VAHŞİ DİL’Lİ “BİR ANALİZ”
İnsanlar
aynı tarzda hareket etmek zorunda değildir, diyoruz. Davar içgüdüsüne direnip
bireysel düşünmek -ve sürekli sıcak havayla dolan kabarcıklar patlarken yara
almamak- mümkündür. Herhangi bir şeyin yüksek
değer taşıdığına herkes ikna olduğunda -ister on altıncı yüzyıldaki cadı avı,
ister on yedinci yüzyıldaki lâle soğanı yatırımı, isterse de yirminci
yüzyıldaki belli insan arzularının ya da eylemlerinin hastalık olduğu ısrarı
olsun- insanların fikirlerini değiştirmeye çalışmanın bir anlamı kalmamıştır. Sh:159
Öyle ise cinayete nisbetle intihar,
tecavüze nisbetle mastürbasyon gibi midir? Bir insanın kendini
öldürmesine ‘öz cinayet’ (auto-ho- micide),
başkasını öldürmesine de ‘öteki-cinayeti’ (hetero-ho- inicide)
denseydi belki de bu eylemler arasındaki ayrım daha keskin ve bizim bu
eylemlere yönelik anlayışımız daha esaslı bir temele dayanmış olur muydu?. sh:281
20. yüzyılın
ikinci yarısı itibarıyla önde gelen Amerikalı tarihçilerden ve yazar olan
Barbara Tuchman yakınıyor:
“Öyle görünüyor ki doğru ve yanlış
arasındaki farka ilişkin bilgimiz sanki son Dünya Savaşından sonra karanlık bir
gecede çekip gitmiş gibi toplumumuzdan uzaklaşmıştır. Bu kavram toplumumuzdan
öylesine uzak ki doğru ve yanlıştan bahsetmek bile insanı genç
nesillerin/muhaliflerin gözünde eski kafalı, gerici ve hayattan kopmuş olarak
gösteriliyor.” sh:62
Seçim
öncesi süreçte siyasetçiler (özellikle muhaliflerine ilişkin olmak üzere)
biraz doğru söyler ve bizi kendilerine güven besleme ahmaklığına karşı uyarmış
olurlar. Ne ki, seçim sonrasındaysa hiçbir siyasetçinin -işgal ettiği görev konumuna
dayalı olarak iki, dört ya da altı yıl boyunca- dürüst bir konuşma icra etmeye
yönelik ilgisi kalmaz. Bildiklerini okurlar. Sh:183
Modern
kitle demokrasisinde, doğru adam yanlış sözü söylediğinde bu söz doğrudur;
yanlış adam doğru sözü söylediğindeyse bu söz yanlıştır. Ancak Eskinin Sovyetler Birliği gibi
modern bir totaliter toplumda ise, yalnızca Parti’nin sözcüsü olan doğru adam
söz söyleyebilir ve Parti ne söylüyorsa doğrudur diye kabul görürdü. Sh: 181
Bizler, siyaset ve hukuk açısından yöneticilerimizin
esiri olduğumuz gibi dil ve mantık açısından da ileri sürdüğümüz birçok önermelerin
esiriyiz. Bu nedenle hem yöneticilerimizi hem de önermelerimizi iyi seçmeliyiz
demektir. Çünkü şayet intihar ölümle sona eren bir hastalıksa ve ölümü, gerekli
bütün araçlarla engellemek hekimin uyguladığı terapisel bir emirse, intihar
sorununa yönelik en uygun çözüm özgürlük katliamından uzak durmaktır. Sh:287 Fakat, insanlar, güvenebilecekleri biri olarak
erdemli şahsı aynı zamanda güçlü kılmayı hayal eder. Bunu başaramadıklarından
dolayı da aynı insanlar güçlüyü -güçlü tarafından kurban edilmekle övünerek-
erdemli kılmayı seçerler. İnsanların dünyevi
kurtarıcıları (mesela Robespierre ya da Stalin) emniyet içinde mezara
gömüldükten sonra, aynı insanlar bu kez söz konusu kurtarıcıyı, ona duydukları
güvene ihanet eden biri olarak suçlamakla övünmüşlerdir. Bu fasit daire
böylece döner gider. Sh: 181
Yönetim/siyasetin garip
taraflarından biride şudur. “Rüşvet
almaya müsait siyasetçi şerir biridir, fakat rüşvet almayan siyasetçi daha da
büyük bir şerirdir.” Kurban verilince bile
hoşnutluğu kazanılamayan tanrısal bir varlık gibi, rüşvetle ayartılamayan
siyasetçiden sevecenlikten ziyade korku duyulur. Çelik kadar kuvvetli bir
siyasi dürüstlük, ancak mükemmel hukuk kurallarıyla mükemmel olarak yönetilen
bir toplumda arzu edilmeye şayandır. Mükemmel olmayan insanlardan oluşan
böylesi bir toplum oluşturamayacağından dolayı, siyasi dürüstlük hem felaket
hem de lütuftur -üstelik, hem özgür hem de totaliter toplumlarda böyledir.-
Sonuç
olarak, millet idaresi zor, azılı çocuklar ve çocuksu yetişkinler gibi, Sh:24 özgürlük ve saygınlıktan
yoksun, zor ölümlerle karşı karşıya, Sh:108 müşterek yönlendirme,
savunma ve saldırı içerisinde her bir grup da diğerine üstün gelmeye
çalışmaktadır. Eksik olan, işbirliği ve ortak eylemdir: Sh:212
Bilimsel Devrim yoluyla Aydınlanma Çağından beri kazanım hanemizde tuttuğumuz
bireysel özgürlük ve sorumluluk olgularının derecesini abarttığımıza, bu
olguların doğasını da yanlış yorumladığımıza inanıyorum. Sh:246 Devlet tarafından zorlamaya
tâbi tutulmuş bireyin bakış açısından; zorlayıcıların, zorlama eylemini bireyin
hayatına aşırı yahut ‘aşağı’ değer yükleyen süslü sözlerle haklı çıkarmaya
çalışmalarının önemi yoktur. Yine bireysel bağımsızlığın yok edildiği: birey;
aklını, bedenini, mülkünü, özgürlüğünü ya da hayatını kendi uygun gördüğü
şekliyle düzenleme-kullanma hakkından devletçe mahrum edildiği bir ortamda
geriye kalan korkunç bir ahmaklıktır.
Siyasetçilere
artık hiç kimse inanmamaya başladığında, insan ırkının muhayyilesini esir eden
kurum, bütün o harikulade keşifleriyle tıp olabilir. Zamanımızda tıp, hem dinin
hem de siyasetin yerini alacaktır, görünüyor. Sh:298
Son
söz: Her bir hareketin yorumu aslında yorumcunun/uzmanın hayalinden ibarettir:
gözlemcinin dikkatini çekiyor ve inandığı şeyi doğru diye onaylıyorsa cazip ve
makul; gözlemciye itici geliyor ve inandığı şeyi doğru diye onaylamıyorsa
saçma ve gülünç oluyor. Sh:148
Derleme yapılan Kaynak:
Thomas Szasz, VAHŞİ
DİL-Tersine Okumalar Lügati, Kitabın Özgün Adı: The Untamed Tongue (A
Dissenting Dictionary) Türkçesi: Mehmet Atalay, Kaknüs, I. basım; 2006,
İstanbul
Hayatın
nihai gayesi gördüğümüz muhtelif arzuların meşruiyeti kapsamında, kurtuluş,
dindarlık, güç, Tanrı ya da memleket sevgisi, ün, cinsellik, üreme, sağlık,
mutluluk, akıl huzuru, adil ve faydalı iş, fakir ve ezilmişlere yardım etmek:
erkeklerin ve kadınların, ortak bir paydası var mıdır?
Meşruiyet arayışı böylesi bir hayatta ortak paydaymış gibi
gözüküyor: Herkes, varlığını -kendine, ebeveynine, akranlarına, toplumun önde
gelenlerine, yeni nesillere ve Tanrıya karşı- meşrulaştırmaya çalışır. Aslında meşruiyyet beşeri varlıklar
olarak meşruiyet mücadelemizde, gayrı beşeri varlıkların bizzat hayat için
verdiği mücadele kadar temel ve kaçınılmazdır, deniliyor.
Tanrı
(Din, Kilise, Papa)
Hükümran
(imparator, Kral, Monark)
Devlet
(Parlamento, Yasa, Halk)
Gelenek
(Töre, ‘Roma’dayken Romalılar gibi hareket et’)
Pederşahilik
(Aile, Ebeveyn, Uzman)
Bağlılık
(ihtiyaç, Hastalık, Yoksulluk)
Akıl
(Bilim, Tıp, Sağlık)
Kendi
(Bireysel haklar, Bağımsızlık).
Tanrı, ne başarısız oldu ne
de öldü; aksine bir cinayete kurban gitti. Tanrının yerini gasp eden katiller,
paravan olarak modern çağın meşruiyeti sorgulanamaz iki teşebbüsünü
kullanıyor: Devlet ve Bilim.
Komünist
bakış açısına göre, özgürce icra edilen din, yasadışı kılınması gereken
tehlikeli bir uyuşturucuya dönüşürken; zalimce dayatılan din, bütün dünyanın
bağrına basması gereken Bilimsel Marksizme dönüşür.
Psikiyatral bakış açısına görede, özgürce
icra edilen din, tedavi edilmesi gereken bir hastalığa dönüşürken; zalimce
dayatılan din bütün dünyanın boyun eğmesi gereken Bilimsel Tedaviye
dönüşmüştür. Sh: 242
Yani; Eskiden meşruiyet kaynağımız
Tanrıydı; bugünse Akıl Sağlığı oldu.
Kısaca söylemek gerekirse, balık için su neyse bizim için meşruiyet
oydu: ruhsal varlıklar olarak içinde yaşadığımız -ve dolayısıyla ancak
başkalarınca mahrum bırakıldığımızda farkına vardığımız- bir ortam. Açık bir
şekilde, başkalarını meşruiyetten mahrum bıraktığımızda, özne sözkonusu
mahrumiyeti yaşarken onun durumuna yönelik olarak bakışlarımızı köreltme
eğiliminde oluyoruz: Öznenin durumunun bizim tanımımızdan değil de kendi
konumundan dolayı meydana geldiğini ısrarla iddia ediyoruz. Bu durumda, aslında
gayri meşru bir öznenin durumunun kendi edimimizden kaynaklandığı olumsuz
yüklemin hızla meşruiyetini kaybetmesinden ve meydandan çekilmesinden daha
önce algılamamız gerekiyordu. [yanıldık]
İnsan toplumsal bir hayvan olduğundan,
topluluk içinde yaşamalı ve o topluluğa yönelik belli bir bağlılık düzeyini koruma
altına almalıdır. Böyle bir amacı gerçekleştirmenin en iyi ve en kolay (ve
muhtemelen yegâne yolu) Öteki’ye yönelik duygusal zulümdür. -Haçlı
seferlerinde, cadı avında, Yahudiler, uyuşturucular ve akıl hastalığı ile
savaşlarda olduğu gibi. Dahası, insan doğru ve yanlış duygusuyla donanmış
ahlâki bir özne olduğundan, varoluşsal yamyamlığını gerekçelendirmeli-
dir/yasallaştırmalıdır. Böyle bir amacı gerçekleştirmenin en iyi ve en kolay
(ve muhtemelen yegâne) yolu Öteki’nin denetiminin/imhasının gerekli olduğu
şeklindeki çift yönlü iddiadır:
1. Topluluğun saflığını ve güvenliğini
korumak; ve 2. Öteki’nin ruh/akıl sağlığını korumaktır.
İman Çağındaki insanlar, Tanrıyı memnun
ve gayrı memnun etmek suretiyle meşruiyeti kazanıyor ya da kaybediyordu. Çoğumuz için geçip
gitmiş -kimileri içinse yeniden ortaya çıkmış ya da hiç terk edilmemiş- o
günlerde yalnızca Tanrı, koşulsuz şartsız olarak meşruydu. Geri kalan her şey,
şayet varlığı Tanrıyı memnun ediyorsa ya da Tanrının iradesine uygun hareket
ediyorsa meşruydu. Aksi takdirde, -insan, canavar ya da cansız nesne- her ne
olursa olsun meşru değildi ve dolayısıyla da var olmayı hak etmiyordu. Tanrı,
Büyük Meşrulaştırıcı olduğundan dolayı, onun iradesini anlamaya ve mümince
gözlemlemeye çalışmaktan daha önemli hiçbir şey yoktu. (Şimdi ise ekonomik ve
yaşam standartı üzerine meşruiyet ve idoller dizayn ediliyor.)
Artık
“Tanrının öldüğüne karar veren” bazı insanlar, meşruiyetin -özgül anlamda,
insan davranışına ilişkin meşruiyetin- kaynağını nerede arıyorlar?
Cevap olarak, “Akıl
Çağı”nda
olduğumuzdan dolayı nihai meşruiyet kaynağımız Bilimdir, diyoruz. Bu şekilde
Biyoloji, kimya ve fizik kanunlarıyla hükmedilen gayrı beşeri varlıklar,
bitkiler ve cansız nesnelerin ‘davranış’ına ilişkin inançlar, Doğal ya da
Pozitif Bilimlerce meşrulaştırılmasını; öte yandan, iktisat, psikoloji ve
sosyoloji kanunlarıyla (sözümona) hükmedilen insanların davranışına ilişkin
inançlar da Sosyal Bilimlerce meşruiyet kazanmalıdır, refaransıyla, Davranışsal -ya da Jacques Barzun’un taktığı
uygun lakap ile Yanlış Davranışsal-
Bilimlere
körkütük itimat ederek ve sözümona insanlara yardım eden -fakat aslında ket
vuran- mesleklere/siyasilere ve mensup piyonlarının ifa ettiği
hizmetlere/rollere yönelik bağnazca olumlu bir kanaat beslemekteyiz. Sh:13-15
Çağdaş toplumlar bu düzeni tersine çevirme
eğilimindedir, denilir. Ancak, Ebeveynlerin, çocuklarına yönelik sahte saygı
beslemeye teşvik edilmesi, böylece çocukları denetlemedeki başarısızlıklarına
meşruiyet kazandırılması; siyasetçilerin de ‘aziz’ vatandaşlarına yönelik
sahte sevgi beslemeye teşvik edilmesi ile siyasetçiler/kurumlar vatandaşlar
üzerinde yersiz denetim uygulama çabalarına meşruiyet kazandırmaktadırlar. Sh:21
Canlı varlıklar olarak hayatımızı
sürdürebilmemiz için yaşayan diğer varlıkları (hayvanlar, sebzeler) imha etmek
ve bu varlıkları fiziksel nesneler olarak oluşturan (sunnî) kimyasal maddelerle
idare yoluna gitmekle[sahte besinle yetiştirmekle]; bir anlamda biz, ‘biyolojik yamyamlarız’ diyebiliriz.
Keza, toplumsal varlılar olarak hayatımızı sürdürebilmemiz için diğer beşeri
varlıkları devreden çıkarmalı [aldatmalı] ve bu varlıkların ruhsal varlıklar
olarak oluşturan meşruiyetle idare etme gerçeğini sunmalıyız. [Genetiği
değiştirmek.]. Yani, Biz ‘varoluşsal yamyamlarız’ (aslında
böyle olmaya da mecburuz) dersem, kastettiğim anlam budur. Ancak bu anlamı
kavradıktan sonradır ki varoluşsal yamyamlığın hangi şeklinin (ve neden)
diğerine göre yukarıda ya da aşağıda olduğunu makul düzeyde düşünebilir miyiz?.
Sh: 65
Siyasi ve mesleki
otoriteler erkekleri, kadınları ve çocukları, ardarda gelen ‘felaketler’den
koruduklarını iddia ederek güçlerini meşrulaştırmaya çalışırlar.
On dokuzuncu yüzyıl ve yirminci yüzyılın
ilk yarısı boyunca insanlığı cinsel öz istismardan (mastürbasyon) korumuşlardı.
Şimdi de bizi, kimyasal ve varoluşsal öz-istismardan (kendi kendine ilaç
tedavisi ve intihar) koruyoruz diyorlar. Bunu iki şekilde yapıyorlar.
Olumlu eylem: Adalet adına zorlama.
İstem dışı psikiyatral müdahale: Tedavi adına zorlama.
Bir atasözü kalemin kılıçtan daha keskin,
yani daha kudretli olduğunu söyler. Elbette: Kılıç meşrulaşmak için kaleme gereksinim duyar. Tanrının,
Ülkenin ve Kendiye yönelik haklı
savunmayla masumların haksızca
öldürülmesi arasındaki ayrım
kaleme/medyaya dayanır. [Kimin
medyası kuvvetli ise o doğruyu söyleyendir.]
Yetki/kuvvet yapılanı meşru kılar; bireyi
gerekçelendirir. Yani Meşruiyet aklileştirir; aklileştirme [akla uygun hale
getirme] meşru kılar.
Doğru
olan, meşruiyet karşı koymayla zayıflar: uzlaşı ve uyum aramasının sebebi budur
-mümkünse ikna yoluyla, gerekliyse
zorlamayla. Akılcılık karşı koymayla kuvvetlenir: uzlaşıya kayıtsız
kalıp zorlamadan kaçınmasının sebebi budur -parolasının ‘bilene bir kelime
yeter’ şeklinde olmasının sebebi de budur.
On dokuzuncu yüzyıl aydını meşruiyet ve akılcılık arasındaki
farkları günümüz modern akranından daha açık bir şekilde görmüştü. Burun deliklerinde
kalakalmış kutsallık kokusuyla, çoğu kez güce bağlanmış meşruiyetin zorlayıcı
olabileceğinin, öte yandan genellikle bilgiye bağlanmış akılcılığınsa
zorlayıcı olamayacağının farkına varmıştı. Bunun aksine, Tanrının
yerine Aklı koyduktan sonra modern aydın -akılcılığın meşruiyeti
gerekçelendireceğine de inanarak- akıl ve mantık dışı kabul edilenlere yönelik
zorlayıcı denetime bile isteye başvuruyor.
Voltaire, ancak meşru bir kimsenin meşru
kılıcılara karşı savaş açabileceğini ve bu savaşı başarıyla sürdürebileceğini
-belki de diğer herkesten daha iyi- anlamıştı. Sekreteri tarafından,
Engizisyon pençesi altındaki İspanya’da yaşasaydı ne yapardı diye sorulduğunda
Voltaire, şöyle bir cevap verdi:
“Elimde tespih, başıma
büyük bir çelenk takar, her gün kiliseye dua etmeye gider, rahiplerin
yenlerini öper ve bütün manastırları ateşe vermeye çalışırdım.” Sh:97-106
Albert Camus’da, sözkonusu meşruiyete
muhalefet ruhunu The Plague (Veba) kitabında mükemmelen anlatır: “Gelgelelim, iki kere ikinin dört ettiğini söyleme cüreti
gösteren insanların ölümle cezalandırıldığı zamanlar tarihte tekrar tekrar
karşımıza çıkacaktır.” Böylesi
insanların sahici ölümle cezalandırılma tehlikesi artık yoksa da, mecazi
ölümle -yani, meşruiyet kaybıyla- cezalandırılma tehlikesi hâlâ mevcuttur.
[Örnekleri günümüzde boldur.]. Sh:13-15
Kaynak:
Thomas
Szasz, VAHŞİ DİL-Tersine Okumalar Lügati, Kitabın Özgün Adı: The Untamed Tongue
(A Dissenting Dictionary) Türkçesi: Mehmet Atalay, Kaknüs, I. basım; 2006,
İstanbul
Bir adam
daha fazla paraya satmak amacıyla arabası hakkında yalan söylerse bu, kâr
amaçlı, akılcı bir davranış oluyor; şayet daha fazla dikkat çekmek amacıyla kendisi hakkında yalan söylerse bu,
akıl dışı delilik oluyor. Birincisine fiyat pazarlığı, İkincisine de akıl
hastalığı tedavisiyle tepki veriyoruz. Sh: 139
**
Ne ki, yalnızca beşeri varlıklar
yalan söyler; aslında yalan söylemek siyasetçilerin, papazların ve
psikiyatristlerin temel bir davranış özelliğidir -siyasetçiler, papazlar ve
psikiyatristler; yani ahlâki özneler
olarak konumlarını asla sorgulamadığımız bireyler. Sh:200
**
Seçim öncesi süreçte Amerikan halkı ve basını
yalnızca, siyasetçilerin nasıl yalan söyleyerek halkı aldattığından bahseder. Seçim sonrasındaysa hem halk hem de basın,
siyasetçilere -ve hükümet işlerini yürüten uşaklarına- hayatları pahasına bile olsa herhangi bir yanlışlık
yapamazlarmış gibi davranır.
Alaycıl bir
şekilde, buna zıt bir genelleme doğruya daha yakındır. Seçim öncesi süreçte
siyasetçiler (özellikle muhaliflerine ilişkin olmak üzere) biraz doğru söyler
ve bizi kendilerine güven besleme ahmaklığına karşı uyarmış olurlar. Ne
ki, seçim sonrasındaysa hiçbir
siyasetçinin -işgal ettiği görev konumuna dayalı olarak iki, dört ya da altı
yıl boyunca- dürüst bir konuşma icra etmeye yönelik ilgisi kalmaz. Sh:183
**
**
Psikiyatri: 1. Tarafları olmayan çekişmeler.
2. Konusu ne akıl, ne de akıl hastalığı
olan, yalandan ibaret bir tıp disiplini.
Bu yalan süreci,
etkileşim taraflarının verili adlarıyla başlar -bir tarafın hasta olmamasına
rağmen ‘hasta’ diye adlandırılması, diğer tarafın da herhangi bir hastalığı
tedavi ediyor olmamasına rağmen ‘terapist’ diye adlandırılması.
Süreç, sözkonusu
disiplinin konusuyla uyumlu yalanlarla devam eder (psikiyatrik ‘teşhisler,’
‘tahminler,’ ‘tedaviler’) ve eski akıl hastalarını hayatları boyunca gölge gibi
takip eden yalanlarla sona erer - depresyon’
ve ‘şizofreni’ diye adlandırılan iftira kayıtları ya da ‘hastaneye
kaldırma’ diye adlandırılan hapsetme vb. kayıtlar. Psikiyatriye
dürüst bir isim koymak isteseydik onu, ‘yalanbilim’ ya da yalanların
çalışılması ve uygulanması diye adlandırırdık. Sh: 193
**
Hz. İsa, gerçeğin bizi özgürleştireceğini söylemişti.
Gelin görün ki, bizi birleştiren şeyler topyekûn yalandan ibaret. sh: 267
**
1920’de
Budapeşte’de doğdu. 1938’de Amerika’ya geldi ve Cincinnati Üniversitesi’nde
Fizik eğitimi aldı. Daha sonra Cincinnati Üniversitesi Tıp Fakültesi’ne kaydoldu
ve 1944 yılında tıp doktoru olarak mezun oldu. Chicago Psikanaliz
Enstitüsü’nde uzmanlık eğitimi aldı bir süre burada öğretim görevlisi olarak
çalıştı. Amerikan Psikiyatri Derneği ve Amerikan Psikanaliz Derneği’nin üyesi
oldu; başlıca tıp, psikiyatri ve psikanaliz dergilerine makaleler yazdı. State
University of New York Health Science Çenter’ da psikiyati dalında profesör
olarak dersler verdi, aynı zamanda Washington D.C. Cato Enstitüsü’de de öğretim
üyeliği yaptı. The Myth of Mental İllness (Ruh Hastalığı Miti, 1961) adlı eseri
uluslararası düzeyde tartışmalara yol açtı. 1969’de Citizens Commission on
Human Rights (Vatandaşın İnsan Hakları Komisyonu)’nun kurucularından biri
oldu. Lavv, Liberty and Psychiatry, (Hukuk, Özgürlük ve Psikiyatri) The Ethics
of Psychoanalysis (Psikanalizin Ahlâk Anlayışı), Ceremonial Chemistry (Törensi
Kimya), Our Right to Drugs (İlaç/Uyuşturucu Alma Hakkımız) ve The Manufacture
of Madness: A Comparative Study of the Inquisition and Mental Health Movement
(Delilik Üretimi: Engizisyon ile Ruh Sağlığı Hareketinin Karşılaştırmalı bir
İncelemesi) adlı eserleri tıp, hukuk ve sosyal bilimler çevrelerince 20.
yüzyılın en etkili eserleri arasında gösterilir.
Kaynak:
Thomas Szasz, VAHŞİ
DİL-Tersine Okumalar Lügati, Kitabın Özgün Adı: The Untamed Tongue (A
Dissenting Dictionary) Türkçesi: Mehmet Atalay, Kaknüs, I. basım; 2006,
İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar