XII. ASRIN SON YARISI İLE XIII. ASRIN İLK YARISINDA ANADOLU
Seyyid
Burhâneddîn’in yaşadığı XII.asrın son yarısı ile XIII.asrın ilk yarısında
Anadolu halkı henüz haçlı ordularının zulüm, yağma ve katliâm etkilerinden
kurtulmadan, doğudan daha büyük tehlike olan Moğol tehlikesi başgösterdi.
Eflâkî’nin Menâkıbı’nda anlatıldığına göre Bahâeddîn Veled, Belh’ten ayrılmadan
önce, Seyyid Burhâneddîn Belh’ten ayrılıp, Tirmiz’e gitmiş ve orada inzivâya
çekilmiştir. Arkasından da Hocası Bahâeddîn Veled, Belh’ten göç etmiş, O’nun
Belh’ten göç etmesi hususunda çeşitli görüşler varsa da, asıl sebep Moğol tehlikesinin
yaklaşmış olmasıdır.
Doğuda
Horasan bölgesinde Moğollar büyük tahripler ve katliâmlar yapmışlardı. Cengiz
Han Belh üzerine yürüdüğü vakit, Belh’liler büyük bir direnme göstermiş, bu
durum Cengiz Han’ın gücüne gitmiş, tekrar Belh üzerine hücum ederek onları
mağlup edip, büyük küçük herkesi öldürmüş, hâmile kadınların karınlarını yarıp,
hayvanlarını öldürüp, Belh’i yerle bir etmişti. Yine Moğol ordusu Belh’te
bulunan birçok mescidi ateşlemiş, bunun sonucu, bu mescidlerde bulunan dört bin
Kur’ân metni yanmış, elli bine yakın bilgin, öğrenci ve hâfızı öldürmüşler, iki
yüz bin inşam da katledip yere gömmüşlerdi.
Bahâ Veled,
seyahati esnasında henüz Bağdat’tan ayrılmadan Önce, Cengiz’in Belli ve Horasan
bölgelerinde şehir ve köyleri yağmalayıp, insanlarım öldürüp, birçok esir
aldığı haberi O’na ulaşmıştı.
İşte yukarıda
belirttiğimiz hususlar, doğuda, Moğol zulmünün ne derece şiddetli olduğunu
göstermektedir.
Seyyid
Burhâneddîn, Babası Bahâeddîn Veled’in ölümünden (H.628 /M.1231) bir yıl sonra
Konya’ya geldiğine göre, Seyyid’in Anadolu hayâtı, Sultan I.Alâeddîn Keykubâd,
(M. 1220-123^7) ile oğlu II. Gıyâsieddîn Keyhüsrev’in (M. 1237-1246)
saltanâtlan zamanını kapsamaktadır.
– I. İzzeddîn
Keykâvus ölümünden önce Haleb’e sefere çıkmıştı; fakat Melik Efdal’ın hiyâneti
üzerine Elbistan’a dönmeye mecbur kaldı. Sultan hiyânete uğradığı düşüncesiyle,
devlete birçok; hizmet etmiş değerli emirleri öldürttü. Bu yüzden aşın vicdan
azâbı duyması ve Eyyubilere karşı fazla hiddet ve öfkesinden dolayı vereme
tutularak, vefât (M. 1220) etti .
I.İzzeddîn
Keykâvus’un vefâtı üzerine kardeşi I.Alâeddîn Keykubâd hapisten çıkarak, sultan
olması ile Anadolu Selçuklu Devleti en büyük yükselme devrini yaşamıştı.
Halîfe Nâsır
li-Dînillah, Keykubâd’a saltanat menşûru, şâir hâkimiyet âlâmetleri ile meşhur
süfî Şihâbeddîn Ömer Suhreverdî’yi? Konya’ya gönderdi (M. 1234). Suhreverdî’nin
Seyyid Burhâneddîn’i ziyâreti bu seyahat esnâsında vuku’ bulmuştur.
Alâeddîn
Keykubâd sultan olunca, tehlikenin büyüklüğünü anlayıp, Moğol istilâsına karşı
ülkeyi içten ye dıştan düzenleyip, tedbirler almaya başladı. Zira Moğollar
Hârizmşahlar imparatorluğunu kısa sürede çökertmiş, süratle batıya doğru
ilerlemekteydiler.
Keykubâd
gelecekte bir istilâ tehlikesine karşı siyâsî ve askerî tedbirler alıp, hudud
kalelerini tahkim ederken, memleketin ortasında bulunan Sivas, Kayseri ve Konya
gibi büyük şehirlerin de surlarını ve kalelerini yeniden inşâ ettiriyordu.
Eflâkî’nin ahlattığına göre, Alâeddîn Keykübâd, Konya’da yaptırdığı sur ve
kaleleri Mevlânâ’nın babası Sultanu’l Ulemâ’yı, gezdirdiği vakit, Bahaeddîn
Veled,” Sellere ve düşman süvarilerine karşı çok güzel ve kuvvetli bir kale
yaptıaFakat mazlûmların duâ oklanna karşı ne yapabilirsin? Şen adâlet ve ihsan
kalesi yapmağa çalış,” der.
Görülüyor ki
O,maddî tedbirleri takdir etmekle beraber Sultan’dan adâlet göstermesini, halka
iyilikte bulunmasını istemiştir.
Antalya
yakınında: bulunan askerî ve ticârî önemi büyük olan Kölonores kalesi
fethedilip (M. 1223), şehir ve kalesi yeniden inşâ edildikten sonra, Sultanın
adına izâfeten, Alâiye (Alanya) ismi verilmiştir’ Bu şehir Keykubâd ve
halefleri için kışlık konaklama merkezi olmuştu.
Kastamonu uç
beyi Hüsâmeddîn Çoban, Kırım’daki ticâret limanı Sugdaki alıp, birçok Rus ve
Kıpçak beylerini Selçuklu Devletine katılmaya mecbur etti. Güneyde Anamur ve
Silifke’ye kadar bütün kaleler fethedilip, bu bölgelere Türkmenler
yerleştirildi.
Moğollarla
uğraşan Celâleddîn Harezmşah’la, Hrıstiyanlarla savaşan Keykubâdın araları
önceleri iyi idi. Celâleddîn, Keykubâd’a yazdığı mektubunda: “Ayni dine ve
millete mensubuz ve cihâd yolunda beraberiz” diyor. Keykubâd’da cevâbî
mektubunda: “Tatarlara karşı müslümanları sevindirdiğini” belirtiyordu.
Fakat Celâleddîn’in, Eyyûbîlerin elindeki Ahlat şehrini alıp, halkını katliâm
yapması ile Alâeddînle araları açıldı.
Harezmşah,
cesur ve askerî alanda büyük kumandanlardan biri sayılmasına rağmen siyâsî
hatâlarından dolayı ve Erzurum emiri, Cihânşahin tahriklerine uyarak,
Keykubâd’a karşı cephe aldı. Neticede aralamada vuku’ bulan savaşta, Erzincan
yakınında Yassı Çemende Celâleddîn mağlup (M. 1.230) oldu. Mağlup olan
Celâleddîn, Harput tarafına kaçınca, bir kürt tarafından 1231 de öldürüldü. Celâleddîn’in
ölümünden sonra Selçuklu Devleti, Malatya havalisine kadar yağma yapan,
Moğollarla komşu olmuştu. Eflâkî, Menâkıbı’nda, Celâleddîn’in Mevlânâ
hânedânına ve halka karşı zulüm ettiğinden bu olay başına geldiğim belirtip,’
şu beyiti kaydeder
“Zâlim
öldürüldü,dünya insanları hayata kavuştu.
Herbiri
yeniden Allah’ın kulu oldu ”
Keykubâd,
Moğol elçileriyle-temas ederken, gelecekteki Moğol tehlikesine karşı da.
tedbirler ve hazırlıklar yapıyordu. Emîr Kemaleddîn Kâmyâr da Van’dan Tiflis’e
kadar beldeleri fethediyor, müstahkem mevkilere asker yığıp ve nüfusu
seyrekleşen bölgelere de Türk halkı yerleştiriyordu.
Mısır Eyyûbî
hükümdan Melik Kâmil’in Mardin’e kadar gelip, bu bölgeleri tahrip edip,
ahalisini katletmesi üzerine, Alâeddîn Keykubâd, ordusunu Kayseri yakınında
Meşhed ovasında toplayıp, geleceğe âit önemli kararlar aldı. Oğlu İzzeddîn
Kılıçasları’m velîahdlık merâsimi icrâ edildi. Merâsime katılan yabancı devlet;
elçileriyle, Musul’a kadar ilerlemiş Moğol tehlikesine karşı müşterek hareket
etmek üzere karara varıldı. Fakat Keykubâd, elçilere verdiği ziyâfette
zehirlenerek öldürüldü (M.1237) ve bu ittifak da gerçekleşemedi.
Alâeddîn,
düşmanlarına karşı şiddetli davranmış, fakat adâletten de ayrılmamıştır. Bu
yüzden haşmet ve kudreti halk arasına yayılmış, kendisine de itâat edilmiştir.
Alâeddîn’in ölümünden sonra Selçuklu Devletinin haşmeti sönmüş, ilerleme devri
duraklamaya ’yüz tutmuştur.
Keykubâd’in
vefâtı üzere velîahd İzzeddîn Kılıçaslan’ın yerine beylerin ve emirlerin
müdâhale etmesi ile Erzincan Meliki II. Gıyâseddîn Keyhüsrev tahta
(M.1237-1246) çıktı. Alâeddîn; Keykubâd, büyük oğlu Keyhüsrev’in
kifâyetsizliğini bildiğinden, İzzeddîn’i velîahd tayin etmişti. Keyhüsrev
kendisini meşrû Vârisi olmadığını bildiğinden, herşeyden korkuyor Ve
öldürülmesinden endişe ediyordu. Bu liyâkatsiz Sultan muhteris Sa’deddîn
Köpek’in tesiri altında kaldı. O’nun telkinleri ile Harezm beyi Kayır Hanı
öldürttü .Kayır Han’ın ölümü üzerine Hârizm beyleri ve askerleri, Selçuklu
Devletine hizmeti bırakarak, Kayseri’den ayrıldılar. Yollan üzerindeki köy ve
kasabaları yağma ve tahrip ederek, Malatya’ya doğru çekildiler. İsyan eden
Harezmli kuvvetleri uzun zaman devletin başına gâileler açıp , Suriye
hududlarında asâyişsizlik unsuru hâline geldiler.
Bu arada
Selçuklu ülkesini baştanbaşa sarsan Babâî harekâtı (M.1240) patlak verdi . Babâî
harekâtı Selçuklu Devletinin güç birliğini sarstığı gibi, Moğolların da
Anadolu’da baskı ve zulümlerini arttırmalarına sebep oldu. Baba İshak’ın az bir
güçle Selçuklulara karşı ayaklanması, Moğolların cesâretini artırıp, Anadolu’ya
istilâ girişimlerini sağladı . Moğol, kumandanı Baycu Noyan
Erzurum’u işgal (M, 1242) edip, şehri yakıp yıkarak, halkını katletti. Ertesi
yıl yine Baycu, bir ordu ile Anadolu içlerine girerek, büyük bir Selçuklu
ordusunu Sultan II.Gıyâseddîn Keyhüsrev’in korkaklığı ve tedbirsizliği yüzünden
Kösedağı mevkiinde yenilgiye (M. 1243) uğrattı .Bu
yenilgi Anadolu Selçuklu Devletini esârete düşürüp, yıkılmasına sebep oldu.
Kösedağ
yenilgisinden sonra Moğollar, Sivas’ı yağmalayarak, yürüyüşlerine devam edip,
Kayseri’yi muhâsaraya aldılar, Hajik oğlu Husâm adlı Ermeni dönmesinin ihâneti ile
Kayseri’yi işgal edip, halkını kılıçtan geçirdiler .
Seyyid
Burhâneddîh’in Kayseri’de, Moğol askeri ile karşılaşması, bu yağma sırasında
olsa gerek. Seyyid’e karşı Moğol askeri kılıcını çekerek, hücresine geldi. O’na:”Ey!
sen kimsin ?”diye bağırdı. Seyyid,” Ey! deme, çünkü sen her ne kadar
Moğol kıyafetine bürünmüşsen de bizce biliniyorsun “. Seyyid, yanında olan
arkadaşlarına :” Hırka içinde saklı olan bu adam, Tanrı kubbeleriyle örtülü
olanlardandır” dedi. Biraz sonra bu adam Seyyid’in ayaklarına dinârlar
saçıp, müridi oldu . Bu yağma ve katliâm olayları Selçukluların merkezilik
siyâsetini sarsıp, Moğollara bağlı haraç veren, tâbi bir beylik hâline getirdi.
Gıyâseddîriin
ölümünden (M. 1246) sonra üç oğlu, I. îzzeddîn Keykâvus, IV.Rükneddîn
Kılıçaslan ve II.Alâeddîn Keykubâd’ın aralarında taht mücâdelesi başladı.
– Üç kardeş
arasındaki taht kavgası, Mu’inüddîn Pervâne’nin desteği ile IV. Rükneddîn
Kılıçaslan’ın lehine sonuçlandı .
Mevlânâ ile
birçok münâsebeti olan Selçuklu veziri Pervâne, kendi devrinde nisbî bir düzen
sağlamasına rağmen Moğollara bağlı siyâseti ile kendi mevkiini kuvvetlendirip,
Selçuklu Devletini ağır vergiler altında ezdirip, koskoca Selçuklu Devletini
Moğol eyâleti hâline getirmişti .
Siyâsî bölümde
belirttiğimiz üzere Anadolu Selçuklu ülkesi I. Alâeddîn Keykubâd’ın gayret,
çalışma ve almış olduğu geniş güvenlik tedbirleri sayesinde, ülkenin refah
seviyesi yükselmiş ve her sahada ilerleme kaydetmişti. Başlangıçta Moğollar
Selçuklu devletinin kudret ve haşmetini düşünerek, Selçuklu ülkesine saldırıp
istîlâ etmekten çekinmişlerdi.
Moğollar
Türkistan’dan sonra Horasan, İran, Azerbaycan ve Kafkasya’ya kadar istîlâ
dalgaları şeklinde ilerleyince, ölüm korkusu ile bu bölge halkları Anadolu
içlerine doğru akın ediyorlardı. Bu göç dalgası içerisinde, birçok âlimler,
mutasavvıflar, şeyhler, şâirler, sanatkarlar ve tüccarlar da bulunuyorlardı.
Anadolu’ya gelen ilim ve sanal adamlarından bazıları da Arap ülkelerinden
geliyorlardı:
Anadolu
Selçuklu topraklan konumu bakımından büyük ticâret yollan üzerinde bulunuyordu.
Bu durum ülkenin iktisâdî ve medenî bakımdan yükselmesini ve gelişmesini
sağlıyordu. Anadolu’da gelişen milletler arası ticârî faaliyetler sayesinde,
Keykubâd büyük şehirleri sağlam surlarla çevirmekle kalmayıp, çâmî, medrese,
hamam, hastahane, tersane, köprü ve kervansaraylarla da süslemişti. Keykubâd,
ticâret kervanlarının emniyet ve istirahatı için birçok kervansaraylar
kurdurmuş, bu kervansaraylarda konaklayan yolcuların ihtiyâç ve iâşelerini
temin etmek üzere, vakıf koyun sürüleri de bulundurmaktaydı. Kervanların
yollarda tecâvüze, uğraması hâlinde, zararları devlet tarafından
karşılanıyordu. Bu konak yerlerinde yolculara zengin-fakir, müslüman-hıristiyan
din farkı gözetmeksizin eşit miktarda karşılıksız yemek verilip, hayvanlarının
bile ihtiyâcı temin ediliyordu. Selçukluların sahip olduğu bu hayırseverlik
örneklerine, henüz çağımız insanları ulaşmış değildir.
Sultan
Alâeddîn, Moğol istilâsını kaygu ile takip edip, saltanatı esnasında gerekli
tedbirleri alarak, ülkesini Moğol tehlikesinden korumayı başarmıştı. O’nun
ölümü ve oğlu II.Gıyâseddîn Keyhüsrev’in şahsi meziyetlere sahip olmayışı
sebebiyle Moğollar Selçuklu topraklarını istilâya giriştiler.
Sultan
Alâeddîn’in ölümü ile Anadolu’da düzen ye âsâyişin kalmayacağını. Eflâkî,
Menâkıbı’nda naklettiği bir rüya yorumu ile halkın bu düşüncesine tercümân
olur. I.Alâeddîn Keykubâd rüyâsında : Başını altun, göğsünü ham gümüş,
göbeğinin aşağısını da tunçtan olduğunu görür. Bu rüyânın yorumu
Mevlânâ’nın babası Sultânü’l-Ulemâ’ya sorulduğu zaman, O da: “Sen dünyada
oldukça insanlar rahat, temiz yaşayacaklar ve altun gibi kıymetli olacaklar..
Senin ölümünden sonra âdî ve haris insanların başa geçeceğini Moğol istilâsının
dünyayı harabeye çevireceğini, din âlimlerinde vekar ve temkinin kalmayacağı”
tarzında yorumlar.
Keykubâd’m
ânîden ölümü ve ülkedeki sosyal bozukluklar sonucu ortaya çıkan Babâîler
(M;1240) harekâtı ile dürüm birdenbire değişmiş, devletin zaafı görülmüş ve
Moğolların Selçuklu topraklarına saldırmasına imkân vermiştir.Gerçekte Babâî
harekâtını hazırlayan Baba İshâk, ülkenin sosyal ve ekonomik bozukluklarını iyi
değerlendirip, câhil halkın dinî duygularını istismar ederek,; fakir halka mal
ve ganîmet va’dederek, Sultan II.Gıyâseddîn Keyhüsrev’in kötü idâresini ve
sefâhat hayatını da yayârak; O’na karşı halkı ayaklandırmaya hazırlamıştı .Bu
ayaklanma esnasında kendisini güvende hissetmeyen, Sultan II. Gıyâseddîn
Keyhüsrev ordusunu terkederek, soluğu Kubâdâbâd sarayında almıştı. Sultan, aklî
ve ahlâkî zaafları yanında, korkaklığı ile de devleti sahipsiz bırakmıştı. Bu
isyan sırasında baba taraftarları ve Selçuklu kuvvetleri büyük kayıplar verip
isyanlar bastırılmıştı.
Babâî isyanına
katılan bir kısım halk, Baba İshak’ın peygamberliğine inanacak kadar cehâlet
göstermiş, hattâ O’nun peygamberliğine inanmıyanları öldürmekten bile
sakınmamışlardı. Baba İshak öldürüldükten sonra bile Babaîlerin etkisi uzun
zaman Anadolu’da devam etmişti. Selçuklu devletinin idârî kadrosunda Horasanlı
ve İranlı kimselerin bulunması, Türkmenlerin geri plânda kalmasına sebep olmuş,
bu yüzden de uç bölgelerde otonom bir hayat yaşıyorlardı. Türkmenler, nüfûs
ve siyâsî bakımdan büyük bir önem taşımakta olmasına rağmen sıkıntı ve fakirlik
içerisinde hayat sürmekte idiler. Halbuki Türkmenler savaşçı ve mücâdeleci bir
ruha sahip oldukları için Moğollara karşı direnmelerde ve ayaklanmalara öncü
olmuşlardı. bütün sıkıntı ve güçlükleri daha fazla bu kesim çekmekte idi.
Selçuklu
idârecilerinin ve yüksek zümrenin Moğollara karşı tutumları, Türkmenler
tarafından çeşitli eleştirilere uğramıştır. .Selçuklu devleti zayıf düşünce,
idâreciler, tabiîlerinin yanında mevki elde etmek uğruna halka kötü davranıp,
ağır vergiler koymuşlardır. Mustevfî Fahreddîn Kazvînî, Moğolları memnun etmek
amacı ile halka ağır vergiler koymuştu. Yine Mültezim Kızıl Hamid de, siyâsî
çalkantılardan faydalanarak, vergileri kendi adına toplamaya başlamıştı. Bu
olayların çoğu idârenin zaafından kaynaklanmaktaydı.
Mevlânâ ve
taraftarlarının da Moğollara karşı davranışları Türkmenler ve Karamanlılar
tarafından tenkide uğramıştır. Bu konudâ bazı rivâyetler vardır. Mevlânâ’ya Moğol sülâlesinin ne
vakit sön bulacağı! soralduğunda, O da,” Babası Bahaeddîn Veled’e karşı
Hârizmşah’ın kötü davrandığından, Allah’ın Moğol ordusunu doğudan harekete
geçirdiğini söyler. Yine Mevlânâ, Moğol istilâ ve hakimiyetinin Allah’ın
istemesi ile olduğunu belirtir . Fakat Mevlânâ Moğolları ağır bir dille de
eleştirir: Onların kıyamete inanmadıklarını, inansalar halka bu kadar zulüm
yapmıyacaklarını ve müslümanların Moğollara karşı saygı göstermesini, puta
tapmakla eş değerde olduğunu belirtir. Mdevlânâ:” Hilekar Moğollar,
Mısırlılardan birini arıyoruz, derler de bu suretle hepsini hileyle toplayıp,
kafalarını kestiklerini ” anlatarak, onların zulüm ve hilekarlıklarının
boyutlarını açıklar.
Bu asırda
zulüm, işkence, karışıklıklar ve kötü idâre yamnda kuraklık yüzünden kıtlıklar
da meydana gelmiştir. Aksarâyî, Musâmeretü’l-Ahbârı’nda Aksarây’da kadınlar,
kediler gibi çocuklarını yediler “diyerek, kıtlığın şiddetini belirtir.
Diğer taraftan
siyâsî hâkimiyetin zaafı Selçuklularda velîahdlık ve saltanat verâseti bir
kanunla tesbit edilmediğinden dolayı ülkede çoğu zaman karışıklıklara ve
çekişmelere ve savaşlara sebep oluyordu . Bu yüzden de halk ye idâreciler ve
ülke büyük zarar ve tehlikelerle karşılaşıyordu. Bazen kardeşler arasında taht
kavgaları çıkıyordu.
Alâeddîn
Keykubâd’dan sonra sultanlann sefahata düşmeleri, Sadettin Köpek ve Süleyman
Pervâne gibi entrikacı vezirlerin işbaşına gelişi, bazı sultanların küçük yaşta
hükümdar olmaları, doğu sınırlarının açık oluşu, ekonomi ve ticâretin
zayıflaması, halkın zulüm görmesi, Acem kültürünün girişi, aydın sınıfının
yabancı hayranlığı, millî birliğin bozuluşu, Selçuklu devletinin yıkılma
sebepleri olarak gösterilmiştir .
Bilhassa
devletin başında bulunan bazı muhteris insanlar, iktidarı elde tutmak uğrana,
Selçuklu devletine karşı ihanette bulunmak pahasına da olsa, Moğollara
yaranacak tarzda hareket etmişlerdir. Aslen bir franlı olan Pervâne Mu’inüddîn bu karışık devrede kendi
adına faydalanmış, Moğollara hediyeler verip, onlarla işbirliği ederek,
Anadolu’da sınırsız nüfüz ve kudret kazanmış, ülkenin idâresini uzun müddet
elinde tutmuştur.
Halk bu asırda
Moğol işkence ve zulümden, kıtlık, yoksulluk ve ağır vergilerden dolayı korku
ve ümitsizliğe düşmüştür. Halk manevî sultanlara, şeyhlere ve tasavvuf
büyüklerine yönelmişlerdir. Tasavvuf şeyhleri ve âlimler, halka ümit ışığı
olmuş, onların maddî ve manevî sahada ilerlemelerine âmil olmuştur. Bu âlimler
ve şeyhler halka hürriyetin değerini öğretmiş, esâretin kötülüğünü anlatmış,
Moğol akımının devamlı olmadığını belirterek, onlara ümit ışığı olup,
mâneviyatlarını yükseltmişlerdir İşte Seyyid Burhâneddîn de, Anadolu halkına bu
duygu ile hizmet edip, onlann maddî ve manevî sahada yükselmesine katkıda
bulunmuş, değerli insanlardan biridir.
Anadolu
toprakları Selçuklu hakimiyeti altına girdiği zaman, çeşitli milletlere mensup
halk, düşünce bakımından farklı yapıya sâhip olup, taassubtân uzak ve fikrî
cereyanların yayılmasına müsâit bir ortam hâzır bulunmaktaydı; I. Alâeddîn
Keykubâd’ın Anadolu ‘da sağladığı güven ortamı ve âlim ve san’atkarlârâ karşı
gösterdiği saygı sonucu, Moğol istilâsı önünden kaçan Türkistanlı, Iranlı ve
diğer milletlere âit bir çok âlim, şâir, mutasavvıf ve san’atkar Anadolu’ya
göçerek, ülkenin İlmî, kültürel ve san’at bakımından yükselmesine sebep
olmuşlârdı.
Bu âlimler
arasında Fahreddîn-i Irakî (ölm.M. İ 289), Necmeddîn Dâye
(Ölm.M.1256),Evhadüddîn-i Kirmânî (ölm.M. 1298)48,Bahâeddîn Veled (ölm.M. 1231)
gibi şöhretli âlim ve mütasavvıfları sayabiliriz.
Bu asırda
geçen şu olay, âlimlere karşı sultanların tutumlarının göstermesi bakımından
kayde değer: I.Âlâeddîn Keykubâd, Mevlânâ’nın babası Bahâeddin Veled’i
Karamandan Konya’ya dâ’vet ettiği zaman O,” Sultan içki içiyor ve çalgı sesi
dinliyor. Ben O’nun yüzünü nasıl görebilirim? ” diyerek, da’vetini kabul
etmezse de, Sultan, kötü alışkanlıklarım terkedeceğine dâir söz verince,
Bahâeddîn Konya’ya gelir. Konya’da Sultanla beraber büyük bir halk topluğu O’nu
saygı ve hürmetle karşılayıp, Sultan, O’nu kendi sarayında misâfır etmek
isterse de, O, kabul etmiyerek,” îmâmlara medrese münâsibtir ” diyerek,
Altunaba medresesinde konaklar. Alâeddîn, çok miktarda para ve hediyeler vermek
istediyse de, Bahâ Veled,” Sizin mallarınız haramla karışık ve şüphelidir ” diyerek,
kabul etmez. Hattâ Keykubâd, O’nu kendi tahtına oturtmak isterse de, Bahâ Veled,”
Ey melek huylu, mülk sâhibi hükümdar! dünya ve ahiret mülkünü kendine
malettiğine, şeksiz şüphesiz emin ol” diyerek, Sultan’ın gözlerinden öper
ve yanındakiler O’nun ağırlamasını pek beğenirler.
İşte bu olayda
görüldüğü gibi gerçek âlim ve şeyhler, kimseye minnet etmeyen, haramlardan
sakınan, gösterişe ehemmiyet vermeyen ve nefislerini yenmiş insanlardır.
Başlangıçta
süfîler inzivaya çekildikleri yerlerde, bazı müritleri ile tek başlarına bir
hayat sürüyorlardı. Daha sonra süfîler ise, önemli merkezlerde büyük hangahlar
kurarak, dervişleriyle beraber toplu bir hayat geçiriyorlardı. Türk
göçebelerinin İslamlaşmasında da ve bunlar arasında bir Türk tarikatının
kurulmasında, en önemli rolü Ahmet Yesevî ve dervişleri etkili olmuşlardı.
Ahmet Yesevî ve dervişleri, Türkçe’yi tarikat dili kabul ederek, Türk tasavvuf
edebiyatımnın kurulmasında da önemli rol oynamıştır.
Kerametleri
ile de büyük şöhret kazanmış süfîler, etraflarına çeşitli halk sınıflarından
binlerce mürit toplayabiliyordu. Çeşitli bölgelerde yayılıp ve teşkilatlanmayı
başaran tarikatlar ise, daha geniş nüfuza sahipti. Sultanların ve devlet
adamlarının bir sûfîye veya bir tarikata intisab etmesi ile, bu nüfuzu daha da
güçlendiriyordu. Hârizm de XII. yüzyılın sonlarında şeyh Necmeddîn Kübra’nın
(M.l 145-1221) büyük bir nüfûz kazandığı görülüyor. İçlerinde Mevlânâ’nın
babası Bahâeddîn Veledin de bulunduğu pek çok değerli şeyh O’nun halifeleridir.
Aynca bu asırda halk arasmda büyük nüfûza sâhip, tarikatı ve şöhreti her tarafa
yayılmış Hacı Bektaş Velî’yi, tasavvufi Türk Halk Edebiyatının ölümsüz
isimlerinden ve Mtislüman-Türk halkının sözcüsü Yunus Emre’yi de sayabiliriz.
Medreselerde
İslâmî ilimler yanında, matematik, hendese, mantık, astronomi, tıp ve felsefe
gibi aklî ilimlere de geniş yer veriliyordu. Bü asırda Selçuklu Türkiye’sinde
fikir hürriyeti ve hoşgörü o derece hâkim idi ki, Il. Sultan Kılıçarslan’m (M.l
115-1102) huzurunda çeşitli dinlere mensûb ilim adamları serbest fikrî
tartışmalar yapabiliyordu.
Devrinde
birçok ülkelerde dinsizlikle itham edilen Muhyiddîn ’Arabî Konya’da fikir
hürriyetine kavuşup, evlatlığı Sadreddîn Konevî (ölm.M. 1274)’ de, O’nun
eserlerini şerh ederek, fikirlerini yayıp, pek çok taraftar topluyordu.
Muhyiddîn ’Arabî; bilgisiz kimselerin başkalarını küçümseyeceğini, bilginin ise
insana hoşgörü kazandıracağını belirtip, “herkesi gelişigüzel tekfir etmeyin”
diye de, öğüt veriyordu.
[Eğer
bu çalkantılı dönem olmasaydı Muhyiddin Ârabî kuddise sırruhu’l-âlî görüşlerini
yayamazdı.]
Anadolu
Selçuklu sultanları, yüksek İslâm ve Türk terbiyesi ile yetişmiş; hoşgörülü,
münevver insanlardı. Sultanlardan bazılârı arapça, çoğunluğu farsça bilip, bu
dilde şiirler yazabiliyorlardı. Alâeddîn Keykubâd, bilgili ve kültürlü Sultan
olduğu kadar, mimarlık, marangozluk, oymacılık, saraçlık ve ressamlık
san’atlarında da, son derece maharetli olduğu belirtilmektedir.
Seyyid
Burhâneddîn, Mevlânâ Celâleddîn, Yunus Emre ve halefleri çeşitli din ve
mezheplere mensûb insanları çevrelerine toplayıp, birleştirerek, müşterek sevgi
ve dostluk bağları kurmuşlardı.
Mevlânâ’nın
çağdaşı Necmeddîn Dâye, kendisinde olan hoşgörü duygusunu şöyle açıklar
Düşmanımız bahtiyar
olsun
Dünyada Ömür
boyu mutlu olsun ,
Kim ki bizim
yolumuza diken koyarsa
Bizim
dikenimiz onun yolunda gülistan olsun !”
İşte böyle bir
ortamda, Anadolu’da hoşgörü ve fikir hürriyeti hâkimdi: Mevlânâ Celâleddîn,
farsça gazellerini semâ esnasında okuyor, dinleyen insanlar bundan zevk duyup,
heyecanlanıyordu . Yine Mevlânâ; devrinde halk tabakasından her sınıf
insanlarla yakınlık kurduğundan dolayı tenkide uğramış, O da, Mansûr’umuz
hallaç değil miydi, Buhârâlı Ebûbekr bez dokumaz mıydı, bir başka Kâmil, camcı
değil miydi ” diyerek, san’atların fikrî ve tasavvufî sahada ilerlenmesine
engel teşkil etmediğini açıklıyordu,
İbn Battuta
dâ, Anadolu halkı arasında mezhep taassubu ve fikrî bozukluk olmadığını,
Anadolu gezisi esnasında müşahedelerine dayanarak, müslüman halkın çoğunluğunun
Hanefî mezhebine mensup olup, aralarında kaderci, mu’tezile, hâricî ve
ehl-i’bid’at bulunmadığını kaydeder .Böylece O, dînî bakımdan müslüman halk arasında fikir birliği olduğunu
açıklar.
Ülkenin her
sahada, yükselmesi ve birliğinin sağlanmasında tasavvuf şeyhlerinin ve
dervişlerin büyük rolü olmuştur. Bazı çevreler, tarikatların müntesiblerini
tembelliğe ve miskinliğe götürüp, uyuşturucu bir rol oynadığını, ileri
sürmüşlerse de, gerçekte böyle olmadığı, bu asırda tasavvufî düşünce, Türk
sûfîsine, akıncı ve mücâdelecı bir ruh vermiştir, ilk devirlerde Anadolu’ya
gelen Türk sûfîsi sadece şeyh veya postnişîn değil, ayni zamanda Alp-Eren,
Gazi, Enıîr ve Ahî’dir. Türk sûfîsi vasıtaşiyle gelişen tasavvuf, fûtuvvet
ehliyle de her sınıf halka inmiştir. Başlangıçta yerleşen dervişler, köylere
isimlerini vermişler, elinin emeği ve alnının teriyle toprağı işleyip, bağ ve
bahçe yetiştirerek, zâviyeler kurup, batiya doğra ilerlemişlerdir. Şeyh Edebâlî
(ölm.M.1326), çevresindekilere, “Toprağa bağlanın, suyu israf etmeyin, ilim
sâhiplerim gözetin, ağaç dikin” diye tavsiyelerde bulunuyordu. Gerçek
sûfiler, çalışma ve gayreti ön planda tutup, böyiece maddî ve manevî sahalarda
ilerlemeler kaydetmişlerdir.
Selçuklu
sultanları ve devlet adamlarının destek ve himayesiyle, kıymetli ilim adamları,
edip ve şâirler yetişerek, çök güzel eserler meydana getirmişlerdir. Genelde
dil bakımından edebiyatçılar arasında ve sarayda farsça, medrese çevresinde
Arapça, Selçuklu Hânedanı ve Türkmenler arasında ve orduda da Türkçe konuşulup,
yazılırdı.
Bu asırda,
mîmarlık sanatı pek gelişmiş, sanat eserlerinin çoğu birer şaheser olup, hâlen
ülkemizde, bu ecdad yadigârları varlıklarını muhafaza etmektedirler. Türkler
Anadolu’ya yurt edinmek amacı ile geldikleri için şehirciliğe yönelmişler, bir
çok külliyeler, medreseler, imâretler, hastahâneler, kervansaraylar, hamamlar
ve köprüler inşâ etmişlerdir.
Anadolu’da
gelişen ahilik teşkilâtı, sanat ve kültürün gelişmesinde önemli rol oynamıştı
:Ilk defa Abbasî Halîfesi Nâsır li Dînüllah (M 1180-1225), batinîlere ve siyâsî
rakiplerine karşı kurduğu futüvve teşkilâtımn menşei Hz. İbrahim (aleyhisselâm)
‘a kadar ulaşan, bir çok ahlakî esasları bünyesinde topluyordu . Abbasî
halîfesi, devrinin İslam hükümdarlarını bu teşkilâta girmesini sağlayarak,
siyâsî mevkiinî sağlamlaştırmaya çalışıyordu .
Anadolu’da,
tasavvulî ve iktisâdî bir esnaf teşekkülü tarzında görülen bu ahîlik teşkilâtı
pek gelişmişti. Bu teşkilat, her sanat türünde çalışan insanları, manevî,
yüceliğine inandığı ve mesleğin şart ve kurâllarına bağlı birer pîrin,
müritleri hâline getirip, her mesleğin en usta pîrine de “ÂHΔ ismi veriliyordu
. Bu teşkilat sayesinde, her esnafın yaptığı ürünler ve verdiği hizmetler
kontrol ediliyordu. Bu yünden de her esnaf yaptığı işin en iyisini yapıp, en
güzel eserler meydana getiriyordu. Sonuçta verilen hizmet ve kaliteli ürün
sayesinde, halk da verdiği paranın karşılığını aldanmadan tam olarak
alabiliyordu. Böylece insanlar arasında, toplumda güven duygusu da sağlanmış
oluyordu.
Ahî
teşkilatlan konuk ağırlama ve yoksullara yardım etmede de, büyük hizmetler
veriyordu.îbn Battuta, Anadolu gezisi esnâsında, Denizli’ye uğradığı zaman,
burada iki ahî teşkilatı konuk etmek isterler. O’nu misâfir etmek için
aralarında kur’a çekmek meçbûriyetinde kalırlar .
Dünyada yardım
teşkilatı olarak bilinen izci teşkilatı! ilk defa İngiltere’de: 1908 tarihinde
kurulabilmiştir.
Islâm-Türk
toplumunda ahî teşkilatına mensûb kimseler, islamın çalışmâ esasına inanmış ve
insanlara yük olmamayı kendilerine şiâr edinmiş, dünyadan el etek çekmeyen,
doğru, çalışkana, yalnız ıhvâna değil, bütün insanlara karşı yardım etmeyi
seven, cömert ve yiğit insanlardır;
XIII.asrın
sonlarındâ, devlet otoritesinin kalmadığı Samanlarda, şehir ve kasabalarda
düzenin sağlanmasında, ahî teşkilatlan önemli görevler almışlardı
Anadolu’ya
göçebe olarak gelen Müslüman-Türkler; her türlü maddî ve manevî fedâkarlıkları
göstererek ve çeşitli vakıflar kurarak, binlerce hayır eserleri meydana
getirmek suretiyle ve bunlara millî bir üslûp vererek, müşterek kültürün
temelini atarak, Anadolu’yu anavatan hâline getirip, ilmî ve ahlakî seviyenin
ide yükselmesine sebep olmuşlardı.
Sh:1-18
[Not: Bu kadar
güzellikler varken, neden Moğollar Anadolu’yu perişan ettiler. Hatırımıza
gelen, iktidardakilerin hırsları, uzun emelleri ve sapık inanç sahiplerinin
tanrı veya peygamber rölüne soyunmaları zulmü çekici olmuş olması, kaderi
ilahinin her alandaki, yani maddî ve mânevi büyüklerin hatasını affetmediğini
gösteriyor. ]
Kaynak:
H. Ahmet SEVGİ, Seyyîd Muhakkık-i Tirmîzî (Mevlânâ’nın Hocası) ( 1166-1240 ?),
Erciyes Üniversitesi Gevher Nesibe Tıp Tarihi Enstitüsü Yayın No: 19, 1995,
Kayseri
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar