UZAKTAN ÖZNE-BEN: ŞİİRİNİN ÖZNESİ OLARAK ŞAİR
“Bir harf insanın hayalinde 'zihinsel' olarak
varsa, ancak o zaman onu kullanır, çünkü o harf bir zihinsel oluşumdan, bir
sözden ya da bir yazıdan mürekkeptir"
İbn Arabi
Nedir yazı?
Yazgımızın silinemez, karanlık kuytu
köşelere terk edilemeyecek tek tesellisi değil midir?
Bir yazı neden kişiyi çeker
kendisine? Düşlemleriyle ve kurgusuyla bir yazı dünyası neden hep bir sanrı
gibi belirir yaşamımızda? Cevabını kendi içinde saklayan bir gize sahiptir bu
soru.
Peki, ya kelimeler?
Yazıya düşen gölgeler gibi mürekkebin
satır aralarında soğurttuğu bir utkudur kelimeler. Bu sebepten olsa gerek
suskuya eşdeğer düşsel bir kapanımdır yazı. Bir o kadar da, varacağı son eşiği
hep bir geçiş anına eşitleyen bir sonsuzluk düşüncesidir.
Yazmak edimi yüzyıllar boyu meşgul
etmiştir insanoğlunu. Düşünen, hâyal eden, harekete geçmekte sabırsız tüm
zihinleri alışılmışın dışında bir zamana ve mekâna hapseden bir itki olmuştur.
Üzerinde çokça durulması, farklı sapaklara uğrayan, düşünce ve hayal
iklimlerinin kapılarını ardına kadar zorlayan bir yapısının olması da bu yüzden
hep doğal karşılanmıştır.
Yazmak ediminin yalvaçlığı,
erişilmez utkusu hep kendisine doğru çekmiştir insanları. Kendi yaktığı ateşin
yalımı kadar başka hiçbir şey bu kadar yakın olmamıştır ona.
İnsana, gölgesini yitirmiş bir yaşam
kadar acı verir kendi ben'ine uzak bir yazı deneyimi. Tüm olgusal dizgeleri
sıfıra indirgeyen bir görü gerçek anlamda bir yazının imlediği özgül bir
dünyayla örtüşür. Bu dünya, yazının hayatı öncelediği biricik, yaşamsal
vazgeçilmez dünyamızdır. Ancak yazının sınırlarını olabildiğince aşan bir zihin
bu dünyanın parçalarından bir bütün oluşturmayı becerebilir.
Yazı'nın hayata eşitlendiği ya da
kurgusal ile gerçek olanın bağlantı noktaları düşünüldüğünde Batı düşüncesinde
de hep bir karşıtlıklar dizgesinin birbirleriyle olan, bitmek tükenmek
bilmeyen, mücadelelerine tanık oluruz. Yazı'nın eşitliğine kapanan anlam bu
karşıtlıklar dizgesi bağlamında, hep bir baskıya maruz kalır, hem de hiçbir zaman yere düşürülemeyeceğini bilmenin
hazzını da beraberinde taşır.
İşte bu yüzden, yazı, hep gölgede
kalmış bir hayata yapılan müdahaledir.
Maurice Blanchot'nun "mırıltı''
olarak dillendirdiği, varlığı esinleyen bir edimden başkaca bir şey değildir
yazı. Dünyanın anlamlarını ve imlemlerini faş eden bir mırıltıdır. Tıpkı
Magdelalı Meryem'in yüzünü aydınlatan mum ışığından arta kalan leke gibi.
Mürekkebin soğurttuğu harflere inat
kendi ben'ine kapanan bilinçlerimizin karanlığında bir mırıltıdan daha ziyade
bir mum lekesinin tanrısal bir tutku olarak belirdiği bir gelecek değil de
nedir yazı?
Sh:100-101
Kaynak: Ahmet Bozkurt, Şair Çalışıyor, Yön Yay. Ocak
2007,İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar