifet ehli. Aşk ve muhabbet deryâsında kaynayan, takva, verâ sahibi, eşsiz kerametlerin kahramanı, ulu erlerden, Allah Teâlâ Dostlarından biri idi.
Konya'nın Sarayönü kazasına bağlı, şirin Lâdik kasabasında doğmuş. Tertemiz burada büyümüş, yetişmiştir. Babasının adı Mehmed, annesinin adı Emine olup 1304 tevellüdü ile dünya'ya teşrif etmişti.
1897 Seferberliğinde iki ağabeyi ile birlikte cepheye gitti. Babası üç evlâdını da; "-Ölmek var, dönmek yok. Bana gazî veya şehid babası olma şerefini çok görmeyiniz. Biz sizleri bu günler için büyüttük. Vatan, Millet, Din, iman, Kur'an ve İslâm sîzlerden bugün, yolunda kanlar ve canlar feda etmeyi beklemektedir. Hakk'ın Rızası, Peygamberimizin hoşnutluğu için, bu uğurda erlik zamânıdır. Yolunuz açık bileğiniz kavi olsun.." Duâları ve tenbihâtı ile onların alınlarından öperek, yolcu etmiştir.
İlk korkunç mücâdele; Pınar, Losfaki, Çatalca, Vokestin, Dökme meydan muharebelerine katılarak, kahramanca çarpıştılar.
Daha sonra; Makedonya'da, Yunanistan, Arnavutluk ve Bulgaristan'da çeşitli cephelere katılan Ahmed Ağa, cepheden cepheye koşan Mehmetçik'lerin arasında idi. Aç, susuz, cephanesiz kaldıkları halde ümidsizliğe düşmeden, iman ve inançlarının verdiği kuvvetle sebat edip çalıştılar.
Balkan harbinde, Çanakkale harbinde bulunmuşlar. Ağabeylerinden biri Çanakkale'de, diğeri de Kırkgaziler'de şehîd olmuşlardır. Ahmed Ağa'mız da ikinci defa burada yaralılar arasındadır.
Savaşlar dizisinde; Hicaz Cephesi bölgesinde, azgın İslâm düşmanlarına karşı savunma görevi için kavurucu Arabistan çöllerinde savaşan Mehmetçiklerden biride Ahmed Ağa'dır. Kanal Harekâtında üçüncü defâ yaralanışı göğsüne şeref madalyası oldu.
Hacı Ahmed Ağa, bir ziyâretimde o günleri şöyle anlatmıştı:
"-Şimdiki Yahûdî'lerin yerleştiği Gazze şehri civarında, İngilizlerle harb ederken mensup olduğum birlik İngilizler'ce pusuya düşürülmüş, birliğin tamamı makinalı tüfeklerle taranıp, bir kısmı öldürülmüş, bir kısmıda yaralanmışlardı.
Bende vurularak çöle düştüm. Yanımdaki arkadaşlarda, peş peşe vurularak üzerime düşüp, can vererek şehîd oldular. Bunların arasında sıcaktan kavrulan kumlar üzerinde, son derece susuzluktan yanıyor, bir taraftanda yaralarım sızlıyordu. Artık Mevlâ'ma yönelmiş, O 'na kavuşma ânını bekliyordum.
Bulunduğumuz mevkî; Esas birliğimize üç günlük yol, bu arada hiç bir canlı yok. Yardım ve kurtuluş ümîdi kalmamıştı.
Tam bu sıralarda; Nihâyetsiz kerem sâhibinin Kudret ve Vefâ eli bize yetişti..." Hacı Ahmed Ağa, bu hâli şöyle tasvir eder.;
Susuz püryân giderken çöle
Düşmüşüm kalmışım hayırlı ele
Kalbim Mevlâ ile olursa bile
Nice ol çöllerde kalmaz Hüdâi
Düşmüşüm çöllere pek yakın
Tûr'a Ciğer püryân oldu sızlıyor yara
Ol Mevlâ'mın Nuru düşmüştür bura
Mevlâ'sı darda koyar mı Hüdâ'î
Hûda'dan başka çölde kimse yoktur
Ol Mevlâm olursa derdime
Dokdur Hakîkattan başka bir kapı yoktur
Hak’tan ayrılır mı aslâ Hüdâ'î
Kapında bekleyen ol âciz benim
Kullara çok lutf-u ihsânın senin
Hakîkattan gelir ilhâmım benim
Mevlâ'dan ayrılmaz aslâ Hüdâ'î
Kanalı geçmeye kurdular düzen
Orada duymuşum semada Ezan
Ol beni kurtaran dünya'da gezen
Mevlâ'dan ayrılmaz aslâ Hüdâ'î
Bir nazar eyledim Tığ ile Tûr’a
Ömründe kuş dahî uçmamış bura
Hakka yaklaştırdı seni bu yara
Yansa da Hak'tan ayrılmaz Hüdâ'î
Kumlan boyanmış Şehidler kanı
Veren alır imiş bu tatlı canı
Nelerden kurtarır Mevlâ insanı
Nîce ol çöllerde kalmaz Hüdâ’î
Kimse bilmez bu Ahmed'in aşkını
Verseler istemem cihan köşkünü
Mâşuk'u ararım burdan geçti mi
Mevlâsına yakın oldu Hüdâ'î

Tam çaresizlik içerisinde, sıcak kumlar üzerinde susuzluktan kavrulan bedenim al kanlar içinde mecâlsiz, yaralarım sızlarken, Güneş'in vurduğu yönden bir beyaz atlı belirdi, bize doğru geliyordu. Düşman zannı ile korkumdan kendimi ölüler arasında, ölmüş gibi göstererek yere yatmıştım.
Atlı bize yaklaştı ve bana..:
-Esselâmü aleyküm..! Ahmed ne oldu yaralandın mı, kalk bakalım..!
Diyerek , ismimi söyleyince korkum kalmadı, başımı kaldırdım baktım..
-Kalkmaya mecâlim yok., dedim.
Attan inip yanıma geldi, beni sıkıştıran Şehîd arkadaşlarımı üzerimden birer birer çekti. Susuzluktan yanıyordum.
-Sana su vereyim mi..? deyip, su dolu bir matara verdi.
Susuzluktan yanan bağrıma, o Vefâ elinin verdiği; hayat ve aşk bahşeden şifâ suyunu içtim... kana kana..!
Mübârek Zat; Ellerini sızılayan yaralı yerlerim üzerinde gezdirirken, sızılarım duruyor tâze hayat buluyordum. İşte o su, beni başka bir âleme götürdü.
Bana ne oldu ise; Rahman’ın Vefâ elinden içtiğim o hayat ve aşk bahşeden sudan sonra oldu.!
Sonra beni kaldırıp atının terkisine aldı. En yakın, üç günlük yoldaki genel karargâha götürdü. Bu yolu ne zaman, nasıl geldiğimizi bilemedim. Karargâhın yakınına atının terkisinden beni indirdi. Bir değneğe kırmızı bir bez bağlayıp askerlere salladı. Ayrılacağımız zaman, beni getiren bu Zât’a..:
-Efendim, sizi bir daha görecekmiyim.? dedim.
Mübârek Zat bana..:
-Ahmed Ağa; Eğersen Hak rızası için yaşarsan her zaman seninle beraberiz. Yok öyle yaşamazsan, bu son görüşmemiz., dedi ve ilâve etti..:
-Askerler gelip seni alınca, sana inanmazlar. Onlara, beni nöbetçi subayına götürün, dersin.
Hâdiseyi nöbetçi subayına anlat, benim de selâmımı söyle..! dedi ve kayboldu.
Askerler bir sedye ile gelip beni aldılar. Beni götürürken, Parola soruyorlardı, cevap veremiyordum. Birliğimi söyledim, bana inanmadılar..:
-O birlik vurulup yok edilmiş. Hem sen kurtuldu isen, senin söylediğin yol buraya üç günlük yol, nasıl geldin ? Sen yalan söylüyorsun ! dediler.
Ben de..:
-Siz beni nöbetçi subayına götürün., dedim. Askerler beni nöbetçi subayına götürdüler.
Nöbetçi subayı, ehli hâl, âşık bir kimse imiş. Ben nöbetçi subayına; Birliğimizin başına gelenleri, yaralanıp düştüğümü, beni kurtaran Adam'ın gelişini ve durumunu anlatırken subay heyecanlanıyordu, kendisine..:
-Beni kurtaran kimsenin size selâmı var..! deyince..
Subay hemen altındaki sandalyeyi bana verdi, bana hürmet etmeye başladı ve..:
-Nasıl oldu, bir daha anlat..!
Diyerek üç kere tekrar ettirdi. Her tekrar edişte heyecanı artıyordu. Hemen beni tedâviye alıp yaralarımı sardılar. Yaramı saran doktor işin farkına varmış, bana inanmayanlara:
-Sizin burnunuz koku almıyor mu ? Şimdiye kadar hiç bir askerde bu kokuyu duydunuz mu ? Şu hastanın kokusuna bakın, Mis gibi kokuyor., dedi.
Ben hastahânede bulunduğum müddet içerisinde, Hocam bir iki defa daha geldi ve bana :
-Ahmed, terhis olup memleketine gittiğin zaman, ben yine gelip seni bulacağım, merak etme., dedi, gitti.
Elhamdülillâh, iyileşip taburcu oldum. Çok sürmedi bizi terhis ettiler, artık memleketim olan Lâdiğe gelmiştim.
İşte Hocam'ın beni çölde yaralı iken gelerek kurtardığı sırada verip içirdiği, bana hayat bahşeden o sudan sonra bende bir aşk başladı. Aşk ateşi günden güne sînemi yakmaya ve beni dağlara, ıssız yerlere sürüklemeye başladı. Evde duramaz oldum, bu derdimi de kimseye açamıyordum.
Yine bir gün sıkıntımdan, üzüntü ve kederimden ne yaptığımı, ne yapacağımı bilemez bir halde iken, aşk'ın galebesi ile dağlara çıkıp gittim.
Bir kış günü idi, her taraf kar kaplı. Bir de baktım ki, onbir tane canavar (kurt) arkama düştüler. Durumlarından aç oldukları belli idi, korkup olduğum yere durdum, onlar da durdular.
-Yâ Rab.! Sen muhafaza eyle..! Diyerek, Rabbım'a niyâz ettim.
Hayvanlar ağızlarını havaya kaldırıp, hep birden öyle bir uludular ki; Vücûdumun bütün kılları, âdetâ elbisemden dışarı çıkmıştı. Tam o sırada, semadan kurtların üzerine bembeyaz, koyun kuyruğu şeklinde bir şey indi. Hemen kapışıp yediler ve bırakıp gittiler.
Onlar gittikten sonra, o şeyin düştüğü yere varıp;
Acaba bir parça kalmış mı ? diye bakarken, ufacık bir parça buldum. Hakîkaten kuyruk şeklinde beyaz ve yumuşak birşeydi. Bu parçayı alıp yedim, günlerce açlık hissetmedim..!
işte böyle günler aylar geçiyor, hep gözlerim yolları gözlüyor, O 'nu bekliyordum, çünkü..:
-Geleceğim..! demişti.
Gönlümdeki yangın arttıkça, lisânım gönlümün feryadını kelimelerle dışarıya döküyordu...
BEKLER BU AHMED
Böyle mi tenbih etti evrâdı veren
Hak'tan ayrılır mı hakîkat gören
Aşkın dolu'sunu eliyle veren
Çıkmış yollarına bekler bu Ahmed
Bilmem ki gücendin gelmedin bana
Bu aşkın yangını başlıca sana
Meşgul mü oldun daldın da cihâna
Çıkmış yollarına bekler bu Ahmed
Beklerim yolları hâlâ gelmedin
Bu yangınlık neden oldu bilmedim
Tebessümden başka fazla gülmedim
Çıkmış yollarına bekler bu Ahmed
Ölüpte bilirim türâb olmadın
Cihânı gezdin bir ücret almadın
Şimdiye kadar sen hiç geç kalmadın
Çıkmış yollarına bekler bu Ahmed
Yoksa çağırırım deryâyı llyasa
Yoksa çıkar gelir Mûsâ'yı âsa
Feryâdımı duyar Muhammed, İsâ
Çıkmış yollarına bekler bu Ahmed
Bir âh eylesem ben bulurum seni
Mevlâm yarattı bu sevgili teni
Türâba girsem de boşlamam seni
Çıkmış yollarına bekler bu Ahmed
Kimse bilmez bu Ahmed'in aşkını
Verseler istemem cihan köşkünü
Mâşuk'u ararım buradan geçti mi
Çıkmış yollarına bekler bu Ahmed
Tam on iki sene geçmişti aradan. Nihâyet bir gün Elhamdülillâh, Hocam teşrif edip göründüler, artık dünyalar benim oldu.
İşte o günden sonra, hemen hemen her gün uğrar, lüzum eden ders ve mâlûmatı verirdi. Zaman geldi artık beni alır, kendisi ile beraber mânevî toplantılara götürürdü. Kendisinin gelmediği zaman, mânevî telefonla haberleşir, emredilen yere saatinden önce varırdım. Daima böyle verilen saatten önce vardığım için de, Üstadım beni çok sever memnun olurdu."
Evet Mübârek Sultan, Allah Teâlâ Dostu böyle idi. Vazifeye gidişleri, ruhen değil, ceseden idi.
Bir gün, Zıvarık'lı Hacı Ahmed ağa ile, Lâdiğe Hacı Baha'nın ziyâretine gitmiştik. O zaman evi, Lâdik'teki tepenin üzerinde idi, evinin karşısında da odası vardı. Odaya misafir olduk, yatsı namazına kadar beraber kaldık, namazı kılınca bizden müsaade alıp gitti. Odanın pencereleri, evinin sokak kapısına karşı idi. Biz Zıvarık'lı Ahmed Ağa ile, vazifeye nasıl gidiyorlar görelim diye pencereden bakıyorduk.
Ben zannediyordum ki; Evinin sokak kapısını açıp gidecekler. Öyle olmadı, evinin avlusundan kapıyı açmadan, füze şeklinde, arkadaşı ile beraber semaya doğru öyle bir yükseldiler ki, bir anda kayboldular. ikisi de göz kamaştırıcı nur içerisinde yükselip gittiler. Sabah namazına kendisi yalnız geldi.
Uzuna yakın orta boylu, buğday benizli, naif bedenli, normal kır sakallı, çukurca gözlü, hilâl kaşlı. Nurânî sîmâsında halvet ve melâhat'ın güzelliği görülürdü.
Gayet cömerd, vakar, temkin ve îtidâl ehli idi. Sükûtu ihtiyâr eder, ihtiyaç halinde konuşurlar.
Ümmî olmasına rağmen, Hocası Hızır Aleyhisselâm olduğu için, ondan mânevî ilimler almış olup, İlmi Hikmet'te yektâ idi.
Kendisini Hakk'ın Rızâsına, halkın hizmetine adamış, her zaman ve her yönde halkımıza önder, rehber, tesellî ve ümid kaynağı idi. Kendisinden bir şey sorulduğu veya bir kişinin müşkil bir işi olduğu , zaman;
-Durun Gardaşım, şimdi cevabınızı getiririm., der, gider Hocası Hızır Aleyhisselâm’dan sorar, cevâbını alır getirirdi. Kimseyi kırmaz boş çevirmezdi.
Bazı kimseler kendisine gelip:
-Hacı Baba, mânevî yolda bize Rehber olsan, bize mânevî âlem için ders versen olmaz mı..? diyenlere tebessüm ederek:
-Ben bu işin ehli, selâhiyetlisi değilim. Sizler Hacı Sami ( kuddise sırruhu'l-azîz.) Hazretlerine gidin, işin ehli ve selâhiyetlisi O 'dur., derdi.
Bir ziyâretimde Hacı Ahmed Ağa kendisi anlatmıştı ;
" Tahminen 1945 lerde Ruslar, Kuzey Doğu tarafına asker yığmışlar, gece ânîden hücuma geçeceklermiş. Bizim Hükûmet'in haberi yok. Manevî haber aldık, Cenâbı Hak'tan izin çıktı. İki arkadaş Rus Kumandanlarını öldürmek için görevlendirildik.
Bulundukları yere vardık, çadırın önünde nöbetçi olduğu halde içeriye girdik. Kumandanlarından birini ben, diğerini arkadaşım vurup öldürdük. Kafaları kopan kâfirlerin gövdeleri çırpınınca, nöbetçi farkına varıp "Türkler baskın yapmış..!" zannıyla, büyük bir korku içinde düdük düdüğe panik yaratmasıyla, Rus askeri şaşkın, kaçan kaçana..
Rusların böyle panik içinde kaçışmalarından bizim askeriyenin haberi olmuş, hemen mevzilere girerek hücum emrini beklerken.. Rusların çekilmekte olduğu anlaşılınca, orduya yerlerine gitmesi emri verilmişti."
Bu hadiseyi, o devre bu bölgede çavuş olarak askerlik yapan arkadaşım Ali efendi de anlatmıştı.
Yine bir ziyâretimde Hacı Ahmed Ağa anlatmıştı..;
" Edirne'de askerlik yapan bir Türk çavuşu, iki Bulgar subayına, Edirne’nin Askeriye'ye ait planlarını ağır bir para karşılığı satmış, kimsenin haberi yok. Manevî emir aldık, yine iki arkadaş görevlendirildik. Bulgar subayları plânları alıp Kumandanlarına teslim etmek üzere merdivenlerden çıkarlarken bir anda arkalarından yetişip, birine ben, diğerine de arkadaşım tepelerine vurduk. İkisi de merdi- verilerden aşağı yuvarlandılar. Hemen ceplerinden plânları aldık ve yerlerimize döndük.
Sıra Çavuşa geldi; Vatan hâini olduğundan, o da öldürülecekti. Terhis oluncaya kadar dokunmadık, manevî emir öyle idi.
Nihâyet terhis oldu, külfetli bir para ile sevinerek trene binmiş, memleketine dönüyordu. Memleketine gelip, tam trenden inerken ; Onun da tepesine vurduk, sanki trenden düşüp ölmüştü. Böylece vazîfe yapılmış oldu."
Yine bir ziyâretimde Hacı Ahmed Ağa anlatmıştı ;
" Konya Ereğli'sinde tâze bir gelin, ilk çocuğu kucağında babası nın evine gitmek üzere bir taksiye biner.
-Felân yere gideceğim., der.
Taksici yola düşüp giderken fikrini değiştirir, son sür'ât gelini alıp kaçar. Gelin taksinin içinde feryâd eder amma kim duyar. Gelini kurtarmak için Mevlâ'dan izin çıkmış, Hocam bana:
-Ahmed yetiş, gelini kurtar, taksicinin de işini bitir., dedi.
Allah Teâlâ’nın izni ile; Bir anda yetiştim, son sür'ât giden taksinin içinden, gelini kucağında çocuğu ile beraber alıp yolun kenarına oturttum. Taksiye de bir el sallayıp, işini bitirdim Allah Teâlâ’nın izni ile.
Gelin korkudan tir tir titriyor, beti benzi atmış, sapsarı sararmıştı;
-Kızım korkma, bana Konya'nın Lâdik kasabasından çoban Ahmed derler. Şimdi bir otobüs gelecek seni ona bindireceğim, babana selâm söyle., dedim.
Biraz sonra otobüs geldi, gelini bindirip şoföre tenbih ettim;
-Bunu babasına teslim et..! deyip uğurladım.
Aradan bir zaman geçti o gelin, babası ile Lâdiğe gelmişler, sonra bizim odayı bulmuşlar. Gelin beni görünce:
-Baba işte beni kurtaran bu Hacı Baba..! dedi, Bize teşekkür edip gittiler."
Bunları yaşayan insanlar halen hayattadır..!
Kore harbinin olduğu devre, yine bir ziyâretimde ;
Hacı Baba'yı ziyaret için Lâdiğe gitmiştim, gece orada kalıp odasında misafir olduk. Yatsı namazına kadar beraber kaldıktan sonra, Hacı Baba namazı kıldı ve sonra bizden müsade alıp gitti.
Sabah namazına da geldi ve bize :
" Bugün Kore'de idik; Türk askeri çember içine girmiş, imha edilmek üzere idi. Kurtarılmak için Mevlâ'dan izin çıktı, manevi arkadaşlarımla Kore'ye yetiştik. Bizim askerin önüne düştük. Kâfir askerleri bizi görürler, lâkin bizim askerler bizi görmezler.
Kılınçları çektik, küffâr askerini kılınçtan geçirip bizim askere yol verdik. Bakın sabah radyo haberleri verirken duyacaksınız..!" dedi.
Sabahleyin bir radyo getirdiler, ilk haberleri açtılar;
"-Kore'de bulunan, Albay Tahsin Yazıcı komutasındaki Türk birliği çember içine alınmış. İnanılmaz bir kahramanlık örneği vererek çenberi yarmış, kâfirleri perîşan etmişler.." diye radyo haber veriyordu..!
Çemberi yaranın kimler olduğundan onların haberleri yoktu. İşte Allah Teâlâ’nın manevî ordusunun vazifeleri..!
Mübârek Hacı Baba, Kore'ye çıkışlarını şu beyitlerle dile getirmişlerdi..;
HÜCUM.. İLERİ
Ol Mekke şehrinden aldık biz emir
Mü'minlerin kalbi nur ile demir
Rabbım Kullarına çok versin ömür
Korkmayın arslanlar hücum ileri
Ol Mekke şehrinde bir büyük ordu
Ehli îman bekler Vatanı Yurdu
Cephede vuruşur askerin merdi
Korkmayın arslanlar hücum ileri
Kore'ye varınca süngüyü taktık
Hakk'ın Kudretiyle cepheden attık
Kızıl Çin askerin kükreyip çattık
Korkmayın arslanlar hücum ileri
Asker süngü taktı der Allah Teâlâ..
Allah Teâlâ Ehli îman korkmaz kavgadan
Allah Teâlâ Kırkların himmeti yardımcı
Allah Teâlâ Korkmayın arslanlar hücum ileri
Kalbimizde durur îman çırası
Harp eder askerin cephede hası
Kör Moskof Kominist zâten de âsî
Korkmayın arslanlar hücum ileri
Kör Moskof öğretti yürüttü Çini
Onlar Kominîsttir kaldırmış Dîni
Vurun Mehmetçikler çevirmen yönü
Korkmayın arslanlar hücum ileri
Yazdı harbimizi Melek'ten kâtip
Tahsin Yazıcı da bir büyük hatip
Çembere yetişti Gavs ile Kutup
Korkmayın arslanlar hücum ileri
Kahraman askerler etmeyin merak
Zannetmen Türkiye Kore'ye ırak
Yetmişbin süvârî altında burak
Cem oldu Evliyâ hepsi varıyor
Kore'ye dayandı askerin ucu
Nice hükümdardan almıştın tâcı
Yavuz Sultan Selim çekti kılıncı
Karıştı Kırklar'a hepsi varıyor
Kore'de askerler harbe döşendi
Kör Moskof askere karşı direndi
Molla Hünkâr'da kılıncı kuşandı
Yürüdü Konya'dan Arslan varıyor
Kore'de askerler imdada baktı
ütün Evliyalar kandiller yaktı
Hacı Bektaş Velî buradan kalktı
Âhi Evran, Âşık Paşa varıyor
Kabzayı kavradı askerin eli
Vurun Mehmetçikler aşalım beli
Ankara'dan Hacı Bayrâm-ı Velî
Gelibolu'dan Ahmed, Mehmed varıyor
Kafkas fırkaları yürüdü başa
Döküldü askerler dağ ile taşa
Elinde Kur'an-ı Mareşal Paşa
Çekti orduları Çakmak varıyor
Kore cephesinde dizilmiş
Gâzî İnşallah dileriz hayırlı yazı
Malatya Sultânı Battal-ı Gâzî
Abdül Vehab, Ahmed varıyor
Asker taarruza birlikte geçti
Yediler'le Kırklar fırkasın seçti
Muhammed Mustafa bir Sancak açtı
Ebû Bekir, Ömer, Osman varıyor
Kore'de asker sıkıldı be gâyet
Kılarız namazı okuruz Âyet Çekti
Zülfikârı'ı Şâh-ı Velâyet Hâlid,
Mıkdat, Abdurrahman varıyor
Kerbelâ'da nice Aslanlar yatar
Atılan gülleyi eliyle tutar
Hasan'la Hüseyin imdâda yeter
Gavs-ı Âzam, Kutub, Üçler varıyor
Ol Hazret'i Allah Teâlâ cümleye
Nâzır Türkler'de pek çoktur çalışkan
Vezir Deryalarda İlyas, karada
Hızır Gayb-ı icaz, İlmi Ledün varıyor
ÂŞIK AHMED der ki söyleriz hemin
Hûda’nın elinde Kürre-i Zemin
Süzüldü semadan Cibrîl-i Emîn
Gök yüzünde has Melekler varıyor
**
Zıvarık ( Altınekin) Büyük câmi İmamı Hacı Nuri efendiden, Hacı Ahmed ağa'ya verilmek üzere Lâdiğe mektup götürmüştüm. Lâdiğe varınca, Hacı Baha'nın evine vardım, bahçede olduğunu söylediler. Oraya gittim, Hacı Baba'yı orada buldum, selâm verip mektubu verdim. Beraber otururken posta Seyid Ali geldi. Hacı Baba:
-        Oğlum, bugün burada Dua var., dedi.
Bu arada Ceylân dağından, Hızır Aleyhisselâm inip geldi. Ceylan deresinde birleştik. Selâmlaşıp hâl, hatır sorduktan sonra Hızır Aleyhisselâm, Hacı Ahmed Ağa'ya:
-          Bir beyt söyle Mevlâna.. dedi.
Hacı Ahmed Ağa hayâ edip söylemedi.
Hızır ALEYHİSSELÂM:
Satılır Cennetler Künde bezeller
Bilmezler hakîkatı boşa gezeller
Bir araya cem olsa da güzeller
Nideyim Cemâlin ben görmeyince
Beytini okudu, Hızır Aleyhisselâm Hacı Ahmed Ağa’ya:
-          Mevlâna birde, sen söyle... dedi.
Hacı Ahmed Ağa:
Âşıklar aşkından almışlar bir tat
Ne cennet isterler ne de saltanat
Onlar arıyorlar nûr-u Hakîkat İlle Cemâlini ben görmeyince
Hızır Aleyhisselâm Hacı Ahmed Ağa'ya:
-        Mevlânâ, bu kuyunun kendi suyudur bitmez, tükenmez., dedi. Hızır Aleyhisselâm, Seyid Ali'ye:
-          Birde sen söyle... dedi.
Seyid Ali:
Fırsat elde iken bul derdine çâreyi
Gâfii iken erişir mevt açar kalbe yâreyi
Haram helâl demezdin kazanırdın pareyi
Bir gün olur terk edersin mâlı mülkü sarâyı
Bul hidâyet kapısını sen arayı arayı
Hızır Aleyhisselâm, bana:
-Birde sen söyle Ahmed... dedi.
Ben de Hacı Ahmed Ağa’nın bir beytini söyledim;
Kalksa gözün perdesi baksan Hakk’ın hikmetine
Çifte Sancaklar çekildi İsâ’nın inmesine
Alâmetler belli oldu Mehdi’nin gelmesine
Enbiyâlar kılınçlandı Deccal’ın fitnesine
Kılınçlara nur doğdu Moskof’un yok edilmesine
Bu kelâmlar Hak kelâmı kalblerin îkaz edilmesine
Bu beyitleri okuduktan sonra, lüzum eden konuşmayı yapıp, biri birimizden ayrıldık.
Lâdiğe Hacı Ahmed Ağa (kuddise sırruhu'l-âlî) Hazretlerini ziyârete gitmişler. O gün odasında misâfir olup kalmışlar. Akşam Hoca efendi :
-Hacı Baba, müsade buyurun da, Üstâdım Sami Efendi Hazretlerini ziyarete gideyim., demiş.
Yatsı namazından sonra, Hacı Baba müsaade alıp gitmiş. Sabah namazından evvel de gelip:
-Hoca Efendi, Sami Efendi Hazretleri Kayseri'ye gitti. Oradan Adana'ya geçecek. Oradan da Konya yoluyla İstanbul'a geçecek, seni görüştüreceğiz., demiş.
Hoca efendi..:
-Efendim ben köydeyim, nasıl görüşeceğiz..? demiş.
Hacı Baba..:
-Üstâdım Şems’in İmamı Osman Efendi'yi tayin etti, ben ona söyleyeceğim, o da seni getirecek., demiş.
Benim haberim yok. Ertesi günü Hoca efendi ile Ahmed ağa, benim camiye, Şems'e geldiler. Hoş beş ettikten sonra..:
-Sana müjde, Sami Efendi Hazretleri Konya'ya gelecek..! Hacı Ahmed Ağa sana haber verecek, sen de bizi götürüp Hazretle görüştüreceksin., dediler.
Tabii ki sevincimin ölçüsü yok idi. Hoca efendi ve Ahmed ağayı misafir ettim, bekliyoruz hayırlı haberi.. Konya’dan bir ferdin haberi yok idi.
Ertesi gün ikindi namazından on dakika evvel, Ahmed ağa ile ikimiz caminin önünde oturuyorduk, İki kişi gelip Selâm verdiler.
Biri iri yarı uzun boylu, iri iri gözlü, pehlivan yapılı. Diğeri, orta
boylu, zayıf, boynunda çanta asılı idi. Zayıf olan dedi ki..:
-Ben Hâdim'den geliyorum, arkadaşım da Ankara dan geliyor. Mevlânâ Hazretlerini ziyârete gelmiştik, lâkin Mevlânâ kapalı imiş, Şems'i Tebrizî'yi ziyârete geldik., dedi.
Bende..:
-Buyurun efendim., dedim.
İçeri kapıyı açtım, Hazretin yanına girdiler. Bu arada bir çocuk gelip..:
-Hocam seni kayınvâliden çağırıyor..! dedi.
Ben dışarı çıkınca, o zayıf olan bizim arkadaş Ahmed Ağa'ya:
-Benim arkadaşa iyi bak, İlmi Ezelî'de tanışmıştık. Burada gözlerinden tanıdım, sende gözlerine iyi bak, bu Hocadır..! der.
Lâkin bizim arkadaşın basîreti kapanmış anlamaz. Ben geldim..:
-Efendim Huzurda konuşulmasın., dedim.
Hemen Hazret'in yanından çıktılar, Ezân-ı Muhammediyye'de okunmaya başladı, arkamda namazı kıldılar. Kalkıp giderken, o pehlivan yapılı zat bana öyle heybetli baktı ki, bende anlamadım. Elinin biri sarılı idi;
Serçe parmakla yüzük parmağı bir derinin içinde, baş parmak bir derinin içinde, orta parmak açık boşta. Acaip bir sargı, eldiven desem eldiven değil. Yine bir şey anlamıyordum. Namaz bitince, cemaatın bir kısmı camide, bir kısmı kapıdan dışarı çıktı.. Önü park, mâlum. Hemen Ahmed Ağa pür telâş dışarı çıktı, geri geldi.
-Ne oldu yâ hu., dedim.
-Sen sorma bu gelenler boş değillerdi.! Bana birşeyler söyledi o zayıf olan zat, lâkin ben anlamadım. Dışarı çıktım ki kaybolmuşlar. Onun için koştum., dedi.
Meğerse bu gelen kimseler; Pehlivan yapılı, eli sarılı olan Hacı Baba'nın Hocası Hızır Aleyhisselâm imiş. Orta boylu zayıf olan da, Ricâli Gayp'tan Nâbi Hazretleri imiş. Lâdiğe Hacı Baba'yı ziyarete gittiğimizde, bize söylemeden..:
-Oğlum, Hocam’la Nâbi Hazretleri sizin camiye varmışlar, siz bilememişsiniz.. dedi.
İşte bu zatlar ikindi namazında geldiler, akşamla yatsı arası da Üstâdım Hazretleri Konya’ya gelmişler. Hacı Ahmed Ağa akşam namazından sonra Halıcının oğlu ile yeğenini bana göndermiş. Onlar taksi ile bize gelirken eski İş Bankasının orada karşılaştık., bana:
-Ahmed Ağa bizi gönderdi, Hoca efendi ile arkadaşını saat beşte Sarayönü yolu üzerine çıkaracaksın., deyip geri döndüler.
Ben de eve gelip, Hoca efendi ve Ahmed ağaya müjdeyi verdim; Geldiler diye. O haberciler tekrar bize bir daha geldiler:
-Saat Üçbuçukta çıkaracaksın., diye söyleyip gittiler.
Sabah saat üçbuçukta denilen yere çıkardım. On dakîka sonra taksi ile; Üstâdım Sami Efendi Hazretleri, Hacı Ahmed Ağa Hazretleri ve halıcı Mehmed efendi teşrif ettiler.
Tam seher vakti idi, teker teker kenara çekip; Evvelâ Hoca efendi, ondan sonra Ahmed ağa ve ondan sonra da benimle görüşüp lâzım gelen talimatı verdiler. Vedâ ederek Lâdiğe, oradan da İstanbul'a gittiler.


" Bir gece Hacı Ahmed Ağa, Zıvarık büyük cami imamı Hacı Nuri efendi hoca ve ben, Konya'da Üçler mezarlığını ziyâret ettik.
Ziyaretten sonra Mevlânâ Hazretlerimin kapısına geldik, kapılar kapalı idi. Hacı Ahmed Ağa cezbeli bir halde şu beyitleri söyledi.;
AÇIN KAPIYI BEN GELDİM
Baldan olur kalbe şeker
Bu yangını ceset çeker
Ne olur hal çeke çeke
 Götürürler ol gurbete
Vardım aşkı pervâneye
Hak esrârı divâneye
Selâm verdim Mevlâneye
Açın kapıyı ben geldim
Selâm Enbiyâ Erenler
Hakka arzuhal verenler
Açıp kapıyı girenler
Açın kapıyı ben geldim
Kokun Enbiya kokusu
 Uyursun ahret uykusu
Geldiğim Hakk'ın kapısı
Açın kapıyı ben geldim
Senin aşkın düştü bana
Hak hidâyet verdi sana
Seherde Cennet Reyhana
 Açın kapıyı ben geldim
Halk eyledi beni yoktan
Hidâyet ererse Hak'tan
Rahmet iner Semâvat'tan
Açın kapıyı ben geldim
Seherde Cennet Reyhânı
Ahmed seyret Âsumânı
Çıkar bu aşkın dumanı
Açın kapıyı ben geldim

Bu beyitleri okuduktan sonra; kapalı bulunan Dergâh'ın kapıları, gecenin ilerlemiş saatinde, insan eli değmeden açıldı ve Hacı Ahmed Ağa içeri girdi. Hacı Nuri efendi Hoca ile ben dışarıda kaldık. Bir müddet sonra Hacı Ahmed Ağa dışarı çıkıp yanımıza geldi ve birlikte yerlerimize döndük..!"
"Bir gün, bir pilot Teğmen uçağı ile eğitim uçuşu sırasında, uçağı arıza yapıyor ve bir tarlaya mecburî iniş yapmak durumunda kalıyor. Her ne kadar yerde arızayı gidermiş ise de, uçağın bu tarla üzerinde kalkışa geçebilmesi imkânı yok. Bulunduğu yer öyle ıssız ki çevrede canlı yok. Hocam emir verdi..;
-Ahmed, git şu pilot Teğmen'e yardım et, uçağını da kaldır., dedi.
Hemen geldim, pilot çaresizlik içinde bocalamakta, ne yapacağını bilememekte idi. Selâm verdim ;
-Ne yapıyorsun delikanlı., dedim.
O da durumunu anlattı. Ben dedim ki :
-Oğlum sen uçağı çalıştır, kalkış için ben sana yardım edeyim!
Şaşırmış bir halde :
-Nasıl yardım edeceksin.? dedi.
-Sen çalıştır, ben uçağı kaldırayım..! dedim.
-Hacı Baba, kaç tonluk dört motorlu bir uçak nasıl kaldıracaksın..? dedi.
-Yavrum sen çalıştır bakalım..! dedim.
-Neyse çalıştırayım bakalım... dedi ve uçağı çalıştırdı.
Allah Teâlâ’nın izni ile :
-Bismillâh.. Yâ Allah Teâlâ.! deyip yardım edip uçağı kaldırdık ve uçup gitti."
Pilot der ki;
" Hacı Baba uçağı kaldırıpta, uçak havalanınca; uçağın kuyruk tarafına oturduğunu gördüm ve..
-Eyvah, Hacı Baba düşecek., dedim.
Bir müddet sonra, Hacı Baba bulunduğu yerden kayboldu.
Ben yine ;
-Ey vah, Hacı Baba düştü... diye müteessir olmuştum.
Mensup olduğum karargâha varıp, durumu ve başımdan geçenleri Kumandanıma anlattım. Kumandanım bana :
-Mâneviyat adamlarından biri sana yardım etmiş..! dedi."
Pilot Teğmen bu mâneviyat adamları nerede bulunur acaba, diye araştırma yapıyor. Şarkta filân yerde var diyorlar, târif edilen kimseyi buluyor, fakat aradığı ve gördüğü değil. Böyle bir çok yerleri geziyor. Nihâyet bir gün Konya'da Lâdikli Hacı Ahmed Ağa'yı haber veriyorlar.
Konya'ya gelip Hacı Ahmed Ağa'yı soruşturuyor, kendisine Lâdik Kasabasını târif ediyorlar. Bir arkadaşı ile bir taksiye binip Lâdiğe geliyorlar. Hacı Ahmed Ağa'yı sorarak odasını öğreniyorlar. Pilot, Hacı Baba'nın odasına giripte, kendisini görünce..
-Hah., işte bu Amca..! deyip, eline ayağına sarılıyor.
Hacı Ahmed Ağa.:
-Oğlum benzetmiş olabilirsin., diye gizlenmeye çalışırsa da.
Pilot.:
-Hayır yanılmıyorum, o sensin..! diyordu.
Beraberce camiye gidip geldikten sonra, o gün orada misâfir kalıyorlar. Ertesi gün veda ederek yerlerine dönüyorlar."
" Hacı Veyis Zâde, Hacı Mustafa Hoca Efendi'yi, her gün yatsı namazından sonra bir şoför arkadaş evine götürürdü. Bir kaç araba caminin önüne dizilirdik, bir türlü bana sıra gelmezdi. Bir gün, kendi kendime..;
-Bu gün Hoca Efendi'yi ben götüreceğim..!
Diyerek içimden kesin karar verdim. Namazdan sonra yine arabalar caminin önüne dizilmiş, Hoca Efendi'yi bekliyorduk.
Hoca Efendi camiden çıktı ve hemen :
-Hah, bu gün Ahmed efendide sıra, onunla gideceğim. Siz kusura bakmayın gidin., dedi.
Öbür arkadaşlar gittiler, Hoca Efendi benim arabaya bindi..;
-Ahmed efendi, şuradan sür., dedi.
İstanbul caddesini gösterdi, oradan yürüdüm. Ben evine götüreceğimi zannediyordum, halbuki Hoca Efendi ..
-Şuradan sür, şuradan sür., derken.
Sarayönü yoluna düştük, Ertuğrul köyünü geçmiştik. Lâdik petroluna varmadan epey bu tarafta, Harç Pınarı derler bir pınar vardı, oraya gelince Hoca Efendi:
-Oğlum Ahmed, şu sağ tarafta bir pınar var orada dur., dedi.
Dediği yerde durdum, Hoca Efendi arabadan indi ve bana:
-Sen burada dur., dedi ve Kıble taraftaki dağa doğru yürüyüp gitti.
Ay ışığı altında iyi görünüyordu. Dağın yamacına varınca, tepeden bir karaltı çıktı, Hoca Efendi ile karşılaşıp kucaklaştılar ve oraya oturdular. Ay ışığında onları seyir ediyordum, bir müddet sonra kalktılar, bana doğru geldiler.
Baktım ki Hoca Efendi ile dağdan inen Zat, Lâdikli Hacı Ahmed Ağa imiş!
Lâdik nerede, o dağ nerede idi, hayretler içinde ikisinin de ellerini öptüm. Hoca Efendi, Hacı Ahmed Ağa ile tekrar kucaklaşarak vedâ edip ayrıldılar.
Taksiye tekrar bindirip Hoca Efendi'yi evine getirdim. Ayrılırken, Hoca Efendi bana:
-Oğlum, bu hali kimseye söyleme..! diye tenbih etti."
" Üç kadın iki erkek, Konya'dan Hacı Ahmed Ağa'yı ziyârete gidecektik, daha yola çıkmadan :
-Alo alo Ahmed ağa; Üç kadın, iki erkek ziyâretine varıyoruz., diye elimle telefon çevirir gibi yapıp, mânevî telefon çektim, lâtîfe olsun diye.
Lâdiğe vardığımızda, daha Lâdiğin girişinde bir adam durup bize el kaldırdı, durduk. Yanımıza gelerek :
-Hoş geldiniz., siz Konya'dan Hacı Ahmed Ağa'ya telefon etmişsiniz. Üç kadın, iki erkek ziyârete varıyoruz demişsiniz. Ahmed Ağa beni gönderdi, yukarı yoldan gelsinler, aşağı yola su salınmış, arabaları çamura çöker., dedi. Buyurun beraber gideceğiz..!
Yukarı yoldan giderek Hacı Ahmed Ağa'nın odasına vardık, ziyâretini yaptık."
" Hacı Ahmed Ağa'yı ziyârete gitmiştik, bir kaç arkadaş odasında otururken, bir kimse geldi. O kapıdan girerken, Hacı Ahmed Ağa :
-Gel bakalım, Binbaşı Dursun efendi..! dedi.
Gelen zat selâm verip, musafahadan sonra oturdu. Hacı Ahmed Ağa:
-Hoş geldin., deyip, hal hatırını sordu. Sonra:
-Aile durumunuz nasıl, ne yaptınız..? dedi.
Dursun efendi:
-Efendim, iki gün sonra mahkememiz var onun için geldim., dedi.        M
Hacı Ahmed Ağa;
-Kolay, hallederiz Inşâallah..! dedi.
Hacı Baba tekrar:
-Dursun efendi, niye kız çocuklarını gelin etmiyorsun..? Onların vebali var., dedi.
Dursun efendi;
-Efendim gelen taliplere güvenemiyorum., deyince.
Hacı Baba, dolabın kapağını açıp bir paket çıkardı. İçinde şeker varmış, bir avuç aldı ve Binbaşıya;
-Şunu büyük kızına ver..
Bir avuç daha aldı;
-Şunu ortanca kızına ver..
Bir avuç daha alıp;
-Şunu da küçük kızına ver, InşâAllah Teâlâ hayırlı talipleri çıkar, tereddüt etmeden ver..! dedi.
O gelen zat, Istanbul'lu bir Subay imiş ve sivil olarak gelmişti. O gece orada misâfir oldu, ondan sonraki durumunu bilmiyorum."
" Zıvarık'ta akrabamızdan, H. Atâ Efendi Hoca vardı. Kendisi gayet saf, halım selim, mütevâzî bir kimse idi. Benim Lâdiğe sık sık gittiğimi duyar, buna razı olmaz ve:
-Şu oğlan işini gücünü terk edip Lâdiğe gidiyor, günlerini orada geçiriyor., diye arkamdan konuşurmuş.
Bir gün, kendi akrabasından birinin dili tutulmuş, konuşamaz olmuş. Halam olan ailesi, Hoca efendiye :
-Bunu, Lâdiğe Hacı Ahmed Ağa'ya götürelim, inşâallah oradan şifâ bulur., demiş.
Durumu bana söylediler, ben de :
-Hay hay, gidelim., dedim
Atâ efendi Hoca, halam ve ben üçümüz birlikte Lâdiğe gittik. Hacı Baba'yı evinden sorduk, yoktu. Ceylân dağının yakınındaki bahçede olduğunu söylediler, oraya gittik. Bahçeye varınca, Hacı Baba'yı koyun otlatır bulduk. Selâm verip elini öptük, hal ve hatırımızı sordu. Sonra bana :
-Oğlum Ahmed, şu değneği al şu koyunları bir dolandır..dedi.
H. Atâ efendiye dönerek..:
-Gel seninle şöyle bir gidelim., dedi.
ikisi beraber Ceylân dağına doğru gittiler ve ormanın içinde kayboldular. Uzun zaman gelmediler. Ben koyunları otlattım, yemek yaptım, bağdan üzüm getirdim hazırladım, nihayet birlikte geldiler.
Atâ efendi Hoca'nın rengi değişmiş, hasta gibi gördüm..:
-Hayrola Hocam, hasta mısın..? dedim.
-Bir şeyim yok., dedi amma, durumu değişikti ve üzerinde bir başkalık vardı. Beni kenara çekti ve : 
-Oğlum Ahmed, hakkını helâl et., dedi.
-Hayrola Hocam, ne var..? dedim.
-Ben senin arkandan atardım, günlerini burada geçiriyorsun diye razı olmazdım. Hacı Ahmed Ağa bu işe vakıf olmuş;
Beni alıp götürdü, bir Hil'ât giydirdi Medîne-i Münevvere'ye götürüp öğle namazını Ravza-i Mudahhara'da kıldırdı. Şimdi de geri alıp geldi, ah ben büyük hata etmişim, hakkını helâl et.. dedi.
Bu arada halam; Hasta olan akrabasının durumunu Hacı Ahmed Ağa’ya söylemem için beni sıkıştırıyorken.. Hacı Ahmed Ağa;
-Ne o, oğlum Ahmed, Halan ne diyor., diye sorunca durumu anlattım.
Mübârek ellerini kaldırıp, kısa bir düâ yaptı. Ellerini yüzüne sürerken, o anda karşıdan bir kimse göründü. Hacı Ahmed Ağa, onun yanına gitti, ikisi bir şeyler konuştular. O zat, Hacı Ahmed Ağa'ya bir mendil verdi ve gitti.
Hacı Ahmed Ağa, yanımıza gelerek..;
-Şu mendili alın, dili tutulan adamın boynuna bağlayın, siz yolda felân kuyunun başına varırken lisanı açılır inşâallah.. dedi.
Hacı Ahmed Ağa'nın elini öpüp ayrılacağım zaman, bu adamın dilinin neden tutulduğunu sordum. Buyurdu ki ;
-Gusülhâneye idrar yaparmış, onun için dili tutulmuş. Tenbih edin bir daha yapmasın..! dedi.
Elini öpüp ayrıldık. Yolda giderken tarif ettiği kuyunun yanma geldik, biz atları sularken adamın dili açıldı Bi Iznillâhi teâlâ. Çok sevindik, hepimiz Hacı Ahmed Ağa'ya ve o gelen Zât'a düâ ettik." 
" 1944 senesinde bizi ihtiyat askerliğine aldılar. Bir manga askerle Trakya hududunda nöbetteyiz. Ben manga'nın başında Çavuş olarak bulunuyorum.
Bir gece arkadaşlarım yattılar. Ben yatsı namazını kıldım, tam bu sırada karşıdan iki kişi belirdi, ikisi de çok garip bir şekilde nur saçıyorlardı, şüphelenerek çekindim, parola sordum cevap vermediler, yaklaşıyorlardı. Tüfeği aldım, mekanizmayı çekip mermiyi sürdüm. O anda Hacı Ahmed Ağa'nın sesi :
-Oğlum Ahmed, biziz..! deyince ellerim çözüldü.
Yanıma gelip selâm verdiler ve bana bir şey giydirdiler. Beni oradan aldılar, göz açıp kapatacak kadar kısa bir zaman içerisinde değişik bir âleme getirdiler.
Güneş yeni doğmuş, kayalardan su çıkıyordu. Hacı Ahmed Ağa:
-Oğlum, burası Amerika..! dedi.
Orada yapılacak hizmetler yapılıp bitirildikten sonra, yine göz yumup açıncaya kadar geçecek kısa bir zaman içinde, berâber memleketim olan Zıvarığa getirdiler.
Büyük cami imamı Hacı Nuri Efendi Hoca sabah namazından çıkmış, caminin önünde düâ yapıyordu. Bu düâ'ya hepimiz iştirak ettik, sonra beni yine görev yerime getirip bıraktılar.
Arkadaşlarım hâlâ akşamdan yattıkları gibi uyuyorlardı. Hacı Baba ve arkadaşı ayrılıp Lâdiğe döndüler..!"
" Temyiz Mahkemesi Hâkimlerinden, İbrahim efendi isminde bir Hâkim’in oğlu Kore harbine iştirak etmiş. 1952 senesinde şehid olduğu haberi ile birlikte resmî evrâkı'da ailesine, anne ve babasına gönderilmişti.
Devlet, şehîd'in ailesi ve çocuklarına maaş bağlamış ve bu maaşı onbeş sene almışlar, hayatından bütün ümidlerini kesmişlerdi.
Bu arada çocuklar büyümüş evlenmiş, anneleri bir gün Kayınvalidesine:
-Anneciğim artık beni serbest bırakın, kendi hayatımı yaşamak istiyorum. Oğlumu evlendirdim, kızımı gelin ettim., der.
Kayınvalidesi..:
-Hayır kızım oğlum gelecek..! der.
Gelin..:
-Yahu anne; Oğlun şehîd olalı onbeş sene oldu, bunca yıldır devlet bize maaş veriyor., der.
Kayın validesi:
-Hayır yavrum, oğlum ölmedi gelecek..! der.
Bütün aile, artık bu kadın kafayı bozdu zannı ile; Ruh ve Sinir doktorlarına muayene ettirirler. Lâkin bir şey yok, kadın sağlam.
Hakim İbrahim efendinin Konya'lı bir arkadaşı:
-Bizim Konya'nın Lâdik kasabasında bir adam var, ona soralım. Oğlun sağ mı, değil mi o bilir., der.
Beraber Lâdiğe geiirler, Hacı Ahmed Ağa'ya misafir olup sorarlar
-Efendim, bizim bir kayıbımız var. Kore'de şehîd olduğu haberi geldi, ancak annesi buna inanmıyor
" Benim oğlum ölmedi gelecek.." der.
Hacı Ahmed Ağa..:
-Gardaşım ben öyle şeyleri bilmem, ancak ;
Sübhanallah... Sübhanallah,
Elhamdülillâh,Elhamdülillâh..
Allahuekber... Allahuekber..
Ben bunları bilirim., der.
Kurnaz adamlar:
-Ahmed Ağa sen değil, sana gelen adama soracaksın., derler. Hacı Ahmed Ağa:
-Hah öyle ise sorayım., der.
Kalkar gider ve beş dakika sonra gelerek:
-Oğlunuz sağ, güneşe karşı oturmuş ekmek yiyor. Yakında mektubu gelecek, iki ay sonra da kendisi gelecek., der.
Hakim..;
-Kalkın gidelim, bu adam safsata söylüyor.! diyerek inanamayıp giderler.
Ankara'ya vardıkları zaman; Hacı Baba’nın bildirdiği mektup gelir.! Hayretler içinde kalıp sevinirler, iki ay sonra da kendisi gelir.
Ondan sonra Hacı Ahmed Ağa'nın ne olduğunu anlarlar."
Köylünün birisi Hacı Ahmed Ağa'ya:
•Hacı Baba, Hocana söyle de bir gün bana misafir olsun., der.
Hacı Ahmed Ağa:
-Vallahi gardaşım bilmem amma, bir söyleyeyim., der.
Hacı Ahmed Ağa Hocasına söyler, Hocası’da :
-Pekiyi varayım., der.
Hacı Ahmed Ağa, o köylüye :
-Söyledim gardaşım, pekiyi geleyim dedi... der.
Aradan bir zaman geçer; Köylü Hızır Aleyhisselâm gelecek diye odasını ve önünü süpürüp temizler, hazırlık yaparken...
Hızır Aleyhisselâm; Bir merkebe iki tulum katran yükleyip kendisini bekleyen köylünün odasının önüne varır. Merkebini durdurup selâm verir ve tulumları odanın önüne indirir.!
Köylü sorar:
-Baba onlar ne..? Hızır olduğunu bilmez.
Gelen ihtiyar ( Hızır Aleyhisselâm):
-Oğlum katran satarım..! der.
Köylü...:
-Aman aman baba, şu katranlarını al götür buraları kokutma. Nerede satarsan sat., der.
Hızır Aleyhisselâm katran tulumlarını alır, merkebin semerine ip filân olmadan birini bir tarafına, diğerini bir tarafına yaslar, tulumlar düşmeden semere yapışmış durur, köylü farkına varmaz. Hızır Aleyhisselâm gider ve kaybolur.
Köylü aradan zaman geçer, hâlâ Hızır bekler bekler gelen yok, giden yok.Bir gün Hacı Ahmed Ağa'ya gelir:
-Hay efendim, Hocan gelmedi. Sen gelecek dedin, hani ya gelmedi.. der.
Hacı Ahmed Ağa :
-Gardaşım, varmış amma sen kovmuşsun ... der.
Köylü...:
-Ne zaman yâhu..!
Hacı Ahmed Ağa..:
-Bir gün bir merkeple katran satmaya varmış, sen kovmuşsun. Aman şu katranlarını al götür, buraları kokutma, nerede satarsan sat., demişsin. O'da katranlan alıp gitmiş... Deyince köylü..:
-Eyvaaah..! der.
"Bir tarih Karabağ'da yağmur yağmadı. Yağmur düâsına çıkmaya karar verdik. Duamıza iştirak etmesi için, iki arkadaş arabayla Hacı Ahmed Ağa'yı almaya Lâdiğe geldik. Hacı Baba’ya misafir olup, arzumuzu anlattık.
-          Zahmet etmişsiniz, haber gönderseniz gelirdim... dedi ve bize yemek getirdi..:
-          Siz şu yemeği yeyin, ben Üstâdıma sorayım, yağmur taksimi sizin oraya var mı, yok mu... dedi ve gitti.
Biraz sonra geri gelip bize :
-Benim gitmeme lüzum yok, çabuk gidin yağmurunuz yağacak...dedi.
Yola çıktık daha köye gelmeden yağmur başladı. Öyle yağdı ki her taraf sele gark oldu."
Bir gün zamanın Büyük Sultânı, Üstâdım Mahmud Sami Hazretleri (kuddise sırruhu'l-âlî) Konya'da idi. Hacı Ahmed Ağa sırılsıklam (Baştan aşağıya ıslanmış vaziyette) Üstâdımın huzuruna geliverdi.
Üstadım Hazretleri:
-          Bu nice iş, ey Ağa..? dediklerinde.
Hacı Ahmed Ağa, tatlı bir tebessümle:
-          Ey Âlem Şeyhi, on dakika evvel Erzurum'da idim...! dedi
O gün Konya'da hava kurak, Erzurum'da ise yağmurlu idi. Hacı Ahmed Ağa, Tayy’î Mekân ile Erzurum'dan Konya'ya gelmişti. Üstadım Hazretleri ile halvet olup, bir kaç saat mahremâne, gizli görüşüp gittiler..!
" Hacı Ahmed Ağa'yı işitmiştim, Lâdiğe ziyaretine gittim. Tepenin üzerindeki camide öğlen namazını kılıp, Hacı Ahmed Ağa'nın odasına beraberce geldik.
Yolda gelirken gönlümden şöyle dedim:
-Bu zat'da ilim olsa ne olur, ümmî kaba saba Çoban Ahmed..!
Odaya geldik, oturup hoş beş ettikten sonra, Hacı Ahmed Ağa:
- Osman efendi, Osman efendi..! sor, ne sorarsan sor. (Kalbini göstererek) şuram ilimle dolu..! dedikten sonra, Kur'ân dan Âyetler okuyup mânâsını vermeye başladı.
Celalli bir çehre ile bana:
-Hoca efendi, siz Kur'ânı Kerim'deki onsekiz peygamberin belki hayatını bilebilirsiniz. Eğer başınızın ağrımayacağını bilsem, yüzyirmidörtbin Peygamberin, birer birer hayatlarını sana anlatmaya kadirim bi iznillâh .. dedi.
Oturduğumuz odabaşıma göçtü zannettim, öyle mahcup oldum ki, kendisinden özür diledim."
Hacı Ahmed Ağa Ümmî idi, okuma yazması yoktu. Osman efendi Hoca ise alim, kâmil, medreseden yetişme, Tasavvuf ehli. Aynı zamanda Hazreti Pîr Esad Efendimiz'in ve Mübarek Üstâdımızın Halîfelerinden idi...!
Bir gün bir kaç arkadaş Lâdiğe Maçı Baba'yı ziyârete gitmiştik ;
Bindiğimiz araba " Pikap " idi. Akşamla yatsı arası gidiyorduk. Yolda arabaya bir arıza oldu. Düzlükte araba yürür, yokuşa gelince çıkmaz, yürümez. İneriz iteliye iteliye çıkarırız, düzlükte gider, yokuşa gelince çekmez.
Yolu yarılamıştık :
"Bunda bir hikmet var, geri dönelim.."
Diye aramızda karar verip geri döndük. Araba geri dönünce öyle oldu ki ne yokuş, ne iniş dinlemeden gidiyordu. Hayretler içinde evimize döndük.
Aradan üç beş gün geçtikten sonra, tekrar aynı arkadaşlarla Lâdiğe gittik. Hacı Baba'nın odasına vardık, selâm verip Mübarek ellerini öperek oturduk. Bizlere hoş geldiniz dedikten sonra ..
Hacı Baba:
-Oğlum kusura bakmayın, bir kaç gün evvel siz gelirken, arabanıza arıza yapıp geri çevirdik. Hocam gelmenize razı olmadı. O gün misafir, Ekrem Babacan Paşa var idi. Ailesi ile birlikte gelmişler. Onun için sizi geri çevirdik., dedi.
" Hacı Ahmed Ağa ile beraber ilk Hacca gittiğimizde, Şam'a uğramıştık. Bana dedi ki :
- H. Mehmed Efendi, benim burada manevî bir arkadaşım var, Selim Sultan derler, gel onu ziyaret edelim. Her gece manevî vazîfeye beraber gideriz, lâkin gündüz gözü ile şimdi görüşeceğiz... dedi.
Beraber kimseye sormadan, sanki oralı imiş gibi, o zatın oğlunun dükkânına vardık, selâm verip çocuğa :
-Baban nerede..? dedi.
Çocuk..:
-Evde efendim., dedi.
-Git babana haber ver; Konya'dan arkadaşın gelmiş, Çoban Ahmed de., dedi.
Çocuk gitti, biz dükkâna oturduk. Biraz sonra çocuk geldi ve :
-Geliyor efendim., dedi.
O zat henüz görünmüyordu, Ahmed Ağa ayağa kalktı :
-İşte geldi.. dedi.
Beklediğimiz Zat'da köşeden çıktı. Öyle bir kucaklaştılar ki sanki senelerce görüşmemişler de, ilk defa görüşüyorlarmış gibi.
Halbuki Hacı Ahmed Ağa :
-Biz her gece vazîfede beraberiz... demişti.
O zat'da fakîre:
-Her gece Hacı Ahmed Ağa ile vazifede beraberiz amma, gündüz gözü ile ilk defa görüşüyoruz., dedi.
Bir müddet beraber kaldıktan sonra vedalaşıp ayrıldık."
Fakîr bu caminin ilk imamı olarak göreve başlamıştım. Şems'i Tebrizî Hazretleri hakkında çeşitli rivayetler vardı. Orası makâmı veya orada medfun diye.
Bir ara Hacı Ahmed Ağa'ya sordum :
-Hacı baba, Şems'i Tebrizî hakkında ne malumatınız var. Kendisi buradadır, değildir diye rivâyetler var., dedim.
Hacı Baba :
-Hafız, ben bir şey bilmem amma, benim Hocam'ın bana söylediğine göre kabri buradadır. O sandukanın altı mahzendir. Mahzende atıldığı kuyu, yanı başında da kabri var. Kimseyi indirme, manevî razı olmazlar.! dedi.
Sonra ben caminin sergileri çoğalınca ;
Hazret'in sandukasının etrafına hasırlar çakılmış, hasırlar da iyice eskimiş durumda idi söktüm. Hasırları kaldırınca, altından mahzenin kapağı meydana çıktı, kapağı asıldım açıldı. Bir mum yakıp ;
-Destur Sultânım., deyip üç merdivenle aşağı inerek mahzene girdim.
Mahzen muntazam oda şeklinde, yerler kapak taşı ile döşenmiş. Hazretin atıldığı kuyu, dört köşe bir mermer ile kapatılmış, üzeri işlemeli, iki de hava deliği var. Yanı başında da bildiğimiz kabir. Aynen Hacı Ahmed Ağa'nın tarif ettiği gibi Hazretin kabri. Halbuki, Hacı Ahmed Ağa buraya hiç girmiş değil.
İşte Allah Teâlâ, dostlarına herşeyi aynen beyan eder..!
" Bir gün Ankara tarafından bir taksi dolusu insan Lâdiğe gelir. Odaya uğrayıp Hacı Ahmed Ağa'yı sorarlar, yukarıda bahçede olduğunu öğrenip oraya gelirler. Hacı Ahmed Ağa’yı gölgede oturuyor görürler. Kuyunun başında bir ağacın altına oturup, içki şişelerini açarak içmeye başlarlar.
İçlerinden birisi Hacı Ahmed Ağa’nın yanına gelir:
-Hacı Baba, sana Evliya diyorlar, eğer sen Evliyâ isen bize dalından kopmuş taze hurma getir., der.
Hacı Baba..:
-Oğlum bende bir şey yok, öyle bir şey olmaz., der.
Adam gider bir başkası gelir:
-Hacı Ahmed Ağa, sen Evliyâ imişsin, bize dalıyla taze hurma getir.. der.
Hacı Ahmed Ağa ona da aynı şeyi söyler. Onlar içki içmelerine devam eder. Bu arada Hacı Ahmed Ağa’nın hocası gelir:
-Ne o Ahmed, ne isterler bunlar... der.
Hacı Ahmed Ağa :
-Efendim, dalından kopmuş taze hurma isterler... der.
Hocası..:
-Pekiyi... der kaybolur.
Biraz sonra dalıyla beraber taze hurma salkımını getirir. Ahmed Ağa’ya :
-Götür ver., der.
Ahmed Ağa, yanlarına varıp :
-Buyurun, istediğiniz bu değil mi... der.
Taze hurmayı dalıyla beraber önlerine koyar.
Onlar biri birlerine bakıp hayretle kalkar ve şişeleri kırarak, Ahmed Ağa'nın ayağına kapanırlar. O andan itibaren de bir daha içkiye tövbe derler.
Şimdi adını hatırlamadığım bir kardeş anlatmıştı ;
" iki arkadaş benim " CZ" motoruyla, Hacı Ahmed Ağa'yı ziyarete gidiyorduk. Arkadaşımın ikinci ziyareti benim ise ilk ziyaretim idi. Dağ yolundan gitmiştik. Yolda motor arıza yapıp çalışmadı. Namaz zamanı olmuştu, Lâdiğe varmak için de bir hayli yol vardı;
-Namazları kılalım, yemeğimizi yiyelim, motoru tekrar çalıştıralım. Çalışırsa gideriz, çalışmazsa bir araba bulup motoru atıp götürelim, diye aramızda karar verdik.
Ben arkadaşımdan habersiz;
-Ahmed Ağa, eğer sen Evliyâ isen benim motorumu tamir et.! diye kendim işitecek kadar söyledim.
Namazı kıldık, yemeği yedik, motoru çalıştırdık, çalıştı. Binip Lâdiğe Hacı Ahmed Ağa'nın odasına vardık. Kendisi odada imiş, selâmlaştık ve elini öpüp oturduk. Hal ve hatırımızı sordu, ikinci gelen arkadaşa:
-Oğlum Mehmed, kalk bir çay koy da içelim., dedi.
Bana dönüp :
-Hay yavrum, hay kuzum ben motor tamircisimiyim canım. Bana niye eziyet ediyorsun, hem niye asfalt düz yol var ken dağ yolundan geldiniz., diyerek bana darılıp, benim yoldaki halimi haber verdi.
Hemen eline sarıldım, özür diledim..!"
" Kadınhanı Askerlik Şubesinde, bir Şube Başkanı vardı. Kendisi maneviyata inanmaz, manevî erlere aşırı derecede gayz ve kin besler. Elinden gelse saç ve sakallarını yolacak, onları yok edecek.!
Lâdik'li Hacı Ahmed Ağa'nın bu erlerden biri olduğunu duyar, lâkin bir türlü görüşemez.
Bir gün Hacı Ahmed Ağa Kadınhanı'na gider, çarşıda gezerken, tesadüfen Şube Başkanı ile karşılaşır. Yanındaki birisi:
-İşte aradığın, Lâdik'li Hacı Ahmed Ağa budur.. der.
Şube Başkanı, Ahmed Ağa’yı dairesine davet eder ve alıp götürür..
-Ahmed Ağa, sana Evliyâ diyorlar! Benim babam, dedem ve dedesi öldüler. Onların kim olduğunu, isimlerini, benim sülâlemi haber vereceksin. Eğer söylemez, haber vermezsen sana yapacağım var, elimden kurtulamazsın... diye tehdit eder.
Ahmed Ağa güler:
-Oğlum, sen bana dört gün müsade et de sorayım, haber getireyim.. der.
Şube Başkanı..:
-Sana dört gün değil, ondört gün müsade vereceğim. Biliyorum kaçacaksın, amma elimden kurtulamazsın., der ve bırakır.
Hacı Ahmed Ağa :
-Dört gün sonra haber vermeye ben mi geleceğim, yoksa sen mi geleceksin..? der.
Başkan...:
-Tabii ki sen geleceksin., der.
Dört gün sonra Hacı Ahmed Ağa Kadınhanı'na gidip, Şube
Başkanının yanına varır, selâm verip oturur. Üstâdından aldığı haberi bir bir söyler. Yedi sülâlesinin kimler olduğunu, ne iş yaptıklarını, isimlerini söyler.
Şube Başkanı ayağa kalkar, eline ayağına kapanır, özür diler, ağlayarak hakkını helâl etmesini ister.
Ahmed Ağa..:
-Sana hakkımı helâl ederim amma, sizde benim bir emanetim var, eğer onu getirirsen öyle helâl ederim., der.
Başkan hayretle sorar..:
-O emanet nedir..? der.
Hacı Ahmed Ağa..:
-Annen bilir, annene sor., der.
Başkan hemen telâşla eve gider, annesine durumu anlatır ve bir emaneti varmış onu ister, der...
Annesi..:
-Hani oğlum sen Allah Teâlâ dostlarına inanmazdın.! Onların düşmanı idin, saç ve sakallarını yolacaktın.. der.
Başkan..:
-Anacığım, ben cahilmişim, şimdi anladım, öğrendim, inandım tövbe ettim., der.
Annesi emaneti getirir ve der ki :
-Oğlum, baban Kâdirî tarikatına bağlı idi. Ölmeden evvel bana şu tesbihi emanet etti.
" Bunu sakla, sahibi gelip isteyince ver.." dedi, demek ki sahibi bu zat imiş., der ve teşbihi oğluna verir.
O da getirip yine ağlayarak, Hacı Ahmed Ağa'ya sarılıp, özür diler ve elini öper. Emanet teşbihi kendisine verir ve helâllaşır."
Mehmet isminde bir memur, Hacı Ahmed Ağa'ya inanmaz, O'na içinden kin beslermiş.
Bir gün o memur, ailesi ile birlikte memleketi olan Karaman'a gider ve bir müddet sonra dönerler. Otobüste gelirken, ailesi ön kapının yanına oturmuş, nasıl oldu ise olmuş, kapı açılmış ve kadın aşağı düşmüş haberleri olmamış. Bir iki dakika sonra haberleri olunca, hemen durup koşarak gelmişler, kadın yolun aşağısında oturuyor! Kendisine bir şey olmamış, Sormuşlar:
-Nasıl oldu..? diye.
Kadın :
-Kapı açıldı, yere düşerken yaşlı bir ihtiyarın beni tutup yavaşça yere koyduğunu ve hemen kaybolduğunu gördüm., demiş.
O zaman, efendisinin aklı başına gelip, bu işi yapanın Ahmed Ağa olacağını tahmin eder.
Bir müddet sonra Ahmed Ağa’yı görmek ve ziyaret etmek arzusu gönlüne düşer, Lâdiğe giderek Hacı Ahmed Ağa’yı ziyaret için odasına girer. Daha kapıdan içeriye girerken, Ahmed Ağa :
-Gel bakalım Mehmed efendi, hanımın Fatıma arabadan düşmeseydi, buraya gelmeyecektin ve kalbindekini de atmayacaktın... deyince;
Mehmed efendi de şafak atar, eline ayağına kapanır, özür diler. Böylece hakîkatı anlar.
Hacı Ahmed Ağa, ömrünün son günlerine yaklaşırken, bir ara hastalandı ve Konya'da bir müddet Devlet Hastahanesinde yattı. Taburcu olup evine döndüğünde, artık Mevlâsına kavuşma zamanının geldiğini anlamış ve vasiyetini, oğlu Zekeriya'ya ve yakınlarına yapmıştı.
Hacı Baba'nın oğlu Zekeriya efendi anlatmıştı ;
"Babamın son günleri idi, kendisini bir gün kaybedebileceğimiz korkusu gönlüme gelmişti. Yanına vardım ve :
-Babacığım, bana hakkını helâl et... dedim.
Mübârek babam:
- Oğlum sana hakkımı helal edeceksem, şu vasiyetimi yerine getirmelisin ki öyle helal ederim...Şu sandığı aç, içinde bir bohça var onu buraya getir... dedi.
Sandığı açtım, bohçayı alıp getirdim. Kendisi bohçayı açtı ;
İçinde beyaz bir gömlek (…. mın Maneviyat gömleği )..
bir mühür (….            mın mührü ) vardı. Ayrıca birde Âsâ (……   mın Âsâsı) vardı.
Bunları gösterdikten sonra bana :
-Bu emanetleri almak için bir kimse gelecek, isimlerini sayacak, bunları ona teslim et. Eğer vermez, vasiyetimi yerine getirmezsen sana hakkımı helâl etmem ve hem de Mahşer günü yakana yapışır davacı olurum.
Şems'i tebrizî camisinin İmamı Osman efendiyi getirin, gaslimi, tekvin ve teçhizimi yapsın. Namazımı kıldırsın, kabre indirirken de başımda bulunsun. Palto ve kürkümden hangisini alırsa kendisine verin.
Şeyh Mahmud Sami Hazretlerine telefon edin, geleceğiz derlerse cenazemi bekletin...Dedikten sonra...;
Tevhid ve Şehâdetle
Allah Teâlâ... Allah Teâlâ... diyerek
Cemâline müştâk olduğu Rabbısına kavuştu.
Bu vasiyetlerini böylece yakın akrabaları işittiler. Son vasiyetlerini yapıp Ruhunu teslim ederken, dünürü Ahmed Niyazi Eser efendi'nin ( Damadı Hacı Ömer Eser efendi'nin babası) kolları arasında sırtını onun göksüne dayamış vaziyette idi.
Hatta dünürü Ahmed Niyazi Eser efendi ;
Şeyh Mahmud Sami Efendi Hazretlerinin gelmesini beklemeden cenazeyi kaldırmak isteyen kalabalık bir guruba karşı bu vasiyetleri tekrar hatırlatmış, cenazeyi kendilerine vermemiş, vasiyetlerinin harfiyyen yerine getirilmesi için kendisini bir Vâsî bilerek öylece uygulatmıştı.!"
Hacı Baba'nın vasiyeti böylece yerine getirildi;
Sami Efendi Hazretlerine telefon edildi. Osman efendi, gaslini, tekfin ve teçhizini yaptı. İkindi namazından sonra cenaze musalla taşına konurken, Sami Efendi Hazretleri de teşrif ettiler.
Hacı Ahmed Ağa’nın vefat haberi, bir anda her tarafa duyulmuş. Binlerce sevdikleri ile beraber, dünyanın dört bucağından Ricaller (manevî erler) arkadaşları, Hocası Hızır Aleyhisselâm teşrif etmiş, cenazesine iştirak etmişlerdi.
Cenaze namazı kılınarak, nur ve tecellîlere mâkes gönüller arasında, omuzlar üstünde, cennet bahçelerinden bir bahçe olan istirahatgâhına tevdî edilmiştir. 8 / Haziran / 1969
Mübarek kabri şerifleri Lâdik mezarlığında olup ziyaret edilmektedir.
Cenâbı Hak, dünyada himmetlerine, ahirette Şefaatlarına mazhar eylesin... Amîn.

Kaynak: Osman KARABULUT [Medîne-i Münevvere de Mücavir Konya Şems-i Tebrizî Camii Emekli İmam ve Hatibi] , ÜVEYSÎ VELÎ HAK ÂŞIĞI LÂDİKLİ HACI AHMED AĞA ( K . S .)  HAZRETLERİNİN HAYATI, AHMED HÜDÂ-İ DÎVÂNI, ŞEMS YAYINI, 1414 -1994 Konya

https://youtu.be/gDpo28mxizE
https://www.youtube.com/watch?v=6aI06is2Doo





Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar